16 Eylül 2009 Çarşamba

jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 2. bölüm )

71
SOFİ'NİN DÜNYASI
SOKRATES
Ne demekti bu? Banka soygucusu, banka soymanın kötü bir şey olduğunu bilmediği için mi
banka soyuyordu yani? Tam tersine. Sofi büyüklerin çoğu zaman neyin doğru olduğunu çok
iyi bilmelerine rağmen aptalca davrandıklarını, hattâ sonra da bundan pişmanlık duyduklarını
düşünüyordu.
Sofi böyle oturup dururken birden çalılığın ormana bakan tarafında kuru dal çıtırtıları Tluydu.
Ulak olabilir miydi gelen? Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Birinin, bir hayvan gibi nefes
alıp vererek gelmekte olduğunu anladığında korkusu iyice arttı. -
Birkaç saniye sonra, Geçit'in ormana bakan girişinden içeriye kocaman bir köpek girdi.
Labrador türü bir köpekti bu. Ağzında taşıdığı büyük san zarfı Sofi'nin dizlerinin dibine
bıraktı. Her şey öyle hızlı olup bitmişti ki, Sofi hiçbir şey düşünmeye vakit bulamamıştı.
Köpek hemen yine ormana doğru kaybolmuş, Sofi kendini elinde sarı zarfla otururken
buluvermişti. Her şey olup bittikten sonra şok kendini gösterdi. Sofi ellerini kucağına bırakıp
ağlamaya koyuldu.
Öyle ne kadar kaldığını bilmeden, bir süre sonra kendine gelip başını kaldırdı.
Demek ulak buydu! Sofi derin bir soluk alıp verdi. Demek bunun için beyaz zarfların
kenarları ıslak oluyordu. Ve tabii yine bu yüzden zarflarda derin izler oluyordu. Nasıl da
düşünememişti bunu? Filozofa mektup yollarken mektubun içine bir kesme şeker ya da
bisküvi koyması meselesi de bir anda bir anlama kavuşmuş oluyordu.
Yeterince hızlı düşünemiyordu işte bazen. Ancak "ulağın" yetiştirilmiş bir köpek olabileceğini
tahmin etmek de güç işti doğrusu. Ulağa Alberto Knox'un nerede yaşadığını sorma meselesini
de unutması gerekiyordu böylece.
Sofi büyük zarfı açıp okumaya başladı:
72
Atina'da felsefe
Sevgili Sofi! Bu satırları okurken Hermes 'le tanışmış olacaksın belki de. Her ihtimale karşı
ben yine de Hermes'in bir köpek olduğunu söyleyeyim. Sakın bunu kötü bir şey gibi görme!
Hermes, çok uslu ve pek çok insandan daha akıllı bir köpektir. En azından, olduğundan daha
bilgiliymiş gibi davranmaz!
İsmi de rastgele seçilmiş bir isim değildir. Hermes, Yunan tanrılarının ulağının adıydı. Aynı
zamanda denizcilerin tanrısının adı da Hermes'ti ama şimdilik bunun üzerinde pek
durmayacağız. Ancak en önemlisi, Hermes'in "hermetik" sözcüğünün kökenini oluşturuyor
olmasıdır. Bu sözcük gizli ya da ulaşılmaz anlamına gelir. Hermes'in bizi birbirimizden nasıl
gizli tuttuğunu hatırlarsak, isminin ne kadar isabetli olduğunu görebiliriz.
Böylece ulağımızı tanıtmış oldum. Kendi adını tanır ve çok iyi yetişmiş bir köpektir.
Tekrar felsefeye dönelim. Felsefenin ilk bölümünü ardımızda bırakmış bulunuyoruz. Bununla,
mitsel dünya görüşünün yıkılması anlamına gelen doğa felsefesini kastediyorum. Şimdi ise
eski zamanların en büyük üç filozofu olan Sokrates, Platon ve Aristoteles ile tanışacağız. Bu
filozofların her biri Avrupa uygarlığına kendince katkıda bulunmuştur.
Sokrates'ten önce yaşadıkları için, doğa filozoflarına "Sokrates öncesi filozoflar " da denir.
Sokrates'ten daha sonra ölmüş olmasına karşın, Demokritos'un tüm düşünce biçimi "Sokrates
öncesi" doğa felsefesine aittir. Sokrates'le beraber felsefeye sadece za-rnansal bir ayrım
koymuyoruz. Aynı zamanda coğrafi olarak da yer değiştirmiş bulunuyoruz. Çünkü Sokrates
Atina'da doğmuş ilk Yunan filozofudur ve onun iki yakın takipçisi de Atina'da yaşamışlardır.
Anaksagoras'ın da bir süre Atina'da yaşamış olduğunu hatırlıyorsun belki. Ama o, güneşin
ateşten bir küre olduğunu iddia ettiği ¦Çin Atina'dan kovulmuştu. (Sokrates'in başına gelenler
de daha az
73
SOFÎ'NİN DÜNYASI
kötü sayılmaz!)
Sokrates'ten itibaren Yunan kültürel hayatı Atina'da toplanmaya başlar. Bundan da önemlisi
Sokrates'ten itibaren felsefe projesinin kendisinin de biçim değiştirmeye başlamış olmasıdır.
Sokrates'ten önce biraz o zamanki Atina şehir görüntüsüne damgasını vurmuş olan
Sofistlerden sözedeceğiz.
Baaşşlıyorrr, Sofi! Düşünce tarihi, çok perdeli bir tiyatro oyunu gibidir.
Her şeyin başı insan
İ.Ö. 450 yıllarında Atina Yunan dünyasının kültür merkezi olmuştu. Felsefe de bu dönemde
yeni bir yöne girmişti.
Doğa filozofları öncelikle doğayı incelemekle meşguldüler. Bu yüzden bilim tarihinde de
önemli bir yer aldılar. Atina'da ise daha çok insanla ve İnsanın toplumdaki yeriyle
ilgileniliyordu.
Atina'da giderek meclisler ve mahkemeleriyle bir demokrasi oluşmaya başladı. Demokrasinin
ön koşullarından biri, demokratik süreçlere katılacak kişilerin gerekli eğitimden geçmeleriydi.
Genç bir demokrasinin öncelikle halkı eğitmesi gerektiğini günümüzden örneklerle de
biliyoruz. Bu yüzden Atinalılar için her şeyden önemlisi retorikten, yani konuşma sanatından
anlamaktı.
Çok geçmeden Atina'ya Yunan kolonilerinden pek çok öğretmen ve filozof geldi. Bunlar
kendilerine Sofist diyorlardı. "Sofist" sözcüğü eğitim görmüş, uzman kişi anlamına gelir.
Atina'da Sofistler kentin yurttaşlarına ders vererek geçimlerini sağlıyorlardı.
Sofistlerle doğa filozoflarının ortak bir yanları vardı. Her ikisi de varolan mitlere eleştirel
yaklaşıyorlardı. Ancak Sofistler buna ek olarak, gereksiz felsefi spekülasyon olarak
gördükleri şeyleri de reddediyorlardı. Felsefi sorulara belki yanıtlar bulunabilir, ancak
doğanın ve evrenin gizleri kesin olarak çözülemez, görüşünde idiler. Fel-
74
SOKRATES
sefede bu görüşe Şüphecilik denir.
Biz insanlar doğadaki tüm soruları yamtlayamasak da bir arada yaşamamız gerektiğini biliriz.
Sofistler de insanlar ve insanın toplumdaki yeri ile ilgilenmeyi seçtiler.
Sofist Protagoras (İ.Ö. 487-420) "insan her şeyin ölçüsüdür," diyordu. Bununla anlatmak
istediği şey, neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunun hep insanın
ihtiyaçlarından yola çıkarak değerlendirilebileceği idi. Yunan tanrılarına inanıp inanmadığını
sorduklarında, "Tanrılar konusunda bir şey söyleyemem çünkü bu konuda bilgiyi engelleyen
şeyler var: konunun zorluğu ve insan yaşamının kısalığı." diye yanıt vermişti. Bu şekilde
tanrının varolup olmadığı konusunda kesin bir yanıt veremeyenlere Bilinemezci denir.
Sofistler çoğunlukla pek çok yer gezmiş, değişik pek çok yönetim tarzı görmüş kişilerdi. Hem
gelenelcve görenekler, hem de şehir devletlerinde geçerli olan yasalar birbirinden çok farklı
idi. Sofistler tüm görüp bildikleri şeyler çerçevesinde Atina'da neyin doğa tarafından, neyin
toplum tarafından belirlendiğine dair bir tartışma başlattılar. Böylelikle Atina şehir devletinde
bir toplum eleştirisinin temelini oluşturdular.
Örneğin "doğal arlanma duygusu" türünden tanımlamaların her zaman geçerli olamayacağını
öne sürdüler. Utanmanın "doğal" bir şey olması için, doğuştan gelme bir şey olması gerekirdi.
Utanmak doğal bir şey midir Sofi, yoksa toplumun yarattığı bir şey mi? Çok gezip görmüş
birisi için bu sorunun yanıtı basittir: çıplak görünmekten utanmak "doğal" ya da doğuştan
gelme bir şey değildir. Arlanma -ya da arlanmama- öncelikle toplumun gelenek ve
göreneklerine bağlı bir şeydir.
Senin de tahmin edebileceğin gibi, ortalıkta gezinip neyin doğru neyin yanlış olduğu
konusunda mutlak normlar olamayacağına işaret eden Sofistler, Atina şehir toplumunda
hararetli tartışmalara yol açtılar. Sokrates ise bazı normların gerçekten mutlak ve her zaman
geçerli olduğunu göstermeye çalıştı.
75
SOFI'NİN DÜNYASI
Sokrates kimdi?
Sokrates (İ.Ö. 470-399) felsefe tarihinin belki de en gizemli şahsıdır. Tek bir kelime olsun
yazmamıştır. Buna rağmen Avrupa düşüncesine çok büyük etkisi olmuş kişilerden biridir.
Bunda kuşkusuz acıklı ölümünün de bir rolü olmuştur.
Sokrates'in Atina'da doğmuş olduğunu ve zamanının çoğunu sokaklarda ve meydanlarda
karşılaştığı insanlarla konuşarak geçirdiğini biliyoruz. Kırlardaki ağaçlar bana bir şey
öğretemez, demişti. Saatlerce kıpırdamadan durup derin düşüncelere daldığı da olurdu.
Daha hayatta iken bile sır dolu bir insan olarak görülen Sokrates öldükten sonra pek çok
felsefi akımın kurucusu sayıldı. Tam da böylesine sır dolu ve bilinmez olduğu için birbirinden
çok farklı pek çok görüş onun düşüncelerine sahip çıktı.
Kesin olan tek şey, Sokrates'in müthiş çirkin olduğu idi. Şişman, kısa boylu, patlak gözlü, hap
burunlu idi. İçininse "mükemmel bir güzellikte" olduğu söylenir. Ayrıca, "ne şimdi ne
geçmişte Sokrates gibi birisi bulunamaz" da denir. Tüm bunlara karşılık Sokrates felsefi
uğraşları yüzünden ölüme mahkûm edildi.
Sokrates'in yaşamı, öğrencisi ve sonradan tarihin en büyük filozoflarından biri olacak olan
Platon tarafından gün ışığına kavuşmuştur. Platon, Sokrates'i konuşmacı olarak kullandığı pek
çok diyalog -felsefi konuşmalar- yazmıştır.
Platon'un Sokrates'in ağzından yazdığı bu yazılara bakarak bunları gerçekten Sokrates'in
söyleyip söylemediğinden emin olamıyoruz. Neyin Sokrates'in öğretisi, neyin Platon'un kendi
sözleri olduğunu ayırdedemiyoruz. Aynı sorun, ardında yazılı eser bırakmamış olan pek çok
başka tarihsel şahsiyette de karşımıza çıkar. Elbette buna en bildik örnek İsa'dır. "Tarihteki
İsa'nın" gerçekten Mat-ta'nm ya da Luka'nın yazdıklarını söyleyip söylemediğinden emin
olamayız. Aynı şekilde "tarihteki Sokrates'in" dedikleri de bir sır olarak kalacaktır.
76
SOKRATES
Öte yandan Sokrates'in "gerçekten" kim olduğu o kadar önemli değildir. Batı düşüncesini
2500 yıldır yönlendiren, Platon'un bize tanıttığı Sokrates'tir.
Konuşma sanatı
Sokrates'in uğraşındaki temel öğe, onun kimseye bir şey öğretmek peşinde olmayışıdır. O,
tersine, konuştuğu insandan bir şeyler öğrenmek istediğini dile getirmiştir. Yani diğer okul
öğretmenleri gibi ders vermek değildi derdi. Onun derdi, konuşmaktı.
Ama sadece başkalarını dinleyerek meşhur bir filozof olunmazdı elbette. Yalnızca başkalarını
dinledi diye ölüme mahkûm de etmezlerdi insanı! O genellikle konuşmanın başında soru
sorardı. Böylece hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapardı. Konuşma sırasında genellikle
karşısındaki kişinin kendi düşünce biçimindeki zayıflıkları görmesini sağlardı. Sonunda
konuştuğu kişinin bir köşeye sıkıştığı ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendine itiraf
etmek zorunda kaldığı olurdu.
Sokrates'in annesinin ebe olduğu ve Sokrates'in konuşma sanatını ebelerin "doğurma
sanatına" benzettiği söylenir. Çocuğu doğuran kişi ebe değildir. Ebe yalnızca doğum sırasında
hazır bulunup doğuma yardımcı olur. Sokrates de kendine düşen şeyin insanların doğruyu
"doğurmasına" yardımcı olmak olduğuna inanıyordu. Çünkü gerçek kavrayış insanın içinden
gelir. Başkaları tarafından öğretilemez. İnsanın içinde kavradığı şeydir gerçek "bilgi".
Altını çiziyorum: çocuk doğurmak doğal bir özelliktir. Aynı şekilde insan sadece mantığını
kullanarak felsefi doğruları kavrayabilir. İnsan "mantığını kullanarak" kendinden bir şey
öğrenebilir.
Sokrates hiçbir şey bilmiyormuş gibi yaparak, insanları tam da buna, mantığını kullanmaya
zorlardı. Cahili "oynardı" - ya da olduğundan daha aptalmış gibi görünürdü. Buna "Sokratesçi
İroni"
77
f
SOFfNlN DÜNYASI
diyoruz. Bu şekilde Sokrates sürekli olarak Atinalıların düşünce biçimlerindeki boşlukları
ortaya çıkarıyordu. Bu meydanın ta ortasında, yani herkesin içinde olabilirdi. Sokrates'le bir
karşılaşma, alaya alınıp herkesin içinde gülünç duruma düşürülme anlamına gelebilirdi.
Böyle bir kişinin giderek diğerlerini, özellikle toplumda gücü elinde bulunduranları rahatsız
etmeye başlayacağını anlamak güç değil. "Atina uyuşuk bir at. Ben de onu uyandırıp
canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim," diyordu Sokrates. (At sineğine ne yapar insan Sofi?
Cevap verebilir misin buna?)
Tanrısal bir ses
Sokrates'in diğer insanları devamlı mat etmekteki amacı onları rahatsız etmek değildi. İçinde
öyle bir şey vardı ki ona başka bir şans tanımıyordu. Sokrates hep içinde "tanrısal bir ses"
olduğunu söylüyordu. İnsanlara ölüm cezası vermeye karşıydı örneğin. Politik muhalifleri ele
vermeyi de reddediyordu. Bu da sonunda hayatına ma-loldu.
İ.Ö. 399 yılında "devletin tanrılarını tanımadığı" ve "gençlerin düşüncelerini bozduğu" için
ölüme mahkûm edildi. 500 kişilik jürinin yarıdan biraz fazlasınca suçlu bulundu.
Af dilenebilirdi kuşkusuz. En azından Atina'yı terketmek suretiyle paçayı kurtarabilirdi. Ama
böyle yapmış olsaydı Sokrates olmazdı. Gerçek şu ki o, kendi vicdanını -ve doğruyu- kendi
hayatının önüne koydu. Devletin çıkarı için uğraştığını belirtti. Ama yine de ölüme mahkûm
edildi. En yakın arkadaşlarının yanında bir kupa baldıran zehiri içti. Ve yığılıp öldü.
Niçin Sofi? Sokrates neden ölmek zorundaydı? Bu soruyu insanlar 2400 yıldır soruyorlar.
Ancak o, tarihte sonuna dek mücadele etmekten vazgeçmeyip düşüncelerinden ötürü ölen tek
kişi değildir.
78
SOKRATES
İsa'dan sözettim daha önce. İsa ile Sokrates arasında gerçekten bir takım benzerlikler var.
Burada birkaçından sözedeceğim.
İsa da Sokrates de çağdaşları tarafından sır dolu insanlar olarak görüldüler. İkisi de ardında
yazılı bir şey bırakmadı. Onlar hakkındaki bilgiler konusunda öğrencilerine bağlı kalmak
durumundayız. Ancak ikisi de kuşkusuz iyi birer konuşmacı idiler. Ayrıca kendilerinden
öylesine emin bir tarzda konuşuyorlardı ki bu dinleyeni hem çok etkileyebiliyor hem de
rahatsız edebiliyordu. Üstelik ikisi de kendilerinden daha büyük gördükleri bir şey adına
konuşuyorlardı. Her türlü haksızlık ve otoriteyi eleştirerek toplumda gücü elinde
bulunduranları savunmaya itiyorlardı. Ve en önemlisi, bu ikisinin de hayatına maloldu.
İsa ve Sokrates'in davalarında da benzerlikler var. İkisi de af dileyebilir, böylelikle hayatlarını
kurtarabilirlerdi. Ancak sonuna kadar direnmezlerse davalarına ihanet etmiş olacaklarına
inanıyorlardı. Ölüme onurla giderek, ölümlerinden sonra binlerce yandaş edinmiş oldular.
İsa ile Sokrates arasındaki benzerlikleri göstererek ikisinin aynı olduklarını söylemek değil
amacım. Esas olarak, ikisinin de insanlara vermek istedikleri ve kendi kişisel cesaretlerinden
ayırdedileme-yecek mesajları olduğunu söylüyorum.
Atina'da birjoker
Sokrates, Sofi! Henüz Sokrates'i bitirmedik. Yöntemini anlattık. Ama onun projesi neydi?
Sokrates Sofistlerle aynı dönemde yaşadı. O da Sofistler gibi, doğa filozoflarının
sorunlarından çok insan ve insan yaşamı ile ilgiliydi. Sokrates'ten birkaç yüz yıl sonra
yaşamış Romalı filozof Cice-ro şöyle diyordu: "(O) felsefeyi gökyüzünden Dünya'ya indirip
şehirlerde barındırdı. Felsefeyi evlere sokup insanları hayat ve töreler,
79
SOFÎ'NlN DÜNYASI
iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye zorladı."
Ancak Sokrates Sofistlerden önemli bir noktada ayrılıyordu. O kendini bir "Sofist", yani
eğitimli ve bilge bir kişi olarak adlandırmıyordu. Sofistlerin aksine öğrettikleri için para
almıyordu. Hayır, Sokrates kendine kelimenin tam anlamı ile "filozof diyordu. "Philosophos"
un kelime anlamı "bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişi"dir.
Burada mısın Sofi? Bu kursta daha sonra anlatılacaklar için, "Sofist" ile "filozof" arasındaki
ayrımı anlamış olman önemli. Sofistler anlattıkları şişirme şeyler için para alıyorlardı. Tarih
bu tür "Sofistlerle" doludur. Bildikleri azıcık şeylerle yetinen ya da bilmedikleri şeyleri çok
iyi biliyormuş gibi yapıp övünen öğretmenlerden ve bilgiçlerden sözediyorum. Bu tür
"Sofistlerle" kısa hayatında sen bile karşılaşmışındır. Gerçek filozof Sofi, bunun tam tersidir.
Bir filozof aslında çok az şey bildiğinin farkındadır. Tam da bu yüzden hep, her zaman gerçek
bilgiye ulaşmaya çalışır. Sokrates bu türden ender bir kişiydi. Hayat ve dünya hakkında hiçbir
şey bilmediğinin farkındaydı. Ve en önemlisi: bu kadar az şey bilmekten müthiş rahatsızlık
duyuyordu.
Yani filozof, anlamadığı pek çok şey olduğunu kabul eden kişidir. Ve bu da onu huzursuz
eder. Ama tam da bu bakımdan, bilmediği şeyleri biliyormuş gibi yapıp övünen insanlardan
çok daha akıllıdır. "En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir," demiştim. Sokrates de tek bir şey
bildiğini söylüyordu ve bu da hiçbir şey bilmediğiydi! Bu açıklamayı not almalısın Sofi,
çünkü filozoflar arasında bile bunu böyle rahatlıkla söyleyebilene çok az rastlanır. Üstelik
bunu açık açık söylemek insanın hayatına malolacak kadar tehlikeli olabilir. Her zaman en
korkulan kişiler soru soran kişilerdir. Sorulara cevap vermek o kadar sakıncalı değildir. Tek
bir soru bin cevaptan daha güçlü olabilir.
"Kralın Yeni Giysileri" masalını biliyor musun? Bu masalda kralın üzerinde aslında giysi
filan yoktur, ama maiyetindekilerin hiçbiri bunu ona söylemeye cesaret edemez. Birdenbire
bir çocuk kralın
80
SOKRATES
çıplak olduğunu haykırır. Cesur bir çocuktur bu, Sofi. Sokrates de hjZ insanların ne kadar az
şey bildiğini söyleyebilecek kadar cesurdu Çocuklarla filozoflar arasındaki benzerliklerden
sözetmiştik zaten daha önce.
Tekrar ediyorum: insanlık kolayca cevaplanamayacak önemli sorularla karşı karşıyadır. Bu
durumda insanın karşısına iki seçenek çıkar: ya bilmeye değer şeyleri biliyormuş gibi yaparak
kendimizi ve dünyadaki herkesi kandırabiliriz, ya da gözlerimizi bu sorulara kapayıp cevap
aramaktan tümüyle vazgeçebiliriz. İşte insanlar bu bakımdan ikiye ayrılır. Ya kendinden son
derece emin ya da iyice vurdumduymaz olurlar. (İnsanların bu iki türü de tavşanın kürkünün
diplerinde debelenir durur.) Bir deste iskambil kâğıdını ikiye ayırmaya benzer bu, Sofi. Siyah
kâğıtlar bir tarafa, kırmızı kâğıtlar öbür tarafa.. Ama arada bir karşımıza bir joker çıkar. Joker
ne kupa, ne sinek, ne karo ne de maçadır. Sokrates de Atina'da böyle bir joker idi. Ne
kendinden çok emin, ne de vurdumduymazdı. Tek bir şey biliyordu yalnızca, bu da hiçbir şey
bilmediğiydi. Ve bundan huzursuzluk duyuyordu. Böylece bir filozof, yani vazgeçmek
bilmeyen, durmadan gerçek bilgiyi arayan biri oldu.
Atinalı birinin Delphoi'deki kâhine, Atina'nın en bilge kişisinin kim olduğunu sorduğu
anlatılır. Kâhin, Sokrates, diye yanıt verir. Sokrates bunu duyduğunda şaşırır. (Bence çok
eğlenmiştir, Sofi!) Doğru şehre gidip, hem kendince hem de başkalarınca çok akıllı biri diye
bilinen bir adam bulur. Ancak adam Sokrates'in sorularına hiç de kesin yanıtlar veremeyince,
Sokrates kâhinin aslında haklı olduğunu anlar.
Sokrates bilgimizin temelini bulmanın önemli bir şey olduğunu düşünüyordu. Ve o, bu
temelin insanın mantığı olduğuna inanıyordu. İnsan mantığına bu denli güvenişi açısından
kesin bir Akılcı idi.
81
SOFİ'NİN DÜNYASI
Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir
Sokrates'in içinden gelen "tanrısal sese" ve bu "vicdanın" ona neyin doğru olduğunu
gösterdiğine inandığını söylemiştik. O , "doğruyu bilen, doğru davranır," diyor, doğru bilginin
doğru eylemi gerçekleş, tireceğine inanıyordu. Ve yalnızca doğru davranan kişi "doğru kişi"
olabilirdi. Kişiler bilmedikleri için kötüdürler, bilseler kötü olmazlar. Aklımızın iyiye ermesi
bir bilgi işidir, bunun için bilgimizi artırmak çok önemlidir. Sokrates bu yüzden neyin doğru,
neyin yanlış olduğuna dair kesin ve her zaman geçerli olan yanıtlar bulmak peşindeydi.
Sofistlerin tersine o, doğru ile yanlışı birbirinden ayırma yeteneğinin toplumda değil insan
mantığında yer aldığına inanıyordu.
Bu son cümleyi anlamak belki sana güç geliyordur Sofi. Şöyle diyeyim: Sokrates, insanın
inandıklarının tersini yaparak mutlu olamayacağına inanıyordu. Ve nasıl mutlu olacağını bilen
insan, mutlu olmaya da çalışır. Dolayısıyla neyin doğru olduğunu bilen insan, doğru
davranmak zorundadır. Çünkü hiç kimse mutsuz olmayı istemez, değil mi?
Sen ne diyorsun, Sofi? Devamlı doğru olmadığını bildiğin şeyleri yaparak mutlu olabilir
misin? Sürekli yalan söyleyen, hırsızlık yapan, insanların arkasından konuşan kişiler vardır.
Haklı -ya da adil diyelim istersen- olmadıklarını kendileri de bilirler kuşkusuz. Ya bu onları
mutlu eder mi?
Sokrates'e göre, hayır.
Sofi, Sokrates hakkındaki bu mektubu okuduktan sonra mektubu aceleyle kutuya koyup
emekleyerek bahçeye çıktı. Nerede olduğuna dair pek çok sorudan kurtulmak için annesi
alışveriş' ten dönmeden eve girmiş olsa iyi ederdi. Hem de bulaşığı yıkayacağına söz vermişti.
Daha suyu yeni doldurmuştu ki annesi elinde iki koca torbayla içeri girdi. Belki de bu yüzden
annesi:
82
SOKRATES
- Kafan biraz fazla meşgul galiba son zamanlarda! dedi. Nasıl olduğunu anlamadan Sofi'nin
ağzından birden şu
sözler dökülüverdi:
. Sokrates'in de öyleydi.
. Sokrates mi? Annesinin gözleri kocaman açılmıştı.
- Ne yazık ki bunu hayatıyla ödemek zorunda kaldı, diye devam etti Sofi dalgın dalgın.
- Ama Sofi! Ne diyeceğimi bilemiyorum artık!
- Sokrates de bilmiyordu. Bildiği tek şey hiçbir şey bilmediğiydi. Yine de o Atina'daki en
bilge kişiydi.
Annesi iyice şaşkına dönmüştü. Sonunda:
- Bunları okulda mı öğrendin? diye sordu. Sofi hemen başını iki yöne salladı.
- Orada hiçbir şey öğrendiğimiz yok... Okuldaki bir öğretmenle bir filozof arasındaki en
büyük fark, öğretmenin her şeyi bildiğini sanarak bunları öğrencilere zorla öğretmeye
çalışmasıdır. Bir filozof ise öğrencileriyle beraber anlamaya çalışır.
- Yine beyaz tavşanlardan bahsediyoruz, öyle mi? Artık şu erkek arkadaşının kim olduğunu
bilmeyi istiyorum. Yoksa onun biraz üşütük biri olduğunu düşünmeye başlayacağım.
Sofi annesine döndü. Elindeki bulaşık fırçasını annesine doğru salladı.
- Üşütmüş olan o değil. Tersine başkalarını biraz olsun üşütmeye çalışan biri. Bunu onları
eskimiş düşüncelerinden uyandırmak için yapıyor.
- Artık yeter ama! Pek de bilmiş birine benziyor bu çocuk! Sofi yine bulaşık köpüklerinin
üzerine eğildi.
- O ne bilmiş ne de bilge! Ama gerçek bilgeliğin peşinde. Gerçek bir jokerle diğer iskambil
kâğıtları arasındaki fark bu.
- Joker mi dedin? Sofi başını salladı.
83
I
SOFfNlN DÜNYASI
- Bir destede ne çok kupa, ne çok karo olduğunu hiç düşt^, dün mü? Bir sürü de maça ve
sinek. Ama bir destede yalnız^ tekbir joker var.
- Ne biçim cevap bu, kızım.
- Ne biçim soru asıl!
Annesi aldıklarını yerine yerleştirdikten sonra gazetesini alıp oturma odasına gitti. Sofiye
annesi kapıyı her zamankin, den daha hızlı çekmiş gibi geldi.
Bulaşığı bitirdikten sonra odasına çıkü. Kırmızı ipek eşat. bı, legolarıyla birlikte dolabın en
üstündeki rafa koymuştu, Eşarbı tekrar eline alıp incelemeye koyuldu.
Hilde...
84
A T î N A-
... harabeden bir sürü yüksek yapı yükseldi...
Akşam Sofi'nin annesi erkenden komşu ziyaretine gitti. O gider gitmez Sofi bahçeye çıktı ve
Geçit'ine girdi. Büyük bisküvi kutusunun yanında kalın bir paket duruyordu. Sofi aceleyle
paketi açtı. Bir video kasetiydi bu!
Hemen eve koştu. Bir video kaseti! Bu yepyeni bir şeydi işte. Peki ama felsefe öğretmeni
onlarda video olduğunu nereden bilmişti? Kasette ne vardı acaba?
Sofi kaseti videoya koydu. Ekranda büyük bir şehir resmi belirdi. Sofi çok geçmeden
burasının Atina olduğunu anladı, çünkü kamera yakın çekim Akropolis'i gösteriyordu. Sofi
buradaki harabelerin resimlerini daha önce çok görmüştü.
Bu ise hareket eden bir resim, bir filmdi. Tapınak harabelerinin arasında şortlu, boyunlarında
fotoğraf makinesi asılı turistler dolaşıyordu. İçlerinden birisi bir pankart mı tutuyordu ne?
İşte, pankart bir kez daha görünüyordu! "Hilde" mi yazıyordu üzerinde?
Bir süre sonra ekranda orta yaşlı bir adam belirdi. Oldukça ufak tefek, siyah, bakımlı bir
sakalı olan, mavi bere giymiş bir adamdı bu. Adam yüzünü kameraya dönerek konuşmaya
başladı:
- Atina'ya hoş geldin, Sofi. Çoktan tahmin etmiş olabileceğin gibi, Albert Knox benim.
Tahmin etmemiş idiysen, beyaz tavşanın halen evrenin siyah silindir şapkasından çıkmaya
devam ettiğini kısaca hatırlatmak isterim. Şu an Akropolis'teyiz. "i sözcük, "şehir kalesi" veya
esas olarak "yüksekteki şehir" lamına gelir. İnsanlar taş devrinden beri burada yaşayagel-
85
SOFI'NİN DÜNYASI
diler. Bunun ana nedeni şehrin yerleşimi. Bu yüksek platoda kurulmuş şehri düşmanlara karşı
savunmak kolaydı. Ayrıca Akropolis'ten Akdeniz'in en güzel limanlarından birini göz al-tında
tutmak da mümkündü... Atina platonun eteklerindeki düzlükte büyüyüp gelişirken, Akropolis
kale ve tapınak alam olarak kullanılıyordu. İsadan önce beşinci yüzyılın ilk yansında
Yunanlılarla Persler arasında büyük bir savaş oldu. 480 y\. lında Pers imparatoru Kserkes
Atina'yı talan edip Akropo-lis'teki tüm eski tahta yapıları ateşe verdi. Ertesi yıl ise, Yunanlılar
Persleri yendi ve bundan sonra Atina'nın altın çağı başladı. Akropolis eskisinden çok daha
onurlu ve güzel bir biçimde yeniden inşa edildi ve artık sadece tapınak alanı olarak
kullanılmaya başlandı. Sokrates de bu yıllarda sokaklarda meydanlarda dolaşarak Atinalılarla
konuşuyordu. Bu arada Akropolis'in yeniden doğuşuna, şimdi etrafta gördüğümüz görkemli
yapıların oluşmasına tanıklık ediyordu. Müthiş bir inşaat alanıydı bu! Arkamda gördüğün
Akropolis'in en büyük tapınağı. Bu tapınağın adı "Bakire'nin evi" anlamına gelen Parthe-non
ve Atina'nın koruyucu tanrısı tanrıçaAthena onuruna yapılmış. Bu büyük mermer binada tek
bir düz hat görülmez; dört köşenin her biri hafifçe bükülür. Böylelikle binaya daha büyük bir
canlılık verilmeye çalışılmıştır. Yapı aslında çok büyük olmakla beraber göze hantal
görünmez. Bunun nedeni bir tür göz yanılmasıdır. Sütunlar içeriye doğru öyle hafif bir eğimle
bü külmüşlerdir ki birbirleriyle tapmağın tepesinde buluşabilme-leri için 1500 metre
yükseklikte olmaları gerekir. Bu müthiş büyük binanın içinde yalnızca Athena'nın 12 metre
yüksekli ğindeki heykeli bulunuyordu. Yapılarda pek çok canlı renge boyanarak kullanılan
beyaz mermerin 16 kilometre uzaktaki bit dağdan getirildiğini de ekleyeyim...
Sofi yüreği ağzında oturmuş seyrediyordu. Videoda konuşan felsefe öğretmeninin ta kendisi
miydi gerçekten? Onun yal
86
ATİNA
zca karanlıkta siluetini görmüştü önceden. Evet, o zaman gördüğü kişi şimdi Atina'da
Akropolis'te duran bu adam olabilirdi.
Birazdan adam tapınağın uzun kenarı boyunca yürümeye başladı. Kamera da onu takip
ediyordu. Tepenin en ucuna dek giderek eliyle aşağıyı gösterdi. Kamera, Akropolis
platosunun eteğindeki bir tiyatroya odaklandı.
- Burası eski Dionysos tiyatrosu, diyerek konuşmasına devam etti bereli adam.
- Avrupa'nın en eski tiyatrosu olduğu sanılıyor. Tam Sok-rates'in yaşadığı dönemde burada
büyük trajedi şairleri Aeskhylos, Sofokles ve Euripides'in eserleri sahnelendi. Daha önce
bahtsız Kral Oedipus hakkındaki trajediden bahsetmiştim. Bu oyun ilk kez burada sergilendi.
Sadece trajediler değil, komediler de oynandı bu tiyatroda. En tanınmış komedi yazarı
Aristofanes idi. Aristofanes diğer eslerlerinin yanısıra şehrin garip kişisi Sokrates hakkında
acımasız bir komedi de yazmıştı. En arkada, oyuncuların önünde oynadıkları taştan duvarı
görüyoruz. Buna skene deniyordu. Dilimizdeki "sahne" sözcüğü de buradan gelmektedir.
Tiyatro sözcüğü de eski Yunanca-daki "seyretme" kelimesinden gelir. Ama biz yine
filozoflara döneceğiz Sofi. Parthenon'un etrafını dolaşıp girişten aşağıya inelim...
Ufak tefek adam koca tapınağın çevresini dolaşıp daha küçük birkaç tapınağı sağına aldı. Bir
takım yüksek sütunların arasında yer alan merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Akropolis
platosunun eteğine geldiğinde, yüksekçe bir tepeye çıkıp eliyle tüm Atina'yı göstererek
sözlerine devam etti:
- Üzerinde durduğumuz bu tepenin adı Areopagos. Atina mahkemesi ölüm davalarını burada
ele alırdı. Yüzlerce yıl sonra İsa'nın havarilerinden Paulus burada durup Atinalılara isa'yı ve
Hıristiyanlığı anlattı. Bu konuşmadan daha sonra
87
SOFI'NİN DÜNYASI
tekrar bahsedeceğiz. Aşağıda solda Atina'daki eski meydanın kalıntılarını görüyoruz. Geriye
demir tanrısı Hephaistos'un tapınağından ve birkaç mermer bloktan başka bir şey kalmamış.
Aşağıya iniyoruz...
Ve bir anda tekrar harabelerin arasında belirdi. Ta yukarda gökyüzünün altında - ve Sofi'nin
televizyon ekranının en tepesinde - tüm heybetiyle Akropolis'teki Athena tapmağı
yükseliyordu. Felsefe öğretmeni mermer bir taşın üzerine oturmuştu. Kameraya bakıp
konuşmaya başladı:
- Atina'daki eski meydanın kenarındayız. Şimdi acıklı bir görünüşü var buranın, değil mi?
Oysa bir zamanlar etrafla heybetli tapmaklar, mahkemeler ve öteki devlet binaları, dükkanlar,
konser salonu ve de bir spor binası yer alıyordu. Hepsi, dört köşe bir alan olan bu meydanın
çevresindeydi.... Bu meydanda Avrupa uygarlığının temeli yatıyor. "Politika", "demokrasi",
"ekonomi", "tarih", "biyoloji", "fizik", "matematik", "mantık", "teoloji", "felsefe", "ahlak",
"psikoloji", "teori", "metod", "idea", "sistem" ve daha çok, pek çok sözcük bu meydanda
günlük hayatını sürdüren bir grup insandan kaynaklanmaktadır. Sokra-tes bu meydanda
dolaşıp karşılaştığı insanlarla konuşuyordu. Belki de bir kap içinde zeytinyağı taşıyan bir
köleye yaklaşıp zavallı adama felsefi bir soru soruyordu. Çünkü Sokrates bir kölenin de bir
soylu kadar mantığı olduğuna inanıyordu. Belki yurttaşlardan biriyle hararetli bir ağız
münakaşası yapıyor, belki de genç öğrencisi Platon'la sakin sakin konuşuyordu. Bunları
düşünmek insana garip bir duygu veriyor. Hâlâ "Sok-ratesçi" veya "Platoncu" felsefeden
sözediyoruz ama Sokrates ya da Platon olmak daha başka bir şey...
Sofi de bunu garip buluyordu elbette. Ama şu an oturmuş, felsefe öğretmeninin kendisiyle,
gizemli bir köpeğin bahçedeki gizli köşesine getirip bıraktığı bir videodan konuşuyor olması
da Sofi'ye en az bunun kadar garip geliyordu.
88
ATİNA
Filozof oturduğu mermer taştan kalktı. Alçak bir sesle konuşmasını sürdürdü:
- Aslında bu konulara girmek değildi amacım. Sana Akro-polis'i ve Atina'daki eski
meydandan kalan harabeleri göstermek niyetindeydim. Ancak sana buraların eski zamanlarda
ne kadar gösterişli olduğunu anlatıp anlatamadığımdan emin değilim... Kendimi
alıkoyamıyorum şimdi... biraz daha ileriye gitmekten... Tabii bu bütün kurallara aykırı... ama
bunun aramızda kalacağına dair bir güven var içimde... Ne olursa olsun, şöyle biraz olsun
baksan yeter...
Daha başka bir şey söylemeden uzunca bir süre durup kameranın içine baktı. Sonra aniden
ekranda başka bir resim belirdi. Birdenbire harabelerden bir sürü yüksek yapı yükseldi. Sanki
büyü yapılmış gibi harabeler eski hallerine kavuşmuşlardı. Ufukta hâlâ Akropolis
görünüyordu, ama şimdi Akropo-lis de, meydandaki binalar da yepyeni idiler. Binalar altınla
kaplanmış, canlı renklere boyanmışlardı. Dört köşe meydanda renkli uzun giysileri içinde
insanlar dolanıyorlardı. Kimisi elinde bir kılıç, kimisi başının üzerinde bir testi, kimisi
kolunun altında bir papirüs tornan taşıyordu.
Sofi ancak şimdi felsefe öğretmenini tanıyabilmişti. Başında hâlâ mavi beresi vardı, ancak
üzerine diğer insanlar gibi san uzun bir giysi giymişti. Sofi'ye doğru yaklaşıp kameranın ta
içine bakarak konuştu:
- Hah, işte şöyle! Şu an eski Atina'dayız, Sofi. Kendi gözlerinle görmeni istedim, anlıyor
musun? Yıl İsa'dan önce 402, Sokrates'in ölümünden ise yalnızca üç yıl öncesi. Bu imtiyazlı
ziyaretin önemini takdir ediyorsundur umarım, çünkü bir video kamerası kiralamak pek kolay
olmadı...
Sofi başının döndüğünü hissetti. Bu gizemli insan nasıl olup da 2400 yıl öncesinin Atina'sında
olabiliyordu? Sofi nasıl °lup da bambaşka bir zamanda çekilmiş bir canlı yayını izle-
89
SOFİ'NİN DÜNYASI
yebiliyordu? Sofi o zamanlar video olmadığını biliyordu elbette. Gördüğü sonradan çekilmiş
bir televizyon filmi olabilir miydi? Ama bütün mermer binalar çok sahici görünüyordu.
Atina'daki tüm eski meydanı ve de Akropolis'i yalnızca bir film için yeniden inşa edecek
değillerdi ya! Çok tuzluya malolurdu bu tabii! Hele bu sadece Sofi Atina hakkında bilgi
edinsin diye yapılmış olursa!
Bereli adam yine Sofi'ye bakıp konuştu:
- Şu sütunlu girişin önünde duran iki adamı görüyor musun?
Sofi üzerinde biraz eskimiş giysiler olan yaşlı bir adam gördü önce. Uzun, karmakarışık
sakallı, küt burunlu, patlak mavi gözlü, tombul yanaklı biriydi bu. Yanında genç ve yakışıklı
birisi duruyordu.
- Sokrates ile genç öğrencisi Platon. Anlıyor musun Sofi? Onlarla kişisel olarak
tanışabileceksin şimdi.
Felsefe öğretmeni yüksek bir çatının altında duran bu iki adamın yanına yaklaştı. Yanlarına
vardığında beresini çıkarıp onlara Sofi'nin anlamadığı birşeyler söyledi. Yunancaydı herhalde.
Bir süre sonra tekrar kameraya dönerek konuştu:
Onlara senin, onlarla karşılaşmaya can atan Norveçli bir kız olduğunu söyledim. Platon sana
üzerinde düşünmeni istediği birkaç soru sormak istiyor. Ancak gözcülerin bizi farket-memesi
için çabuk hareket etmek zorundayız.
Sofi şakaklarında bir zonklama hissetti, çünkü şimdi bu genç adam kameraya yaklaşmıştı.
- Atina'ya hoşgeldin, Sofi! dedi yumuşak bir sesle. Oldukça bozuk bir aksanla konuşuyordu.
- Benim adım Platon. Sana dört ödev vereceğim: Öncelikle, bir fırıncının nasıl birbirinin
tıpatıp aynı 50 çörek yapabildiğini düşünmeni istiyorum. Sonra, neden tüm atların aynı
olduğunu sorabilirsin kendine. Ve de insanın ölümsüz bir ruha sahip olup
90
ATINA
olmadığı üzerinde düşünebilirsin. Son olarak da kadınlar ve erkeklerin aynı derecede akıl
sahibi olup olmadığı sorusunu ce-vaplamalısm. İyi şanslar!
Bir anda televizyon ekranındaki resim yokoldu. Sofi kaseti ileri geri aldı ama videoda olan ne
varsa hepsini görmüştü.
Düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Ama neyi düşünmeye çalışıyorsa, aklına hemen başka bir
şey geliyor, bir türlü ilk düşündüğü şeyi bitiremiyordu.
Felsefe öğretmeninin oldukça değişik bir öğretmen olduğunu çoktan keşfetmişti. Ancak tüm
doğa kurallanna aykırı öğretim yöntemleri kullanmaya başlaması her türlü sınırı aşıyordu
Sofi'ye göre.
Televizyon ekranında gördüğü gerçekten Sokrates ile Platon muydu? Elbette hayır, mümkün
değildi bu! Ama öte yandan gördüğü bir çizgi film de değildi yani!
Sofi kaseti video makinesinden çıkarıp alarak odasına koştu. Kaseti legolann olduğu en üst
rafa koydu. Çok geçmeden yatağına gömülüp uykuya daldı.
Birkaç saat sonra annesi odasına geldi. Sofi'yi dürtükleyip,
- Neler oluyor sana Sofi? dedi.
- Mmm...
- Elbisenle mi yattın?
Sofi gözlerini azıcık aralayıp:
- Atina'daydım, dedi. ^
Başka bir şey söylemeden arkasını dönüp uyumaya devam
etti.
91
PLATON
...ruhun gerçek yuvasına özlem...
Sofi ertesi sabah bir anda uyandı. Saatine baktı. Daha saat beşi biraz geçiyordu, ama kendini
cin gibi uyanık hissetti.
Elbisesi niye üzerindeydi? Bir anda her şeyi hatırladı. Bir tabureye çıkıp dolabın en üst
gözüne baktı. İşte video kaseti oradaydı. Demek rüya filan değildi gördükleri!
Platon ve Sokrates'i görmüş olamazdı ama! Of, bu konuyu daha fazla düşünecek hali
kalmamıştı. Belki de annesi haklıydı şu sıralar biraz fazla düşünceli olduğunu söylerken.
Tekrar uyuyamadı. Geçit'e gidip köpek yeni bir mektup getirmiş mi diye baksa mıydı acaba?
Merdivenlerden yavaşça inip spor ayakkabılarını giydi ve dışarı çıktı.
Bahçe pırıl pırıl ve son derece sessizdi. Küçük kuşların canla başla ötüşüne gülesi geldi
Sofi'nin. Otların üzerindeki çiğ tanecikleri birer kristal gibi parlıyordu.
Bir kez daha dünyanın ne müthiş bir mucize olduğunu düşündü.
Çalılığın orası da biraz nemliydi. Yeni bir mektup görmemekle beraber, Sofi kalın bir ağaç
kökünü kurulayıp üzerine oturdu.
Videodaki Platon'un kendisine verdiği ödevler aklına geldi. İlk soru, bir fırıncının nasıl
birbirinin tamamen eşi 50 çörek yapabildiğiydi.
Sofi'nin biraz düşünmesi gerekiyordu. Büyük bir işletme anlamına geliyordu çünkü bu.
Annesinin çok ender yaptığı ay çöreklerinin hiçbiri birbirine benzemezdi. Annesi aşçı değildi
92
PLATON
tabii; arasıra iyice garip şeyler yaptığı da olurdu. Ama pastaneden alınan çörekler de hiçbir
zaman birbirinin tıpatıp aynı olmazdı ki! Her bir çörek fırıncının elinde ayrı ayrı şekillenirdi.
Sofi'nin yüzünde birden kurnaz bir gülümseme belirdi* Bir keresinde o babasıyla çarşıya
gittiğinde, annesinin evde yaptığı Noel çöreklerini hatırladı. Eve geldiklerinde masanın
üzerinde insan biçiminde bir sürü çörek bulmuşlardı. Hepsi çok başarılı olmamışsa da, bir
bakıma birbirlerinin aynısı idiler. Neden? Annesi kalıp kullanmıştı da ondan.
Sofi çörek-adamlan hatırlayıp ilk sorunun cevabını kolayca verebildiği için mutlu olmuştu. 50
tane aynı çörek yapabilmenin yolu kalıp kullanmaktan geçer. İşte bu kadar!
Platon daha sonra kameranın içine bakıp neden tüm atların aynı olduğunu sormuştu. Ama
doğru değildi ki bu! Nasıl iki insan birbirinin tıpatıp aynı olamazsa, atlar da birbirinin aynı
olamazdı.
Bu soruyu cevaplamaktan vazgeçecekti ki aklına çöreklerle ilgili yanıtı geldi. Çöreklerin de
hiçbiri diğerinin tamamen aynı değildi. Kimisi kalın kimisi inceydi. Hattâ kimisi
parçalanmıştı. Ama yine de açıkça görülen bir şey vardı ki hepsi bir bakıma "tamamen aynı"
idi.
Belki de Platon neden bir atın hep at olduğunu, örneğin neden atla domuz arası bir şey
olmadığını sormak istiyordu. Çünkü kimisi ayı gibi boz, kimisi kuzu gibi beyaz olsa da tüm
atlarda ortak olan bir şey vardı. Sofi tutup da altı veya sekiz bacaklı bir at görmeyi
bekleyemezdi.
Ama Platon atların aynı olduğunu söylerken atların da aynı kalıptan çıktığını kastetmiş
olamazdı!
Sonra da büyük ve zor bir soru sormuştu Platon. İnsanlar ölümsüz bir ruha sahip midir? Sofi
bu soruya cevap veremeyeceğini hissetti. Ölülerin ya yakıldığını ya da toprağa gömüldüğünü
ve vücudun ondan sonra artık varolmadığını biliyordu.
93
SOFİ'NIN DÜNYASI
İnsanın ölümsüz bir ruhu olduğunu varsaymak, insanın iki ayrı parçadan oluştuğunu söylemek
anlamına geliyordu: öldükten sonra birkaç yıl içinde yokolup giden bir vücut ve vücuttan
oldukça bağımsız hareket eden bir ruh. Babaannesi bir keresinde sadece vücudunun
yaşlandığını, yoksa kendini hep aynı küçük kız gibi hissettiğini söylemişti.
Bu "küçükkız" lafı Sofiye son soruyu anımsattı: erkeklerle kadınlar aynı derecede akıl sahibi
midir? Emin değildi Sofi bundan. Bu, Platon'un "akıl sahibi" ile ne demek istediğine bağlıydı.
O an aklına felsefe öğretmeninin Sokrates hakkında söyledikleri geldi. Sokrates, herkesin
mantığını kullanarak felsefi gerçeklikleri görebileceğini söylüyordu. Bir kölenin de bir soylu
kadar felsefi soruları cevaplayabileceğini de ekliyordu. Sofi Sokrates'in, kadınlarla erkeklerin
aynı ölçüde akıl sahibi olduklarını da söyleyeceği kanısına vardı.
O böyle oturmuş düşünürken birden çalılıklarda hışırtılar duydu. Buharlı makina gibi bir
soluma sesi... Ve hemen ardından bizim san köpek Geçitte belirdi. Ağzında büyük bir zarf
taşıyordu.
- Hermes! diye haykırdı, Sofi.
- Sağol, çok sağol!
Köpek sarı zarfı Sofi'nin kucağına bıraktı. Sofi de elini uzatıp köpeğin başını okşadı.
- Aferin sana Hermes!
Köpek Sofi'nin kendisini sevmesinden hoşnut yere uzandı. Ancak birkaç dakika sonra kalkıp
çalılıklarda belirdiği yerden yine dışarı çıkmaya yöneldi. Sofi elinde san zarfla köpeği
izlemeye başladı. Dar çalılıktan geçerek bahçenin dışına çıktılar.
Hermes ormana doğru usul usul ilerliyor, Sofi onu birkaç metre geriden izliyordu. Köpek
birkaç kez dönüp havladiysa da Sofi aldırmadı. Atina'ya kadar gitmesi gerekse bile bu kez fi-
94
PLATON
lozofu bulacaktı!
Köpek hızlanıp dar bir patikaya girdi. Sofi de koşmaya baş-lanuştı ki köpek dönüp bir bekçi
köpeği gibi havladı. Sofi vaz-geçnıeyip koşarak köpeğe daha da yaklaştı.
Hermes patikada yeniden hızla koşmaya başladı. Sofi sonunda onu yakalayamayacağını
anladı. Bir süre öylece durup köpeğin uzaklaşmasını dinledi. Birazdan her şey tam bir
sessizliğe büründü.
Sofi ormanda, ufak bir açık alanda bulduğu bir kütüğün üzerine oturdu. Büyük zarfı hâlâ
elinde tutuyordu. Zarfı açıp, içinden çıkan daktilo yazılı sayfaları okumaya başladı:
Platon'un Akademisi
Son görüşmemizden bu yana nasılsın Sofi? Atina'daki görüşmemizi kastediyorum elbette.
Böylece tanışmış olduk işte. Platon ile de tanıştığımıza göre, doğrudan konumuza
başlayabiliriz.
Sokrates baldıran kupasını kafasına dikmek zorunda kaldığında Platon (İ.Ö. 427-347) 29
yaşındaydı. Uzun bir süredir Sokrates'in öğrencisi olmuş ve onun davasını yakından izlemişti.
Atina'nın, kentin en soylu kişisini böyle ölüme mahkûm etmesi onda çok derin bir iz
bırakmakla kalmamış, tüm felsefesini de belirlemişti.
Sokrates'in ölümü Platon'a, toplumda geçer//olan değerler ile doğru ya da ideal olan değerler
arasında ne büyük çelişkiler olabileceğini gösterdi. Platon'un ilk felsefi etkinliği, Sokrates'in
savunma konuşmasını yayınlamak oldu. Burada Platon, Sokrates'in savunması sırasında
büyük jüriye söylediklerini aktarır.
Sokrates'in hiçbir şey yazmadığını hatırlıyorsundur. Sokrates öncesi filozofların birçoğu
fikirlerini yazdılarsa da, bu eserlerin çoğu günümüze dek ulaşamamıştır. Platon'un ise tüm
eserlerinin zamana direnebildiğini sanıyoruz. (Platon, Sokrates'in savunmasının dı-
95
f
SOFİ'NİN DÜNYASI
?:¦,
şında bir mektup derlemesi ve 35 felsefi diyalog yazmıştır.) Bu eser-lerin iyi korunmuş
olmasının önde gelen nedenlerinden biri, Pla-ton'un Atina yakınlarında kendi okulunu kurmuş
olmasıdır. Okulun bulunduğu koruluğun adı bir Yunan destan kahramanı olan Akade-mos'tan
geliyordu. Platon1 un felsefe okuluna da Akademia adı veril, di. (O günden bu güne dünyanın
dört bir tarafında binlerce "akademi" kuruldu. Ayrıca "akademisyen" ve "akademik konu" gibi
sözcükler de kullanıyoruz!)
Platon'un Akademisi'nde felsefe, matematik ve beden eğitimi dersleri veriliyordu. "Ders"
sözcüğünü kullanmak belki de yanlış olur. Çünkü Platon'un Akademisi'nde de en önemli şey
konuşma idi. Platon'un yazı tarzının diyalog olması da bu yüzdendir.
Mutlak doğru, mutlak güzel ve mutlak iyi
Bu felsefe kursuna başlarken, bir filozofun projesinin ne olduğunu sormanın genellikle çok
yerinde bir şey olduğunu söylemiştim. Şimdi yine soruyorum: Platon'un özellikle araştırdığı
konu neydi?
Kısaca, Platon'un mutlak ve değişmez olan ile "değişen" arasındaki ilişkiyle ilgilendiğini
söyleyebiliriz. (Tıpkı Sokrates öncesi filozoflar gibi!)
Sofistler ile Sokrates'in, doğal bilim konularından çok insana ve topluma yöneldiklerini
söylemiştik. Ama yine de onlar da mutlak ve değişmez olan ile, "değişen" arasındaki ilişkiyle
ilgileniyorlardı. İnsan ahlakı ile toplumun idealleri ya da değerleri arasındaki ilişkiye
bakıyorlardı. Sofistler, genel hatlarıyla, neyin doğru neyin yanlış olduğunun siteden siteye ve
kuşaktan kuşağa değiştiğini söylüyorlardı. Yani, doğru ve yanlış "değişen" bir şey idi onlara
göre. Sokrates ise bunu kabul edemiyordu. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösteren,
tümüyle mutlak ve zamandan bağımsız kurallar olduğuna inanıyordu. Mantığımızı kullanarak
hepimiz bu tür normlara ulaşabi-
96
PLATON
liriz, çünkü tam da mantığımızdır mutlak ve değişmez olan, diyordu Dediklerimi izleyebiliyor
musun, Sofi? İşte bu noktada Platon devreye giriyor. Platon hem doğada mutlak ve değişmez
olanla, hem de ahlak ve toplum yaşamı konusunda mutlak ve değişmez olanla ilgileniyor.
Çünkü Platon için bu ikisi aynı şey. O, mutlak ve değişmez olan bir "gerçeklik" arıyor.
Filozoflara tam da bu yüzden ihtiyacımız var. Onların derdi yılın en güzel kızını ya da
perşembe pazarının en ucuz domatesini bulup çıkarmak değil. (Bu yüzden de pek sevilmezler
zaten!) Filozoflar bu tür boş ve "gündelik" konuların dışına çıkmaya çalışırlar. Mutlak
"doğru", mutlak "güzel" ve mutlak "iyi" olanı bulup çıkarmaya çalışırlar.
Böylece Platon'un felsefi projesinin genel hatlarını görmüş olduk. Bundan sonra konuları
teker teker ele alacağız. Avrupa felsefesine büyük etkisi olmuş bu ilginç düşünce tarzını
anlamaya çalışacağız.
İdealar dünyası
Empedokles ve Demokritos, doğadaki her şey "akar" demekle beraber, hiçbir zaman
değişmeyen "bir şeyler" de ("dört ana madde" ya da "atomlar") olması gerektiğini
söylüyorlardı. Platon da bu konuda düşünüyordu, ama diğerlerinden oldukça farklı bir
biçimde!
Platon, doğada görüp dokunabildiğimiz her şeyin "değişken" olduğunu söylüyordu. Sonsuza
dek kalan, yokolup gitmeyen "ana maddeler" yoktur. "Duyular dünyasına" ait olan her şey,
zamanın yokedeceği maddelerden oluşmuştur. Ama aynı zamanda, her şey, mutlak ve
değişmez bir "biçim"den doğar.
Anlıyor musun? Hayır, öyle mi...
Niçin bütün atlar aynıdır Sofi? Belki de hiç de aynı olmadıklarını düşünüyorsundur. Ama yine
de bütün atlarda ortak olan bir şey var-dır, bir atı diğer şeylerden ayırmakta güçlük
çekmememizi sağla-
97
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
yacak bir ortaklık vardır. Bir tek at "değişir" elbette. Yaşlanır, topal, lamaya başlar, zamanla
hastalanır ve ölür. Ancak "at biçiminin" kendisi mutlak ve değişmezdir.
Dolayısıyla Platon'a göre mutlak ve değişmez olan şey fiziksel bir "hammadde" değildir.
Mutlak ve değişmez olan şey, tüm şeylerin ona benzeyerek oluştuğu bir takım tinsel ya da
soyut, örnek resim.
lerdir.
Altını çiziyorum: Sokrates öncesi filozoflar birşeylerin gerçekten "değiştiğini" varsaymak
zorunda kalmadan doğadaki değişimlere oldukça kabul edilebilir bir açıklama
getirebilmişlerdi. Doğa süreçlerinde mutlak olan ve devamlı çözülmeden kalan en küçük
parçacıklar vardır, demişlerdi. Pekâlâ Sofi! Buna diyeceğim tek şey bu: pekâlâ! Ama bu
filozoflar bir zamanlar bir atı oluşturan "en küçük parçacıkların" nasıl olup da dört ya da beş
yüz yıl sonra yeni bir "at" oluşturabildiklerini açıklayamıyorlardı! Ya da örneğin bir fili, ya da
bir timsahı... Platon'un söylemek istediği, Demokritos'un atomlarının hiçbir zaman bir "til" ya
da bir "fimsah" olamayacağıydı. Tam da bu nokta oluşturuyordu Platon'un çıkış noktasını.
Ne demek istediğimi arılıyorsan bu paragrafı atlayabilirsin. Ben yine de vurgulayayım: Elinde
bir takım legolar var ve bunlardan bir at yapıyorsun. Sonra legoları birbirinden ayırıp bir
torbaya koyuyorsun. Torbayı şöyle bir sallamakla ortaya yeniden bir at çıkmasını
bekleyemezsin. Lego parçaları kendi başlarına yeniden bir at oluşturabilirler mi? Hayır, atı
tekrar sen yapmak zorunda kalırsın Sofi. Ve atı yeniden yapabilmeni sağlayan şey, katandaki,
bir atın nasıl olduğunu gösteren resimdir. Legolarla yaptığın ilk at, daha sonra yapacağın
atlara bir örnek oluşturmuştur.
50 çörekle ilgili soruyu cevaplayabilmiş miydin? Senin uzaydan gelmiş olduğunu ve o
zamana dek tek bir fırın görmemiş olduğunu varsayalım. Bir anda içinden güzel kokular gelen
bir fırın ve fırının vitrininde birbirinin tıpatıp aynı 50 çörek görüyorsun. Herhalde kafanı
kaşıyıp bu çöreklerin nasıl böyle birbirinin aynı olduğunu kendine
98
PLATON
cardın. Tabii çörek-adamların bir tanesinin bir kolu eksik olabilir, bir başkası başının bir
parçasını yitirmiş olabilir ya da bir başkasın
karnında tepecik oluşmuş olabilir. Ancak bir süre düşündükten sonra tüm çörek-adamların
ortak bir bileş eni olduğunu anlardın. Hiçbiri tamamen mükemmel olmasa da hepsinin ortak
bir kökenden geldiğini tahmin ederdin. Tüm çöreklerin tek ve aynı bir biçimden oluştuğunu
anlardın. Daha da ötesi Sofi, bu biçimi görmekiç'm içinde güçlü bir istek duyardın. Çünkü
kalıbın kendisi, tüm bu yarım yamalak kopyalardan çok daha mükemmel ve bir bakıma çok
daha güzel olmalı, diye düşünürdün.
Bu sorunun cevabını kimseye danışmadan, kendi başına vere-bildiysen sen de felsefi bir
problemi tam da Platon gibi çözmüşsün demektir. Filozofların çoğu gibi o da "uzaydan
dünyaya düşmüştü". (Tavşanın tüylerinin en dışındaki, en ince kıllarda yaşıyordu.) Doğadaki
tüm şeylerin nasıl böyle birbirine benzediğini merak ediyor, etrafımızda gördüğümüz her
şeyin "üstünde" ya da "arkasında", sayısı sınırlı bir takım biçimler olması gerektiğini
düşünüyordu. Platon bu biçimlere idealar adını veriyordu. Ona göre tüm atların, domuzların
ve insanların gerisinde "at ideası", "domuz ideası" ve "insan ide-ası" vardır. (Aynen sözünü
ettiğimiz fırıncının çörek insanlar, çörek domuzlar veya çörek atlar yapabilmesi gibi. Çünkü
bir fırıncının mutlaka birden çok kalıbı vardır. Ancak her tür çörek için tek bir kalıp
yeterlidir.)
Sonuç: Platon "duyular dünyasının" arkasında bir başka gerçeklik olması gerektiğine
inanıyordu. Bu gerçekliğe idealar dünyası adını veriyordu. Bu dünyada, doğada gördüğümüz
olayların arkasındaki mutlak ve değişmez "örnek resimler" bulunur. Bu ilginç anfayı-Şa,
Platon'un idea öğretisidiyoruz.
99
SOFİ'NÎN DÜNYASİ
Kesin bilgi
Buraya kadar konuyu takip edebildin sanırım, sevgili Sofi! Ancak Platon'un bütün bunları
sahiden, sözcük anlamında demek isteyin istemediğini merak ediyorsundur belki. Platon bu
tür biçimlerin apayrı bir gerçeklik olarak varolduğuna sahiden inanıyor muydu?
Tüm yaşamı boyunca, bunun harfi harfine böyle olduğunu söy. lemek istemedi kuşkusuz.
Ancak Platon'un bir takım diyaloglarında bu böyle anlaşılmalı. Şimdi onun gerekçesini
anlamaya çalışacağız,
Bir filozof mutlak ya da değişmez olan şeyi anlamaya çalışır. Ör. neğin bir sabun köpüğünün
varoluşuyla ilgili bir felsefe tezi yazm» nın pek anlamı yoktur. Öncelikle bir sabun köpüğünü
inceleyene k% dar sabun köpüğü yokolur. İkincisi, hiç kimsenin görmediği ve üst» lik
yalnızca beş saniye süresince varolmuş olan bir şey hakkında yazılmış bir felsefe tezini
satmak pek de kolay bir iş olmaz!
Platon etrafımızda gördüğümüz her şeyin, evet, dokunup hisse» debildiğimiz her şeyin bir
sabun köpüğüyle karşılaştırılabileceğini söylüyordu. Çünkü duyular dünyasında varolan hiçbir
şey kalıcı de? ğildir. İnsanların ve hayvanların bir zaman gelip yokolduğunu ve öt düğünü
biliyorsun tabii. Hattâ bir mermer taş bile değişir ve yavaş] yavaş yokolur. (Akropolis
mahvolmuş bir halde, Sofi! Bana sorarsan müthiş bir skandal bu. Ama ne yapalım ki durum
böyle!) Şimdi, Pla* ton'un söylemek istediği, sürekli değişen şeyler hakkında kesin bir]
bilgiye sahip olamayacağımız. Duyular dünyasına ait olan şeyler hakkında, yani dokunup
hissedebildiğimiz şeyler hakkında sadect kesin olmayan bir takım düşüncelerimiz veya
kanılarımız olabilir. Sadece aklımızla bildiğimiz şeyler konusunda kesin bilgiye sahip
olabiliriz.
Evet, Sofi! Biraz daha açıklayayım: Tüm pişirme, kabarma ve kızartma süreci sonunda öyle
başarısız bir çörek-adam ortaya çıkıttı? olabilir ki, sırf ona bakarak onun hangi biçimden
olduğunu anlayamayız. Ancak iyi ya da kötü, 20-30 çörek-adam gördükten sonra
100
PLATON
-rek kalıbının nasıl olduğunu oldukça büyük bir kesinlikle söyleyebiliriz. Kalıbın kendisini
görmemiş olsak bile söyleyebiliriz. Üstelik kalıbın kendisini görmenin bir işe yarayıp
yaramayacağı da tartışılır. Çünkü gözümüzle gördüğümüze güvenemeyiz her zaman. Görme
veteneği bile insandan insana değişir. Buna karşılık aklın bize söylediklerine güvenebiliriz,
çünkü akıl tüm insanlarda aynıdır.
Bir sınıfta 30 öğrenciyle bir aradayken öğretmen gökkuşağında-ki en güzel rengin ne
olduğunu sorarsa pek çok değişik cevap alabilir. Ancak 3 kere 8'in kaç olduğunu sorarsa tüm
sınıf aynı cevabı vermek zorundadır. Çünkü şimdi cevap veren aklın ta kendisidir. Ve akıl bir
anlamda gördüğümüz ve duyduğumuzun tam tersidir. Aklın mutlak ve evrensel olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü akıl yalnızca evrensel ve mutlak olan ilişkilerden sözeder.
Platon matematikle çok ilgilenirdi. Çünkü matematiksel ilişkiler hiçbir zaman değişmezler.
Dolayısıyla matematik, hakkında kesin bir bilgiye varabileceğimiz bir şeydir. Şimdi bir örnek
vermenin tam sırası: Ormanda yuvarlak bir kozalak bulduğunu varsayalım. Belki sen bunun
tam anlamıyla yuvarlak olduğunu "düşünürken", arkadaşın Jorün kozalağın bir tarafının biraz
düzce olduğunu iddia edebilir. (Ve başlarsınız tartışmaya!) Ancak gözünüzle gördüğünüz şey
hakkında kesin bir bilgiye sahip olamazsınız. Buna karşılık bir dairedeki açıların toplamının
360 derece olduğunu tam bir kesinlikle söyleyebilirsiniz. Bu noktada ideal bir daireden
sözediyorsunuzdur. Belki bu ideal daireye doğada rastlamak olanaksızdır ancak ideal daireyi,
onun nasıl olduğunu kavrayışınızla bulabilirsiniz. (Bu noktada, mutfakta gördüğünüz herhangi
bir çörek-adamdan değil, görünmeyen Çörek kalıbından sözetmektesinizdir.)
Kısaca özetlersek: duyularımızla algıladığımız şeyler hakkında sadece kesin olmayan
kavrayışlara varabiliriz. Ancak aklımızla Aradığımız şeyler hakkında kesin bir bilgiye
ulaşabiliriz. Bir üçgenin iç açılarının toplamı daima 180 derecedir. Aynı biçimde, duyular
dünyasındaki tüm atlar tökezlese de at "ideası" her zaman dört Çağının üzerinde duracaktır.
101
SOFI'NIN DÜNYASI
Ölümsüz bir ruh Platon'un gerçekliği nasıl ikiye ayırdığını gördük.
Birinci bölüm, duyular dünyasıdır. Bu dünya hakkındaki yakla. şık ve mükemmel olmayan
bilgilerimizi, (yine bu kadar yaklaşıp ve mükemmel olmayan) beş duyumuzu kullanarak
edinebilir^ Duyular dünyasındaki her şey için "her şeyin değiştiği" ve hiç. bir şeyin sonsuza
dek varolmadığı gerçeği geçerlidir. Duyular dünyasında hiçbir şey var değildir, burada bir
şeyler ortaya çı. kar ve sonra ortadan kaybolur.
İkinci bölüm, idealar dünyasıdır. Aklımızı kullanarak bu dünya hakkında kesin bilgiye
ulaşabiliriz. İdealar dünyası duyularla algılanamaz. Buna karşılık idealar (ya da biçimler)
mutlak ve değişmezdir.
Platon'a göre insanlar da ikiye ayrılmış yaratıklardır. "Değişen" bit vücudumuz vardır.
Vücudumuz duyular dünyasına bağımlıdır ve bu dünyadaki diğer şeylerin (örneğin bir sabun
köpüğünün) kaderini paylaşır. Tüm duyularımız vücudumuza bağlıdır ve dolayısıyla
güvenilmezdir. Ancak bizim bir de ölümsüz bir ruhumuz vardır ki bu ruh aklın yuvasıdır. Ruh
maddesel olmadığı için idealar dünyasına girebilir.
Neredeyse her şeyi söyledim. Ancak dahası var, Sofi. İşte söylüyorum: DAHASI VAR!
Platon daha da ileriye giderek, ruhun bir vücuda yerleşmeden öncede varolduğunu
söylüyordu. Ruh önce idealar dünyasında varolur. (Dolapta diğer tüm pasta kalıplarıyla
beraber en üst gözde durur.) Ruh bir insan vücuduna girer girmez mükemmel ideaları unutul'
Böylelikle bir süreç başlar, evet, muhteşem bir süreç! İnsan doğad» ki biçimleri algıladıkça
ruhunda ufak kıpırdanmalar olur. İnsan bira1
102
PLATON
örür - mükemmel olmayan bir at yani. (Evet, attan bir çörek!) Bu, inanın ruhunda, ruhun bir
zamanlar idealar dünyasında gördüğü mükemmel "at" konusunda ufak bir kıpırdanma
olmasına yeter. Böylece insanın içinde, ruhun gerçek yuvasına bir özlem uyanır. Platon bu
özlemi Eros diye adlandırır. Eros, sevgi demektir. Yani ruh, gerçek yuvasına "sevgi dolu bir
özlem" duyar. Bu andan itibaren hem vücut hem de duyularla algılanan her şey
mükemmelliğini yitirir ve önem-sizleşir. Ruh sevginin kanatlarında "yuvasına", idealar
dünyasına doğru yola çıkar. Ruh, "vücudun zindanından" kurtulur.
Burada hemen Platon'un ideal bir yaşamdan sözettiğinin altını çizmeliyiz. Çünkü insanların
tümü hiç de ruhunu özgür bırakıp idealar dünyasına seyahat etmeye çıkarmaz. İnsanların çoğu
ideaların duyular dünyasındaki "görüntülerine" saplanır kalır. Bir at görür, bir at daha görür.
Ancak tüm atların yalnızca kötü birer kopyası olduğu gerçek atı görmez. (Mutfağa girip
çöreklerin üzerine atılır, ancak çöreklerin nereden geldiğini sormayı akıl etmez.) Platon'un
sözünü ettiği şey, felsefenin yoludur. Onun felsefesi, felsefi çabanın tanımlaması olarak
okunabilir.
Bir gölge görünce Sofi, bu gölgenin bir de sahibi olduğunu düşünürsün. Bir hayvan gölgesi
görürsün. Bu belki de bir at gölgesi diye düşünürsün, ama bundan tam da emin olamazsın.
Dönüp gerçek ata bakarsın ki, bu gerçek at elbette sürekli değişen "at gölgesinden" çok daha
güzel, hatları çok daha belirgindir. Platon, aynı şekilde, DOĞADAKİ HER ŞEYİN,
MUTLAK BİÇİMLERİN YA DA İDEALARIN BİRER GÖLGESİ OLDUĞUNU
SÖYLÜYORDU. Ancak insanların çoğu gölgeler arasındaki yaşamından hoşnuttur. Bu
gölgelerin birer sahibi olduğunu düşünmezler. Gölgelerin asıl olduğunu sanırlar, yani gölgeyi
gölge olarak algılamazlar. Böylece kendi ruhlarının ölümsüzlüğünü de unuturlar.
103
SOFI'NİN DÜNYASI
Mağaranın karanlığından yukarıya giden bir yol
Platon tam da bunu anlatan bir benzetme yapar. Bu benzetmeye ma. gara benzetmesi ğ'^otuz.
Şimdi sana bunu kendi sözcüklerimle anlatacağım.
Yeraltındaki bir mağarada yaşayan bir takım insanlar olduğunu düşün. Bu insanlar sırtları
mağaranın girişine dönük oturmaktadır-lar. Elleri ve ayakları bağlıdır ve yalnızca mağaranın
duvarını görebilmektedirler. Arkalarında yüksek bir duvar vardır. Yine bu duvarın arkasında
insana benzer bir takım görüntüler, duvarın üzerinde bir takım değişik cisimler tutmaktadırlar.
Bu cisimlerin arkasında bir ateş yandığı için cisimlerin gölgesi mağaranın duvarlarına yansır.
Mağarada yaşayanların gördüğü tek şey de bu "gölge tiyatrocudur". Doğduklarından beri bu
şekilde oturdukları için, varolan tek şeyin gölgeler olduğunu sanırlar.
Şimdi mağaradakilerden bir tanesinin bu esaretten kurtulduğunu varsayalım. Bunu öncelikle
duvardaki gölgelerin nereden geldiğini kendi kendine sormaya başlayarak, sonunda da
zincirlerini kopararak başarır. Arkasını dönüp duvarın üzerinde tutulan cisimleri görünce ne
düşünür sence? İlkin, bu çok güçlü ışıktan gözleri kamaşır. Gördüğü keskin hatlı cisimlerden
de gözleri kamaşır, çünkü o ana dek yalnızca cisimlerin gölgelerini görmüştür. Duvarın
üstünden atlayıp ateşin yanından tırmanmaya başlar ve mağaranın dışındaki doğaya çıkınca
gözleri daha da kamaşır. Ancak gözlerini biraz ovuşturduktan sonra her şeyin ne kadar güzel
olduğunu görüp şaşkınlığa uğrar. Hayatında ilk kez renkleri ve keskin hatları görmektedir.
Gerçek hayvanları ve çiçekleri de görür. Mağaradaki cisimlerin bunların kötü birer
kopyasından başka bir şey olmadığını anlar. Ancak şimdi kendisine tüm bu hayvanların ve
çiçeklerin nereden geldiğini soracaktır. O zaman gökyüzündeki Güneş'e bakıp, mağarada
gölgeleri görmesini sağlayan şeyin yanan ateş olması gibi, doğadaki tüm çiçeklere, hayvanlara
hayat veren şeyin de Güneş olduğunu anla-
104
PLATON
yacaktır.
Şimdi, halinden son derece memnun olan mağara adamı doğaya koşup yeni kazandığı
özgürlüğünün tadını çıkarabilir. Ancak o, hâlâ mağarada olanları düşünüp geriye döner.
Döner dönmez diğer mağara adamlarını, duvarlarda gördükleri gölgelerin gerçek şeylerin
yalnızca birer benzetmesi olduğuna ikna etmeye çalışır. Ama ona kimse inanmaz. Duvarı
gösterip, gördükleri şeylerin varolan şeyler olduğunu söylerler. Sonunda onu bir güzel
döverler.
Mağara benzetmesiyle Platon, bulanık düşüncelerden doğadaki şeylerin gerisinde yatan
gerçek idealara uzanan felsefe yolunu anlatır. Sokrates'i de düşünür kuşkusuz. Bildiklerinin
yanlış olduğunu ve onlara gerçek bilgiye giden yolu göstermek isteyen Sokrates'i öldüren
"mağara adamlarını" da. Bu şekilde mağara benzetmesi filozofun cesareti ve pedagojik
sorumluluğunu anlatan bir benzetme olur.
Platon burada mağaranın karanlığı ile yeryüzündeki doğa arasındaki ilişkinin doğadaki
biçimler ile idealar dünyası arasındaki ilişkiye karşılık geleceğini anlatmak istiyor. Doğanın
karanlık ve hüzünlü olduğunu kastetmiyor, ancak doğa ideaların açıklığıyla
karşılaştırıldığında karanlık ve hüzünlüdür, diyor. Güzel bir kızın fotoğrafı da karanlık ve
hüzünlü değildir, hattâ tam tersi. Ancak bu yine de yalnızca bir resimdir.
Filozofların devleti
Platon'un mağara benzetmesi, "Devlet" adlı diyalogda yer alır. Platon burada "ideal devleti"
de anlatır. Bu, düşüncelerde yer alan örnek bir devlet ya da "ütopik" bir devlet anlamına gelir.
Kısaca, Platon burada devletin filozoflar tarafından yönetilmesi gerektiğini söyler. Bunun
niye böyle olduğunu sorarsak bize insanın nasıl oluştuğunu atlatmakla söze başlar.
105
SOFÎ'NtN DÜNYASI
Platon'a göre insan vücudu üçe ayrılır: baş, göğüs ve karın. Bu bölümlerin herbiri ruhsal bir
erdeme karşılık gelir. Başak/a, gö-ğüs isteme, karın da haz ya da arzuya karşılık gelir. Bu üç
ruhsal yeti bir ideale ya da bir "değere" de bağlanabilir. Akıl bilgeliğe ulaşmaya çalışır, istek
cesaret gösterir, arzu da insanın ölçülü olması için denetlenir. İnsanın bu üç bölümü bir bütün
içerisinde hareket etmeye başladığı zaman uyumlu ya da "bütünlüklü" bir insan ortaya çıkar.
Okulda çocuklara önce arzunun nasıl denetleneceği öğretilir, sonra cesaretleri geliştirilir. En
sonunda da, akılları ile bilgeliğe ulaşan yolu bulacaklardır.
Platon tıpkı bir insan vücudu gibi yaratılmış bir devlet düşünür. Bu devlet aynı şekilde üçe
bölünmüştür. Vücudun "başı", "göğsü" ve "karnı" olduğu gibi devletin de yöneticileri,
bekçileri (veya askerleri) ve ticaretle uğraşanları (bunlara, el işçileri ve köylüler de dahildir)
vardır. Burada Platon'un Yunan tıp bilimini örnek aldığı açıktır. Sağlıklı ve uyumlu bir insan
nasıl dengeli ve ılımlı ise, "adil" bir devlet de herkesin bütün içindeki yerini bilmesiyle ortaya
çıkar.
Platon'un felsefesinde genel olarak geçerli olduğu gibi onun devlet felsefesi de
rasyonalizmden etkilenir. İyi bir devlet yaratmanın yolu, bu devletin mantıkla
yönetilmesinden geçer. Başın vücudu yönetmesi gibi toplumu yönetenler de filozoflar
olmalıdır.
İnsan ile devletin üç bölümü arasındaki ilişkiyi kabaca göstermeye çalışalım:
Vücut Ruh Erdem Devlet
baş mantık bilgelik yöneticiler
göğüs istem cesaret bekçiler
karın arzu ölçülülük tüccarlar
Platon'un ideal devleti eski Hint kast sistemini hatırlatır. Bu sistemde de toplumun iyiliği için
her birey özel bir işleve sahiptir. Platon'un yaşadığı zamandan itibaren, hattâ bundan daha
öncesinden beri,
106
PLATON
H kast sistemi yine bu üçlü bölünmeye dayanmıştır: yönetici kast (veya "din adamları kastı"),
savaşçılar kastı ve ticaretle uğraşan kast.
Günümüzde Platon'un devleti totaliter bir devlet olarak görülebilir. Ancak belirtmek gerekir ki
Platon, kadınların da erkekler gibi yönetici olabileceklerini söylüyordu. Bunun da nedeni,
yöneticilerin siteyi yönetmesinin tam da akılla mümkün olmasıydı. Kadınlar da erkekler gibi
aynı mantığa sahipti - yeter ki onlar da aynı eğitimi alsınlar ve ev işleriyle çok fazla
uğraşmasınlardı. Platon, aile ve özel mülkiyeti de reddediyor, bunların devleti yönetenler ve
koruyanlar tarafından idare edilmesini savunuyordu. Çocukların eğitimi öyle önemli bir şeydi
ki bu, teker teker kişilerin eline bırakılamazdı. Çocukları yetiştirmek devletin görevi
olmalıydı. (Platon, devlet idaresindeki çocuk yuvalarından ve tam-gün okullarından sözeden
ilk filozoftur.)
Platon politikada bir takım hayal kırıklıklarına uğradıktan sonra, "Yasalar" adlı diyalogunu
yazdı. Burada "yasa devletini" ikinci en iyi devlet biçimi olarak tanımlar. Özel mülkiyeti ve
aile ilişkilerini bireye bırakır. Böylelikle kadının özgürlüğü de kısıtlanmış olur. Ama burada
yine de, kadınlarını yetiştirmeyen bir devletin yalnızca sağ kolunu çalıştırıp güçlendiren bir
insana benzediğini söyler.
Genel olarak Platon'un, hele yaşadığı döneme bakılacak olursa, kadınlar konusunda olumlu
bir görüşe sahip olduğunu söyleyebiliriz. "Symposion" adlı diyalogunda Sokrates'e felsefi
görüşlerini kazandıran kişi de Diotima adlı bir kadındır.
İşte Platon'u anlattık, Sofi! İki bin yıldan fazladır insanlar onun bu ilginç idea öğretisini
tartışmışlar ve eleştirmişlerdir. Bunlardan ilki, akademideki öğrencilerinden biri olan
Aristoteles''dir. Aristoteles, Atinalı üçüncü büyük filozoftur. Şimdilik diyeceklerim bu kadar!
Sofi, bir kütükte böyle oturmuş, Platon hakkında yazanları okurken güneş doğuda, ormanla
kaplı düzlüklerin üzerinden doğmuştu. O tam Sokrates'in mağaradan çıkıp dışardaki güçlü
107
SOFt'NÎN DÜNYASI
ışığa bakarkenki halini okurken, güneş de ufku aşmıştı.
Sanki o da yerin altındaki bir mağaradan çıkmış gibiydi. En azından Platon'u okuduktan sonra
doğadaki şeyleri bambaşka bir gözle görmeye başlamıştı. Sanki renk körüydü daha önce. Bir
takım gölgeler görmüş, ama en belirgin ideaları görmemişti.
Platon'un mutlak, örnek resimler konusunda söylediği her şeyin doğru olup olmadığından
emin değildi. Ancak yaşayan her şeyin, idealar dünyasındaki mutlak biçimlerin mükemmel
olmayan kopyalan olduğunu düşünmek, güzel bir şeydi. Tüm çiçeklerle ağaçların, insanlarla
hayvanların "mükemmel olmadığı" doğruydu çünkü!
Etraftaki her şey öyle güzel, öyle canlıydı ki, Sofi oturduğu yerde gözlerini ovuşturmak
ihtiyacını hissetti. Tabii gördüklerinin hiçbiri sonsuza dek varolmayacaktı. Ama yüz yıl sonra
da burada aynı çiçekler, aynı hayvanlar olacaktı. Her bir çiçek veya her bir hayvan yokolup
unutulsa da her şeyin aslında nasıl olduğunu "hatırlayan" bir şey hep varolacaktı.
Sofi etrafındaki yaratılmış şeyleri seyretti. Bir sincap bir anda bir çam ağacına tırmandı.
Ağacın gövdesinin etrafında birkaç kez dolanıp dalların arasında kayboldu.
Ben bunu daha önce de gördüm, diye düşündü Sofi. Daha önce gördüğü bu sincap değildi
elbette. Aynı "biçimi" daha önce görmüştü. Bir zamanlar, ruhu daha vücuduna yerleşmeden
önce, mutlak "sincabı" idealar dünyasında görmüş olduğunu söylerken de haklıydı Platon
belki de...
Daha önce yaşamış olabilir miydi? îçine yerleşecek bir vücut bulmadan önce ruhu varolmuş
olabilir miydi? İçinde altın bir top -evet, zamanın bozamadığı bir hazine, vücudu bir gün gelip
yaşlanıp ölse de yaşamaya devam edecek olan bir ruh!- taşıyor olabilir miydi?
108
B INB AŞININ E VI ...aynadaki kız iki gözünü birden kırptı...
Saat daha yediyi çeyrek geçiyordu. Eve gitmek için acele etmesine gerek yoktu. Annesi birkaç
saat daha uyurdu kuşkusuz. Pazar günleri böyle tembellik etmeyi severdi.
Alberto Knox'u bulmak için ormanda biraz daha gitse miydi? Ya köpek niçin öyle kötü kötü
havlamıştı ona?
Sofi kütükten kalkıp, Hermes'in koşup kaybolduğu patikada yürümeye koyuldu. Elinde Platon
hakkındaki kâğıtların olduğu san zarfı tutuyordu. Birkaç kez patika ikiye ayrıldı. Bu durumda
Sofi hep daha geniş patikayı seçti.
Her yerde kuşlar cıvıldıyordu - ağaçlarda, havada, otlarda ve çalılıklarda... Kuşlar, sabah
temizlikleriyle uğraşıyorlardı. Burada hafta içi günleriyle hafta sonu günleri arasında bir fark
yoktu. Bütün bu yaptıklannı kuşlara kim öğretmişti? Hepsinin içinde bir bilgisayar, ne
yapacaklannı anlatan bir program mı vardı?
Birazdan patika küçük bir tepeyi dönüp çam ağaçlarının ardından dik bir şekilde inmeye
başladı. Orman ağaçlarla öyle sık kaplıydı ki, ağaçlann arasından birkaç metre ilerisinden
ötesi gözükmüyordu.
Bir anda çam ağaçlannm gövdeleri arasında parlayan bir şey gördü. Bir göl olmalıydı bu.
Burada patika sola kıvrıldı, ancak Sofi patikayı bırakıp ağaçların arasına daldı. Niye
bilmiyordu ama içinden bir ses buradan gitmesini söylüyordu.
Göl bir stadyum büyüklüğündeydi. Gölün öteki tarafındaki düzlükte kırmızı renkli küçük bir
kulübe gördü. Kulübenin etrafı beyaz huş ağaçlarıyla çevriliydi. Bacasından ince bir
109
SOFi'NİN DÜNYASI
duman çıkıyordu.
Sofi gölün kenarına kadar gitti. Gölün etrafı oldukça çamurluydu. Sonra gölde bir kayık
gördü. Kayığın yarısı karada, yarısı sudaydı. Kayıkta bir çift kürek de vardı.
Sofi etrafına bakındı. Ne yaparsa yapsın, gölün etrafında dolaşarak kırmızı kulübeye
ıslanmadan gitmek çok zor olacaktı. Kararlı adımlarla kayığa doğru gidip, kayığı suya indirdi.
Sonra içine oturdu, kürekleri yerlerine takıp çekmeye koyuldu. Çok geçmeden gölün öteki
kıyısına ulaştı. İndikten sonra kayığı karaya çekmeye çalıştı. Gölün bu kıyısı öbür kıyıdan
daha dikti.
Ardına bir kez bakıp kulübeye gitti. Kendine hayret ediyordu. Nasıl cesaret edebiliyordu tüm
bunlara? Bilmiyordu. Sanki "başka bir şeyin" idaresi altma girmişti.
Sofi gidip kapıyı çaldı. Bir süre durup bekledi ama kapıyı açan olmadı. Yavaşça kapının
tokmağını çevirince kapı açıldı. - Merhaba! diye bağırdı. Evde kimse yok mu? Kapı büyük bir
oturma odasına açılıyordu. Kapıyı ardından kapamaya cesaret edemeyip açık bıraktı.
Burada birisinin yaşadığı kesindi. Eski odun sobasından çıtırtılar geliyordu. Demek ki çok
olmamıştı burada yaşayan kişi dışarı çıkalı.
Büyük bir yemek masasının üzerinde bir daktilo, birkaç kitap, kalem ve pek çok kâğıt
duruyordu. Göle bakan pencerenin önünde bir masa ve iki sandalye vardı. Bunların dışında
odada pek mobilya yoktu. Ama duvarlardan biri, içinde pek çok kitap olan raflarla kaplıydı.
Beyaz bir komodinin üzerinde etrafı pirinç kaplamalı, büyük, yuvarlak bir ayna asılıydı. Ayna
müthiş eski görünüyordu.
Duvarlardan birinde iki tane resim asılıydı. Bunlardan biri, kırmızı fenerli küçük bir koydan
birkaç adım ötedeki beyaz
110
BİNBAŞININ EVİ
ujr evin yağlıboya resmiydi. Evle fener arasında, içinde bir elma ağacı, sık çalılar ve kayalar
olan eğimli bir bahçe yer alıyordu. Bahçenin etrafı kalın huş ağaçlarıyla süslüydü. Resmin adı
"Bjerkely" idi.
Bu resmin yanında elinde kitabıyla bir pencere önünde oturan yaşlı bir adamın resmi asılıydı.
Bu resmin arka planında ağaçlar ve kayalarla kaplı küçük bir koy vardı. Resim yüzlerce yıl
önce yapılmış olmalıydı. Bu resmin adı ise "Berkeley" idi. Ressamın adı Smibert idi.
Berkeley ve Bjerkely. Ne ilginç bir şeydi bu!
Sofi kulübenin içinde gezinmeye devam etti. Oturma odasından bir kapı küçük bir mutfağa
açılıyordu. Bulaşık yeni yıkanmıştı. Tabaklar ve bardaklar bir havlunun üzerine ters
çevrilmişti. Tabakların bir kısmında hâlâ küçük sabun köpükleri görülüyordu. Yerde, içinde
yemek attıkları olan teneke bir kap duruyordu. Demek ki burada bir kedi ya da bir köpek de
yaşıyordu.
Sofi tekrar oturma odasına döndü. Buradan bir başka kapı küçük bir yatak odasına açılıyordu.
Yatağın önünde birkaç halı üstüste yığılmıştı. Sofi halıların üzerinde sarı kıllar gördü. İşte bu
kıllar, burada Alberto Knox ile Hermes'in yaşadığının kesin kanıtı idi.
Oturma odasına geri döndükten sonra Sofi komodinin üzerindeki aynada kendine baktı.
Aynanın camı mat ve buğuluydu. Bu yüzden aynadaki görüntüsü de bulanıktı. Sofi aynadaki
görüntüsüne acayip hareketler yaptı - tıpkı evde, banyodaki aynaya bakıp yaptığı gibi.
Aynadaki görüntüsü de ona, tahmin edileceği gibi, yaptıklarının aynını yaparak karşılık verdi.
Ancak bir an korkunç bir şey oldu: bir keresinde, küçücük bir tek saniye süresince, aynadaki
kızın her iki gözünü de kırptığını gördü. Sofi korkuyla geri çekildi. Eğer kendisi iki gözünü
kırpmış olsaydı, aynadaki görüntüsünün de iki gözünü kaili
SOFt'NÎN DÜNYASI
pamış olduğunu nasıl görebilirdü Daha da ötesi, sanki aynadaki kız gözlerini Sofiye kırpmış
gibiydi. Seni görüyorum, Sofi! demek ister gibiydi. Ben aynanın öbür tarafındayım.
Sofi kalbinin korkunç bir hızla çarptığını hissetti. Aynı anda uzakta havlayan bir köpek sesi
duydu. Bu Hermes olmalıydı. Bir an önce evden çıksa iyi ederdi.
O anda aynanın altındaki komodinin üzerinde yeşil bir cüzdan gördü. Cüzdanı kaldırıp
dikkatle açü. İçinde bir yüz, bir elli kron ve de bir öğrenci kartı vardı. Karun üzerinde san
saçlı bir kızın fotoğrafı yapışıktı. Resmin altında "Hilde Möller Knag" ve "Lillesand Lisesi"
yazılıydı.
Sofi yüzünün buz gibi olduğunu hissetti. Sonra tekrar köpek havlaması duydu. Bir an önce
dışarı çıkmak zorundaydı.
Masanın yanından geçerken kâğıtlarla kalemlerin arasında beyaz bir zarf gözüne çarptı. Zarfta
"SOFİ" yazılıydı.
Düşünmeksizin zarfı alıp elindeki, Platon'la ilgili kâğıtların olduğu sarı zarfın içine attı. Sonra
kulübeden çıkıp kapıyı ardından kapadı.
Dışarı çıkınca köpeğin havlamasını daha da iyi duymaya başladı. En kötüsü, kayık ortadan
yokolmuştu. Hemen ardından kayığın suda yüzdüğünü gördü. Kayığın yanında küreklerden
biri de yüzüyordu.
Çünkü biraz önce kayığı iyice karaya çekmeyi başaramamıştı. Tekrar köpeğin sesini duydu.
Bu sefer gölün karşı kenarındaki ağaçların arasında bir şeyin hareket ettiğini de duymuştu.
Sofi düşünmeyi bir yana bıraktı. Elinde koca zarf, kulübenin ardındaki ağaçların arasından
koşmaya başladı. Birazdan karşısına çamurlu bir alan çıktı. Sofi dizlerine kadar çamura bata
çıka koşmaya devam etti. Koşmak zorundaydı. Bir an önce eve varmalıydı, eve varmalıydı...
Bir süre sonra karşısına bir patika çıktı. Bu ilk yola çıktığı
112
zaman geçtiği patika mıydı? Sofi durup eteklerini toplayarak suyunu sıktı. Patikaya sular
akmaya başladığında Sofinin de gözünden yaşlar akmaya başladı.
Nasıl başarmıştı bu kadar aptal olmayı? En korkuncu da kayıktı. Suda yüzen bir kayık ve bir
kürek görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu hiç. Her şey ne fena, ne kadar utanç vericiydi!
Şimdiye dek felsefe öğretmeni gölün kıyısına varmış olsa gerekti. Evine gelebilmek için
kayığını aramıştı mutlaka. Sofi kendini sefil bir yaratık gibi görüyordu şimdi. Ama o hiç
böyle olsun istememişti ki!
Zarf! Asıl felaket buydu belki de1. Niye zarfı almıştı sanki? Almıştı, çünkü zarfın üzerinde
adı yazıyordu ve dolayısıyla zarf kendine aitti de ondan. Yine de kendini bir hırsız gibi
hissetmekten alıkoyamıyordu. Böylece eve girenin kendisi olduğunu açık açık anlatmış da
oluyordu.
Sofi zarfı açtı, içindeki küçük kâğıdı çıkardı. Kâğıtta şunlar yazıyordu:
Hangisi daha öncedir -tavuk mu "tavuk" fikri mi? İnsanın doğuştan sahip olduğu fikirleri var
mıdır? Bitki, hayvan ve insan arasında ne fark vardır? Yağmur niçin yağar? İnsan, iyi bir
hayat yaşamak için ne gerekser?
Sofi'nin şu anda bu sorular üzerine düşünecek hiç hali yoktu, ancak soruların bundan sonraki
filozofla bir ilgisi olduğunu tahmin edebiliyordu. Filozofun adı Aristoteles miydi?
Ormanda epey koştuktan sonra evin etrafındaki çiti gördek, gemi battıktan sonra yüze yüze
nihayet karaya çıkmak gibi bir şeydi. Çiti bu taraftan görmek insana garip bir duygu
veriyordu. Geçit'e girdikten sonra saatine baktı. Saat on buçuk
113
olmuştu. Elindeki büyük zarfı, diğer kâğıtlann olduğu bisküvi kutusuna koydu. Yeni soruların
olduğu kâğıdı ise külotlu çorabının içine sokuşturdu.
tçeri girdiğinde annesi telefondaydı. Sofi'yi görür görmez telefonu kapattı.
- Nerelerdeydin Sofi?
- Ben... ormanda... gezintiye çıkmıştım, diye kekeledi.
- Ah, evet, anlaşılıyor!
Sofi cevap vermedi. Eteğinden hâlâ yere su damlıyordu.
- Jorün'ü aramak zorunda kaldım...
- Jorün'ü mü?
Annesi ıslak elbiseleriyle değiştirsin diye yeni giyecekler getirdi. Sofi az daha kâğıdı belli
ediyordu. Sonra mutfağa gittiler, annesi sıcak çikolata yapmaya koyuldu.
- Onunla mı beraberdin? diye sordu annesi bir süre sonra.
- Onunla mı?
Sofi'nin aklındaki kişi felsefe öğretmeniydi.
- Evet, onunlal Hani şu "tavşanınla"... Sofi başını iki yana salladı.
- Birlikte neler yapıyorsunuz Sofi? Niye böyle sırılsıklamsın? Sofi gözlerini masaya dikmiş
ciddi ciddi oturuyordu. Bir
yandan da içinden gülmek geliyordu. Zavallı annesi, kafasını neyle bozmuştu şimdi de!
Yine başını iki yana salladı. Birden annesi soru yağmuruna başladı:
- Artık doğruyu duymak istiyorum. Geceyi dışarıda mı geçirdin? Niye elbisenle uyudun? Ben
yatar yatmaz usulca aşağı mı indin? Henüz on dört yaşındasın, Sofi! Hemen şu an, kiminle
beraber olduğunu söylemeni istiyorum!
Sofi ağlamaya koyuldu ve başladı anlatmaya. Hâlâ korkuyordu ve bilindiği gibi insan
korkunca doğruyu söyler. Sabah erken kalkıp ormanda dolaşmaya çıktığını, orman-
114
ki kulübeyi, kayığı ve garip aynayı anlattı. Ancak gizli mek-kursunu ve onunla ilgili olan
şeyleri anlatmamayı başardı. V sil cüzdandan da sözetmedi. Niye olduğunu bilmemekle beuer
Hüde'yi bir sır olarak tutması gerektiğine inanıyordu. Annesi Sofi'yi kollarına aldı. Sofi,
artık kendisine inandığı-nJ seziyordu.
- Sevgilim filan yok, diye burnunu çekti Sofi. - Bir kez öyle demek zorunda kaldım, çünkü şu
beyaz tavşan konusunda gerçekten endişeleniyordun.
- Demek ta Binbaşının Evi'ne kadar gittin ha... dedi annesi düşünceli düşünceli.
- Binbaşının Evi mi? diye sordu Sofi gözlerini açarak.
- Ormanda gördüğün küçük evde çok, çok eskiden bir binbaşı yaşadığı için "Binbaşının Evi"
diye bilinir. Biraz garip, acayip bir kişiymiş bu binbaşı. Ama şimdi bunları düşünmek yersiz.
O zamandanberi bu kulübede kimse yaşamıyor.
- Sen öyle san! Şimdi kulübede bir filozof yaşıyor.
- Ah, yine hayal kurmaya başlama lütfen!
Sofi odasında oturup başından geçenleri düşünmeye koyuldu. Kafasının içi koca fillerin,
komik palyaçoların, cesur trapezcilerin ve elbiseli maymunların cirit attığı uğultulu bir sirk
gibiydi. Bunların arasından bir görüntü tekrar tekrar aklına geliyordu: ormanın en derinlerinde
bir gölde yüzen bir kayıkla bir kürek ve evine gelmek için bunlara ihtiyacı olan biri...
Sofi'nin, felsefe öğretmeninin kendisini üzmek istemeyeceğinden ve kulübeye girenin o
olduğunu anlarsa onu yavaş yavaş affedeceğinden şüphesi yoktu. Ama ne de olsa bir
anlaşmayı ihlal etmişti. Kendisinin felsefi gelişimini üstlenmiş bir yabancıya böyle mi
teşekkür edilirdi? Hatasını nasıl tamir edebilirdi?
115
Pembe mektup kâğıdını çıkarıp yazmaya başladı:
Sevgili filozof. Pazar sabahı kulübenize giren bendir^ Bir takım felsefi meseleleri sizinle
yakından tartışmak ar, zusundaydım. Şimdilik favorim Platon, ancak fikirlerin ya da
biçimlerin bir başka dünyada varoldukları konu. sunda onunla aynı fikirde olup olmadığımdan
emin deği. Hm. Bunlar ruhumuzdadır elbette, ama bu başka bir konu. Aynı zamanda üzülerek
belirtmeliyim ki, ruhumuzun ölümsüz olduğu konusunda da henüz ikna olmuş değilim. En
azından ben kişisel olarak daha önceki hayatlarımdan hiçbir şey hatırlamıyorum. Beni,
babaannemin ruhunun idealar dünyasında mutlu bir hayat sürdüğüne ikna edebilirseniz, size
müteşekkir kalırım.
Bir küçük şeker parçasıyla beraber pembe bir zarfa koyacağım bu mektuba felsefeden
sözetmek için başlamamıştım aslında. Yalnızca, sözümde durmadığım için sizden özür
dilemek istemiştim. Aslında kayığı karaya çekmek için bütün gücümü kullandım ama
anlaşılan pek güçlü de-ğilmişim. Tabii, kayığı göle geri çeken şeyin kuvvetli bir dalga olduğu
da düşünülebilir.
Eve ıslanmadan varabilmişsinizdir umarım. Yoksa, benim de sırılsıklam ve muhtemelen çok
fena hasta olacak oluşumla teselli bulabilirsiniz. Ama tabii suç benim.
Kulübede hiçbir şeye dokunmadım ancak üzerinde kendi adımın yazılı olduğu bir zarfı
almaktan ne yazık ki kendimi alıkoyamadım. Bir şey çalmak değildi amacım, sadece zarfın
üzerinde adım yazılıydı ve ben tereddüt içinde kaldığım bir kaç saniye içinde bunun bana ait
olduğunu düşündüm. Bunun için tüm kalbimle özür diler ve sizi bir daha asla hayal kırıklığına
uğratmayacağıma söz veririm. NOT. Kâğıttaki sorular üzerine hemen düşünmeye
başlayacağım.
116
BİNBAŞININ EVİ
NOT. NOT. Beyaz komodinin üzerindeki etrafı pirinç kaplamalı ayna normal mi yoksa sihirli
bir ayna mı? Bu soruyu, aynadaki görüntümün iki gözünü birden kırpmasına alışık olmadığım
için soruyorum.
Saygılar. Son derece ilgili öğrenciniz, SOFÎ.
Mektubu zarfa koymadan iki kez okudu. Bu mektup önceki kadar ağdalı olmamıştı hiç
değilse. Mutfağa gidip bir kesme şeker almadan önce bu günün düşünce ödevlerinin olduğu
kâğıdı çıkardı.
"Hangisi daha öncedir -tavuk mu 'tavuk' fikri mi?" Bu soru da, en az şu "tavuk mu
yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan?" sorusu kadar zor bir soruydu. Yumurta
olmadan tavuk olmaz, tavuk olmadan da yumurta olmazdı. Tavuğun mu yoksa tavuk
"fikrinin" mi diğerinden önce varolduğunu bulmak da bu kadar zor muydu? Sofi, bu konuda
Platon'un ne düşüneceğinden oldukça emindi. Platon, kuşkusuz, "tavuk" fikrinin idealar
dünyasında tavuğun duyular dünyasında varoluşundan çok daha önce varolmuş olduğunu
söylerdi. Platona göre ruh bedene yerleşmeden önce "tavuk" fikrini "görmüştü". Ancak Sofi
onun tam da bu noktada yanıldığını düşünmüyor muydu? Hiç gerçek bir tavuk ya da bir tavuk
resmi görmemiş blr kişi, tavuk "fikri"ne sahip olamazdı ki! Böylelikle bir sonraki soruya
geçmiş oldu:
"İnsanın doğuştan sahip olduğu fikirleri var mıdır?" Hiç
sanmam, diye düşündü Sofi. Yeni doğmuş bir bebeğin zengin
ir fikir dağarcığı olduğuna pek inanamıyordu. Tabii insan
undan hiçbir zaman emin olamazdı, çünkü bir bebeğin ko-
"uşamıyor oluşuna bakılarak onun hiçbir şey düşünmediği
söylenemezdi. Ancak bir şeylerin fikirlerine sahip olmadan ön-
Ce Onlan görmemiz gerekirdi, değil mi ya?