SOFİ'NİN DÜNYASI
cük bir parçasını yaşadığını anımsat. Yani sen koskocaman biri bütünün bir parçasısın.
- Ne demek istediğini anlıyorum sanırım.
- Bunu hissetmeyi de başarabilir misin dersin? Tüm doğayı! bir seferde, evet tüm evreni tek
bir bakışta algılayabilir misin?
- Bilmem, belki bana da mercek gerekebilirdi.
- Yalnızca bu sonsuz uzayı kastetmiyorum. Sonsuz bir zamanı da düşünüyorum. Bundan otuz
bin yıl önce Ren Vadisi'n-de yaşayan bir çocuk düşün. Bu çocuk doğanın küçücük bir
parçasıydı; koca denizde minik bir dalgaydı. Sen de Sofi, sen de doğanın yaşamının bir küçük
parçasını yaşıyorsun. Seninle o çocuk arasında hiçbir fark yok.
- Aramızdaki fark benim hâlâ yaşıyor olmam.
- Evet ama benim de düşünmeni istediğim şey tam buydu. Otuz bin yıl sonra kim olacaksın?
- Din karşıtı düşünceler bunlar mı oluyordu?
- Tam olarak değil. Spinoza varolan her şeyin doğanın kendisi olduğunu söylemekle kalmayıp
Tanrı ile doğa arasında benzerlik gözetti. Tanrının her şey olduğunu ve her şeyin Tan-rı'da
varolduğunu söyledi.
- Spinoza bir Tümtanrıcıydı öyleyse?
- Evet. Çünkü Spinoza için Tanrı dünyayı yaratan ve dolayısıyla dünyanın dışında olan bir
varlık değildi. Onun için Tanrı dünyanın ta kendisiydi. Bazen bunu başka türlü dile getirdiği
de olur. Dünya Tanrıdadır da der. Bu noktada, Pavlus'un Areopagos tepesinde Atinalılara
yaptığı konuşmaya başvurur. Pavlus, "O'nda yaşar, O'nda hareket eder ve O'nda varoluruz,"
; demiştir. Ama gel biz Spinoza'nın kendi düşüncelerini izleyelim. En önemli kitaplarından
biri, "Geometrik Yöntemle Geliştirilmiş Etik" adını taşır.
- Etik... ve geometrik yöntem, öyle mi?
- Evet, kulağa biraz acayip geliyor değil mi? Filozofların
282
SPİNOZA
etik dedikleri şey, insanın iyi bir hayat yaşamak için yapması gereken şeylerdir. Örneğin
Sokrates ya da Aristoteles etiki deyince de bunu anlamak gerekir. Ahlakın, başkalarının
damarına basmadan nasıl yaşanacağına dair bir takım kurallara indirgenmesi ise şu ana, bizim
çağımıza özgüdür.
- Çünkü kendi mutluluğunu düşünen insana egoist deyip çıkıyorlar!
- Öyle gibi bir şey. Spinoza'nın ahlakla kastettiği şey ise yaşama sanatıdır daha çok.
- Ama yine de... "Geometrik Yöntemle Geliştirilmiş Yaşama Sanatı"..?
- Geometrik yöntem Spinoza'nın diline ya da ifade tarzına uygulanabilir bir şeydir. Felsefi
yansımada matematiksel yöntem kullanmayı düşünen Descartes'i hatırlıyorsundur. O bununla,
tümüyle mantıksal çıkarımlara dayalı bir felsefi yansımayı kasteder. Spinoza da aynı Usçu
geleneğe aittir. Ahlak kuramıyla insan yaşamının nasıl doğa yasalarınca belirlendiğini
göstermek ister. Bu yüzden kendimizi duygu ve arzularımızdan antmalıyız, der. Ancak bu
şekilde huzura kavuşup mutluluğu elde edebileceğimizi söyler.
- Bizi belirleyen tek şeyin doğa yasaları olduğunu söylemiyordu herhalde?
- Belki de... Ama Spinoza pek kolay anlaşılır bir filozof sayılmaz. Şimdi sırayla gitmeye
çalışalım... Descartes'ın gerçekliği birbirinden tümüyle bağımsız iki töze, "düşünce" ve
"uzam"a ayırdığını hatırlıyorsun, değil mi?
- Henüz unutmaya fırsatım olmadı!
- "Töz" sözcüğü ile bir şeyi oluşturan, esas olarak içinde bulunan ya da ona indirgenebilen
şeyi kastediyoruz. Descartes için böyle iki tür töz vardı. Bir şey ya "düşünce" ya da "uzam"
idi.
- Teşekkürler, tekrara gerek yok!
- Ama Spinoza bu ayrımı kabul etmiyordu. Ona göre herşe-
283
SOFI'NİN DÜNYASI
yin özünü oluşturan tek bir töz vardı. Varolan her şey tek bir şeye vanr, diyor ve bu şeye de
Töz diyordu. Bazen de buna Tanrı ya da doğa diyordu. Yani Spinoza Descartes gibi "îkici" bir
gerçeklik anlayışına sahip değildi. O, "Birci" idi. Yani tüm doğayı ve varolan her şeyin tüm
koşulunu bir ve tek bir töze indirgiyordu.
- Birbirinin tam zıttı bir şekilde düşünüyorlarmış demek
ki!
- Aslında Descartes ile Spinoza arasındaki fark sanıldığı kadar büyük değildir. Descartes da
Tann'nm diğer her şeyden bağımsız olarak varolduğuna işaret ediyordu. Spinoza'nın Descartes
ile Yahudi ya da Hıristiyan düşüncesinden ayrılan yanı, Tann ile doğayı veya bir başka
deyişle Tann ile yarattıklannı eş tutuşundadır.
- Öyleyse doğa Tanrı'dır ve bu iş de burada biter!
- Ancak Spinoza "doğa" derken yalnızca maddesel doğayı kastetmez. Onun töz, Tanrı ya da
doğa kavramı ruhsal olan şeyleri de kapsar.
- Yani hem "düşünce" hem de "madde", öyle mi?
- Evet, üstüne bastın! Spinoza'ya göre biz insanlar Tan-n'nın iki özelliğini ya da iki yanını
biliriz. Bu iki özelliği Spinoza Tann'nın yüklemleri diye adlandınr ve ona göre bu iki yüklem
Descartes'ın "düşünce" ve "uzam"ının ta kendisidir. Yani Tann -ya da doğa- ya düşünce ya da
maddi bir şey olarak kendini gösterir. Tamının "düşünce" ve "uzam"dan başka özellikleri de
olabilir elbette ancak insanlar onun yalnız bu iki yüklemini bilirler.
- Olabilir, ama çok karmaşık!
- Evet öyledir. Spinoza'nın dilini ancak çekiç ve testereyle aşıp arkasındakilere ulaşabilir
insan! Ama sonunda da elmas kadar açık seçik öyle fikirlere ulaşılır ki bu her şeye değer.
- Heyecanla bekliyorum.
284
SPİNOZA
- Yani Spinoza'ya göre doğadaki her şey ya düşünce ya da jnaddedir. Günlük yaşantımızda
karşılaştığımız bir takım olgular, örneğin bir çiçek ya da Henrik Wergeland'ın bir şiiri,
düşünce ya da maddenin değişik ^feridirler. Kip, Töz, Tann ya da doğanın belli bir andaki
durumudur. Bir çiçek madde yükleminin bir kipidir ve çiçekle ilgili bir şiir düşünce
yükleminin bir kipidir. Ancak bunlann her ikisi de esas olarak Töz, Tann ya da doğanın bir
ifadesidir.
- Aman Tannm, laflara bak!
- Öyle ama bu karmaşık lafların arkasında günlük konuşma dilinin bile açıklamakta yetersiz
kalacağı muhteşem sadelikte bir kavrayış gizlidir.
- Sanırım ben yine de konuşma dilini tercih ederim!
- Pekâlâ. Seninle başlayayım öyleyse. Karnın ağnyınca kimin canı yanar?
- Kimin olacak, benim!
- Doğru. Peki, sonradan karnının ağrıdığını düşündüğünde, bunu düşünen kimdir?
- O da ben.
- Evet çünkü bir an karnı ağnyan, bir an düşünen kişi hep o tek insan, sensindir. Spinoza
etrafımızdaki her şeyin aynı şekilde Tann ya da doğanın bir ifadesi olduğunu düşünüyordu.
Düşündüğümüz her şey de Tann'nm ya da doğanın düşünceleriydi. Çünkü her şey birdi. Tek
bir Tann, tek bir doğa ya da tek bir töz vardı.
- Ama bir şey düşünürken, düşünen benimdir. Hareket ederken ben hareket ederim. Niye
durup durup işin içine Tan-n'yı kanştınyorsun?
- Kendini konuya kaptmşın hoşuma gidiyor! Peki ama sen kimsin? Sen Sofi Amundsen'sin
ama aynı zamanda kendinden fok daha büyük bir şeyin ifadesisin. Düşünen ya da hareket
edenin sen olduğunu söyleyebilirsin elbette, ama senin dü-
285
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
SPİNOZA
şüncelerini doğanın düşündüğünü ya da sende hareket edenin doğa olduğunu da söyleyemez
misin aynı zamanda? Her şey hangi gözlükle baktığına bağlıdır aslında.
- Kendi kendim üzerinde söz hakkım olmadığını mı söylemek istiyorsun?
- Hem evet, hem hayır. Baş parmağını istediğin gibi hareket ettirebilme özgürlüğüne sahipsin
belki ama parmağın ancak doğasına uygun olarak hareket edebilir. Elinden kopup odada
dönüp durmaya başlayamaz örneğin! İşte senin de bütünün içinde bir yerin var çocuğum. Sen
Sofi'sin ancak aynı zamanda Tanrı'nın vücudunda bir parmaksın.
- O zaman her yaptığımı Tanrı belirliyor, öyle mi?
- Ya da doğa veya doğa yasaları! Spinoza'ya göre Tanrı -ya da doğa yasaları- olan biten her
şeyin içsel nedenidir. Tanrı dışsal bir neden değildir, çünkü ifadesini yalnız ve yalnız doğa
yasaları aracılığıyla bulur.
- Farkı görebildiğimi pek sanmıyorum.
- Tanrı ipleri çekerek olan biteni belirleyen bir kukla oynatıcısı değildir. Kukla oynatıcısı
kuklaları dışarıdan yönetir, dolayısıyla kuklaların hareket etmesinin "dışsal nedeni"dir. Ama
Tanrı dünyayı böyle yönetmez. Tanrı dünyayı doğa yasaları aracılığıyla yönetir. Bu yüzden
Tanrı -ya da doğa- olan biten her şeyin "içsel nedeni"dir. Bu, doğadaki her şeyin
zorunluluklar sonucu böyle olduğunu söylemek anlamına gelir. Spino-za'nın doğaya bakışı
Gerekirci bir bakıştı.
- Bu sözü daha önce de kullanmıştın galiba...
- Stoacıları anımsıyorsundur belki de. Evet, onlar da her şeyin zorunluluk sonucu varolduğunu
söylemişlerdi. Bu yüzden başa gelen her şeyi "Stoacı dinginlik"le karşılamak son derece
önemliydi. İnsanlar kendilerini,duygularına esir etmemeliydi. Bu ana hatlarıyla Spinoza
ahlakı için de geçerliydi.
- Ne demek istediğini anlıyorum sanırım. Ama yine de
286
kendi kendim hakkında söz sahibi olmamayı kabul edemiyorum.
- Tekrar, bundan otuz bin yıl önce yaşamış Taş Devri oğlanına dönelim. Bu çocuk zamanla
büyüdü, okuyla vahşi hayvanlar avladı, bir kadına aşık oldu, ondan çocukları oldu ve
muhtemelen kabilesinin tanrılarına taptı. Bunlardan hangisini o belirledi sence?
- Bilmem.
- Ya da Afrika'daki bir aslanı düşün. Vahşi bir hayvan olmayı o mu seçmiştir sence? Bu
yüzden mi antiloplara saldırır? Yoksa vejeteryan olmayı mı seçmeliydi?
- Olur mu! Aslan kendi doğası gereğince yaşar.
- Ya da doğa yasaları gereğince! Sen de öyle Sofi, çünkü sen de doğasın. Tabii bu noktada -
Descartes'dan da destek alarak-itiraz edebilirsin ve hayvanlarla insanların farklı olduğunu,
hayvanların özgür iradeden yoksun olduğunu söyleyebilirsin. Ama yeni doğmuş bir bebeği
düşün. Bağırıp çağıran bebek süt bulamazsa parmağını emer. Bu bebeğin özgür iradesinden
söz edilebir mi?
- Hayır.
- Bu küçük bebeğin ne zaman özgür iradesi olur? İki yaşına gelince sağı solu göstererek
koşuşturur durur. Üç yaşına geldiğinde dırdırıyla annesinin başını şişirir. Dört yaşında aniden
karanlıktan korkmaya başlar. Özgürlük bunun neresindedir Sofi?
- Bilmiyorum.
- On beş yaşında aynanın önüne geçip makyaj denemelerine başlar. Kişisel kararlar alıp
istediği gibi davranmaya başladığı yaş bu yaş mıdır?
- Ne demek istediğini anlıyorum.
- O, Sofi Amundsen'dir. Elbette! Ancak o aynı zamanda doğanın kurallarına göre yaşar.
Önemli olan da şudur ki o bunun
287
SOFfNlN DÜNYASI
SPINOZA
farkında değildir, çünkü her yaptığının ardında son derece karmaşık nedenler yatar.
- Artık yeter sanırım!
- Son bir soru soracağım: Büyük bir bahçede iki ağaç düşün. Bir tanesi bahçenin güneş alan
köşesinde, verimli bir toprak parçasında, diğeriyse gölgelik ve verimsiz bir alanda yetişiyor
olsa, hangisi daha çok büyür? Hangisi daha çok meyve verir?
- Tabii ki yetişme koşulları daha iyi olan daha çok büyür.
- Spinoza'ya göre bu özgür bir ağaçtır. İçindeki olanakları geliştirme özgürlüğüne sahiptir.
Ama bu bir elma ağacıysa dallarında armut ya da erik taşıyamaz. Biz insanlar için de bu
böyledir. Örneğin politik bir takım koşullar sonucu kişisel gelişmemiz engellenebilir. Bu
şekilde dış bir güç bizi gelişmekten alıko-yar. Ancak içimizde varolan olanakları "özgürce"
geliştirebildiğimiz sürece özgür bir insan olarak yaşayabiliriz. Ama bizler de tıpkı Ren
Vadisi'ndeki Taş Devri genci, Afrika'daki aslan ya da bahçedeki elma ağacı kadar içimizde
bulunan olanaklar ve dışımızdaki koşullarca belirleniriz.
- Tümüyle pes etmeme az kaldı.
- Spinoza tümüyle "kendi kendinin nedeni" olan ve sınırsız bir özgürlükle hareket edebilen tek
bir varlık olduğunu söyler. Böyle özgür ve "rastlantısal olmayan" bir sürecin ifadesi olan tek
varlık Tann ya da doğadır. İnsan dış bir gücün etkisinde kalmadan özgür olabilmek için ne
kadar uğraşırsa uğraşsın, böylesi bir "özgür irade"yi hiçbir zaman elde edemez. Bedenimizde
olan biten her şeyi -ki bedenimiz maddenin bir yüklemidir- denetleyemeyiz. Düşüncelerimizi
de kendimiz "seçmeyiz". Dolayısıyla insan "özgür bir ruh"a sahip değildir; ruhumuz mekanik
bir bedene hapsolmuş gibidir adeta.
- Bunu pek anlayamadım.
- Spinoza, bizi gerçek mutluluğa ve uyuma varabilmekten alıkoyanın ihtiras ve şiddetli arzular
olduğunu söyler. Oysa her
288
gevin zorunluluklardan kaynaklandığını kabul edersek, doğayı sezgisel bir şekilde ve bir
bütün olarak kavrayabiliriz. O zaman her şeyin birbirine bağımlı olduğu, evet her şeyin
aslında tek bir şey olduğu bir kristal parlaklığında kendini duyurur. Amaç, varolan her şeyi
tek bir bütün halinde algılayabilmektir. gn yüce mutluluğa ve huzura ancak böylelikle
varabiliriz. Spi-noza'nm her şeyi "sub specie aeternitatis" görmek diyerek kastettiği de buydu.
- Yani?
- Yani, her şeyi "sonsuzluğun bakış açısından" görmek. Biz de konumuza bu cümleyle
başlamamış mıydık zaten?
Alberto bunları söyledikten sonra kalkıp kitaplıkta duran koca bir meyve tabağını aldı. Tabağı
sehpaya koydu.
- Gitmeden bir meyve almak istemez misin?
Bunun üzerine Sofi tabaktan bir muz, Alberto da yeşil bir elma aldı.
Sofi muzu soyarken birden haykırdı:
- Bu da ne? Burada bir şey yazıyor!
- Nerede?
- İşte, muz kabuğunun iç yüzünde. Siyah ispirtolu kalemle yazılmışa benziyor...
Sofi Alberto'ya doğru eğilmiş, ona muzu gösteriyordu. Alberto yazıyı yüksek sesle okudu:
"İşte yine ben, Hilde! Gördüğün gibi ben her yerdeyim sevgili kızım. Yaşgünün kutlu olsunl"
- Aman ne komik! dedi Sofi.
- Gitgide daha üçkâğıtçı oluyor bu adam!
- Ama... ama bu olanaksız! Lübnan'da muz yetiştiriliyor mu sence?
Alberto başını salladı.
- Bu muzu yiyecek filan değilim en azından!
- Yeme, kalsın. Soyulmamış bir muz kabuğunun içine yazı
289
SOFÎ'NİN DÜNYASI
yazarak kızının yaşgününü kutlayan bir adamın aklı pek sağlam sayılmaz. Ama oldukça zeki
olduğunu da kabul etmek lazım...
- Hem kaçık, hem zeki...
- Öyleyse Hilde'nin zeki bir babası olduğunu işte şu an ilan etmiş oluyoruz, öyle mi?
- Evet, demin ben de dedim ya! O zaman son görüşmemizde sana beni Hilde diye çağırttıran,
ağzımıza sözcükleri tıkıştıran da o olabilir.
- Evet, hiçbir olasılığı dışlamamalıyız. Ama her şeyden de
şüphe etmeliyiz.
- Ne biliyoruz, tüm hayatımız aslında bir rüyadır belki de!
- Ama hemen sonuçlar çıkarmaya başlamayalım. Her şeyin çok daha basit bir açıklaması
olabilir.
- Öyle veya böyle, artık eve gitmeliyim. Annem bekler. Alberto Sofi'yi kapıya kadar geçirdi.
Tam giderken:
- Tekrar görüşmek üzere Hilde! dedi. Ve kapıyı kapadı.
LOCKE
.öğretmen sınıfa girmeden önce yazısız ve bomboş duran bir karatahta gibi...
Sofi eve geldiğinde saat sekiz buçuktu. Bu annesiyle anlaşmasını bir buçuk saat geciktirmiş
o.lduğu anlamına geliyordu. Aslında anlaşma da denemezdi ya! Tek yaptığı bir not bırakıp
yemeğe gelmeyeceğini, saat yedide evde olacağını söylemek olmuştu.
- Bu iş burada biter, Sofi! Santralı arayıp, şehrin eski semtlerinde oturan Alberto diye birinin
telefonunu öğrenip öğrenemeyeceğimi sormak zorunda kaldım. Telefon memurelerinin
maskarası oldum!
- Daha önce gelmem mümkün olmadı. Tam büyük bir bilmeceyi çözme aşamasındayız
sanıyorum!
- Saçmalık!
- Hayır, gerçekten öyle.
- Onu bahçede yapacağımız partiye davet ettin mi?
- Hay Allah, unuttum!
- Artık sahiden onunla karşılaşmayı talep ediyorum! En geç yarın! Genç bir kızın yaşlı bir
adamla bu şekilde buluşması doğru değil.
- Aslında Alberto'dan çekinmen çok yersiz. Hilde'nin babasından korksan neyse!
- Hilde de kim?
- Lübnan'daki adamın kızı. Gerçekten kötü bir adam o. Tüm dünyayı kontrol ediyor bile
olabilir...
- Beni bir an önce şu Alberto ile tanıştırmazsan, seni onunla
290
291
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
görüşmekten men ederim. Hiç olmazsa neye benzediğini görmedikçe içim rahat etmeyecek.
Birden Sofi'nin aklına bir fikir geldi. Koşarak odasına gitti.
- Nereye gidiyorsun? diye seslendi annesi arkasından. Çok geçmeden Sofi oturma odasına
geri gelmişti.
- Hemen, şu an onun neye benzediğini görebileceksin. Ama umarım ondan sonra artık beni
rahat bırakırsın!
Bu arada elindeki video kasetini sallıyordu. Sonra kaseti videoya koydu.
- Sana kaset de mi verdi?
- Karşınızda Atina...
Çok geçmeden Akropolis'den görüntüler ekranda birbirini izlemeye koyuldu. Alberto ekranda
doğrudan Sofiyle konuşmaya başladığında annesi nefesi kesilmiş bir halde olanları izliyordu.
Birden Sofi çoktan unutmuş olduğu bir şeyi farketti. Akro-polis, farklı farklı turlardan
insanlarla kaynıyordu. Bunlardan birinin arasında küçük bir pankart göze çarpıyordu.
Pankartta "HİLDE" yazılıydı.
Alberto Akropolis'de gezintisini sürdürüyordu. Şimdi de giriş kapısındaki merdivenlerden
aşağı inerek, Pavlus'un Atinalılara seslendiği Areopagos tepesinde yerini alıyordu. Sonra eski
meydanda durup Sofi'yle konuşmasını sürdürdü.
Annesi videonun karşısında oturmuş, yarım yamalak cümlelerle yorumlar yapıyordu:
- Olamaz... bu mu Alberto? İşte yine şu tavşan meselesi... Ama... gerçekten seninle konuşuyor
bu adam! Pavlus'un Atina'ya gitmiş olduğunu bilmiyordum...
Kasette eski Atina'nın harabelerin içinden yeniden doğuşunun olduğu bölüm yaklaşıyordu.
Sofi o arada hemen bandı durdurdu. Annesine Alberto'yu göstereceğini söylemişti ve işte
göstermişti. Platon'u görmese de olurdu!
292
LOCKE
Odada çıt çıkmıyordu.
- Tipi pek fena sayılmaz, ne dersin? dedi Sofi alaycı bir tavırla.
- Onu bilmem ama, daha henüz tam anlamıyla tanımadığı bir kız için Atina'da film çeken bir
insan oldukça ilginç bir kişi olmalı. Ne zaman Atina'daymış acaba?
- Hiçbir fikrim yok.
- Bir şey daha aklımı kurcalıyor... -Ne?
- Bir zamanlar ormandaki küçük kulübede yaşamış Binbaşıyı andırıyor bu adam.
- O zaman belki de odur anne...
- Ama onu on beş yıl kadardır kimsenin gördüğü yok!
- Belki de başka ülkelere gitmiştir, Atina'ya filan örneğin... Annesi 'olamaz' anlamında başını
salladı:
- Ben onu 70'li yıllarda gördüğümde ancak bu şimdi gördüğüm Alberto'nun yaşlanndaydı.
Yabancı bir soyadı vardı galiba...
- Knox mu?
- Belki de... Evet, Knox olabilir soyadı.
- Yoksa Knag'mıydı?
- Şimdi kafam iyice karıştı... Knox kim, Knag kim?
- Biri Alberto, biri HiJde'nin babası.
- Kafam iyice allak bullak oldu!
- Karnım acıktı. Yemek var mı evde?
- Köfteyi ısıtabilirsin.
Sofi bundan sonraki iki hafta Alberto'dan hiçbir haber almadı. Hilde'ye yollanmış bir yaşgünü
kartı daha geçti eline, ama kendi yaşgünü iyice yaklaşmış olmasına rağmen ona tek bir kart
bile yollayan olmamıştı.
Bir gün öğleden sonra Alberto'nun evine gitti. Kapıyı çal-
293
SOFfNİN DÜNYASI
LOCKE
mış, açan olmamıştı. Demek ki evde değildi, ancak kapıda bir not asılıydı:
Yaşgünün kutlu olsun Hilde! Şu an yepyeni bir dönemin eşiğinde duruyoruz. Gerçeklik anı
geldi çattı kızını. Her aklıma geldiğinde gülmekten altıma ediyorum neredeyse. Tabii her
şeyin açıklaması Berkeley'de. İyi izlemeye devanı et.
Sofi kapıdan kağıdı çıkarıp giderken Alberto'nun posta kutusuna attı.
Hay Allah! Alberto tutup yine Atina'ya gitmemişti inşallah! Bunu nasıl yapar, nasıl onu
cevaplanmamış bunca soruyla başbaşa bırakırdı!
14 Haziran günü okuldan geldiğinde Hermes'i bahçede buldu. Sofi ona koştu, Hermes de ona.
Tüm soruların cevabı on-daymış gibi Hermes'e sıkı sıkı sarıldı.
Yine annesine bir not yazdı. Ama bu kez Alberto'nun adresini de eklemeyi ihmal etmedi.
Yürürlerken ertesi günü düşünmeye başladı. Kendi yaşgü-nü değildi düşündüğü. Zaten
yaşgününü 24 Hazirandan önce kutlamayacaklardı. Yarın asıl Hilde'nin de yaşgünüydü. Sofi
bu günün çok özel bir gün olacağına yüzde yüz emindi. En azından Lübnan'dan gelen
kartların sonu demek olacaktı bu gün.
Büyük Meydandan geçmiş, şehrin o eski semtine yaklaşırlarken bir çocuk parkının yanından
geçiyorlardı. Hermes parktaki bir bankın yanına gidip orada durdu. Sanki Sofı'nin banka
oturmasını ister gibiydi.
Sofi banka oturdu. Gözlerini Hermes'inkilere dikerek, boynunu usul usul okşamaya koyuldu.
Köpek birden titremeye başladı. Şimdi garanti havlayacak, diye düşündü Sofi.
Çeneleri titredi ama Hermes ne hırladı, ne de havladı. Ağ-
294
zını açıp: <
- Yaşgünün kutlu olsun Hilde! dedi.
Sofi donakaldı. Köpek konuşmuş muydu?
Olamazdı. Aklında Hilde olduğu için köpeğin konuşup ona Hilde dediğini hayal etmişti. Ama
ta içinden, Hermes'in kendisine bu dört sözcükle konuşmuş olduğunu biliyordu. Boğuk ve
yankılı sesini duymuştu Hermes'in.
Hemen ardından her şey eski haline dönmüştü. Hermes sanki biraz önce olanları örtbas etmek
istercesine birkaç kez yüksek sesle havladıktan sonra.yoluna devam etti. Alberto'nun evine
gelip apartmandan içeri girerlerken Sofi başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Bütün gün güzel
geçen hava şimdi kötülemiş, gökyüzünü gri bulutlar kaplamaya başlamıştı.
Alberto kapıyı açar açmaz Sofi:
- Nezaketin hiç gereği yok! Kpca bir aptalsın ve sen de çok iyi farkındasın bunun!
- Yine ne oldu çocuğum?
- Ne olacak, şimdi de Hermes'e konuşmayı öğretmiş bizim Binbaşı!
- Vay canına, bu kadar ileri gidebiliyor demek!
- Yaa, demek gidebiliyor!
- Hermes ne dedi peki?
- Tahmin et!
- "Yaşgünün kutlu olsun" gibisinden bir şey demiştir herhalde.
- Tam isabet!
Alberto Sofiyi içeriye buyur etti. Bugün de değişik bir kıyafete bürünmüştü. Bir önceki
giysilerine benziyordu bunlar da, ama bu kez pek öyle kurdeleler, şeritler, dantellerle süslü
değillerdi.
- Bir şey daha var üstelik! -Ne?
295
8
03
en O-
I ı
z a
Cfl
"— " ar1 _
p3
SOFi'NİN DÜNYASI
olarak çıkar.
- Ve altın da gerçek deneyimlerdir, öyle mi?
- En azından insanların deneyimlerine dayandırılabilen düşüncelerdir. Britanya Empiristleri,
insanların yarattığı tüm kavramların gerçek deneyimlere dayandırılıp dayandırılamayacağını
araştırmaya büyük önem veriyorlardı. Şimdi bunları sırayla görelim...
- Haydi öyleyse!
- Bunların ilki, 1632-1704 yıllarında yaşamış olan John Locke idi. "An Essay Concerning
Human Understanding" adlı en önemli kitabı 1690'da yayınlandı. Locke bu kitabında iki
sorunun yanıtını bulmaya çalışır: insanların düşünce ve kavramlarının nasıl oluştuğunu ve
duyularımıza güvenip güvene-meyeceğimizi.
- Projeye bak, projeye!
- Bu soruları teker teker ele alalım. Locke tüm düşünce ve kavramlarımızın görüp
duyduklarımızdan oluştuğuna inanır. Bir şeyi duyumsamadan önce bilincimiz bir "tabula
rasa",.yani "boş bir levha"dır.
- Latince karşılıkları atlasak da olur yani!
- Bir şeyi duyumsamadan önceki bilincimiz, öğretmen sınıfa girmeden önce yazısız ve
bomboş duran bir karatahtaya benzetilebilir. Locke bilinci döşenmemiş bir odaya da benzetir.
Ancak sonra duyumsamaya başlarız. Çevremizdeki dünyayı görür, koklar, tadar, dokunur ve
işitiriz. Ve bunu en iyi yapanlar küçük çocuklardır. Böylelikle Locke'un temel duyumlar
dediği şeyler oluşur. Ancak bilinç bu dış izlenimleri yalnızca, edilgen bir biçimde almakla
yetinmez. Bilinç bu temel duyumları düşünme, yargılama, inanç ve şüphenin süzgecinden
geçirir ve böylelikle yansıma fikirler oluşur. Dolayısıyla Locke "duyumsama" ve "yansıma"yı
birbirinden ayırır. Çünkü bilincimiz yalnızca pasif bir alıcı değildir; üzerine akın eden
duyumsal izle-
298
LOCKE
nimlerini sınıflar ve üzerinde düşünür. İşte tam bu noktada uyanık olmak gerekir.
- Uyanık olmak mı?
- Locke duyularımız aracılığıyla edindiğimiz yegâne şeyin temel izlenimler olduğunu
vurgular. Örneğin bir elma yerken, "elnıa"mn tümünü tek bir izlenimle duyumsamam.
Gerçekte bunun gibi pek çok temel izlenim edinirim: elmanın yeşil olduğu, güzel koktuğu,
sulu ve ekşi olduğu gibi. Ancak bir sürü elma yedikten sonra "bir elma" yediğimi
düşünebilirim. Locke'a göre ancak o zaman "bir elma"nm ne olduğuna dair bileşik bir
kavrayışa ulaşmışımdır. Çocukken ilk kez elma yediğimizde henüz böyle bir kavrayışımız
yoktur. Yeşil olduğunu görmüş, tadı ne güzel, hımm... ama biraz da ekşiymiş demişizdir.
Zamanla bu tip duyumsamaları bir araya getirip "elma", "armut", "portakal" kavramlarını
oluştururuz. Ancak etrafımızdaki maddi dünyayla ilgili tüm bilgilerimiz esas olarak
duyularımızdan kaynaklanır. Temel izlenimlere indirgenemeyen her türlü bilgi yanlış bilgidir
ve kaldırıp atılması gerekir.
- Görüp işittiklerimizin, koklayıp tattıklarımızın duyum-sadığınıız şekliyle varolduklarını
söyleyebiliriz en azından...
- Hem evet, hem hayır. Locke'un cevap aradığı ikinci soru da budur. Fikir ve kavramlarımızın
nasıl oluştuğunu yanıtladıktan sonra, dünyanın gerçekten bizim duyumsadığımız gibi olup
olmadığını sorgular. Çünkü bu çok açıkça yanıtlanabilecek bir soru değildir, Sofi! Yanıt
verirken aceleci olmamalıyız. Bir filozofun yapmaya hakkı olmadığı tek şeydir bu.
- Ağzımı bile açmıyorum.
- Locke "birincil" ve "ikincil" nitelikler arasında bir ayrım gözetiyordu. Ve bu noktada
Descartes gibi kendinden önceki bazı filozoflara başvuruyordu.
-Nasıl?
-Birincil nitelikler şeylerin maddesi, ağırlığı, biçimi, hare-
299
i^j
SOFİ'NIN DÜNYASI
LOCKE
keti ve sayısı gibi niteliklerdir. Bu nitelikler söz konusu oldu-ğunda duyulanmıza
güvenebiliriz. Ancak şeylerin tatlı-ekşi yeşil-kırmızı, sıcak-soğuk gibi ikincil nitelikleri vardır
ki bun-lan da duyulanınızla algılanz. Renk, koku, tad ya da ses gibi bu tür niteliklere ait
duyumsamalarımız, şeylerin içinde olan, gerçek nitelikleri yansıtmaz. Yalnızca dış
gerçekliğin duyulanınız üzerindeki etkisini yeniden üretir.
- Zevkler ve renkler tartışılmaz!
- Evet, tam da öyle! Büyüklük ya da ağırlık gibi birincil nitelikler konusunda herkes hemfikir
olabilir, çünkü bunlar şeylere içkin niteliklerdir. Oysa renk ye tad gibi ikincil nitelikler,
canlının algılama doğasındaki farklara paralel olarak hayvandan hayvana, insandan insana
çeşitlilik gösterir.
- Jorün'ün portakal yiyişine baksa limon yiyor sanır insan. Portakalı ancak dilim dilim yer.
Yedikçe de "Çok ekşi!" der. Halbuki bence aynı portakal oldukça tatlı ve güzeldir.
- Ve bunda ne biriniz haklıdır ne diğeriniz. Sadece portakalın sizde uyandırdığı duyguyu dile
getiriyorsunuzdur o kadar. Renkleri algılayışımız da böyledir. Kırmızının belli bir tonunu
sevmiyor olabilirsin. Jorün de gidip kendisine bu renkte bir elbise almışsa, elbise konusundaki
fikrini kendine saklasan iyi edersin! İkinizin bu rengi algılayışı farklıdır ve elbise bu yüzden
ne güzel sayılabilir ne de çirkin.
- Ama herkes portakalın yuvarlak olduğunda hemfikirdir.
- Evet. Hiç kimse yuvarlak bir portakalın küp şeklinde olduğunu söyleyemez. Tatlı ya da ekşi
olduğunu "düşünebilir" insan ama 200 gram geliyorsa sekiz kilo olduğunu "düşünemez".
Portakalın birkaç kilo olduğunu "sanabilirsin" elbette, ama o zaman tahmin gücün pek sağlam
değil demektir. Bir şeyin kaç kilo olduğu tahmin edilecek olsa, birinin tahmini hep gerçeğe
diğerlerinden daha yakın olacaktır. Şeylerin sayısı söz konusu olduğunda da durum böyledir.
Kavanozda ya 986 nohut vardır
300
ya da yoktur. Hareket de böyledir. Araba ya hareket ediyordur ya da duruyordur.
- Anlıyorum.
- "Uzantısal" gerçeklik konusunda Locke da Descartes gibi insanın bir takım nitelikleri ancak
aklıyla kavrayabileceğine inanır.
- Zaten üzerinde pek anlaşılamayacak türden bir şey de değil bu!
- Locke başka bir takım alanlarda da sezgisel ya da "tanıt-sal" bilginin varlığını kabul
ediyordu. Örneğin bir takım ahlak kurallarının herkes için geçerli olduğunu söylüyordu. Bir
başka deyişle doğal hak diye bir şeyin varolduğunu savunuyordu ki bu da onun düşüncesinde
Usçu bir öğeydi. Bir başka Usçu öge de Tanrı'nın varlığının insan aklına uygun olduğunu
düşünmesiydi.
- Belki de haklıydı.
- Hangi konuda?
- Tann'nın varlığı konusunda.
- Haklı olduğu düşünülebilir elbette. Ancak o bunu bir inanç meselesi olarak görmüyordu.
Tann fikrinin insan aklından doğduğunu öne sürüyordu. Ve işte buydu onun Usçu yanı.
Ayrıca fikir özgürlüğü ve hoşgörüden yana olduğunu da eklemeliyim. Savunduğu bir başka
konu da cinslerin eşit olduğuydu. Erkeğin kadından üstün olduğu düşüncesini yaratan insanın
kendisidir, dolayısıyla bu fikri değiştirebilecek olan da yine insandır, diyordu.
- Aynı fikirdeyim.
- Locke yakın dönemin cinslerin eşitliği konusuyla ilgilenen ilk filozoflarından biridir. Kadınerkek
eşitliği konusunda önemli bir rol oynayan, adaşı John Stuart Mili üzerinde büyük etkisi
olmuştur. Locke, genel olarak, 18. yüzyıl Fransız Aydınlanma Çağı'nda serpilip gelişen pek
çok düşüncenin babası ol-
301
SOFİ'NİN DÜNYASI
muştur. Örneğin güçlerin ayrımı ilkesinden ilk söz eden o olmuştur...
- Bu, devletin gücünün farklı kurumlar arasında bölüşülmesi anlamına geliyor, değil mi?
- Bunların hangi kurumlar olduğunu hatırlıyor musun?
- "Yasama gücü" veya bir başka deyişle Millet Meclisi. "Yargı gücü" ya da mahkemeler. Ve
"yürütme gücü" ya da hükümet.
- Gücün bu şekilde üçe ayrılışı Fransız aydınlanma filozofu Montesquieu'den kaynaklanır.
Locke, her şeyden önce, diktatörlüğe varmamak için yasama ve yürütme organlarının
birbirinden ayn olması gerektiğini dile getirmiştir. Locke tüm gücü kendinde toplayan ve
"Devlet benim!" diyen 14. Louis döneminde yaşamıştır. Bu görüşe de Mutlakiyetçilik
diyoruz. Çağımızda varolsa 14. Louis'nin yönetimini belli yasalara bağlı olmayan, rastgele bir
yönetim olarak adlandırırdık. Locke'a göre de yasal devleti sağlamanın ana yolu yasaları
halkın temsilcilerinin koymaları, bunları uygulayanın ise kral ya da hükümet olmasıydı.
302
HUME
...o zaman yakın gitsin...
Alberto bir süre öylece oturup sehpayı seyretti. Sonra dönüp camdan dışarıya baktı.
- Hava bulutlanıyor, dedi Sofi.
- Evet, sıkıntılı bir hava,
- Şimdi mi anlatacaksın Berkeley'i?
- Üç Britanya Empiristinden sırası gelen o, ama o bir çok bakımdan başlı başına bir grup
oluşturduğu için onu sona bırakıp şimdi David Hume dan bahsedeceğiz. 1711-1776 yıllarında
yaşamış olan Hume'un felsefesi, en önemli Empirisizm felsefesi olarak görülür. Böyle önemli
görülmesinin bir başka nedeni de büyük filozof Immanuel Kant'ı kendi felsefesini oluşturmak
konusunda esinlendiren bir filozof olmasıdır.
- Aslında Berkeley'i anlatmanı isterdim demem, bir şeyi değiştirmez değil mi?
- Hayır, değiştirmez. Hume İskoçya'da, Edinburgh yakınlarında büyüdü. Ailesi onun avukat
olmasını istiyordu, ama o "felsefe ve bilginin dışındaki her şeyi inanılmaz derecede itici
buluyordu". Aydınlanma Çağı'nın tam ortasında, Voltaire ve Rousseau gibi büyük Fransız
düşünürleriyle aynı zamanda yaşadı. Hayatının son yıllarını geçirdiği Edinburgh'a dönmeden
önce Avrupa'nın pek çok kentini gezdi. En önemli eseri olan "İnsanın Doğası Üzerine Bir
İnceleme"yi yazdığında 28 yaşındaydı. Bu kitabı daha 15 yaşındayken düşünmüş olduğunu
söyler kendisi.
- Elimi çabuk tutmam gerekiyor demek ki!
- Sen artık işe başlamış sayılırsın.
303
SOFİNİN DÜNYASİ
HUME
- Ama bir gün kendi felsefemi kuracak olursam, bu şimdiye dek duyduklarımın tümünden
farklı olacak.
- Şimdiye kadar duyduklarında eksikliğini hissettiğin şeyler mi var?
- Birincisi, şimdiye kadarki tüm filozoflar erkek. Ve anlaşılan erkekler kendi dünyalarında
yaşıyor. Ben gerçek hayatla ilgilenirdim daha çok: çiçeklerle, hayvanlarla ve doğup büyüyen
çocuklarla... Şu senin filozofların sürekli "insan"dari bahsediyor. Bak işte yine "insanın
doğası"na dair bir inceleme yazmış Hume. Ama bu "insan" hep orta yaşlı bir insan sanki.
Yaşam hamilelikle ve doğumla başlıyor ne de olsa, ama çocuk bezleriyle çocuk
ağlamalarından söz eden olmadı şimdiye kadar! Sevgi ve dostluktan da bahsedilmedi pek.
- Çok haklısın elbette. Ama tam da Hume olabilir biraz farklı düşünen. Herkesten çok o,
günlük yaşamdan alır çıkış noktasını. Üstelik kanımca Hume çocukların ya da yeni dünya
yurttaşlarının dünyaya nasıl baktıklarını çok iyi bilir.
- Dinleyelim bakalım öyleyse!
- Hume bir Empirist olarak görevinin, şu senin erkek filozofların yarattığı tüm karmaşık
kavramlar ve düşünce yapılarında şöyle bir temizlik yapmak olduğuna inanıyordu. Yazılıp
çizilenlerde hâlâ Ortaçağ düşüncesinden ve 17. yüzyıl Usçu düşüncesinden hurdalara
rastlandığını söylüyordu. Kendisi ise insanın dünyayı dolaysız algılayışına dönmek istiyordu.
Hiçbir felsefe "bizi günlük deneyimlerimizin ötesine götüremez veya bize günlük
yaşantımızdan edindiğimiz izlenimler üzerine düşünerek ulaştığımız davranış kurallarından
başka kurallar sağlayamaz" diyordu.
- Şimdiye kadar anlattıklarına bakılırsa pek fenaya benzemiyor bu Hume! Biraz örnek
verebilir misin peki?
- Hume'un yaşadığı zamanlarda meleklere inananlar çoktu. Melek kanatlı bir insan
görünümündedir. Sen hiç böyle bir
304
yaratık gördün mü Sofi?
- Hayır.
- Ama bir insan gördün, değil mi?
- îşte şimdi saçmaladın!
- Kanat da gördün, değil mi?
- Tabii, ama kanatlı bir insan görmedim.
- Hume'a göre "melek" "bileşik bir kavram"dır.. Gerçekte değil, insanın hayalgücünde bir
araya gelmiş iki farklı deneyimden oluşmaktadır. Bir başka deyişle derhal bırakılıp atılması
gereken, yanlış bir inanıştır. Bu şekilde tüm düşünce ve inanışlarımızı bir bir gözden
geçirmemiz gerekir. Kitaplarımızı da böyle gözden geçirmeliyiz. Çünkü şöyle der Hume:
"Elimizde tuttuğumuz kitaba bakıp kendimize soralım: Bu kitap büyüklük ya da sayıya dair
soyut bir uslamlama içeriyor mu? Hayır. Olgu veya varoluşa dair deneysel bir uslamlama
içeriyor mu? Hayır. O zaman yakın gitsin, çünkü boş inan ve yanılsamadan başka bir şey
içeriyor olamaz böyle bir kitap!"
- Oldukça keskin bir tutum!
- Ama tüm bunların gerisinde dünya olduğu gibi duruyor-dur, Sofi. Her zaman olduğundan
daha canlı, daha açık seçik. Hume düşüncelerin bilinçte henüz oluşmadığı dönemlere,
çocukların dünyayı algılayış biçimine geri dönmek ister. Şimdiye dek ele aldığımız
filozofların kendi dünyalarına kapanmış yaşadıklarını, seni ise en çok gerçek dünyanın
ilgilendirdiğini söylememiş miydin?
- Evet, buna benzer bir şeydi söylediğim.
- Hume da aynı şeyi söylerdi. Ama gel, onun düşüncelerini biraz daha derinlemesine
inceleyelim.
- Bekliyorum.
- Hume, insanın iki tür algılayış biçimine sahip olduğunu söyleyerek işe başlar. Bunlar
izlenim ve fikirlerdir. "İzlenim" dış gerçekliğin anlık algılanışıdır. "Fikir" ise bu tür bir
izlenimi
305
SOFİ'NİN DÜNYASI
HUME
yeniden anımsamaktır.
- Birkaç örnek veriniz lütfen!
- Sobaya değip elini yakarsan, o an bir "izlenim" edinirsin. Bir zaman sonra elini yaktığını
hatırlarsın. Hume'un "fikir" dediği de budur. Bu ikisi arasındaki fark, izlenimin, izlenimi
anımsayan fikirden çok daha güçlü, çok daha canlı olmasındadır. Duyumsal izlenimin özgün
örnek, "fikir" ya da izlenimin anısının bunun soluk bir kopyası olduğunu da söyleyebiliriz.
"İzlenim", bilinçte muhafaza edilen "fikir"in doğrudan nedenidir de ondan!
- Şimdiye kadar söylediklerini izleyebildim.
- Hume bundan sonra, "izlenim" ve "fikir"in basit ya da bileşik olabileceğini söylüyor.
Locke'dan bahsederken verdiğimiz elma örneğini hatırlıyorsundur. Elmanın doğrudan, anlık
kavranışı böyle "bileşik bir izlenim"dir. Bilinçteki elma kavramı da "bileşik bir fikir"dir.
- Sözünü kesiyorum, ama gerçekten önemli mi bu?
- Önemli mi? Tabii önemli. Filozoflar zaman zaman bir takım yapay problemlerle uğraşmış
olabilirler ama, bu bizim bir muhakemenin oluşma sürecini izleme çabamızı hiçbir zaman
engellememeli. Hume da, Descartes'la bir fikri temelinden oluşturmak gerektiği konusunda
hemfikirdi kuşkusuz.
- Pekâlâ, sorumu geri alıyorum.
- Hume'un altını çizdiği konu, bazen gerçekte böyle olmadığı halde "fikirleri" aklımızda
birleştirebildiğimizdir; yanlış fikirler, doğada bulunmayan kavramların da böyle doğduğudur.
Buna bir örnek olarak meleklerden sözetmiştik. Daha önce "fimsah"dan da bahsetmiştik
hatırlıyorsan. Yine bir başka örnek mitolojideki kanatlı at, Pegasos'dur. Tüm bu örneklerde
bilincimizin onu alıp bununla, bunu alıp sununla, kanatları bir izlenimden, atı bir başkasından
alıp bu ikisini birbiriyle dilediği gibi kesip birleştirmiş olduğunu kabul etmeliyiz. Tüm bu
306
parçalar bir zamanlar gerçek birer "izlenim" olarak belleğin tiyatrosunda oynamışlardır.
Bilinçse bunları istediği gibi alıp birleştirmiş, bu şekilde sahte "fikirler" ya da kavramlar
yaratmıştır.
- Anlıyorum. Üstelik bunun önemli olduğunu da görebiliyorum sanırım.
- Güzel! Yani Hume her bir kavramı ele alıp, bunun gerçek hayatta karşılığının bulunup
bulunmadığını araştırıyordu. "Bu fikir hangi izlenimden kaynaklanıyor?" diye soruyordu.
Bunu yaparken her şeyden önce bileşik bir kavramın hangi "basit fikirlerin" bir bileşimi'
olduğunu bulması gerekiyordu. Bu şekilde insan kavrayışını çözümlemek için bir yöntem
geliştirmiş oluyordu. Amacı fikirlerimize, kavramlarımıza bir çekidüzen getirmekti.
- Yine biraz örnek verir misin?
- Hume'un yaşadığı çağda "dennet"in ya da "Yeni Kudüs"ün ne olduğunu iyi bildiğini
sananlar çoktu. Descartes'ın, bir şey insan aklı için ne denli "açık-seçik"se, o şeyin gerçekten
varolması o denli olasıdır, dediğini hatırlıyor musun, bilmem.
- Daha önce de söylediğim gibi, pek unutkan sayılmam!
- Biraz düşününce "cennet"in son derece bileşik bir kavram olduğunu kolayca görebiliriz. Bu
öğelere şöyle birkaç örnek verebiliriz: "Cennet" "incilerle süslü kapılar", "altından yollar",
sayısız "melekler" vesaire ile doludur. Aslında "incili kapılar", "altın yollar" ve "melekler" de
bileşik kavramlardır ve kendi bileşenlerine ayrılabilir. Cennet kavramımızı, "inci", "kapı",
"altın", "beyaz giyinmiş bir biçim" ve "kanat" gibi basit kavramlara ayırdıktan sonra, işte
ancak o zaman gerçekten bu "basit izlenimleri" yaşayıp yaşamadığımızı kendimize sorabiliriz.
- Ve buna cevabımız "evet" olur. Ama biz tüm bu "basit izlenimleri" alıp hayali bir şey
oluşturacak biçimde biraraya getirmişizdir.
307
SOFfNİN DÜNYASI
- Evet, işte sen de görebiliyorsun bunu. Biz insanların en iyi yaptığı şeylerden biridir hayal
görürken kesip yapıştırmak! Ancak Hume'un üzerinde durduğu nokta, sonuçta hayali şeyleri
oluştursalar da bu öğelerin şu ya da bu biçimde bilincimize "basit izlenimler" olarak
girdikleridir. Hayatında hiç "altın" görmemiş bir insan altından bir yol hayal de edemez.
- Doğrusu oldukça akıllı biriymiş bu Hume! Peki, Tanrının varolduğuna dair içinde açık-seçik
bir duygu olduğunu söyleyen Descartes'a ne demeli?
- Hume'un buna da bir yanıtı var. Tanrı'yı sonsuz "zeki, akıllı ve iyi" bir varlık olarak
düşündüğümüzü esas alırsak, Tann'nın sonsuz zeki, sonsuz akıllı ve sonsuz iyi bir şeyden
oluşan, "bileşik bir düşünce" olduğunu söyleyebiliriz. Zekâ, akıl ve iyiliği hiç yaşamamış
olsaydık, böyle bir Tanrı kavramımız da olamazdı. Tanrıyı "sert ama adil bir baba" olarak
görme eğilimimiz de vardır. Bu da "sert", "adil" ve "baba"dan oluşan bileşik bir kavramdır.
Hume'dan sonra yaşamış pek çok tarih eleştirmenine göre, bu tam da çocukken kendi
babamızı algılayışımıza benzer. Olağan baba kavramı, "cennetteki baba" kavramını
hazırlamıştır, da denir.
- Bu doğru olabilir, ama Tann'nın mutlaka bir adam olması gerektiği görüşünü ben hiç kabul
edemiyorum. Annemin de eşitlik sağlamak için bazen Tanrı'ya Tanrıça dediği olur!
- Sonuç olarak Hume, duyusal izlenimlerde karşılığını bulmayan her türlü düşünce ve kavramı
elden geçirmek istiyordu. Amacı "çağlardır metafizik düşünceye hakim olmuş ve onun
itibarını sarsmış olan tüm bu anlamsız gevezeliği ortadan sil-mek"di. Oysa günlük
yaşantımızda geçerli olup olmadığını düşünmeden pek çok kavram kullanıyoruz. Örneğin,
"ben" ya da "kişiyi kişi yapan şey" kavramları... Bu kavram Descartes'ın felsefesinin temelini
oluşturuyordu. Tüm felsefesi varlığını açık-seçik duyuran bu kavramın etrafında
yükseliyordu.
308
HUME
- Umarım Hume benim ben olduğumu reddetmeye filan kalkmıyordur. Yoksa o da benim için
bir başka geveze olmaktan öteye gidemez!
- Sofi, bu felsefe kursundan öğrenmeni umduğum tek bir şey varsa, o da hemen ve acele
sonuçlara varmamandır.
- Pekâlâ, devam et.
- Hayır, ben devam etmeyeceğim. Senin "ben" olarak algıladığın şeyi Hume'un çözümleme
yöntemini kullanarak sen araştırmalısın.
- O halde öncelikle kendime "ben" kavramının basit mi yoksa bileşik bir kavram mı olduğunu
sormalıyım.
- Ve buna cevabın ne olur?
- İtiraf etmeliyim ki kendimi oldukça bileşik bir şey olarak görüyorum. Karamsar bir kişiliğim
vardır örneğin. Ayrıca oldukça kararsız biriyimdir. Üstelik aynı kişiden hem hoşlanıyor, hem
hoşlanmıyor olabilirim.
- Öyleyse "ben" kavramının "bileşik bir düşünce" olduğunu söyleyebiliriz.
- Tamam. Şimdi de kendi "ben"ime dair "bileşik bir izle-nim"im olup olmadığını sormalıyım.
Sanırım var. Sanırım hep olagelmiş bir şey bu...
- Emin olamadığın şeyler mi var?
- Sürekli değişiyorum. Bugün, dört yaşımdaki kendimden bambaşka biriyim. Duygularım ve
kendimi algılayışım andan ana değişiyor. Bazen de durup dururken kendimi "yepyeni bir
insan" olarak gördüğüm oluyor.
- Demek ki insanın değişmez bir kişiliği olduğu düşüncesi yanlış bir düşünce. "Ben" kavramı
gerçekte, hiçbir zaman hepsi birarada yaşanmamış, pek çok basit izlenimin oluşturduğu bir
zincirdir. Ben, "birbirini sonsuz bir hızla izleyen, her an değişim ve hareket halinde olan bir
algılar demetinden başka bir Şey değildir," der Hume. Bilinç "pek çok görüşün birbiri ardınca
309
SOPfNÎN DÜNYASI
HUME
kendini gösterdiği, geçip gittiği, tekrar geri döndüğü ve sayısız konum ve durumda iç içe
geçtiği bir tiyatrodur," der. Hume, gelip giden bu görüşler ve duyguların altında ya da
arkasında bir başka "kişiliğin" varolmadığını anlatmak ister. Sinema perdesindeki görüntülere
benzetilebilir bu durum: Film kareleri perdede birbirini son derece hızlı bir biçimde izler.
Öyle ki filmin aslında bu karelerin bir "bileşimi" olduğunu algılayanlayız. Kareler aslında
birbirinden bağımsızdır. Film aslında bu kısa anların bir toplamıdır.
- Sanırım, pes etmek durumundayım.
- Kişiliğin değişmez bir şey olduğu düşüncesinden vazgeçtiğin anlamına mı geliyor bu?
- Galiba.
- Ve daha birkaç dakika önce bunun tam tersine inanıyordun! Bu arada şunu da eklemeliyim
ki, Hume'un insan aklını çözümleyiş biçimini ve insan kişiliğinin değişmez bir şey olduğu
görüşünü reddedişini, bundan 2500 yıl önce, dünyanın bam başka bir köşesinde bir kişi daha
paylaşıyor.
- Kim bu kişi?
- Buddha. Hume ile Buddha'nın görüşlerindeki benzerlik neredeyse rahatsızlık verici
boyutlardadır. Buddha'ya göre yaşam, insanı sürekli dönüştüren bir zihinsel ve fiziksel
süreçler dizisidir. Çocuklukla büyüklük aynı şey değildir; dünkü benle bugünkü ben aynı şey
değildir. "Hiçbir şeye bu 'benimdir' diyemem," der Buddha ve devam eder: "hiçbir şeye bu
'benim diyemem." Yani "ben" diye bir şeyden, değişmeyen ve hep aynı kalan bir kişilikten
söz edilemez.
- Evet, tam da Hume'un dediklerine benziyor.
- Değişmeyen bir kişiliğin varolduğunu iddia eden.Usçula-rın çoğu, ölümsüz bir "ruh"
olduğuna da inanıyorlardı.
- Ve bu da yanlış bir düşünceydi, öyle mi?
- Hume'a da, Buddha'ya da göre yanlış bir düşünceydi. Bu-
310
müritlerine ölmeden önce söylediği SQn söz ne oldu biliyor musun?
- Hayır, nereden bileyim.
- "Bileşik her şey yokolmaya mahkûmdur," demiştir. Hume da aynı şeyi söylerdi belki. Hattâ
Demokritos da. Hume'un ruhun ölümsüzlüğünü ve Tann'nm varlığım ispatlamaya dair her
türlü çabaya karşı çıktığını söyleyebiliriz en azından. Ama bu, onun ruhun ölümsüzlüğünü ve
Tann'nın varlığını reddettiği anlamına gelmez. O dinsel inançların kanıtlanabileceğine dair
inanışın Usçu saçmalıktan ibaret olduğunu söyler yalnızca. Hume Hıristiyan olmamasına
rağmen tanrıtanımaz değildi. O, olsa olsa bir Bilinemezci idi.
- Ne demek "Bilinemezci"?
- "Bilinemezci" Tann'nın varolup olmadığını bilmeyen kişi demektir. Ölüm döşeğinde
kendisini ziyaret eden bir arkadaşı Hume'a ölümden sonra bir hayat olduğuna inanıp
inanmadığını sorar. Hume'un buna, "ateşe atılan bir kömür parçası yan-mayabilir de!" diye
cevap verdiği söylenir.
- Ya, demek öyle?
- Bu yanıt onun sonsuz önyargısızlığına tipik bir örnektir. Hume, yalnızca varlığını kesin bir
şekilde duyumsadığı şeylerin gerçek olduğuna inanırdı. Bunun dışındaki şeyler konusunda ise
her şeye açıktı. Ne Hıristiyanlığı, ne de mucizeleri reddediyordu. Ancak ona göre bu iki şey
tam da inançla ilgili, bilimle ya da akılla ilgisi olmayan şeylerdi. İnançla bilim arasındaki son
bağın Hume'un felsefesiyle sona erdiğini de söyleyebiliriz.
- Mucizelerin varlığını başlangıçtan reddetmiyordu dedin...
- Evet ama bu, mucizelere inandığı anlamına gelmez. Hattâ tam tersi! Ancak o insanların,
bugün bizim "doğaüstü" dediğimiz şeylere inanmaya büyük ihtiyaç duyduklarını vurgulamak
istiyordu. Ve bu tür inançlarda ortak olan şey, anlatı-
311
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
HUME
lan bu mucizelerin hep eskiden, çok eskiden gerçekleşmiş olduğudur. Hume bunları reddeder,
çünkü kendisi bunları bizzat yaşamamıştır. Öte yandan yaşamamış olması, bunların hiç
olmamış ya da hiç olmayacağı anlamına gelmez.
- Bunu biraz daha açabilir misin?
- Hume'a göre mucize, doğa yasalarının ihlali anlamına gelir. Ancak doğa yasalarını bizzat
duyumsadığımızı söylemek de anlamsızlık olur. Elimizden bıraktığımız bir taşın yere
düştüğünü duyumsarız; yok eğer düşmeseydi, düşmediğini du-yumsamış olurduk.
- Bana göre bu bir mucize ya da doğaüstü bir şey olmuş olurdu.
- Demek "doğa" ve "doğaüstü" diye iki tür doğa olduğuna inanıyorsun. Usçu gevezeliklere
yaklaşmış olmuyor musun böyle düşünerek?
- Olabilir, ama ben elden bırakılan taşın her zaman yere düşeceğine inanıyorum.
- Neden?
- Bence biraz gıcıklık ediyorsun şimdi.
- Gıcıklık etmiyorum. Bir filozof gıcıkbk olsun diye sormaz, ama daima soru sorar. Şu an
belki de Hume'un felsefesinin en önemli noktasından bahsediyoruz. Şimdi yanıt ver: taşın her
zaman yere düşeceğinden nasıl emin olabiliyorsun?
- Bunu öyle çok gördum ki, artık emin olabiliyorum.
- Hume bu konuda, taşın yere düşüşünü pek çok kere du-yumsamış olduğunu, ancak hep
düşeceğini duyumsamamış olduğunu söylerdi. Taşın "yerçekimi yasası"ndan ötürü yere
düştüğü söylenir. Oysa biz böyle bir yasayı hiçbir zaman duyumsa-mamışızdır. Biz yalnızca
şeylerin yere düştüğünü duyumsarız.
- Bu ikisi aynı şey değil mi?
- Hayır, pek değil. Taşın yere düşeceğine inandığını, çünkü bunu pek çok kez gördüğünü
söyledin. Hume'un altını çizmek
312
istediği nokta da tam bu noktadır. Bir şeyin bir başka şeyin sonucu olduğuna öyle
alışmışsındır ki, artık elinden ne zaman bir taş bıraksan taşın hep yere düşmesini beklersin.
"Karşı konulmaz doğa yasaları" dediğimiz kavram da böyle oluşmuştur.
- Hume yere atılan bir taşın yere düşmeyebileceğine inanıyor muydu gerçekten?
- Taşın her seferinde yere düşeceğinden en az senin kadar emindi kuşkusuz! Ancak o hiçbir
zaman taşın niçin yere düştüğünü duyumsayamayacağımızı anlatmak istiyordu.
- Yine çocuklarla çiçeklerden iyice uzaklaşmıyor muyuz?
- Hayır, tam tersi! Hume'a göre gerçekliğin esas tanıkları çocuklardır. Bir taş bir-iki saat
havada uçsa buna en çok kim şaşırırdı sence: sen mi yoksa bir yaşındaki bebek mi?
- Ben daha çok şaşırırdım.
- Neden Sofi?
- Herhalde bunun doğaya aykırı bir şey olduğunu bir bebekten daha çok anlayabildiğim için.
- Peki bunun doğaya aykırı bir şey olduğunu bir bebek niçin anlayamaz?
- Çünkü bebek henüz doğayı bilmiyordur.
- Ya da doğa onun için henüz bir alışkanlık olmamıştır.
- Nereye gelmek istediğini anlıyorum: Hume insanların , duygularını bilmelerini istiyordu.
- Öyleyse şu ödevi yanıtla: Sen ve bir bebek bir sihirbazın yaptığı numaralan, örneğin ağır bir
şeyi hiç desteksiz havada tutuşunu izleseniz, hanginiz bunu daha ilginç bulurdu?
- Ben daha ilginç bulurdum herhalde.
- Neden?
- Bunun ne acayip bir şey olduğunu ben anlayabilirdim de ondan.
- Pekâlâ. Demek ki doğa yasalannı henüz öğrenmemiş bir bebek, bu yasalann ihlal edilmesini
de ilginç bulamaz.
313
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Böyle de diyebilirsin.
- Hâlâ Hume'un felsefesinin en can alıcı noktasında bulunuyoruz. Hume, buna ek olarak
bebeğin henüz alışkanlıktan doğan beklentilerin bir kölesi olmadığını, yani bebeğin senden
çok daha önyargısız olduğunu da söylerdi. En büyük filozoflar çocuklardır belki de. Çocuklar
her konuya tarafsız yaklaşırlar. Ve bu, sevgili Sofi, bir filozofun en önemli özelliğidir.
Çocuklar dünyayı ne eksik ne de fazla, tam olduğu gibi algılarlar.
- Önyargılı olduğumu anladığım zaman bundan üzüntü duyuyorum.
- Hume alışkanlıkların gücünden bahsederken "nedensellik yasası" üzerinde yoğunlaşır. Bu
yasaya göre her şeyin bir nedeni vardır. Hume iki bilardo topunu örnek olarak kullanır. Siyah
bir bilardo topunu, hareketsiz durmakta olan beyaz bir bilardo topuna çarptırırsan ne olur?
- Beyaz top hareket etmeye başlar.
- Öyle mi? Peki neden?
- Siyah top ona çarptığı için.
- Bu durumda siyah toptan gelen çarpmanın, beyaz topun hareketinin nedeni olduğu söylenir.
Ama yine ancak duyumsa-dığımız bir şeyin kesin olarak öyle olduğunu söyleyebileceğimizi
anımsayalım.
- Ben bunu gerçekten pek çok kere duyumsadım. Jorün'le-rin bodrumunda bir bilardo masası
var.
- Hume duyumsadığm yegâne şeyin, siyah topun beyaz topa çarptığı ve beyaz topun masada
hareket etmeye başladığı olduğunu söyler. Beyaz topun hareket etme nedenini ise duyumsamazsın.
Bir olayın bir süre sonra bir başka olayı izlediğini du-yumsarsın, ancak ikinci
olayın birinci olaydan ötürü oluştuğunu duyumsamazsın.
- Bu biraz fazlaya kaçmak olmuyor mu?
- Hayır, önemli bir nokta bu. Hume, bir olayın bir diğerini
314
HUME
izleyeceği beklentisinin şeylerin özünde değil, bizim bilincimizde yer aldığını söylüyor. Ve
gördüğümüz gibi, beklenti alışkanlıkların sonucunda oluşan bir şey. Yine küçük bir bebek
olsa ve beyaz top siyahın çarpmasından sonra tümüyle hareketsiz durmaya devam etse, bebek
buna hiç şaşırmazdı. "Doğa yasaları" ya da "neden ve etki" dediğimiz şeyler "mantıkla değil,
alışkanlıkla ilgili şeylerdir. Doğa yasaları yalnızca vardırlar; onların mantıklı ya da mantıksız
olduğu söylenemez. Siyah top çarpınca beyaz topun hareket edeceği beklentisi doğuştan
gelme bir beklenti değildir. Dünyanın nasıl olduğu ya da dünyadaki nesnelerin nasıl
varolduğuna dair hiçbir beklentimiz yoktur doğduğumuzda. Dünya olduğu gibidir; zamanla
duyumsadığı-mız bir şeydir.
- Bana bu yine çok önemli gelmiyor.
- Bu beklentiler çabuk ve hatalı sonuçlara varmamıza yol açıyorsa önemli bir şeydir. Hume
karşı koyulamayacak "doğa yasaları" olduğunu reddetmiyor, ancak doğa yasalarının kendisini
duyumsayamadığımız için çabuk ve hatalı sonuçlara varabileceğimizi söylüyor.
- Örnek verebilir misin?
- Benim yalnızca siyah atlardan oluşan bir at sürümün olması, tüm atların siyah olduğu
anlamına gelmez.
- Tabii ki!
- Ve benim tüm yaşamım boyunca yalnızca siyah karga görmüş olmam, dünyada beyaz karga
olmadığı anlamına gelmez. Hem bir filozof, hem de bir bilim adamı için beyaz bir karganın
varolabileceği olasılığını reddetmemek son derece önemlidir. "Beyaz karga"nın peşinden
koşmak bilimin en önemli görevidir de diyebiliriz.
- Anlıyorum.
- Neden ile etki ilişkisine gelince, her zaman gök gürültüsünden önce geldiği için şimşeğin
gök gürültüsünün nedeni ol-
315
r
SOFI'NİN DÜNYASI
duğunu düşünenler olabilir. Bu örnek de bilardo topu örneğine benzer. Oysa şimşek gök
gürültüsünün nedeni midir gerçekteni
- Pek sayılmaz. Aslında aynı anda hem şimşek çakar, hem gök gürler.
- Şimşek de gök gürlemesi de elektrik yüklerinin boşalmasından ileri gelir. Gök gürlemesinin
her zaman şimşek çakmasından sonra geldiğini görmemiz, şimşeğin gök gürlemesinin nedeni
olduğu anlamına gelmez. Aslında bu ikisinin de nedeni bir başka üçüncü etmendir.
- Anlıyorum.
- Bizim yüzyılımızda yaşamış bir Empirist, Bertrand Rus-seli buna çok daha grotesk bir örnek
verir: Her gün kümese gelen çiftçinin karısının kendisine yemek verdiğini gören tavuk,
sonunda kadının kümese gelmesiyle tabağına yem konması arasında bir nedensellik bağı
olduğu sonucunu çıkarır.
- Oysa çiftçinin karısı bir gün kabına yem koymaz...
- Oysa bir gün çiftçinin karısı gelip tavuğun boynunu koparır!
- Of, ne iğrenç!
- Zaman içinde bir şeyin bir başka şeyi izlemesi, bunların arasında mutlaka bir "nedensellik
ilişkisi" olduğu anlamına gelmez. İnsanları çabuk sonuçlara varmaya karşı uyarmak bir
filozofun en önemli görevlerinden biridir. Aslında bunlar pek çok boş inanın da nedenidir.
-Nasıl?
- Yoldan geçen bir kara kedi görürsün. Aynı gün bir süre sonra düşer kolunu kırarsın. Bu, bu
iki olay arasında bir nedensellik ilişkisi olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde bilimde de
hızlı sonuçlara varmamak son derece önemlidir. Pek çok kişinin belli bir ilacı aldıktan sonra
iyileşmesi, onları bu ilacın iyileştirdiği anlamına gelmez. Bu yüzden, gerçek ilacı alanların
316
HUME
yamsıra, bu ilacı aldığını sanan oysa gerçekte suyla karıştırılmış undan oluşan haplar verilen
büyük bir kontrol grubu oluşturulmalıdır. Gerçek ilacı almayan kişiler de iyileşiyorsa, bir
üçüncü etmen, örneğin "ilacın iyi geleceğine olan inançları" onları iyileştirmiş demektir.
- Empirisizmin ne olduğunu anlamaya başlıyorum sanırım.
- Hume ahlak alanında da Usçu düşünceye cephe aldı. Us-çular doğru ile yanlışı birbirinden
ayırt etmenin insan usuna has bir şey olduğunu öne sürüyorlardı. Bu "doğal doğru" denen
şeye Sokrates'den Locke'a kadar pek çok filozofta rastlıyoruz. Ancak Hume'a göre neyin
doğru neyin yanlış olduğunu bize söyleyen şey aklımız değildir.
- Ya nedir o zaman?
- Duygulanmızdır. Birine yardım etmeye karar verdiğinde, yardım etmeni sağlayan şey akim
değil, duygularındır.
- Ya yardım etmeyi istemezsem?
- Buna karar veren de yine duygularındır. Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmemek ne
mantıklı, ne de mantıksız bir şeydir. Buna olsa olsa iyilik ya da kötülük denebilir.
- Ama her şeyin bir sının var. İnsan öldürmenin doğru bir şey olmadığını herkes bilir.
- Hume'a göre herkes diğer insanların iyiliğini ister. Yani insanın diğer insanları düşünmek
gibi bir yeteneği vardır. Ancak bunun mantıkla bir ilgisi yoktur.
- Bundan çok emin değilim sanırım.
- Bir başka insanı ortadan kaldırmak pek akıl dışı sayılmaz bazen Sofi. İstediğini elde etmeye
çalışan biri için son derece etkili bir yöntem bile olabilir üstelik!
- Yok artık, itiraz ediyorum buna!
- Sen anlat bana öyleyse insanın niçin başına dert olan birini öldürmeyeceğini.
317
SOFl'NtN DÜNYASI
- Çünkü o insan da yaşamaktan memnundur. Bu yüzden
öldürülmemelidir.
- Şu an senin yaptığın şeye, betimleyici bir cümleden ("Çünkü o insan da yaşamaktan
memnundur.") kural belirten bir cümleye ("Bu yüzden öldürülmemelidir.") varmak denir. Akıl
açısından tümüyle mantıksız bir şeydir bu. O zaman insan "Vergi kaçıran bir sürü insan var.
Bu yüzden ben de vergi kaçır-malıyım." diyebilir. Hume hiçbir zaman "-dir"li cümlelerden "-
meli"li cümlelere varmamak gerektiğini ileri sürer. Oysa gazete makalelerinde, parti
programlarında, meclis konuşmalarında tam da buna öyle çok rastlanır ki... Birkaç örnek
vermemi ister misin?
- Memnuniyetle.
- "Giderek çok daha fazla sayıda insan uçakla yolculuk etmeyi seçiyor. Bu yüzden daha fazla
hava alanı yapılmalı." Sence bu mantıklı bir çıkarım mı?
- Hayır, bence oldukça saçma. Çevreyi de düşünmemiz gerek. Bana kalırsa daha çok tren yolu
yapılmalı.
- Ya da: "Yeni petrol platformlarının yapımıyla yaşam standardımız yüzde 10 yükselecek. Bu
yüzden mümkün olan en kısa zamanda yeni petrol platformları inşa etmeliyiz."
- Saçma! Burada da çevrenin korunması önemli. Üstelik Norveç'te yaşam standardı yeterince
yüksek zaten!
- Bazen şöyle şeyler dendiği de olur: "Bu yasa Millet Meclisi tarafından çıkarılmıştır. Bu
yüzden tüm vatandaşların bu yasaya uyması gerekir." Ancak bu "çıkarılmış yasalar" da
insanın içten içe kabul edemediği durumlara da rastlanır.
- Anlıyorum.
- Neyi nasıl yapacağımızı akıl yoluyla kanıtlayamayacağı-mız konusunu ele almış olduk.
Sorumlu bir biçimde davranmak akılla değil, diğer insanların iyiliğini isteyen duygularla
mümkün olur. 'Tüm dünyanın mahvolmasını parmağının bi-
318
HUME
razcık acımasına tercih etmek akıl dışı bir şey değildir," der Hume.
- Pek hoş olmayan bir iddia bu!
- Kuyunun dibini biraz kazırsak hoş olmayan daha neler çıkar. Nazilerin milyonlarca
Yahudiyi öldürdüğünü biliyorsun-dur. Sence bu insanların akıllarında mı bir hata vardı, yoksa
duygularında mı?
- Duygularında yanlış olan bir şeyler olduğu açık!
- Çoğunun aklı son derece yerindeydi! En duygusuz kararların ardında taş kalpli hesaplar
yatabilir çoğu zaman. Savaştan sonra Nazilerin çoğu yargılandı; "akılsızca" davrandıkları için
değil, barbarca davrandıkları için. Aslında aklı pek yerinde olmayanların, bir konuda suçlu da
olsalar suçsuz sayıldıkları olur. Bu tür kişilere "akli dengesi bozuk" ya da "suçun işlendiği an
akli dengesi yerinde olmayan" kişiler de denir. Hiç kimsenin duyguları bozuk olduğu için
suçsuz sayıldığı görülmemiştir.
- Yok bir de sayılsaydı!
- Aslında örneklerin en korkunçlarını sıralamamıza gerek yok. Örneğin bir sel afeti olsa,
zarara uğrayanlara yardım etmemizi duygularımız söyler. Tamamen duygusuz olup karan
"soğuk aklımıza" bıraksaydık, aklımız bize, dünyanın nüfusunun tehlike verici oranda
arttığını, bu yüzden bu sel afetinde birkaç milyon kişinin ölmesinin iyi olacağını bile
söyleyebilirdi.
- Böyle düşünmenin mümkün olması bile beni sinirlendiriyor!
- Ve sinirlenen yanın aklın değil!
- Teşekkürler, bu kadar yeter.
319
BERKELEY
BERKELEY
...alev alev yanan bir güneşin etrafında dönmekten sersemleşmiş bir gezeğen gibi...
Alberto ayağa kalkıp şehre bakan pencerenin yanma gitti. Sofi de onun yanında durdu.
Tam onlar böyle dururlarken, eski evlerin damlarının üzerinde küçük bir uçak belirdi. Uçağın
arkasında bir pankart asılıydı. Sofi önce bunun bir konser ilanı filan olabileceğini düşünürken,
uçak yaklaştıkça bambaşka bir şey olduğunu gördü. Pankartta:
"15. YAŞGÜNÜN KUTLU OLSUN HİLDE!" yazılıydı.
Alberto'nun buna tek yorumu:
- Davetsiz misafir! oldu.
Güneydeki tepelerden yükselen kara bulutlar şimdi tü şehri kaplamıştı. Küçük uçak kara
bulutlardan birinin ardındı gözden kayboldu.
- Korkarım hava iyice bozabilir, dedi Alberto.
- O zaman ben de eve otobüsle giderim.
- Allah vere bu kötü hava da Binbaşının eseri olmasın!
- Ne diyorsun sen. Tanrı değil ya bu adam!
Alberto buna yanıt vermedi. Tekrar gidip koltuğuna oturdu. Bir süre sonra:
- Biraz da Berkeley'den söz etsek iyi olur.
Sofi çoktan oturmuştu yerine. Birden tırnağını yediğinin farkına vardı.
- George Berkeley 1685 - 1753 yılları arasında yaşamış olan, İrlandalı bir piskopostu, diye
söze başladı Alberto, ancak bundan sonra bir süre sessiz kaldı.
320
- Berkeley İrlandalı bir piskopostu, diye söze kaldığı yerden devam etmeye çalıştı Sofi.
- Ama aynı zamanda bir filozoftu da... -Ya?
- Berkeley, dönemin felsefesinin ve biliminin Hıristiyanlık dünya görüşünü tehdit ettiğini
hissediyordu. En azından, sürekli daha tutarlı bir hal alan özdekçiliğin, doğayı yaratan ve
gözetenin Tanrı olduğu yolundaki Hıristiyanlık inanışına tehdit oluşturduğunu farkediyordu...
-Ya?
- Öte yandan Empiristlerin eiı tutarlısı sayılabilecek kişi de yine Berkeley idi.
- Dünyada duyumsadıklanmızm ötesinde bir şey bilemeyeceğimize inanıyordu öyleyse, değil
mi?
. - Evet ve hattâ bunun da ötesine giderek, dünyadaki şeylerin tam da bizim duyumsadığımız
gibi olduğunu, ancak bunlara "şey" denemeyeceğini söylüyordu.
- Bunu biraz daha açman gerekecek...
- Locke'un şeylerin "ikincil nitelikleri" üzerine bir fikir öne sürmemizin mümkün olmadığını
söyleyişini hatırlıyorsundur. Elma yeşildir veya ekşidir diyemeyiz. Elmayı böyle algılayan
bizizdir yalnızca. Öte yandan Locke yoğunluk, ağırlık ve hacim gibi "birincil niteliklerin" bizi
çevreleyen gerçekliğin gerçekten bir parçası olduğunu söylüyordu. Yani dış gerçekliğin
fiziksel bir "töz"ü sahiden vardı.
- Hatırlıyorum elbette. Ayrıca Locke'un yaptığı bu ayrımın ( önemli olduğunu düşünüyorum.
- İyi de Sofi, keşke her şey bu kadarla kalmış olsa!
- Nasıl yani?
- Yani Locke, kendinden önceki Descartes ve Spinoza gibi, fiziksel dünyanın gerçek
olduğunu söylüyordu.
- Evet?
321
SOFI'NİN DÜNYASI
BERKELEY
- Berkeley tam bu noktada işe şüphe karıştırır ve üstelik bunu da Empirisizmin mantığı içinde
gerçekleştirir. Varolan tek şeyin duyumsadıklarımız olduğunu söyler. Ancak biz "madde"yi
ya da "töz"ü duyumsamayız. Şeylerin elle tutulur "şeyler" olduğunu duyumsamayız.
Duyumsadığımız şeylerin ardında bir "töz"ün varolduğunu varsaymak hızlı sonuca varmaktır.
Böyle bir iddianın hiçbir duyumsal temeli yoktur.
- Saçmalık. Bak şimdi!
Böyle diyen Sofi elini hızla masanın üzerine indirdi ve:
- Ah! dedi acıyla. - Bu, masanın maddesel ve tözsel gerçekliğinin bir kanıtı değil de nedir?
- Nasıl bir şey hissettin?
- Sert bir şey hissettim.
- Sende sert bir şey duygusu oluştu, ama tahtanın "tözü"nü hissetmedin. Aynı şekilde rüyanda
da sert bir şeye çarptığını hissedebilirsin, ama rüyada sert bir şey olamaz değil mi?
- Rüyada olamaz, hayır.
- Üstelik insanı hipnotize ederek onun gerçek olmadığı halde sıcak ya da soğuğu, okşama ya
da yumruğu hissetmesini sağlayabilirsin.
- Peki ama bana sertlik duygusu veren masa değilse neydi?
- Berkeley'e göre bu "ruh"tu. Ona göre tüm fikirlerimizin kendi aklımızın Ötesinde bir nedeni
vardı, ancak bu neden maddi bir neden değil, ruhsal bir nedendi.
Sofi yine tırnağını yemeye başlamıştı. Alberto devam etti:
- Berkeley'e göre kendi ruhum, tıpkı rüya görürken olduğu gibi, kendi fikirlerimin nedeni
olabilir; ancak "maddi" dünyamızı oluşturan fikirlerin nedeni bir başka ruh olmalıdır. " 'Her
şeyin kendinde' ve Tıer şeyi içeren' nedeni o ruhtur" der Berkeley.
- Nasıl bir "ruh"muş peki bu?
- Berkeley bununla Tanrı'yı kastetmektedir kuşkusuz.
322
"Tann'nm varlığı, insanın varlığından daha kolay anlaşılır bir şeydir" der Berkeley.
- Varlığımızdan bile emin olamıyacak mıyız yani?
- Hem evet, hem hayır... Gördüğümüz ve duyduğumuz her şey Tann'nıri gücünün bir
etkisidir" diyordu Berkeley. Çünkü Tann "sürekli karşı karşıya bulunduğumuz fikirler ye
duyumların bizde yeniden varolmasını sağlayarak her an bilincimiz-dedir". Yani tüm doğa ve
tüm varlığımız Tanrı'da mevcuttur. Varolan her şeyin tek nedeni O'dur.
- En basitinden söyleyecek olursam, şaşırdım.
- Yani tüm soru "olmak ya da olmamak" değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur.
Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor,
yoksa bilinç mi bizi çevreleyen?
Sofi bir kez daha tırnaklarını yemeye koyulmuştu. Alberto devam etti:
- Berkeley'in sorguladığı tek şey özdeksel gerçeklik de değildi. O aynı zamanda "zaman" ve
"uzam"m mutlak ve bağımsız bir varlığı olup olmadığı konusunda da şüpheliydi. Zaman ve
uzamı algılayışımız da yalnızca kendi bilincimizin bir ürünü olabilir. Bizim bir-iki haftamız
Tann'nın bir-iki haftasıyla aynı şey anlamına gelmek zorunda değildir...
- Her şeyin onda varolduğu bu ruhun "Berkeley için" Hıristiyanlık Tannsı olduğunu
söyledin...
- Evet, öyle dedim. Bizim içinse...
- Evet?
- Bizim içinse "her şeyin kendinde nedeni" olan bu "ruh" Hilde'nin babası olabilir.
Sofi donakalmıştı. Yüzü adeta tek bir soru işareti şeklini almıştı. Aynı zamanda sanki birden
her şey açıklığa kavuşmuştu.
- Gerçekten inanıyor musun buna?
323
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Başka bir açıklama bulamıyorum. Yaşadıklarımızın tek açıklaması bu olabilir. Orada burada
karşımıza çıkan kartpostallar ve başka bir takım izler... Hermes'in birden konuşmaya
başlaması, benim ağzımdan kaçan sözler...
-Ben...
- Ya sana hep Hilde yerine Sofi deyişim! Adının Sofi olmadığını hep bildiğim halde!
- Neler söylüyorsun? Aklın karışmış senin!
- Evet sersemlemiş bir haldeyim çocuğum. Tıpkı alev alev yanan bir güneşin etrafında
dönmekten sersemleşmiş bir gezegen gibi...
- Ve bu güneş Hilde'nin babası, öyle mi?
- Böyle de diyebilirsin.
- Demek o bizim için bir tür Tanrı, öyle mi?
- Dürüst olmam gerekirse, evet. Ama bundan ötürü utanması gerek o ahlaksızın!
-Ya Hilde?
- O bir melek, Sofi.
- Melek mi?
- Hilde bu "ruh"un göründüğü kimse.
- Albert Knag'ın bizi Hilde'ye anlattığını mı söylemek istiyorsun?
- Ya da bizim hakkımızda şeyler yazdığını! Gerçekliği oluşturan tözü
duyumsayamayacağımızı öğrendik. Dışımızdaki gerçekliğin ses dalgalarından mı yoksa kâğıt
ve yazıdan mı oluştuğunu bilemeyiz. Berkeley'e göre yalnızca bir ruh olduğumuzu bilebiliriz.
- Ve Hilde de bir melek...
- O bir melek, evet. Gel burada bir nokta koyalım. Yaşgü-nün kutlu olsun Hilde!
Bir anda odaya mavimsi bir ışık yayıldı. Birkaç saniye son-
324
BERKELEY
ra şiddetli bir gök gürültüsü... ve tüm ev bu gürültüyle sarsıldı. Alberto dalgın bakışlarla
oturuyordu.
- Eve gitmem gerek, dedi Sofi. Ayağa kalkıp girişe yollandı. Dolabın altında uyuyan Hermes
onun kapıyı açısıyla uyandı. Giderken arkasından:
- Görüşmek üzere Hilde! der gibiydi.
Merdivenleri hızla inip kendini sokağa dar attı. Etrafta hiç kimseler yoktu. Yağmur iyice iri
damlalar halinde yağmaya başlıyordu.
Yağmur birikintileriyle dolu asfalt yoldan birkaç araba geçti, ama görünürde otobüs filan
yoktu. Büyük Meydan'a dek ve oradan şehrin sokaklan boyunca koştu. Koşarken aklından tek
bir düşünce geçiyordu.
Yarın yaşgünüm, diye düşünüyordu. Tam on beşinci yaşına basarken hayatın yalnızca bir rüya
olduğunu anlamak ne kadar acıklıydı! Sanki bir milyon kazanmış, tam ödülü alacakken bunun
aslında bir rüya olduğunu anlamış gibiydi.
Sofi ıslak stadyumu da koşarak geçti. Çok geçmeden kendisine doğru birinin koştuğunu
farketti. Annesiydi bu. Bu arada gökyüzünde art arda şimşekler çakıyordu.
Nefes nefese sarılmıştı şimdi annesi Sofi'ye.
- Neler oluyor bize yavrum? diyordu annesi.
- Bilmiyorum, derken ağlıyordu Sofi. - Sanki her şey kötü bir rüya gibi!
325
BJERKELY
..büyük büyükninesinin çingene bir kadından aldığı sihirli bir ayna...
Hilde Möller Knag, Lillesand dışındaki eski kaptan köşkünün çatı katındaki odasında uyandı.
Saate baktı. Saat daha altı olmasına rağmen gökyüzü tümüyle aydınlıktı. Geniş bir güneş ışığı
huzmesi odanın bir duvarını nerdeyse tümüyle aydınlatıyordu.
Yataktan kalkıp pencereye gitti. Giderken yazı masasının üzerine eğilip, masa takviminden bir
sayfa kopardı. 14 Haziran 1990, Salı. Kâğıdı buruşturup çöp sepetine attı.
Takvimde şimdi duran tarih 15 Haziran 1990'dı ve bu tarih gülümsüyordu sanki kendisine.
Daha Ocak ayındayken "yaş 15!" diye yazmıştı bu takvim yaprağına. 15. yaşının ayın 15'ine
gelmesi özel bir durumdu. Bir daha asla yaşamayacağı bir şeydi bu.
Yaş 15! Bu onun "yetişkin hayatı"nın ilk günü değil miydi? Gidip tekrar uyuyacak değildi ya
böyle önemli bir günde! Üstelik bu okulun son günüydü. Yalnızca saat birde kilisede tören
olacaktı o kadar. Üstelik bir şey daha vardı: babası bir haftaya kadar Lübnan'dan dönüyordu.
24 Haziranda evde olacağına söz vermişti.
Hilde pencerede durup bahçeyi, bahçenin ucundaki iskeleyi ve kırmızı kayıkhaneyi seyretti.
Henüz motoru kayıkhaneden çıkarmamışlardı, ama eski kayık suda, iskeleye bağlı duruyordu.
Onca yağmurdan sonra kayığa birikmiş olan sulan boşaltmayı unutmamalıydı.
326
BJERKLEY
Bu küçük koylarını seyrederken aklına, 6-7 yaşlarındayken bir seferinde tek başına kayığa
binip fiyorda açıldığı gün geldi. Açıldıktan sonra kayıktan düşmüş, yüze yüze kıyıya çıkmayı
güçlükle başarmıştı. Sırılsıklam bir halde sık çalıların arasından sürünerek bahçeye gelmiş,
onu gören annesi ona doğru koşmuştu. Kayık ve kürekler fiyortta sahipsiz, öylece duruyordu.
Hâlâ rüyasında bu kimsesiz, kendi başına öylece duran kayığı gördüğü olurdu. Utanç verici
bir olay olarak hatırlardı bunu her seferinde.
Bahçeleri ne çok verimli bir bahçeydi, ne de çok bakımlı. Ama yine de Hilde'nin bahçesiydi.
Rüzgarlardan yıpranmış bir elma ağacı ve pek az böğürtlen barındıran birkaç çalı, kışı
atlatmayı başarmıştı.
Küçük düzlükte, kayalarla çalıların arasında eski salıncak duruyordu. Parlak sabah ışığırfın
altında iyice yıpranmış bir görüntüsü vardı. İçinde minderleri olmadığı için iyice terkedilmiş
gibiydi. Annesi gece bahçeye inip minderleri yağmurdan kurtarmış olmalıydı.
Bu koca bahçenin etrafı huş ağaçlarıyla çevriliydi. Bahçe bunlar sayesinde şiddetli
rüzgarlardan biraz olsun korunmuş oluyordu. Burasına yüz yıl kadar önce "Bjerkely* "
denmiş olmasının nedeni de yine bu ağaçlardı.
Bu evi, bu yüzyılın başında Hilde'nin büyük büyükdedesi yaptırmıştı. Son koca balıkçı
filolarının birinde kaptanlık yapan dedesinden ötürü "Kaptan Köşkü" diye biliniyordu evleri.
Bu sabah bahçede dün geceki dehşetli yağmurun izleri de vardı. Hilde gece gök
gürültülerinden defalarca uyanmıştı. Şimdiyse gökte tek bir bulut bile yoktu.
Bu yaz yağmurlarının ardından hava tertemiz olurdu. Son haftalar sıcak ve kurak geçmiş, huş
ağaçlarının tepesindeki yapraklar sararmaya yüz tutmuştu. Ama şimdi tüm dünya yı-
*Huş ağaçlarıyla çevrili alan (Ç.N.)
327
SOFİ'NIN DÜNYASI
kanıp tertemiz olmuştu sanki. Bu sabah tüm çocukluğu da yağmurlarla sürüklenip gitmiş
gibiydi.
"Acır, acımaz mı tohumların patlaması..." İsveçli bir şairin dizeleri değil miydi bunlar? Yoksa
şair Finlandiyalı mıydı?
Hilde, babaannesinden kalma komodinin üzerinde asıh duran pirinç kaplamalı aynanın
karşısına geçti.
Güzel miydi? Pek çirkin sayılmazdı herhalde? Güzelle çirkin arası bir şeydi işte...
Kumral, uzun saçlıydı. Saçları ya biraz daha san, ya da biraz daha esmer olsun isterdi hep.
Saçlarında beğendiği yan ise lüleleriydi. Arkadaşları saçlarını biraz olsun dalgalandırabil-mek
için uğraşır dururlarken, onun saçları hep kendiliğinden dalgalıydı. Beğendiği bir başka yanı
da yeşil gözleriydi. Yemyeşildi gözleri. Teyzeleri, amcaları gözlerine bakmak için yüzüne
eğilir, "Gerçekten yemyeşil, öyle değil mi?" diye birbirlerine sorarlardı.
Hilde durup seyrettiği bu kızın küçük bir kıza mı yoksa genç bir kadına mı daha çok
benzediğini sordu kendi kendine. Ne öyle, ne de böyleydi. Vücudu bir kadınınkine benzemeye
başlamıştı belki ama yüzü hâlâ ham bir elmayı andırıyordu. Bu eski aynada Hilde'ye hep
babasını anımsatan bir şeyler vardı. Bir zamanlar bu ayna aşağıda, "atölye"de asılı duruyor
du. Kayıkhanenin üstündeki atölye babasının kitaplığı, kafa dinleme yeri ve yazı odasıydı.
Albert - evde olduğu zamanlar Hilde babasına adıyla hitap ederdi - hep büyük bir eser
yazmayı hayal ederdi. Bir keresinde bir roman yazmaya kalkmış, ancak bu çabası pek bir
sonuç vermemişti. Arasıra, Vatanın Dostu gazetesinde yaşadıkları takım ada bölgesini anlatan
şiir ve yazılarının yayınlandığı olurdu. Adını gazetede her görüşünde babasıyla gurur duyardı
Hilde. ALBERT KNAG. En azından Lil-lesand'da tanınmış bir addı bu. Büyük
büyükdedesinin adı da Albert'di.
BJERKLEY
Evet, ayna. Yıllarca önce babası bir kez aynaya insanın hiç bir zaman iki gözünü birden
kırparak bakamayacağını, ancak bu pirinç aynanın bu kurala uymadığını söyleyerek dalga
geçmişti kendisiyle. Çünkü bu ayna sihirli bir ayna demişti. Güya büyük büyükannesi bu
sihirli aynayı evlendikten kısa bir süre sonra bir çingene kadından satm almıştı.
Hilde defalarca aynaya iki gözünü birden kırparak bakmaya çalışmış, ama hiçbir zaman
başaramamıştı. İnsanın kendi gölgesinden kaçması kadar olanaksız bir şeydi bu. Sonunda bu
aile yadigârı Hilde'nin olmuştu. Hilde de tüm çocukluğu boyunca bu olanaksız sanatı bir kez
olsun gerçekleştirebilmek için uğraşmış durmuştu.
Bugün biraz düşünceli olması normaldi. Kendi kendiyle çok meşgul olması da öyle. Yaş^
15...
O an birden gözü gece masasının üzerine ilişti. Masada bir paket duruyordu! Muhteşem bir
camgöbeği renginde kâğıtla kaplanmış, etrafı kırmızı ipek bir kurdeleyle sarmalanmış bir
paket. Bir yaşgünü hediyesinden başka ne olabilirdi bu!
Yoksa o meşhur "hediye" bu muydu? Babasının o etrafı büyük bir sır örgüsüyle çevrili
HEDİYESİ bu olabilir miydi? Lübnan'dan gönderdiği kartpostallarda bir sürü ipucu verdiği,
ama "kendi kendine çok güçlü bir sansür uyguladığı" için bir türlü ne olduğunu söyleyemediği
hediye miydi bu?
"Büyüdükçe büyüyen" bir hediye diye yazmıştı babası. Bir yandan da yakında bir kızla
tanışacağını, sonra ona yolladığı kartpostalların bir kopyasını da bu kıza gönderdiğini de ima
etmişti. Hilde annesinin ağzını aramıştı babasının tüm bunlarla ne demek istediği konusunda,
ama annesinin de hiçbir şey bilmediğini anlamıştı.
Babasının ima ettiği şeyler arasında en tuhafı da bu hediyenin belki "başka insanlarla da
paylaşılabilecek" bir hediye ol-
329
SOFÎ'NtN DÜNYASI
BJERKLEY
duğuydu. Babası bu yüzden Birleşmiş Milletlerde çalışıyordu zaten. Babasının sabit
fikirlerinden biri de - pek çok sabit fikri vardı zaten babasının!- BM'in tüm dünyanın
yönetimini üstlenecek bir kurum olması gerektiğiydi. "Umarım bir gün gelir, BM dünyanın
tüm insanlarını birleştirmeyi başarır" diye yazmıştı yolladığı kartlardan birinde.
Annesi "İyi ki doğdun Hilde!" diye şarkı söyleyerek elinde . çörekler, gazoz ve Norveç
bayrağıyla gelmeden paketi açsa olur muydu acaba? Neden olmasındı, yoksa niye oraya
konmuş olsundu ki paket!
Hilde yavaşça masaya yaklaşıp paketi eline aldı. Epeyce ağırdı da! Paketin üzerindeki kartı
okudu: "Hilde'ye babasından 15. yaşgünü için..."
Yatağına oturup yavaşça kırmızı kurdeleyi açmaya başladı. Çok geçmeden kâğıdı açmaya
geldi sıra.
Büyük bir dosyaydı bu!
Hediye bu muydu? Bu kadar söz edilen 15. yaş hediyesi bu muydu? "Büyüdükçe büyüyen" ve
üstelik başkalarıyla paylaşılabilecek olan hediye bu muydu?
Şöyle bir bakınca dosyanın daktilo sayfalı kâğıtlarla dolu olduğunu gördü. Yazı karakterinden
bunların babasının Lübnan'a götürdüğü daktiloyla yazılmış olduğunu anladı.
Babası koca bir kitap mı yazmıştı kendisine?
İlk sayfada, kocaman el yazısı harflerle SOFİ'NİN DÜNYASI diye yazılıydı.
Sayfanın biraz altında daktiloyla yazılmış şu cümleler yer
alıyordu:
NEYSE GÜNEŞ KARA TOPRAĞA GERÇEK AYDINLANMA ODUR İNSANA
N.F.S. Grundtvig
330
Hilde sayfalan karıştırmaya başladı. İkinci sayfada ilk bölüm başlıyordu. Bölümün başlığı
"Cennet Bahçesi" idi. Yatağa iyice kurulup dosyayı kucağına yerleştirdi ve okumaya başladı:
Sofi Amundsen okuldan eve geliyordu. Yolun bir kısmını kız arkadaşı Jorün'le yürürken,
robotlardan bahsetmişlerdi. Jorün'e göre insan beyni gelişmiş bir bilgisayar gibiydi. Sofi ise
pek emin değildi bundan. İnsanın bir makineden daha öte bir şey olması gerekmez miydi?
Hilde okumaya devam ettikçe her şeyi, hattâ yaşgününü unuttu. Ama arada sırada okuduğu
satırların arasında aklına şu düşünceler geliyordu:
Babası bir roman mı yazmıştı? En sonunda yarım kalan romanını tamamlamaya karar vermiş,
bunu da Lübnan'da mı gerçekleştirmişti? Dünyanın bu köşesinde zamanın pek ağır geçişinden
yakınmıyor muydu zaten hep?
Sofi'nin babası da evden uzaktaydı. Bir gün karşılaşacağı kız bu olmalıydı herhalde...
Bir gün gelip yokolacağını düşündüğünde, yaşamın ne kadar değerli olduğunu anlıyordu....
Dünya nasıl meydana geldi? ... Sonuç olarak şu ya da bu bir zamanlar yoktan varolmuş
olmalıydı. Ya bu mümkün müydü? Bu da dünyanın hep varolageldiğini düşünmek kadar
olanaksız bir şey değil miydi?
Hilde okudu da okudu. Sofi Amundsen'in Lübnan'dan bir kartpostal aldığı yere geldiğinde
yatağında heyecandan yerinde hopladı. "Hilde Möller Knag, Sofi Amundsen eliyle, Yonca
Sokağı 3..."
Sevgili Hilde. 15. yaşını candan kutlarım. Senin de göreceğin gibi sana, seni geliştirecek bir
hediye vermek istedim. Kartı
331
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Sofi'ye gönderdiğim için beni affet. En kolayı buydu. Sevgiler. Baban.
Bak şu utanmaza! Hilde babasının insanı kandırmayı seven biri olduğunu biliyordu ama bu
kadarını da beklemiyordu doğrusu. Bu kartı da hediye paketinin yanına koymaktansa
hediyenin içine koymuştu!
Ya Sofi! Zavallıcığın kafası iyice karışmıştı:
Niye bir baba, başka bir adrese gideceği gün gibi ortada olan bir kart göndersindi Sofi'ye?
Hangi baba bir yaşgünü kartını böyle dolambaçlı yollardan göndererek şaşırtmaya kalkardı
kızını? Böylesi nasıl "en kolay" olabilirdi? Her şeyden önemlisi: Sofi nasıl bulabilecekti
Hilde'nin izini?
Evet, nasıl bulabilecekti?
Hilde ikinci bölümü okumaya başladı. Bu bölümün adı "Silindir Şapka" idi. Çok geçmeden
gizemli kişinin Sofi'ye yolladığı mektuba gelmişti sıra. Hilde nefesini tuttu.
Neden yaşadığımız konusuyla ilgilenmek, pul toplamak kadar "rastlantısal" bir ilgi değildir.
Bu gibi sorularla ilgilenen kişiler, insanların dünya varolduğundan beri tartıştıkları bir şeyle
ilgilenmektedirler...
"Sofi altüst olmuştu." Hilde de. Babası 15. yaşgünü için sıradan değil, çok ilginç ve heyecanlı
bir kitap yazmıştı.
Kısaca özetlersek: Boş bir silindir şapkadan bir tavşan çıkar. Tavşan çok büyük olduğu için bu
sihirbazlık numarası milyarlarca yıl alır. Tavşanın ince tüylerinin en tepesinde çocuklar
dünyaya gelir. Bu yüzden çocuklar bu müthiş sihirbazlığın nasıl yapıldığına şaşabilecek bir
konuma sahiptirler. Ancak büyüdükçe tavşan kürkünün
332
BJERKLEY
diplerine doğru sokulurlar. Ve orada kalırlar...
Tavşanın tüylerinin dibine doğru inmekte olduğunu hisseden tek kişi Sofi değildi. Hilde de
bugün 15 yaşına basıyordu ve kendisinin de hayatının bundan sonraki yolunu çizme
zamanının geldiğini hissediyordu.
Yunanlı doğa filozofları hakkındaki bölümü okudu. Babasının felsefeyle ilgilendiğini
biliyordu. Hattâ babası felsefenin ders planına girmesi gerektiği konusunda bir makale de
yazmıştı gazetede. "Niçin Felsefe Müfredatın Bir Parçası Olmalı?" başlığını taşıyordu makale.
Bir seferinde de konuyu veli toplantısında açmıştı. Hilde utanmıştı o zaman babasından.
Saatine baktı. Yedi buçuk olmuştu. Allahtan annesinin gelmesine daha bir saat kadar vardı.
Öyle heyecanlıydı ki So-fi'nin başına gelenler ve tüm bu felsefi sorular! "Demokritos" başlıklı
bölüme gelmişti. Önce üzerinde düşünülecek bir soruyla karşılaştı: "Lego niçin dünyanın en
müthiş oyuncağıdır?" Sonra da posta kutusunda "büyük, san bir zarf' buldu:
Demokritos, doğadaki değişimlerin bir şeyin gerçekten "değişmesine" bağlanamayacağı
konusunda kendinden önceki filozoflarla aynı fikirdeydi. Bundan ötürü doğadaki her şeyin,
gözle görülemeyecek kadar küçük ve mutlak, hiçbir zaman değişmeyen yapı taşlarından
oluştuğunu varsayıyordu. Demokritos bu en küçük parçacıklara atom adını veriyordu.
Hilde, Sofî'nin kendisinin kırmızı ipek eşarbını yatağının altında bulduğu sayfaya geldiğinde
çok heyecanlandı. Demek buraya gitmişti eşarbı! îyi ama bir eşarp bir öykünün içine
giremezdi ya! Bir başka yerde daha olmalıydı...
Sokrates hakkındaki bölüm Sofi'nin gazetede "Lübnan'daki Norveçli BM taburu ile ilgili bir
haber okumasıyla" başladı.
333
SOFİNİN DÜNYASI
BJERKLEY
İşte tipik babası! Norveç'te insanların BM'in barış için yaptıklarıyla ilgilenmediğinden
yakınırdı hep. Demek kimse ilgj. lenmese bile en azından Sofi ilgilensin istemişti. Böylece
medyanın ilgisini kazanmış oluyordu.
Felsefe öğretmeninden gelen mektubun sonundaki "NOT"u görünce gülümsemeden edemedi:
Kırmızı bir ipek eşarp bulacak olursan lütfen ona iyi bak. Bazen insanların eşyaları birbirine
karışır böyle. Okullarda da çok olur bu. Ee, bizim ki de bir felsefe okulu ne de olsa!
Hilde merdivenlerde bir ses duydu. Gelen annesi olmalıydı. Annesi kapıyı çaldığında, o,
Sofi'nin bahçedeki gizli yerinde Atina'dan gelme bir video kaseti bulduğunu okumaya
başlamıştı
bile.
- İyi ki doğdun Hildeee... İyi ki doğdun Hildeee... İyi ki doğdun...
Annesi merdivenleri çıkarken söylemeye başlamıştı şarkıyı-
-... iyi ki doğdun, iyi ki doğdun Hilde...
- Gir, dedi Hilde felsefe öğretmeninin Sofi'ye Akropolis'ten konuşmaya başlamasını okurken.
"Siyah, bakımlı sakalı" ve mavi beresiyle tıpkı babasına benziyordu bu adam.
- Doğum günün kutlu olsun Hilde'çiğim!
- Hımm...
- Ama Hilde!
- Buyur, otur şöyle.
- Ama şey yapmıyacak mısın...
- Gördüğün gibi biraz meşgulüm.
- Demek sen de 15 yaşına geldin ha...
- Hiç Atina'ya gittin mi anne?
- Hayır... Neden?
334
- O eski harabelerin hâlâ yerinde olması ne ilginç değil mi? 2500 yıldan beri! Harabelerin en
büyüğünün adı "Bakire'nin evi"...
- Babandan gelen hediyeyi açtın mı?
- Hangi hediyeyi?
- Bana bak bakayım Hilde! Dalmış gitmişsin sen... Hilde dosyayı elinden bıraktı.
Annesi yatağına doğru eğildi. Elindeki tepside yanan bir mum, yağlı çörekler ve gazoz vardı.
Bir de küçük bir hediye paketi. Daha fazlasını taşıyamadığı için bayrağı da koltuğunun altına
sıkıştırmıştı.
- Teşekkürler anneciğim! Çok tatlısın ama gerçekten zamanım çok az.
- Kiliseye gitmene daha çok var.
Hilde ancak o zaman nerede olduğunu hatırladı ve annesi tepsiyi gece masasının üzerine
koydu.
- Özür dilerim anneciğim. Çok fena dalmışım buna. Dosyayı gösterip sözlerine devam etti:
- Babamdan...
- Ne yazmış Hilde? Ben de en az senin kadar heyecanlıyım. Aylardır ağzından doğru dürüst
tek bir laf çıkmıyordu.
Nedense utanmıştı Hilde.
- Yok canım, yalnızca bir anlatı.
- Bir anlatı mı?
- Evet, bir anlatı. Biraz da felsefe kitabı. İşte öyle bir şey.
- Benim hediyemi de açmayacak mısın?
Aralarında fark gözetemeyeceği için Hilde annesinin paketini de açtı. Altın bir bilezikti bu.
- Ne kadar güzel! Çok teşekkürler! Sofi kalkıp annesine sarıldı.
Bir süre oturup ordan burdan sohbet ettiler.
- Artık gidebilirsin anne, dedi Hilde biraz sonra. - Tam şu
335
SOFfNİN DÜNYASI
BJERKLEY
anda Akropolis'in tepesinde duruyor da...
- Kim?
- Bilmem. Sofi de bilmiyor. Bütün mesele de bu ya zaten!
- Peki. İşe gitmem lazım zaten. Sen de biraz yesen iyi edersin. Elbisen aşağıda hazır.
Sonunda annesi merdivenlerden indi ve gitti. Sofi'nin felsefe öğretmeni gibi. O da
Akropolis'in merdivenlerinden inerek önce Areopagos tepesinde bir süre durmuş, sonra da
Atina'nın eski meydanında tekrar ortaya çıkmıştı.
Hilde eski harabelerden birdenbire bir sürü yüksek yapı yükselişini okurken hayretten
donakaldı. Babasının bir diğer sabit fikri de, BM'e dahil tüm ülkelerin birleşerek Atina'daki bu
eski meydanın gerçek bir kopyasını yapmalarıydı. Burada felsefi konular tartışılmalı, ayrıca
silahsızlanma görüşmeleri ele alınmalıydı. Böyle büyük bir projenin insanların birleşmesine
hizmet edeceğine inanıyordu. "Petrol platformları ve Ay'a inen uzay araçları yapıyoruz ya,
bunu neden yapamayalım!" diyordu.
Sonra Platon'la ilgili bölüme geldi. "Ruh sevginin kanatlarında "evine", idealar dünyasına
doğru yola çıkar. Ruh, "vücudun hapishanesinden" kurtulur..."
Sofi çiti aşıp Hermes'i izlemeye kalkışmış, ama bir süre sonra Hermes gözden kaybolmuştu.
Platon'u okuduktan sonra ormanda yürümeye başlamış, sonra da küçük bir gölün kenarındaki
kırmızı bir kulübeye gelmişti. Kulübede Bjerkely'i gösteren bir resim asılıydı. Tarifine
bakılırsa Hilde'nin Bjerkely'si olmalıydı bu. Bunun yanında da Berkeley diye bir adamın
resmi asılıydı. "Ne ilginç bir şeydi bu!"
Hilde elindeki koca dosyayı bir kenara bırakıp kitaplığına gitti ve 14. yaşgününde hediye
gelen Kitap Kulübü'nün üç ciltlik ansiklopedisini açtı. Berkeley... işte!
336
Berkeley, George, 1685-1753, tng. filozof ve Cloyne piskoposu. İnsan bilincinin dışında
maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder. Ona göre duyumsal algılamalarımızın kaynağı
Tanrıdır. B. aynı zamanda soyut kavramları eleştirisiyle tanınır. En önemli eseri: A Treatise
Concer-ning the Principles ofHuman Knovuledge (1710). -.
Evet, çok ilginçti! Tekrar yatağına dönüp dosyayı eline almadan önce bir süre öylece durdu
odanın ortasında.
Bu iki resmi yanyana koymuş olan kişi babasıydı bir bakıma. İsim benzerliğinden başka bir
benzerlik söz konusu muydu acaba?
Demek Berkeley insan aklının dışında maddi bir gerçeklik olduğunu reddeden bir filozoftu.
Ne acayip şeylere inanabiliyordu insanlar! Öte yandan bu tür iddiaların tersini kanıtlamak son
derece zor bir işti. Bu fddia Sofi'nin dünyasına uyuyordu örneğin. Sofi'nin "duyumsal
algılarının" kaynağı ise Hilde'nin babasıydı.
Okumaya devam ederse bu konuda daha çok şey öğrenecekti herhalde. Sofi'nin kendisine
aynada iki gözünü kırparak karşılık veren kızı gördüğü yere geldiğinde dosyanın üzerinden
etrafa bakıp kendi kendine gülümsedi. "Sanki aynadaki kız gözlerini Sofi'ye kırpmış gibiydi.
Seni görüyorum, Sofi! demek ister gibiydi. Ben aynanın öbür tarafındayım."
Bir de Sofi burada Hilde'nin yeşil cüzdanım buluyordu -içindeki paralar ve diğer şeylerle.
Nasıl olmuş da oraya gitmişti cüzdanı?
Saçma! Hilde bir an için Sofi'nin cüzdanını gerçekten bulduğunu sanmıştı. Ama sonra bir an
tüm bu olanları Sofi'nin cephesinden görmeye çalıştı. Zavallıcık için her şey son derece
karmaşık ve esrarengizdi.
İlk kez o an Sofiyle yüz yüze karşılaşmış olmayı istedi. Bir
337
SOFfNtN DÜNYASI
BJERKLEY
zaman gelip onunla tüm bu olup bitenlerin birbiriyle ilişkisini konuşmayı arzuladı.
Ama şimdi Sofî'nin başı dertteydi. Bir an önce kulübeden çıkması gerekiyordu. Ve kayık da
gölün ortasında yüzüyordu elbette! Kayıkla ilgili hikâyesini kendisine böyle anımsatıyordu
babası.
Hilde gazozundan bir yudum, karides salatalı ekmek dili-minden de bir ısırık aldı ve Platon'un
idealar öğretisini eleştiren "düzen adamı" Aristoteles ile ilgili bölümü okumaya başladı.
Aristoteles, önce duyularda varolmayan bir şeyin bilinçte de varolmayacağını iddia eder.
Platon ise önce fikirler dünyasında varolmayan hiçbir şeyin doğada varolamayacağmı öne
sürer buna karşılık. Aristoteles, Platon'un bu tutumuyla "şeylerin sayısını çiftleştirdiğj-ni"
söylüyordu.
Hilde "bitki, hayvan, maden" oyununu bulanın Aristoteles olduğunu hiç bilmiyordu doğrusu!
Aristoteles, doğanın "odası"nı ciddi bir şekilde düzenlemek istiyordu. Doğadaki her şeyin
değişik gruplar ve alt-gruplarda biraraya geldiğini göstermeye çalışıyordu.
Aristoteles'in kadınlar konusundaki görüşlerini okuyunca hem hayal kırıklığına uğradı, hem
de kızdı. Demek insan çok akıllı bir filozof olmasına rağmen bu kadar aptal olabiliyordu!
Sofi, Aristoteles'ten esinlenip kendi "oda"sını düzenlemeye koyulmuştu. Ve orada tüm diğer
ıvır-zıvırın arasında, Hil-de'nin dolabından bir ay kadar önce yokolmuş olan beyaz çorabın
tekini bulmuştu! Sofi Alberto'dan gelen kâğıtları bir dosyanın içine koymuştu. "Kâğıtların
toplamı 50 sayfayı geçmişti."
338
Hilde ise dosyasınm 124. sayfasına gelmişti ki bunun içine hem Sofî'nin hikâyesi, hem de
Alberto Knox'dan gelen "kurs mektupları" dahildi.
Bir sonraki bölümün başlığı "Helenizm" idi. Bu bölüm Sofî'nin, üzerinde BM jipi bulunan bir
kartpostal alışıyla başlıyordu. Kart 15/6 tarihli ve "BM taburu" damgalıydı. İşte yine,
babasının hediyenin yanında vermek yerine hediyenin içine koymayı tercih ettiği bir başka
"kartpostal"dı bu da:
Sevgili Hilde! Hâlâ yaşgününü mü kutlamaktasın, yoksa artık ertesi gün mü oldu? Hediyenin
ne kadar süre dayanacağı o kadar önemli değildir. Bir anlamda tüm yaşam boyu sürer. Ama
ben yaşgününü bir kez daha kutlamak istiyorum. Belki artık kartları neden Sofi'ye yolladığımı
anlıyorsundur. Onun kartları sana ulaştıracağından hiç kuşkum yok. NOT. Annen cüzdanını
kaybettiğini anlattı. İçindeki 150 kronu ben sana veririm. Yeni öğrenci kartını da okul
kapanmadan alabilirsin, değil mi? Sevgiler, baban.
İyi vallahi! Hiç yoktan 150 kronu olmuştu böylece. Babası yaş-günü için yalnızca el yapması
bir hediyenin yetmeyeceğini düşünmüştü demek ki.
15/6 Sofî'nin de yaşgünüydü. Ama Sofî'nin takvimi henüz mayısın başlarını gösteriyordu. Bu
tarih babasmın bu bölümü yazdığı tarih olmalıydı; Hilde'ye yolladığı "yaşgünü kartpostalına"
ise çok daha sonraki bir tarihi koymuştu.
Zavallı Sofi. İşte şimdi de Jorün'le buluşmak üzere süper-markete doğru koşarken
düşünüyordu:
Hilde kimdi? Babası nasıl olup da Sofi'nin onu bulacağından bu kadar emin olabiliyordu? Ne
olursa olsun kartları doğrudan kızına değil de Sofi'ye yollaması çok anlamsız bir şeydi.
339
SOFİ'NİN DÜNYASI
Hilde de Plotinos'u okurken odasında uçmaya başladığını hissetmişti.
Varolan her şeyde tanrısal bir gizem olduğunu söylemek istiyorum. Ayçiçeğinin, gelinciğin
böyle parıldadığını görebiliriz. Bir kelebeğin daldan havalanışmda, bir balığın akvaryumda
yüzüşünde bu sınırsız gizemi biraz daha çok yakalarız. Ancak Tann'ya en yakınlaştığı, mız
yer kendi ruhumuzdur. Bu büyük yaşam sırrıyla ancak ruhumuzda birleşiriz. Evet, ender de
olsa, kimi zaman bu tanrısal gizemin kendimiz olduğunu hissederiz.
Hilde'nin şimdiye dek okuduğu en baş döndürücü bölünuolnıuş-tu bu. Aynı zamanda en kolay
anlaşılır bölümdü de bu: Her şey birdir ve bu "bir" de herkesin bir parçası olduğu tanrısal bir
gizemdir.
Bu inanılması gereken bir şey değildi Hilde'ye göre. Zaten böyleydi. Sonra isteyen verseydi
istediği anlamı "tanrısal" sözcüğüne.
Hızla bir sonraki bölüme geçti. Sofi ile Hilde 17 Mayıstan önceki akşam çadırlarını alıp kamp
kurmaya gidiyorlardı. Sonra da Binbaşının Evi'ne...
Hilde ancak bir iki sayfa okumuştu ki hiddetle yerinden kalkıp kolunun altında dosyayla odayı
arşınlamaya başladı.
Bu kadar da olmazdı yani! Babası Hilde'ye mayısın ilk yarısında gönderdiği kartların bir eşini
ormandaki bu kulübeye koymuş, sonra da kızların bunları bulmasını sağlamıştı. Gerçekten de
kendine gelen kartların tıpatıp eşiydi bu kartlar. Babasından gelen kartları iki-üç kez okur,
hepsini satırı satırına hatırlardı çünkü.
Sevgili Hilde. Yaşgününle ilgili tüm sırlardan bazen öyle patlayacak gibi oluyorum ki,
telefonu açıp sana her şeyi anlatmak is-
340
BJERKLEY
tiyor, sonra kendimi durduruyorum. Bu şey büyüdükçe büyüyor. Ve sen de bilirsin ki bir şey
büyüyüp durdukça insanın onu sırf kendine saklaması zorlaşır...
Sonra Sofiye Alberto'dan bir mektup daha geliyordu. Bu mektup Yahudilerle Yunanlılar ve
bu iki büyük kültür hakkındaydı. Tarihe böyle geniş bir açıdan bakmak Hilde'nin hoşuna
gitmişti. Okulda hiç böyle şeyler öğrenmiyorlardı. Varsa yoksa ayrıntılar, ayrıntılar... Bu
mektubu okuyup bitirdiğinde İsa ve Hıristiyanlığa dair yeni bir bakış edinmiş olduğunu
hissediyordu. '
Goethe'nin, "Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır,"
şeklindeki sözlerinden de hoşlandı.
Bundan sonraki bölüm, Sofi'nin penceresine çarpan bir kartpostalla başlıyordu. Bu da yeni bir
yaşgünü kartından başka bir şey değildi elbette!
Sevgili Hilde! Bu kartı okurken hâlâ yaşgünün mü bilmiyorum. Değilse de umarım üzerinden
pek fazla gün geçmemiştir. Sofi'nin bir-iki haftası bizim için bir-iki hafta anlamına
gelmeyebilir. Bense eve 24 Haziranda dönüyorum. Döndüğümde bahçedeki salıncağa oturup
beraber denizi seyrederiz Hildeciğim! Konuşacak çok şeyimiz var...
Sonra Alberto Sofi'yi telefonla arıyor, Sofi böylece Alberto'nun sesini duyuyordu ilk kez.
- Sanki bir savaştan bahsediyor gibisiniz...
- Buna ruhsal bir savaş demek daha doğru olur. Hilde'nin ilgisini uyandırıp, babası Lillesand'a
dönmeden önce onu bizim tarafımıza Çekmeye çalışmalıyız.
341
SOFİNİN DÜNYASI
BJERKLEY
Bunun üzerine Sofi, bir Ortaçağ rahibi kılığına girmiş olan Alberto Knox'la 12. yüzyıldan
kalma bir kilisede yüz yüze geliyordu.
Aman, kilise! Hilde saatine baktı. Saat biri çeyrek geçiyordu. Kitaba dalmış, zamanı
unutmuştu!
Kendi yaşgününde kiliseyi kırmak değildi pek onu düşündüren. Onu asıl huzursuz eden şu
yaşgünü meselesinin kendisiydi. Kiliseye gitmemekle epeyce bir kutlamayı da kaçırmış
oluyordu. Aman olsun, kutlamadan çok ne vardı şu dünyada!
Nasıl olsa kitapta uzun bir vaaz geliyordu birazdan. Alberto da papaz rolü için tam biçilmiş
kaftandı.
Sophia1 nın Hildegard'a görünüşünü okuduğunda yeniden ansiklopediye başvurdu. Ama
ansiklopedide ne Sophia'dan, ne de Hildegard'dan söz ediliyordu. Ne kadar da tipikti bu! Ne
zaman kadınlar ya da kadınlarla ilgili bir şey söz konusu olsa, ansiklopedi bir Ay krateri kadar
sessizleşiyordu. Ansiklopedileri sansürden geçiren bir "Erkekleri Koruma Birliği" filan mı
vardı
yoksa!
Bingen'li Hildegard hem vaiz, hem yazar, hem doktor, hem botanikçi ve hem de
doğalbilimciydi demek! Üstelik o, "Ortaçağda ayakları en çok yere basan ve en çok bilimsel
olanların kadınlar olduğunun bir simgesiydi.adeta". Ve bu kadın hakkında Kitap Kulübü'nün
koskoca ansiklopedisinde tek bir satır
yoktu ha! Rezalet!
Hilde, Tann'nın bir de "dişi yanı" ya da "doğa analığı" olduğuna inanıldığını hiç duymamıştı
daha önce. Yunancada Tan-rı'nın dişi yanına Sophia deniyordu demek! Sophia'yı da kayda
değer bulmamış olacaklardı sayın ansiklopediciler!
Ansiklopedide konuyla ilgili sayılabilecek tek bilgi, İstanbul'da, adı "kutsal bilgi" anlamına
gelen "Aya Sofya" isimli bir kilisenin bulunduğuydu. Bir başkent ve sayısız kraliçenin
isminin kaynağı olacak kadar önemli olmasına rağmen, bu kişi-
342
nin kadın olduğundan hiçbir yerde söz edilmiyordu. Sansür değilse neydi bu?
Öte yandan Sofi'nin Hilde'ye "göründüğü" doğruydu bir bakıma. Hilde kitabı okumaya
başladığından beri siyah saçlarıyla Sofi'yi gözünün önüne getirebiliyordu.
Sofi neredeyse tüm bir geceyi Maria Kilisesi'nde geçirip eve geldikten sonra, ormandaki
kulübeden alıp eve getirdiği pirinç aynanın önüne geçmişti.
Keskin hatlarıyla kendi yüzü ve kendinden başkasına ait olamayacak kara, "pırasa" saçları
görülüyordu aynada. Ama bu yüzün arkasında bir başka kızın yüzü daha saklıydı.
Aniden aynadaki kız iki gözünü birden kırptı. Sanki "ben gerçekten burada, aynanın öteki
yüzündeyim," demek ister gibiydi. Birkaç saniye sonra ise yokoldu. ¦¦
Hilde de kimbilir kaç kez aynada böyle kendisine bakmış, aynanın arkasında bir başkasını
aramıştı. Ama babası nereden biliyordu bunu? Hilde de aynanın arkasında siyah saçlı bir
kadın düşlememiş miydi çoğu kez? Hani büyük büyükninesi aynayı çingene bir kadından
aldığı için...
Hilde dosyayı tutan ellerinin titrediğini hissetti. Sofi'nin gerçekten "öteki yüzde" bir yerde
varolduğuna inanıyordu.
Sofi, Hilde ve Bjerkely'i rüyasında görüyordu şimdi de. Hilde Sofi'yi ne görebiliyor, ne de
işitebiliyordu. Ve işte Sofi iskelenin kenarında altın bir kolye buluyordu. Sonra da
uyandığında yatağında buluyordu üzerinde Hilde'nin adının baş harfleri de olan bu kolyeyi!
Hilde'nin şöyle bir düşünmesi gerekiyordu. Kolyesini de kaybetmemişti ya! Komodinindeki
takı kutusunu açıp baktı. Altın haç, babaannesinin Hilde'nin doğumunda taktığı altın haç
yerinde yoktu!
343-
SOFI'NIN DÜNYASI
Demek kolyesini de kaybetmişti. İyi ama daha kendisinin haberi yokken babası nereden
öğrenmişti bunu?
Dahası, Sofi Hilde'nin babasının Lübnan'dan gelişini de görmüştü rüyasında. Oysa babasının
gelmesine daha bir hafta vardı. Sofi rüyasında geleceği görüyor olabilir miydi? Babası eve
döndüğünde, Sofi'nin de bir bakıma orada olacağını mı anlatmak istiyordu? Hilde'nin yeni bir
de arkadaş edineceğini yazmıyor muydu zaten...
Hilde içinde uyanan bir anlık, ama çok net bir düşüncede Sofi'nin kâğıt kalemden öte bir şey
olduğunu hissetti. Sofi vardı.
344
AYDINLANMA ÇAĞI .iğne yapımından top dökümüne kadar.,
Hilde tam Rönesansla ilgili bölümü okumaya başlamışken aşağıda, kapının girişinde
annesinin ayak seslerini duydu. Saatine baktı. Dört olmuştu.
Annesi koşarak merdivenleri çıkıp Hilde'nin odasının kapısını açtı.
- Kiliseye gitmedin mi yoksa sen?
- Tabii ki gittim.
- Ama... ne giydin giderken?
- Şimdi ne giyiyorsam, o zaman da onu giydim.
- Gecelik mi giydin yani?
- Hımmm... Maria Kilisesi'ne gittim.
- Maria Kilisesi mi?
- Evet, Ortaçağdan kalma taş bir kilise.
- Hilde!
Hilde dosyayı kucağına bırakıp annesine baktı.
- Dalmış gitmişim anne. Çok üzgünüm. Ama öyle heyecanlı ki okuduklarım!
Annesi buna gülümsemeden edemedi.
- Sihirli bir kitap bu! diye ekledi Hilde.
- Tamam, tamam. Haydi bir kez daha öyleyse: Yaşgünün kutlu olsun Hilde!
- Aman, yaşgünü tebriklerinden gına geldi artık!
- Ama ben... Neyse, biraz dinleneyim de bize şöyle güzel bir akşam yemeği hazırlayayım.
Hem çilek de aldım.
- îyi. Ben de okumaya devam edeyim.
345
SOFf NtN DÜNYASI
Bunun üzerine annesi çıktı, Hilde de okumaya devam etti.
Sofi şehirde Hermes'in ardından yürüyordu. Alberto'nun evinin girişinde Lübnan'dan gelen bir
kart daha çıkmışta karşısına. Bu kart da 15 Haziran tarihliydi.
Hilde kartların tarihindeki sistemi şimdi anlıyordu. 15 Hazirandan önceki kartların bir
"kopya"sı Hilde'ye de gelmişti. 15 Haziran tarihli kartlar ise kendisine bu dosya aracılığıyla
geliyordu.
Sevgili Hilde. Sofi şimdi felsefe öğretmeninin evine geliyor. Ya-kında 15 yaşına girecek,
sense dün 15 yaşına girdin. Yoksa bugün mü Hildeciğim? Bugünse saat epey geç olmuş
olmalı. Ama saatlerimiz de hep aynı gitmiyor...
Hilde, Alberto'nun Sofiye Rönesansı, yeni bilimi, 17. yüzyıl Us-çularını ve Britanya
Empiristlerini anlattığı bölümleri okudu. Babasının anlatının arasına serpiştirdiği
kartpostalları ve yaşgünü tebriklerini her okuyuşunda çok heyecanlanıyordu. Babası bunları
kimi zaman bir kompozisyon defterinin içine, kimi zaman bir muz kabuğunun arasına, kimi
zaman bir bilgisayara koyuyordu. Hiç umursamadan Alberto'nun ağzından "laf kaçırtıyor",
Sofi'ye Hilde dedirtiyordu. Hepsinden ötesi Hermes'i de konuşturup, "Yaşgünün kutlu olsun
Hilde!" dedirtiyordu.
Babasının kendini Tanrı yerine koyarak fazla ileriye gittiği konusunda Alberto'yla aynı
fikirdeydi. Aa kiminle aynı fikirde oluyordu gerçekte. Alberto'yabu eleştiri -ya da özeleştiridolu
sözleri söyleten kişi de babası değil miydi? Sonunda babasının kendini Tanrı'yla bir
tutmasının pek de o kadar saçma olmadığı kanısına vardı. Babası, Sofi'nin dünyasında herşeye
kadir bir Tanrı gibiydi işte.
Alberto Berkeley'i anlatmaya başladığında Hilde de Sofi
346
AYDINLANMA ÇAĞI
kadar heyecanlıydı. Ne olacaktı şimdi? Babası hep, insan aklının dışında maddesel bir dünya
olduğunu reddeden bu filozofa gelindiğinde önemli bir şeyler olacağını sezdirmişti. Hilde
ansiklopediye baktığı iç in önceden bir şeyler öğrenmişti, Berkeley hakkında.
Bölüm, Sofi ile Alberto'nun pencere kenarında dururlarken, ardında yaşgünü tebriği mesajı
taşıyan uçağı görmeleriyle başlıyordu. O sırada da "kara bulutlar tüm şehri kaplıyordu".
Yani tüm soru "olmak ya da olmamak" değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur.
Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor,
yoksa akıl mı bizi çevreleyen?
Sofi'nin tırnak yemeye başlamasında şaşacak bir şey yoktu. Kendisinin böyle bir huyu olmasa
da, onun da kendini pek iyi hissettiği söylenemezdi.
Ve sonra bir gün gelir anlardı insan:"... bizim içinse "herşe-yin kendinde nedeni" olan bu
"ruh" Hilde'nin babası olabilir."
- Demek o bizim için bir tür Tanrı, öyle mi?
- Dürüst olmam gerekirse, evet. Ama bundan ötürü utanması gerek o ahlaksızın!
-Ya Hilde?
- O bir melek, Sofi.
- Melek mi?
- Hilde bu "ruh"un göründüğü kimse.
Bundan sonra Sofi Alberto'dan ayrılıyor, kendini sokakta, yağmur fırtınanın ortasında
buluyordu. Sofi'nin şehri koşarak geçmesinden birkaç saat sonra Bjerkeley'i de etkisi altına
alan aynı kötü hava olmasındı bu?
347
SOFÎ'NİN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
Yarın yaşgünüm, diye düşünüyordu. Tam on beşinci yaşına basarken hayatın yalnızca bir rüya
olduğunu anlamak ne kadar acıklıydı! Sanki bir milyon kazanmış, tam ödülü alacakken bunun
aslında bir rüya olduğunu anlamış gibiydi.
Sofi ıslak stadyumu da koşarak geçti. Çok geçmeden kendisine doğru birinin koştuğunu
farketti. Annesiydi bu. Bu arada gökyüzün-de art arda şimşekler çakıyordu.
Nefes nefese sarılmıştı şimdi annnesi Sofi'ye.
- Neler oluyor bize yavrum? diyordu annesi.
- Bilmiyorum, derken ağlıyordu Sofi. - Sanki herşey kötü bir rüya gibi!
Hilde de gözlerinin dolduğunu hissediyordu. "Olmak ya da olmamak - işte bütün mesele bu."
Dosyayı elinden yatağa atıp ayağa kalktı. Bir ileri bir geri odayı arşınlamaya koyuldu.
Sonunda annesi gelip onu yemeğe çağırana dek pirinç aynanın karşısında kendini seyretti.
Annesi kapıyı çaldığında aynanın karşısında ne kadar zamandır durduğunu bilmiyordu. Ama
bildiği bir şey varsa, o da aynadaki görüntüsünün kendisine iki gözünü birden kırpmış
olduğuydu.
Yemek boyunca yaşgünü için kendisine yapılanlara teşekkür borçlu, iyi bir aile kızı gibi
davranmaya çalıştı. Aslında kafası sürekli Alberto ve Sofi'yle meşguldü.
Herşeyin ardında Hilde'nin babasının olduğunu anlamışlardı artık. Peki şimdi neler olacaktı?
Aslında anlamışlardı demek de ne demekti? Herşey kurmacaydı nasıl olsa. Onların bir şey
anlamasını sağlayan babası değil miydi? Ne olursa olsun ortada bir sorun vardı: Sofı'yle
Alberto herşeyi "anladıklarına" göre yolun sonuna gelinmiş demekti.
Aynı durumun belki kendi dünyası için de geçerli olduğu aklına geldiğinde, bir patates cipsi
neredeyse boğazında kah-
348
yordu. İnsanlar doğanın kurallarını birbiri ardına keşfedip duruyorlardı. Tarih böyle, felsefe
ve bilimde tüm bilinemeyenler çözülüp dururken sonsuza dek sürecek miydi? Yoksa insanlık,
tarihinin sonuna mı yaklaşmıştı? Çünkü bir yandan gittikçe ilerleyen düşünce ve bilim ile
incelen ozon tabakası ve yakılarak yokedilen tropik ormanlar arasında bir ilişki yok muydu?
Belki de insanların bilgiye susuzluğuydu "ilk günahları"?
Bu konu öyle büyük ve öyle ürkütücüydü ki, Hilde hemen başka şeyler düşünmeye çalıştı.
Üstelik babasının yaşgünü hediyesini okumaya devam ederse, bir sürü şeyi daha anlardı
kuşkusuz.
- "Dile benden ne dilersen..." diye bir başka yaşgünü şarkısı söylüyordu annesi italyan
çilekleriyle dondurmalarını yerlerken. - Şimdi sen ne istersen onu yapacağız.
- Biraz garip gelecek ama şu an tüm istediğim babamın armağanını okumaya devam etmek.
- Pekâlâ, ama dikkat et de kendini fazla kaptırma!
- Yok canım.
- Belki sonra pizzalanmızı alıp televizyondaki şu dedektif dizisini seyrederiz...
- Belki.
Hilde'nin aklına Sofi'nin annesiyle konuşmaları geldi. Babası Sofi'nin annesini kendi
annesinden esinlenerek mi yaratmıştı acaba? Ne olur ne olmaz diye annesine hiç değilse
bugün evrenin silindir şapkasından çıkarılan tavşanlardan söz etmemeye karar verdi.
- Aklıma gelmişken, dedi ayağa kalkarken. -Evet?
- Altın haçlı kolyemi bulamıyorum. Annesi anlamlı anlamlı baktı.
- Kolyeni haftalarca önce iskelenin ucunda buldum. Orada düşürmüşsün, seni dağınık seni!
349
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Bunu babama anlattın mı?
- Bilmem. Ha evet, galiba anlattım...
- Peki şimdi nerede?
Annesi kalkıp kendi takı kutusuna bakmaya gitti. Sonra yatak odasından hayret dolu bir ses
geldi. Oturma odasına geri gelen annesi:
- Hay Allah! Şu an için ben de bulamıyorum, dedi.
- Biliyordum zaten.
Annesine bir sarılıp, yukarı kendi odasına koştu. Nihayet tekrar Sofi ve Alberto'nun başına
gelenleri okuyabilecekti. Yine yatağına oturup, koca dosyayı kucağına açtı.
Sofi ertesi sabah annesinin odasına girmesiyle uyandı. Elinde içi hediye paketi dolu bir tepsi
taşıyordu. Boş bir gazoz şişesine bayrağı koymuştu.
- Yaşgünûn kutlu olsun Sofi!
Sofi gözlerini ovuşturarak kendine gelmeye çalıştı. Dün olanları hatırlamaya çalıştı. Ama
herşey bir bulmacanın parçalarını andırıyordu. Bulmacanın bir karesinde Alberto, bir
diğerinde Hilde ve Binbaşı vardı. Bir başka karede Berkeley, diğerinde Bjerkely yer alıyordu.
Karelerin en siyahı o korkunç havaydı. Sofi bir sinir krizi geçirmişti neredeyse bu havada.
Sonra annesi onu havluyla kurulamış, ballı sıcak süt içirip "yatırmıştı". Sofi yatar yatmaz
uyumuştu.
- Hâlâ hayattayım galiba, dedi Sofi kısık bir sesle. -Tabii hayattasın! Üstelik bugün 15 yaşına
giriyorsun.
- Emin misin?
- Ne demek emin miyim? Bir anne bir tanecik kızının ne zaman doğduğundan emin olmaz
mı? 15 Haziran 1975... saat bir buçuk. Hiç kuşkusuz hayatımın en mutlu günü.
- Herşeyin yalnızca bir rüya olmadığından emin misin?
- Öyle de olsa, gözünü açıp karşında çörekler, gazoz ve yaşgü-nü hediyeleri bulduğun bir rüya
fena bir rüya sayılmaz herhalde!
350
AYDINLANMA ÇAĞI
Annesi elindeki tepsiyi bir sandalyeye bırakıp kısa bir süre için yokoldu. Tekrar odaya
geldiğinde elinde bir başka tepsi vardı. İçinde çörekler ve gazoz olan bu tepsiyi Sofi'nin
yatağının dibine bıraktı.
Bundan sonrası her zamanki yaşgünü sabahları gibi geçti. Sofi hediyelerini açtı; annesi ta on
beş yıl öncesine, doğum sancılarına varana dek anılarından bahsetti. Annesinin hediyesi bir
tenis raketiydi. Şimdiye dek hiç tenis oynamamıştı ama Yonca Sokağı'ndan üç beş dakika
ötede isterse oynayabileceği bir tenis sahası vardı. Babası FM-radyolu bir mini televizyon
göndermişti. Televizyonun ekranı bir fotoğraf yüzeyi kadar ya vardı, ya yoktu. Sonra ailenin
başka fertlerinden ve aile dostlarından hediyeler vardı.
Bir süre sonra annesi:
- Bugün işten izin alayım mı sence? diye sordu.
- Hayır. Neden?
- Dün gerçekten kendinde değildin. Böyle devam ederse seni bir psikologa göstersek
diyordum. "
- Gerekmez.
- Dünkü hava mıydı seni böyle etkileyen yoksa şu meşhur Alberto mu?
- Ya sana ne demeli? Dün "Neler oluyor bize yavrum?" diyen sen değil miydin?
- Bir takım acayip insanlarla buluşmak için şehirde oraya buraya gitmeni düşünerek söyledim.
Bunda belki benim de suçum var diye...
- Boş zamanlarımda birazcık felsefe dersi almamda kimsenin "suçu" yok. İşine gidebilirsin.
Zaten 10'da okulda olacağız. Ders yok. Karne alıp biraz eğleneceğiz o kadar.
- Karnen nasıl dersin?
- Bilmem ama birinci dönemden daha çok pekiyi olacağı kesin. Annesi gideli pek az olmuştu
ki telefon çaldı.
- Alo, ben Sofi Amundsen.
- Merhaba. Benim, Alberto.
351
SOFÎ'NİN DÜNYASI
-Aa?
- Binbaşı yapacağını yaptı yine.
- Ne demek istiyorsun?
- Dünkü havayı kastediyorum Sofi.
- Neye inanacağımı bilemiyorum.
- İşte bir filozofu filozof yapan da budur. Bu kadar kısa zamanda böyle çok şey öğrenmenden
gurur duymuyorum desem yalan olur.
- Hiçbir şeyin gerçek olmamasından korkuyorum.
- Buna varoluşsal endişe denir ki bu çoğu zaman yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu gösterir.
- Derslere biraz ara versek iyi olacak galiba.
- Bahçende çok kurbağa var şu sıralar anlaşılan! Sofi gülmeye başladı. Alberto sözlerini
sürdürdü:
- Bence devam etmeliyiz. Ha sahi yaşgünün kutlu olsun! Dersleri 24 Hazirandan önce
bitirmeye çalışmalıyız. Zaten son ümidimiz de
bu.
- Ne için son ümidimiz?
- Şöyle bir oturup arkana yaslan. Bugünkü dersimiz biraz zaman
alabilir.
- Rahatım yerinde.
- Descartes'ı hatırlıyor musun?
- "Düşünüyorum, öyleyse varım."
- Şu an kendi yöntemsel kuşkumuz içinde zor bir durumdayız. Düşünüp düşünmediğimizden
bile emin değiliz. Belki de biz bir düşünceden başka bir şey değiliz ki bu da insanın kendinin
düşünmesinden oldukça farklı bir şey. Lillesand'daki kızının yaşgünü eğlencesi olalım diye
Hilde'nin babası tarafından yaratılmış karakterler olduğumuza inanacak yeterli kanıt var
elimizde. Öyle değil mi?
- Evet...
- Ama bu durum da içinde bir çelişki barındırıyor. Eğer yaratılmış karakterlersek, kendi
başımıza hiçbir şeye "inanmaya" hakkımız olamazdı. Örneğin tüm bu telefon konuşması bir
hayalden baş-
352
AYDINLANMA ÇAĞI
ka bir şey olmazdı.
- O zaman bizim özgür bir irademiz olmazdı. Tüm söyleyip yaptıklarımıza Binbaşı karar
veriyor olurdu. O zaman en iyisi bu telefon Konuşmasına hemen şu an son vermek olurdu.
- Hayır, hayır. Konuyu basite indirgiyorsun!
- Niyeymiş anlat o zaman!
- İnsanın rüyalarını planladığı söylenebilir mi? Hilde'nin babası her yaptığımızın farkında
olabilir. Bundan kaçınmak insanın kendi gölgesinden kaçması kadar olanaksız olabilir. Ama
Binbaşının bundan sonra olacakları her türlü ayrıntısına kadar planlamış olduğu -ki ben de
tam bu noktada bir plan kurmaya başladım- pek öyle kesin olmayabilir. Belki de olacaklara
tam son anda yani yaratıcılık anında karar veriyordur. İşte tam böyle anlarda inisiyatifi ele
alıp kendi söyleyip yapacaklarımıza kendimiz karar verebiliriz belki. Tabii bizim bu zayıf
çıkışlarımız Binbaşınınkilerle karşılaştırılamayacak kadar güçsüz olacaktır. Onun konuşan
köpekleri, uçağın arkasına taktığı pankartları, muzla yolladığı haberler ve fırtınalı havaları
karşısında yapacak pek bir şeyimiz yok. Ama ne olursa olsun bizim de bir irademiz olduğunu
unutmamak gerek.
- Nasıl başaracağız bu dediğini?
- Binbaşı bizim dünyamızda olup biten herşeyin farkında, ama bu onun herşeye kadir olduğu
anlamına gelmiyor. En azından bizim hayatımızı onun herşeye kadir olmadığını varsayarak
yaşamamız gerekiyor.
- Anlıyorum sanırım.
- Mesele, onun haberi olmadan araya sızıp sırf kendi başımıza bir şey yapabilmekte. Bu
Binbaşının asla farkedemeyeceği bir şey olmalı.
- Biz aslında var değilsek nasıl mümkün olacak bu?
- Varolmadığımızı kim söyledi? Mesele varolup olmadığımız değil) ne olduğumuz ve kim
olduğumuz. Binbaşının bölük pörçük usunda varolan kıvılcımlar olsak da bu bizim kendi
çapımızdaki varlı-
353
SOFI'NÎN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
ğımızı engellemez.
- Özgür irademizi de mi engellemez?
- Buna da bir çare bulacağım elbet Sofi.
- Ama Hilde'nin babası "buna bir çare bulacağını" da biliyor.
- Olabilir. Ama planımın ayrıntılarını bilmiyor. Ve ben de bir Ark-himedes noktası bulmaya
çalışıyorum.
- Arkhimedes noktası mı?
- Arkhimedes Helenistik çağın meşhur bir bilginiydi. "Bana sabit bir nokta verin, dünyayı
yerinden oynatayım" diyordu. Bizim de Binbaşının iç evreninden dışarıya sıçrayabilmek için
böyle sabit bir noktaya ihtiyacımız var.
- Epey uğraştıracağa benzer bizi bu.
- Ama bunun için ilk önce felsefe kursumuzu tamamlamamız gerek. O zamana dek Binbaşının
üzerimizdeki hakimiyeti sürmek durumunda. Seni yüzyılların içinden geçirip çağımıza dek
getirmeme karar vermiş anlaşılan. Öte yandan Ortadoğu'da bir yerlerden bir uçağa binip
buraya gelmesine de sadece birkaç gün kaldı. Bjerkely'e varmadan kendimizi onun yapış
yapış hayal gücünden kurtaramazsak bu iş bitti demektir.
- Beni korkutuyorsun...
- Öncelikle sana Fransız Aydınlanma Çağıyla ilgili en önemli bilgileri vermeliyim. Sonra
Kant'ı ele alıp Romantik Çağa geçebiliriz. Sonra Hegel en azından bizim için önemli bir adım
oluşturacak. On-
. dan bahsedince Kierkegaard'ın Hegel felsefesiyle ateşli hesaplaşmasından söz etmemek
olmaz. Sonra Marx, Darvvin ve Freud'dan da bahsetmeliyiz. Elimizi çabuk tutup Sartre ve
Varoluşçuluğu de ele alabilirsek, bundan sonra planımızı uygulayabiliriz.
- Bir hafta için oldukça yüklü bir program.
- O yüzden hemen başlamalıyız. Şimdi gelebilir misin?
- Okula gitmem gerek. Karne alıp biraz eğleneceğiz bugün.
- Boşver! Eğer yalnızca bir bilinçte varolduğumuz doğruysa, eğlence saatinde içilen
gazozlarla yenen ıvır zıvırın tadı da yalnızca
354
hayalimizde olan bir şeydir nasılsa!
- Ama karne...
- Sofi! Ya yüz milyarlarca galaksiden birindeki bir gezegenin ufacık bir parçasındakİ akıl
almaz bir evrende yaşamaktasın, ya da bir Binbaşının usundaki elektromanyetik dürtülerde.
Sense tutmuş "karne"den bahsediyorsun. Utan, utan!
- Özür dilerim.
- Ama yine de okula bir uğrasan iyi edersin. Son gün okulu kırman Hilde'nin üzerinde
olumsuz etki yapabilir. Yaşgünü olmasına rağmen o okula gidiyordur mutlaka. Ne de olsa bir
melek o!
- Tamam öyleyse. Okuldan sonra hemen geliyorum.
- Binbaşının Evinde buluşabiliriz.
- Binbaşının Evinde mi?
- Klikk...
Hilde dosyayı bıraktı. İşte babası son gün okulu kırdığı için vicdan azabı duymasını da
sağlamıştı. Ne adamdı yahu!
Bir süre oturup Alberto'nun ne tür bir kurtulma planı-yaptığını düşündü. Dosyanın son
sayfasına baksa mıydı acaba? Yok, ayıp etmiş olurdu o zaman. En iyisi kitabı bir an önce
bitirmeye çalışmaktı.
Önemli bir noktada Alberto'ya katılıyordu. Babası Sofi'yle Alberto'nun başına gelecekleri
biliyordu ama oturup yazarken her türlü ayrıntıyı da önceden düşünemezdi. Kimi zaman
içinden gelenleri bir hızla yazıyor, ne yazdığının ise ancak sonradan farkına varıyor olmalıydı.
İşte tam bu noktalarda Sofi'yle Alberto'nun bir tür özgürlüğü olabilirdi.
Hilde tekrar Sofi'yle Alberto'nun gerçekten varoldukları duygusuna kapıldı. Denizin yüzü
kıpırtısız olsa da bu, denizin derinlerinde bir hareket olmadığı anlamına gelmez, diye
düşündü.
Şimdi niye düşünmüştü bunu?
355
SOFl'NlN DÜNYASI
Niye düşündüyse düşünsün hiç de denizin yüzünde sayılmayacak bir düşünceydi bu!
Sofi okulda tam anlamıyla bir yaşgünü yaşadı. Herkes okulun son günü olduğu için zaten tam
bir eğlence havası içinde olduğundan kendi yaşgünü de fazladan gürültülü bir biçimde
kutlanmış oldu.
Öğretmen son olarak iyi tatiller dileyip serbest olduklarını söyler söylemez Sofi dışarı fırladı.
Jorün'ün kendisini beklemesi çağrısına da hemen yapması gereken bir şey olduğunu
söyleyerek karşılık verdi.
Posta kutusunda Lübnan'dan gelen iki kartpostal duruyordu. Her ikisinde de "HAPPY
BIRTHDAY -15 YEARS" diye yazılıydı. Hazır yaşgünü kartlarındandı bunlar.
Kartın birisi "Hilde Möller Knag, Sofi Amundsen eliyle..." adresli, diğeriyse Sofi'nin
kendineydi. Her iki kart da "BM taburu" damgalıydı.
Sofi önce kendisine yollanmış olan kartı okudu:
Sevgili Sofi Amundsen! Bugün senin yaşgünün olduğu için pek çok kutlanmaya layıksın. Ve
ben de senin yaşgününü candan kutlarım. Şimdiye dek Hilde için yapmış oldukların için
sağol! İçten selamlar. Binbaşı Al bert Knag.
Sofi Hilde'nin babasının sonunda kendisine de bir kart göndermiş olmasına ne tepki
duyacağını bilemiyordu. Bir bakıma oldukça dokunaklı bir şeydi bu.
Hilde'ye gelen kartta ise şunlar yazılıydı:
Sevgili Hildeciğim! Şu an Lillesand'da günlerden ne, saat kaç bilmiyorum. Ama zaten pek de
önemli değil bu. Seni yanlış tanı-1 mamışsam, bu sana gönderdiğim son ya da sondan bir
önceki yaşgünü tebriği olacak. Ama kitabı bitireceğim diye uykusuz
356
AYDINLANMA ÇAĞI
kalmanı da istemem! Alberto birazdan Fransız Aydınlanma düşüncelerini anlatacak ve
özellikle yedi önemli nokta üzerinde duracak. Bunlar:
1. Otoriteye karşı çıkış
2. Usçuluk
3. Aydınlanma düşüncesi
4. Kültür iyimserliği
5. Doğaya dönüş
6. İnsancıllaştırılmış Hıristiyanlık
7. İnsan hakları
Binbaşının gözünün hâlâ üzerlerinde olduğu belli oluyordu.
Sofi eve girip pekiyilerle dolu karnesini mutfak masasının üzerine bıraktı. Sonra çiti geçip
ormana daldı.
Gölü yine kayıkla geçti. Alberto kapının eşiğinde oturuyordu. Eliyle Sofi'nin yanına
oturmasını işaret etti.
Hava oldukça güzeldi ama küçük gölün üzerinden etrafa serin bir hava dalgası yayılıyordu.
Fırtınalı havanın etkisi henüz geçmemiş gibiydi.
- Hemen konumuza geçelim, diye söze başladı Alberto. - Hu-me'dan sonra gelen en önemli
sistem yaratıcısı Kant idi. Ancak 18. yüzyılda Fransa'da da meşhur filozoflar yaşadı. 18.
yüzyılın ilk yarısında felsefenin ağırlıklı olarak İngiltere'de, 18. yüzyılın ortalarında Fransa'da,
yüzyılın sonundaysa Almanya'da hissedildiğini söylemek yanlış olmaz.
- Batıdan doğuya bir geçiş yani...
- Evet. Pek çok Fransız Aydınlanmacı düşünürün ortak bir takım fikirlerine kısaca değinmek
istiyorum. Bunlar arasında Montes-quieu, Voltaire, Rousseau ve daha birçokları gelir. Bu
fikirleri yedi ana başlıkta toplayacağım.
- Teşekkürler, ne yazık ki bundan haberim var!
Sofi Hilde'nin babasından gelen kartı gösterdi. Alberto derin bir
357
SOFfNtN DÜNYASI
iç çekti.
- Buna hiç gerek yoktu bence... Evet, ilk nokta otoriteye karşı ç;-kış. Fransız Aydınlanma
filzoflarından bir çoğu, o sıralar Fransa'dan daha açık bir ülke olan İngiltere'de bulunmuşlardı.
Burada İngiliz doğa biliminden, özellikle Nevvton ve onun evrensel fiziğinden çok
etkilenmişlerdi. Ancak bunun yanında İngiliz felsefesi, özellikle Locke ve onun politik
felsefesi de onlara bir esin kaynağı oluşturmuştu. Daha sonra bu filozoflar Fransa'da varolan
otoritelere karşı mücadeleye giriştiler. Bizden öncekilerden devraldığımız tüm doğrulara karşı
eleştirel bir tutum takınmalıyız, dediler. Tüm sorulara bireyin kendisi bir cevap bulmalıydı.
Bu noktada Descartes geleneği onlara ışık tutuyordu.
- Çünkü Descartes herşeyi temelden kurmaktan yanaydı değil
mi?
- Evet. Otoriteye karşı çıkış kilisenin, kralın ve soyluların gücüne karşı koymayı da
içeriyordu. Bu kurumlar 18. yüzyılda Fransa'da İngiltere'dekinden çok daha güçlüydüler.
- Ve sonra devrim oldu.
- Evet, 1789'da. Ancak yeni fikirler bundan daha önce ortaya çıkmıştı. İkinci nokta Usçuluk.
• Usçuluğun Hume'la birlikte ortadan yokolduğunu sanmıştım.
- Hume 1776'da öldü. Bu Montesquieu'nün ölümünden yirmi yıl sonrası, 1778'de ölen
Voltaire ve Rousseau'nun ölümünden yalnızca iki yıl öncesiydi. Ve bu üç filozof da
İngiltere'de bulunmuş, Locke'un felsefesiyle iyice tanışmışlardı. Locke'un yüzde yüz bir
Empirist olmadığını hatırlıyorsundur belki. Locke Tanrı'ya inancın ve belli bazı ahlaki
normların insan aklında varolduğuna inanıyordu. Aydınlanma felsefesinin temelini de bu
düşünce oluşturur.
- Fransızların İngilizlerden hep biraz daha fazla Usçu olduklarını
da söylemiştin.
- Evet ve bu farkın kökleri ta Ortaçağa uzanır. İngilizlerin "com-mon sense" dedikleri şeye
Fransızlar "evidence" der. İngilizce bu
358
AYDINLANMA ÇAĞI
terim "herkesin bildiği şey" diye çevrilebilirken, Fransızca bu sözcük "(usun) açık seçik
gördüğü şey" şeklinde tercüme edilebilir.
- Anlıyorum.
- Aydınlanma filozoflarının çoğu, Sokrates ve Stoacılar gibi Antik Çağ Hümanistleriyle aynı
doğrultuda olarak insan usuna sonsuz ölçüde güveniyorlardı. Bu öyle önemli bir noktaydı ki,
bu yüzden Fransız Aydınlanma Çağına "Usçuluk Çağı" dendiği de olur. Yeni doğa bilimi
doğanın akla uygun bir biçimde varolduğunu göstermişti. Aydınlanma Çağı filozofları da
kendi üstlerine düşen görevin ahlak ve dinde insan aklına uygun sarsılmaz bir temel
oluşturmak olduğuna inanıyorlardı. Bu da Aydınlanma düşüncesine yol açmıştır.
- Ve bu da üçüncü noktaydı.
- Artık geniş halk tabakaları "aydınlatılmalıydı". Daha iyi bir toplumun ön koşulu buydu.
Zorluk ve baskıların nedeni bigisizlik ve bo-şinandı. Bu yüzden çocukların ve halkın
eğitimine büyük önem verilmeliydi. Eğitimin bir bilim olarak gelişmeye başlamasının
Aydınlanma Çağına rastlaması da bir rastlantı değildir bu yüzden.
- Okul Ortaçağa, eğitbilim de Aydınlanma Çağına uzanıyor demek ki...
- Evet, böyle denebilir. Aydınlanma düşüncesinin anıtı da dev bir ansiklopedi oldu.
Encyclopedie adıyla bilinen ve 1751 -1772 yılları arasında 28 cilt halinde hazırlanan bu esere
en büyük Aydınlanma filozofları katkıda bulundu. "Burada herşey var," denildi, "iğne
yapımından top dökümüne kadar herşeyi bulmak mümkün."
- Bundan sonra kültür iyimserliğigeliyor.
- Ben konuşurken şu kartı bir kenara bırakabilir misin lütfen!
- Özür dilerim.
- Akıl ve bilgi bir yayılmaya görsün, o zaman insanlık büyük hamleler gerçekleştirebilir,
diyordu Aydınlanma filozofları. Akılsızlık ve bilgisizliğin "aydınlanmış" insanlığın yolundan
yokolması bir an meselesiydi. Bu düşünce Batı Avrupa'da bundan birkaç on yıl öncesine
kadar tümüyle geçerli olan bir düşünceydi. Bugünse her türlü
359
SOFİNİN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
"gelişme"nin gerçekten iyiye yönelik olup olmadığından o kadar emin değiliz. Ancak Fransız
Aydınlanma filozofları bu tür bir "uygar, lığa" karşı eleştirilerini daha o zamanlar dile
getirmişlerdi.
- Onları dinlemeliymişiz demek ki.
- Bazıları için ana slogan doğaya dönmek olmuştu. Aydınlanma filozoflarının "doğa" ile
kastettikleri "us"la hemen hemen aynı şey. di. Çünkü insan usu, kilise ve "uygarlığın" tersine,
doğa tarafından verilmiş bir şeydi. "Doğa insanlarının Avrupalılardan daha sağlıklı ve daha
mutlu olduğuna işaret edilirdi çoğu zaman, çünkü onlar "uygar" değillerdi. "Doğaya
dönmeliyiz" sözünün sahibi ise Rousseau idi. Çünkü doğa iyiydi, insan da "doğası gereği" iyi
bir varlıktı. Kötülüğün kaynağıysa toplumdu. Rousseau çocukların çocukluklarını "doğal"
saflıkları içinde mümkün olduğunca uzun bir süre yaşamalarını öngörüyordu. Çocukluğun
değerinin kavranmasının Aydınlanma Çağında başladığını söyleyebiliriz. Bundan önceyse
çocukluk yetişkinliğe bir hazırlık olarak görülürdü. Oysa Dünya üzerinde yaşayan birer
insanız hepimiz -çocukken çocuk olarak, yetişkinken de yetişkin.
- Bence de.
- Ve tabii dinin de "doğallaştırılması" gerekiyordu.
- Bununla ne demek istiyorlardı?
- Din de insanın "doğal" sağduyusuyla uyumlu bir hale getirilmeliydi. Bu çağda pek çokları
insancıllaştırılmış bir Hıristiyanlık anlayışı için mücadele ettiler ki listemizdeki altıncı nokta
da bu. Öz-dekçi ve Tanrı'ya inanmayan dolayısıyla tanrıtanımaz bir tutum takınanlar vardı
ama Aydınlanma filozoflarının çoğu Tanrı'sız bir dünyanın insan aklına uygun olmadığını
savunuyorlardı. Dünya fazlasıyla rasyoneldi bunun için. Örneğin Nevvton da bu görüşteydi.
Aynı şekilde ruhun ölümsüzlüğüne inanmanın da akla uygun olduğu düşünülüyordu. Örneğin
Descartes için ruhun ölümsüzlüğü bir inanç meselesinden çok bir akıl meselesiydi.
- Bu nokta biraz tuhaf geldi bana. Bence bu akıldan çok bir inanç
360
meselesidir tam da.
- Ama 18. yüzyılda yaşamıyorsun sen. O dönemin Aydınlanma filozoflarına göre
Hıristiyanlık, kilise tarihi boyunca İsa'nın basit öğretilerine eklendikçe eklenen dogma ve
öğretilerden temizlenip özüne döndürülmeliydi.
- Ha o zaman başka!
- Pek çokları da Deizmi benimsiyordu.
- O da ne?
- "DeiznV'e göre Tanrı dünyayı çok, çok eskiden yaratmış ancak ondan sonra kendini vahiy
yoluyla insanlara bilinir kılmamıştır. Böylelikle Tanrı, kendini insanlara bir takım "doğaüstü"
yollarla değil, doğa ve onun yasaları aracılığıyla duyuran "en yüce varlık" konumuna
indirgenmiştir. Böyle bir "felsefi Tanrı"ya Aristoteles'te de rastlarız. Onun için de Tanrı
evrenin "ilk nedeni" ya da "ilk devindiri-cisi" idi.
- Öyleyse geldik insan hakları konusuna...
- Ve belki de bunların en önemlisine! Fransız Aydınlanma felsefesinin genel olarak İngiliz
felsefesinden çok daha fazla uygulamaya yönelik olduğunu söyleyebiliriz.
- Bu felsefelerinin sonuçlarını alıp hayata geçirdikleri anlamına mı geliyor?
- Evet. Fransız Aydınlanma filozofları yalnızca insanın toplumdaki yeri üzerine birtakım
kuramsal görüşler üretmekle yetinmediler, aynı zamanda yurttaşların "doğal hakları" için de
aktif olarak mücadele ettiler. Bu öncelikle sansüre karşı ve basın özgürlüğü için verilen bir
mücadeleydi. Hem din, hem ahlak ve hem de politika konularında birey istediğini düşünmekte
ve düşüncesini dile getirmekte tümüyle özgür olmalıydı. Ayrıca zencilerin köle edilmesine
karşı ve suçluların daha insanca bir muamele görmesi için de savaşıldı.
- Bunların çoğunun altına ben de imzamı atabilirim sanırım.
- En sonunda "bireyin dokunulmazlığı" ilkesi, 1789'da Fransız Millet Meclisi tarafından ilan
edilen "İnsan Hakları Evrensel Bildir-
361
SOFfNÎN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
gesi"nde yer aldı. Bu "İnsan Hakları Bildirgesi" bizim 1814'de ilan edilen Anayasamızın da
temelini oluşturur.
- Ama dünyada pek çok insan ne yazık ki hâlâ bu hakları elde edebilmek için savaşmak
zorunda!
- Evet, ne yazık ki! Oysa Aydınlanma filozoflarına göre tüm insanlar sırf insan oldukları için
bir takım özgürlüklere sahipti. Bu onların "doğal" hakkıydı. Günümüzde de hâlâ ülkelerin
yasalarıyla uyuşmayabilen "doğal haklar"dan söz etmekteyiz. Hâlâ görmekteyiz ki bireyler ya
da halk toplulukları adaletsizliğe, özgürlüksuzlüge ve baskıya karşı "doğal hakları"nı
savunmak adına mücadele ediyorlar.
- Ya kadın hakları?
- 1789'daki devrim bu hakların tüm "yurttaşlar" için geçerli olduğunu öne sürüyordu. Ancak
yurttaşla kastedilen daha çok erkeklerdi. Ama tam da Fransız Devrimi sırasında kadın hakları
mücadelesinin ilk örnekleri görülmeye başlanır.
- Eh, sırası da gelmiş artık yani!
- Aydınlanma filozofu Condorcetdaba 1787'de kadın haklarıyla ilgili bir yazı yayımlamıştı.
Bu yazıda kadınların da erkeklerle aynı "doğal haklar"a sahip olduğunu belirtiyordu.
1789'daki devrim sırasında da kadınlar eski feodal düzene karşı savaşta oldukça aktif roller
aldılar. Örneğin sonunda kralın Versaille Sarayından kaçmasını sağlayan büyük gösterileri
başlatan kadınlardı. Paris'te bir çok kadın grubu oluşturulmuştu. Erkeklerin sahip olduğu
hakların aynına sahip olmanın yanısıra, evlilik yasaları ve kadınların toplumsal konumları
konularında da değişiklikler istiyorlardı.
- Peki kazanabildiler mi bu hakları?
- Hayır. Daha sonra da örnekleri pek çok kez görüldüğü gibi, kadın hakları konusu bu kez de
devrimin sıcaklığı içersinde gündeme gelip devrimden sonra durum sakinleştiğinde
gündemden silindi.
-Tipik işte!
- Fransız Devrimi sırasında kadın hakları için savaşanlardan
362
biri de Olympe de Gouges idi. Olympe de Gouges 1791'de yani devrimden iki yıl sonra
kadınların hakları konusunda bir bildiri yayınladı. Ona göre "vatandaşlık hakları" bildirgesi,
kadınların "doğal haklan" konusuna değinmiyordu, bu yüzden o kadınların da erkeklerin sahip
olduğu tüm haklara sahip olması gerektiğini dile getirdi bu bildirisinde.
- Ne oldu bunun sonucu?
- Olympe de Gouges 1793'te idam edildi. Üstelik bundan sonra kadınların politik faaliyetlerde
bulunması yasaklandı.
- Allah kahretsin!
- Kadın hakları mücadelesi bundan sonra gerek Fransa'da gerek tüm Avrupa'da 19. yüzyılda
yeniden tam anlamıyla gündeme geldi. Ve yavaş yavaş bu mücadelenin meyveleri alınmaya
başlandı. Ancak örneğin Norveç'te kadınlar oy hakkını ancak 1913'te elde ettiler. Hâlâ da
dünyanın pek çok ülkesinde kadınlar haklarını elde etmek için savaşıyorlar.
- Benim de tüm kalbimle yanlarında olduğumu bilsinler!
Alberto susup gölü seyretmeye koyuldu. Bir süre sonra:
- Aydınlanma felsefesiyle ilgili olarak söyleyeceklerim bunlarmış herhalde, dedi.
- Ne demek "bunlarmış herhalde"?
-Daha fazla söyleyecek bir şeyim yokmuş gibi geliyor.
O bunları söylerken birden gölde birşeyler oldu. Gölün ortasındaki sular kaynamaya başladı
ve suların içinden korkunç bir dev yaratık yükseldi.
- Bir deniz yılanı! diye haykırdı Sofi.
Kara yaratık ileri geri birkaç kez salındıktan sonra yeniden suyun diplerine daldı ve sonra
herşey eski sessizliğine büründü. Alberto arkasını dönmüştü.
- İçeri girelim, dedi.
Bunun üzerine kalkıp küçük kulübeye girdiler.
363
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
Sofi Berkeley ve Bjerkely'i gösteren resimlerin yanına gitti. Bjer-kely'nin olduğu resmi
göstererek:
- Bence Hilde burda bir yerde yaşıyor, dedi.
Resimlerin arasına işlemeli bir levha asılmıştı. Levhada "ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK VE
KARDEŞLİK" yazıyordu. Sofi Alberto'ya dönüp:
- Bunu sen mi astın? diye sordu.
Alberto buna çaresizlik dolu bir ifadeyle omuz silkerek karşılık verdi.
O sırada Sofi şöminenin üzerinde bir zarf durduğunu farketti. Zarfın üzerinde "Hilde ve
Sofi'ye" diye yazılıydı. Sofi zarfın kimden olduğunu hemen tahmin etti elbette, ama artık yeni
olan bir şey Binbaşının kendine de haber yollamaya başlamış olmasıydı.
Zarfı açıp yüksek sesle okumaya başladı:
Sevgili Hilde ve Sofi! Felsefe öğretmeniniz anlattıklarına ek olarak Fransız Aydınlanma
felsefesinin BM'in bağlı olduğu amaç ve ilkelere ne büyük bir temel teşkil etmiş olduğundan
da söz etmeliydi. İki yüzyıl önce "Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik" sloganı Fransız yurttaşlarını
biraraya getiren önemli bir slogandı. Bugün aynı sözler tüm insanlığı birbirine bağlamalı.
İnsanlığın büyük bir aile gibi olması bugün her zamankinden daha önemli. Bizi bizim
çocuklarımız, torunlarımız izleyecek. Nasıl bir dünya bırakıyoruz onlara?
Hilde'nin annesi aşağıdan seslenip pizzayı fınna koyduğunu ve dizi filmin on dakikaya kadar
başlayacağını haber verdi. Hilde tüm okuduklarından sersemlemiş bir durumda hissediyordu
kendini. Ne de olsa sabah altıdan beri aralıksız okuyordu.
Akşamın geri kalanını annesiyle 15. yaşgününü kutlayarak geçirmeye karar verdi. Ama önce
ansiklopedide bir şeye bakmalıydı.
364
Gouges... yok. Peki De Gouges? O da yok. Ya Olympe De Gouges? Hayır, yok. Kitap Kulübü
Ansiklopedisinde, politik faaliyetleri yüzünden idam edilen bu kadın hakkında tek bir söz bile
yoktu işte! Büyük bir rezalet değil miydi bu? Babasının böyle bir kişiyi kafasından uyduracak
hali yoktu herhalde.
Hilde daha büyük bir ansiklopediye bakmak için koşarak merdivenlerden aşağıya indi.
Şaşkınlıkla kendisine bakan annesine:
- Bir şeye bakacağım da, dedi.
- Aschehoug Ansiklopedisinin FOR V ile GP arasındaki sözcükleri içeren cildini kaptığı gibi
tekrar odasına döndü.
Gouges . . . işte!
Gouges, Marie Olympe (1748- 93) Fr. yazar. Sosyal konularda yayımladığı broşürler ve
yazdığı piyeslerle Fransız Devrimi'nde aktif rol aldı. Devrim sırasında tartışılan insan
haklarının kadınları da kapsaması için uğraşan ender kişilerden biridir. 1791'de "Kadın
Hakları Bildirgesi"ni yayımlamıştır. 16. Ludvvig'i savunup Robes-pierre'e saldırmak
cüretinde bulunduğu için 1793'de idam edildi. (Kaynakça: L.Lacour, "Les Origines du
feminisme contemporain", 1900)
365
KANT
KANT
...üzerimdeki gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası...
Albert Knag'dan geceyarısına doğru telefon geldi. Telefonu Hil-de'nin annesi açmıştı.
- Telefon sana Hilde. -Alo?
- Merhaba, ben baban.
- Delisin sen baba, saat on ikide aranır mı?
- Yaşgününü kutlayayırh demiştim...
- Bütün gün kutladın ya zaten!
-... ve aramak için günün geçmesini bekledim.
- Neden?
- Hediyeni almadın mı yoksa?
- Aldım tabii. Çok, çok teşekkür ederim.
- Utandırma beni. Ne düşünüyorsun peki?
- Harika. Bütün gün okumaktan yemek bile yemedim neredeyse.
- Yemek yemeyi ihmal etmemelisin.
- N'apayım, çok heyecanlı!
- Kitabın neresine geldin?
- Sen onlara bir deniz canavarı göstererek dalga geçtiğin için Binbaşının Evine girdiler...
- Aydınlanma Çağı.
- Ve Olympe de Gouges.
- Tahminimde pek yanılmamışım öyleyse.
- Ne demek "yanılmamışım"?
- Sanırım geriye tek bir yaşgünü kutlaması kaldı ve bu da
366
şimdiye kadarkilerin içinde en etkileyicisi.
- Uyumadan önce biraz daha okuyayım öyleyse.
- Okuduklarından bir şeyler anlıyor musun peki?
- Bu bir günde... şimdiye kadar okulda öğrendiklerimden daha çok şey öğrendim. Sofi'nin
okuldan eve gelip posta kutusunda ilk zarfı buluşundan bu yana sadece bir gün geçmiş
olmasına inanamıyorum.
- Ne kadar az zaman alabiliyor bazen her şey!
- Ama biraz acıyorum ona. v
- Annene mi?
- Hayır, Sofi'ye tabii ki. -Ya...
- Kafası iyice karışıyor zavallının.
- Ama o... o yalnızca bir...
- O yalnızca uydurulmuş bir kitap kahramanı diyeceksin, değil mi?
- Evet, öyle bir şey.
- Bence Alberto ve Sofi varlar.
- Bunları eve gelince konuşuruz. -Olur.
- Sana iyi günler öyleyse.
- Ne dedin?
- Pardon, iyi geceler diyecektim.
- Sana da iyi geceler.
Hilde yarım saat kadar sonra yatağına uzandığında dışarısı hâlâ öyle aydınlıktı ki bahçe ve
koy olduğu gibi görünüyordu. Yılın bu mevsiminde hava hiç kararmazdı.
Ormandaki küçük bir kulübenin duvarında asılı olan bir resmin içinde olmanın nasıl olacağını
düşündü bir süre. Bu resmin içinden bakıp dışandakileri görmek mümkün olur muydu?
Uyumadan önce büyük dosyadan birkaç sayfa daha okudu.
367
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
Sofi, Hilde'nin babasından gelen mektubu tekrar şöminenin üzerine
koydu.
- Şu BM meselesi gerçekten çok önemli olabilir, dedi Alberto, -ama anlattıklarıma böyle
müdahale etmesinden hoşlanmıyorum.
- Bence bu kadar önemseme.
- Şu andan itibaren deniz yılanı ve bu gibi olağanüstü olayları görmemezlikten geleceğim. Şu
camın kenarına oturalım ve sana Kant'ı anlatmaya başlayayım.
Sofi iki koltuğun arasındaki küçük sehpada bir gözlük durduğunu farketti. Gözlüğün camları
kırmızıydı. Güneş gözlüğü müydü acaba?
- Saat ikiye geliyor, dedi Sofi. - Saat beşten önce evde olmalıyım. Annemin yaşgünüm için
birtakım planları vardır mutlaka.
- Üç saatimiz var öyleyse.
- Hemen başlayalım.
- Immanuel Kant 1724'de Doğu Prusya'daki Königsberg kentinde bir saracın oğlu olarak
dünyaya geldi. 80 yaşında ölene dek hemen hemen tüm ömrünü burada geçirdi. Ailesi koyu
Hıristiyandı. Onun da felsefesinin önemli temellerinden birini kendi dinsel inancı oluşturur.
Berkeley gibi o da Hıristiyanlık inancının temellerini korumak gerektiğine inanıyordu.
- Berkeley'den yeterince bahsettik, sağol!
- Kant ayrıca şimdiye kadar bahsettiğimiz filozoflar içinde üniversitede felsefe profesörü
olarak çalışan ilk filozoftu.
- Felsefe profesörü mü?
- Günümüzde "filozof" sözcüğü iki anlamda kullanılmaktadır: "Filozof" diye öncelikle kendi
felsefi sorularına yanıt arayan kişiye denir. Öte yandan, kendi felsefesini kurmamış olmakla
beraber felsefe tarihinde uzmanlaşmış kişiye de "filozof" denir.
- Kant bu ikinci türden bir filozof muydu?
- Kant her ikisi de idi. Yalnızca başka filozofların düşünceleri konusunda uzmanlaşmış bir
profesör olsaydı, felsefe tarihinde bugün
368
KANT
sahip olduğu yeri almamış olurdu. Oysa Kant'ın kendinden önceki felsefi geleneği çok iyi
tanıması son derece önemlidir. Kant hem pescartes ve Spinoza gibi Usçuları, hem de Locke,
Berkeley ve Hume gibi Empiristleri gayet iyi biliyordu.
- Berkeley'den söz etmemeni rica etmiştim.
- Hatırlayabileceğimiz gibi usçular, tüm insan bilgisinin temelinde usun olduğunu öne
sürüyorlardı. Empiristler ise dünya hakkındaki tüm bilgileri duyular aracılığıyla edindiğimizi
söylüyorlardı. Hume, ayrıca, salt duyumsal izlenimlerle ulaşabileceğimiz sonuçların sınırlı
olduğunu dile getiriyordu.
- Kant bunların hangisiyle aynı görüşteydi?
• Kant'a göre bunların ikisinde de doğru ve yanlış yanlar vardı. Herkesin yanıt aradığı soru,
dünya hakkında ne bilebileceğimizdi. Bu felsefi proje Descartes'tan sonraki tüm filozofların
ortak projesi olmuştu. Ortaya iki olasılık konuyordu: Dünya duyularımızla algıladığımız
gibidir, ve dünya usumuza göründüğü gibidir.
- Kant ne diyordu?
- Kant, dünyayı algılamamızda hem "duyu"lann hem de "us"un rol oynadığını söylüyordu.
Usçuların usun rolünü, Empiristlerinse duyumsal izlenimlerin rolünü fazla abarttığını
düşünüyordu.
- Bir örnek vermezsen her şey sözden ibaret kalacak.
- Kant, esas olarak dünya hakkındaki bilgilerimizin duyumsal izlenimlerimiz yoluyla oluştuğu
konusunda Hume ve Empiristlerle aynı fikirdedir. Ancak -ki bu noktada elini Usçulara uzatırusumuzun
da etrafımızdaki şeyleri nasıl algıladığımızı büyük ölçüde belirlediğini söyler. Yani
insan aklı dünyayı algılayışta önemli bir rol oynar.
- Örnek miydi bu?
- Peki, küçük bir deney yapalım. Şu masadaki gözlüğü getirebilir ¦nişin? Hah, işte orada.
Şimdi gözlüğü tak bakalım!
Sofi gözlüğü taktı. Bir anda etrafındaki her şey kırmızıya büründü. Açık renkler açık kırmızı,
koyu renkler koyu kırmızı oldu.
- Ne görüyorsun?
369
SOFt'NtN DÜNYASI
- Demin gördüklerimi aynen görüyorum, ama şimdi her şey kırmızı.
- Çünkü bu gözlük senin gerçekliği algılayışını belirliyor. Gördü, ğün her şey senin dışındaki
dünyadan kaynaklanıyor, ancak bunları nasıl gördüğünü gözlük belirliyor. Sen şimdi dünyayı
kırmızı olarak algılasan da, dünyanın kırmızı olduğu söylenemez.
-Tabii ki...
- Şimdi ormanda dolaşsan veya Kaptan Virajı'na bir uzan san, şimdiye dek gördüğün her şeyi
yine görürsün ama bir farkla: şimdi her şey kırmızıdır.
- Gözlüğü çıkarmadığım sürece...
- İşte Sofi, Kant da tam bu şekilde aklımızın işleyişini belirleyen birtakım koşulların olduğunu
ve bu koşulların tüm deneyimlerimizi belirlediğini söylüyordu.
- Ne tür koşullarmış bunlar?
- Gördüğümüz her şeyi öncelikle zaman ve uzamdaki olgular olarak algılarız. O "zaman" ve
"uzam"ı insanın iki tür "görü biçimi" olarak görüyordu. Ve aklımızdaki bu iki "biçim"in her
türlü deneyimden önce geldiğinin altını çiziyordu. 8u, şu anlama geliyor: Şeyleri zaman ve
uzamdaki olgular olarak algılayacağımızı o şeyleri algılamadan önce bilebiliriz. Çünkü aklın
"gözlükleri"nî çıkarmamız mümkün değildir.
- Yani Kant zaman ve uzamdaki şeyleri algılamanın doğuştan gelme bir özellik olduğunu mu
söylüyordu?
• Bir bakıma öyle. Aslında neyi gördüğümüz Hindistan'da ya da Grönland'da doğup büyümüş
olmamıza göre değişir. Ama dünyanın neresinde olursak olalım dünyayı zaman ve uzamdaki
süreçler olarak algılarız. Öncelikle bunu söyleyebiliriz.
- Peki ama zaman ve uzam bizim dışımızdakişeyler değil mi?
- Hayır. Kant'a göre zaman ve uzam, insanın bir parçasıdır. Zaman ve uzam dünyaya değil,
bizim kavrayışımıza ait özelliklerdir.
- Bu çok değişik bir düşünce.
370
KANT
- Yani insan bilinci edilgin bir biçimde dışarıdan izlenimler almakla yetinen bir "levha"
değildir. Bilinç dünyayı algılayışımızı belirler ve bunda etkin bir rol oynar. Suyu cam bir kaba
koyduğumuzda, suyun kabın biçimini alışına benzer bu. Algılarımız da "görü biçim-|erimiz"in
şeklini alırlar.
- Anlıyorum sanırım.
- Kant yalnızca bilincin şeylere göre değil, şeylerin de bilince göre biçimlendiğini öne
sürüyordu. Kant bu görüşünü, insanın bilgisi konusunda "Copernikusçu bir dönüm noktası"
diye adlandırıyordu. Çünkü onun bu görüşü, o zamana dek inanıldığı gibi Güneş'in Yer'in
etrafında değil, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğünü ileri süren Copernikus'unki kadar kökten
bir değişiklik barındıran bir görüştü.
- Şimdi Kant'm neden hem Usçulara hem de Empiristlere biraz hak verdiğini anlıyorum.
Usçular deneyimlerin anlamını unutuyor, Empiristler de usun dünyayı algılayışımızdaki
rolünü görmüyorlardı.
- Hattâ Hume'un insanların deneyerek kavrayamayacaklarım öne sürdüğü nedensellik
yasasının kendisi de Kant'a göre insan aklının bir parçasıydı.
- Nasıl yani?
- Hatırlayacağın gibi Hume doğadaki her olayın ardında hep bir nedensellik ilişkisi
buluşumuzun alışkanlıklarımızdan kaynaklandığını söylüyordu. Çünkü biz beyaz topun
hareket nedeninin siyah topun çarpması olduğunu duyumsayamazdık. Bu yüzden de siyah
topun beyaz topu her zaman harekete geçireceğini kanıtlamamızın olanağı yoktu.
- Hatırlıyorum, evet.
- Oysa Kant, Hume'a göre asla kanıtlayamayacağımız bu şeyin insan aklının bir özelliği
olduğunu söyler. İnsan aklı her şeyi bir neden etki ilişkisi içinde algıladığı içindir ki
nedensellik yasası her zaman geçerlidir.
371
SOFt'NİN DÜNYASI
KANT
- Yine de bence nedensellik yasası biz insanlarda değil doğada bulunur.
- Kant'a göreyse insanlardadır. Öte yandan Kant, dünyanın "kendinde" nasıl bir şey olduğunu
bilemeyeceğimiz konusunda Hu-me'la aynı fikirdedir. Dünyanın "benim için" -yani tüm
insanlar için-nasıl olduğunu bilebiliriz. Kant'in felsefeye en önemli katkısının "das Ding an
sich" ile "das Ding für mich" arasında koyduğu bu ayrım olduğu söylenebilir.
- Almancam pek iyi sayılmaz!
- Kant "şeyin kendisi" ile "şeyin görüneni" arasında önemli bir ayrım koyar. "Şeyin
kendisi"ne dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca "şeyin görüneni"ni bilebiliriz. Buna
karşılık insan aklının şeyleri nasıl kavradığını deneyime dayanmaksızın söyleyebiliriz.
- Gerçekten söyleyebilir miyiz?
- Sabah evden çıkmadan önce o gün neler göreceğini, başına neler geleceğini bilemezsin.
Ama görüp yaşayacaklarını zaman ve uzamdaki olaylar olarak algılayacağını bilebilirsin.
Ayrıca bilincinin bir parçası olarak her zaman beraberinde taşıdığın nedensellik yasasının
daima geçerli olacağından emin olabilirsin.
- Ve böyle değil başka türlü de yaratılmış olabilirdik, öyle mi?
- Evet, bambaşka bir algı mekanizmamız olabilirdi. Bambaşka bir zaman ve uzam duygumuz
olabilirdi. Üstelik etrafımızdaki şeylerin nedenini araştırmak gibi bir özelliğimiz de
olmayabilirdi.
- Bir örnek verebilir misin?
- Odanın ortasında bir kedi düşün. Odanın içine bir top yuvarla-sak kedi ne yapar?
- Hep yaptığım şeydir bu. Ne yapacak, topun arkasından koşar.
- Pekâlâ, ya sen olsan odadaki. Önünden birden bir top yuvar-lansa sen ne yapardın?
Arkasından mı koşardın?
- Her şeyden önce dönüp topun nerden geldiğine bakardım.
- Evet, çünkü sen bir insansın. İnsan olduğun için de her olayın nedenini bulmak istersin.
Nedensellik yasası senin bir parçandır.
372
- Gerçekten mi?
- Hume doğa yasalarını ne duyumsayabileceğimizi, ne de kanıtlayabileceğimizi söylüyordu.
Bu görüş Kant'ı huzursuz ediyordu. Ama o bu yasaların mutlak geçerliliğinin
gösterilebileceğini, çünkü sonuçta bu yasaların insan aklının algılayışı için geçerli olduğunu
öne sürüyordu.
- Küçük bir bebek de topun nereden geldiğini merak eder mi?
- Belki etmez. Ama Kant'a göre henüz duyularıyla algıladıklarının sayısı sınırlı olan çocukta
akıl da tam anlamıyla gelişmemiştir. Boş bir akıldan da söz edilemez, değil mi?
- İlginç bir şey olurdu boş bir akıl!
- Öyleyse şimdi bir özet yapalım. Kant'a göre insanın dünyayı algılayışını belirleyen iki tür
koşul vardır. Birincisi duyularımızla algılamadan önce hakkında bir şey bilemeyeceğimiz dış
koşullar ki buna bilginin maddesi diyebiliriz. İkincisi de örneğin her şeyi zaman ve uzamdaki
olaylar ve kesin nedensellik yasaları içerisindeki süreçler olarak algılayışımızdaki gibi insanın
içinde olan koşullar ki buna da bilginin biçimi diyebiliriz.
Alberto ile Sofi bir süre öylece oturup camdan dışarısını seyrettiler. Sofi birden gölün karşı
tarafında, ağaçların arasında yürüyen bir kız gördü.
- Bak! dedi Sofi. - Kim ki bu kız?
- Hiçbir fikrim yok.
Kız birkaç saniye sonra gözden kayboldu. Kızın başında kırmızı bir şey olduğu Sofi'nin
dikkatini çekmişti.
- Ne olursa olsun bu tür şeylerin konumuzu dağıtmasına izin vermemeliyiz.
- Devam et öyleyse.
- Kant'a göre insanın bilebilecekleri sınırlıdır. Bu sınırları koyanın aklın "gözlükleri" olduğu
da düşünülebilir.
- Nasıl yani?
373
SOPI'NIN DÜNYASI
KANT
- Kant'tan önceki filozofların gerçekten "büyük" felsefi problemlerle uğraştığını
hatırlıyorsundur - insanın ölümsüz bir ruhu olup olmadığı gibi, Tanrı'nın varolup olmadığı
gibi, doğanın kendinden küçük parçalara bölünemeyen parçacıklardan oluşup oluşmadığı gibi
ya da evrenin sonlu mu yoksa sonsuz mu olduğu gibi...
-Evet.
- Kant'a göre insan bu tür sorulara kesin bir yanıt getiremez. Tabii bu onun bu tür soruları
görmezden geldiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, çünkü böyle soruları reddedip görmezden
gelseydi gerçek bir filozof sayılmazdı.
- O ne yaptı peki?
- Biraz sabırlı ol bakalım. Kant böyle sorular karşısında aklın bilinebilenin sınırlarının
ötesinde düşünmek durumunda kaldığına inanıyordu. Öte yandan tam da bu tür sorulara yanıt
aramaktır insanın doğasında -ya da aklında- olan. Ama örneğin evrenin sınırlı mı yoksa
sınırsız mı olduğuna yanıt ararken, aslında bizim de küçük bir parçası olduğumuz bir bütüne
yanıt aramaktayız. Dolayısıyla bu bütünü hiçbir zaman tam anlamıyla bilemeyiz.
- Neden bilemeyiz?
- Kırmızı gözlükleri taktığında evren hakkındaki bilgimizi iki şeyin belirlediğini söylemiştik.
- Evet, duyular ve us.
- Doğru. Bilgimizin maddesi duyular yoluyla gelir ve bu madde usun özelliklerine göre
biçimlenir. Örneğin bir olayın nedenini sormak usun bir özelliğidir.
-Topun neden yuvarlandığını sormak gibi...
- Evet. Ama evrenin nereden geldiğini merak edip buna olası yanıtlar getirdiğimizde usumuz
bir anlamda boşta çalışmaya başlar. Çünkü usun o zaman "işleyeceği" hiçbir duyu maddesi,
yararlanabileceği hiçbir deneyim yoktur. Çünkü kendimizin de küçük bir parçasını
oluşturduğu bu büyük gerçekliği hiçbir zaman duyumsamamı-şızdır.
374
- Yani yuvarlanan topun bir parçasıyızdır. O yüzden de nereden geldiğimizi bilemeyiz.
- Ancak topun nereden geldiğini sormak her zaman insanın vazgeçilmez bir özelliği olacaktır.
Bu yüzden sorar da sorarız, en uç sorulara yanıt getirebilmek için uğraşırda uğraşırız. Ama bu
sorulara hiçbir zaman kesin yanıt getiremeyiz, çünkü bir nokta gelir ve usumuz bu noktada
boşta çalışmaya başlar.
- Sağol, bu duyguyu çok iyi biliyorum!
- Kant'a göre, bu tür büyük sorulara yanıt olarak her zaman birbirinin Karşıtı görüşler ortaya
çıkabilir ve insan usu bu görüşlerin ikisini de doğru, ikisini de yanlış bulabilir.
- Örnek lütfen!
- Evrenin bir başlangıcı olduğunu öne sürmek, evrenin bir başlangıcı olmadığını öne sürmek
kadar anlamlıdır. Ama usun bu iki olasılığı da değerlendirmesi olanaksızdır. Evrenin her
zaman varolduğunu iddia edebiliriz, ama bir şey başlangıçsız varolabilir mi? Olamaz dersek,
bir öncekj görüşün tam karşısında yer almış oluruz. Evrenin bir başlangıcı olmalı dersek, bir
durumdan bir başka duruma değişimi kastetmediğimiz sürece bu başlangıcın yokluk olduğunu
öne sürmek durumunda kalırız. Ama bir şey yoktan varolabilir mi hiç Sofi?
- Haklısın. Her iki olasılığı da kavramak olanaksız görünüyor. Ama yine de bunlardan biri
doğru, diğeri yanlış olmalı.
- Demokritos ve diğer özdekçilerin, doğanın çok küçük yapı taşlarından oluştuğunu öne
sürdüklerini hatırlıyorsundur. Öte yandan diğerleri, örneğin Descartes, uzantısal gerçekliğin
her zaman kendinden küçük parçalara bölünebileceğini söylüyordu. Peki hangisi haklıydı
sence?
- İkisi de haklıydı... veya ikisi de haksızdı.
- Pek çok filozof özgürlüğün insanın en önemli özelliklerinden biri olduğunu öne sürmüştü.
Öte yandan Stoacı filozoflar ve Spinoza gibi diğerleri, her şeyin doğanın zorunlu yasalarınca
yönetildiğini
375
SOFÎ'NIN DÜNYASI
söylüyorlardı. Kant'a göre bu soru da insan usunun kesin yanıt getiremeyeceği sorulardan
biriydi.
- Her iki yanıt da eşit ölçüde akla uygun ve eşit ölçüde akla aykh rı.
- Ve Tanrı'nın varlığını usumuzla kanıtlamaya kalktığımızda da yetersiz kalmaya
mahkumduk. Bu noktada Usçular, örneğin Descar-tes, içimizde "mükemmel bir varlık" fikri
varsa Tanrı'nın da varolmak zorunda olduğunu söylüyorlardı. Aristoteles ve Aquino'lu
Thomas gibi diğerleriyse Tanrı'nın varlık nedenini her şeyin bir ilk nedeni olması gerektiğine
bağlayarak kanıtlamaya çalışıyordu.
- Kant'ın görüşü neydi?
- O her iki kanıtı da reddediyordu. Ne us ne de deneyim Tanrı'nın varolduğunu kanıtlamaya
yetmezdi. Çünkü us için Tanrı'nın varlığı eşit derecede akla uygun ve akla aykırı..
- Ama sen sözlerine Kant'ın Hıristiyanlık inancının temellerini korumak gibi bir amacı
olduğunu söyleyerek başlamıştın...
- Evet, Kant dine yeni bir boyut kazandırdı. Deneyimin ve usun yetersiz kaldığı noktada
oluşan boşluğu ancak dinsel inanç doldurabilirdi.
- Hıristiyanlığı böyle diyerek mi kurtardı?
- İstersen böyle de diyebilirsin. Bu arada Kant'ın Protestan olduğunu belirtmekte yarar var.
Reformasyondan itibaren Protestan kilisesinin en başta gelen öz^liiği inanca dayalı olması
olmuştur. Katolik kilisesi ise ta Ortaçağın başlarından beri, mantığın inancı destekleyeceğine
inanmıştır.
- Anlıyorum.
- Ancak Kant bu tip soruların insanın inancına bırakılması gerektiğini söylemekten daha da
ileriye giderek, insanın ölümsüz bir ruhu olduğunu, Tanrı'nın varolduğunu ve insanın özgür
bir iradesi olduğunu varsaymanın insan ahlakı için gerekli olduğunu öne sürmüştür.
- O zaman o da Descartes gibi yapmış oluyor. Önce neyi anlayıp
376
KANT
neyi anlayamayacağımız konusunda son derece eleştirel davranıp, sonra işin içine Tann'yı
filan sokup kaytarıyor.
- Ama Descartes'la aralarında önemli bir fark var. Descartes'ı bu noktaya usu getirirken, Kant'ı
inancı getiriyor. Kant ruhun ölümsüzlüğüne, Tanrı'nın varlığına ve insanların özgür bir iradesi
olduğuna inanmayı pratik sayıltılar olarak adlandırır.
- Ne demek bu?
- "Öyle saymak" kanıtlanamayacak bir şeyi öne sürmek anlamına gelir. "Pratik sayıttı" ile
Kant, insan "pratiği" yani insan ahlakı için öyle sayılması gereken şeyleri kasteder. "Tanrı'nın
olduğunu varsaymak insan ahlakı için gereklidir," der.
O anda kapı çalındı. Sofi hemen ayağa kalktı, ama Alberto'nun duruma kayıtsız davrandığını
görünce duraladı ve sordu:
- Kapıyı açmalıyız, değil mi?
Alberto omuzlarını silkti ama sonra o da ayağa kalktı. Kapıyı açtıklarında, üzerinde beyaz
yazlık elbiseler ve başında kırmızı bir başlıkla bir kızın durduğunu gördüler. Az önce gölün
öteki tarafında gördükleri bu kız olmalıydı. Kız bir elinde içi yiyecek dolu bir sepet taşıyordu.
- Merhaba! dedi Sofi. - Kimsin sen?
- Kırmızı Başlıklı Kız olduğumu görmüyor musun? Sofi dönüp Alberto'ya baktı. Alberto
başını salladı ve:
- Ne dediğini duydun, dedi.
- Ninemin ormandaki kulübesini arıyorum, dedi kız. - Ninem yaşlı ve hasta. Ben de ona biraz
yemek götürüyorum.
- Ninen burda değil, dedi Alberto. - Haydi yoluna bakalım! Alberto'nun bunu söylerken eliyle
yaptığı hareket Sofi'ye tipik
sinek kovma hareketini hatırlattı.
- Ama ben bir mektup getirmiştim, diye sözlerini sürdürdü Kırmızı Başlıklı Kız.
Böyle deyip sepetinden bir zarf çıkardı ve zarfı Sofi'ye uzattı. Ar-
377
SOFİ'NİN DÜNYASI
dından hoplaya zıplaya uzaklaştı.
- Kurda dikkat et! diye bağırdı ardından Sofi.
Alberto çoktan içeri girmişti. Sofi de içeriye girdi ve yine eskisi
gibi oturdular.
- Vay canına! dedi Sofi. - Düşünsene, Kırmızı Başltklı Kız'dt gelen!
- Ve de onu uyarmanın hiçbir faydası yok. Yine her zamanki gibi ninesinin evine gidecek ve
yine kurt onu yiyecek. Hiçbir zaman öğreneceği yok; bu sonsuza dek böyte sürecek!
- Ama ben ninesine gelmeden önce başka bir kulübenin kapısını çaldığını hiç duymamıştım
şimdiye dek.
- Bu yalnızca bir ayrıntı, Sofi.
Sofi zarfa baktı. Üzerinde "Hilde'ye" diye yazıyordu. Zarfı açıp yüksek sesle okudu:
Sevgili Hilde! İnsan beyni bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, onu anlayamayacak
kadar aptal olmamız gerekirdi. Sevgiler, baban.
Alberto başını salladı.
- Doğru. Kant da buna benzer bir şey söylerdi herhalde. Ne olduğumuzu anlamayı
bekleyemeyiz. Bir bitki ya da bir böceği tam anlamıyla anlayabiliriz belki ama kendimizi asla
anlayamayız. Tüm evreni anlayabileceğimizi ise hiç umamayız.
Sofi kartta yazılı ilginç cümleyi bir kaç kez daha okumak ihtiyacını hissederken Alberto
sözlerini sürdürdü:
- Deniz yılanlarının filan konumuzu dağıtmasına izin vermeyecektik. Şimdi de bugünlük
dersimize son vermeden önce Kant'ın ahlak konusundaki görüşlerinden sözedeceğim.
- Acele et, birazdan eve gitmem gerek!
- Hume'un usumuz ve duyularımızın bize sağlayabilecekleri konusundaki şüpheciliği, Kant'ı
yaşamın en önemli sorularını en baş-
378
KANT
tan ele almaya zorladı. Ahlak da bu konulardan biriydi.
- Hume neyin doğru neyin yanlış olduğunu kanıtlamanın olanaksız olduğunu söylüyordu.
Çünkü "-dir"li cümlelerden "-meli"li cümlelere varamazdık.
- Hume'a göre doğru ile yanlış arasındaki farkı belirleyen şey ne aklımız ne de
deneyimlerimizdi. Buna yalnız ve yalnız duygularımızla karar verebilirdik. Bu temel Kant'a
yeterli görünmüyordu.
- Tahmin edebiliyorum.
- Kant doğru ile yanlış arasında gerçekten bir fark olduğuna inanıyordu. Doğru ile yanlışı
ayırdedebilmenin insan aklına has olduğu konusunda Usçularla aynı fikirdeydi. Herkes doğru
ile yanlışın ne olduğunu bilirdi; bunu yalnızca öğrendiğimiz için değil, bu bilgiyle
doğduğumuz için bilebilirdik. Kant'a göre her insan "pratik bir us "a, yani ahlak açısından
neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen ussal bir yeteneğe sahipti.
- Ve bu da doğuştan gelme bir özellikti öyle mi?
- Usun tüm diğer yetenekleri gibi doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yeteneği de doğuştan
gelmedir. Tüm insanlar örneğin her şeyin bir nedeni olduğunu düşünmek gibi aynı zihinsel
özelliklere sahip olmakla beraber, aynı evrensel ahlak yasasına tabidirler. Bu ahlak yasası
tıpkı fiziksel doğa yasaları gibi her şey ve herkes için geçerlidir. 7 artı 5'in 12 ettiği ya da her
şeyin bir nedeni olduğu nasıl usumuz için genel geçer bir doğruysa, bu yasa da ahlak
anlayışımız için öyle geçerlidir.
- Ne diyor peki bu ahlak yasası?
- Bu yasa her türlü deneyimden önce geldiği için "biçimsel"dir. Yani belli birtakım ahlaki
seçeneklere bağımlı değildir. Tüm toplumlar ve tüm zamanlardaki herkes için geçerlidir. Yani
şu veya bu durumla karşılaştığında ne yapman gerektiğini değil, her türlü durumda nasıl
davranman gerektiğini anlatır.
- Peki ama belli durumlarda nasıl davranman gerektiğini söyle-meyen evrensel bir ahlak
yasası ne işe yarar ki?
379
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Kant ahlak yasasını kesin bir buyruk (kategorik imperatif) olarak tanımlar. Ahlak yasası
"kesin"dir demekle, bunun her türlü durumda geçerli olduğunu kasteder. Yasa aynı zamanda
"zorunludur" yani "buyurgandır" ya da kaçınılmazdır.
- Demek öyle...
- Kant bu "kesin buyruğu" farklı biçimlerde tanımlar. Öncelikle başkalarına öyle
davranmalısın ki bu davranışının genel geçer bir yasa olmasını isteyebilesin, der.
- Yani bir şey yaparken başkalarının da aynı durumda benim gibi yapmalarını istediğimden
emin olmalıyım.
• Evet. Ancak o zaman içindeki ahlak yasasına uygun davranıyorsun demektir. Kant bu "kesin
buyruğu" bir insanı hiçbir zaman bir araç olarak görmeyip her zaman kendi başına bir amaç
olarak görmek gerektiği şeklinde de dile getirir.
- Yani insanları birtakım çıkarlar uğruna "kullanmamalıyız".
- Evet, çünkü diğer insanlar da kendi başına birer amaçtırlar. Ayrıca bu yalnızca başkaları için
değil, insanın kendisi için de geçerlidir. İnsan kendisini de bir amaca ulaşmak için bir araç
olarak kullanmamalıdır.
- Bu biraz da "başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davran" diye bildiğimiz "altın
kural"ı hatırlatıyor.
- Evet, bu da tüm ahlaksal seçim noktalarında geçerli olan "biçimsel" bir kuraldır. Bu altın
kuralın Kant'ın evrensel ahlak yasası olarak dile getirdiği şeyle aynı şey olduğunu da
söyleyebilirsin.
- Ama bunların hepsi iddiadan öteye gitmiyor. Bence Hume usumuzla neyin doğru neyin
yanlış olduğunu kamtlayamayacağımızı söylerken haklıydı.
- Kant'a göre bu ahlak yasası evrensel nedensellik yasası kadar mutlak ve geçerliydi. Bu da
usla kanıtlanamaz olmasına rağmen kaçınılmazdı. Hiçbir insan bu yasaya karşı koyamazdı.
- Bana vicdandan bahsediyormuşuz gibi geliyor. Çünkü her insanın vicdanı vardır, değil mi?
380
KANT
- Evet, Kant ahlak yasasından söz ederken insanın vicdanından söz etmektedir. Vicdanımızın
bize söylediği şeyi kanıtlayanlayız ama biliriz.
- Bazen başkalarına işime öyle geldiği için iyi davrandığım olur. Daha çok sevileyim diye
mesela...
• İşte o zaman sen ahlak yasasına saygı duyduğun için iyilik yapmıyorsun demektir. Ahlak
yasasına uygun davranıyorsundur belki ama bir davranışın ahlaksal bir davranış olabilmesi
için önce kendinin buna inanıyor olman gerekir. Ancak belli bir biçimde davranmanın ödevin
olduğunu düşündüğün zaman ahlaksal bir davranıştan söz etmek mümkün olur. Bu yüzden
Kant'ın ahlakı ödev ahlakı diye bilinir.
- Unicef için para toplamayı ödev sayabilirim.
- Evet ve burada önemli olan bunu kendin doğru bildiğin için yapmandır. Topladığın paralar
sonuçta yerine ulaşsa da ulaşmasa da sen ahlak yasasına uymuş olursun. Sen iyi niyetle
davranmışsın-dır ki Kant'a göre ahlaksal olarak doğru bir davranışı belirleyen şey niyettir,
eylemin sonucu değildir. Bu yüzden Kant'ın ahlakına niyet ahlakı da denir.
- Ne zaman ahlak yasasına uygun davranıldığını bilmek niçin bu kadar önemliydi Kant için?
Önemli olan davranışımızın insanlara faydalı bir sonuç vermesi değil midir?
- Tabii, Kant bunun da önemli olduğunu söylerdi herhalde. Ama ancak ahlak yasasına
saygıdan dolayı davranıyorsak özgürdayra-nıyoruz demektir.
- Yasaya uyarak özgür olmak... Biraz tuhaf değil mi bu?
- Kant'a göre değil. İnsanın özgür bir iradesi olduğunu "saymak" gerektiği şeklindeki
görüşünü hatırlıyorsun, değil mi? Bu önemli bir nokta, çünkü Kant da her şeyin nedensellik
yasasını izlediğini söylüyordu. Özgür bir iradeden söz edilebilir mi o zaman?
- Bana sorma, ben bilmem.
- Bu noktada Descartes'ın beden ve düşünceden oluştuğu için
381
SOFfNİN DÜNYASI
insanı "ikili bir varlık" olarak görüşü gibi Kant da insanı ikiye böler. Duyusallık sahibi
varlıklar olarak nedensellik kurallarına boyun eğ. mek durumundayız, der Kant.
Duyumsadığımız şeylere biz karar veremeyiz; istesek de istemesek de dış nedenler
duyusallığımız yoluyla bize ulaşır, bizi etkiler. Ancak insan yalnızca duyan bir varlık değil,
düşünen bir varlıktır da aynı zamanda.
- Bunu açıkla biraz!
- Duyan varlıklar olarak doğanın düzenine tümüyle aitiz. Dolayısıyla nedensellik yasasının
boyunduruğundayızdır. Bu anlamda özgür bir irademiz yoktur. Ancak düşünen insanlar olarak
Kant'in "das Ding an sich" dediği şeyin, yani duyularımızdan bağımsız olarak kendinde
varolan dünyanın bir parçasıyızdır. Yalnız ahlaksal seçimler yapabilmemizi sağlayan "pratik
us"umuzu izlediğimiz sürece özgür bir iradeyle davranıyor oluruz. Çünkü ahlak yasasına
uymak, yasayı koyan kendimize uymak demektir.
- Evet, bir bakıma doğru. Başkalarına karşı kötü davranmamayı ben ya da içimdeki bir şey -
söylüyor bana.
- O zaman kendi çıkarlarına her zaman uymasa da kötü olmamayı seçerek özgür bir şekilde
davranıyorsun demektir.
- Yalnızca arzuların sesini dinleyerek davranmaya özgürlük denemez en azından!
- İnsan şu ya da bunun "kölesi" olabilir. Hattâ insan kendi bencilliğinin bile kölesi olabilir.
İnsanın arzularını aşabilmesi bağımsızlık ve özgürlük gerektirir.
- Ya hayvanlar? Hayvanlar yalnızca istekleri doğrultusunda hareket ederler. O zaman onların
bir ahlak yasasına uymak gibi bir özgürlükleri olamaz, değil mi?
- Hayır olamaz. Bizi insan yapan şey tam da bu özgürlüğümüzdür.
- Şimdi anlıyorum bunu.
- Kant'ın Usçularla Empiristler arasındaki kısır çekişmeye son vermeyi başardığını belirterek
sözlerimi sonlayayım. Dolayısıyla
382
KANT
Kant'la birlikte felsefe tarihînin bir dönemi son bulmuş olur. Kant 1804'de, Romantizm
dediğimiz dönemin tomurcuklanmaya başladığı sırada öldü. Königsberg'deki mezanndaki
mezar taşında en ünlü sözleri yer alır. İki şeyin ruhunu hayranlık ve saygıyla kapladığı
yazılıdır burada. Bunlar "üzerimdeki gökyüzü ve içimdeki ahlak yasa-sı"dır. İşte, Kant'ı ve
felsefesini yola çıkaran büyük gizem.
Albeıto sandalyesinin arkasına yaslandı.
- Hepsi bu, dedi. - Sanırım Kant'la ilgili en önemli şeylerden bahsettik.
- Saat de dördü çeyrek geçiyor zaten.
- Bir dakika, bir şey daha var. Biraz bekle lütfen.
- Öğretmen ders bitti demeden gitmek adetim değildir.
- Kant'ın yalnızca duyan bir varlık olduğumuz sûrece özgür olmadığımızı söylediğinden
bahsettim mi?
- Evet, buna benzer bir şey söyledin.
- Ya evrensel aklı izlediğimiz sürece özgür ve bağımsız olduğumuzu? Bunu da söyledim mi?
- Evet, ama neden şimdi söylediklerini tekrarlıyorsun? Albeıto oturduğu yerden Sofi'ye doğru
eğilip doğrudan gözlerinin içine baktı ve fısıldadı:
- Her gördüğüne inanma Sofi! • Ne demek istiyorsun?
- Gördüklerine bazen arkanı dön çocuğum.
- Hiçbir şey anlamıyorum dediklerinden.
- "Gözümle görmeden inanmam," der insan, ama bazen gördüklerine de inanmamalıdır.
- Buna benzer bir şeyler söylemiştin daha önce de.
- Evet, Parmenides'den söz ederken.
- Ama hâlâ ne demek istediğini anlamıyorum.
- Orda, merdivenlerde oturmuş konuşuyorduk. Birden suda bir "deniz yılanı" belirdi
383
SOFt'NÎN DÜNYASI
KANT
- Çok korkunç bir şeydi, değil mi?
- Yo, hiç de değil! Sonra kapıdaki "Kırmızı Başlıklı Kız". "Ninemin ormandaki kulübesini
arıyorum," filan... Ayıp şeyler bunlar Sofi. Hepsi de Binbaşının uydurmaları! Tıpkı muzlu
mektup ve fırtınalı o gece gibi.
- Sence...
- Ama bir planım olduğunu söyledim. Usumuzu kullandığımız sürece bizi kandıramaz. Çünkü
o zaman biz özgürüz. Şunu ya da bunu "duymamızı" sağlayabilir; hiçbir şey şaşırtmaz beni.
Gökyüzünü uçan fillerle doldurabilir. Güler geçerim tüm bunlara. Ama yedi artı beş on ikidir.
Bu değişmez. Bu tüm çizgi roman tekniklerini yenmeyi başaran bir bilgidir. Masalın tersidir
felsefe.
Sofi bir süre oturup şaşkınlıkla Alberto'yu seyretti.
- Artık gidebilirsin, dedi Aiberto sonunda. - Romantik Çağ hakkında görüşmeye çağırırım
seni. Bu dönemde Hegel ve Kierkega-ard'dan söz edeceğiz. Bu arada Binbaşının Kjevik
Havaalanı'na inmesine sadece bir hafta kaldı. Bu süre zarfında onun yapış yapış hayal
gücünden kendimizi kurtarmayı başarmalıyız. Bu konuda başka bir şey söylemek
istemiyorum. Ama bil ki her ikimizi de kurtaracak muhteşem bir plan yapmaktayım.
- Öyleyse ben artık gideyim.
- Bir dakika! Belki de en önemli şeyi unuttuk.
- Neyi?
• Yaşgünü şarkısını, Sofi. Bugün Hilde 15 yaşına bastı. ¦ Ben de.
- Evet, sen de. Haydi şarkıyı söyleyelim.
Bunun üzerine ikisi de ayağa kalkıp söylemeye başladılar:
Happy birthday to you! Happy birthday to you! Happy birthday to Hilde! Happy birthday to
you!
Saat dört buçuk olmuştu. Sofi göle inip kürek çekerek karşı kıyıya
384
geçti. Kayığı karaya çektikten sonra ormanda koşmaya başladı.
Patikaya vardığında ağaç gölgelerinin arasında bir şeyin hareket ettiğini fark etti. Aklına,
ormanda yalnız başına ninesini görmeye giden Kırmızı Başlıklı Kız geldi, ama ağaçların
arasındaki bu şey çok daha küçük bir şeydi.
Sofi bunun oyuncak bir ayı olduğunu anladığında şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kaldı.
Birinin ormanda oyuncak ayısını kaybetmesinde şaşacak bir şey yoktu belki ama bu ayı
canlıydı. Bir şey yapmaya uğraşıyordu.
- Merhaba, dedi Sofi.
Küçük yaratık "hop" diye Sofi'ye döndü.
- Benim adım Sevimli Ayıcık, dedi. - Ne yazık ki böyle güzel bir havada ormanda yolumu
kaybettim. Seni daha önce gördüğümü hatırlamıyorum.
- Belki de yolunu kaybetmiş olan benim, dedi Sofi. - O zaman sen de hâlâ evinde, Cinler
Ormanı'nd'a sayılırsın.
- Ay, çok zor bir şey oldu bu dediğin. Unutma ki ben oldukça kıt akıllı bir ayıcığım.
- Ben seni masallardan biliyorum.
- Sanırım sen de Alice olmalısın. Tavşan Christopher senden söz etti bize bir kez. Demek
böyle tanışıyormuşuz. Sen bir şişeden bir şey içmiş ve bundan sonra küçüldükçe
küçülmüşsün, değil mi? Ama sonra başka bir şişeden bir şey içip yeniden büyümeye
başlamışsın. İnsan ağzına ne koyduğunu iyi bilmeli. Ben de bir kez öyle çok yedim ki bir
tavşan deliğinde sıkışıp kaldım.
- Ben Alice değilim.
- Önemli olan kim olduğumuz değil, varolduğumuzdur. Bay Baykuş böyle der ve o çok akıllı
biridir. Sıradan bir günde, yedi artı dört on ikidir demişti. O zaman biz de kendimizi çok aptal
hissetmiştik, Çünkü sayılar güç iştir. Havanın nasıl olacağını tahmin etmek ise buna göre çok
daha kolaydır.
- Benim adım Sofi.