Amaçlar
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Dinsel halk edebiyatının içeriği hakkında bilgi sahibi olacak,
• Tasavvuf ve tekke kavramlarını öğrenecek ,
• Dinî tasavvufî halk edebiyatının tarihsel süreç içerisinde temsilcilerini
tanıyacak,
• Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet,
Hacı Bayram-ı Veli gibi dinsel halk edebiyatının önemli temsilcileri
hakkında bilgi sahibi olacaksınız.
İçindekiler
• Giriş
• Tasavvuf Kavramı
• Dinsel Halk Edebiyatının Tarihsel Gelişimine KısaBir Bakış
• Yunus Emre
• Kaygusuz Abdal
• Pir Sultan Abdal
• Kul Himmet
• Hacı Bayram-ı Veli
ÜNİTE 11
Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı
Yazar
Metin TURAN
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
• Özet
• Değerlendirme Soruları
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
Çalışma Önerileri
• Bulunduğunuz yörede, tekke ve tarikatlardan yetişmiş halk sanatçılarıyla
ilgili bilgiler toplayınız.
• Kaynakçada yer alan kitaplardan da yararlanarak, özellikle
Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli hakkında ayrıntılı bilgiler
edinmeye çalışınız.
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
1. Giriş
İslamiyet sonrası Türk halk edebiyatı kapsamında, bir yandan şaman şiirinin izlerini
taşıyan, diğer yandan da düşünsel olarak İslam dini ve tasavvufla beslenen dinsel
halk edebiyatı oluşmuştur.
Bu edebiyat, işlediği konularla halk dilini, düşüncesini, duygu ve inancını esas alarak
toplumsal kesimlerin bütününe seslenmektedir. Dinsel halk edebiyatı, Ahmet
Yesevi'nin Hikmet'lerindeki öğretici unsurları, Yunus Emre'nin ilahilerindeki
duygu ve düşünceleri aşılama, inandırma ve coşturma isteğini günümüze kadar
sürdüregelmiştir. Dinsel halk edebiyatı bu yanıyla geniş toplumsal kesimler arasında
birleştirici, ortak duyguları zenginleştirici bir işlev kazanmıştır. Mesaj iletme
kaygısından dolayı İslami halk edebiyatı ürünlerinde dinsel temalar ağırlık taşımaktadır.
İslam dini ve tasavvufla beslenen dinsel halk edebiyatını anlamak için, tasvvufu bilmek
zorunludur.
2. Tasavvuf Kavramı
Tarihsel anlamıyla mistiklik, İslamdaki adı ile "tasavvuf" ve "sûfilik", insan ruhunun
"mutlak gerçek" (Tek Yaratıcı), yani Tanrı ile birliğe ulaşması öğretisidir. Bu anlamda
bu öğreti Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığında, Hindu ve Yahudi dinlerinde,
Şamanlıkta ve başka dinlerde de vardır. Daha genel ve güncel bir kullanışla mistiklik,
yaratanla yaratılan, sevenle sevilen, müzikle dinleyen, resimle seyreden arasında
ulaşılan bir birlik duygusudur. Öyle bir duygu ki, orada ikilik ortadan silinir,
özne ile nesne tek olur, tekleşir. Bir canda iki ruh, bir gömlekte iki baş gibi ... Bu duruma
çok defa dinsel bir eğitimle ulaşılır; ama, din dışı öğretiler yoluyla da bu duruma
ulaşanlar olmuştur. Böyle bir duruma ulaşan insanda saklı kalan enerji büyük
bir patlama ile ortaya çıkar ve bilinmeyen yeni dünyaların ve duyguların kapısını
açar.
Tanrı ile bir olma, "mutlak gerçeğe" ulaşma felsefesini Müslüman mistikliği, "Vahdet-
i Vücut" adı altında açıklar. Bu öğretiyi bugünün dili ile şöyle özetleyebiliriz:
Evren daha yaratılmadan karanlık ve yokluk vardı, bir de Mutlak Yaratıcı. Bu tek Yaratıcı
yokluğun ve karanlığın içinde bir nur parçası gibi balkırdı. Gerçi Yaratıcı en yüksek dereceden
iyilik, güzellik ve bilgeliklerle donanmıştır ama, onu insan aklının alacağı böyle niteliklerle
tarif etmek olmaz; onun tek niteliği niteliksizliktir. O görülmez, kavranmaz, duyulmaz,
zamanla ve mekanla sınırlı değildir. Tek gerçek olan Tanrı diledi ki, kendi güzelliklerine tapacak,
kendini sevecek varlıklar olsun. "Kün (Ol)" buyurdu bunun için ve bu buyrukla onun
nitelikleri yokluğun ve karanlığın üzerine düştü; bir aynaya düşen suretler gibi orada görünmeye
başladı. Evren ve insan işte bu karanlık ve boşlukta Tanrı'nın birleşmesinden ortaya
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 177
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
çıktı; bunun için asıl değil surettir. Bu surette bir yandan Tanrısal nitelikler vardır, bir yandan
da karanlık ve yokluktan gelen kötü nitelikler. Bunlar çirkinlik, kötülük vb. niteliklerdir.
Bu nedenle her insanın mayasında ikilik vardır. İnsan hem melektir hem şeytandır.
Hem kuzudur hem kurttur. Hem sevap hem günah işleyici; hem nur hem karanlık. Ama bu
evrende yalnız insanoğludur özündeki Tanrısal nitelikleri artırıp yokluk ve karanlık niteliklerini
eksilten, hatta yok edebilen. Bunu yapmak için ilkin, Tanrı insanın yüreğine sevgi bırakacak,
sonra bir şeyhin eteğinden tutulup tarikat denen bir yola girilecek, orda şeriat ve marifet
aşamalarından geçilecek, en yüksek derece olan hakikata ulaşılacaktır. Hakikat aşamasında
insanın özünde kötülük kalmayacak, yokluktan ve karanlıktan gelen her şey eriyip yok
olacak, sadece Tanrı nitelikleri kalacaktır. Böylece insan tanrılaşacak, Tanrı ile bir olacaktır.
Kul-Tanrı, Yaratan-yaratılan ikiliğinin yok olduğu aşamadır bu. Enelhak yani "Ben Tanrıyım"
diyen sufi bu birleşme derecesini anlatmak istemiştir. Katolikler bu hale
"Tanrısal evlenme" diyorlar. Yunus bu yücelik derecesini şiirinde şöyle anlatır:
Aslında âşık u maşûk u aşk bir
Bu birden gerçi ki yüz bin göründü
İslamda tasavvufun ortaya çıkmasında ve tutunmasında eski Yunan felsefesinin,
özellikle Eflatun'un akılcı metafizik anlayışının, Hıristiyan keşişliğinin, Hint mistikliğinin
etkileri olmuştur.
Anadolu'da Ahilik, Abdallık, Babailik, Hurufilik, Mevlevilik, Bektaşilik gibi birçok
tarikatlar kurulmuş, Mevlana, Sultan Veled, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumi,Ümmi Sinan,
Hacı Bayram-ı Veli, Kaygusuz Abdal, Halveti, Şeyh İbn Çelebi, Niyazi -i Mısri, Kuddüsi,
Şem'i, Hacı Bektaş-ı Veli, Mehmet Ali Baba, Hilmi Dede gibi sofular ve Bektaşi şairler yetişmiştir.
3. Dinsel Halk Edebiyatının Tarihsel Gelişimine
Kısa Bir Bakış
Türkler göçebe yaşamlarının gereği olarak Müslüman olmadan önce değişik kültürlere
sahip oldukları gibi, çeşitli inanç sistemlerini de –Budizm, Maniheizm, Şamanizm,
Zerdüştlik gibi– benimsemişlerdir.
Türklerin 8. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı kabul etmeye başlamalarıyla birlikte,
düşünce ve inanç sistemlerindeki değişim de başlamış, bu yeniliğe paralel olarak sanat
ve estetik anlayışları da yeni şekiller kazanmıştır. 10. ve 11. yüzyıllarda asıl merkezi
Horasan olmasının yanı sıra, Herat, Nişabur, Buhara, Fergana gibi islam kültür
merkezlerinde de gelişen tasavvuf düşüncesi, Türk dervişleri aracılığıyla göçebe
Türkler'in yaşadığı noktalara da ulaştırılmıştı. Kent merkezlerinden kırsal kesimlere
yayılan bu düşünce ve yaşam anlayışında, en önemli rolleri de kuşkusuz tekkeler
üstlenmiştir. Bu anlamda ilk Türk sûfisi kendi adına kurduğu tarikat kanalıyla tasavvuf
düşüncesini yaymaya çalışan Ahmed Yesevî'dir. Onun dilinden söylenen
"Hikmetler", dinsel konuları sûfiyane bir biçemle dile getiriyor; kendisine bağlı
dervişler kanalıyla toplumun her kesimine kısa sürede yayılıyordu.
178 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
Ahmed Yesevi'den sonra Orta Asya'da tekke edebiyatının temsilciliğini yapan, onun
müridi Hakîm Süleyman Ata'dır. Orta Asya'da Yesevi ve Hakim Süleyman Ata ile başlayan
dinsel (tekke) halk edebiyatı, Türklerin Anadolu'ya göçüp yerleşmelerinden
sonra Anadolu'da da varlığını göstermiştir. Anadolu'da tekkelerin ve çeşitli tarikat
kollarının kurulup gelişmesiyle, tekke edebiyatı da gelişmiş, geniş toplumsal kesimlere
seslenen şairler yetişmiştir.
Bu edebiyatın Anadolu'daki öncüleri, başlangıçta Orta Asya'dan gelen dervişler olmuş,
bunlara paralel olarak Mevlana (1200-1273) ve Sultan Veled (1226-1313) Farsça
ve Türkçe sûfîyane şiirler yazmışlardır. Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyyad Hamza,Yunus Emre,
Sultan Veled, Âşık Paşa, Gülşehri, Kaygusuz Abdal, Said Emre gibi sûfî Türk şairleri
bu edebiyatımızın temelini oluşturmuşlardır.
Nihad Sami Banarlı'nın vurguladığı gibi, yaratıcıları arasında divan şairleri ile birlikte
saz şairlerinin de bulunduğu bu edebiyat, halk edebiyatı ile divan edebiyatı arasında
bu iki edebiyatı birbirine yaklaştıran, her iki edebiyatın seslendiği ayrı ayrı
toplumsal kesimleri birleştiren bir "edebiyat köprüsü" görevi de görmektedir. Bu
bakımdan, Ahmed Yesevi'nin Fakr-nâme'si, Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makâlât'ı, Yunus
Emre'nin Risâletü'n- Nushiye'si, Kaygusuz Abdal'ın Saray-nâme'si, Hacı Bayram-ı
Veli'nin İlâhî'leri, Eşrefoğlu Rumi'nin Müzekki'n-Nüfus'u, Mısrî'nin Divân-ı
İlahiyât'ı, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifet-nâme'si biçim ve biçem bakımından
farklılık gösterseler de farklılık düşünsel ve dinsel bakımdan ortak bir özü taşımaktadırlar.
4. Yunus Emre
Kesin olmamakla birlikte, Yunus Emre'nin 1238-1240 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır.
Sivrihisarlı, Karamanlı, Bolulu, Eskişehirli olduğu yönünde savlar ileri
sürülse de, doğum yeri konusunda kesin bir bilgi yoktur.
Şiirlerinden çıkarabildiğimiz ölçüde, yaşamının ayrıntılarını öğrenmeye çalıştığımız
Yunus Emre'nin kentte oturan, eğitim görmüş, Türkmen toplulukları arasında
yaşadığını söyleyebiliriz. Başgöz'ün (1990) Yunus Emre adlı yapıtında üzerinde durduğu
gibi, "Onun şiirinde çadır sözü bir tek defa geçer; orada da "Dost bahçesine aşk çadırını
kurdum" diyerek simge olarak verilir. Yunus'un şiirindeki Türkçenin inceliği, zenginliği,
kıvraklığı Türkmen göçerleri arasında dolaşarak öğrenilecek nitelikte değildir. Bu dil
Türkmen ailesi içinde büyüyen bir insanın dilidir.". Yunus, sık sık, bir kentin ekonomik
ilişkilerinden, faaliyetlerinden söz eder. Dükkan, sermaye, kâr, zarar, alım, satım
Yunus'un en çok kullandığı sözcükler arasındadır. Yunus'un şiirinde gür bir ırmak
gibi çağlayan bu iş ve hayat sahneleri küçük yerleşim birimlerinde görülecek cinsten
değildir. Yunus kentli bir şair olduğunu işaretler.
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 179
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
4.1. Yunus Emre'nin Yaşadığı Tarihsel Ortam
Yunus Emre'nin yaşamını ve sanatını gerçek anlamıyla kavrayabilmek için onun
yaşadığı çağın sosyal, siyasal ve dinsel atmosferini iyi bilmek gerekir. Bu bakımdan
XIII. yüzyıl Anadolu'sunun kültürel ortamına eğildiğimizde, bu tarihsel dönemin
oldukça çalkantılı olduğunu görürüz.
Konya Selçuklu Sultanlığı'nın zayıflaması ile birlikte Anadolu'da birçok küçük beylik
kurulur. Taht için, mal için, yaylak ve kışlak için Eretna Beyi, Sivas Beyi, Malatya
Beyi, Engürü Beyi, Akhisar Beyi, Germiyan Beyi, Karaman Beyi amansız bir vuruşma
içindedir. Kısacası bu yüzyılda insanlar, sosyal sıkıntılar, istila ve isyanlarla kuşatılmış
durumdadır. Böyle bir sosyal atmosfer içerisinde, insanlara taşınan umut
ve huzurun kaynağı, dervişler kanalıyla, tekkeler olmuştur. Bu bakımdan tekke
edebiyatının en kuvvetli kişiliği Yunus Emre'nin bu sosyal romantizm içerisinde
yetişmesinin ayrı bir önemi vardır.
Yunus Emre'nin sanatını değerlendiren Başgöz (1990), şöyle demekte: "Yunus bize
hafif güldürünün, acı kınamanın ve kara yerginin de ilk örneklerini verir. " Ergüven
(1982) ise Yunus'un gerçekçiliği üzerinde durarak, "Kendisiyle Tanrı arasına aracı koymaz."
der. "Yalvarmaz da. İnsanlığına özgü direnişle eyleme geçer. Can alan Melek, Azrail
kim ola. Yunus kendisine verilan canı sahibine vermek ister:
Can alıcı gelir ise
"Emaneti ver" der ise
Ben emaneti ıssına
Vereyim andan varayım"
Ölüm, ölüm kavramı doğal bir şey Yunus Emre'de; yemek, içmek, gezmek eğlenmek
gibi!
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Yunus, yaşadığı toplumda, toplumun içinde kişiliğini anlar, sorumluluğunun bilincine
varır. Yaşadığı toplumdan kendini ayrı tutup soyutlamaz. Öldüğüne tasalanmaz
da. Suç işlemişse; ettiklerinin eylemlerinin cezasını çekmek ister. Cezadan
kaçmaz. Kurtulmayı da düşünmez.
Ey yarenler ey kardaşlar
Korkarım ben ölem diye
Öldüğüme kayırmam ben
Ettiğimi bulam diye
180 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
Tasavvuf gibi dünyayı gizemci bir anlayışla algılayan düşünce sistemi içerisinde,
hayatı bütün somutluğu ve yaşanırlığıyla yorumlamasını bilen Yunus Emre, çağının
bütün sanatçılarından farklı olarak halkla kaynaşmayı, duygu alış verişinde bulunabilmeyi
başarmış bir değerdir.
Şiirlerinden bir örnek:
Evvel benim âhir benim Dost ile birliğe yeten
Canlara can olan benim Buyruğu neyise tutan
Azıp yolda kalmışlara Mülk bezeyip dünya düzen
Hızır meded eren benim O bahçıvan hemen benim
Bir karara tuttum karar Ben bu yere buyuracak
Benim sırrıma kim erer Yeryüzünde gün urucak
Gözsüz beni nerde görer Ulu deniz mevc urucak
Gönüllere giren benim Gemiye yol bulan benim
Kün deminde nazar eden Diller damaklar şaşıran
Bir nazarda dünya düzen Aşk kazanını taşıran
Kudretinden han döşeyen Hamza'yı Kaf'dan aşıran
Aşka bünyad uran benim O ağulu yılan benim
Düz döşedim bu yerleri Yunus değil bunu diyen
Baskı kodum bu dağları Kendiliğidir söyleyen
Sayvan gerdim bu gökleri Mutlak kâfir inanmayan
Yeri sonra düren benim Evvel âhir zaman benim
Halk içinde dirlik düzen
Dört kitabı doğru yazan
Ak üstünde kara dizen
Ol yazdığı Kur'an benim
5. Kaygusuz Abdal
Yaşamına ilişkin bilgileri menâkıbnâmelerden öğrendiğimiz Kaygusuz Abdal'ın doğum
ve ölüm tarihleri konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak, gerek şiirlerinde
geçen tarihi kişilerden gerekse menâkıbnâmelerden yaşadığı döneme ilişkin
bilgilere ulaşabilmekteyiz.
Kaygusuz Abdal'ın gerek şiirlerinden, gerek Menâkıb-nâme'sinden onun Abdal Musa'nın
müridlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Bazı tarihi kaynaklar Abdal Musa'nın
Bursa'nın fethine katıldığını belirttiklerine göre Abdal Musa XIV. asırda yaşamıştır.
Güzel (1981), Kaygusuz Abdal adlı çalışmasında, şiirlerinde adı geçen İshak Beğ, İbni
Fenârî, Murad Han gibi tarihi kişilerden ve Abdal Musa tekkesine intisabından
yola çıkarak Kaygusuz Abdal'ın yaşamını ve yetiştiği ortamı şöyle özetlemektedir:
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 181
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
"Asıl adı Alâyî Gaybî (Alâeddin Gaybî) olan Kaygusuz Abdal XIV. yüzyılın ortalarında
Alâiye'de doğmuştur. Doğum tarihi 1341-42'den eskiye gidemez. Babası Alâiye Beyi
Hüsâmeddin Mahmud; dedesi Alâeddin bin Yusuf'tur. Alâiye Beyleri ailesi Karamanoğulları'ndan
inmektedir. Bir söylenceye göre aynı ailenin bir tarafı da Anadolu Selçukluları'na
dayanmaktadır. Bu devirde Alâiye, zengin bir ticaret merkezi ve önemli bir limandır. Mısır
ve Suriye tüccarları Alâiye'de ticaretle uğraşmakta ve Alâiye'den değişik ülkelere büyük
miktarlarda kereste ihraç edilmektedir. Ayrıca Alâiye Beyliği; Antalya, Karaman ve
Memlûkler'le sıkı siyasi ve askeri ilişkiler içindedir. 1361-1373 yılları arasında, Teke ve
Alâiye beyleri Kıbrıs Krallığı ile çetin mücadeleler vermişler; Teke Beyi Mübârizeddin Mehmed,
Alâiye Beyi Hüsameddin Mahmud ve Karamanoğlu Alâeddin Ali ortaklaşa Kıbrıs
Krallığına karşı savaşmışlardır. Bu çetin savaşlarda Antalya on yıl kadar Kıbrıslıların elinde
kalmış, bir ara Alâiye dahi Kıbrıs donanması tarafından işgal edilmiştir. Alâiye beylerinin
şehre on mil mesafede bir sarayları vardır. Alâeddin Gaybi işte böyle bir aile ve sosyal çevre
içinde çocukluk ve gençlik yıllarını geçirmiştir. Kuşkusuz zamanının bütün bilimlerini öğrenmiş,
ayrıca avcılık, okçuluk gibi hünerleri de saraya mensup bir bey oğlu olarak en mükemmel
şekilde kavramıştır. Genç yaşında Elmalı'daki Abdal Musâ'ya intisap ederek Kaygusuz
adını almış ve uzun süre Abdal Musa'nın hizmetinde bulunmuştur. Tahminen 1397-
98 yıllarında Mısır'a gelerek orada bir tekke kurmuş, Mısır'da tarikatını yerleştirdikten sonra
hacca gitmiş; Hicaz, Suriye ve Irak'ı dolaşarak Anadolu'ya dönmüştür. Anadolu'da, hiç
olmazsa Güney ve Batı Anadolu'da bir süre dolaşmış olmalıdır. 1424-1430 tarihleri arasında
Rumeli'ye geçmiş; Edirne, Yanbolu, Filibe ve Manastır'da bulunmuştur. Bundan sonra
muhtemelen tekrar Anadolu'ya (belki de Mısır'a) dönen Kaygusuz, tahminen 1444 yılında
vefat etmiştir."
Kaygusuz Abdal'ın aruzla yazdığı şiirlerden oluşan bir divanı, cönklerde ve mecmualarda
bulunan heceyle yazılmış nefesleri, dolaba sorduğu sorudan ve onun cevabından
oluşan "Dolab-nâme"si, heceyle yazılmış "Yaş-nâme" adlı uzunca bir şiiri,
"Cefriyye-i Kaygusuz" adlı mesnevî tarzında ve ilerde olacak şeylere ait aruzla yazılmış
diğer bir şiiri, "Budala-nâme" yahut "Dilgüşâ", "Maglata-nâme", "Esrâr-ı
Hurûf" adlı mensur risaleleri vardır.
Şiirlerinden bir örnek:
Dost senin yüzünden öze İnsan-ı kâmil ki derler
Ben kıble-i can bilmezem Mustafadır Murtazadır
Pirin hüsnünü severim Dahi kim vardır cihanda
Bir başka iman bilmezem Ben gayri insan bilmezem
Bana derler ki şeyatin O Şah-ı hüsnün aşkına
Senin yolunu azdırır Özümü viran kılmışam
Ben şu zerrak sofulardan Kaygusuz Abdal'dır adım
Gayri bir şeytan bilmezem Cübbe ve kaftan bilmezem
Sofi-i salus nedendir
Hüsne münkir geçindiği
Ne acep belâ gelüptür
Şu ki ben Haktan bilmezem
182 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
6. Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal, Alevi-Bektaşi geleneğinde yedi büyük ozandan biri kabul edilir.
Pir Sultan Abdal'ın yaşamı etrafında da, diğer birçok halkın sevgilisi olmuş değerler
gibi değişik söylenceler oluşmuş, yaşamı gerçek ırasından uzaklaşarak, halkın düşlediği
ya da yakıştırdığı şekilde yaygınlaşmıştır.
Araştırmacı Aslanoğlu'nun (1984) tarihsel kaynaklara eğilerek yapmış olduğu çalışmalar
sonunda, Pir Sultan ya da Pir Sultan Abdal mahlaslarını kullanan altı halk
ozanının varlığı ortaya çıkmıştır. Halkın, sevdiği ozanlar etrafında söylenceler yaratması
ve kimi kereler de sevdiği şiirleri bu sanatçılara bağlaması tarihsel bir gerçektir.
Halk Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu gibi sanatçıları söylenceleştirip
bu değerlere bir yaşam öyküsü yakıştırmıştır. Yakıştırılan bu yaşam öyküsü,
aynı zamanda o sanatçının toplum katında nasıl görüldüğünü de yansıtmaktadır.
6.1. Halka Göre Pir Sultan'ın Yaşamı
Pir Sultan'ın öz adı Haydar'mış, Sivas'ın Banaz Köyü'nde doğmuş. Soyu Yemen'e, Hazreti
Ali'nin torunlarından İmam Zeynel Abidin'e kadar uzanıyormuş.
Haydar yedi yaşına geldiğinde kırda babasının koyunlarını otlatmaya başlamış. Bir gün Yıldız
Dağı'nda sürüyü güderken uyuyakalmış. Düşünde ak sakallı bir ihtiyar görmüş. Bir
elinde dolu, ötekinde elma tutuyormuş. Haydar ilkin doluyu içmiş, ardından elmaya uzanmış.
İhtiyarın avucuna bakmış, parıldayan yeşil bir ben varmış. Karşısındakinin Hacı Bektaş-
ı Veli olduğunu anlamış, hemen sarılıp elini öpmüş. Hacı Bektaş ona "Pir Sultan" adını
vermiş, ününün dört bir yana yayılmasını, sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmemesini,
Âl'ü evlâdın hakkını alması için çalışmasını dilemiş. "Tanrı yardımcın olsun!" demiş.
Sonra gözden silinmiş.
Pir Sultan'ın ünü gitgide her yana yayılmış. Kendi erenlerin arasına karışmış. Sayılan, sevilen
bir pir olmuş. Her Cuma, canlar bölük bölük gelirler, el bağlayıp dâra dururlar, ondan nasip
alırlarmış. Kapısında koçlar tığlanır, açlar doyar, çıplaklar giyinip giderlermiş...
Hızır Paşa Sivas'la Hafik arasında bulunan Sofular Köyü'ndenmiş. Pir Sultan'ın adını
duymuş, Banaz'a gelmiş, ondan nasip almış. İlkin onun azâbı, sonra da müridi olmuş. Yedi
yıl kapısında hizmet görmüş. Edep erkân öğrenmiş. Bir gün demiş ki:
— Pirim, bana himmet edin de bir makama geçeyim, büyük adam olayım.
Pir Sultan elini başına koymuş, düşünmüş, demiş ki:
— Hızır, ben sana ruhsat veririm, dua ederim, gider büyük adam olursun, paşa, vezir
olursun, ama sonra da gelip beni asarsın!
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 183
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
Hızır izin alıp İstanbul'a gitmiş. Padişahın sarayına girmiş. Pir Sultan'ın himmetiyle ilerlemiş,
paşa olmuş. Sivas valiliğine verilmiş. Fakat gitgide düşkün olup ikrarını unutmuş. Fakir
fukaraya zulmetmeye, haram yemeye başlamış. Namus gözetmez, hak aramaz olmuş.
.....
Gel zaman git zaman, günlerden bir gün, Hızır Paşa, kara kaşlı Kör Müftü'ye bir fetva yazdırmış:
"Şah'ın adını anmak yasaktır. Kim ki onun adını ağzına alırsa, dili kesilip öldürülecektir."
Fetva alanlarda okunmuş. Kimse İran Şahı'nın adını açıktan anamaz olmuş. Pir Sultan, eski
müridinin ettiğini duyunca üzülmüş, kızmış. Fetvaya uymamış. Her gittiği yerde inadına
Şah'ı övmüş, Hızır Paşa'yı yermiş.
.....
Bunu duyan Hızır Paşa, Pir Sultan'ı Sivas'taki Toprak Kale'ye hapsettirmiş. Fakat içi de rahat
etmemiş. Eski pirine kıyamamış, bir süre sonra onu huzuruna getirtmiş. İçinde Şah'ın
adı geçmeyen üç şiir söylerse, kendisini bağışlayacağını bildirmiş. Sazını eline vermiş. Pir
Sultan birinci demeyi söylemiş. Bu denemede şah'ı anmış.
Şiiri dinleyen Hızır Paşa kızmış, Pir Sultan'ı uyarmış:
— Pirim, yanlış tezene vuruyorsun, dikkat eyle, iki adımın kaldı, ayağını denk al!
Pir Sultan aldırmamış. İkinci, üçüncü demelerinde de yine Şah'ın adını anmış. Çevresindekiler
şaşkınlıkla Hızır Paşa'ya bakmışlar. "Bir Kızılbaş parçası seni dinlemedi, yazık olsun
senin paşalığına!" demişler.
Hızır Paşa'nın tepesi atmış. Öfkeli bir sesle adamlarına bağırmış:
— Günah benden gitti, atın şunu içeriye! Yarın sabah asarsınız!
.....
Pir Sultan asılırken taşlansın diye Hızır Paşa'dan buyruk çıkmış. Taşlamayanlar cezalandırılacakmış.
Bu yüzden herkes eline bir taş alıp atmış. Fakat taşların hiçbiri Pir Sultan'a dokunmuyormuş.
Musahibi, tarikat arkadaşı Ali Baba da oradaymış. Taş atmaya bir türlü eli
varmıyormuş. Bir gülü gizlice ona doğru fırlatmış. Pir Sultan onu görmüş, pek üzülmüş. Şu
demeyi söylemiş:
Şu kanlı zâlimin ettiği işler
Garip bülbül gibi zâreler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pâreler beni
Dar günümde dost düşmanım bell'oldu
On derdim var ise şimdi ell'oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
184 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
Pir Sultan Abdal'ım can göğe ağmaz
Hak'tan emrolmazsa irahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaralar beni
Pir Sultan bunu söyleyince, "Bu adam hâlâ dilini tutmaz!" demişler, ipi boynuna geçirmişler.
Asılışının ertesi günü halk kahvede toplanmış konuşuyormuş. İçlerinden biri demiş ki:
— Duydunuz mu? Bu gece Hızır Paşa, Pir Sultan'ı astırmış...
Bir başkası hemen karşı çıkmış ona:
— Olamaz! Ben onu sabahleyin Koçhisar yolunda, Seyfebeli'nde gördüm.
Orada bulunan diğer bir kişi ise Pir Sultan'ı Malatya yolunda, öbürü Yeni Han yolunda,
başka biri ise Tavra Boğaz'ında gördüğünü söylemiş. Dinleyenler şaşırmış. Kalkıp birlikte
darağacının bulunduğu yere gitmişler. Bakmışlar ki darağacında Pir Sultan'ın hırkası asılı,
kendisi ortada yok.
Pir Sultan gide gide Horasan'a varmış. Şah'ın katına çıkmış. Oradan da Erdebil'e gitmiş.
Erdebil'de ölmüş. Oraya gömülmüş."
Halkımızın gönlündeki Pir Sultan'la onun yaşamına ilişkin efsanevi bilgiler böyle.
6.2. Yazılı Kaynaklarda PirSultan'ın Yaşamı
Yazılı kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre de, XVI. yüzyılda yaşamıştır. Sivas'ın
Yıldızeli ilçesinin Çırçır Buçağı'na bağlı Banaz Köyü'nden olup öz adı Haydar'dır.
Yaşadığı dönemi, şiirlerindeki kimi tarihsel kişi ve olaylardan anlayabiliyoruz.
Yaşamına ilişkin tarih belirlemede yardımcı olan dörtlüklerinden biri, Şah İsmail'in
ölümünden sonra yerine geçen büyük oğlu Şah Tahmasp (1524-1576) zamanında
Kanuni Sultan Süleyman'ın (1520-1566) İran'a savaş açarak Bağdat ve Basra'yı
almasıyla ilgili olanıdır. Bu dörtlük şöyledir:
"Pir Sultan'ım der ki üçler yediler
Kırklar da anda hazır idiler
Bağdat'ı Basra'yı verdi dediler
Aslı nedir neye verdin Bağdat'ı"
Bu şiir kesin olmasa da, Pir Sultan'ın yaşadığı yüzyıla ilişkin bir bilgi vermesi bakımından
önemlidir. Pir Sultan'ın şiirlerinde geçen ve kendisini astırdığı söylenen Hızır
Paşa konusunda da tarihi kaynaklar değişik bilgiler vermektedir. Aynı çağda
birden çok Hızır Paşa'nın varlığı da Pir Sultan'ın yaşamına ilişkin gerçek bilgileri
öğrenmemizi güçleştirmektedir. Bilenen, Pir Sultan'ın Banaz Köyünden olduğu ve
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 185
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
önderlik ettiği bir halk ayaklanması yüzünden Sivas'ta valilik yapan Hızır Paşa tarafından
asılmış olmasıdır.
7. Kul Himmet
Birçok halk sanatçısının yaşam öyküsünde olduğu gibi Kul Himmet'in yaşamıyla ilgili
tartışmalar da vardır.
Tartışmaların sonuçlanamamasının asıl nedeni halk sanatçılarıyla ilgili başvurulacak
yazılı kaynakların yeterli olmaması; tek yazılı kaynak olan cönklerin de bütünüyle
doğru kabuledilebilecek nitelikte olamayışıdır.
Cahit Öztelli, Bektaşi Gülleri adlı çalışmasında, Kul Himmet'le ilgili olarak şu bilgileri
aktarmakta: "16. yüzyılın ünlü ve büyük Alevi ozanı Kul Himmet, Tokat'ın Almus ilçesine
bağlı Varzıl (yeni adıyla Görümlü) köyünden olup mezarı da oradadır. Soyundan gelenler
de aynı köyde yaşamaktadırlar. Şimdiye dek ancak 15-20 kadar nefesi yayınlanmış, yaşantısı
üzerine bilgi verilmemiştir. Bizim cönklerden topladığımız şiirleri yüz elliden çoktur.
Yerinde yaptığımız araştırmalarla da yerini, yurdunu, soyunu, sopunu bulduk."
Kul Himmet, kendi çağı içinde tekke ve tarikat öğrenim ve kültürünün verebileceğini
en geniş biçimde almış bir ozan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dili çok sade olmakla birlikte, tasavvuf ve tarikat terimlerini iyi kullanmaktadır. İslam
ve tasavvuf tarihini de bildiğini gösteren şiirleri, kültürlü olduğunu gösteren iyi
birer tanıktır.
Kul Himmet'in yaşadığı tarihsel dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun alabildiğine
karışıklıklarla dolu, bunalımlı bir dönemidir.
Pir Sultan'ın asılması, Öztelli'nin vurgulamasıyla söylersek, onun yandaşlarından,
müritlerinden Kul Himmet'in de izlendiği kanısını uyandırmaktadır. Kendisinden
sonra gelen ozanların Kul Himmet'in makamının sır olduğu betimlemesini yapmaları
bunu doğrulamaktadır.
Kul Himmet Alevi-Bektaşi topluluğu içerisinde kutsallaştırılmıştır. Çorum ilinin
İmat Köyünden olan Aşık Mehmet bir deyişinde:
"Kul Himmet katarından ayırma bizi"
diye yakarmaktadır. Allah-Muhammet-Ali üçlüsüyle vurgulanan Alevi-Bektaşi
anlayışını bütün açıklığıyla onun dizelerinde bulmak mümkün:
186 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
Her sabah her sabah ötüşür kuşlar,
Allah bir Muhammed Ali diyerek.
Bülbüller gül için figana başlar,
Allah bir Muhammed Ali diyerek.
Kul Himmet'e, sadece Alevi-Bektaşi topluluğu değil diğer kesimler de ilgi göstermektedir.
Anadolu'nun geniş bir kesiminde değişik halk ozanlarının onun şiirlerini
okuyor olmaları, onu "usta" görmeleri de bunu doğrulamaktadır.
Günümüzde de her yıl düzenlenen Kul Himmet'i anma toplantıları ve köyü Varzıl'da
yapılan törenlere gösterilen büyük ilgi bunun canlı bir kanıtıdır.
Yer altında sarı öküz, Tüyünün üstü nur tutmuş,
Hak bilir kaç yaşındadır. Tırnakları taşa batmış,
Ver anın manasın bana, Burun Hindistan'a yetmiş,
Dünya anın peşindedir Elbüsten bir dişindedir.
Alnı sakar, önü sakar, Kul Himmet'im gevher kânı,
Kulağını dikmiş bakar, Dağlardan kalındır gönü,
O da candır, korku çeker, Çifte koşa idim anı,
Bir sinekçik döşündedir. Hikmet anın işindedir.
Alnı yardır, önü yardır,
Sarkısı mısırı vardır,
Üç yüz eli, ayağı vardır,
Her biri bir yaşındadır.
8. Hacı Bayram-ı Veli
Asıl adı Numan olan Hacı Bayram-ı Veli 1352 yılında Ankara'nın çubuk suyu kıyısında
bulunan Zül-fadl sözünden bozma Solfasol köyünde doğmuş Koyunluca Ahmed
adlı bir köylünün oğludur. Menakıpnamelere göre iyi bir medrese öğrenimi
görmüş ve Ankara'da müderrislik etmiş, sonradan müderrislikten ayrılarak Aksaray'a
Şeyh Hamid'in yanına gitmiş, onunla birlikte Anadolu'yu dolaşmış, Şarrı ve
Hicaz'a da gitmiştir. Hacı Bayram-ı Veli, şeyhinin ölümünden sonra Halvetiyye ile
Nakşbendiyye yollarını birleştirmek suretiyle "Bayramiyye" tarikatını kurmuştur.
Hacı Bayram, çok mütevazi yaşar, çiftçilikle uğraşır, ekini dervişleriyle eker, biçer,
devşirir, elde edileni ihvanına dağıtır, kendisi de ihtiyacı kadar alırmış. Dergâhına
çamaşır bile imeceyle yıkanır; tarikatların kaldırılmasına kadar "çamaşır savtı" denen
ve çamaşır yıkanırken muayyen besteyle söylenen ilahi, tekkelerde zikir esnasında
okunurdu. Hayatı sadeliğe ve alçakgönüllülüğe dayandıran Hacı Bayram-ı
Veli'nin, bu konudaki duyarlığını, Ak Şemseddin'in kendisine intisabı menkabesinde
çok belirgin görürüz:
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 187
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
Ak Şemseddin, Osmancık medresesinde müderrisken, tasavvuf ile ilgilenmeye
başlamış, Zeyneddin Hafi'ye intisab için müderrisliğini terketmiş, Halep'e giderken
rüyasında, kendi boynuna geçmiş bir zincirin ucunu Hacı Bayram'ın tuttuğunu görmüş.
Bunun üzerine, yoldan dönüp Ankara'ya yönelmiş. Ankara dolaylarına vardığında,
bakmış ki, Hacı Bayram, müridleri ile birlikte, ürün topluyor. Yanlarına yaklaşıp
o da aynı işi yapmaya başlamış. Yemek vakti olunca, Hacı Bayram, kendi eli ile
aşk dağıtmış, fakat Ak Şemseddin'in çanağına hiçbir şey koymamış. Dağıttığı burçak
çorbası ve yoğurttan arta kalanları köpeklere dökmüş. Bunu üzerine Ak Şemseddin,
köpeklerin çanağındaki yemekle karnını doyurmuş. Bu durumu, onun fazla
mütavazi halini gören Hacı Bayram, Ak Şemseddin'i muridliğe kabul etmiş.
Daha çık tasavvufi kişiliğiyle tanınan Hacı Bayarm-ı Veli'nin günümüze ulaşmış
aruzla iki, heceyle üç şiiri, bir de ona ait olduğu şüpheli olan Türkçe mensur mektubu
bulunmaktadır.
1429 yılında hayata gözlerini yunan Hacı Bayram-ı Veli'nin mezarı Ankara'da, Hacı
Bayram câmiinin bulunduğu alandadır.
Noldu bu gönlüm noldu bu gönlüm Seyr-i billâhtır seyr-i billâhtır
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm Bî ma'allahtır fenâ fillâhtır
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm Ayinesinde âyinesinde
Yanmada derman buldu bu gönlüm Gird-i sivayı buldu bu gönlüm
Yan ey gönül yan yan ey gönül yan El fakru fahrî, el fakru fahrî
Yanmadan oldu derdine derman Demedi mi ol âlemler fahri
Pervane gibi pervane gibi Fahrini fakrin fahrini fakrin
Şem'ine aşkın yandı bu gönlüm Mahv u fenâda buldu bu gönlüm
Gerçi ki yandı gerçeğe yandı Bayrami imdi Bayrami imdi
Rengine aşkın cümle boyandı Bayram edersin yâr ile şimdi
Kendüde buldu kendüde buldu Hamd ü senâlar hamd ü senhalar
Matlabını hoş buldu mu gönlüm Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
Sevad'ı a'zam sevâd-ı a'zam
belki olupdur Arş-ı muazzam
Matlab-ı cânân matlab-ı cânân
Olsa aceb mi şimdi bu gönlüm
188 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
Özet
İslamiyet sonrası dinsel halk edebiyatının içeriğini tekke ve tarikat çevresinde yetişen kişiliklerin
ürünleri oluşturmaktadır.
Dinsel halk edebiyatının belirgin karakteri, tasvvufi bir içeriğe sahip olmasıdır. İslam inancını
değişik biçimlerde algılayıp yaymaya çalışan ve bu düşünce etrafında örgütlenen tarikatlar
çevresinde beslenen dinsel halk edebiyatının en önemli kolu Alevi-Bektaşilik koludur.
Orta Asya Türk kültürünün baskın izlerini taşıyan ve İslam inancına karşı daha esnek bir
inanca sahip olan bu çevrelerde şiir, saz eşliğinde dile getirilmekte ve dinsel törenlerde bu ikili
başköşede yer almaktadır. Bu edebiyatın beslendiği düşünce kaynağı İslam inancı ve tasavvuftur.
Bu ana temayı gerek manzum gerekse mensur eserlerin tamamında görmekteyiz.
Dindışı halk edebiyatı ürünleri ile dinsel halk edebiyatı ürünlerinde vezin ve nazım şekilleri
gibi dış unsurlar bakımından belirgin bir ortaklık görülür.
Tasavvufi halk edebiyatının Türkler arasında yayılmasını 'Hikmet' adı verilen dinsel-tasavvufi
şiirleriyle tekke şiiri geleneğinin oluşmasını Hoca Ahmed Yesevi sağlamıştır. Bu tür,
esas yükselişini, ünü ve etkisi bütün zamanlara yayılan Yunus Emre'yle yaşamıştır.
Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rumi, Eflaki Dede, Said
Emre, Gülşehri, Abdurrahim Tırsi, Ümmi Sinan, Pir Sultan Abdal, Azmi, Kul Himmet,
Muhyi, Gaybi Sunullah, Kul Budala gibi kişilikler bu geleneğin önemli adlarıdır.
Dinsel halk edebiyatının, divan ve âşık edebiyatı gibi, hem halk şiirine hem klasik şiirin cazibesine
bağlı, iki taraflı bir kimliği vardır. Bu yüzden tekke edebiyatında da manzumeler aruz
ve hece vezinleriyle yazılırlar. Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram-
ı Veli, Ahmed-i Sarban, Ümmi Sinan, Niyazi-i Mısrî gibi tekke edebiyatı büyükleri aynı
zamanda aruza da hakimdirler. Ancak, dinsel halk edebiyatı ürünlerinin sahipleri, kitleyle
buluşacak asıl ürünlerini heceyle söylemişlerdir.
Değerlendirme Soruları
Aşağıdaki soruların yanıtlarını verilen seçenekler arasından bulunuz.
1. Dinsel halk edebiyatı ile ilgili olarak aşağıda belirtilenlerden hangileri doğrudur?
I. Dinsel halk edebiyatı tekke ve tarikatlar çevresinde yaşam bulmuştur.
II. Dinsel halk edebiyatının en önemli temsilcilerinden birisi Hacı Bayram-ı
Velidir.
III. Yunus Emre dinsel şiirler söylemesine karşın, bu edebiyat kümesinden
değildir.
A. Sadece I doğrudur.
B. Sadece I ve II doğrudur.
C. Sadece III doğrudur.
D. Hepsi doğrudur.
E. Sadece II ve III doğrudur.
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 189
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
2. Tekke şiirini oluşturan ürünlerin nazım şekli konusunda aşağıdakilerden
hangileri doğrudur?
I. Tekke şiirini oluşturan ürünlerin tamamı heceyle söylenmiştir.
II. Tekke şiirini oluşturan ürünlerin tamamı aruzla söylenmiştir.
III. Tekke şiiri ürünleri hem heceyle hem de aruzla söylenmiştir.
A. Sadece I doğrudur.
B. Sadece I ve II doğrudur.
C. Sadece III doğrudur.
D. Sadece II ve III doğrudur.
E. Hepsi yanlıştır.
3. Yunus Emre'nin yaşamıyla ilgili bilgilerden, aşağıda verilenlerin hangileri
doğrudur?
I. Yunus Emre'nin kesin olmamakla birlikte 1238-1240 yılları arasında doğduğu
sanılmaktadır.
II. Yunus Emre kentte oturan, eğitim görmüş, Arapçayı, Farsçayı ve zamanının
İslam bilimlerini iyi bilecek kadar kendisini yetiştirmiş biridir.
III. Yunus Emre bütün şiirlerini heceyle ve hiçbir Arapça, Farsça sözcüğe yer
vermeksizin söylemiştir.
A. Sadece I doğrudur.
B. Sadece II doğrudur.
C. Hepsi yanlıştır.
D. Sadece I ve II doğrudur.
E. Sadece II ve III doğrudur.
4. Kaygusuz Abdal'ın yaşamı ve eserleriyle ilgili bilgilerden aşağıdakilerden
hangileri doğrudur?
I. Kaygusuz Abdal Alâiye beyi Hüsameddin Mahmud'un oğlu olup
Alâiye'de
doğmuştur.
II. Kaygusuz Abdal, Abdal Musa tekkesine intisap etmiştir.
III. Dolab-Nâme, Yaş-Nâme, Cefriyye-i Kaygusuz ve Budala-Nâme gibi eserler
Kaygusuz Abdal'ındır.
A. Hiçbiri doğru değildir.
B. Sadece I ve II doğrudur.
C. Hepsi doğrudur.
D. Sadece II ve III doğrudur.
E. Sadece III doğrudur.
190 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
5. Kul Himmet'in yaşamıyla ilgili bilgilerden aşağıdakilerden hangileri doğrudur?
I. Kul Himmet 17. yüzyılda Orta Anadolu'da yaşamış bir sûfidir.
II. Kul Himmet Pir Sultan'ın çağdaşlarındandır.
III. Kul Himmet Alevi-Bektaşi edebiyatının en önemli temsilcilerinden olup
mezarı Tokat'ın Almus ilçtesine bağlı Varzıl köyündedir.
A. Sadece I doğrudur.
B. Sadece II doğrudur.
C. Sadece II ve III doğrudur.
D. Sadece III doğrudur.
E. Hepsi doğrudur.
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
Aslanoğlu, İbrahim. Pir Sultan Abdallar. İstanbul: Erman Yayınevi, 1984.
___________ . Kul Himmet. İstanbul: Ekin Yayınları, 1997.
Atalay, Besim. Bektaşilik ve Edebiyatı. İstanbul: Ant Yayınları,1991.
Bal, Hüseyin. Yunus Emre ve Hümanizm. İstanbul: Koral Yayınları, 1991.
Başgöz, İlhan. Yunus Emre. İstanbul: Indiana Üniversitesi Türkçe Programı Yayınları,
1990.
Bayrak, Mehmet. Pir Sultan Abdal. Ankara: Yorum Yayınları, 1986.
Bezirci, Asım. Pir Sultan Abdal . 2. Basım. İstanbul: Say Yayınları , 1992.
Ergüven, Abdullah Rıza. Yunus Emre. Ankara: Yaba Yayınları, 1982.
__________ . Türk Halk Yazını. Ankara: Yaba Yayınları, 1983.
Eyuboğlu, İsmet Zeki. Alevi-Bektaşi Edebiyatı. İstanbul: Der Yayınları, 1991.
Ocak, Ahmet Yaşar. Bektaşi Menakıbnamelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri.
İstanbul: Enderun Kitabevi Yayınları, 1983.
Özkırımlı, Atilla. Alevilik-Bektaşilik Toplumsal Bir Başkaldırının İdeolojisi.
2. Basım. İstanbul: Cem Yayınevi, 1993.
Pekolcay, Necla. İslâmî Türk Edebiyatı. 2. Baskı. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 1994.
Sarıaslan, Ümit. Hacıbektaş Aydınlığı. Ankara: Anadolu Ekini Yayınları, 1992.
D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I 191
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
Gölpınarlı, Abdülbaki. 100 Soruda Tasavvuf. 2. Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi,
1985.
Güzel, Abdurrahman. Kaygusuz Abdal. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981.
Kocatürk, Vasfi Mahir. Tekke Şiiri Antolojisi. 2. Basım. İstanbul: Edebiyat Yayınevi,
1968.
Turan, Metin. Ozanlık Gelenekleri ve Türk Saz Şiiri. 3. Basım. Ankara: Başkent
Matbaacılık&Klişecilik, 1997.
_________. Kul Himmet. Ankara: Günorta Yayınları, 1994.
Uçman, Abdullah (Hazırlayan). Rıza Tevfik'in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili
Makaleleri. İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982.
Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Marifet Yayınları, 1991.
Zelyut, Rıza. Halk Şiirinde Gerçekçilik. Ankara: Ayko Yayınları, 1982.
192 D İ N Î - T A S A V V U F Î H A L K E D E B İ Y A T I