17 Eylül 2009 Perşembe

jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 7. bölüm )

MARX
- Böyle bir kurulda olmak isterdim doğrusu.
- Bu kurul kesinlikle tüm konuları ele almak durumundadır, çünkü fikir birliğine varılır
varmaz, yani yasalar çıkarılır çıkarılmaz, kuruldaki herkes ölecektir.
- Yapma!
- Ancak bu insanlar hemen ardından dirilecek, yasalarını kendi ^oydukları toplumda
yaşamaya başlayacaklardır. Burada önemli olan bu insanların toplumdaki yerleriniönceden
bilmiyor olmalarıdır.
- Anlıyorum.
- Böyle bir toplum eşitlikçi bir toplum olurdu. Çünkü bu "eşit adamlar" arasında kurulmuş bir
toplum olurdu.
- Ve eşit kadınlar!
- Elbette, çünkü varsayımlardan biri de bu. İnsan öldükten sonra kadın mı yoksa erkek mi
olarak dirileceğini bilmeyecek. Bu işin şansı da yüzde elli olduğu için, planlanan toplumun
hem kadınlar hem de erkekler için iyi ve eşitlikçi olmasına çalışılacak.
- Çok akıllıca bir iş olurdu bu.
- Söyle bana: Avrupa Marx'ın yaşadığı dönemde böyle bir toplum muydu?
- Hayır.
- Peki bugün dünyada böyle bir toplum var mı sence?
- Şey... belki de.
- Bu konuyu düşün. Şu anda Marx'ı bitirmiş bulunuyoruz.
- Ne dedin
- Satırbaşı!
455
DARWİN
...yaşamın içinde yüzen, genlerle yüklü bir gemi...
Pazar sabahı Hilde bir gürültüyle uyandı. Dosyanın yere düşerken çıkardığı gürültüydü bu.
Manc'dan söz eden Alberto ile Sofı'yi okurken elinde dosyayla uyuya kalmış olmalıydı.
Başucundaki lamba tüm gece yanık kalmıştı.
Komodinin üzerindeki elektronik saat yeşil rakamlarıyla 8.59'u gösteriyordu.
Rüyasında koca fabrikalar, pis şehirler görmüştü. Bir caddenin kenarında küçük bir kız kibrit
satıyordu. Uzun paltolu ve iyi giyimli giysileriyle insanlar kızın yanından geçip gidiyordu.
Yataktan kalkarken, kendi hazırladığı yasaların uygulandığı topluma gözlerini açan yasa
koyucuları anımsadı. Hilde gözlerini Bjerkely'de açıyor olmaktan memnundu hiç değilse.
Nerede uyanacağını bilmeden Norveç'in herhangi bir yerinde gözlerini açmaya cesaret
edebilir miydi?
Yalnızca nerede değil, ne zaman gözlerini açtığı da önemliydi. Örneğin Ortaçağda ya da onyirmi
bin yıl öncesinin Taş Devrinde de gözlerini açıyor olabilirdi. Hilde kendisini bir
mağaranın girişinde otururken gözünün önüne getirmeye çalıştı. Oturmuş, bir hayvan tuzağı
hazırlıyor olabilirdi örneğin.
Kültür denebilecek bir şeyin olmadığı bir toplumda on beş yaşında bir kız olmak nasıl bir şey
olurdu? Neler düşünürdü böyle bir kız acaba?
Hilde üzerine bir kazak giyip dosyayı yerden aldı ve babasından gelen bu uzun mektubu
okumaya devam etti.
456
DARVVtN
Alberto "Satırbaşı!" der demez Binbaşının Evi'nin kapısı tekrar çalındı.
- Açmaktan başka bir çaremiz yok, değil mi? dedi Sofi.
- Yok herhalde, diye homurdandı Alberto.
Kapıda uzun beyaz saçlı ve sakallı çok yaşlı bir adam duruyordu. Sağ elinde bir değnek, sol
elinde üzerine bir gemi resmi yapılmış bir levha tutuyordu. Geminin üzerinde her cinsten bir
sürü hayvan vardı.
- Kimmiş bakalım bu yaşlı bay? diye sordu Alberto.
- Benim adım Nuh.
- Tahmin etmiştim.
- Ben senin büyük büyükbaban oluyorum çocuğum. Ama belki de artık insanlar köklerine pek
önem vermiyorlardır...
- Elindeki ne? diye sordu Sofi.
- Bu, büyük tufandan kurtulan tüm hayvanların resmi. Al çocuğum, bunu sana getirdim.
Sofi levhayı aldıktan sonra yaşlı adam:
- Ben artık gidip üzüm bağlarımı sulayayım, dedi.
Sonra da yalnızca yaşlı adamlara özgü sevimli bir edayla hoplayıp topuklarını havada
birbirine çarptı ve küçük adımlarla ormanda uzaklaştı.
Sofi'yle Alberto yeniden içeri girip oturdular. Sofi elindeki büyük levhayı tam olarak
incelemeye fırsat bulamadan Alberto bunu otoriter bir tavırla Sofi'nin elinden aldı.
- Öncelikle ana hatlar üzerinde yoğunlaşacağız.
- Başla öyleyse.
- Manc'ın hayatının son 34 yılını Londra'da geçirdiğini söylemeyi unuttuk. Marx Londra'ya
1849'da geldi ve 1883 yılında öldü. Bu dönem zarfında Charles Darvvin de Londra
yakınlarında yaşıyordu. Darvvin de 1882 yılında öldü ve İngiltere'nin yetiştirdiği en büyük
evlatlarından biri olarak, büyük bir törenle VVestminster Abbey'de toprağa verildi. Marx'la
Oarvvin'in yolları yalnızca zaman ve mekân ola-
457
SOPİ'NİN DÜNYASI
rak kesişmemiştir. Manc en büyük eseri olan "KapKal"in İngilizce basımını Darvvin'e
adamak istemiş, ancak Darvvin bunu reddetmiştir. Manc Darvvin'den bir yıl sonra öldüğünde
arkadaşı Friedrich Engels, "Darvvin nasıl organik doğada geçerli olan yasaları keşfetmişse,
Marx da insanlığın tarihsel gelişiminde geçerli olan yasaları keşfetmiştir," demiştir.
- Anlıyorum.
- Kendi çalışmalarını Darvvin'inkilerle bağdaştırmak isteyen bir başka önemli düşünür de
psikolog Sigmund Freud 'dur. Freud da hayatının son yıllarını Londra'da geçirmiştir. Freud
hem Darvvin'in evrim teorisinin hem de kendisinin psikanalizinin insanlarda varolan "safça
bir egoizm" duygusunu yok etmeye yönelik olduğunu söyler.
- Biraz fazla isim oldu bir anda. Yani şimdi Manc, Darvvin ve Freud'dan bahsediyoruz, değil
mi?
- Daha geniş bir bağlamda 19. yüzyılın ortalarında başlayıp günümüze dek süren Natüralist
bir akımdan söz ediyoruz. "Natüra-lizm" doğadan ve duyularla algılanan dünyadan başka bir
gerçeklik tanımayan bir gerçeklik anlayışını dile getirir. Natüralist bu yüzden insanı da
doğanın bir parçası olarak görür. Her şeyden önemlisi, Natüralist bir araştırmacı
araştırmalarını yalnızca doğadan aldığı verilere dayandırır; aklıyla yarattığı bir takım
kurgulara ya da herhangi bir şekilde kendini gösteren ilahi birtakım vahiylere değil.
- Ve bu hem Manc, hem Darvvin, hem de Freud için geçerli, öyle
mi?
- Evet, kesinlikle. 19. yüzyıldan bu yana üzerinde en çok düşünülen kavramlar "doğa",
"çevre", "tarih", "evrim" ve "büyüme" olmuştur. Manc, insanlığın ideolojisinin toplumun
maddi altyapısının bir ürünü olduğunun altını çizdi. Darvvin insanlığın uzun bir biyolojik
evrimin sonucu olduğunu gösterdi. Freud'un bilinçaltını incelemeleri de insanların
hareketlerinin çoğu zaman "hayvansal" bir takım dürtüler ya da sezgilerden kaynaklandığını
ortaya çıkardı.
- Sanırım Natüralizmle ne demek istediğini anladım, ama bunları
458
DARVVÎN
birer birer ele almak daha iyi olmaz mı?
- Şimdi Darvvin'den bahsedeceğiz Sofi. Sokrates öncesi filozofların doğal süreçlere doğal bir
takım açıklamalar getirme çabalarını anımsıyorsundur belki. Onların eski mitolojik
açıklamalardan uzaklaşmaya çalışmaları gibi Darvvin de hayvan ve insanların kökeni
konusunda Kilisenin açıklamalarından uzaklaşmaya çalışıyordu.
- Peki Darvvin filozof muydu aslında?
- Darvvin biyolog ve doğabilimciydi. Ancak o, yakın çağın, yaradılış konusunda Kilisenin
görüşlerini en fazla ölçüde tehdit eden bilim adamı olmuştur.
- Öyleyse Darvvin'in gelişim konusundaki öğretisinden söz edeceksin demektir.
- Önce Darvvin'in kendisinden başlayalım. Darvvin 1809'da, küçük bir kent olan
Shrevvsbury'de dünyaya geldi. Babası Dr. Robert Darvvin tanınmış bir doktordu ve oğluna
oldukça katı bir eğitim vermişti. Charles Shrevvsbury'deki yüksek okula devam ederken okul
müdürü onu ortalıkta öylece dolanıp boş boş konuşan, kendiyle böbürlenip işe yarar tek bir
şeyle uğraşmayan bir öğrenci olarak tanımlıyordu. Müdürün "işe yaramak"tan kastettiği,
Yunanca ve Latince fiillerin çekimlerini ezberlemek gibi şeylerdi. "Ortalıkta öylece dolanıp
duruyor" dediği de Charles'ın etrafta dolaşıp binbir çeşit böcek toplamasıydı.
- Sonradan bu sözlerinden pişman olmuştur herhalde.
- Teoloji okurken de Darvvin derslerinden çok kuş avlamak ve böcek toplamakla
ilgileniyordu. Bu yüzden teoloji eğitimini iyi bir dereceyle bitiremedi. Ancak henüz öğrenci
olmasına rağmen doğa araştırmacısı olarak hatırı sayılır bir ün sahibi oldu. Bu arada dönemin
en hızla yayılan bilimi olan jeolojiye de merak sarmıştı. 1831'de Cambridge'de teoloji sınavını
verdikten sonra, dağ oluşumlarını incelemek ve fosil aramak üzere Kuzey Galler'e gitti. Aynı
yılın Ağustos ayında, henüz daha 22 yaşındayken, tüm hayatını değiştirecek bir mektup aldı...
459
SOFİNİN DÜNYASI
- Neydi bu mektup?
- Mektup, arkadaşı ve öğretmeni Steven Henslovv'dan geliyordu. Mektupta şunlar yazılıydı:
"Hükümetin Amerika'nın güney ucunun haritasını çıkarmak üzere görevlendirdiği Kaptan
Fitzroy'a eşlik edecek bir doğabilim araştırmacısı önermem istendi. Böyle bir görev için en
uygun kişi olarak seni gördüğümü belirttim. Ücret meselesi hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
Yolculuk iki yıl sürecek..."
• Nasıl aklında tutabiliyorsum tüm bunları?
- Bu yalnızca bir ayrıntı Sofi.
- Ve o da teklifi kabul etti herhalde...
- Bunu gerçekten çok istiyordu, ama o zamanlar genç çocuklar ailesinin izni olmaksızin bir
şey yapamazlardı. Uzun süren ikna etme çabaları sonunda babası bunu kabul etti, üstelik
yolculuğa gereken parayı sağlayan da oldu. "Ücret meselesi" denen şeyden ise hiçbir ses
çıkmadı.
-Ya?
- Gemi, deniz kuvvetlerine ait bir gemi olup adı H.M.S. "Beagle" idi. 27 Aralık 1831'de
Plymouth'dan Güney Amerika'ya doğru yola koyulan Beagle'ın İngiltere'ye geri dönmesi
1836'nın Ekim ayını buldu. Yani iki yıl olarak düşünülen yolculuk tam beş yıl sürdü. Çünkü
Güney Amerika'ya yolculuk tüm bir dünya gezisine dönüşmüştü. Bu yolculuğun yakın
zamanın en büyük keşif gezisi olduğunu söylüyoruz.
- Gerçekten tüm dünyayı dolaştılar mı?
- Evet, hem de kelimenin tam anlamıyla. Güney Amerika'dan Büyük Okyanus'a açıldılar ve
Yeni Zelanda, Avustralya ve Güney Afrika'ya gittiler. Buradan tekrar Güney Amerika'ya
döndüler ve nihayet İngiltere'ye geri gelebildiler. Darvvin bu yolculuk hakkında, "Beag-le"la
yolculuk hiç kuşkusuz hayatımın en önemli olayıdır," diye yazmıştır.
• Okyanusta araştırma yapmak pek kolay olmamış olsa gerek...
- Evet ama yolculuğun ilk yıllarında "Beagle" Güney Amerika
460
DARWİN
sahillerinde bir ileri bir geri dolaşıp durmuştu. Bu da Darvvin'in kıtayı karadan da tanımasına
imkân sağlamıştı. Güney Amerika'nın batısındaki Galapagos Adaları kumsallarında yaptığı
araştırmaların da özel bir önemi olmuştu. Böylelikle elinde parça parça İngiltere'ye yolladığı
büyük bir koleksiyon oluşmuştu. Ancak bu süre zarfında doğa ve yaşayan canlıların tarihi
konusundaki görüşlerini kendine saklamıştı. İngiltere'ye döndüğünde henüz 27 yaşında
olmasına rağmen çoktan tanınmış bir doğabilimci olmuştu. Bu arada sonradan evrim teorisi
haline gelecek olan görüşlerini de oluşturmuştu. Ancak dönüşünden hayatının eseri olacak
eserini yayınlayıncaya dek yıllar geçti. Çünkü Darvvin temkinli bir insandı Sofi. Bir
doğabilimci de böyle olmalı zaten.
- Bu büyük eserin adı neydi?
- Tabii Darvvin pek çok büyük eser yazdı, ancak bunların arasında İngiltere'de en çok
tartışmaya yol açanı, 1859 yılında yayınlanan "Türlerin Kökeni Üzerine" adlı eserfydi.
Kitabın tam adı "On the Ori-gin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation
of the Favoured Races in the Struggle for Life" idi. Bu uzun başlık Darvin'in teorisinin bir
özetidir aslında.
- O zaman bu başlığı çevirmelisin.
- "Hayatta Kalma Mücadelesinde Doğal Seci ve Seçilmiş Irkların Korunması Yoluyla
Türlerin Kökeni Üzerine."
- Evet, oldukça kapsamlı bir başlık bu.
- Gel biz bunu teker teker ele alalım. "Türlerin Kökeni Üzeri-ne"de Darvvin iki teori ya da iki
ana tez öne sürüyordu: Birincisi, şu an varolan tüm bitki ve hayvanların daha önce varolmuş
daha ilkel bilimlerden türediği idi. Yani biyolojik bir evrim olduğunu öne sürüyordu. İkinci
olarak da evrimin nedeni olarak "doğal seçi"yi gösteriyordu.
- En güçlü olan hayatta kalır da ondan, değil mi?
- Ama biz ilk olarak evrim düşüncesinin kendisini ele alacağız. Bu aslında tek başına
bakıldığında o kadar ilginç bir düşünce değil-
461
SOFİ'NÎN DÜNYASI
di. Biyolojik bir evrimin varolduğu düşüncesi Darvvin'den önce, daha 1800 yıllarında da
oldukça yaygın bir düşünceydi. Bu düşünürler arasında en belirleyici olanı, Fransız zoolog
Lamarck idi. Darvvin'in kendi büyükbabası Erasmus Darvvinde bitkilerle hayvanların daha
ilkel bir takım türlerden geldiğini söylemişti. Ancak her ikisi de böyle bir evrimin nasıl
gerçekleştiğini açıklayamamışlardı. Bu yüzden Kiliseye ciddi bir rakip olamamışlardı.
- Ama Darvvin oldu, öyle mi?
- Evet, haklı olarak. Kilisenin ve pek çok bilimsel çevrenin görüşü, İncil'in öğretisine koşut
olarak, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin değişmez olduğuydu. Her bir tür, sonsuza dek
varolmak üzere zamanında özel bir şekilde yaratılmıştı. Bu Hıristiyan görüş, Platon ve
Aristoteles ile de uyum içindeydi.
- Nasıl?
- Platon'un idea öğretisine göre de tura hayvan türleri, mutlak idealar ya da biçimlerden
türemişti ve değişmezdi. Hayvan türlerinin değişmez olduğu Aristoteles'in felsefesinde de
önemli bir esas oluşturuyordu. Ancak Darvvin'in döneminde bu geleneksel görüşlerin karşıtı
yolunda pek çok gözlemler yapıldı ve keşiflerde bulunuldu.
- Ne tür gözlemler ve buluşlardı bunlar?
- Öncelikle pek çok fosil bulundu. Türü tükenmiş hayvanlardan kalma büyük kemikler
keşfedildi. Darvvin de karada bulduğu deniz hayvanı fosilleri üzerine oldukça fazla düşündü.
Güney Amerika'da bu tür fosilleri And Dağları tepelerinde buldu. Deniz hayvanlarının Ant
Dağlarının tepelerinde ne işi var Sofi? Cevap verebilir misin buna?
- Hayır.
- Kimilerine göre bu deniz yaratıklarını insanlar oraya çıkarmış olmalıydı. Kimilerine göre bu,
kudretini insanlara göstermek isteyen Tanrı'nın işiydi.
- Bunu bilim nasıl açıklıyordu?
- Jeologların çoğu, Yeryüzü'nün pek çok kereler sular altında
462
DARWİN
kaldığını, depremler ve başka felaketler geçirdiğini öne süren bir felaket teorisini
savunuyordu. Böylesi bir felaketten İncil'de de sözedi-lir. Büyük tufan ve Nuh'dan bahsedilen
bölümdür bu. Ve her felaketten sonra Tanrı yeni ve öncekilerden daha mükemmel bitki ve
hayvanlar yaratmak suretiyle Yeryüzü'nü yeniliyordu.
- Bu açıklamaya göre fosiller felaketler sonunda yokolan eski bir takım yaşam biçimlerinden
kalma artıklar oluyordu herhalde...
- Evet. Bu fosillerin Nuh'un Gemisi'nde yer bulamayan hayvanlara ait olduğu söyleniyordu
örneğin. Ancak Darvvin "Beagle"la yolculuğa çıkarken yanına İngiliz jeolog Charles Lyell 'in
"Jeolojinin Esasları" adlı kitabını almıştı. Lyell'e göre Yeryüzü yüksek dağlar ve derin
vadilerden oluşan şu anki haline yavaş yavaş ve uzun bir gelişme sonucu gelmişti. Bu
teorideki ana fikir, küçücük değişimlerin zamanla büyük coğrafi değişimlere yol açabileceği
fikriydi.
- Ne gibi değişimlerdi Lyell'in öne sürdüğü değişimler?
- Günümüzde de hâlâ geçerli olan güçlerdi bunlar: Hava ve rüzgâr, buzların erimesi, deprem
ve toprak kaymaları. Su taşı deler, derler, anlık bir güçle değil ama damlaya damlaya. Lyell'e
göre bu küçük, yavaş yavaş oluşan değişimler çok uzun bir zaman süreci içinde tüm bir
doğayı değiştirebilirdi. Bu fikir tek başına Darvvin'in Ant Dağlarının tepesinde bulduğu
fosilleri açıklamaya yetmez, ama küçük ve yavaş yavaş oluşan değişimlerin belli bir süre
sonra dramatik değişimlere yol açacağı düşüncesi Darvvin'in bir an bile gözardı etmediği bir
düşünce olmuştur.
- Hayvanların evrimi konusunda da benzer şeyler düşünüyordu herhalde...
*- Evet, o da kendine bunu soruyordu. Ama daha önce de söylediğimiz gibi, Darvvin temkinli
bir insandı. Cevabını bilmediği pek çok soru soruyordu kendine. Bu anlamda o da kendinden
önceki gerçek filozofların uyguladığı yöntemi kullanıyordu: Soru sormak önemlidir, cevaplar
ise aceleye gelmez.
- Anlıyorum.
463
SOFfNÎN DÜNYASI
- Lyell'in teorisindeki önemli bir etmen Yeryüzü'nün yaşıydı. Darvvin'in zamanında bir çok
çevrede, Tanrı'nın Yeryüzü'nü yaratmasından bu yana 6000 yıl geçtiğine inanılıyordu. Bu
rakama, Adem ve Havva'dan bu yana yaşamış olan kuşakları sayarak varılıyordu.
- Ne saflık!
- Sonradan demesi kolay tabii! Darvvin ise Yeryüzü'nün yaşını 300 milyon olarak tahmin
ediyordu. Çünkü hem Lyell'in aşamalı jeolojik evrim teorisi hem de Darvvin'in kendi evrim
teorisinin bir anlam ifade edebilmesi için dünyanın yaradılışından bu yana çok uzun zaman
geçmiş olması şarttı.
- Yeryüzü'nün gerçek yaşı ne peki?
- Bugün Yeryüzü'nün 4,6 milyar yaşında olduğunu biliyoruz.
- Yeter de artar bile...
- Şu ana dek Darvvin'in biyolojik bir evrim oluştuğuna dair öne sürdüğü kanıtlardan biri
üzerine konuştuk. Bu kanıt, değişik kaya katmanlarında rastlanan, katmanlar boyunca
oluşmuş fosillerdi. Darvvin'in öne sürdüğü bir başka kanıt da yaşayan türlerin coğrafi
dağılımıydı. Bu noktada Darvvin'in kendi topladığı zengin malzemenin büyük faydası
olmuştu. Değişik hayvan türlerinin bir bölgeden diğerine çok küçük farklılıklar gösterdiğini
kendi gözleriyle görmüştü. Ekvador'un batısındaki Galapagos Adalan'nda ilginç gözlemlerde
bulunmuştu.
- Anlat anlat!
- Bunlar birbirine çok yakın sıralanan volkanik bir adalar topluluğuydu. Bu yüzden
üzerlerindeki bitki ve hayvan dünyası bakımından birbirlerinden pek farklı değildiler. Ancak
Darvvin'i ilgilendiren tam da bu pek büyük olmayan farklardı. Adaların hepsinde kocaman
kaplumbağalar yaşıyordu, ancak bunlar bir adadan diğerine küçük farklılıklar gösteriyordu.
Tanrı bu adaların her biri için başka tür bir kaplumbağa mı yaratmıştı gerçekten?
,- Bu pek mümkün değil bence.
- Bundan daha da önemlisi, Darvvin'in Galapagos Adalan'ndaki
464
DARWÎN
kuşlara dair gözlemleriydi. Bu adalarda ispinozlar, hiç değilse gagaları bakımından farklılık
gösteriyorlardı. Darvvin bu farklılıkların kuşların değişik adalarda yediklerinden
kaynaklandığını öne sürüyordu. Sivri gagalı yer ispinozları çam kozalağı, yassı gagalı ötleğen
ispinozları böcek, ağaç ispinozlarıysa ağaçlarla dallardaki böcekleri yiyerek besleniyordu...
Her bir ispinoz türü, kendi yiyecek koşullarına en uygun olan gagaya sahipti. Tüm bu
ispinozlar tek bir ispinoz türünden türemiş olabilirler miydi? Yıllar geçtikçe bu kuşların
değişik adalardaki yaşama uyum sağlamasıyla bunlardan yeni türler doğmuş olabilir miydi?
- Darvvin'in ulaştığı sonuç da bu olsa gerek...
- Evet, Darvvin'in "Darvvinci" olması Galapagos Adalan'nda gerçekleşmiştir de denebilir
belki... Bu küçük adalar topluluğunda rastladığı hayvan türlerini daha önce Güney Amerika'da
da görmüştü Darvvin. Tanrı tüm bu hayvanları birbirinden birazcık farklı olarak mı yaratmıştı
gerçekten, yoksa bu türler zaman içinde bir evrime mi uğramışlardı? Darvvin gitgide türlerin
değişmez olduğundan kuşku duymaya başlıyordu. Ancak evrimin nasıl gerçekleşmiş ya da
çevreye uyumun nasıl sağlanmış olabileceğine hâlâ bir açıklama getiremiyordu.
Yeryüzündeki tüm türlerin birbiriyle akraba olduğuna bir kanıtı daha vardı Darvvin'in?
-Ya?
- Bu da memeli hayvanlarda embriyonun gelişmesiydi. En baştaki aşamasında bir köpek, bir
yarasa, bir tavşan ya da bir insan embriyosunda neredeyse hiçbir fark görülmez. Ancak iyice
ileri aşamalarında insan embriyosuyla tavşan embriyosunu birbirinden ayırmak mümkün olur.
Bu da hepimizin uzaktan akraba olduğunun bir kanıtı değil midir?
- Ama hâlâ evrimin nasıl gerçekleştiğini açıklayamıyordu, değil mi?
- Sürekli olarak Lyell'in, küçücük değişimlerin uzun vadede büyük değişiklikler yaratacağı
teorisi üzerinde düşünüyordu. Ancak
465
SOFfNİN DÜNYASI
bunun evrensel bir kural olarak nasıl geçerli olabileceğini açıklaya-mıyordu. Fransız zoolog
Lamarck'ın teorisinden de haberdardı. La-marck, değişik türlerin, ihtiyaç duydukları
organlarının gelişmiş olduğunu öne sürüyordu. Örneğin zürafaların uzun boyunlu olmalarının
nedeni, birçok kuşak boyunca ağaçlardaki yapraklara uzanmak zorunda kalmalarıydı. Yani
Lamarck, tek bir canlının kendi çabalarıyla kazandığı bir özelliğin, kalıtım yoluyla kendinden
sonraki nesillere aktarılacağını savunuyordu. Ancak Darvvin, bu "edinilmiş özel-likler"in
kalıtımsal olduğu teorisini bir kenara atıyordu, çünkü Lamarck bu tezine bilimsel bir kanıt
getiremiyordu. Ancak Darvvin'i sürekli meşgul eden bir başka düşünce vardı. Türlerin
evriminin gerisinde yatan düzen, elini uzatsa yakalayabileceği mesafedeydi artık...
- Sabırsızlıkla bekliyorum.
- Ama ben bu düzeni senin bulmanı istiyorum. Bu yüzden soruyorum: Üç ineğin ve bunlardan
yalnızca ikisine yetecek kadar yemin olsa ne yapardın?
- İneklerden birini keserdim herhalde...
- Güzel... Peki hangisini keserdin?
- En az süt verenini, sanırım.
- Demek öyle?
- Sence de en mantıklısı bu olmaz mıydı?
- Evet ve işte insanlar binlerce yıldır bunu yapmaktadırlar. Ama bu iki inekten öyle kolayca
kurtulmak yok! Buzağı yapmak için bu iki inekten hangisini döllerdin?
- Daha çok süt verenini. Böylece buzağı da büyüyünce çok süt veren bir inek olur.
- Demek iyi süt veren ineği tercih edersin... Peki, iki tane av köpeğin olsa ve bunlardan
birinden vazgeçmek zorunda kalsan, hangisinden vazgeçerdin?
- Tabii ki burnu daha iyi koku alanını tutar, diğerinden vazgeçerdim.
- Böylece daha iyi olan av köpeğini seçmiş olursun. İşte Sofi, in*
466
DARWIN
sanlar on bin yıldan fazladır hayvanları böyle elemelerden geçirmişlerdir. Tavuklar hep böyle
haftada beş yumurta vermemiş, koyunlar hep bu kadar çok tüylü olmamış, atlar hep bu kadar
kuvvetli ve hızlı olmamıştır. İnsanlar bu konuda hep bir yapay secide bulunmuşlardır. Bu,
bitkiler dünyası için de geçerlidir. Patatesin iyisini eker insan; bundan daha da iyi patatesler
çıksın diye. Tane vermeyen mısır koçanlarını kesip saklamaz. Darvvin'in altını çizdiği nokta,
hiçbir iki ineğin, iki mısır sapının, iki köpek ya da iki ispinozun birbirinin aynı olmadığıdır.
Doğada inanılmaz bir çeşitlilik olduğudur. Aynı türden olan bireyler bile birbirinin
aynı,değildir. Mavi şişeden içtiğinde gördüğün de buydu herhalde...
- Evet, kesinlikle.
- Ve Darvvin soruyordu kendisine: Doğada da buna benzer bir işleyiş olabilir mi? Doğanın da
hangi bireylerin hayatta kalacağına dair doğal bir seci uyguladığı düşünülebilir mi? Ve de bu
tür bir işleyiş, çok uzun bir dönemde yepyeni bitki ve hayvan türleri yaratabilir mi?
- Cevabın evet olduğuna bahse girerim.
- Ama Darvvin hâlâ bu tür bir "doğal seçi"nin nasıl gerçekleşebileceğini kestiremiyordu.
Ancak 1838 yılının Ekim ayında, "Beagle"la seyahatinden dönüşünden tam bir yıl sonra,
nüfus konusunda uzman bir kişi olan Thomas Malthus'un küçük bir kitabı geçti eline. Kitabın
adı "An Essay on the Principles of Population" idi. Yazar kitabın ana fikrini, paratonerin de
kâşifi olan Amerikalı Benjamin Frank-lin'den almıştı. Franklin'e göre, doğada bir takım
sınırlayıcı güçler olmasaydı, tek bir bitki ya da hayvan türünü tüm Yeryüzü'nde bulabilirdik.
Ancak doğada farklı pek çok tür olduğu için bu türler birbirlerini denetlerler.
- Anlıyorum.
- Malthus bu düşünceyi alıp Yeryüzü'nün nüfus durumuna uyarlar. Malthus'a göre insanlar,
hayatını sürdürmesi mümkün olamayacak kadar çok çocuk doğurma yeteneğine sahiptir.
Dünyadaki yiyecek üretimi bu kadar insana yetmeyeceği için, bu insanların çoğu ya-
467
SOFt'NÎN DÜNYASI
şam mücadelesinde yenik düşmeye mahkûmdur. Hayatta kalıp türünü sürdürebilenler,
diğerlerinden daha güçlü olanlardır.
- Bence de mantıklı.
- İşte Darvvin'in aradığı evrensel işleyiş de buydu. Gelişmenin nasıl olduğunun cevabını bir
anda buluvermişti. Gelişmenin nedeni hayatta kalma mücadelesindeki doğal seciydi. Bu seci
sırasında etrafındaki koşullara en iyi uyabilen hayatta kalıyor ve türünü sürdüre-biliyordu. Bu
teori, "Türlerin Kökeni Üzerine" adlı eserinde öne sürdüğü ikinci teoridir. Burada şöyle
yazıyordu: "Fil tüm hayvanlar içinde en yavaş üreyenidir. Ancak bir filin doğurduğu tüm filler
hayatta kalabilseydi, 750 yıl sonra tek bir çift filden ondokuz milyon fil üremiş olurdu."
- Ya tek bir morina balığından çıkan binlerce morina yumurtasına ne demeli?
- Darvvin ayrıca yaşam kavgasının birbirlerine en yakın türler arasında en zorlu biçimi
aldığına işaret etmiştir. Bunlar aynı tür yiyecek için savaşmak durumundadırlar. İşte o zaman
aralarındaki küçük farklar, ortalamadan küçük çapta sapmalar, büyük önem kazanır. Yaşam
kavgası ne kadar güçlüyse, yeni türlerin ortaya çıkması o kadar çabuk olur. Bu kavgada ancak
en güçlüler hayatta kalacak, diğerleri elenip gidecektir.
- Ne kadar az yiyecek varsa ve yeni doğanlar ne kadar çoksa, gelişme de o kadar hızlı olur,
öyle mi?
- Tabii yalnızca yiyecek değildir önemli olan. Diğer hayvanlara yem olup olmamak da en az
bu kadar önemlidir. Bu açıdan bakılınca, saklanmaya müsait bir rengi olmak, hızlı
koşabilmek, düşmanları kolayca tanıyabilmek ya da çok kötü kokmak gibi özellikler çok işe
yarayabilir. Yırtıcı hayvanlara karşı kullanılan zehir de böyledir. Kaktüslerin çoğunun zehirli
olması da tesadüf değildir Sofi. Çölde yalnızca kaktüs yetişir. Ve kaktüs çöldeki otobur
hayvanların yegâne yiyeceği olduğu için onların saldırılarına tamamıyla açıktır.
- Kaktüslerin iğneleri de vardır.
468
DARWİN
- Varolma savaşında bir başka önemli konu da çoğalma yeteneğidir. Darvvin çiçeklerin o
muhteşem üreme mekanizmalarını tüm ayrıntılarıyla gözlemiştir. Çiçekler o güzel renklerini
ve şahane kokularını, böcekleri kendine çekmekte kullanırlar. Çünkü böceklerdir çiçeklerin
döJlenmelerini sağlayan. Kuşlar aynı nedenle güzel sesleriyle öterler. İneklerle hiç
ilgilenmeyen melankolik bir öküzün soy ağacında yeri olmaz. Ortalamadan bu tür bir sapma
gösteren bireyler derhal yokolurlar. Çünkü bireyin yegâne görevi olgunlaşıncaya kadar
büyümek ve bundan sonra türünü sürdürmek üzere çoğalmaktır. Uzun bir bayrak yarışı gibidir
bu. Şu veya bu nedenle üreyerek genlerini bir sonraki kuşağa aktaramayanlar sürekli
elenecektir. Bu şekilde tür giderek daha güçlenecektir. Hastalıklara karşı direnç de türlerde
toplanan ve türlerin hayatta kalanlarında korunan bir başka özelliktir.
- Yani her şey daha iyiye doğru gitmekte, öyle mi?
- Sürekli varolan bu doğal'seç i, belli bir çevreye ya da belli bir ekolojik ortama en iyi uyan
türlerin, yine bu ortamda kendini en iyi üretebilecek türler olmalarını getirir. Ve belli bir
çevrede avantaj olan bir özellik bir başka çevrede avantajlı bir özellik olmak durumunda
değildir. Galapagos Adaları'ndaki birtakım ispinozlar için uçma yeteneği oldukça önemli bir
özellikti. Ama yırtıcı hayvanların olmadığı ve yiyeceğin yeri gagalayarak çıkarılmak zorunda
olduğu bir başka adada, uçmak o kadar da gerekli bir özellik değildi. İşte doğada bu kadar çok
değişik ortam olduğu için bu kadar da çok değişik hayvan türü vardır.
- Ama dünyada tek bir insan türü var.
- Evet, çünkü insanların değişik yaşam koşullarına uyabilmek gibi büyük bir yetenekleri
vardır. Darvvin de Kızılderililerin Tierra Del Fuego'daki çok soğuk iklimde nasıl
yaşayabildiklerine hayret etmişti. Ama bu tüm insanların aynı oldukları anlamına gelmez.
Ekvatorda yaşayanların Yeryüzü'nün kuzeyinde yaşayanlardan daha kara derili olmalarının
nedeni siyah derinin vücudu güneş ışınlarından daha
469
SOFt'NlN DÜNYASI
iyi koruyor olmasıdır. Güneşte çok fazla kalan beyaz insanlar deri kanserine daha çok
yatkındırlar örneğin.
- Kuzey'de yaşayanların beyaz derili olması da bir avantaj mıdır?
- Tabii, yoksa tüm insanlar kara derili olurlardı. Beyaz derinin güneş vitaminleri oluşturması
daha kolaydır ve bu da güneş ışınlarının az olduğu yerlerde yaşayanlar için önemli bir
avantajdır. Günümüzde bunun da kolayı var çünkü ekstra vitamin hapları almak mümkün.
Ama doğadaki hiçbir şey rastlantı sonucu olmaz. Her şeyin nedeni, kuşaklar boyunca ortaya
çıkmış, küçücük değişimlerdir.
- Aslında bu çok harika bir şey.
- Evet ya, değil mi? Şimdi Darvvin'in evrim teorisini şöyle bir özetleyelim...
- Buyur.
- Yeryüzü'nde hayatın gelişmesinin ardında yatan "hammadde", ancak diğerlerinden daha
güçlü olanlar hayatta kalabildiği için, tek bir tür içinde sürekli olarak meydana gelen
değişimlerdir. Evrimin "işleyişi" ya da itici gücü, hayatta kalabilmek için verilen mücadelede
ortaya çıkan doğal secidir. Bu secinin sonucunda yalnızca daha güçlü olanlar ya da "ortama
en iyi uyanlar" hayatta kalır.
- Bu bana da mantıklı geliyor. Peki "Türlerin Kökeni Üzerine" nasıl bir tepki topladı?
- Kitap tam bir tantana yarattı. Kilise buna şiddetle karşı çıktı, İngiltere'deki bilimsel çevreler
ikiye bölündü. Bunda pek yadırganacak bir şey de yoktu. Darvvin Tanrı'yı iyice
uzaklaştırmıştı yaradılış hikâyesinden. Ama bazıları da, kendi içinde gelişme olanağı taşıyan
bir şey yaratmanın, küçük farklılıklar içeren pek çok şey yaratmaktan daha büyük bir yaratma
gücü gerektirdiğini söylediler.
Sofi birden oturduğu yerde hopladı.
- Şuraya bak! dedi.
Eliyle camdan dışarısını gösteriyordu. Gölün kıyısında erkekle bir kadın elele yürüyorlardı.
İkisi de çırılçıplaktı.
470
DARWİN
- Adem ile Havva bunlar, dedi Alberto. - Onların da Kırmızı Şapkalı Kız ve Harikalar
Diyarındaki Alice'le aynı kaderi paylaşması kaçınılmazdı tabii. Bu yüzden buradalar.
Sofi pencerenin yanına gidip Adem ile Havva'nın ağaçların ardında gözden yokoluşlarını
seyretti.
- Danvin insanların da hayvandan geldiğini söylüyordu, değil mi?
- Darvvin'in 1871 yılında "Descent of Man", yani "İnsanın Çıkışı" adlı kitabı yayımlandı. Bu
kitapta insanlarla hayvanlar arasındaki büyük benzerliklere değinen Darvvin, insanlarla
maymunların ortak bir kökeni olduğunu öne sürer. Bu arada, önce Cebelitarık'ta, birkaç yıl
sonra da Almanya'da Neanderthal'da ilk insan türlerine ait kafa-tasları bulunmuştu. İşin ilginci
1871'de bu kitabın yayınlanması, 1859'da "Türlerin Kökeni Üzerine"nin yayınlanmasından
çok daha az tepki yarattı. İnsanların hayvandan geldiği, bu ilk kitapta da üstü kapalı olarak
anlatılıyordu zaten. Ve de daha önce de söylediğimiz gibi, 1882'de öldüğünde, Darvvin,
bilimde müthiş bir öncü olarak, bir kahraman gibi toprağa verildi.
- Demek sonunda kıymeti anlaşıldı.
- Evet, sonunda anlaşıldı. Oysa ilk zamanlar ona "İngiltere'nin en tehlikeli adamı" deniyordu.
- Daha neler!
- ''İnşallah söyledikleri doğru değildir," diyordu sosyetik bir bayan, "doğruysa da inşallah
fazla duyan olmaz!". Meşhur bir bilim adamı da benzer şeyler söylüyordu: "İnsanı küçük
düşürücü bir keşif bu. Ne kadar az bilinse o kadar iyi!"
- Bunlar da olsa olsa insanın devekuşuyla akrabalığına iyi bir örnek bana kalırsa!
- Haklısın ama sonradan demesi kolay tabii! İnsanlar birdenbire İncil'de anlatılan yaradılış
hikâyesini yeniden bir gözden geçirmek durumunda kalmıştı. Genç yazar John Ruskin şöyle
diyordu: "Şu jeologlar peşimi bir bıraksa! İncil'deki her ayetten sonra çekiç sesle-
471
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
ri geliyor kulağıma."
- Çekiç sesleri Tanrı'nın sözüne duyulan şüpheyi simgeliyordu herhalde...
- Evet, böyle demek istiyordu herhalde. Üstelik yalnızca İncil'de anlatılan yaradılış hikâyesi
değildi çürütülen. Darvvin'in teorisinin özünü, insanın yaradılışının rastlantısal değişimlere
bağlı olduğu tezi oluşturuyordu. Bundan da ötesi, Darvvin insanı, "yaşam kavgası" gibi
duygusallıktan son derece uzak bir şeyin ürünü olarak gösteriyordu.
- Darvvin bu "rastlantısal değişimler"in neler olduğundan söz ediyor muydu?
- İşte bu nokta, Darvvin'in teorisindeki en zayıf noktaydı. Darvvin kalıtım üzerine çok genel
sözler edebiliyordu ancak. Döllenme sırasında birşeyler oluyordu. Bir anneyle babanın iki
çocuğu hiçbir zaman tıpatıp aynı olmuyordu. Daha o anda bir değişim oluyordu. Ancak
yepyeni bir şeyin ortaya çıkması açıklanamazdı bu şekilde. Öte yandan bir takım bitkiler ve
hayvanlar sürgün vermek suretiyle ya da basit bir hücre bölünmesiyle çoğalabilmekteydi.
Değişimlerin nasıl oluştuğu konusunda, Yeni Danvinizm denen akım Darvvin'in teorisini
tamamladı.
- Ya? Nasıl?
- Tüm yaşam ve tüm oluşumlar hücre bölünmesi sonucunda ortaya çıkar. Bir hücre ikiye
bölününce ortaya her ikisi de aynı kalıtımsal özellikleri taşıyan iki hücre çıkar. Hücre
bölünmesi dediğimiz şey bir hücrenin kendi kopyasını yaratmasıdır.
- Demek öyle?
- Ancak bazen bu süreçte küçük bir hata olur. Ortaya çıkan yeni hücre ana hücrenin tıpatıp
aynısı olmaz. Modern biyolojide buna mutasyon adı verilmektedir. Bu tür mutasyonlar çok
önemsiz olabildiği gibi, bireyin özelliklerinde son derece büyük farklılıklar oluşmasına da yol
açabilir. Doğrudan doğruya tehlikeli sonuçlar da doğu-rabilen bu mutasyon larda, kimi
"mutanf'lar elenerek yok da olabilir.
472
DARWÎN
Pek çok hastalığın nedeni de mutasyonla açıklanabilir. Ancak bazen bir mutasyon bireye
hayatta kalma mücadelesinde işine çok fazla yarayacak bir özellik de katabilir.
- Uzun boyun gibi mi?
- Lamarck zürafaların uzun boyunlu oluşlarını, onların yaşamak için hep yüksek dallardaki
yiyeceklere uzanmak zorunda kalışına bağlıyordu. Ancak Darvvinizme göre bu tür özellikler
kalıtsal olarak aktarılabilecek özelliklerden değildi. Zürafaların uzun boyunlu olmasının
nedeni, doğal bir değişimdi. Yeni Darvvinizmde böyle değişimlerin oluşma
necten/n/'açıklayarak bu konuyu tamamlıyordu.
- Ve bu neden de mutas'yondu, değil mi?
- Evet. Kalıtımdaki bir takım rastlantısal değişimler sonucu zürafaların bir kısmı diğerlerinden
daha uzun boyunlu olmuştu. Yiyecek bulma konusunda bu çok önemli bir özellikti tabii. En
yüksek dallara uzanabilenlerin hayatta kalma şansı diğerlerine göre daha yüksekti. Bir takım
ilkel zürafaların'da toprak altında yem bulmak gibi bir özellik kazanmış olabileceğini de
düşünebiliriz. Yani uzun bir zaman süreci içinde bir tür ortadan kalkabilir ve bunun yerini iki
farklı tür alabilir.
- Anlıyorum.
- İstersen doğal secinin oluşma biçimine yakın zamandan birkaç örnek verelim şimdi de. Bu
aslında çok basit bir ilke.
- Nasıl bir örnek bu?
- İngiltere'de huş güvesi denen bir kelebek türü yaşar. Adından da anlaşılabileceği gibi bu
hayvanlar beyaz huş ağacı gövdelerinde yaşarlar. 1700 yıllarında huş güvelerinin çoğu açık
gri renkteydi. Neden sence Sofi? '
- Aç kuşların onları görmesi zor olsun diye!
• Ancak arada bir koyu renkli huş güveleri de doğar. Bunun nedeni tamamen rastlantısal
mutasyonlardır. Bu koyu renkli çeşitlerin hali ne olmuştur sence?
- Daha kolay görüldükleri için aç kuşlara yem olmuşlardır her-
473
SOFİ'NIN DÜNYASI
halde.
- Evet, çünkü açık renkli ağaçların olduğu bu ortamda, koyu renkli olmak iyi bir özellik
sayılamazdı. Bu yüzden sayısı sürekli artan, beyaz renkli huş güveleri oluyordu. Ancak sonra
ortamda önemli bir değişiklik oldu. Sanayileşmeyle birlikte beyaz huş ağaçlarının
rengi.kurumdan kararmaya başladı. Peki o zaman huş güvelerine ne oldu dersin?
- O zaman da koyu renklilerin yaşama şansı artmış olmalı.
- Evet, bu kez de kısa zamanda koyu renkli huş güvelerinin sayısı arttı. 1848'den 1948'e dek
koyu renkli güvelerin sayısında yüzde 1'den yüzde 99'a dek varan bir artış gözlendi. Ortam
değişmiş, açık renkli olmak yaşam mücadelesinde avantajlı bir özellik olmaktan çıkmıştı.
Tam tersine! Hayatın beyaz "mağluplar"ı, kara ağaç gövdelerinde kendilerini bir göstermeye
görsünler, hemen kuşlara yem oluveriyorlardı. Ama sonra ortamda tekrar bir değişiklik oldu.
Fabrikalarda daha az kömür yakılıp, dumanların daha iyi arıtılması sonucu çevre son yıllarda
önemli ölçüde temizlendi.
- Ve ağaç gövdeleri yine eski açık renklerine döndü...
- Böyle olunca da huş güvelerinin rengi açılmaya başladı. Uyum dediğimiz şey işte bu. Uyum
bir doğa yasasıdır.
- Anlıyorum.
- İnsanların çevreye müdahalelerine başka örnekler de verebiliriz.
- Ne gibi?
- Örneğin insanlar zararlı hayvanlarla mücadelede zehirli maddeler kullanırlar. Başlangıçta bu
istenen sonucu verebilir. Ama bir tarla ya da bir meyve bahçesini böcek ilacıyla ilaçlamak
küçük bir çevre faciasına yol açmak demektir aslında. Sürekli mutasyonlar sonucunda ilaca
dayanma gücü fazla ya da bağışıklığı artmış böcekler oluşmaya başlar. Hayatın bu "galipleri"
giderek daha fazla üreme olanağı bulurlar ve böylece aslında ortadan kaldırılmaya çalışılan bu
böcekleri yok etmek gitgide daha çok güçleşir. Çünkü yalnızca en
474
DARNVtN
güçlü olanları hayatta kalabilmektedir. -Zor iş!
- En azından bu konularda düşünmemiz gerek. Üstelik insan kendi vücudundaki zararlı
organizmalarla, bakterilerle de mücadele etmeye çalışır.
- Evet, penisilin ya da antibiyotik kullanarak.
- Penisilin kürü de bu küçük canavarlar için bir tür "çevre facia-sı"dır ilkin. Ama biz
vücudumuza penisilin vermeyi sürdürdükçe belli bir takım bakterilerin bağışıklığı artmaya
başlar. Böylelikle vücudumuzda mücadele etmesi giderek güçleşen bir grup bakteri üretmiş
oluruz. Zamanla aldığımız antibiyotik etki etmemeye başlar, hep bir öncekinden daha güçlü
antibiyotik almamız gerekir ve sonunda...
- Sonunda bakteriler öyle çoğalırlar ki artık ağzımızdan çıkmaya başlarlar belki de. Belki de
artık onları silahla vurmamız bile.gerekebilir...
- Yok canım, biraz abarttın sen de! Ama gerçek olan bir şey varsa, o da modern tıbbın içinden
çıkılması güç bir ikilem yarattığıdır. Bu, yalnızca bakterilerin güçlenmesi konusunda böyle
değildir. Eskiden çocuklar bir takım hastalıklara boyun eğmek zorunda kalırlardı. Evet, doğan
çocukların içinde ancak en güçlüleri hayatta kalırdı. Ama modern tıp bu doğal seciyi ortadan
kaldırdı. Tek bir bireyin ufak bir "problem"i aşmasını sağlamakla, insan soyunun değişik
hastalıklara olan direncini azaltıyor olabiliriz. "Kalıtım sağlıklılığı" denen şeyi göz önüne
almamak, insan soyunun "dejenerasyon"una yol açabilir. Yani insan soyunun ciddi
hastalıklara karşı, kalıtım yoluyla aktarılan direnme gücü giderek azalabilir.
- Pek iç açıcı konular değilmiş bunlar.
- Evet, ama gerçek bir filozof "iç açıcı" olsa da olmasa da inandığı bir şeyin üzerine gitmeli.
Konumuzu yine şöyle bir toparlayalım...
- Buyur.
- Diyebiliriz ki yaşam, yalnızca kazanan kuponların gözle görünür olduğu bir totodur.
475
SOFl'NtN DÜNYASI
- Ne demek bu?
- Yaşam kavgasında yenik düşenler yokolup giderler. Yeryij. zü'nde milyonlarca yıldır pek
çok bitki ve hayvan türleri arasında "kazanan kuponlar" ilan edilmektedir. "Kaybeden
kuponlar" ise yalnızca tek bir kez ortaya çıkarlar. Yani şu an Yeryüzü'nde varolan tüm bitki
ve hayvanlar "kazanan kuponlar"dır.
- Çünkü hep en iyi olan hayatta kalır.
- Evet. Şimdi bana şu çobanın getirdiği levhayı uzatabilirsen biraz...
Sofi levhayı uzattı. Levhanın bir yüzünde Nuh'un Gemisi'nin resmi vardı. Öbür yüzünde ise
tüm hayvanların yer aldığı bir soy ağacı çiziliydi. Alberto'nun şimdi göstermek istediği de
buydu.
- Burada çeşitli bitki ve hayvan soyları gösterilmekte. Her bir türün hangi gruba, hangi sınıfa
ait olduğu görülebiliyor.
- Evet.
- İnsanlarla maymunlar primat denen gruba dahildir. Primatlar memeli hayvanlara, memeli
hayvanlar omurgalı hayvanlara, omurgalı hayvanlar da çok hücreli hayvanlar sınıfına aitir.
- Bu bana Aristoteles'i hatırlatıyor.
- Doğru. Bu soy ağacı bize sadece bugün hangi hayvanların hangi sınıfa ait olduğunu
göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bize hayatın gelişimini de gösteriyor. Örneğin burada
görüyoruz ki kuşlar bir zamanlar sürüngenlerden, sürüngenler hem karada hem suda
yaşayabilen hayvanlardan, bunlar da balıklardan ayrılmak suretiyle meydana gelmişlerdir.
- Evet, görebiliyorum.
- Bir alt-grup ikiye ayrıldığı zaman, yeni türlere yol açan bir mu-tasyon olmuş demektir.
Yıllar içinde yeni hayvan sınıflarının ve yeni hayvan gruplarının oluşması da böyle olmuştur.
Ancak unutmamalı ki bu oldukça basitleştirilmiş bir çizimdir. Gerçekte bugün Yeryüzü'nde
bir milyondan fazla hayvan türü bulunmaktadır ve bu da bugüne dek yeryüzü üzerinde
varolmuş hayvan türlerinin yalnızca çok
476
DARWIN
küçük bir yüzdesidir. Örneğin şurada gördüğün trilobit denen hayvan türü artık mevcut
değildir.
- En aşağıda da tek hücreli hayvanlar var.
- Bunlardan bazıları milyarlarca yıldır değişmeden bugüne gelmişlerdir. Gördüğün gibi tek
hücreli hayvanlardan bitkiler dünyasına bir çizgi çekilmiş. Çünkü muhtemelen bitkiler de
hayvanlar da aynı ilk hücreden meydana gelmişlerdir.
- Görüyorum, ama merak ettiğim bir şey var.
- Evet?
- Bu ilk hücre nasıl meydana geldi? Darvvin buna yanıt verebiliyor muydu?
- Oarvvin'in temkinli bir insan olduğunu söylemiştim. Ama bu noktada salt bir varsayımdan
hareket etme hakkını görüyordu kendinde. Şöyle yazıyordu:
"... eğer (eğer ya! Ama ne eğer!) içinde her türlü amonyaklı ve fosforlu tuzların, ışığın, ısının,
elektrik vs. nin mevcut olduğu küçük, sıcak bir su birikintisi olduğunu ve burada daha
karmaşık değişimler geçirmeye müsait bir proteinin kimyasal olarak teşekkül ettiğini
düşünecek olursak..."
- Ne olur o zaman?
- Oarvvin'in burada yaptığı, ilk hücrenin organik olmayan maddelerden nasıl oluşmuş
olabileceği üzerine varsayımlarda bulunmaktı. Ve yine tahminleri son derece isabetliydi.
Çünkü günümüzde de bilim, en ilkel yaşam biçiminin Darvvin'in tarif ettiği böyle bir "sıcak
su birikintisi"nde ortaya çıkmış olabileceğini söylüyor.
- Devam et.
- Bu konuya oldukça yüzeysel bir şekilde değinmekle yetinelim. Ama unutma ki burada
Darvvin'i bırakıp, Yeryüzü'nde hayatın başlangıcı üzerine günümüzde getirilen en son
açıklamalara geçmiş oluyoruz.
477
SOFİNİN DÜNYASI
- Oldukça heyecanlıyım şimdi. Yeryüzü'nde hayatın nasıl başladığını bilen hiç kimse yok mu,
yoksa var mı?
- Belki bu kesinlikle bilinmiyor ama giderek bu büyük bulmaca-nın cevabını vermede önemli
yollar katediliyor.
- Devam et.
- Her şeyden önce şunu belirtelim ki Yeryüzü üzerindeki her türlü canlı, hem bitkiler ve hem
de hayvanlar, aynı maddelerden oluşur. Bir canlının en basit tanımı şudur: canlı, besinli bir
ortamda kendini iki tane birbirinin aynı parçaya bölebilen maddedir. Bu süreç, DNA
dediğimiz bir madde tarafından yönetilir. DNA diye, yaşayan her türlü hücrede varolan
kromozomlara ya da kalıtımla geçen maddeye denir. DNA aslında bir molekül ve oldukça
karmaşık bir makro-mo-leküldür. Esas soru, ilk DNA molekülünün nasıl ortaya çıktığı
sorusudur.
- Evet?
- Yeryüzü, bundan 4,6 milyar yıl önce, güneş sisteminin ortaya çıkmasıyla birlikte
oluşmuştur. Yeryüzü önceleri ateş halinde bir küreydi ve sonra zamanla yer kabuğu soğudu.
Modern bilime göre ilk hayat da günümüzden 3-4 milyar yıl kadar önce ortaya çıktı.
- İnanılır gibi değil!
- Dur hele, devamını dinle de öyle karar ver. Öncelikle, Yeryüzü'-nün o zaman şimdikinden
tamamen farklı olduğunu unutmamalısın. Yeryüzü'nde hayat olmadığı için atmosfer de
oksijen içermiyordu. Çünkü oksijen ancak bitkilerin fotosentezi yoluyla açığa çıkan bir
maddedir. İşte o zamanlar dünyada oksijen olmaması son derece önemli bir nokta. Çünkü
DNA'yı oluşturan yapı taşlarının oksijen içeren bir atmosferde ortaya çıkmış olması
olamayacak bir şey.
- Nedenmiş o?
- Çünkü oksijen son derece reaktif bir maddedir. DNA gibi karmaşık bir molekül de oksijenli
bir ortamda oluşma fırsatı bulamaz, hemen "okside" olurdu.
- Pekâlâ.
478
DARWIN
- Bu yüzden de bugün hiçbir yeni canlı türünün, evet hattâ bir bakteri ya da bir virüsün bile,
ortaya çıkamayacağını aynı kesinlikle söyleyebiliyoruz. Dünyadaki tüm hayat tamı tamına
aynı yaşta olmak zorunda. Bir fille bir bakterinin soy ağacı tamı tamına aynı uzunlukta olmak
durumunda. Bir fil ya da bir insan gerçekte bir tek hücreli yaratıklar toplamıdır. Çünkü
vücudumuzdaki her bir hücre vücudumuzun diğer hücreleriyle tamamen aynı kalıtımsal
maddeleri içerir. Yani kim olduğumuz, vücudumuzun her bir küçük hücresinde tanımlanmış
durumdadır.
- Düşününce insana oldukça ilginç geliyor.
- Hayatın en büyük bilmecelerinden biri de, çok hücreli bir hayvanda her bir hücrenin yine de
ayrı bir işlevi olmasıdır. Çünkü kalıtsal özellikler her hücrede aynı ölçüde etkin değildir. Bu
özelliklerin ya da genlerin bir kısmı etkin bir kısmı ise etkin değildir. Bir ciğer hücresi, bir
sinir hücresinden ya da bir deri hücresinden farklı proteinler üretir. Ama ciğer hücresi de, sinir
ve deri hücreleri de aynı DNA molekülünü, yani tüm bir organizmanın tanımını içerir.
- Devam et.
- Atmosferde oksijen olmadığı zamanlarda Yeryüzü'nün etrafında dünyayı uzaydan gelen
ışınlardan koruyan bir ozon tabakası da yoktu. Bu da önemli bir nokta. Çünkü bu ışınlar ilk
moleküllerin oluşumunda önemli bir rol oynamış olmalılar. Pek çok farklı kimyasal maddenin
karmaşık makro-moleküller oluşturmasının nedeni böyle bir kozmik ışın olmalı.
- Pekâlâ.
- Tekrar belirteyim: Karmaşık moleküllerin oluşabilmesi için en azından iki koşul sağlanmış
olmalı: Atmosferde oksijen olmamalı ve uzaydan gelen ışınlar olmalı.
- Anlıyorum.
- Bu küçük su birikintisinde, ya da bilimin bugün kullandığı tâbirle bu ilk "küçük, sıcak
havuz"da, karmaşık bir molekül oluştu. Bu molekülün birbirinin aynı iki parçaya bölünmek
gibi ilginç bir
479
SOFfNİN DÜNYASI
özelliği vardı. Böylece uzun bir evrimin başlangıcı oluşmuş oluyordu Sofi. Biraz
basitleştirecek olursak, bunun Yeryüzü'ndeki ilk kalıtımsal madde, ilk DNA ya da yaşayan ilk
canlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu hücre bölündükçe bölündü ve her bir bölünmede mutasyonlar
oluştu. Çok, çok uzun zaman sonra böyle tek hücreli organizmalar birleşerek çok hücreli,
karmaşık organizmaları meydana getirdi. Böylelikle bitkilerin fotosenteziyle birlikte atmosfer
oksijen içermeye başladı. Oksijenin iki önemli anlamı oldu: Birincisi, ciğerleriyle soluyan
hayvanlar ortaya çıkabildi. İkincisi de atmosfer Yeryüzü'nü uzaydan gelen zararlı ışınlara
karşı koruyabildi. Çünkü Yeryüzü'nde ilk canlının oluşabilmesini sağlayan bu ışınlar, yaşayan
canlılar için en büyük tehlikeydi de aynı zamanda.
- Ama atmosfer bir çırpıda oluşmadı ya! İlk canlılar atmosfersiz bir ortamda nasıl
varolabildiler?
- Yaşam önce denizlerde, "küçük, sıcak havuz"da oluştu. Canlılar burada zararlı ışınlardan
korunabiliyordu. Hem suda, hem de karada yaşayabilen ilk canlıların ortaya çıkması, ancak
denizdeki bu canlıların bir atmosfer oluşturmasından sonra mümkün oldu. Gerisini biliyoruz.
Biz de şimdi burada, ormanda bir kulübede oturmuş, üç-dört milyar yıl sürmüş bir süreçten
bahsediyoruz. Ve bu uzun süreç kendi bilincine bizde varıyor. \
- Ve sen yine de herşeyin birtakım rastlantılar sonunda böyle olduğuna inanıyorsun, öyle mi?
- Hayır, ben böyle demedim. Bu levha, evrimin bir yönü olduğunu da gösteriyor aynı
zamanda. Milyonlarca yıl boyunca insanlarda giderek daha karmaşık bir sinir sistemi ve daha
büyük bir beyin oluştu. Ben bunun yalnızca bir rastlantıyla açıklanabileceğine inanmıyorum.
Ya sen?
- İnsanın bir gözü var ve bu bir rastlantı sonucu oluşmuş olamaz. Çevremizdeki şeyleri
görebilmemizin bir anlamı olmalı. Sence de doğru değil mi bu?
- İnsandaki göz de Darvvin'i şaşırtan hususlardan biriydi. Göz
480
P
DARWİN
kadar güzel bir şeyin salt bir rastlantı sonucu oluşmuş olacağını o da kabul edemiyordu.
Sofi Alberto'ya baka kaldı. Bir kez daha, şu anda yaşıyor olmasının, yalnızca bir kez
yaşayacak olmasının, bir daha hayata gelmeyecek olmasının ne kadar ilginç bir şey olduğunu
düşündü. Aniden dudaklarından şu sözler döküldü:
- "Neden ki bu amaçsız yaradılış, Yokolacaksa bir gün her yaratılmış?"
Alberto Sofi'ye sert sert baktı:
- Böyle konuşmamalısın.çocuğum. Bunlar şeytanın sözleri.
- Şeytanın mı?
- Ya da Goethe'nin "Faust" adlı eserindeki Mef istofeles'in. "Was soll uns denn das ew'ge
Schaffen! Geschaffens zu nichts hinvvegzuraffenl"
- Ama ne anlama geliyor ki bu sözler?
- Faust ölürken tüm yaşamı gözlerinin önünden geçer ve bir zafer edasıyla şunları söyler:
Dur güzel an, kal biraz!
Bin yıl silemez
yaşantımda bıraktığım izleri.
Önceden görüyorum her şeyi büyük bir saadetle
ve tadına varıyorum şimdi bu büyük anın. -
- Ne güzel söylemiş.
- Ama sonra sıra şeytana gelir. Faust sözlerini bitirir bitirmez o
başlar:
Neden geçmiş? Geçmiş! ne saçma bir laf. Neden ki bu amaçsız yaradılış, yokolacaksa bir gün
her yaratılmış?
481
SOFt'NÎN DÜNYASI
Geçmişle hiç olmamış aynı şey! "Geçmiş, gitmiş!" Yani neymiş? Hiç yaşamamış da sanki
yaşayıp sonuna gelmiş. Öyleyse en iyisi bence sonsuz boşluk.
- Ne karamsar sözler bunlar! Ben Faust'un sözlerini daha çok sevdim. Hayatı son bulsa da,
Faust ardında bıraktığı izlerde bir anlam buluyor.
- Çünkü Darvvin'in evrim teorisinin bir başka sonucu değil midir her bir küçük canlının bu
büyük bağlamda bir anlam taşıdığı? Yaşayan bu gezegen biziz, Sofi! Evrende yanan bir
güneşin etrafında gezinen bu büyük gemi biziz. Her birimiz de aynı zamanda yaşamın içinde
yüzen, genlerle yüklü bir gemiyiz. Yükümüzü bir sonraki limana bıraktığımızda boşa
yaşamamışız demektir. Björnstjerne Björn-son da "İlahi II" adlı şiirinde aynı düşünceleri dile
getirir:
Selam olsun sana
her şeyin başı ömrün ilkbaharı! Yaradılış sabahı her şey ordadır,
yalnızca biçimdir yokolan.
Yoksa soy doğar soydan, daima yücelerek;
tür doğar türden milyonlarca yıldır. Dünyalar gelir, dünyalar geçer.
Hayatın neşesine karış, sen - bu baharda çiçek olabilen,
sonsuzluk şerefine tadına var bugünün insanlık adına; kendi payına düşenin tadına var
482
DARVVIN
bu sonsuzluk denizinde, küçük ve güçsüz çek her bir nefeste, bu sonsuz günün havasını içine!
- Ne kadar güzel!
- Artık başka bir şey söylemiyorum. "Satırbaşı!"
- Artık şu ironiye bir son versen iyi olur.
- "Satırbaşı!" dedim. Sözümü dinlemek zorundasın.
483
FREUD
...kadının içinde beliren kötü ve bencil düşünceler..
Hilde elindeki koca dosyayla birlikte yerinden fırladı. Dosyayı yazı masasının üzerine bırakıp
üzerindekileri çıkarttı ve banyoya koştu. İki dakika kadar duşta kaldıktan sonra aceleyle
giyindi ve koşarak aşağıya indi.
- Kahvaltıya geliyorsun, değil mi Hilde?
- Önce biraz çıkıp kayığa binmeliyim.
- Ama Hilde!
Evden koşarak çıkıp aşağıya doğru eğimli bahçeyi geçti. Kayığı iskeleden çözüp içine atladı
ve kürek çekmeye koyuldu. Körfezde kürek çekti de çekti, önce hızlı hızlı, sonra gitgide sakinleşerek.
"Yaşayan bu gezegen biziz, Sofi! Evrende yanan bir güneşin etrafında gezinen bu büyük gemi
biziz. Her birimiz de aynı zamanda yaşamın içinde yüzen, genlerle yüklü bir gemiyiz.
Yükümüzü bir sonraki limana bıraktığımızda boşa yaşamamışız demektir..."
Hepsini ezbere hatırlıyordu. Zaten kendisine yazılmıştı tüm bunlar. Sofi'ye değil, kendisine.
Dosyadaki her şey Hil-de'ye babasından mektuptu.
Kürekleri kayığın içine aldı. Kayık böylece bir süre suda salınarak durdu. Küçük su
çırpıntıları kayığı okşuyordu.
Bu küçük kayığın Lillesand'daki bir körfezin yüzeyinde yüzmesi gibi o da Yeryüzü'nün
üzerindeki küçücük bir fındık kabuğu gibiydi.
Burada Sofi ile Alberto'nun yeri neydi peki? Evet, nerdeydi
484
FREUD
Alberto ile Sofi?
Onların yalnızca babasının aklındaki bir takım "elektromanyetik etkileşimler" olduğuna
inanamıyordu. Onların yalnızca babasının seyahat daktilosundan çıkma, kâğıt üzerindeki
yazılar olduğunu kabul edemiyordu. Böyle olduğuna inanmak demek, kendisinin de bir
zamanlar "küçük, sıcak bir ha-vuz"da oluşmuş protein alışverişinden başka bir şey olmadığına
inanmak demekti. Oysa o bunun ötesinde bir şeydi. Hilde Möller Knag'dı o.
Bu büyük dosya harika bir, yaşgünü armağanıydı kuşkusuz. Ve kuşkusuz babası Hilde'de
mutlak olan bir öze dokunmayı başarmıştı. Ama yine de babasının Sofi ile Alberto'dan
bahsederken kullandığı çok bilmiş tonlamadan hoşlanmıyordu. '
Daha eve varmadan ufak bir ders verecekti babasına. Bunu o ikisine borçluydu. Hilde
babasının Kastrup Havaala-nı'ndaki halini, deli gibi oradan oraya koşturmasını gözünün
önüne getirebiliyordu.
Bir süre sonra Hilde iyice sakinleşmişti. Gerisin geriye kürek çekerek kayığı tekrar iskeleye
bağladı. Sonra gidip annesiyle beraber kahvaltı etti. "Yumurta nefisti, ama biraz daha katı olsa
daha iyi olurdu" demek gibi sıradan konulardan bahsetmek hoşuna gitti.
Dosyayı tekrar eline aldığında akşam olmuştu. Pek fazla sayfa kalmamıştı artık geriye.
Tekrar kapı çalındı.
- Kulaklarımızı tıkasak olmaz mı? diye sordu Alberto. - Belki o zaman ses de kaybolur gider.
- Olmaz. Kimin geldiğini bilmek istiyorum. Alberto da Sofi'nin arkasından gitti.
Kapıda çıplak bir adam duruyordu. Son derece haşmetli birta-
485
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
vırla duruyordu ama üzerinde başındaki taçtan başka hiçbir şey
yoktu.
- Evet? diye kükredi adam. - Kralın Yeni Giysileri hakkında ne
düşünüyorsunuz bakalım?
Al bert o ile Sofi şaşakalmışlardı. Onların bu haliyse adamı endişelendirdi.
- O da ne? Siz reverans da yapmıyorsunuz karşımda! diye bağırdı adam.
Alberto tüm cesaretini toplayıp:
- Doğru ama siz de niye böyle çırılçıplak geziyorsunuz? dedi. Çıplak adam kısa bir süre daha
o muzaffer tavrını bozmadan
durdu. Alberto Sofi'nin kulağına fısıldadı:
- Kendinin saygıdeğer biri olduğunu sanıyor!
• Burada bir tür sansür mü uygulanmakta? diye sordu adam.
- Hayır efendim. Tümüyle uyanığız ve aklımız tümüyle yerinde. Bu yüzden siz bay Kral'ı bu
kılıkta bu kapıdan içeriye sokmamız mümkün değil.
Sofi'ye bu kendini beğenmiş ama çırılçıplak adamın hali öyle komik göründü ki birden
gülmeye başladı. Adama bu gülüş bir şok etkisi yaratmış olacak ki o da o anda üzerinde
başındaki taçtan başka bir şey olmadığını farketti. İki eliyle önünü kapayıp doğru ormana
koştu. Orada Adem ve Havva, Nuh, Kırmızı Başlıklı Kız ve Sevimli Ayıcık'la karşılaşırdı
belki kimbilir!
Alberto ile Sofi eşikte durmuş gülüyorlardı. Alberto sonunda:
- İstersen gel yine içerde oturalım. Sana şimdi de Freud'dan ve onun bilinçaltıyla ilgili
öğretisinden bahsedeceğim.
Yine pencerenin yanına oturdular. Sofi saatine bakıp:
- Saat iki buçuk olmuş bile. Daha partiyle ilgili bir sürü hazırlık yapmam gerek, dedi.
- Benim de. Ama önce Sigmund Freud 'la ilgili bir çift söz etmemiz gerek.
486
FREUD
- Freud filozof muydu?
• Ona kültür düşünürü diyebiliriz en azından. Freud 1856'da doğdu ve Viyana Üniversitesi'nde
tıp eğitimi gördü. O zamanlar kültürel hayatın son derece canlı olduğu bir kentti Viyana ve
Freud hayatının büyük bir kısmını bu kentte geçirdi. Önceleri tıbbın nöroloji dediğimiz
dalında ihtisas yaptı. 19. yüzyılın sonlarından bu yüzyılın başlarına dek ise kendisinin "ruh
çözümlemesi" ya da "psikanaliz" diye bilinen yöntemini geliştirdi.
- Sanırım bunun ne anlama geldiğini açıklayacaksın.
- "Psikanaliz" deyimi hem insanın genel ruhsal durumunu anlatan bir sözcük olarak, hem de
sinirsel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılan bir yöntem anlamında kullanılır. Ben
burada ne Freud'un kişi olarak kendisinin ne de yönteminin ayrıntılarına gireceğim. Ancak bir
insanı anlayabilmek için onun bilinçaltıyla ilgili görüşlerini mutlaka bilmek zorundayız.
- İlgimi çekmeyi basardın bîle. Anlat bakalım!
- Freud bir insanın kendisiyle o insanın çevresi arasında sürekli bir gerilim olduğu
kanısındadır. Bir insanın kendi istek ve ihtiyaçlarıyla, çevresinin istek ve ihtiyaçları devamlı
olarak çelişir. Freud'un İnsan davranışının kökenindeki nedenleri bulduğunu söylemek yanlış
olmaz. Bu da onu, 19. yüzyılda son derece popüler olan Natü-ralist akımların bir sembolü
haline getirmiştir.
- İnsanların "davranışlarının kökenindeki nedenler"le ne demek istiyorsun?
- Davranışlarımızı belirleyen şey yalnızca aklımız değildir. İnsanlar, 18. yüzyıl Usçularının
inanıp inandırmak istedikleri kadar akılcı yaratıklar değillerdir. Düşüncelerimizi, rüyalarımızı
ve davranışlarımızı çoğu zaman hiç de mantıklı olmayan bir takım dürtüler belirler. Bu tür
akıl dışı dürtüler, içimizde duyduğumuz daha derin bir takım istek ya da gereksinimlerin
işaretçisi olabilirler. Örneğin yetişkin bir insanın cinsel ihtiyacı, çocuklardaki meme emme
ihtiyacı kadar temel bir ihtiyaçtır.
487
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Anlıyorum.
- Bu kendi içinde çok müthiş bir buluş olmayabilir. Ama Freud bu tür temel ihtiyaçların
"kılık" ya da "biçim değiştirerek", davranışlarımızı bizim kontrolümüz dışında belirlediğini de
söyler. Ayrıca küçük çocukların da cinsel ihtiyaçları olduğunu söyler ki "çocuk cin-selliği"ne
dair bu iddia, Viyana'daki yüksek kültürlü zümrelerin şiddetli tepkisini toplamış, Freud'u
sevilmeyen adam yapmıştır.
- Hiç şaşırmadım doğrusu.
- Söz konusu dönem, her türlü cinselliğin tabu sayıldığı "Victoria DönemP'ydi. Freud
çocuklarda cinsellik konusundaki görüşlerini kendisinin terapisttik yaptığı dönemlerdeki
deneyimlerine dayandırıyordu. Yani öne sürdüğü tezlerin deneysel bir tabanı vardı. Nevroz ya
da diğer bazı sinirsel hastalıkların nedeninin çocuklukta yaşanmış bir takım çatışmalar
olduğunu da gözlemlemişti. Freud zamanla "ruhsal arkeoloji" diyebileceğimiz bir tedavi
yöntemi geliştirdi.
- Ne anlama geliyor bu?
- Bir arkeologun işi, değişik kültür aşamalarını inceleyerek uzak bir geçmişten izler bulmaktır.
18. yüzyıldan bir bıçak bulur örneğin. Sonra toprağın biraz daha derininde 14. yüzyıldan
kalma bir tarak bulur. Daha da derine indiğinde de 5. yüzyıldan kalma bir vazo...
¦ Evet?
- Aynı şekilde psikanalist de hastasının da yardımıyla, sonunda sinirsel hastalığa yol açmış
olan, hastanın geçmişte yaşadığı ve bilinçaltında yatan deneyimleri gün ışığına çıkarmaya
çalışır. Çünkü Freud'a göre her türlü anımız aslında bilinçaltımızda yatmaktadır.
- Şimdi daha iyi anlıyorum.
- Bu şekilde psikanalist hastanın yıllarca unutmaya çalıştığı ama gerçekte hep varolan ve o
insanı hep engellemiş olan kötü bir deneyimi bulup çıkarır. Böyle bir "dramatik olayı" bilinç
düzeyine çıkarıp hastayı bununla yüzleştirdiğinde hasta bu meseleyi artık "halletmiş olur" ve
iyileşir.
- Çok mantıklı.
488
FREUD
- Tabii ben çok hızlı gittim. Önce Freud'un insan ruhunu nasıl tanımladığını görelim. Hiçbir
küçük çocuğu yakından gördün mü?
- Dört yaşında bir kuzenim var.
- Dünyaya geldiğimizde, doğrudan doğruya fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarımızın belirlemesine
göre yaşarız. Süt verilmezse ağlarız. Altımızı ıslattığımızda da. Fiziksel yakınlık ve vücut
sıcaklığı aradığımızı hareketlerimizle belirtiriz. İçimizde taşıdığımız bu "arzu ilke-si"ne Freud
O adını veriyordu. Çocukken salt bir "O"yuzdur.
- Evet?
- "O" ya da bu arzu ilkesini büyüyûnceye kadar ve tüm hayatımız boyunca içimizde taşırız.
Ancak zamanla isteklerimizi çevremize uyarlamayı öğreniriz. Zamanla arzu ilkesi yerini
"gerçeklik ilkesF'ne bırakmaya başlar. Freud böylelikle düzenleyici bir işlevi olan bir ben
yarattığımızı söyler. Bir şeyi ne kadar çok istersek isteyelim artık bu isteğimiz olana kadar
oturup ağlamayız.
- Tabii ki öyle.
- İşte büyüdüğümüzde bir şeyi çok güçlü bir biçimde istediğimiz ve bu isteklerin toplumca
kabul edilmediği anlar olabilir. Bu durumda isteklerimizi bastırmak, yani bu istekleri
unutmaya çalışmak durumunda kalabiliriz.
• Anlıyorum.
- Freud insan ruhunda üçüncü bir "basamak" daha olduğunu söylüyordu. Daha çok küçük
yaşlardan itibaren anne-babamızın ve çevremizin ahlak kurallarıyla karşı karşıya kalırız.
Yanlış bir şey yaptığımızda, anne-babamız "A, böyle yapılmaz!" ya da "A, ne ayıp şey!"
derler. Büyüdükten sonra da ahlak kuralları ve yargılar devam eder. Çevremizin ahlaksal
beklentileri sanki içimize girmiş, benliğimizin bir parçası olmuştur. Freud bunu üstben diye
adlandırır.
- Bununla vicdanı mı kastediyordu?
- "Üstben" dediği şeye vicdan da dahildir. Freud'a göre üstben "kötü" ya da "olmayacak"
şeyler istediğimizde harekete geçer. Erotik ya da cinsel arzular konusunda da bu böyledir. Ve
daha önce de
489
SOFfNÎN DÜNYASI
söylediğimiz gibi Freud bu tür "olmayacak" ya da "ayıp" isteklerin içimizde daha çocukluktan
itibaren varolduğunu söyler.
- Nasıl yani?
- Bugün küçük çocukların cinsel organlarıyla oynadıklarını bili-yor ve görüyoruz. Deniz
kıyılarında hep gördüğümüz bir şeydir bu. Freud'un yaşadığı zamanlarda böyle bir şey
olduğunda iki-üç yaşındaki çocukcağızın eline bir şaplak indirilir, "Ne ayıp!", "Böyle şey
yapılır mı hiç?" ya da "Çek ellerini bakayım orandan!" denirdi.
- Ne saçma!
- Böylelikle insanda cinsel organ ve cinsellik konusunda bir suçluluk duygusu gelişmeye
başlar. Bu suçluluk duygusu "üst-ben"e yerleştiği için, Freud'a göre pek çok insan, gerçekte
insanların hemen hemen hepsi, hayatı boyunca cinsellik konusunda bir suçluluk duygusu taşır.
Öte yandan Freud'a göre cinsel istekler insanın doğal ve önemli bir yanını oluşturur. Ve ne
yazık ki Sofi'ciğim, isteklerle suçluluk arasında tüm bir hayat boyunca büyük bir çelişki
yaşanır.
- Bu çelişki günümüzde Freud'un yaşadığı dönemden daha az
herhalde...
- Büyük bir olasılıkla öyle. Ancak Freud'un hastalarından bazısı bu çelişkiyi öyle şiddetli bir
şekilde yaşıyorlardı ki Freud'un nevroz dediği ruh haline giriyorlardı. Örneğin Freud'un kadın
hastalarından biri, kayınbiraderine gizliden gizliye aşıktı. Kızkardeşi bir hastalık sonucu
ölünce, "Artık onunla ben evlenebilirim," diye düşündü. Bu düşünce ise onun "üstben"iyle
çok fazla çelişen bir düşünceydi. Bu çelişki öylesine dayanılmaz bir hal almıştı ki kadın bu
düşüncesini şiddetle bastırmaya çalışmıştı. Yani bu düşüncelerini bilinçaltına itmişti. Freud
şunları yazar: "Bu genç kız histerik nöbetler içinde hasta düşüp ben tedaviye başladığımda,
kızın, kızkardeşinin ölüm döşeğinde düşündüğü kötü, bencil düşünceleri hiç mi hiç
hatırlamadığını gördüm. Ama tedavi sırasında kız bunları tekrar hatırladı, o duygularını
patojenjk bir anda tüm şiddetiyle yeniden yaşadı ve
490
FREUD
bundan sonra tekrar sıhhatine kavuştu."
- Şimdi "ruhsal arkeoloji" demekle ne demek istediğini daha iyi anlıyorum.
- Şimdi insan psikolojisinin daha genel bir tarifini yapabiliriz. Pek çok hastayla yaşadığı
deneyimlerden sonra Freud bilincin insan ruhunun yalnızca çok küçük bir bölümünü
oluşturduğunu söylüyordu. Bilinç, buzdağının suyun üzerindeki kısmıdır yalnızca. Suyun
altında ya da bilincin denetiminin altında bir "bilinçaltı" ya da bilinçsizlik vard\r.
- Bilinçaltı denen şey hep içimizde olan ama unutup hatırlamadığımız şeylerdir, öyle mi?
- Yaşadığımız her türlü deneyimi sürekli bilincimizde tutmamız mümkün değildir. Daha önce
düşündüğümüz ya da yaşadığımız ve "şöyle bir düşünsek aklımıza gelecek" şeylere Freud
"bilinçöncesi" şeyler diyordu. "Bilinçaltı" sözcüğünü ise "bastırdığımız" duygular anlamında
kullanıyordu. Bunlar bizim "hoş olmadığı", "ayıp olduğu" ya da "çirkin olduğu" için bir
zamanlar unutmaya çalıştığımız şeylerdir. Bilincimiz ya da "üstben"imiz için başa çıkamadığı
istek ve arzularımızı bir alt kata iteriz anlayacağın. Bırakırız orada kalsınlar!
- Anlıyorum.
- Bu, tüm sağlıklı insanlarda varolan bir işleyiştir. Ancak bazı insanlar için yasak düşünceleri
bilinçten uzaklaştırmak öyle büyük bir çabaya mal olabilir ki insanda sonunda sinir
bozukluklarına yol açabilir. Çünkü bu şekilde bastırılan duygular tekrar bilinç düzeyine
çıkmaya çalışmaktadırlar. Ve bazı kişiler bu tip duyguları bastırmak için diğer insanlardan
daha çok enerji kullanmak zorunda kalabilir. Freud 1909'da, psikanaliz üzerine ders vermek
üzere Amerika'ya gittiğinde bu bastırma mekanizmasının nasıl işlediğine dair bir örnek verir.
- Hemen anlat.
- Freud şöyle demiştir: "Varsayalım ki bu salonda... insanları ra-
491
SOFÎ'NİN DÜNYASI
hatsız eder mahiyette hareketler yapan ve sürekli gülerek, konuşarak, ayaklarını takırdatarak
benim dikkatimi dağıtan bir kişi olsun. O zaman ben bu koşullar altında devam
edemeyeceğimi söyleyince salondan bir iki güçlü genç ayağa kalkar ve bu huzur bozan kişiyi
salondan atarlar. İşte o insan 'bastırılmıştır' ve ben böylece dersime devam edebilirim. Bu
kişinin tekrar huzur bozmasını engellemek için, aslında benim arzumu yerine getirmiş bu
beyler sandalyelerini kapının önüne çeker ve bastırılanın tekrar ortaya çıkmasına karşı bir
'direniş' kurarlar. İşte bu iki konumu 'bilinç' ve 'bilinçaltı' diye ad-landırırsanız, bastırma
süreci diyerek neyi anlatmak istediğimi daha kolay anlarsınız,"
- Bence de çok yerinde bir örnek bu.
- Ama "huzur bozucu" yine içeri girmek isteyecektir Sofi. Bastırılan düşünce ve dürtülerin
yaptığı da budur. Bilinçaltından çıkmak isteyen bastırılmış düşüncelerin sürekli "baskısı"
altında yaşarız. Bu yüzden de "istemeden" bir şeyler söylediğimiz ya da yaptığımız olur.
- Buna bir örnek verebilir misin?
- Freud böyle pek çok mekanizmadan söz eder. Buna verdiği örneklerden biri yanlış
tepkilerdir. Bu, bir zamanlar bastırmaya çalıştığımız şeyleri kendiliğimizden söylemek ya da
yapmaktır. Freud'un bununla ilgili şöyle bir örneği vardır: Bir ustabaşı patronunun şerefine
kadeh kaldıracaktır. Ama bu patron aslında hiç kimsenin sevmediği, kötü bir patrondur. "İçine
edilecek" bir adamdır yani.
-Evet?
- Ustabaşı ayağa kalkıp ağdalı bir tavırla kadehini kaldırır ve: "Şimdi patronun içine edelim!"
der.
- İnanmıyorum!
- Ustabaşı da bunları dediğine inanamamıştır. Aslında sadece düşündüklerini söylemek
olmuştur yaptığı, ama hiç istemeden. Başka bir örnek daha ister misin?
-Evet.
492
FREUD
- Babanın rahip, kızlarının da son derece akıllı uslu kızlar olduğu bir aileyi bir gün piskopos
ziyarete gelecektir. Bu piskoposun da çok büyük ve çok çirkin bir burnu olduğunu herkes
bilmektedir. Bu yüzden kızlara piskoposun burnuyla ilgili tek bir söz etmemeleri tembih
edilir. Çünkü çocuklarda bastırma mekanizması çok güçlü olmadığı için nerede, ne
diyecekleri pek belli olmaz.
-Evet?
- Nihayet piskopos aileyi ziyarete gelir ve rahibin cici kızları piskoposun burnundan
bahsetmemek için ellerinden geleni yaparlar. Daha da ötesi, piskoposun,burnunu hiç
görmemiş gibi yapmaya, unutmaya çalışırlar. Ama aslında burun sürekli akıllarındadır. Sonra
kızlardan biri piskoposa kahvenin yanında şeker ikram ederken, adamın yanında kibar bir
edayla durur ve: "Burnunuza şeker alır mıydınız?" der.
- Ah, ne utanç verici!
- Bazen de şeyleri rasyonalize ederiz. Yani hem kendimizi, hem de başkalarını yaptığımız
şeyin gerçek nedeninden bir başka nedeni olduğuna inandırmaya çalışırız. Çünkü gerçek
nedenden utanırız.
- Örnek verir misin?
- Seni hipnotize ederek camı açmanı sağlayabilirim. Hipnoz sırasında sana, ellerimle masaya
vurunca senin gidip camı açacağını söylerim. Masaya vururum ve sen de gidip camı açarsın.
Sonra sana camı niçin açtığını sorarım. Sen de hava sıcak olduğu için açtığını söylersin belki.
Ama bu, gerçek neden değildir. Benim hipnotik sözlerimin sana camı açtıran gerçek neden
olduğunu kabul etmez, olayı "rasyonalize" edersin.
» - Anlıyorum.
- İşte bizler her an böyle "çifte iletişim" içinde bulunuruz.
- Dört yaşındaki kuzenimden bahsetmiştim. Pek arkadaşı yok sanırım. En azından beni
görünce oynayacak biri geldiği için çok sevinir. Bir seferinde hemen kalkıp eve dönmem
gerekiyordu. O zaman ne dedi, biliyor musun?
493
SOFİNİN DÜNYASI
- Ne dedi?
- "Annen aptal!" dedi.
- Evet, bu rasyonalize etmeye iyi bir örnek. Çocukcağız aslında bunu demek istemiyordu
herhalde. Ama senin gitmenden üzüntü duyduğunu kendine itiraf edemediği için, ağzından bu
sözler döküldü. Bazen de yansıttığımız olur.
- Ne demek bu?
- Yansıtma dediğimiz şey, kendimizde beğenmeyip bastırmaya çalıştığımız özellikleri
başkasına maletmektir. Çok cimri biri, başkalarını en önce cimri diye yargılayan kişidir çoğu
zaman. Seksle çok ilgilendiğini kendi kendisine itiraf edemeyen kişi, hemen başkalarını seks
takıntısı olan kişiler olarak yargılar.
- Anlıyorum.
- Freud hayatımızın böyle pek çok bilinçaltı davranışlarla dolu olduğunu söylüyordu. Bir
kişinin ismini ne kadar istesek aklımızda tutamayız; konuşurken elbiselerimizi çekiştirip
dururuz ya da bir odadaki nesneleri bir amacımız yokmuş gibi oradan oraya taşırız.
Ağzımızdan istemeden laf kaçırdığımız çok olur. Freud'a göre tüm bunlar çok masum
davranışlar gibi görünseler de aslında hiç de böyle olmayabilirler. Ona göre bunlar birer
"belirti" olarak görülmelidir. Bu "yanlış davranışlar" ya da "sıradan davranışlar" aslında çok
derin sırları dile getiriyor olabilirler.
- Bundan sonra söylediğim her lafa çok dikkat edeceğim...
- Ama ne yapsan bilinçaltındaki dürtülerden kurtulamazsın. Yapılması gereken, hoş olmayan
şeyleri bilinçaltına itmek için çok fazla enerji kullanmamaktır. Bu, tarla faresinin deliğini
kapamaya çalışmaya benzer. Deliği ne kadar kaparsan kapa, tarla faresi nasılsa bir başka
delikten yine çıkacaktır. Bilinçle bilinçaltı arasında hep açık bir kapı bırakmalıdır insan.
- Ve insan bu kapıyı kaparsa ruhsal hastalıklara yakalanabilir,
öyle mi?
- Evet, nevrozlu bir kimse "hoş olmayan şeyleri" bilincinden si-
494
FREUD
lip atmak için çok fazla enerji harcayan kimsedir. Çoğunlukla bu kişi belli bir takım olayları
bastırmaya çalışır. Freud bu belli olayları travma diye adlandırır. "Travma" Yunanca bir
sözcük olup "yara" anlamına gelmektedir.
- Anlıyorum.
- Hastanın tedavisinde Freud için önemli olan bu kapalı kapıyı aralamak ya da yepyeni bir
kapı açmaktır. Hastayla işbirliği yaparak bastırılmış duyguları bilinç düzeyine çıkarmaya
çalışmaktır. Hasta neyi bastırdığının farkında değildir. Yine de doktorun bu saklı travmaları
ortaya çıkarmada kendjsine yardım etmesini isteyebilir.
- Doktor hastasına nasıl davranır?
- Freud serbest çağrışım dediği yöntemi geliştirmiştir. Bu yöntemde Freud hastanın rahat bir
pozisyonda yatmasını sağlar ve ondan ne kadar önemsiz, ne kadar sıradan, ne kadar kötü ya
da ne kadar ayıp olursa olsun aklına gelen her şeyi anlatmasını ister. Amaç, travmaların
üstünü örtmüş olan "kapağı" ya da "kontrolü" kaldırmaktır. Çünkü hastayı sıkan tam da bu
travmalardır. Bir bakıma devamlı oradadırlar ama bilinçte değildirler.
- Demek ki bir insan bir şeyi ne kadar unutmaya çalışırsa, bilinçaltında onunla o kadar çok
uğraşır?
- Evet, tam böyle. Bu yüzden bilinçaltından gelen işaretleri dikkate almak önemlidir. Freud'a
göre bilinçaltının "altın anahtarı" rü-yalarımızdı. Freud'un en önemli kitabı da 1900 yılında
yayınlanan "Rüya Yorumu" adlı kitabıydı. Burada rüyalarımızın rastgele olmadığına
değiniyordu. Bilinçaltındaki düşüncelerimiz rüyalar yoluyla kendilerini bilinç düzeyine
çıkarmaya çalışır.
- Devam et!
- Hastalarıyla ilgili bir çok deneyimlerine ve kendi rüyalarına dayanarak Freud rüyaların
isteklerin gerçekleştiği yer olduğunu saptar. Bunu en açık olarak çocuklarda görmek
mümkündür, der. Çocuklar rüyalarında dondurma, kiraz görürler. Ama yetişkinlerde rüyanın
gerçekleştirdiği istekler kılık değiştirmiş durumda varolurlar.
495
SOFİNİN DÜNYASI
Çünkü uyurken de kendimize kuvvetli bir sansür uygulamaya devam ederiz. Uykuda bu
sansür gerçek hayattakinden daha az güçlüdür ama yine de isteklerimizin tanınmamak için
kılık değiştirmesine yeter.
- Ve bu yüzden rüyaların yorumlanması gerekir...
- Freud, sabah uyandığımızda hatırladığımız rüyayla rüyanın gerçek anlamını birbirinden
ayırmamız gerektiğini söyler. Rüyalar-daki görüntüler, bir başka deyişle rüyanın "filmi" ya da
"videosu", rüyanın açığa çıkmış içeriğidir. Rüyanın bu "açık" içeriği malzemesini o gün ya da
daha önce yaşananlardan alır. Ancak rüyanın bilincin tanıyamadığı daha derin başka bir
anlamı daha vardır. Freud buna da rüyanın görünmeyen içeriği diyordu. Bu içerik, yani
rüyanın gerçek anlamı çok eskilere, hattâ ilk çocukluk yıllarına kadar uzanabilir.
- Yani gerçek anlamına ulaşabilmek için rüyanın yorumlanması
gerekir...
- Evet. Hasta insanlar söz konusu olduğunda, bunun terapistle birlikte yapılması gerekir.
Ancak rüyayı yorumlayan doktor değildir. O bunu ancak hastanın yardımıyla birlikte
yapabilir. Böyle bir durumda doktor, yalnızca orada olup yorumun oluşmasına yardım eden
Sokratesçi bir "ebe" gibidir.
- Anlıyorum.
- "Görünmeyen rüya düşünceleri"nden "açığa çıkmış rüya içeriğine" geçişe Freud rüya işçiliği
der. Burada rüyanın gerçek anlamının "kodlanması'dır esas olan. Rüyanın yorumlanması
sırasında bunun tersi bir yol izlenmesi gerekir. Rüyanın gerçek anlamına rüyanın "motifi"nin
"tersinden kodlanması"yla ulaşılır.
- Bir örnek verebilir misin?
- Freud'un kitabı pek çok örnekle doludur. Ama istersen Freud-cu bir örneği kendimiz
oluşturalım. Genç bir adam rüyasında kuzeninin kendisine iki balon verdiğini görürse...
-Evet?
496
FREUD
- Rüyanın yorumunu sen yapmaya çalışmalısın.
- Hımm... Öyleyse rüyanın "açığa çıkmış içeriği" senin de dediğin gibi adamın kuzeninden iki
balon almasıdır.
- Devam eti
- Rüyanın malzemesini daha önce yaşanmış olayların oluşturduğunu söylemiştin. Öyleyse
adam önceki gün lunaparka gitmiş ya da o gün gazetede balon resmi görmüş olabilir.
- Evet, olabilir. Ama unutma ki adamın yalnızca "balon" sözcüğü ya da balona benzeyen bir
şeyler görmüş olması da buna yetebilir.
- Peki ama rüyanın "görünmeyen içeriği" yani gerçek anlamı ne olabilir ki?
- Rüya yorumcusu ben değil, sensin.
- Belki de adamın canı balon istemiştir.
- Yok, bence bu gerçek neden olamaz. Bu da isteklerin gerçekleştiği bir rüyaya örnek olabilir
ama yetişkin bir adamın balon isteyeceği düşünülemez pek. İstese de bunu rüyasında
görmesine gerek olmaz.
- O zaman buldum galiba: Adam aslında kuzenini istemektedir. Balonlar da kuzeninin
göğüslerini temsil ediyor.
- Evet, bu daha akla yakın bir açıklama. Tabii adamın bunu ayıp bir düşünce olarak algılaması
da şart.
- Çünkü rüyalarımız da balon filan olup kılık değiştiriyor, değil mi? -
- Evet, Freud'a göre rüyalar, "bastırılmış isteklerin kılık değiştirerek gerçekleştiği" yerlerdir.
Ancak neleri bastırıp neleri bastırmadığımız, Freud'un Viyana'daki doktorluk yıllarından bu
yana oldukça değişmiş olabilir. Ancak rüyanın içeriğinin kılık değiştirerek karşımıza çıktığı
gerçeğinin değiştiği pek söylenemez.
- Anlıyorum.
- Freud'un psikanaliz yöntemi, 1920'Ii yıllarda özellikle psikiyatrik hastaların tedavisinde
büyük bir önem kazandı. Bilinçaltına dair düşünceleri bunun yanında sanat ve edebiyatta da
etkili oldu.
497
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Sanatçılar insanın bilinçaltındaki duygularıyla daha fazla ilgi-lenmeye mi başladılar?
- Evet, tam da böyle oldu. Aslında bu düşünceler edebiyatta önceki yüzyılın son on yılında
boy göstermeye başlamıştı bile. Freud'un psikanalizinin tam da 1890'larda ortaya çıkması bu
bakımdan bir tesadüf sayılamaz.
- Yani bu zaman içinde ortaya çıkması gereken bir şey miydi?
- Zaten Freud da duyguları bastırma, yanlış tepkiler ya da rasyo-nalize etmek gibi olguları ilk
kez kendisinin "bulup çıkardığım" iddia etmiyordu. Ayrıca o, teorisine dair örnekleri
edebiyattan almakta son derece ustaydı. Ama demin de söylediğimiz gibi, Freud'un
psikanalizinin 1920'I i yıllarda sanat ve edebiyat üzerinde daha doğrudan bir etkisi olmuştur.
- Nasıl?
- Şairler ve ressamlar yaratıcı faaliyetlerinde bilinçaltındaki güçlerini kullanmaya çalıştılar.
Bu özellikle sürrealist akımda etkili oldu.
- Ne demek bu?
- "Sürrealizm" Fransızca'da "Gerçeküstücülük" anlamına gelir. 1924'de Andre Breton
"Gerçeküstücü bir manifesto" yayınlamıştır. Breton burada, sanatın bilinçaltmdan üretilmesi
gerektiğini vurgulamıştır. Sanatçı bu şekilde rüyalarından esin bularak, rüyayla gerçek
arasındaki farkın ortadan kalktığı bir "gerçeküstü"ne ulaşabilecektir. Çünkü bilincin
sansüründen kurtulup sözcükleri ve resimleri özgürce kullanabilmek bir sanatçı için de son
derece önemli bir şeydir.
. - Anlıyorum.
- Freud bir bakıma tüm insanların aslında birer sanatçı olduklarını kanıtlıyordu. Her rüya
küçük bir sanat eseridir ve her gece hepimiz rüya görürüz. Hastalarının rüyalarını
yorumlarken de Freud çok fazla sayıda sembole başvuruyordu; tıpkı edebi bir eseri ya da bir
resmi yorumlarken yaptığımız gibi. t
- Ve her gece rüya görmekteyiz, değil mi?
498
PREUD
- Son yapılan araştırmalara göre uykudaki zamanımızın yaklaşık olarak yüzde 2,0'sinde, yani
her gece 2-3 saat boyunca rüya görüyoruz. Uykumuz bölününce genellikle sinirli ve huzursuz
oluruz. Bu da her insanın kendi varoluşsal durumunu sanatsal bir şekilde ifade etme
ihtiyacında olduğunun bir kanıtıdır. Rüyamızın konusu biziz-dir. Yönetmeni, senaristi, tüm
oyuncuları da biz. Sanattan anlamadığını söyleyen insan aslında kendini hiç tanımayan insan
demektir.
- Anlıyorum.
- Freud ayrıca insanın bilincinin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu da kanıtlıyordu.
Hastalarıyla çalışmalarından vardığı sonuç, görüp yaşadığımız her şeyi bilincimizin bir
köşesinde saklıyor olduğumuzdu. Ve tüm bu izlenimleri tekrar ortaya çıkarabiliyorduk. Önce
"beynimizin durup" sonra "dilimizin ucuna gelmesi" ve en nihayet "birden aklımıza gelmesi",
bilinçaltımızdaki şeylerin açık bir kapı bulup bilinç düzeyine çıkmasından başka bir şey
değildir.
- Ama bazen aklımız gerçekten de durur hani...
- Evet, tüm sanatçılar da bilir bunun nasıl olduğunu. Ama sonra bir an gelir, tüm kapılar, tüm
dolaplar açılıverir. Kendiliğinden gelir dilimizin, elimizin ucuna sözler, resimler... Bu,
"bilinçaltının kapı-sı"nı biraz aralamakla olur. Buna da esinlenmek diyoruz, sevgili Sofi.
Esinlenince kendiliğinden ortaya çıkar yazımız, resmimiz...
- Bu harika bir duygu olmalı.
- Sen de yaşamışsındır mutlaka bu duyguyu. Böylesi bir esinlenme haline çok yorgun
çocuklarda da rastlanır. Bazen öyle yorgundurlar ki cin gibi uyanık görünürler. Ama sonra
birden konuşmaya başlarlar, hem de henüz öğrenmedikleri sözcükler kullanarak. Sözcükler
oradadır oysa; üstlerindeki tüm dikkat ve sansür kalktığında ortaya çıkıverirler. Bir sanatçı
için de, mantığın ve dikkatin bilinçaltındaki duygu ve düşünceleri sonuna dek kontrol
etmemesi Çok önemlidir. Sana bunu anlatan küçük bir masal anlatayım mı?
- Tabii.
- Oldukça ciddi ve oldukça acıklı bir masal bu.
- Olsun, anlat.
499
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Bir zamanlar, ayaklarının kırkını da müthiş bir hünerle kullanarak çok güzel danseden bir
kırkayak varmış. Ormandaki tüm hayvanlar bu kırkayağın dansını izlemeye gelirler ve her
seferinde onun dansedişine hayran kalırlarmış. Ama onun bu dansedişini beğenmeyenler de
varmış. Bunlardan biri de bir kurbağaymış...
• Kırkayağı kıskamyordur da ondan.
- Ne yapsam da kırkayağın böyle güzel dansetmesini engelle-sem? diye düşünüp duruyormuş.
Güzel dansetmiyorsun, dese olmazmış. Ben senden daha güzel dansediyorum dese, hiç
olmazmış. Düşünmüş, taşınmış, sonunda mükemmel bir plan hazırlamış.
- Nasıl?
- Oturup kırkayağa bir mektup döşenmiş. "Eşi benzeri olmayan saygıdeğer kırkayak
kardeşim!" diye başlamış mektubuna. "Sizin benzersiz danslarınızın naçiz bir hayranıyım.
Müsaadenizle sizden şunu öğrenmek isterim: Nasıl böyle güzel dansedebiliyorsunuz? Acaba
önce 13. sol ayağınızı, sonra da 27. sağ ayağınızı atarak mı dansa başlıyorsunuz? Sonra da 11.
sağ ayağınızı kaldırıp, 35. sağ ayağınızı mı indiriyorsunuz? Cevabınızı bekliyorum. İmza:
naçiz hayranınız, kurbağa."
- Gördün mü şunun yaptığını!
- Kırkayak mektubu alır almaz nasıl dans ettiğini düşünmeye başlamış. Önce hangi ayağını
attığını? Ondan sonra hangi ayağını kaldırdığını? Ve sonunda ne olmuş sence?
- Herhalde kırkayak artık dansetmeyi bırakmıştır.
- Evet, tam da öyle olmuş. İşte bu bize aklın yaratıcılığı nasıl engelleyebileceğini gösteren
güzel bir örnek.
- Gerçekten de acıklı bir öyküymüş...
- Yani sanatçının zaman zaman "kendini bırakabilmesi" gerekir. Sürrealistler de her şeyin
böyle kendiliğinden ortaya çıktığı anları kullanmaya çalışıyorlardı. Önlerine boş bir sayfa
alıyor, ne yazdıklarını hiç düşünmeden, o an içlerinden gelenleri yazıyorlardı. Buna otomatik
yazı diyorlardı. Bu aslında, bir "medyum"un önündeki ma-
500
FREUD
sadaki kalemi ölmüşlerden birinin ruhunun oynattığına inandığı is-piritizmadan gelme bir
deyimdir. Ama bunlardan yarın bahsetmeyi düşünüyorum.
• Nasıl istersen!
• Sürrealist sanatçı da bir anlamda bir "medyum" ya da bir araç veya bir aracıdır. O kendi
biliçaltının bir medyumudur. Belki de her türlü yaratıcı süreçte rolü vardır bilinçaltının. Hem
zaten nedir ki "yaratıcılık" dediğimiz şey?
- Bilmem. Yeni bir şey yaratmak değil midir?
- Öyle diyelim. Ve bu süreçte hayalgücüyle akıl arasında güzel bir işbirliği gerçekleşir. Çoğu
zaman akıl hayalgücünü yok eder ve bu da oldukça ciddi bir şeydir. Bence hayalgücü
Darvvinist bir sistemdir.
- Ne? İşte bunu hiç anlamadım.
- Darvvinizme göre doğada birbiri ardınca mutantlar ortaya çıkar. Ama doğa bu mutantlardan
ancak bir kısmını kullanabilir. Bunların ancak bir kısmı yaşama hakkına sahiptir.
¦ Evet?
- Düşündüğümüzde, esinlenip pek çok yeni fikir bulduğumuzda da bu böyledir. Bilincimizde
"düşünce mutantlarının" biri bir diğerini izler. Tabii eğer kendimize çok güçlü bir sansür
uygulamazsak. Ama bu düşüncelerin sadece bir kısmı kullanılabilir. İşte akıl burada önem
kazanır. Çünkü aklın da önemli bir işlevi vardır. Ortaya çıkan fikirleri bir düzene sokmak
aklın ya da mantığın işidir.
- İlginç bir benzetme oldu bu.
- "Aklımıza gelen" her şeyin dudağımızdan olduğu gibi döküldüğünü bir düşünsene! Ya da
tuttuğumuz notların, çekmecemizdeki kâğıtların ortaya dökülüverdiğini! O zaman dünya
rastlantısal bir takım ıvır zıvırla dolardı. "Seci" denen şey ortadan kalkmış olurdu, Sofi.
- Bu fikirler arasında seçim yapan da akıl, öyle mi?
- Evet ya, sence de öyle değil mi? Yeni bir şey yaratan, hayalgü-
501
SOFi'NİN DÜNYASI
cüdür, ama seçimi yapan hayalgücû değildir. "Birleştiren" hayalgü. cü değildir. Bir
kompozisyon, - ki her sanat eseri bir kompozisyon, dur- hayalgücûyle mantığın ya da ruhla
aklın inanılmaz bir işbirliği sonucu ortaya çıkar. Çünkü her türlü yaratıcı süreçte hayalgücû
önemli bir rol oynar, ancak bir aşamada sıradan esinlenmeleri de denetlemek gerekir.
Koyunları önce çayıra salar, sonra güdersin.
Bunları söyledikten sonra Al bert o oturup pencereden dışarısını seyretmeye koyuldu. O
sırada Sofi de gölün kenarında bir sürü rengarenk Disney yaratığının durduğunu gördü.
- Bak, şurada duran Guffy değil mi? dedi Sofi. - İşte orada da Do-nald'la yeğenleri duruyor...
A, bu da Dolly... Varyemez Amca'ya bak... İşitiyor musun Alberto? Miki Fare'yle Bilgin de
ordalar...
Alberto Sof i'ye dönerek:
- Evet, ne yazık ki öyle çocuğum, dedi.
- Niye böyle diyorsun Alberto?
- Burada biz, Binbaşının koyunlarıyla başbaşayız. İçinden gelenden bahsetmeye başlayan da
bendim ne yazık ki!
- Bu yüzden kendini suçlamamalısın.
- Hayalgücünün biz filozoflar için de önemli olduğunu söyleyecektim. Yeni düşünceler
üretebilmek için bizler de hayalgücümüzü serbest bırakmalıyız. Ama bu kadarı biraz fazla!
- Boşver, aldırma!
- Bu süreçte aklın da önemini vurgulayacaktım. Ama baksana ne biçim bir saçmalıkla karşı
karşıya kalıyoruz. Utanması gerek bu adamın!
- Şimdi de ironi mi yapıyorsun?
- İronik olan o, ben değilim. Ama bunun bir çıkar yolu var. Planımın can alıcı noktası da bu.
- Hiçbir şey anlamıyorum.
- Rüyalardan bahsettik. Bunda da ironik bir yan var. Biz de Binbaşının rüyaları değil de neyiz
sanki?
502
FREUD
-Ya?
- Ama düşünemediği bir şey var.
- Neymiş o?
- Belki de o da kendi rüyasının farkında. Söyleyip yaptığımız her şeyi biliyor, tıpkı rüyayı
görenin rüyasının açık içeriğini hatırlaması gibi. Kalemi elinde tutan o. Ama birbirimize
söylediğimiz her şeyi ha-tırlasa da tümüyle uyanmış sayılmaz.
- Ne demek istiyorsun?
- Rüyasının görünmeyen içeriğinden habersiz, Sofi. Bunun kılık değiştirmiş bir rüya olduğunu
unutuyor.
- Ne tuhaf şeyler söylüyorsun!
- Binbaşı da böyle düşünüyor olmalı. Çünkü o da kendi rüyasının dilinden anlayamıyor.
Bizim de buna sevinmemiz gerek. Çünkü bu bize küçük de olsa bir özgürlük sağlıyor. İşte biz
bu özgürlükle, sıcak bir yaz günü çileklerin topraktan fışkırması gibi Binbaşının bilincinden
çıkıp kurtulacağız.
- Başarabilebilecek miyiz sence?
- Başarmak zorundayız. Sana birkaç gün içinde yepyeni bir gökyüzü vaat ediyorum. O zaman
Binbaşı tarla farelerinin nerde olduğunu, bir daha nerden çıkacaklarını hiç bilemeyecek.
- Rüyadan başka bir şey olsak da olmasak da, ben annesi bekleyen bir kız çocuğuyum ne de
olsa! Saat beşe geliyor. Kaptan Virajı'na dönüp parti hazırlıklarına başlamalıyım.
- Hımm... Eve dönerken bana bir iyilik yapar mısın? -Ne gibi?
- Dikkat uyandırmaya çalış. Binbaşının tüm yol boyunca seni izlemesini sağlamaya çalış. Eve
geldiğinde de onu düşün, o zaman o da seni düşünmek zorunda kalır.
- Ne işe yarayacak ki bu?
- Çünkü o zaman ben de rahatsız edilmeden gizli planım üzerinde çalışabilirim. Binbaşının
bilinçaltına dalabilirim, Sofi. Yeniden görüşünceye dek de orada kalabilirim.
503
KENDİ ÇAĞIMIZ
...insan özgürlüğe mahkûm edilmiştir.
Çalar saat 23.55'i gösteriyordu. Hilde yattığı yerden tavana bakıyordu. Aklına gelen tüm
fikirlerin özgürce varolmasını sağlamaya çalışıyordu. Bir düşünceyi düşünmeyi bıraktığında,
neden artık o düşüncenin üzerine gitmediğini soruyordu kendi kendisine.
Bir şeyleri bastırıyor olmasındı sakın?
Kendisine uyguladığı tüm sansürleri kaldırabilse, belki de uyanıkken rüya görmeye başlardı...
Düşüncesi bile tuhaftı bunun.
Gitgide kendisini daha rahat hissetmeye başladı ve bir an, içinde, kendisinin Binbaşının
Evi'nin orada, ormanın içinde, gölün kenarında olduğunu duydu.
Alberto ne yapacaktı acaba? Tabii aslında babasıydı bu şeyi yapacak olan. Acaba o biliyor
muydu Alberto'nun planını? Yoksa o da düşüncelerini özgür bırakıp, Alberto'nun kendisini de
şaşırtacak bir şeyler yapmasını mı bekliyordu?
Dosyanın bitmesine bir şey kalmamıştı artık. Son sayfayı açıp baksa mıydı acaba? Olmaz, bu
oyunbozanlık olurdu. Üstelik Hilde kitabın sonunun şimdiden belli olduğundan pek de emin
değildi doğrusu.
Ne garip bir düşünceydi bu! Dosya önündeydi işte. Babasının bu saatten sonra dosyaya yeni
bir şey eklemesi mümkün değildi. Ama bunu Alberto başarabilirdi belki de. Bir sürpriz
yaparak filan...
En azından kendisi biliyordu yapacağı sürprizi! Çünkü ba504
KENDİ ÇAĞIMIZ
bası onu denetleyemiyordu. Ya kendisi... Kendisi denetleyebiliyor muydu tüm yaptıklarını?
Bilinç neydi gerçekten? Evrenin en büyük sırlarından biri değil miydi? Bellek neydi? Nasıl
oluyordu da tüm görüp yaşadıklarımızı "hatırlayabiliyorduk"?
Nasıl oluyordu da her gece birbirinden ilginç, masal gibi rüyalar yaratabiliyorduk?
Böyle yatmış düşünürken gözlerini bir açıp bir kapıyordu. Sonra bir an gözlerini açmayı
unuttu. Uyumuştu.
Bir martının çığlığıyla uyandığında saat 6.66'yı gösteriyordu. Çok tuhaf bir şey değil miydi
bu? Ayağa kalktı. Her zaman yaptığı gibi yine pencereye gidip koyu seyretmeye koyuldu. Yaz
olsun, kış olsun bir alışkanlık olmuştu bu.
Orada öyle dururken, birden kafasında rengarenk şimşekler çaktı. Rüyasını hatırlıyordu.
Sıradan bir rüya değildi bu. Renkleri, şekilleriyle capcanlı bir rüyaydı...
Babasının Lübnan'dan dönüşünü görmüştü rüyasında. Tüm rüyası, Sofi'nin iskelede altın haçlı
kolyesini bulduğu rüyanın bir devamıydı sanki.
Rüyasında, tıpkı Sofi'nin rüyasmdaki gibi, iskelede oturuyordu. Kulağına birisi çok yavaş bir
sesle, " Merhaba, benim adım Sofi" diye fısıldıyordu. Sesin nerden geldiğini anlamaya
çalışıyordu Hilde. Sesse fısıldamaya devam ediyordu: "Kör ve sağırsın galiba!" O anda babası
BM askeri giysileri içersinde bahçeye girmiş, "Hilde!" diye kendisine sesleniyordu. Hilde
koşup kendisini babasının kollarına attı. Ve rüya da burada bitiyordu.
Aklına Arnulf Överland'ın bir şiirinden şu mısralar geldi:
Tuhaf bir rüyadan uyandım bir gece, Bir ses benimle konuşuyor gibiydi,
505
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Yeraltından akan bir su gibi uzaktı ses, Kalktım, dedim: Nedir benden istediğin?
Pencerenin önünde dururken annesi geldi.
- Aa... Sen uyanık mısın?
- Bilmem...
- Akşam her zamanki gibi, dört sıralarında geleceğim.
- Oldu.
- İyi günler Hildeciğim.
- Sana da!
Annesinin kapıyı çarpıp çıktığını duyar duymaz, tekrar yatağına girdi ve dosyayı açtı.
"... Binbaşının bilinçaltına dalabilirim, Sofi. Yeniden görüşünceye dek de orada kalabilirim."
Evet, burada kalmıştı. Kaldığı yerden okumaya devam etti. Eliyle birkaç sayfa kaldığını
hissedebiliyordu artık.
Sofi Binbaşının Evi'nden çıktığında gölün kenarındaki Disney yaratıklarını görebiliyordu
hâlâ. Ama sanki o yaklaştıkça yaratıkların hatları kayboluyor gibiydi. Sonunda iyice yok
oldular.
Kayıkta kürek çekerken de, kayığı kıyıya çekerken de ellerini kollarını sallayıp durdu. Amacı
Binbaşının dikkatini üzerine çekip, Alberto'nun rahat rahat planını düşünmesini sağlamaktı.
Patikada koşarken hoplayıp zıpladı. Yürüyen bebek taklidi yaparak yürüdü. Binbaşının canı
sıkılıp dikkati başka yöne çevrilmesin diye şarkı söylemeye de koyuldu.
Bir ara oturup Alberto'nun planını düşünmeye daldı. Sonra bunu düşündüğünün farkına varıp
çok utandı ve tuttu, önüne çıkan bir ağaca tırmandı.
Tırmanabildiği kadar tırmandı ağaca. Ağacın neredeyse en tepesine ulaştığında, tekrar aşağı
inmesinin olanaksız olduğunu anlamıştı. Bir süre durup sonra aşağı inmeyi denemeyi
düşündü, ama bu
506
KENDİ ÇAĞIMIZ
süre içinde de hareketsiz kalmaması gerekiyordu. Yoksa Binbaşının dikkati dağılır, Alberto'yu
gözetlemeye başlardı.
Sofi kollarını salladı, birkaç kez horoz gibi öttü, sonunda da yanık bir türkü tutturdu. 15 yıllık
hayatında ilk kez bir türkü söylüyordu. Bu açıdan bakıldığında hiç de fena söylemiyordu hani!
Tekrar aşağı inmeyi denedi, ama olduğu yerden kımıldaması olanaksız görünüyordu. Tam o
sırada kocaman bir kaz çıkageldi ve dallardan birine kondu. Gördüğü onca Disney
yaratığından sonra, Sofi kazın konuşmaya başlamasına zerrece şaşırmadı.
- Benim adım Morten, dedi kaz. - Aslında evcil bir kazım ama hikayemize uysun diye buraya
Lübnan'dan gelen bir yaban kaz sürüsüne takılıp geldiğim söylenebilir. Ağaçtan yere
inebilmek için yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyor.
- Bana yardım edemeyecek kadar küçüksün, dedi Sofi.
- Çabuk karar verme küçük bayan! Belki de sensin fazla büyük olan.
-Nefarkederki!
- Evet ama benim senin yaşındaki bir çocuğu tüm İsveç üzerinden taşıyarak geçirdiğimi
bilmeni isterim. Çocuğun adı Nils Holgers-son'du.
- Ben on beş yaşındayım.
- Nils de on dört yaşındaydı. Taşımacılıkta yaşın fazla önemi yoktur.
- Onu nasıl taşıyabildin?
- Küçük bir kanat darbesiyle kendinden geçirdim onu. Uyandığında bir başparmak kadardı.
- Bana da küçük bir kanat darbesi dokundurur musun lütfen? Yoksa sonsuza kadar burada
kaldım gitti demektir. Üstelik cumartesi günü, felsefi bir bahçe banisinde ev sahipliği
yapmam gerekiyor.
- İlginç! Öyleyse bu bir felsefe kitabı olmalı. Nils'le İsveç üzerinden uçarken Varmland'da
Maarbacka diye bir yerde konaklamıştık. Nils burada, okul çocuklarına İsveç'i anlatan bir
kitap yazmayı düşü-
507
SOFÎ'NİN DÜNYASI
nen bir kadınla karşılaştı. Kadın kitabının hem eğitici, hem de sonuna kadar gerçekleri anlatan
bir kitap olmasını istiyordu. Nils ona kaz sırtında gördüklerini anlatınca, kadın da kitabında
bunları anlatmaya karar verdi.
- Çok ilginç!
- Evet, bir açıdan son derece ironikti de. Çünkü aynı zamanda biz de kitabın içindeydik.
Bundan hemen sonra Sofi yanağında küçük bir şaplak hissetti. Ve ardından küçücük oldu.
Üzerinde olduğu ağaç koca bir orman, kazsa dev bir at gibi olmuştu.
- Hadi gel bakalım, dedi kaz.
Sofi dalın üzerinde yürüyüp kazın sırtına tırmandı. Tüyleri yumuşaktı ama Sofi şimdi çok
küçük olduğu için tüyler onu gıdıklamaktan çok, ona batıyordu.
Nihayet yerini aldığında kaz uçmaya başladı. Kaz ağaçların ta tepelerinden uçuyordu. Sofi
aşağısında gölü ve Binbaşı'nın Evi'ni gördü. Alberto orada oturmuş planıyla uğraşıyor
olmalıydı.
- Bu seferlik bu kısa gezinti yetsin, dedi kaz kanatlarını kuvvetle çırparken.
Böylelikle Sofi'nin daha çok kısa bir süre önce tepesine tırmandığı ağacın dibine iniş başladı.
Kaz yere konunca Sofi kazın sırtından yere yuvarlandı. Bir iki takla attıktan sonra doğrulmayı
başardı. İşin garibi yine birden büyümüş, eski boyuna kavuşmuştu.
Kaz Sofi'nin etrafında paytak paytak bir iki tur attı.
- Çok teşekkürler! dedi Sofi.
- Bu önemsiz bir ayrıntı. Sahi felsefe kitabı mı demiştin?
- Ben değil, sen demiştin bunu.
- Ha sen, ha ben, ikisi de aynı kapıya çıkar. Bana kalsa, seni de tıpkı Nils'i İsveç üzerinden
uçurduğum gibi felsefe tarihinin üzerinden uçururdum. Miletos, Atina, Kudüs, İskenderiye,
Roma, Floransa, Londra, Paris, Jena, Heidelberg, Berlin, Kopenhag...
- Sağol, yeter.
508
KENDİ ÇAĞIMIZ
• Ama yüzyılların içinden böyle uçarak geçmeyi benim gibi iro-nik bir kaz da olsa başaramaz.
İsveç köylerini aşmak buna göre çok daha kolay...
Bunları söyledikten sonra hızlanan kaz kanatlarını çırparak havalandı.
Sofi'ye bu kadar heyecan yetmişti ama sonunda Geç it'ten içeri girebildiği an, Alberto'nun
yaptığı bu küçük manevradan hoşnut kalmış olabileceğini düşündü. Binbaşı şu son bir saat
içinde Alber-to'y'a uğraşacak vakit bulamamış olmalıydı. Yoksa ciddi bir kişilik bölünmesi
içinde olmuş olması gerekirdi.
Sofi annesi gelmeden biraz önce eve girmeyi başarmış, böylece annesine kendisini yüksek bir
ağaçtan evcil bir kazın nasıl indirdiğini anlatmak gibi bir durumda kalmaktan kurtulmuştu.
Akşam yemeğinden sonra bahçeyi parti günü için hazırlamaya giriştiler. Tavanarasından üçdört
metre uzunluğundaki masa üstünü alıp bahçeye indirdiler. Sonra tekrar yukarı çıkıp
masanın bacaklarını da indirdiler.
Masayı meyve ağaçlarının altına koyup süsleyeceklerdi. Bu uzun masa en son annesiyle
babasının onuncu evlilik yıldönümle-rindeki partide kullanılmıştı. Sofi o zaman daha sekiz
yaşındaydı ama bunun etrafın akrabalarla aile dostlarından geçilmediği bir parti olduğunu iyi
hatırlıyordu.
Hava durumu havanın iyi olacağını müjdeliyordu. Sofi'nin yaş-gününden bir önceki gün
kopan fırtınadan bu yana tek bir damla yağmur düşmemişti. Ama yine de masayı kurma ve
süsleme işini cumartesine bırakacaklardı. Öyle de olsa annesi masayı bugünden bahçeye
yerleştirmenin yerinde olacağını düşünmüştü.
O akşam poğaçaları ve pandispanyayı pişirdiler. Yemekteyse tavukla salata olacaktı. Ve
gazoz. Sofi sınıftaki çocukların yanlarında bira filan getirmesinden korkuyordu. Hiç
sevmediği bir şey varsa bu da ortalıkta tatsızlık çıkmasıydı.
509
SOFİ'NİN DÜNYASI
Sofi yatmaya hazırlanırken annesi bir kez daha Alberto'nun partiye gelip gelmeyeceğinden
emin olmak istedi.
- Geliyor tabii ki. Hattâ felsefi bir numara bile yapmaya söz verdi.
- Felsefi bir numara mı? Ne gibi yani?
- İşte... Hani şimdi o bir sihirbaz olsaydı, bir sihirbazlık numara-sı yapardı, değil mi? Silindir
bir şapkadan beyaz bir tavşan çıkartmak gibi örneğin...
- Yine mi başlıyoruz bunlara?
- Ama o bir sihirbaz değil de bir filozof olduğu için bunun yerine felsefi bir numara yapacak.
Zaten bu da felsefi bir parti değil mi ya!
- Seni laf ebesi, seni!
- Ya sen... Sen de bir şey yapacak mısın?
- Evet, benim de bir sürprizim olacak.
- Konuşma filan mı yapacaksın?
- Söylemem, sürpriz. İyi geceler Sofi! / ¦
Ertesi sabah Sofi hoşçakal demek için odasına gelen annesinin sesiyle uyandı ve annesi ona
şehre gidip alması gereken şeylerin bir listesini verdi.
Annesi çıkar çıkmaz telefon çaldı. Arayan Alberto'ydu. Annesinin evde olmadığı anları
kestirmekte üstüne yoktu.
- Planların nasıl gidiyor?
- Şişşt... Tek söz etmek yok! Onun tahmin etmesine bile izin vermemeliyiz.
- Dün onun dikkatini başka yöne çekmekte çok başarılı oldum
sanırım.
- Çok iyi.
- Felsefe kursunda konuşacağımız bir şey kaldı mı?
- Ben de bu yüzden arıyorum. İçinde yaşadığımız çağa başlamış bulunuyoruz. Bu yüzden
bundan gerisini sen tek başına halledebilirsin artık. Önemli olan bir temel edinmendi. Ama
yine de içinde bulunduğumuz çağdan kısa da olsa biraz bahsetmemiz yerinde olur.
510
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Ama şehre gitmem gerekiyor...
- Bu daha da iyi. Kendi çağımızdan bahsedeceğimizi söylemiştim ya...
- Evet?
- İşte ben de bu yüzden demek istiyorum.
- Senin evine mi gelmemi öneriyorsun?
- Aman hayır... Evin altı üstüne gelmiş durumda. Gizli dinleme aleti olup olmadığını anlamak
için bütün evi didik didik aramıştım da.
-Ya?
- Büyük Meydan'ın orada yeni açılan "Cafe Pierre" adlı cafe'yi biliyor musun?
- Evet. Ne zaman geleyim? -On iki olur mu?
- Tamam, saat on ikide, cafe'de.
- Öyleyse şimdilik hoşçakal!
- Hoşçakal!
Saat on ikiyi birkaç dakika geçe Sofi "Cafe Pierre"den içeri girdi. Bu, yuvarlak masalar ve
siyah sandalyeleri, başaşağı asılı duran vermut şişeleri, baguette ve salata tabaklarıyla son
zamanlarda pek moda olan türden bir cafe'ydi.
Pek büyük sayılmayacak bu mekânda Sofi'nin gözüne çarpan şey, Aiberto'nun orada
olmadığıydı. Aslında bunun gözüne çarpan tek şey olduğunu söylemek de yanlış olmazdı.
Masalarda oturan insanların yüzlerinde gördüğü tek şey, bunlardan hiçbirinin Alberto'nun
yüzü olmadığıydı.
Cafelere tek başına gitmeye alışık değildi. Çıkıp biraz dolaştıktan sonra tekrar mı gelseydi
acaba?
Bunun yerine mermer tezgâha gidip limonlu bir çay istedi. Çayını aldıktan sonra da boş duran
masalardan birine oturdu ve cafe'nin girişini izlemeye koyuldu. İnsanlar girip çıkıyor, Sofi'yse
yalnızca
511
SOFI'NİN DÜNYASI
bunlardan hiçbirinin Alberto olmadığını algılıyordu. Keşke bir gazetesi olsaydı!
Bir süre sonra etrafındaki şeyleri incelemekten kendini alamadı. Bakışlarına başkalarının yanıt
verdiği de oluyordu üstelik. Bir an için Sofi kendisini genç bir hanım gibi gördü. Onbeş
yaşındaydı ama, on yedi ya da en azından on altı buçuğunda filan gösteriyordu. Cafedeki bu
insanlar varolmaları hakkında ne düşünüyorlardı acaba? Hepsinin sanki buraya öylesine
gelmiş oturmuş gibi bir hali vardı. Sürekli konuşup ellerini kollarını hareket ettiriyorlardı ama
sanki pek de önemli bir şey konuşmuyor gibiydiler.
Sofi'nin aklına, kitlelerin ayırt edici özelliğinin "gevezelik" olduğunu söyleyen Kierkegaard
geldi. Bu insanların tümü estetik aşamada mıydılar acaba? Yoksa varoluşsal öneme sahip
şeyler de var mıydı hayatlarında?
Yolladığı ilk mektuplardan birinde Alberto, çocuklarla filozoflar arasındaki benzerlikten
sözetmişti. Sofi bir kez daha büyümekten korktuğunu düşündü. Ya evrenin siyah silindir
şapkasından çıkarılan beyaz tavşanın tüylerinin dibine takılıp kalırsa?
Oturup düşünürken bir yandan da devamlı kapıyı gözlüyordu. Ve sonunda Alberto içeri girdi.
Yaz olmasına rağmen başına siyah beresini takmıştı. Üzerine de gri, kırçıllı, orta kısalıkta bir
ceket giymişti. Sofi'yi hemen görüp ona doğru gelmeye başladı. Sofi onunla böyle herkesin
arasında buluşmanın yeni bir şey olduğunu düşündü.
- Saat on ikiyi çeyrek geçiyor beyefendi!
- Buna akademik çeyrek denir. Genç hanım yiyecek bir şey almayı düşünürler miydi acaba?
Alberto oturup Sofi'nin gözlerinin içine bakarak sormuştu bunu. Sofi omuzlarını silkip:
- Farketmez, dedi. - Bir sandviç olabilir mesela.
Alberto cafe'nin tezgâhına gitti ve kısa bir süre sonra elinde bir fincan kahve ve peynirli,
salamlı iki baguette ile geri geldi.
512
KENDÎ ÇAĞIMIZ
- Pahalı mı?
- Bu yalnızca bir ayrıntı, Sofi!
- Geç geldiğin için bir bahane olsun uydurmayacak mısın?
- Hayır, çünkü bunu isteyerek böyle yaptım. Nedenini ise birazdan açıklayacağım.
Baguette'inden birkaç ısırık aldıktan sonra:
- Bugün içinde bulunduğumuz çağdan bahsedeceğiz, dedi.
- Bu çağda felsefe alanında kayda değer bir şey oldu mu?
- Çok, hem de pek çok yöne dağılmış bir halde! İlk olarak önemli bir akım olan
Varoluşçuluktan söz edeceğiz. Bu terim, çıkış noktasını insanın varoluşsal durumundan alan
pek çok felsefi akımı içinde barındırır. 20. yüzyılın Varoluşçu felsefesinden söz ederiz
örneğin. Varoluş filozoflarının ya da bir başka deyişle Varoluşçuların çoğu, Kierkegaard'a ve
bunun yanında Hegel ve Marx'a dayanır.
- Anlıyorum.
- 20. yüzyılın önemli filozoflarından biri, 1844 -1900 yılları arasında yaşamış olan Friedrich
Nietzschefdlr. Nietzsche de Hegel'in felsefesine ve Alman "tarihçiliği"ne tepki duymuştur.
Tarihe karşı duyulan ruhsuz ilginin ve Hıristiyan "köle ahlakı" dediği şeyin yerine hayatın
kendisini koymuştur. Nietzsche, güçlü olanın yaşam gücünün güçsüzlerce engellenmesine son
vermek, "tüm değerleri yeniden değerlendirmek" istiyordu. Nietzsche'ye göre Hıristiyanlık ve
felsefe bugüne kadar gerçek dünyaya sırtını dönmüş, "cennet"e ve "fikirler dünyası"na
yönelmişti. Oysa "gerçek" diye gösterilen bu fikirler dünyası, gölge bir dünyadan başka bir
şey değildi. "Yeryüzüne sadık kalın" diyordu, "ve size öte dünya umutlarından söz edenlere
kanmayın."
- Eh...
- Kierkegaard ve Nietzsche'den etkilenen bir başka filozof ise Al-"ttn Varoluşçu Martin
Heideggefd\t. Ama biz 1905 -1980 yılları arasında yaşamış olan Fransız Varoluşçu Jean Paul
Sartre üzerinde buracağız. Varoluşçular arasında sesini en çok duyurmuş, en etkili
513
SOFfNİN DÜNYASI
olmuş olanı odur. Onun Varoluşçuluğu özellikle savaş sonrası, kırklı yıllarda gelişmiştir.
Daha sonra Fransa'daki Marksist harekete katılmış ancak hiçbir zaman herhangi bir partinin
üyesi olmamıştır.
- Bu yüzden mi bir Fransız cafe'sinde buluştuk?
- Evet, öyle sayılır. Sartre'm hayatında cafe'lerin önemli bir yeri vardı. Hayat boyu dostu olan
Simone de Beauvoir ile de böyle bir cafe'de karşılaşmıştı. Beauvoir da Varoluşçuydu.
- Kadın bir filozof ha?
- Evet.
- İnsanlığın nihayet uygarlık seviyesine ulaşmış olmasından
mutluluk duyuyorum.
- Evet ama bu uygarlık da pek çok şeye maloluyor.
- Şimdi konumuz bu değil, Varoluşçuluk.
- Sartre'a göre "Varoluşçuluk Hümanizmdir". Bununla, Varoluşçuluğun tek çıkış noktasının
insan olduğunu anlatmak ister. Ancak buna eklemeliyiz ki, buradaki Hümanizmin insanın
durumuna bakışı Rönesans Hümanizminden çok daha kasvetli bir bakıştır.
- Neden?
- Kierkegaard ve bu yüzyılda yaşamış Varoluşçulardan bazıları Hıristiyandılar. Oysa Sartre
Tanrıtanımaz Varoluşçuluk dediğimiz akıma dahildir. Onun felsefesi, insanın "Tanrı öldüğü"
zamanki durumunun acımasız bir çözümlemesidir. "Tanrı öldü" deyişiyse Nietzsche'ye aittir.
- Sonra?
- Kierkegaard1 daki gibi Sartre'ın da felsefesindeki ana düşünce "varoluş"tur. Varoluşla
kastedilen yalnızca varolmak değildir. Bitkilerle hayvanlar da vardır ama onlar bunun ne
anlama geldiğini sorgulamak durumunda değildirler. Varoluşunun bilincinde olan tek yaratık
insandır. Sartre fiziksel şeylerin "kendinde", oysa insanın aynı zamanda "kendi için" olduğunu
söyler. Yani insan olmak bir şey olmaktan başka bir şeydir.
- Bence de.
514
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Sartre bundan sonra, insanın varoluşunun buna dair her türlü fikirden önce geldiğini söyler.
Yani varoluşum, ne olduğumdan önce gelir. "Varoluş özden önce gelir," der Sartre.
- Bu oldukça zor bir cümle.
- "Öz" bir şeyi oluşturan şey, bir şeyin "doğasfdır. Sartre'a göreyse insanın doğuştan böyle bir
"doğası" yoktur. İnsan bu yüzden bu doğayı kendisi oluşturmak zorundadır. Önceden
varolmadığı için kendi doğasını ya da kendi "öz"ünü kendisi yaratmalıdır.
- Ne demek istediğini anlıyorum sanırım.
- Tüm felsefe tarihi boyunca filozoflar insanın ne olduğu ya da insanın doğasının ne olduğu
sorlısuna yanıt bulmaya çalışmışlardır. Oysa Sartre insanların böyle mutlak bir "doğası"
olmadığını söyler. Bu yüzden genel olarak hayatın "anlamı"nı sormanın da bir anlamı olamaz.
Bir başka deyişle hepimiz doğaçlama yaparak yaşamak zorundayız. Bizler ne önceden
belirlenmiş bir rolü, ne elinde oyun metni, ne de bize ne yapacağımızı fısıldayan suflörleri
olmadan sahneye bırakılıveren oyuncular gibiyiz. Nasıl yaşayacağımızı kendimiz seçmek
zorundayız.
- Bu bir bakıma doğru. İncil'i ya da bir felsefe kitabını açıp nasıl yaşayacağımızı öğrenebilsek
her şey ne kolay olurdu!
- Evet, konuyu anladın. İnsanın varolduğunu ama elle tutabileceği bir anlam olmaksızın bir
gün gelip öleceğini anladığı an bu, insanda kaygı yaratır, der Sartre. Varoluşsal bir durumda
olan insanı anlatırken Kierkegaard'ın da kaygıyı tipik bir özellik olarak ortaya koyduğunu
hatırlıyorsundur belki.
- Evet.
- Sartre ayrıca insanın kendisini anlamsız bir evrende bir yabancı gibi hissettiğini de söyler.
İnsanın "yabancılaşmasını" anlatırken Hegel ve Marx'ın düşüncelerinden yararlanır. İnsanın
kendini dünyada yabancı olarak hissetmesi onda umutsuzluk, sıkıntı, tiksinti ve saçmalık gibi
duygular yaratır.
- İnsanın kendisini "depresif" hissetmesi ya da her şeyin "an-
515
SOFI'NİN DÜNYASI
lamsız" olduğunu düşünmesi günümüzde de yaygın bir olay...
- Evet, Sartre burda 20. yüzyılın kentli kişisini anlatmaktadır. Rönesans Hümanistlerinin
insanın özgürlüğü ve bağımsızlığı konusunda zafer çığlıkları attıklarını hatırlıyorsundur.
Sartre ise bunun aslında lanetli bir özgürlük olduğu kanısındadır. "İnsan özgürlüğe mahkûm
edilmiştir" der. "Kendini kendisi yaratmadığı halde özgür olduğu için. Kendisi seçmeden
dünyaya getirilip sonra yaptığı her şeyden sorumlu olduğu için."
- Bizi özgür bir birey olarak yaratmasını biz istemedik ki kimseden!
• İşte Sartre'in en önemli noktası da budur. Özgür bireyler olarak varoluruz ve bu özgürlük
bizi tüm hayatımız boyunca seçim yapmaya mahkûm eder. Uymamız gereken evrensel hiçbir
değer ya da norm yoktur. Ne seçim yaptığımız ise çok daha önemlidir. Çünkü yaptığımız her
şeyden sorumluyuz. Sartre bununla insanın yaptıklarından sorumlu olmayı hiçbir zaman
bırakmaması gerektiğini anlatmaktadır. Bu yüzden işe gitmemiz "gerektiği" ya da nasıl
yaşayacağımızı gösteren bir takım burjuva yasalarına uymamız "gerektiği"ni ileri sürerek
yaptığımız seçimlerde üzerimize düşen sorumluluğu bir kenara atamayız. Kitlelere gizlenen
böyle bir insan hiçbir özelliği olmayan bir kitle insanıdır. Bu insan kendinden kaçıp hayatını
bir yalan olarak yaşayan insandır. Oysa insanın özgürlüğü, insanın kendisini
gerçekleştirmesini, "özgün" ya da gerçek bir hayat sürmesini zorunlu kılar.
- Anlıyorum.
- Bu, ahlaksal seçimlerimiz için de geçerlidir kuşkusuz. Suçu "insanın doğasına", "insanın
zaaflarına" filan atamayız. Zaman zaman kocaman adamların eşlerini aldatıp sonra da suçu
"Adem"e, onun yaşadığı ilk günaha attıkları olur. Oysa böyle bir "Adem" yoktur. Onu
yalnızca yaptığımız şeyin sorumluluğundan kaçmak için bir figür olarak kullanırız.
- Bu kadarı da olmaz tabii!
516
KENDÎ ÇAĞIMIZ
- Hayatın anlamdan yoksun olduğunu söylese de bu aslında Sartre'ın bunun böyle olmasını
istediği anlamına gelmez. Çünkü Sartre bir "Nihilist" değildir.
- Nihilist ne demek?
- Nihilist hiçbir şeyin bir anlamı olmadığına ve insanın istediği her şeyi yapmaya izni
olduğuna inanan kimsedir. Sartre ise hayatın bir anlamı olması gerektiğine inanıyordu. Bu bir
zorunluluktu. Ancak kendi hayatımızdan bir anlam yaratacak olan, yine kendimizdik.
Varolmak kendini varlaştırmaktı.
- Bunu biraz açabilir misin?
- Sartre bilincin etrafındaki şeyleri algılamadan önce hiçbir değeri olmadığını göstermeye
çalışır. Çünkü bilinç hep bir şeyin bilincidir. Ve bu "şey" kendimizce olduğu kadar çevremiz
tarafından da belirlenir. Neyi algılayacağımıza, bizim için bir anlam oluşturan şeyleri
diğerlerinin arasından seçerek Etiz karar veririz.
- Bir örnek veremez misin?
- Aynı mekânda olan iki insan bu mekânı çok farklı biçimde algılayabilirler. Çünkü çevremizi
algılarken buna kendimiz de kendi fikirlerimiz ya da kendi çıkarlarımızla katkıda bulunuruz.
Hamile bir kadın etrafında hep hamile kadınlar görebilir örneğin. Kuşkusuz daha önce de
hamile kadınlar oluyordur etrafında ama, şimdi kendi hamileliği onun için ayrı bir önem
kazanmıştır. Hasta bir insan belki de etrafında sürekli ambulanslar görür...
- Anlıyorum.
- Yani kendi varlığımız mekândaki şeyleri nasıl algıladığımızı belirler. Benim için önemi
olmayan bir şeyi hiç görmeyebilirim bile. İşte şimdi de cafe'ye neden geç geldiğimi
anlatmanın tam sırası...
- Bilerek geç geldim demiştin...
- Önce bana cafe'ye geldiğinde neler gördüğünü anlat.
- Gördüğüm ilk şey senin burda olmadığındı.
- Gördüğün ilk şeyin aslında burada olmayan bir şey olması garip değil mi sence de?
517
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Evet ama herhalde seni burada bulmayı beklediğim için.
- Sartre da bizim için önemli olmayan şeyleri nasıl "yok saydığı, mızı" göstermek için bu cafe
örneğini kullanır.
- Yalnızca bu örneği göstermek için mi geç geldin?
- Sartre'ın felsefesindeki bu önemli noktayı göresin diye, evet. Bir ev ödevi de diyebilirsin
buna.
- Yok ya, sahi mi!
- Aşıksan ve aşık olduğun çocuğun telefonla seni aramasını ümit ediyorsan, bütün gece
"duyduğun" tek ses çalmayan telefonun sesidir. Tüm gece algıladığın tek şey tam da onun
seni aramadığıdır. Onunla trene binmek üzere garda buluşacaksan ve yüzlerce insana rağmen
sevdiğin orada yoksa, tüm bu insanları görmezsin bile. Yolunda engeldir bu insanlar olsa olsa,
senin için hiçbir önemleri yoktur. Hattâ gözüne çirkin ya da iğrenç bile görünebilirler.
Boşuboşuna ortalıkta yer tutuyorlardır. Senin algıladığın tek şey ise onun orada olmadığıdır.
- Anlıyorum.
- Simone de Beauvoir Varoluşçuluğu kadın-erkek konusuna da uygulamaya çalıştı. Sartre
insanın mutlak bir "doğası" olmadığını söylüyordu. Kendimizi yaratan kendimizdik.
¦ Evet?
- Bu, cinsiyetlere karşı tutumumuz için de geçerlidir. Simone de Beauvoir'a göre mutlak bir
"kadın doğası" ya da mutlak bir "erkek doğası"ndan da söz edilemezdi. Oysa eskiden beri
inanılan tam da buydu. Erkeklerin "aşkın" bir doğası olduğu öne sürülürdü. Erkek bu yüzden
evin dışında da bir anlam yaratmaya yönelirdi. Kadınınsa hayata karşı bunun tersi bir tutumu
vardı. Kadın "içkirT'di yani olduğu yerde olmak isterdi. Ailesini, doğayı ve yakınındaki diğer
şeyleri korumak isterdi. Bugünse kadınların erkeklerden daha "yumuşak değerler'^ sahip
olduklarını söylüyoruz.
- Simone de Beauvoir da böyle mi düşünüyordu yani?
- Hayır, hayır. İyi dinlememişsin beni. Simone de Beauvoir böyle
518
KENDİ ÇAĞIMIZ
bir "erkek doğası" ya da "kadın doğası" olmadığına inanıyordu. Tam tersine, ona göre
erkekler ve kadınlar kendilerini bu yerleşmiş önyargılardan ya da ideallerden kurtarmalıydı.
- Ben de onunla aynı fikirdeyim sanırım.
- Simone de Beauvoir'ın en önemli kitabı olan "Öteki Cins" 1949'da yayınlandı.
- Kimdi bu "öteki cins"?
- Kadındı. Kadın bizim kültürümüzde "öteki cins" yapılandı. Özne olarak görülen yalnızca
erkekti. Kadınsa erkeğin nesnesi haline getirilmişti. Bu şekilde kendi hayatının sorumluluğu
da elinden alınmıştı.
- Sonra?
- Kadın bu sorumluluğu tekrar eline geçirmeliydi. Kendine tekrar sahip olmalı, kendi
kimliğini yalnızca erkeğinkine bağımlı olarak var etmemeliydi. Çünkü yalnızca erkek değildi
kadını ezen. Kadın kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kendi kendini de eziyordu.
- Ancak istediğimiz oranda özgür ve bağımsız olabiliriz.
- Evet, böyle de diyebilirsin. Varoluşçuluk kırklı yıllardaki ve ta günümüze kadarki edebiyatı
da etkilemiştir. Tiyatro için de geçerlidir bu. Sartre'ın kendisi de roman ve oyunlar yazdı.
Diğer bazı önemli isimler Fransız Camus, İrlandalı Beckett, Romanyalı lonesco ve Polonyalı
Gomfarovv/cz'dir. Bunlar ve bunlardan başka bir takım modern yazarlarda ortak olan şey
saçmacılıktır. Bu sözcük özellikle "saçma tiyatro" bağlamında kullanılır.
- Demek öyle...
- "Saçma"nın ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?
- Anlamsız ya da akla uymayan anlamına gelmez mi bu?
- Evet. "Saçma tiyatro", "gerçekçi tiyatro"nun karşıtı olarak ortaya çıktı. Amaç, sahnede
varoluşun anlamsızlığını göstererek seyircinin buna tepki duymasını sağlamaktı. Yani amaç
anlamsızı yüceltmek değil, tam tersine, örneğin her gün yaşadığımız olaylardaki
519
SOFI'NİN DÜNYASI
saçmalığı sergileyerek seyircilerin kendi yaşamlarını daha gerçek kılmalarını sağlamaktı.
- Başka?
- Saçma tiyatro genellikle sıradan olayları ele alır. Bu yüzden bu tiyatroya "aşırı gerçekçi" de
denebilir. Burada insanlar tam oldukları gibi gösterilir. Sıradan bir sabahta sıradan bir evin
banyosunda neler olup bittiğini olduğu gibi gösterirsen seyirci güler. Bu kahkaha, sahnede
gösterilenin kendisi olma tehlikesine karşı bir savunmadır aslında.
- Anlıyorum.
- Saçma tiyatroda gerçeküstü yanlar da bulunabilir. Sahnedeki kişiler genellikle en akıl almaz,
en rüyamsı durumlara sürüklenir. Bu kişiler bunu hiçbir şaşkınlık göstermeden
benimsediğinden, izleyiciler onların bu şaşkınlık duymama haline şaşkınlık duyarak tepki
gösterirler. Bu, Chaplin'in sessiz filmleri için de geçerlidir. Bu filmlerde çoğunlukla komik
olan şey, Chaplin'in başına gelen bin türlü saçmalığa bir tepki duymamasıdır. Bu şekilde
izleyici, gördüklerinden daha gerçek, daha doğru şeyleri kendisi bulmaya zorlanır.
- İnsanlar bazen hiç tepki duymadan neler neler yaşarlar gerçekten...
- Bazen insanın bir şeyden kaçmak istemeyi düşünmesi de yeterince doğru olabilir - nereye
gideceğini tam bilemese de...
- İnsan evi yanarken, başka bir ev bulup bulamayacağını düşünmeden evden kaçmaya çalışır.
- Evet ya, değil mi? Bir çay daha içmek ister misin? Ya da bir Coca-Cola?
- Olur. Ama geç kaldığın için hâlâ sana kızgınım.
- Birazdan geçer.
Alberto biraz sonra elinde bir espresso kahve ve bir Coca-Co-la'yla geri geldi. Bu arada Sofi
cafe hayatını sevmeye başladığını düşünüyordu. Diğer masalardaki konuşmaların önemsiz
şeyler olduğundan da pek emin değildi artık.
520
KENDÎ ÇAĞIMIZ
Alberto Coca-Cola şişesini gürültüyle masaya bıraktı. Cafe'dekilerden gürültüye dönüp
bakanlar oldu.
- Böylece yolun sonuna gelmiş bulunuyoruz, dedi Alberto.
- Felsefe tarihi Şart re ve Varoluşçulukla son mu buluyor yani?
- Hayır, bu fazla abartmak olur. Varoluş felsefesi dünyada pek çok insan için büyük bir anlam
kazandı. Gördüğümüz gibi Varoluşçuluğun kökleri Kierkegaard'dan Sokrates'e dek
uzanıyordu. 20. yüzyılda başka bir takım felsefi akımlar da bazı eski felsefi akımların
yenileştirilmesi şeklinde ortaya çıktı.
- Örnek verebilir misin?
- Örneğin bunlardan biri, Aquino'lu Thomas geleneğine dayanan Yenltomasçılık'dır. Bir
başkası, kökleri hem Hume ve Britanya Em-pirisizmine, hem de Aristoteles mantığına
dayanan çözümlemeci felsefe ya da Mantıkçı Empİrisizm denen felsefedir. Ayrıca 20. yüzyıl,
pek çok kollarda yayılıp genişleyen yeni Marksizme tanık olmuştur. Yeni Danvinizmden daha
önce bahsettik. Psikanalizin önemine de değindik.
- Anlıyorum.
- Bahsedilmesi gereken son bir akım da, kökleri yine tarihe dayanan Materyalizmdir. Modern
bilimin uğraştığı problemler Sokra-tes öncesi filozofların uğraştıklarıyla benzerlikler gösterir.
Örneğin bugün bilim hâlâ her şeyin ondan oluştuğu "ana madde"yi bulmak peşindedir. Bu
"Madde"nin ne olduğuna kimse hâlâ bir cevap verememektedir. Yeni doğa bilimleri, örneğin
nükleer fizik ve biokimya bu konuyla öylesine ilgilidir ki bu bir çok insanın dünya görüşünde
önemli bir yer tutar.
- Yeniyle eski içice yani...
- Böyle de denebilir. Bu kursa başlarken sorduğumuz sorulara hâlâ kesin yanıtlar
getirilebilmiş değil. Sartre bu konuda, tüm varo-luşsal soruların herkes için geçerli tek bir
yanıtı olamayacağını söylüyordu. Felsefi sorular, tanımı gereği, her kuşağın ve aslında her bir
insanın kendisine tekrar tekrar sorması gereken sorulardı.
521
SOFİNİN DÜNYASI
- Bu düşünce insanı biraz rahatsız ediyor.
- Aynı fikirde olduğumu zannetmiyorum. Tam da kendimize bu tür soruları sorduğumuzda
hissetmez miyiz yaşadığımızı? Öte yandan insanlar bir takım uç sorulara yanıt ararken, başka
bir takım sorulara açık seçik yanıtlar bulur. Bilim, araştırma ve teknolojinin kökeninde hep
felsefi düşünceler vardır. İnsanın varoluşuna duyduğu merak değil midir sonunda insanı Ay'a
kadar götüren?
- Evet, doğru.
- Armstrong ayağını Ay'a bastığında: "Bu tek bir insan için küçük, ancak tüm bir insanlık için
koca bir adım," demişti. Böyle diyerek kendi duygularının ifadesine kendinden önce yaşamış
tüm insanları katmıştı. Onun tek başına başardığı bir şey değildi bu elbette.
- Elbette.
- İçinde yaşadığımız bu çağ yeni sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bunların başında çevre
sorunları gelmekte. Bu yüzden 20. yüzyılın önemli akımlarından birisi Eko-felsefesi olmuştur.
Batılı Eko-filo-zoflarının çoğu Batı uygarlığının tümüyle yanlış bir yolda olduğuna, bu
gezegenin bu gelişmeyi kaldıramayacağına işaret etmişlerdir. Yalnızca kirlilik ve diğer somut
çevre problemleri ile ilgilenmekle kalmayıp esas olarak Batı'nın düşünce tarzında büyük bir
hata olduğunu ileri sürmüşlerdir.
- Sanırım çok da haklılar.
- Eko-filozofları örneğin gelişme düşüncesinin kendisini ele alırlar. Bu düşünceye göre insan
başka her şeyin "üzerinde"dir. Doğaya hükmeden odur. Bu düşüncenin kendisi bu yaşayan
gezegenin tümü için son derece tehlikeli bir düşünce olabilir.
- Düşüncesine bile sinir oluyorum!
- Eko-filozoflarının çoğu bu düşünceyi eleştirirken başka kültürlerdeki, örneğin Hint
kültüründeki düşünce ve fikirlere başvurdular. Ayrıca "doğa halkları" ya da kızılderililer gibi
"yerli halklar"ın düşünce ve adetlerini araştırarak, kaybettiğimiz şeyleri yeniden bul-
522
KENDİ ÇAĞIMIZ
maya çalıştılar.
- Anlıyorum.
- Son yıllarda bilimsel çevrelerde de bir "dizi değişimi"nin eşiğinde olmaktan söz ediliyor.
Bu, bilimsel düşünüşte kökten bir değişim anlamına geliyor. Bazı alanlarda bunun meyveleri
görülmekte bile. "Alternatif hareketler" diye adlandırdığımız bir takım hareketlerin bütünlük
düşüncesine önem verdiklerini, yeni bir yaşam tarzı yaratmak için uğraştıklarını görüyoruz.
- İyi ediyorlar.
- Ama tabii her şeyin iyisi var, kötüsü var. Kimilerine göre yepyeni bir çağa, "New Age"e
girmek üzereyiz. Ancak yeni olan her şey iyi demek değildir; eski olan her şeyi de sırf eski
diye atmak gerekmez. Bu felsefe kursunun bir amacı da bu. Artık senin de kendini buradan
öteye götürmene yarayacak bir tarih temelin var.
- Sağol!
- "New Age" adı altında ortaya çıkan pek çok şeyin martavaldan başka bir şey olmadığını da
göreceksin. "Yeni Dincilik", "Yeni Gizemcilik" ya da "Modern Boş İnan" denen akımlar son
yıllarda Ba-tı'yı etkisi altına alan akımlardan birkaçı. Tüm bunlar büyük bir sanayi haline
gelmiş durumda. Hıristiyanlık etkisini kaybettikçe, pazarı bu yeni dünya görüşleri kaplıyor.
- Örnek verebilir misin?
- Bu öyle uzun bir liste ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Üstelik insanın içinde
bulunduğu dönemi anlatması pek kolay bir şey değil. Benimse sana başka bir önerim var.
Şöyle biraz dolaşalım, çünkü sana göstermek istediğim bir şey var.
Sofi omzunu silkti.
- Olur ama aslında çok az vaktim var. Yarınki partiyi unutmadın ya?
- Hiç unutur muyum, olağanüstü şeyler olacak orada! O zamana kadar biz Hilde'nin felsefe
kursunu bitirsek yeter. Çünkü gerisini Binbaşı da bilmiyor. O zaman üzerimizdeki denetimi
de kalkacak.
523
SOFİ'NÎN DÜNYASI
Boşalmış Coca-Cola şişesini kaldırıp yine gürültüyle masaya indirdi.
Caddede yürüyorlardı. İnsanlar enerjik karıncalar gibi bir o yana, bir bu yana koşturup
duruyorlardı. Sofi Alberto'nun kendisine ne göstereceğini merak ediyordu.
Bir süre sonra elektrikli aletler satan büyük bir dükkanın yanından geçtiler. Dükkânda
televizyondan videoya, çanak antenden mo-bil telefona, bilgisayardan faksa kadar her şey
vardı.
Alberto vitrini gösterip:
- İşte 20. yüzyıl Sofi! dedi. Rönesanstan bu yana dünyanın bir patlamaya uğradığını söylemek
yanlış olmaz. Büyük keşiflerle Avrupalılar tüm dünyaya yayıldılar. Bugünse bunun tersi
oluyor. Buna da karşıt patlama demek mümkün.
- Ne demek istiyorsun?
- Tüm dünyanın tek bir iletişim ağına sığdmldığını söylemek istiyorum. Filozofların dünya
içindeki varoluşlarını kavrayabilmek ya da başka filozoflarla karşılaşabilmek için atlı
arabalarla günlerce se-yehat etmelerinden bu yana şunun şurasında ne kadar geçti ki! Bugünse
dünyanın neresinde olursak olalım bir bilgisayarla dünyanın her yanından bilgiye
ulaşabiliyoruz.
- Harika ama biraz da korkutucu bir şey bu...
-Tarihin sonuna mı geliyoruz, yoksa önümüzde yepyeni bir zaman mı uzanıyor? Artık tek bir
şehrin ya da tek bir devletin vatandaşı değiliz. Gezegensel uygarlığın bir parçasıyız.
- Doğru.
- Özellikle iletişimi kapsayan teknolojik gelişme son 30-40 yılda en büyük hızına ulaştı. Hâlâ
da işin başında sayılırız...
- Bana göstereceğin şey bu muydu?
- Hayır, şu kilisenin öbür yanında.
Tam yürümeye devam edeceklerken televizyon ekranlarından birinde bir BM askerinin yüzü
belirdi.
- Bak! dedi Sofi.
524
KKNDI ÇAĞIMIZ
Kamera BM askerinin yüzüne yaklaşmıştı. Askerin tıpkı Alberto1 nur. ki gibi siyah bir sakalı
vardı. Birden elinde tuttuğu bir kâğıt parçasını kaldırdı. Kâğıtta: "Yakında görüşeceğiz
Hilde!" diye yazıyordu. Öbür elini salladıktan sonra ekranda yok oldu.
- Ne utanmaz adam! diye kükredi Alberto.
- Binbaşı mıydı o?
- Cevap vermeye tenezzül etmem bile.
Kilisenin önündeki parktan geçip bir başka büyük caddeye çıktılar. Biraz heyecanlı görünen
Alberto eliyle büyük bir kitapçıyı gösteriyordu. Şehrin en büyük kitapçısı "LİBRİS
KİTABEVİ "ydi bu.
- Bana göstereceğin şey burada mı?
- İçeri girelim.
Alberto kitapçıdaki en büyük bölümü gösterdi. Burası NEW AGE, ALTERNATİF YAŞAM
ve GİZEMCİLİK adlı üç ayrı bölümden oluşuyordu.
Duvardaki kitapların adı birbirinden ilginçti: "Ölümden Sonra Bir Hayat Var mı?",
"Spiritizmin Sırları", "Tarot", "UFO Olgusu", "İyileştirme", "Tanrıların Dönüşü", "Bundan
Önce de Buradaydın", "Astroloji Nedir?" vs. Yüzlerce değişik başlıklı kitap vardı. Rafların
altında kitaplar ayrıca üstüste yığılı duruyorlardı.
- İşte bu da 20. yüzyıl Sofi. Bu, çağımızın tapınağı.
- Sen bu tür şeylere pek inanmıyorsun galiba.
- Bunların çoğu martaval ama porno kitapları kadar çok satıyorlar. Bunların çoğuna bir tür
pornografi demek de mümkün zaten. Genç insanların çoğu buraya gelip kendilerini en çok
heyecanlandı-ranJconulardaki kitapları alıyorlar. Oysa gerçek felsefeyle bu tür kitapların
ilişkisi olsa olsa ancak gerçek aşkla pornografinin ilişkisi kadardır.
- Kötü kalpli davranıyorsun bence.
- Gel, biraz parkta oturalım.
Kitapçıdan çıktılar. Kilisenin önünde boş bir bank duruyordu. Ağaçların altında güvercinler
dolanıyordu. İçlerinde bir de heyecanlı
525
SOFt'NÎN DÜNYASI
küçük bir serçe vardı. Alberto:
- Buna ESP ya da parapsikoloji deniyor, diye söze başladı. - Buna telepati, durugörü,
psikokinezi deniyor. Buna spiritizm, astroloji, ufoloji deniyor. Bir sürü adı var bunun.
- Ama cevap ver bana. Sence bunların hepsi bir martavaldan mı
ibaret?
- Her şeyi tek bir kılıfa sokup değerlendirmek gerçek bir filozofa yakışmaz elbette. Ancak
sözünü ettiğim bu sözcüklerin varolmayan bir arazinin haritası olduğunu göz ardı etmek
istemiyorum. En azından bence bunların çoğu, Hume'un ateşe atıp yakmak isteyeceği türden
"fantezi icatları" şeyler. Bu kitapların çoğunda tek bir gerçek deneyime rastlanamaz.
- Bu konularda nasıl bu kadar çok şey yazılabiliyor?
- Bu dünyanın en kârlı piyasalarından biri. Pek çok insanın istediği şey tam da bu tür şeyler.
- Peki sence insanlar neden bu tür şeylerle ilgileniyorlar?
- Bu, kuşkusuz, "gizemli" olana, gündelik hayatın sıkıcı tekdüzeliğini yıkıp "değişik" olanı
bulmaya dair bir özlemden kaynaklanıyor. Oysa bu görünen köye kılavuz aramak gibi bir şey.
- Ne demek istiyorsun?
- Müthiş bir masalın içersindeyiz. Burnumuzun ucunda muhteşem bir eser yükselmekte.
Üstelik tüm bunlar pırıl pırıl bir gün ışığında oluyor Sofi! Harika bir şey değil mi bu?
-Tabii.
- Öyleyse neden "heyecanlı" ya da "aşkın" bir şeyler yaşayabilmek için falcılara veya sözde
bilimlere ihtiyaç duyalım?
- Bu kitapları yazanlar yazdıklarını uyduruyorlar mı sence, yalan mı söylüyorlar?
- Hayır, ben bunu söylemedim. Ben yalnızca burada da bir "Dar-win sistemi" ile karşı karşıya
olduğumuzu söylemek istiyorum.
- Nasıl yani?
- Bir gün içinde ne kadar çok şey yaşadığını bir düşün!
526
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Evet?
- Bazen ilginç rastlantılar gelir başına. Dükkâna gidip 28 kronluk bir şey alırsın örneğin. Biraz
sonra Jorün gelip sana olan 28 kron borcunu öder. Sonra sinemaya gidersiniz ve biletinde 28
numaralı koltuk yazar.
- Evet, gizemli bir rastlantı olurdu bu.
- En azından bir rastlantı olduğu kesin. İşte insanlar bu tür rastlantıları biriktiriyorlar. Gizemli
ya da açıklanamaz deneyimlerini topluyorlar. Bu tür deneyimler milyonlarca insanın
yaşamından toplanıp bir araya getirilince, inandırıcılık kazanmaya başlıyor. Ve de bunların
sayısı giderek artıyor. Oysa burada da yalnızca kazanan kuponlar göze görünmekte.
- Ama bu tür şeyleri devamlı yaşayan, geleceği görebilen bir takım insanlar ya da
"medyum"lar gerçekten de var, değil mi?
- Tabii. Birtakım üçkâğıtçıları saymazsak, bu tür "gizemli olaylara yerinde bir açıklama
getirtnek mümkün.
- Nasıl yani?
- Freud'un bilinçaltıyla ilgili söylediklerini hatırlıyorsun, değil' mi?
- Pek unutkan olmadığımı daha kaç kez söylemem gerekecek!
- Freud bizlerin kendi bilinçaltımızın "medyunV'ları olduğumuzu söylüyordu. Bazen
kendimizi bir şey düşünürken ya da yaparken bulur, neden böyle yaptığımızı anlayamayız.
Çünkü aslında içimizde, farkında olduğumuzdan çok daha fazla deneyim ve düşünce
taşımaktayız.
- Evet?
- Uykusunda yürüyenler ya da konuşanlar da vardır. Buna bir tür "ruhsal otomatik"
diyebiliriz. Hipnoz sırasında da insanlar "kendiliğinden" bir şeyler yaparlar. Sürrealistlerin
"otomatik yazı"yla yazmaya çalıştıklarını da hatırlıyorsundur. Onlar böylelikle kendi bilinçaltlarına
"medyunV'luk yapmaya çalışıyorlardı.
- Bunu da hatırlıyorum.
527
SOFÎNİN DÜNYASI
- Bu yüzyılda, ara ara bir "spirrtüalizm uyanışı" yaşanmıştır. Buradaki ana düşünce, bir
"medyum"un ölmüş bir kişiyle konuşabil-mesidir. "Medyum" ölünün sesiyle konuşarak ya da
otomatik yazı yardımıyla yüzlerce yıl önce yaşamış birinden mesaj alır. Bu da ölümden sonra
bir hayat olduğunun ya da insanın birden çok kere yaşadığının kanıtı olarak görülür.
- Anlıyorum.
- Bütün bu medyumların üçkâğıtçı olduklarını söylemiyorum. Kimisinin yaptığı işe gerçekten
inandığına eminim. Ancak bunların "medyum"luğu olsa olsa kendi bilinçaltılarına karşı bir
medyumluktur. Trans halindeki medyumlar üzerine yapılan araştırmalarda, bu haldeki bir
medyumun kendinin bile nerden geldiğini anlayamadığı bir takım yetenekler ortaya koyduğu
görülmüştür. Örneğin tek kelime İbranice bilmeyen bir kadın "medyum", trans halindeyken
bu dilde konuşmaya başlamıştır. O halde bu kadın ya daha önce de yaşamış ya da ölü birinin
ruhuyla temasa geçmiş olmalıdır.
- Sence hangisi?
- Sonradan bu kadının küçükken Yahudi bir dadısı olduğu ortaya çıkmıştır...
- Ah...
- Hayal kırıklığına mr uğradın yoksa? İnsanların bilinçaltında neler barındırabildiğini
göstermesi açısından son derece ilginç bir örnek bu aslında.
- Anlıyorum.
- Günlük hayattaki bir takım tuhaf rastlantılar da Freud'un bilinçaltı öğretisiyle açıklanabilir.
Tam yıllardır görmediğim bir arkadaşımı aramayı düşündüğüm anda telefon çalar, karşıma o
arkadaşım çıkarsa...
- İnanılmaz bir şey!
- Evet ama bunun açıklaması örneğin son kez bir aradayken dinlediğimiz şarkının radyoda
çalmaya başlaması olabilir. Önemli olan nokta, bu üstü kapalı ilişkinin bilinçaltında yatıyor
olmasıdır.
528
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Ya martaval... ya kazanan kupon meselesi... ya da "bilinçaltı"...
- En önemlisi bu tür raflara şüpheyle yaklaşmak. Bu en azından bir filozof için önemli Uir
şey. İngiltere'de Şüphecilerin kurduğu bir dernek bile var. Bu dernek yıllar önce, küçücük de
olsa doğaüstü herhangi bir şey yaşadığını kanıtlayabilenlere yüklü bir para ödülü vermeyi vaat
etmişti. Büyük bir şey olmasına gerek yoktu bunun; bir insandan diğerine telepatinin ufak bir
örneği olsa da yeterdi. Ancak şimdiye dek bu ödüle hiç kimse başvurmadı.
- Anlıyorum.
- Ayrıca biz insanların henüz anlayamadığı pek çok şey olabilir. Tüm doğa yasalarını bilmiyor
olabiliriz. Örneğin geçen yüzyılda manyetizma ya da elektrik gibi olgular bir tür sihir gibi
algılanıyordu. Büyük büyükbabama televizyondan ya da bilgisayardan bahset se-ler gözleri
faltaşı gibi açılırdı her halde.
- Ama doğaüstü şeylere inanmıyorsun, öyle mi?
- Bundan daha önce de bahsetmiştik. "Doğaüstü" sözcüğü de başka başka anlamlarda
kullanılır oldu. Her neyse, evet, sanırım tek bir doğanın varolduğuna inanıyorum. Bu ise tek
başına yeterince heyecan verici bir şey.
- İyi ama bu kitaplarda yazan gizemli olaylara ne demeli?
- Gerçek filozofların gözleri açık olmalı. Şimdiye dek hiç beyaz bir karga görmemiş olsak da,
bu o kargayı aramaktan vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmez. Bir gün gelir, ne kadar
şüpheci olursam olayım, daha önce kabul etmediğim bir şeyi kabul etmek durumunda
kalabilirim. Bu kapıyı açık bırakmazsam dogmatik biri olurdum. O zaman da gerçek bir
filozof olmazdım.
Alberto ile Sofi bir süre bankta konuşmadan oturdular. Güvercinler ortalıkta gerdan kırarak
dolaşıyor, ara sıra bir bisikletten ya da a»i bir hareketten ürküyorlardı. Sofi sonunda:
- Artık eve gidip parti hazırlıklarına başlamam gerek, dedi.
- Gitmeden önce sana böyle bir beyaz karga göstereceğim. Ara-dığın şey bazen tam burnunun
ucunda olabilir.
529
SOFlNtN DÜNYASI
Bu kez doğaüstü olayları anlatan kitapların yanından geçip gitti, ler. Alberto kitapçının en
dibindeki ince raflardan birinin önünde durdu. Rafın üzerindeki küçücük levhada "FELSEFE"
yazıyordu.
Alberto'nun eliyle gösterdiği kitabın adını görünce Sofi'nin kalbi yerinden oynadı: "SOFİ'NİN
DÜNYASI".
- Sana bunu almamı ister misin?
- Buna cesaret edip etmeyeceğimden emin değilim.
Ve Sofi biraz sonra bir elinde kitap öbür elinde bahçe partisi için aldıklarının olduğu naylon
torbayla evine doğru yürümekteydi.
530
BAHÇE PARTÎSÎ
...beyaz bir karga...
Hilde yatağına mıhlanmış kalmıştı. Kolları ağırlaşmış, dosyayı tutan elleriyse titriyordu.
Saat on bire geliyordu. Demek iki saattir okumaktaydı. Bu süre boyunca hem başını dosyadan
kaldırıp yüksek sesle güldüğü, hem de başını çevirip ağlamaklı olduğu olmuştu. İyi ki evde
tek başınaydı.
Bu iki saatte neler neler okumamıştı ki! Her şey Sofi'nin Binbaşının dikkatini üzerine
çekmeye çalışmasıyla başlamıştı. En sonunda bir ağaca tırmanmış, buradan onu yere indiren
de ta Lübnan'dan gelen kaz Morten olmuştu.
Şimdi üzerinden çok zaman geçmiş olmasına rağmen babasının kendisine "Uçan Kaz"
masalını okuduğunu unutmamıştı. Yıllar önce, bu kitaptan esinlenerek şifreli bir dil de
yaratmışlardı kendilerine. Demek babası bu eski hikâyeyi yeniden canlandırıyordu.
Sonra Sofi'nin yalnız başına ilk kez bir cafe'ye gidişi... Hilde özellikle Alberto'nun Sartre ve
Varoluşçuluk üzerine anlattıklarını onaylamıştı içinden. Neredeyse Varoluşçu yapacaktı şu
Alberto onu. Ama öte yandan Alberto'nun daha önce anlattığı şeylerden kendine yakın
bulduğu daha başka pek çok şey de olmuştu.
Hilde bir sene kadar önce astroloji hakkında bir kitap almıştı. Bir başka seferinde de eve
elinde TAROT kartlarıyla gelmişti. Bir başka seferinde de spiritizm hakkında küçük bir
kitap... Babası her keresinde insanın bu tip şeylere karşı "eleştirel bir bakışı" olması gerektiği
ve "boş inan" konularında kendi-
531
SOFİNİN DÜNYASI
sine söylev çekmeyi zaten ihmal etmemişti ama ilk kez şimdi bunun nedenlerinden enine
boyuna bahsediyordu. Kızının bu tür şeylere karşı uyarılmadan yetişmesine gönlü gerçekten
el-vermiyordu anlaşılan. Garanti olsun diye kendisine bir televizyon ekranından el sallamayı
da unutmamıştı. Bu kadarı da biraz fazlaydı yani...
Ama Hilde'yi en çok meraklandıran şey şu kara saçlı kızdı.
Sofi, Sofi... kimsin sen? Nereden geliyorsun? Niçin benim hayatıma girdin?
tşte sonunda kendi hakkında yazılmış bir kitabı olmuştu. Bu, şimdi Hilde'nin elinde tuttuğu
kitabın aynısı mıydı? Onun elindeki bir kitap değil, bir dosyaydı aslında. Ama ne olursa olsun,
insanın kendisi hakkında yazılmış bir kitap bulması nasıl bir şeydi acaba? Sofi bu kitabı
okumaya başladığında neler olurdu kim bilir?
Şimdi ne olacaktı? Şimdi ne olabilirdi1?
Hilde elleriyle yoklayınca dosyada geriye sadece birkaç sayfa kaldığını fark etti.
Sofi otobüste annesiyle karşılaştı. Hay Allah! Elindeki kitabı görme-seydi bari I
Kitabı, parti için aldığı serpantinlerle balonların durduğu torbaya sıkıştırmaya çalışırken
annesi kitabı gördü.
- Merhaba Sofil Aynı otobüse binmişiz, ne güzeli
- Merhaba...
- Kitap mı aldın?
- Yoo, pek sayılmaz...
- "Sofi'nin Dünyası". A, ne ilginç!
Sofi yalan söylemenin fayda etmeyeceğini düşündü.
- Alberto verdi bu kitabı bana.
- Vermiştir ya! Şu adamla karşılaşmayı iple çekiyorum artık. Bakabilir miyim?
532
BAHÇE PARTİSİ
- Eve gelene kadar beklesek olmaz mı? Hem bu benim kitabım anne!
- Tabii senin kitabın. Şöyle bir bakıp geri vereceğim, merak etme! Aa... "Sofi Amundsen
okuldan eve geliyordu. Yolun bir kısmını kız arkadaşı Jorün'le yürürken, robotlardan
bahsetmişlerdi...
- Gerçekten böyle mi yazıyor?
- Evet, gerçekten böyle yazıyor. Yazarın adı Albert Knag. Hiç duymamıştım, yeni bir yazar
olmalı. Senin Alberto'nun soyadı neydi sahi?
- Knox.
- A, o zaman şu Alberto takma ad kullanarak senin hakkında koca bir kitap yazmış Sofi!
- Hayır, yazarı o değil. En iyisi sen boşver. Nasıl olsa anlamana olanak yok.
- Pekâlâ öyleyse. Yarın bahçe partimiz var. Her şey o zaman yoluna girecek görürsün.
- Albert Knag bambaşka bir gerçeklikte yaşıyor. Bu yüzden de bu kitap beyaz bir karga.
- Aa, yeter artık! Beyaz tavşandan sonra şimdi de beyaz karga mı çıktı başımıza?
- Burada kessek iyi olacak!
Yonca Sokağı durağında inene dek daha fazla bir şey konuşmadılar. Burada karşılarına gösteri
yapan bir grup çıktı.
- Off! diye söylendi annesi. - Ben de bizim muhitimizde böyle sokak demokrasisi gösterileri
olmuyor diye seviniyordum.
Göstericiler ancak 10-12 kişi kadardı. Ellerinde tuttukları pankartlarda "BİNBAŞI
GELİYOR!", "GÜZEL 24 HAZİRAN YEMEKLERİNE EVET!" ve "BİRLEŞMİŞ
MİLLETLER'E DAHA FAZLA GÜÇ!" gibi Şeyler yazıyordu.
Sofi neredeyse acıyordu annesine.
- Sen onlara aldırma anne, dedi.
- Ama çok acayip bir gösteri bu Sofi. Hattâ biraz saçma.
533
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Bu yalnızca bir ayrıntı.
- Dünya gittikçe daha hızlı değişiyor. Aslında bu tip şeylere hiç de şaşırmıyorum.
- Senin aslında şaşırmamana şaşırman gerek.
- Hiç de değil. Bir şiddet gösterisi değil ki yaptıkları. Ama Allah vere de güllerimizi
çiğnememiş olsunlar. Hem bahçede gösteri yapılmaz ki. Hadi gel, çabucak yürüyüp bakalım.
- Bu felsefi bir gösteriydi anne! Ve gerçek filozoflar güllere basmazlar.
- Biliyor musun Sofi, ben gerçek filozof diye bir şey olduğuna inanmıyorum. Günümüzde her
şey öyle yapay ki!
O öğleden sonrası ve akşam hazırlıklara devam ederek geçti. Ertesi gün de sofrayı kurup
bahçeyi süslediler. Çok geçmeden Jorün de
geldi.
- Aman Tanrım! dedi Jorün. - İşte annem babam da gelecek. Hep
senin yüzünden Sofi!
Misafirlerin gelmesine yarım saat kala her şey hazırdı. Ağaçları serpantinler ve Japon
fenerleriyie süslemişlerdi. Dışarıya bodrumun penceresinden uzun elektrik kabloları
uzatmışlardı. Bahçe kapısı, bahçenin girişindeki ağaçlar ve evin yüzü balonlarla süslenmişti.
Sofi ile Jorün bütün öğleden sonra balon şişirip durmuşlardı. Masada tavuk ve salata tabakları,
sandviçler ve pandispanya duruyordu. Kuru üzümlü çöreklerle yaş pasta, 8 şeklinde büyük bir
çörekle çikolatalı pasta henüz mutfaktaydı. Üst üste tam 24 halkadan oluşmuş kocaman
pastayı da masanın tam ortasına yerleştirmişlerdi bile. Annesi bu pastanın üzerine kiliseye
kabul töreni giysileri içersinde bir kız bebek yerleştirmişti. Annesi bunun ille bu anlama
gelmesi gerekmediğini söylemişti, ama Sofi onun bunu, kendisinin kiliseye girip girmemek
konusunda henüz bir karar vermediğini söylediği için yaptığına emindi. Annesi bu pas