ÇALIKUŞU
115
"Feride Hanım, sizi üzdüm. Fakat inanınız ki" diye bir cümleye başlamak istedi.
Ben, birdenbire silkinerek sözünü kestim, mektubu uzatarak:
- Ne münasebet, dedim. Üzülecek bir şey yok ortada. Bunlar olağan işler. Hatta, size teşekkür bile edeceğim. Bana bir hakikati öğrettiniz. Şimdi artık sizden müsaade isteyeceğim.
Hafif bir baş selamıyla yürüdüm. Fakat o, beni tekrar arkamdan çağırdı:
- Feride Hanım, bir dakika daha müsaade. Arkadaşıma ne söyleyeyim?
- Vazifenizi yaptığınızı söyleyiniz. Öte tarafı artık kendi bileceği şeydir, dersiniz, olur biter.
Yabancı kadın, bana bir kere daha seslendi, fakat artık dinlemedim, hızla ağaçların arasına daldım.
Kâmran'ın bizim artık bir daha barıştığımızı göremeyeceği kayanın yanında ne kadar beklediğini bilmiyorum. Fakat beklemekten usanarak odama geldiğinde ve masanın üstünde çizgili mektep defteri yaprağına karalanmış şu birkaç satırı gördüğü zaman herhalde şaşalamış olacaktır:
"Kamran Beyefendi. 'Sarı Çiçek' romanını baştan başa öğrendik. Bir daha ölünceye kadar birbirimizi görmek yok. Senden nefret ediyorum.
FERİDE"
İKİNCİ KISIM'
B. Eylül 19...
- VJELDfĞlN günden beri gece demezsin gündüz demezsin, yazarsın da yazarsın. Ne bitip tükenmez yazıdır bu? Mektup desem değil; mektup, deftere yazılmaz. Kitap desem değil, bizim bildiğimiz, kitabı saçlı sakallı ulemalar yazar. Sen parmak kadar çocuksun. Öyleyse ne yazarsın böyle durup dinlenmeden?
Bana bu suali soran; otelin ihtiyar odacısı Hacı Kalfa'dır. Bir saatten fazla bir zamandan beri dışarıda şarkı söyleyerek tahta siliyordu. Şimdi yoruldu; benimle, kendi dediği gibi, iki satır lakırdı atmaya geldi.
Hacı Kalfa'nın halini görünce kendimi tutamadım kahkahalarla gülmeye başladım:
- Bu ne kıyafet, Hacı Kalfa.
Her zaman beyaz bir önlükle dolaşan Hacı Kalfa, bugün arkasına dört peşli bir eski zaman entarisi giymiş, çıplak ayaklarıyla tahtaları silerken düşmemek için eline kocaman bir sopa almıştı.
- Ne yaparsın, hanımlık yapıyoruz, hanım gibi giyineceğiz elbette, dedi.
Hacı Kalfa, ara sıra konuştuğum dertli bir komşumdan başka, odama giren tek insandır, ilk günlerde çekiniyordu. Bir iş için odama gireceği zaman kapıyı vuruyor, "Başını ört hocanım, ben geliyorum," diyordu.
Ben, alay ediyor, "Haydi canım, Hacı Kalfa, işin mi yok Allah aşkına. Teklif mi var aramızda?" diyordum.
O, çatkın çehresini daha çatıyor:
118
Reşat Nuri Güntekin
- Yoo! iş senin bildiğin gibi değildir, "islam muhadderat-ları"nın yanına öyle sallapati girilmez, diye bana çıkışıyordu.
"Muhadderat" herhalde kadın falan demek olacaktı. Fakat hocalık gururuma yediremediğim için bunu Hacı Kalfa'dan so-ramıyordum. Mamafih, alay ede ede Hacı Kalfa'ya bu saygının manasızlığını anlatmıştım. Şimdi, aklına estikçe kapımı vuruyor, çekinmeden içeriye giriyordu.
Hacı Kalfa, gülmemin bir türlü kesilmemesine evvela kızacak oldu, fakat sonradan vazgeçti:
- Beni kızdırmak için mahsus yapıyorsun ama, kızmayacağım, dedi.
Sonra, gözlerinde garip bir hüzünle ilave etti:
- Kafeste kuş gibi o kadar sıkılıyorsun bu yalnız odada ki; biraz alay çıkar, gül, ziyanı yok, ahbaplık daha artarsa ben, sana bir parça da oynayacağım galiba, biraz eğlenmen için, anladın mı efendim?
Hacı Kalfa'ya ne yazdığımı anlatmak kabil değildi.
- Yazım pek çarpık çurpuk da meşk yazıyorum Hacı Kalfa, dedim. Yarın, öbür gün derse başlayacağım. Çocuklar ayıplar sonra.
Hacı Kalfa, fotoğraf karşısında poz alır gibi sopasına dayandı, gözlerinde tatlı bir gülümseme ile cevap verdi:
- Çocuk aldatıyorsun, Hacı Kalfa kaç baharın yoğurdum! yemiştir, bilirsin sen? Onlar ki hattat gibi sülüs yazılar, iki par etmez yazdıkları. Onlar ki böyle karınca ayağı gibi eğri büğr bir şeyler karalarlar, ne çıkarsa onlardan çıkar. Biz, dairelerdi ne kadar taban tepmiş, ne çeşit memurlar görmüşüz, bilirsil sen? Bir derdin vardır senin, vardır ama, her neyse onun sı bizlere düşmez. Yalnız yazarken, parmaklarını mürekkepl boyamamaya gayret et ki, çocuklara karşı asıl ayıp odur. Haj di bakalım, sen yaz yazını; ben de tahtalarımı nrçalayım.
ÇALIKUŞU
119
Hacı Kalfa'yı savdıktan sonra tekrar masamın başına geçtim. Fakat, artık çalışamıyorum; onun bazı sözleri beni sardıkça sarıyor.
Adamcağızın hakkı var. Mademki artık koskoca insanım, yarın, öbür gün işine başlayacak bir hocayım; o halde kendimden, çocukluğumdan hiçbir iz, eser bırakmamaya çalışmalıyım. Hakikaten parmaklarımdaki hatta Hacı Kalfa'nın söylememesine rağmen, dudağımdaki mürekkep lekeleri ne oluyor? Hele geceleri defterime yazarken sık sık kendimi mektepte görmem, artık bir daha göremeyeceğim insanların etrafımda dolaşıyor gibi olmalarını hissetmem, biraz da bu lekelerden gelmiyor mu?
Hacı Kalfa'nın bir sözü daha zihnime takılıyor: "Kafeste kuş gibi o kadar sıkılıyorsun bu yalnız odada ki..."
Kafeslerin hepsinden nihayet kurtulduğum bugün de birinin beni, kafeste bir kuş gibi görmesi doğru değil. Sonra, kuş-kelimesinin eski "Çalıkuşu"nu; kırık kanadı, kapanmış gagasıyla düştüğü yerden kaldırmak gayreti var. Hacı Kalfa, böyle konuşmakta devam ederse, aramızın bozulmasından korkuyorum.
Mamafih, defterimi eksik bırakmamak için son bir gayret lâzım. Arkamda bıraktığım iğrenç dünyaya bir kere daha dönmeliyim.
O akşamüstü, yabancı kadından, öğreneceğimi öğrendikten sonra odama gidiyordum. Taşlıkta teyzeme tesadüf ettim, karanlıkta bir köşeye gizlenmek istedim. Fakat teyzem beni görmüştü.
- Kim o? diye seslendi. Sen misin Feride? Niçin saklanıyorsun?
Cevap vermeden karşısında durdum. Birbirimizin yüzünü fark edemiyorduk.
120
Reşat Nuri Güntekin
- Mutlaka yine bir yaramazlık!..
Görünmez bir el göğsüme basıyor, nefesimi kesiyor gibiy-
di.
- Teyze, dedim.
Teyzem, bu dakikada bana bir tatlı kelime söylemiş olsaydı, hafifçe yanağıma dokunsa, saçımı okşasaydı, ağlayarak kollarına atılacak, belki her şeyi söyleyecektim.
Fakat o, benim ne halde olduğumu fark edemedi. "Yine ne derdin var, Feride?" dedi. Teyzemden bir şey istediğim vakit daima böyle söylerdi. Fakat, bu akşam bana öyle geldi ki, bu sözlerle: "Artık yetmedi mi?" demek istiyor.
- Hiç, teyze, dedim, müsaade edersen seni öpeceğim.
Teyzem, ne olsa, annem demektir. Onu, son bir defa öpmeden ayrılmak istemiyordum.
Cevabını beklemeden ellerini tuttum, karanlıkta iki yanağından, sonra gözlerinden öptüm.
Odam darmadağınık, iskemlelerin üstüne elbiseler atılmıştı. Açık dolap gözlerinden çamaşırlar sarkıyordu. Benim cesaret ettiğim şeyi yapacak insanın, arkasında derbeder bir mektep çocuğu odası bırakması ayıptı. Fakat, ne çare ki vakit çok dardı.
Penceremde ışık görüp gelmelerinden korkarak karanlıkta hemen el yordamıyla, ona bırakılacak birkaç satırı yazdım.
Sonra, dolabımı açtım. Kırmızı bir kurdele ile bağlı diplomamı, yadigâr kıymetinde birkaç parça eşyayı, annemden kalma küpe, yüzük gibi bir iki fakir mücevheri mektep valizime doldurdum.
Kapılardan kaçan evlatlıkların da böyle yaptıklarını hatırlıyor, acı acı gülüyordum.
ÇALIKUŞU 121
Nereye gideceğimi, ancak, sokağa çıktıktan sonra düşündüm. Evet, ben nereye gidecektim? Yarın olsa kolay. Zihnimde müphem surette tasarlanmış bir şeyim vardı. Asıl mesele bu geceyi geçirmekteydi. Gecenin bu saatinde nereye sığınabilirdim? Her şeyi göze almış olmama rağmen elimde valizimle sabaha kadar tarlalarda dolaşamazdım ya. Biraz sonra köşkte bir kıyamet kopacaktı. Rezalet korkusuyla belki polise başvurmazlardı. Fakat, etrafa kol kol arayıcılar çıkacağı muhakkaktı. Tren, vapur, hatta araba yolculuğu tehlikeliydi, izimi çabucak keşfederlerdi. Gerçi hayatını kendi istediği gibi yaşamak isteyen bir insanı zorla, bu köşke dönmeye mecbur edecek bir kuvvet yoktu. Fakat kararımı bir çocuk deliliği, şımarık bir kız nazı sanacaklar; beni de, kendilerini de boş yere üzeceklerdi.
Onları bu fikirden vazgeçirmek, hatta, bir daha adımı anmaya tövbe ettirmek için yarın teyzeme nasıl bir mektup yazacağımı biliyordum. Fakat, bu gece nerede barınacaktım?
Evvela, aklıma, civar köşklerde oturan bazı arkadaşlarım geldi. Beni muhakkak ki iyi karşılayacaklardı. Fakat, yaptığım az çok bir rezaletti. Bu vaziyette bir kızı bir gececik olsun evlerine kabul etmek, belki tuhaflarına gidecekti. Sonra bu fevkalâdeliği izah için onlara bir şey söylemek lâzım gelecekti. Yabancılara hesap vermenin ve onlardan nasihat dinlemenin gücüme gideceğini hissediyordum. Nihayet, ilk aklıma gelen isimler tabiatıyla evdekilerin de aynı kolaylıkla düşüneceği isimler olacak. Beni aramaya, en evvel onlardan başlayacaklardır. Arkadaşlarımın aileleri gece yarısı telaş içinde beni sormaya gelen aileme, benim hatırım için "Burada yok" demeye cesaret edebilecekler miydi?
İstasyona giden caddeyi tehlikeli bularak aradaki Içeren-köy yollarına sapmıştım.
Karanlık gittikçe artıyordu. Şaşırmaya, cesaretimi kaybetmeye başladığım bir zamanda aklıma birdenbire bir şey geldi.
122
Reşat Nuri Güntekin
Sekiz, on sene evvel akrabalarımızdan birinin evinde sütnine-lik etmiş bir muhacir kadını vardı ki, Sahrayıcedit'te oturur ve sık sık köşke gelirdi.
Geçen sene bir gün, uzunca bir akşam gezintisinden dönerken onun evine uğramış, yarım saat kadar bahçesinde dinlenmiştik. Eskilerimi daima ona verdiğim için benimle arası gayet iyiydi. Geceyi onun evinde geçirirdim ve kimse, benim orada olacağımı akıl edemezdi.
Sokaktan bir muhacir arabası geçiyordu. Evvela onu çevirmek istedim, fakat.bu hem tehlikeliydi, hem de üstümde bozuk param yoktu.
Çaresiz, yaya olarak Sahrayıcedit yolunu tuttum. Karanlıkta bir gölge gördükçe, yahut bir ayak sesi işittikçe tireyerek duruyordum. Gece vakti, ıssız kır yollarında, tek başına dolaşan bir kadından kim şüphe etmezdi? Bereket versin, ortalıkta in cin yoktu. Yalnız bir bağın kenarından geçerken küçük bir tehlike atlatım. Karşıdan türkü söyleyerek birkaç sarhoş geliyordu. Bir sıçrayışta bağın kenarındaki alçak çitin üstünden aştım; onlar geçip gidinceye kadar orada gizlendim. Bağda köpek falan olsaydı halim haraptı.
Bundan başka, Sahrayıcedit caddesini geçerken kaldırımlar üstünde, yorgun yorgun sopasını sürüyen bir bekçiye rastladım. Fakat hoş bir tesadüf oldu. Adamcağız beni görmeden yan sokaklardan birine saptı.
Sütnine ile ihtiyar kocası, beni görünce şaşırdılar. Yolda hazırladığım kurt masalını okudum. Büyük amcamla Üsküdar'dan geliyorduk. Şurada arabamızın tekerleği kırıldı. Bu saatte başka araba da bulamadık. Çaresiz, yaya dönüyorduk. Uzaktan sizin lambanızı gördük. Amcam: "Haydi Feride, yabancı yer değil ya, sen sütnineye misafir ol bu gece. Ben de şuradaki bir ahbabımda kalayım!" dedi.
Doğrusu masalım bu saf insanlarca bile pek kolay inanılacak bir masal değildi. Fakat, küçükhanımı bir gece misafir et-
ÇALIKUŞU 123
mek şerefi onlar için o kadar büyük bir şeydi ki, sözlerimden şüphe etmediler.
Zavallı sütninenin benim için hazırladığı kır lavantası kokan tertemiz yatağı ertesi sabah boş, dokunulmamış gördüğü zaman ayaklan suya ermiştir ki, o vakit de kuş uçmuş kervan geçmiş bulunuyordu.
O gece, sütninenin odasında, lambamı söndürmüş, karanlığa baka baka uzun bir plan hazırlamıştım.
Dolabımın bir köşesinde, kırmızı kurdelesiyle, ağır ağır solup sararmaktan başka bir şeye yaramayacak zannettiğim diplomam gözümde bir ehemmiyet almıştı. Bütün ümidim, pek makbul olduğunu söyledikleri bu kâğıt parçasındaydı. Onun sayesinde Anadolu vilayetlerinden birinde bir hocalık alacak, bütün hayatımı çoluk çocuk arasında, şen ve mesut geçirecektim.
istanbul'dan çıkıncaya kadar, Eyüpsultan'daki Gülmısal Kalfa'nın evinde gizlenmeye karar vermiştim. Gülmisal Kalfa, annemin dadısıydı. Annem evlenirken, onu da Eyüp'te ihtiyar bir kolcubaşıya vererek çırak çıkarmışlardı.
Annemi çok sevmesine mukabil, teyzemlerle arası bozuktu. Büyükkannem sağken ara sıra yalıya gelir, bana boyalı Eyüp oyuncakları getirirdi. Fakat, o öldükten sonra kalfa, büsbütün ayağını kesmiş, teyzelerim de adını anmaz olmuşlardı. Sebebini bilmiyordum ama, aralarında galiba bir de kavga çıkmıştı.
Herhalde, istanbul'da benim için Gülmisal Kalfa'nın evinden daha emin bir yer yoktu.
Teyzem zihnimde gittikçe dallanıp budaklanan mektubu aldıktan sonra, ağlamaktan başka bir şey yapamayacaktı. Öteki alçak da ne de olsa insandı, izimi keşfetse bile, karşıma çıkmaya yüz, surat bulamayacktı.
124
Reşat Nuri Güntekin
l
O sabah, kalfanın sokak kapısını aralık buldum. Kendisi kınalı kaşlarının üstünde bir başörtüsü, çıplak ayaklarında hamam nalınlarıyla evinin taşlarını yıkıyordu.
Bir şey söylemeden kapının önünde durdum, onu seyretmeye başladım. Yüzüm sımsıkı kapalı olduğu için beni tanıya-mıyor, fersiz mavi gözleriyle şaşkın şakın bana bakıyordu.
- Bir şey mi istediniz hanım? dedi. Bir, iki kere yutkunduktan sonra:
- Dadı, beni tanımadın mı? diye sordum. Sesim, onun üzerinde anlaşılmaz bir tesir yaptı, ürkmüş gibi geri çekilerek:
- Fesuphanallah, fesuphanallah! diye seslendi. Açsana yüzünü hanım?
Valizimi ıslak taşların üstüne koyarak peçemi kaldırdım. Kalfa, boğuk bir feryat kopardı:
- Güzide, Güzidem gelmiş. Ah, evladım! Damarları çıkmış zayıf kollarıyla boynuma sarılıyor, gözlerinden sel gibi yaşlar akarak:
- Ah çocuğum, ah çocuğum diye hıçkmyordu.
Bu fazla heyecanın sebebini anlamıştım. Benim gittikçe anneme benzediğimi söylerdi. Hatta, onu hiç unutmayan eski bir arkadaşı: "Güzide'nin, tamamıyla yirmi yaşındaki çehresi, sesi. Feride'yi ağlamadan dinleyemiyorum" derdi.
Gülmisal Kalfa'ya da şimdi aynı şey olmuştu. Ağlamanın bu kadar güzel bir şey olacağını, bu ihtiyar Çerkez halayıktan evvel bana hiç kimse anlatamamıştır.
Annemi ben, hayal meyal hatırlarım. Bazı terk edilmiş odalarda, toza, taprağa bulanmış, çizgileri ve boyaları silinmiş eski resimler şeklinde belli belirsiz bir hayal. Bu hayal, bugüne kadar bende ne bir hüzün, ne bir fazla sevgi uyandırmıştı.
Fakat, Gülmisal Kalfa, zavallı ihtiyar kafasından benimle onu ayırt edemeyerek "Güzidem" diye hıçkırırken, içimde anlaşılmaz bir şey oldu. Annem, gözümün önünde, ölümünün
ÇALIKUŞU 125
ateşi yüreğimde, ben de "Anne, anneciğim!" diye katıla katıla ağlamaya başladım. Zavallı kalfa kendini unutmuş, benimle uğraşmaya başlamıştı.
Gözyaşları içinde ona sordum:
- Kalfa, annem bana çok mu benziyordu?
- Çok, kızım, seni görünce aklım karıştı, onu görüyorum sandım. Allah toprağı kadar ömür versin sana.
ihtiyar kalfa, taşlığın yanındaki odada, beni çocuk gibi soyarken, hâlâ için için ağlamakta devam ediyordu.
Onun patiska perdeli küçük odasında geçirdiğim ilk saatlerin tadını dünyada unutamayacağım. Beni, soyduktan sonra, dokuma bir örtü ile kaplı kerevetinin üzerine yatırdı, başımı dizine koydu, alnımı ve saçlarımı okşayarak annemi anlatmaya başladı.
Doğduğu gün, mavi yüzlü yemenisi ile ilk defa kucağına aldığı dakikadan sonra ayrıldığı güne kadar, bütün hatıralarını bir bir anlattı.
Sıra bana gelince, ben de, başıma gelenleri ona, olduğu gibi söyledim. Kalfa sözlerimi, bir çocuk masalı dinler gibi gülümseyerek dinliyor, ara sıra "Vah yavrum" diye içini çekiyordu. Fakat, dün gece köşkten nasıl çıktığımı, bir daha ölünceye kadar oraya dönmeyeceğimi söylediğim vakit, telaşa düştü: "Feride, sen çocukluk etmişsin, Kâmran Bey bir cahillik etmiş. Tövbe eder, bir daha yapmaz!" dedi.
Gülmisal Kalfa'ya isyanımı anlatmaya imkân yoktu. Hikâyemin sonunda dedim ki:
- Gülmisal Kalfa, ihtiyar kafacığmı nafile yorma! Ben, iki üç gün sana misafir olduktan sonra başka bir memlekete gideceğim. Elimin emeğiyle yaşayacağım.
Ben, böyle söylerken, kadıncağızın gözleri doluyor, ellerimi okşayıp yanaklarına, dudaklarına sürerek:
- Bu ellere kıyabilir miyim ben? diyordu.
Kalfayı dizlerimin üstüne oturtup hoplatarak, buruşuk
126
Reşat Nuri Güntekin
yanaklarını çekiştirerek anlattım ki, o eller için şimdilik fazla bir tehlike yoktur. Yaramazlık eden birkaç küçüğün ara sıra kulaklarını çekmekten başka bir şeyde kullanılacak değildir.
Anadolu'da nasıl hocalık edeceğimi, neler yapacağımı öyle neşe ile anlatıyordum ki, nihayet, o da, benim heyecanıma kapıldı. Yeşil bir bürümcüğe sarılı küçük Mushaf mı duvardan indirdi ve onun üzerine yemin etti ki, burada misafir kaldığım müddetçe, beni ele vermeyecektir. Öte taraftan beni aramaya gelenler olursa, kapıdan çevirecektir.
O gün akşama kadar, Gülmisal Kalfa ile ev işi gördük. Ben, şimdiye kadar hep hazırdan yemiştim. Bir gün bir yumurta bile pişirmemiştim. Bu, artık değişmeliydi. Bundan sonra, aşçıyı hizmetçiyi nerede bulacaktım? Hazır Gülmisal Kalfa elimdeyken ondan nasıl yemek pişirileceğini, bulaşık ve çamaşır yıkanacağını, hatta, söylemesi ayıp ama, nasıl sökük dikilip çorap yamanacağını öğrenmeliydim.
iskarpinlerimi, çoraplarımı çıkardıktan sonra işe girişmiştim. Kalfanın isyanlarına, feryatlarına kulak asmadan, kuyudan kova kova su çektim. Tahtaları sildim yahut batırdım. Sonra, yine kuyu başına oturarak onunla beraber zerzevat ayıkladım.
Zerzevat ayıklamak deyip geçeriz, ama o ne ince işmiş! Kalfa, soyduğum patatesleri gördükçe feryat ediyor:
- Kızım, sen onların yarısını kabuklarıyla beraber atıyorsun, diyordu.
Ben, o vakit dikkatle gözlerimi açıyor:
- Sahi öyle kalfa. Ben, bunu senden öğrenmeseydim, bin zahmetle satın aldığım patateslerimin yarısını atacak ve ömrümün sonuna kadar farkında olmayacaktım, diyordum.
Ondan öğreneceğim şeyleri yazmak için yanıma küçük bir not defteri koymuştum.
ikide birde:
- Dadı, patatesin tanesini kaç kuruşa verirler? Kabukla-
ÇALIKUŞU 127
nnı en çok kaç santim kesmek lâzım gelir? gibi sualler soruyor, dadıyı güldürüyordum. Hele:
- Dadı, tahta silmek için kaç kova su lâzım? dediğim zaman, kadıncağızın adeta gözlerinden yaş geldi.
Cahil bir Çerkeze yeni mektep usullerini nasıl anlatırsın? Bunları yaparken seviniyor, akşamdan beri, vücudumun bir yerinden gelen hafif sızının adeta uyuştuğunu duyuyordum.
Tenceremizi ateşe koyduktan sonra, mutfaktaki tertemiz hasırın üstüne oturduk.
- Ah, kalfacığım, diyordum, kim bilir gideceğim yerler ne kadar güzeldir. Ben, Arabistan'ı hayal meyal biliyorum. Anadolu herhalde ondan çok daha güzeldir. Oradaki insanlar bize benzemezlermiş. Kendileri fakirmiş, fakat gönülleri öyle zengin, öyle zenginmiş ki, hiçbiri, değil fakir bir akraba çocuğuna, hatta düşmanına ettiği iyiliği başına kakmak mürüvetsizliğinde bulunmazmış. Küçük bir mektebim olacak. Baştan başa çiçeklerle donatacağım. Çocuklarım, bir alay çocuğum olacak. Kendime "abla" dedirteceğim. Fakir olanlara, elimle siyah önlükler dikeceğim. "Hangi elinle?" diyeceksin. Gülme, alay etme. Onu da öğrenirim elbette.
Kalfa, kâh gülüyor, kâh pişman olmuş gibi kızarak:
- Feride, evlatçığım, sen çok yanlış yola gidiyorsun, diye içini çekiyordu.
Görürüz bakalım hangimizin yanlış gittiğini.
Bu işler bittikten sonra teyzemin o korkunç mektubu yazıldı. Bu mektubun bir yerinde şöyle söylüyordum: "Seninle açık konuşacağım, teyze. Kâmran, bana hiçbir zaman bir şey söylemedi. O, benim için hiçbir zaman kendini beğenmiş, şımarık, manasız, ruhsuz, karaktersiz bir konak çocuğundan başka bir şey olmadı. Zayıf, minimini, çerden çöpten bir insan. Daha sayayım mı?
Ben, onu hiçbir zaman ne beğendim, ne istedim, ne de
128
Reşat Nuri Güntekin
başka türlü bir his duydum. 'Böyledir de niçin onunla evlenmeye razı oldun?' diyeceksin. Çalıkuşu'nun kafasızlığı malum. Bir delilik yaptık. Fakat, bereket versin ki, kendimi vaktinde topladım. Oğlunuz için böyle düşünen bir kızın saadetli eviniz için nasıl bir felaket olacağını anlamanız lâzım gelir. İşte, bugün, içinizden ayrılmak ve aradaki bütün bağları kesmek suretiyle bu felaketin önünü aldım. Senelerden beri gördüğüm iyiliklerin birazını ödedim.
Bu lakırdıları işitikten sonra, artık, benim adımı ağzınıza almak küçüklüğünden kendinizi sakınacağınızı umarım. Yine bilmelisiniz ki, bu ağza alınmaz lakırdıları utanmadan, çekinmeden bile size yazan nankör ve terbiyesiz kızla karşı kaşıya gelecek olursanız, bir çamaşırcı kadın kavgası yapmaya da kadirdir.
Bunun için en iyisi, artık birbirimizin adını anmamak olacaktır. Farz edin ki, Çalıkuşu da, anası gibi bir köşede ölüp gitti, isterseniz bir iki damla gözyaşı dökün; ona karışmam. Fakat, sakın uzaktan, bir yardıma filan kalkayım demeyin; hakaretle reddederim.
Ben, yirmi yaşında, postunu sudan kurtarmış bir insanım, canım nasıl isterse öyle yaşarım."
Bu terbiyesiz mektubu hatırladıkça daima utanacak ve ağlayacağım. Fakat lâzımdı. Teyzemin beni aramasına, belki peşime düşmesine başka türlü mani olamazdım. Varsın kızsın, darılsm teyzem bana. Fakat üzülmesin.
*
Ertesi gün mektubumu elimle postaya verdikten sonra, doğru Maarif Nezareti'ne gittim, arkamda Gülmisal Kalfa'nın bol çarşafı, yüzümde onun kalın peçesi vardı. Böyle yapmaya mecburdum. Çünkü, hem sokakta kendimi kimseye tanıtmamak lâzımdı hem de Maarff Nezareti'nin, açık gezen kadın hocalara pek ehemmiyet vermediğini işitmiştim.
ÇALIKUŞU
129
Nezaret kapısını buluncaya kadar cesur ve neşeliydim, işlerimin gayet kolay biteceğini umuyordum. Bir hademe beni Nazır'ın yanına götürecek, o da diplomamı görür görmez; "Hoş geldin hanım kızım. Biz de senin gibileri bekliyorduk" diye beni, Anadolu'nun en yeşil bir memleketine tayin ediverecekti. Fakat, kapıdan girince hava birdenbire değişti; beni bir heyecan, bir korku aldı.
Girintili, çıkıntılı sofalar, binanın alt başından üst başına kadar acayip merdivenler, bu sofalarda, bu merdivenlerde bir alay insan. Kimseye bir şey sormaya cesaret edemiyor, şaşkın şaşkın etrafıma bakmıyordum.
Sağımda, yüksek bir kapının üzerinde "Makam-ı Nezaret" diye bir tabela gözüme ilişti. Herhalde Nazır'ın odası orada olacaktı. Kapının önünde, parlak marokenden kıvrım kıvrım somya telleri fışkırmış bir köhne koltukla kolları yaldızlı kerli ferli bir hademe oturuyordu. Öyle bir edası vardı ki, insan "Acaba Nazır Paşa, yahut Bey bu mu?" diye şüpheye düşse yeriydi.
Korka korka yanına yaklaştım:
- Nazır Bey yahut Paşa'yı görmek istiyorum, dedim. Hademe parmaklarını tükürükleyip kumral palabıyıklarının ucunu kıvırarak, şahane bir bakışla beni süzdü, ağır ağır:
- Ne yapacaksınız Nazır Bey'i? dedi.
- Hocalık isteyeceğim, dedim.
O, bıyıklarının ucunun ne şekil aldığını görebilmek için dudaklarını büzüp cevap verdi:
- Böyle şey için Nazır Bey rahatsız edilmez. Git, dairesine söyle. Usulü dairesinde muamele yap!
Usulü dairesinde muamelenin ne olduğunu öğrenmek istedim. Fakat o, artık cevap vermeye lüzum görmedi; aynı mağrur ve şahane eda ile başını öbür tarafa çevirdi.
Peçenin altında, korku ile dilimi çıkardım. Bu, böyle olursa, efendisi, kim bilir ne olacak? Vay başımıza gelen, diye düşündüm.
Çalıkuşu - F 9
130
Reşat Nuri Güntekin
Merdiven parmaklığının kenarına sekiz on su kovası dizmişler, üzerine -Köşkte tahterevalli oynamak için kullandığımız tahtalara benzer- bir uzun tahta alarak garip bir peyke meydana getirmişlerdi. Peykenin üzerinde kadınlı erkekli bir yığın insan oturuyordu.
Siyah yün çarşafını çenesinin altından iğnelemiş, çini mavi gözlü bir ihtiyar kadını gözüme kestirdim, yanma yaklaşarak halimi anlattım. Acı bir bakışla:
- Meslekte müptedi olduğunuz görülüyor. Nezarette tanıdığınız kimse yok mu? dedi.
- Hayır. Belki bir tanıdık vardır ama, bilemiyorum, dedim. Fakat buna ne lüzum var?
Söylediği kelimelere göre âlim bir hocahanım olduğu anlaşılan mavi gözlü kadın gülümsedi:
- Bunu daha sonra anlarsınız kızım, dedi. Gelin sizi Ted-risat-ı İptidaiye Dairesi'ne götüreyim, bir kere Müdür-i Umumi Beyefendi'yi görmeye çalışın.
Müdür, siyah sakallı, yer yer çiçek bozuğundan yenmiş kocaman kafalı, kalın kaşlı gayet esmer bir adamdı. Odasına girdiğim zaman, yazıhanesinin önünde ayakta duran iki genç kadınla konuşuyordu.
Bir tanesi fark edilecek kadar titreyen elleriyle çantasının içinden buruşuk kâğıtlar çıkarıyor, birer birer yazıhanenin üstüne koyuyordu.
Müdür, kâğıtlara şöyle bir göz gezdirdi, imzalarına, damgalarına baktı, sonra:
- Gidin, ismizini şubeye kaydettirin, dedi. Hanımlar, geri geri giderek bir temenna ettiler.
- Siz ne istiyorsunuz hanım?
Bu sual, bana sorulmuştu. Biraz şaşırarak, kekeleyerek halimi anlatmaya başladım. Fakat o, birdenbire sözümü kesti. Sert bir sesle:
- Muallimlik değil mi? istidanız var mı? dedi.
ÇALIKUŞU 131
Daha ziyade şaşırdım:
- Yani diplomam mı demek istiyorsunuz, dedim. Müdür, sinirli bir istihfafla dudaklarını büktü; köşede oturan cılız bir misafire başını salladı:
- Görüyorsunuz ya hali. insan, nasıl çıldırmaz? istida ile şahadetname arasındaki farktan haberleri yoktur. Sonra muallimlik isterler; daha sonra da maaş az, yer uzak diye kafa tutarlar.
Odanın tavanı fırıl fırıl başımda dönüyordu. Ne diyeceğimi kestiremeyerek şaşkın-şaşkın etrafıma bakıyordum.
Müdür, daha sert bir sesle:
- Ne bekliyorsunuz? dedi. Haydi bilmiyorsanız bir biline sorun, istida yapın!
Ben, şaşkınlıkla bir yere çarpmadan odadan çıkmaya çalışırken köşede oturan küçük efendi araya girdi:
- Beyefendi hazretleri, müsaade buyrulur mu? Hanım kıza halisane bir nasihat vereyim.
Aman Yarabbi, neler söyleniyordu! Benim gibi kadınlar, hocalıktan ziyade, sanata heves etmeliymişler. Beyefendinin buyurdukları gibi, istida ile şahadetname arasındaki farkı henüz anlamamış olduğuma göre hocalıkta muvaffak olacağım esasen şüpheliymiş. Fakat çalışırsam, mesela iyi bir terzi olur, hayatımı kazanırmışım.
*
Merdivenden inerken gözlerim etrafı kapkara görüyordu. Kolumu biri tuttu. O kadar dalgındım ki, az kaldı bağıracaktım.
- işin nasıl oldu kızım?
Bu suali, yine o çini mavi gözlü hanım soruyordu. Öfke ve ümitsizlikten ağlamamak için dişlerimi sıkarak halimi anlattım. Tatlı bir gülümseme ile:
- Tanıdığın olup olmadığını bunun için sormuştum, kızım, dedi. Mamafih, meyus olma. Yine bir çaresi bulunur belki.
132
Reşat Nuri Güntekin
Gel seni tanıdıklardan bir şube müdürüne götüreyim. Eksik olmasın, iyi adamcağızdır.
Tekrar merdivenleri çıktık, ihtiyar hocanım, bu sefer beni, büyük bir kalem odasından buzlu bir camekânla ayrılmış, minimini bir hücreye soktu. Bugün, hakikaten şansım yoktu. Çünkü, orada da pek ümit vermeyen bir manzara ile karşılaştım. Sakalının bir tarafı siyah, bir tarafı adeta ağarmış bir efendi, hiddetten ateş püskürüyor, karşısında benim biraz evvelki halime benzer bir vaziyette tir tir titreyen bir hademeyi dövecek hareketler yapıyordu.
Önünde duran bir fincan kahveyi, bulaşık suyu döker gibi, pencereden sokağa serpti, sonra hademeyi ite kaka kapıdan dışarı çıkardı.
Yeni arkadaşımın yavaşça eteğinden çektim:
- Aman, buradan kaçalım, dedim.
Fakat buna vakit kalmadı. Müdür, bizi görmüştü;
- Hayrola Naime Hocanım? dedi.
Öfkeli bir insanın bu kadar çabuk yatıştığını ömrümde ilk defa görüyordum. Ne çeşit huyları var bu memurların, Yarabbi?
Mavi gözlü hocanım, birkaç kelime ile halimi anlattı. Müdür, tatlı bir gülümseme ile bana:
- Pekâlâ kızım, pekâlâ. Geç şöyle otur bakalım, dedi.
Bu kuzu gibi adamın, biraz evvel sokağa kahve döken, ihtiyar bir hademeyi dut ağacı silker gibi tartaklaya tartaklaya dışarı atan insan olduğuna bin şahit isterdi.
- Aç yüzünü bakayım kızım. OooL Sen daha hemen hemen çocuksun. Yaşın kaç?
- Yirmiyi bitirmek üzereyim efendim.
- Acayip. Mamafih, her neyse. Ancak sen, dışarı gidemezsin. Senin için hayli tehlike var.
- Niçin efendim?
- Niçini var mı, kızım? Sebep meydanda.
Müdür Efendi gülüyor, eliyle yüzümü göstererek Naime
ÇALIKUŞU 133
hocanıma işaretler yapıyor, fakat meydanda olan bu sebebi bir türlü söylemiyordu.
Nihayet, mavi gözlü hanıma göz kırparak;
- Ben daha çok söyleyemem. Sen kadınca daha iyi anlatırsın Naime Hanım, dedi.
Sonra, sakalını iki yana sallayarak kendi kendine konuşur gibi ilave etti:
- Ah, sen bilsen dışarılarda ne yaman oğlu yamanlar vardır!
Ben, saf bir hayretle:
- Efendim, o çok yaman dediğiniz adamlar kimlerdir, bilmiyorum. Fakat siz de bana onların olmadığı yerde ders bulursunuz, dedim.
Müdür, bu sefer elini dizkapaklarına vurarak daha fazla güldü:
- Eh!.. Bu hakikaten hoş!
Ben, bir insanı ilk görüşte ya severim ya sevmem. Sonradan bu ilk hissimin değiştiğini hiç hatırlamıyorum.
Her nedense, bu adamcağıza birdenbire kanım kaynayı-vermişti. Hele bir yanı beyaz, bir yanı kara olan sakalı, öyle hoştu ki, yüzünü sağa çevirdiği zaman hemen hemen genç bir adamı görüyordunuz; sola çeviıdiği zaman ise o adam, birdenbire gidiyor, yerine beyaz sakallı o ihtiyar yüzü gülümsemeye başlıyordu.
- Darülmuallimat'tan bu sene mi çıktınız, hanım kızım?
- Hayır efendim, ben Darülmuallimat'tan çıkmadım. Dam do Sion mektebinden diplomalıyım.
- Nasıl mektep bu?
Müdüre uzun uzun izahat verdim, sonra diplomamı uzattım. Galiba Fransızca bilmiyordu. Fakat, belli etmemek için kâğıdın ötesine, berisine bakıyor, elinde evirip çeviriyordu.
- Güzel, âlâ...
Naime Hocanım teklifsiz bir tavırla:
134
Reşat Nuri Güntekin
- Kuzum beyefendi, siz iyilik etmeyi seversiniz, şu çocuğu boş göndermeyin, dedi.
Müdür, kaşlarını çatarak, sakalını çekiştirerek düşünüyordu:
- Pek güzel, pekâlâ ama, bizimkiler galiba bu mektebin diplomasını tanımıyorlar.
Aklına bir şey gelmiş gibi elini masaya vurarak:
- Kızım, sen istanbul rüştiyelerinden birinde Fransızca muallimliği istersin. Bak, sana yolunu öğreteyim. Doğru İstanbul Maarif Müdülüğü'ne gidersin...
Ben, müdürün sözünü kestim:
- istanbul'da kalmama imkân yok efendim, dedim, mutlaka vilayetlerden birine gitmek mecburiyetindeyim. O, şaşırmıştı:
- Amma yaptın ha! dedi. Gönlünün rızasıyla Anadolu'ya gitmek isteyen muallimeye ilk defa tesadüf ediyorum. Ayol, biz muallimlerimizi istanbul'dan çıkarıncaya kadar akla karayı seçeriz. Sen ne dersin Naime Hocanım?
Müdür, hemen şüphelenmişti. Kurnazca bir istintak ediyor, ailem hakkında sualler soruyordu. Adamcağızı kandırın-caya kadar başıma hal geldi.
Müdür, oturduğu yerden, "Şahap Efendi" diye seslendi. Camekânlı kalem odası arasındaki kapıdan, ufak tefek, cılız bir genç göründü:
- Bak, Şahap Efendi, hanım kızı odaya al, Anadolu'da muallimlik istiyor, bir istida müsveddesi yaz, bana getir.
Artık, işime olmuş gözüyle bakıyor, müdürün boynuna atılmak, sakalının beyaz tarafından öpmek istiyordum. Şahap Efendi, beni kalem odasında karışık bir masanın önünde oturttu, müdürün istediği müsveddeyi yazmak için bana sualler sormaya, söylediklerimi bir kâğıt parçasına not etmeye başladı. Bu fakir kıyafetli, hasta çehreli memurda korkak, mahcup bir
ÇALIKUŞU 135
hal vardı. Sual sormak için bana baktıkça, adeta kirpikleri titriyordu.
Pencerinin yanında duran orta yaşlı iki kâtip, ağız ağıza bir şeyler konuşuyorlar, ara sıra yan gözle bize bakıyorlardı. Bir tanesi;
- Şahap, evladım, sen bugün fazla yoruldun. Şu istidayı biraz da biz yazalım, dedi.
Kuruyası dilim durmaz ki. Hele biraz sevindiğim vakit. Hiç münasebeti olmadığı halde:
- Bu dairede, arkadaşlar birbirlerini ne iyi koruyorlar, dedim.
Şahap Efendi, kıpkırmızı kesilerek başını eğdi. Acaba bir pot mu kırmıştım? Herhalde öyle olacak. Çünkü ötekiler de gülüşüyorlardı. Ne dediklerini pek duyamadım. Yalnız birinin, "Muallime Hanım hayli pişkin ve mukaşşer" sözü kulağıma çalındı. Bu sözlerin manası neydi? Bu efendiler ne demek istemişlerdi?
istida müsveddesi birkaç kere müdürün yanına gitti, geldi. Kırmızı mürekkeple allanıp pullandıktan sonra temize çekildi.
Müdür:
- Haydi bakalım, kızım, Allah tesirini halk etsin. Ben, elimden geldiği kadar yardım ederim, dedi.
Yanında başka kimseler olduğu için daha fazla bir şey söylemeye cesaret edemedim. Fakat bu kâğıdı kime götüreceğimi, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Belki Naime Hocanım'ı tekrar görürüm ümidiyle etrafıma bakınırken gözüme Şahap Efendi ilişti.
Küçük kâtip, merdiven başında, birini bekliyordu. Benimle göz göze gelince mahcubane başını indirdi. Bir şey söylemek istediği, fakat cesaret edemediği anlaşılıyordu. Yanından geçerken durdum:
- Size bugün çok zahmet verdim, dedim. Lütfen bunu nereye götüreceğimi de söyler misiniz efendim?
136
Reşat Nuri Güntekin
- Muamele takip etmek güç bir şeydir, hemşire hanım, dedi. îzin verirseniz istidanızla bendeniz meşgul olayım. Siz rahatsız olmayın. Yalnız, arada sırada kaleme uğrayıverirsiniz.
- Ne vakit geleyim? dedim.
- iki, üç gün sonra.
işin iki, üç gün uzaması canımı sıkmıştı. Fakat, gelgit, tam bir ay sürüklendi. Zavallı Şahap Efendi'nin gayreti olmasaydı, belki daha da uzayacaktı.
Şöyle böyle derler ama, erkeklerin içinde de ne insaniyetliler var. Bu çocuktan gördüğüm iyiliği hiç unutmayacağım. Beni kapıdan görünce koşuyor, merdiven başlarında bekliyordu.
O, elinde kâğıtlarımla odadan odaya dolaşırken utancımdan yerlere giriyor, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyordum.
Bir gün, küçük kâtip, boğazına bir bez bağlamıştı. Boğula boğula öksürüyor, konuşurken sesi kısılıyordu.
- Hasta mısınız? Niçin bu halde daireye geliyorsunuz? dedim.
- Bugün cevap almaya geleceğinizi biliyordum, dedi. istemeden güldüm. Bu, bir sebep olabilir miydi?
-Tabii başka işler de var. Malum ya, mektepler yeni açıldı.
- Bana verilecek iyi bir cevabınız var mı?
- Bilmem. Evrakınız Müdür-i Umumi'de. Teşrif ettiğiniz vakit kendisiyle görüşmenizi söyledi.
Müdür-i Umumi, çatık çehresine bir kat daha dehşet veren bir siyah gözlük takmış, önünde duran bir yığın kâğıdı birer birer imzalayıp yere fırlatıyor, ak bıyıklı bir kâtip namaz kılar gibi eğilip doğrularak onları topluyordu.
- Efendim, beni emretmişsiniz, dedim. Yüzüme bakmadan, sert bir sesle:
- Sabret hanım. Görmüyor musun? dedi.
Ak bıyıklı kâtip, kaşları ve gözleriyle işaret ederek beklememi anlattı. Ayıp bir şey yaptığımı anlayarak birkaç adım geriye çekildim, paravanın yanında beklemeye başladım.
ÇALIKUŞU 137
Müdür, kâğıtları bitirdikten sonra gözlüğünü çıkardı, mendiliyle camlarını silerek:
- istidanız reddedildi. Zevcenizin hizmeti otuz seneyi bulmuyormuş, dedi.
- Benim mi efendim, dedim, bir yanlışlık olmasın?
- Sen Hayriye Hanım değil misin?
- Hayır, ben Feride'yim efendim.
- Hangi Feride? Ha, aklıma geldi. Maalesef sizinki de öyle. Mektebiniz, Nezaret-i Celile'ce musaddak değilmiş. Bu diploma ile memuriyet verilmez.
- Peki, ben ne olacağım?
Bu manasız söz, istemeden dudaklarımdan dökülüver-mişti. Müdür, tekrar gözlüğünü taktı, benimle alay eder gibi bir tavırla:
- Artık orasını da, müsaadenizle, kendiniz düşünün, dedi. Bu kadar meşguliyet arasında, bir de sizin ne olacağınızı düşünmeye kalkarsak vay halimize.
Ömrümde acısını unutmayacağım dakikalardan biri de bu olacaktır. Evet, ben, ne olacaktım?
iyi kötü, senelerce çalıştım. Bu yaşımda en uzak gurbetleri göze alıyordum. Böyle olduğu halde, yine beni kovuyorlardı. Ben, ne olacaktım? Yeniden teyzemin evine dönmek, ölümden daha fena bir şeydi.
Son bir ümitle öteki müdüre başvurdum. Ağlamamak için dişlerimi sıkarak:
- Beyefendi, benim diplomam işe yaramazmış, ne yapayım ben şimdi? dedim.
Bu sözleri söylerken, fazla mı şaşkınlık gösterdim nedir adamcağız adeta müteessir oldu:
"Ne yapayım kızım? Ben de söyledim ama varak-ı mihri-i vefayı okuyup dinleyen var mı?" dedi.
Bu şefkat, beni adeta şımartmıştı:
- Beyefendi, ben mutlaka bir iş bulmaya mecburum.
138
Reşat Nuri Güntekin
Kimsenin beğenmediği, en uzak bir köy de olsa, ben güler yüzle kabul edeceğim.
Müdür, birdenbire bir şey düşünmüş gibi:
- Dur, kızım, bir tecrübe daha...
Köşede, pencerenin yanında, uzun boylu, irice yapılı bir bey gazete okuyordu. Yüzü sokak tarafına dönük olduğu için yalnız, ağarmaya başlamış saçlarıyla sakalının bir kısmını görebiliyordum.
Müdür, bağıra bağıra:
- Beyefendi, müsaade buyururlar rnı biraz? dedi. O, bir şey söylemeden döndü, ağır ağır yanımıza geldi. Müdür, eliyle beni gösterdi:
- Beyefendi, siz sevabı seversiniz. Bu çocuk, bir Fransız mektebinden çıkmış. Halinden, sözlerinden kibar bir ailenin çocuğu olduğu anlaşılıyor. Fakat malum ya, düşmez kalkmaz bir Allah. Çalışmak mecburiyetinde kalmış. "En uzak bir köşeye bile giderim" diyor. Fakat bizimkini bilirsin ya. Gülü tarife ne hacet! "Olmaz" diye kesip attı. Siz Nazır Beyefendi'ye bir iki "kelime-i teyyibe" lütfederseniz bu iş olur. Kuzum Beyefendi!
Müdür, bu sözleri söylerken, onun, vakitsiz bir mihnetle çökmeye başlamış omuzlarını okşuyordu. Giyinişinden, halinden, tanıdığım inanların hepsinden başka türlü bir insan olduğunu anlamıştım. Müdürü dinlerken hafifçe eğiliyor, iyi işitmek için elini kulağının arkasına koyuyordu.
Biraz kanlı, fakat halim, munis gözlerini bana çevirdi, kı-, sık bir sesle Fransızca konuşmaya başladı. Nereden çıktığıma, nasıl çalıştığıma, ne yapmak istediğime dair sualler soruyordu. Verdiğim cevaplardan memnun kaldığı belliydi.
Biz konuşurken, şube müdürü keyifli keyifli gülüyor:
- Bülbül gibi söylüyor Fransızcayı maşallah. Bir Türk kızı için şayan-ı takdir doğrusu, diyordu.
Gülmisal Kalfa, daima: "Ayın on beşi karanlıksa, on beşi aydınlıktır" derdi. Sonradan, büyük bir şair olduğunu öğrendi-
ÇALIKUŞU 139
ğim o insan bana bakarken, benim için, bu aydınlığın başlamak üzere olduğunu hissediyordum. Bir aydan beri, yavaş yavaş kaybettiğim güzel neşemi tekrar buldum.
O insan, bana yine şimdiye kadar kimseden işitmediğim güzel sözler söyledikten sonra, beni yanına aldı, Nazır'ın odasına götürdü.
O geçerken hademeler ayağa kalkıyor, kapılar adeta kendiliklerinden açılıyordu.
Yarım saat sonra B... Vilayeti'nin.merkez rüştiyesinde açık bulunan bir coğrafya ve resim muallimliğine tayin edilmiş bulunuyordum.
Çalıkuşu, o akşam Eyüp'e dönerken sevincinden adeta uçuyordu. Bundan sonra, o da artık kendi ekmeğini kendi kazanan bir insandı. Kimse, artık ona, adına merhamet ve himaye denen büyük hareketi yapmaya cesaret edemeyecekti.
Üç gün sonra, her muamele bitmiş, harcırahımı almış bulunuyordum.
Bir sabah, Gülmisal Kalfa beni vapura getirdi. Şahap Efendi, erkenden rıhtıma gelmiş, bizi bekliyordu. Bu çocuğun insanlığını dünyada unutamayacağım. Her işimle uğraşmış, gittiğim yerde, ineceğim otelin adresine kadar hiçbir şeyi ihmal etmemişti. Şimdi- de erkenden hâlâ sarılı hasta boğazıyla, rıhtımın rüzgârı ve rutubeti içinde beni uğurlamaya geliyordu.
Bavulumu, yol hediyesi olarak getirdiği küçük bir kutu ile beraber, kamarama kendi eliyle yerleştirdi. Tekrar tekrar inip çıkarak kamarotlara tembihler veriyor, yorulup üzülüyordu.
Vapur kalkıncaya kadar, güvertenin bir köşesinde oturduk.
insan, ayrılık saatinde durmadan konuşmalı, nesi varsa söyleyip bitirmeli değil mi? Halbuki bu bir saat içinde, Gülmisal Kalfa ile belki, on çift söz konuşmadık. O, sönük mavi gözleriyle denizi seyrediyor, ellerimle oynuyordu. Yalnız vapur kalkacağı zaman dayanamadı: "Anneni buradan vapura bindir-
140
Reşat Nuri Güntekin
dim, Feride. Hem, o senin gibi yalnız değildi, inşallah yine seni böyle kucağıma alırım." dedi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Şahap Efendi'nin yanımızda olmasına rağmen, ben de galiba kendimi tutamayacaktım. Fakat o esnada bir kargaşalık oldu; "Haydi hanım, merdiven kalkıyor!" diye kalfacığımı omuzlarından yakaladılar, tartaklaya tartaklaya merdivenden indirmeye başladılar.
Küçük kâtip hâlâ yanımda duruyordu. Teşekkür için elimi uzattığım vakit, benzini sapsarı, gözlerini dolmuş gördüm, ilk defa dikkatle yüzüme bakmaya, adımı söylemeye cesaret etti:
- Feride Hanım, büsbütün gidiyorsunuz demek, dedi. Bu ayrılık dakikasının bir bulut gibi üstüme çöken ağırlığına rağmen gülümsemekten kendimi alamadım.
- Artık şüphe kaldı mı? dedim.
O, bir şey söylemedi, elini elimden çekerek koşa koşa merdivenden indi.
Deniz yolculuğunu çok severim. Altı, yedi yaşında bir küçük kızken, babamın neferiyle beraber yaptığım seyahatin zevki hâlâ içimdedir. Vapur, vapurdaki insanlar, hatta Hüseyin, unutulmuş, büyük bir denizi uçarak geçen bir kuşun hayalinde ne kadar kalması mümkünse, bende de aşağı yukarı ona benzer bir şey kalmıştır. Her tarafı akıcı parıltılarla dolu bir mavi boşluk içinde uçmak sorhoşluğu. Denizin bendeki bu çılgın tesirine rağmen, güvertede kalmaya tahammül edemedim, vapur Sarayburnu'nu dönerken, kamarama indim. Şahap Efen di'nin getirdiği kutu, bavulumun üzerinde duruyordu. Ne oldu ğunu merak ederek açtım. Bir kutu fondan... Benim dünyadc en delicesine sevdiğim şey.
Küçük kâtibin hediyelerinden birini dudaklarıma götür düm. Fakat birdenbire gözlerimden yaşlar boşandı. Niçir
ÇALIKUŞU 141
böyle ağlıyordum, bilmiyorum! Kendi kendime söz anlatmak istedikçe gözyaşlarına artıyor, göğsümü tıkıyordu. Sebepsiz ıstırabım bu biçare şekerden geliyormuş gibi, gayri ihtiyarı, kutuyu yakaladım, kamaranın minimini penceresinden denize fırlattım.
Evet, dünyada bu gözyaşlarından daha manasız şey olamaz. Bunu anlıyorum. Fakat buna rağmen, hâlâ şimdi, bu satırları yazarken kirpiklerimden yaşlar süzülüyor, önümdeki defter kâğıdını fiske fiske kabartıyordu.
Bu, acaba dışarıda sessiz sedasız yağan yağmurun tesiri mi? Şimdi istanbul nasıl? Orada da böyle yağmur var mı? Yoksa Kozyatağı'ndaki bahçe, şimdi ay ışıkları içinde pırıl pırıl yanıyor mu?
Kâmran, ben sadece senden değil, senin olduğun yerlerden de nefret ediyorum.
Bu sabah, uyandığım vakit günlerden beri devam eden yağmuru dinmiş buldum. Bulutlar dağılmıştı. Sadece, pencerenin karşısındaki yüksek dağ tepelerinde yer yer ince dumanlar tütüyordu.
Gece yatarken pencereyi kapatmayı unutmuşum. Hafif bir sabah rüzgârı, karyolanın örtülerine, dağınık saçlarıma vuran güneş ışıklarını sarı pullar gibi titretiyor, parça parça dağıtıyordu.
Beş günden beri bu küçük otel odasında, sinirlerim iyice bozulmuştu. Gece bir aralık uyanmış, yanaklarımı, üzerine kırağı yağmış yapraklar gibi ıslak bulmuştum. Yastığım da öyleydi. Demek ki uykumda ağlamıştım. Halbuki, şimdi bir parça güneş; neşemi hatta ümidimi yeniden canlandırıyor, vücuduma mektep yatakhanesinde uyandığım bahar sabahlarının hafifliğini veriyordu.
142
Reşat Nuri Güntekin
Bugünün bana, güzel bir haber getirmesine imkân yoktu. Artık, bir şeyden korkmuyordum. Sevinçle yatağımdan fırladım, eski biçim küçük lavabonun önünde yıkanmaya başladım.
Temiz bir su birikintisine başlarını daldırıp çıkaran kuşlar gibi silkintilerle suları etrafa, karşımdaki aynanın camına sıçratıyordum.
Kapı hafifçe vuruldu. Hacı Kalfa'mn sesi:
- Sabah şerifler hoyrolsun hocanım, sen yine erkencisin bugün, dedi.
- Bonjur Hacı Kalfa, dedim, öyle oldu. Sen nereden anladın benim uyandığımı? Hacı Kalfa güldü:
- Ne bileyim, kuş gibi ıslık çalıp duruyorsun. Hakikaten, kuşa benzeyen bir tarafım olduğuna kendim de inanmaya başlıyordum.
- Kahvaltını getireyim mi?
- Bugün kahvaltı etmesem olmaz mı? Ses, bu defa hiddetlendi:
- Yok... Olmaz. Ben, öyle şey istemem. Gezme yok, eğlenme yok, mahpus gibi tıkıldın, kaldın. Bir de yiyecek yemez-sen karşıki komşuna dönersin sonra.
Hacı Kalfa, bu son sözü karşı odadaki komşuya işittirmemek için, ağzını anahtar deliğine koymuş, sesini alçaltmıştı.
Bu Hacı Kalfa ile ne iyi dost olmuştuk. İlk sabah uyanır uyanmaz giyinmiş, çantamı koltuğuma alarak sıçraya sıçraya otelin merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Hacı Kalfa, yine o beyaz peştemalıyla küçük bir havuzun yanında nargile temizliyordu.
Beni görünce kırk yıllık bir ahbap gibi:
- Hayrola Feride Hanım, sen niye böyle erken uyandın, ya? Ben seni yol yorgunluğu ile öğleye kadar uyur sandım; demişti.
Ben gülerek:
ÇALIKUŞU 143
- Öyle şey olur mu? Vazife sahibi bir hoca, öğleye kadar nasıl yatar? demiştim.
Hacı Kalfa, nargilesini bırakarak ellerini beline dayamış:
- Şuna bak hele! Daha kendi çocuk, anladın mı efendim, ayağının tozuyla mektebe gider çocuk okutmaya, diye gülmeye başlamıştı.
Ben Maarif Nezareti'nden tayin kâğıdımı aldığım dakikadan beri, artık, hafiflik etmemeye yeminliydim; fakat Hacı Kal-fa'nın bir bebekle konuşur gibi hali karşısında, ben de birdenbire çocuklaşmış, çantamı top gibi havaya atıp tutmuştum.
Bu hareket, Hacı Kalfa'yı büsbütün keyiflendirmişti. Ellerini birbirine vurarak:
- Yalan mı? dedi. Daha sen, kendin çocuksun! diyor ve kahkahalarla gülüyordu.
Bir otel odacısıyla bu derece yüz göz olmak ne kadar doğru bilmiyorum, fakat ben de onunla beraber gülmüş, öteden beriden konuşmaya başlamıştım.
Hacı Kalfa, kahvaltı etmeden mektebe gitmeme katiyen razı değildi:
- Akşama kadar öyle aç açına el âlemin yumurcaklarıyla uğraşılmaz, anladın mı efendim? Sana peynir, süt getirivere-yim. Hem, efendim, bu daha ilk gün, acelesi müstacel değil, diye beni zorla havuzun başına oturtmuştu. Bu saatte otelin avlusunda kimseler yoktu.
Hacı Kalfa, karşıki dükkânlardan birine:
- Molla, bizim hocanıma istanbul simidiyle beraber süt getiriver, diye seslenmiş, sonra da bana dönerek:
- Molla'nın sütü de süttür hani. Sizin istanbul sütleri bunun yanında nargile suyu gibi kalır, demişti.
Hacı Kalfa'nın rivayetine göre Molla, yaz kış ineklerini armutla besler, onun için sütleri armut kokardı.
- Ancak, Molla'nın kendi de az buçuk armut kokar, diye alay ediyordu.
144
Reşat Nuri Güntekin
Ben, havuzun başında kahvaltı ederken Hacı Kalfa, bir yandan nargilelerini çalkalıyor, bir yandan bitip tükenmez şehir dedikodularıyla beni eğlendiriyordu. Aman Yarabbi, bu adam, neler biliyordu! Hele mektep hocaları hakkında... Her birini kaç kat elbiseleri olduğuna varıncaya kadar içli dışlı tanıyordu.
- Az eğlen, seni ben götüreyim. Mektep yakındır, ancak yollar karmakarışıktır. Sonra kaybolursun, demiş sakat ayağıyla önüme düşerek beni, hakikaten kendi kendime kaybolacağım Merkez Rüştiyesi'nin yeşil boyalı tahta kapısına kadar götürmüştü.
Görünüşü ne kadar sefil olursa olsun, o gün, mutlaka sevmek azmiyle girdiğim bu mektepte nasıl bir felâketle karşılaştığımı tafsilatıyla anlatmalıyım.
Kapıcı kulübesinde kimse yoktu. Bahçeden geçerken hareli bir dokuma çarşafa sımsıkı bürünmüş, yüzü iki katlı peçeyle kapalı bir kadına tesadüf ettim. Kolunda eski bir meşin çanta ile sokağa çıkmaya hazırlanıyordu. Beni görünce durdu. Dikkatli dikkatli bakmaya başladı:
- Bir şey mi istiyorsunuz, hanım?
- Müdire Hanım'ı göreceğim.
- Bir işiniz mi var? Müdire benim.
- Öyle mi efendim? dedim. Ben yeni Coğrafya ve Resim hocanız Feride'yim. Dün istanbul'dan geldim.
Dokuma çarşaflı müdire yüzünü açmıştı. Beni tepeden tırnağa kadar süzdü, sonra tereddütle:
- Bir yanlışlık olmasın kızım, dedi. Bizim coğrafla ve resim hocalığı açıktı, fakat bir hafta evvel Gelibolu mektebinden bir hoca gönderdiler.
Fena halde şaşırmıştım:
ÇALIKUŞU 145
- imkânı yok efendim, dedim. Beni Maarif Nezareti'nden gönderdiler. Emrim çantamda.
- Fesuphanallah, fesuphanallah, dedi. Emrinizi göreyim, bakayım.
Kadıncağız, kâğıdı birkaç kere okudu, tarihine baktı, sonra başını sallayarak:
- Böyle yanlışlıklar ara sıra oluyor, dedi. Fakında olmadan ikinizi de aynı yere tayin etmişler. Vah Huriye Hanım, vah!
- Huriye Hanım kim efendim?
- Gelibolu'dan gelen öteki hoca. Kendi halinde iyi bir kadıncağız... Oranın havasıyla imtizaç edememiş. Burasını istemiş. Meğer biçarenin başına gelecek varmış.
- Yalnız o değil, ben de müşkül mevkide kalıyorum efendim, dedim.
- Evet, orası da öyle. Netice alınıncaya kadar kadıncağızı meraklandırmayalım bari. Ben, bir iş için Maarif Müdürlüğü' ne gidiyorum. Haydi, siz de gelin. Bakalım, belki bir çare buluruz.
Maarif Müdürü, uyuklar gibi gözlerini yumarak karşısın-dakileri dinleyen, sayıklar gibi kesik kesik lakırdı söyleyen, battal, ağır bir adamdı.
Bizi, can sıkıntısıyla dinledikten sonra ağır ağır:
- Ben ne yapayım, öyle yapmışlar, öyle olmuş, istanbul'a yazmalı. Bakalım ne cevap gelir? diyordu.
Kısa yeleğinin altından çıkan kırmızı kuşağına bakarak evvela yük arabacısı sandığım iriyarı bir kâtip:
- Bu hanımın emrindeki tarih daha yeni. Binaenaleyh asıl makbul ve muteber olan budur, dedi.
Müdür, istihareye varır gibi düşündü, sonra:
- Hayret, gerçi öyle ama, ötekine işten el çektirmek için emir yok. Nezaret-i Celile'den istizah edelim. Sekiz, on güne kadar cevap alırız. Siz de artık o zamana kadar idare-i maslahat buyurursunuz, Müdire Hanım, diye hükmetti.
Çalıkuşu - F. 10
146
Reşat Nuri Güntekin
Yine, dokuma çarşaflı müdirenin peşinde aynı dolambaçlı sokaklardan, tırıs tırıs mektebe döndüm. Keşke doğru otele gitseymişim.!
Hayriye Hanım, kırk beş yaşlarında, kara yüzlü, hırçın tavırlı, ufak tefek bir kadındı. Vakayı haber alır almaz yüzü bir kat daha karardı, gözleri büyüdü, incecik boynunun kenarlarında iki damar şişti. Sonra bayramda çocukların çaldığı kursak düdüğü gibi bir feryatla: "Eyvahlar olsun a dostlar! Bu da mı başıma geldi?" diye düşüp bayıldı.
Muallimler odası birbirine giriyor, gözlüklü bir ihtiyar hoca, kapıya üşüşen talebeleri kovmak için, adeta kucak kucağa onlarla güreşiyordu.
Arkadaşlar, Hayriye Hocanım'ı sırtüstü yere yatırmışlardı. Yüzüne sular, sirkeler sürüyorlar, boynundan büzmeli fani-le gömleğini gevşeterek, pire ısırıklarıyla benekli göğsünü ovuşturuyorlardı.
Ben, ne yapacağımı şaşırmış bir halde, odanın bir köşesinde, kolumda çantamla dimdik duruyordum.
Biraz evvel, kapıdaki çocukları kovan hocanım, gözlüğünün üstünden aksi aksi yüzüme baktı:
- Kızım, insaniyetine şaştım doğrusu, dedi. Bir de üstelik gülüyorsun.
Hakkı vardı. Maalesef kendimi tutamayarak gülümsemiş-tim. Kadıncağız, ona değil, kendi perişanlığıma güldüğümü nereden anlayacaktı?
Fakat, gülen yalnız ben değilmişim. Uzun boylu, keskin kara gözlü bir genç kadın da kıs kıs gülüyordu. Yanıma yaklaştı. Kulağıma usulcacık:
- Bilmeyen, bu kadının kocası evlenmiş, üstüne ortak getirmiş sanır. Baygınlık falan değil, vallahi şirretliğinden, dedi.
Huriye Hanım, yüzünden burnundan sular akarak gözlerini açmıştı. Midesinde barut patlamış gibi gürültü ile geğiri-yor, başını iki yana sallayarak:
ÇALIKUŞU 147
- A dostlar, bana neler oldu? Bunca yıldan sonra başıma bu haller gelmeli miydi? diye perde perde sesini yükseltiyordu.
"Bülbülün çektiği dili belasıdır!" derler, yine bir münasebetsizlik ettim, hiç lüzum yokken, "Biraz iyileştiniz inşallah?" diye bir nezaket yapmak istedim. Sen misin hatır soran? Huriye Hanım, öyle bir parlayış parladı ki, anlatamam. Aman neler söylemedi? Hem canına kastetmişim hem de üstelik keyif soru-yormuşum. Dünyada bundan büyük yüzsüzlük, arsızlık, terbiyesizlik olamazmış.
Bir köşeye sinmiş, utancımdan gözlerimi kapatmıştım. Hocalar, Huriye Hanım'ı bir türlü yatıştıramıyorlardı. Perde perde sesini yükseltiyor, öyle kelimeler söylüyordu ki, Merkez Rüştiyesi'nde değil, en adi bir sokakta bile ağza alınmazdı.
Ne mal olduğum zaten yüzümden belliymiş. Onun ekmeğini elinden almak için Nezaret'te kim bilir, kaç kişiye...
Köşede, gözlerim kararıyor, vücudum buz gibi donuyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. En fenası, öteki hocanımlar da hemen hemen ona hak veriyor gibi vaziyetler alıyorlardı.
Birdenbire ortadaki masaya bir yumruk indi, bardaklar, sürahiler şangır şangır öttü.
Bunu yapan, biraz evvel benimle beraber gülen keskin kara gözlü genç kadındı. O, şimdi canavar gibi bir şey olmuştu. Yükseldikçe güzelleşen hırçın bir sesle haykırıyordu:
- Müdire Hanım, bu nasıl müdirelik? Bu kadının, bir mu-allimenin namusuna dil uzatmasına nasıl müsaade ediyorsunuz? Neredeyiz? Bir kelime daha söylemesine müsaade edersiniz, onu değil sizi mahkemelerde süründürürüm. Kendini nerede sanıyor bu kadın?...
Kara gözlü muallime, bu defa da ayağını yere vurarak öteki hocalara çattı:
- Aferin size arkadaşlar, çok beğendim doğrusu. Mektep içinde bir meslektaşın tahkir edilmesini böyle sırıta sırıta dinliyorsunuz ha?
148
Reşat Nuri Güntekin
Ortaklık, bir dakikada sütliman olmuştu. Huriye Hocanım, yalnız kalacağını anlayınca, yine ayıhp bayılmaya, ağlamaya başladı. Ders vakti galiba gelmişti. Hocalar defterlerini, kitaplarını, dikiş sepetlerini alarak birer birer dağılmaya başladılar.
Müdire Hanım, "Sizi odamda bekliyorum, kızım," diye kapıdan çıktı...
Biraz sonra, odada beni müdafaa eden arkadaşla yalnız kalmıştım. Ona teşekkür etmeye lüzum görerek:
- Vah vah!.. Siz de benim için üzüldünüz, dedim.
O, ehemmiyeti yok, demek ister gibi omuz silkti ve güldü:
- Mahsus yaptım. Böylelerine ara sıra gözdağı verilmezse olmaz, insanın başına çıkmaya kalkarlar sonra. Ne yaparsınız. Dersten sonra görüşürüz, olmaz mı?
Müdirenin kapısına kadar gittiğim halde içeri girmeyi bir türlü canım istemedi. Tekrar bu bahsi tazelemek beni iğrendiriyordu. Kollarım düşmüş, çantam ağırlaşmıştı, kimseye görünmeden mektepten çıktım, otele döndüm.
*
Hacı Kalfa, beni görür görmez, meyus bir tavırla kollarını
kaldırdı: " '
- Vah hocanım vah, neler gelmiş senin başına? diye söylenmeye başladı.
Vakayı benden daha iyi biliyordu. Bu kadarcık bir zaman içinde nasıl duymuştu.
Aman kızım, gözünü dört aç. İstanbul'a yazacağız diye sana bir oyun oynamasınlar. Nezaret'te tanıdığın varsa hemen mektup yazalım, dedi.
Beni Nazır'a tavsiye eden yaşlıca bir şairden başka kimseyi tanımadığımı söyledim. Hacı Kalfa, onun adını işitir işitmez çocuk gibi sevindi:
- Vay, o, benim velinimetimdir ayol, dedi. Burada bir zamanlar idadiye müdürü idi. Melek gibi bir insandır. Yaz kızım
ÇALIKUŞU 149
yaz ve beni seversen benden de selam yaz, de ki: "Hacı Kalfa kulun mübarek destlerinden busediyor."
Zavallı Hacı Kalfa, ikide bir, sakat ayağını sürüye sürüye yukarı çıkıyor. "Müddeiumumi Bey, hak onundur, korkmasın. Maarif Müdürü sıkıştırsın, diyor" yahut; "Belediye mühendisi yarın istanbul'a gidecek. Nezaret'e uğramayı vaat etti" yolunda havadisler getiriyordu.
Ne tuhaf memleket! Birkaç saat içinde rezaleti duymayan kalmamıştı. Otelin kahvesinde, hep bundan bahsedjliyormuş.
- Hacı Kalfa, bu ne iş? dedim. Burada herkes herkesi tanıyor?
ihtiyar adam, ensesini kaşıyarak:
- Avuç içi kadar yer, dedi. Nerede bulursun o taşına toprağına kurban olduğum istanbul'u. Orada olsa kim kime, dum duma. Buranın dedikodusu boldur. Bunu, böylece bilmiş olasın. Benden sana nasihat; kâmil ol, uslu ol. Öyle çarşıda pazarda yüzü açık gezme. İmdi: (Aman Yarabbi, bu imdi kelimesini ne tuhaf bir eda ile söylüyordu!) Sana bir kısmet de çıkar inşallah. Burada bir hocanım vardı. Arife Hocanım. Ceza Reisi kendisine nikâh etti. Şimdi, bir eli yağda, bir eli balda. Darısı senin başına. Aman güzel diye mi? Ne gezer! iffetli diye, ağırbaşlı diye, imdi dünyada namustan kıymetli şey yoktur insan için.
Gün geçtikçe, Hacı Kalfa'nın bana emniyeti, teveccühü artıyordu. Her gün, evinden ufak tefek eşya, dantel bir bardak örtüsü, işlemeli bir yüz havlusu, resimli hazır yelpaze gibi şeyler getiriyor, odamı süslüyordu.
Bazen biz konuşurken, aşağıdan, direk gibi bir ses:
- Hacı Kalfa, ne cehenneme kayboldun yine? diye haykırıyordu.
Bu Hacı Kalfa'nın efendisi, otelin sahibiydi.
150
Reşat Nuri Güntekin
İhtiyar adam, her defasında türkü söyler gibi, makamla yavaş yavaş:
- Elinin körü, elinin körü. Hacı Kalfalar kaldırsın seni, diye söyleniyor; sonra bağırıyordu:
- Geldik, geldik, az işimiz var da...
Otelde, Hacı Kalfa ile beraber, bir ahbabım daha olmuştu: Otuzbeş kırk yaşlarında manastırlı bir kadıncağız.
Onunla ahbaplığımızın nasıl başladığım anlatayım: Otele ilk geldiğim akşam, odamda eşyamı yerleştiriyordum. Hafif bir kapı gıcırtısı işittim. Baktım, odaya sarı basma entarili, yeşil krep başörtülü bir kadın giriyor.
Daha kapıdan girerken: "iyisiniz inşallah, safa geldiniz, hanım kızım" diye hatır sordu. Düzgünlü zarif yüzü; kireçle delik deşik tıkanmış, harap bir duvarı hatıra getiriyor; rastıklı kaşları, simsiyah dişleri, bu çehreye bir ölü kafası korkunçluğu veriyordu.
Biraz şaşırarak:
- Safa bulduk efendim, dedim.
- Valide hanım nerede?
- Hangi valide hanım efendim?
- Hocanım... Siz hocanınım kızı değil misiniz? Kendimi tutamayarak gülmeye başladım:
- Ben hocanınım kızı değil, kendisiyim efendim. Kadın, yere çömelir gibi yaparak, ellerini dizlerine vurdu:
- Ay! Hocanım siz misiniz? Hiç de böyle parmak gibi gencecik hocanım görmedim. Ben, sizi yaşlı başlı hocanım sanıyordum.
- Şimdi böylesi de oluyor efendim.
- Olur ya, olur ya... Bu dünyada ne olmaz? Biz, ta şu kar-şıki odacıkta oturuyoruz, çocukları uyuttum, "Safa geldin"
ÇALIKUŞU 151
demeye geldim size... Allah eksik etmesin, gündüzleri çoluk çocuk gailesi var. Haçan bu vakit olur, çocuklar uyurlar, bir kasvettir basar beni. Yalnızlık bir Allahü Teâlâ'ya muhsustur öyle değil mi hemşireceğim? Efkârları bre efkârlan; iç sigara, iç sigara, iç sigara. Sabahı ederim. Allah gönderdi sizi hemşireceğim. iki lakırdı eder, açılırız.
Kadıncağız, bana evvela! "Hanım kızım" diye hitap ederken, hoca olduğumu öğrenince, bunu "hemşireceğim"e çevirmişti.
Odadaki iskemleyi göstererek:
- Buyurun, oturun, dedim ve kendim karyolanın kenarına oturarak ayaklarımı salladım. Manastırlı Hanım:
- Ben iskemlede rahat edemem hemşireceğim, dedi ve tuhaf bir şekilde yere, ayaklarımın dibine oturarak dizlerini büktü, sonra entarisinin cebinden bir teneke tütün kutusu çıkararak kalın sigaralar sarmaya başladı. Bunlardan birini bana ikram etti.
- Teşekkür ederim, ben içmem efendim, dedim. O:
- Ben de çokluk içmezdim ya. Gam, kasavet böyle yaptı, dedi.
Komşum, adamakıllı dertliydi. Manastır'da epeyce zengin bir adamın kızıymış. Haline göre bağları, bahçeleri, öküzleri, inekleri, varmış. Babasının kapısında üç beş fukara doyuyor-nıuş. Manastır'ıii bellibaşlı beylerinden birçoğu onu istemiş. Fakat cahillik bu ya, o: "İlle kılıçlı zabite varacağım" diye tutturmuş. Keşke, anası ona yüz sopa vurup o beylerden birine verseymiş. Lâkin, o biçare kadın da başına geleceği ne bilsin! Tutmuş, bir tanecik kızını belindeki kılıçtan başka malı, mülkü olmayan bir mülazıme vermiş, hürriyete kadar şöyle böyle geçinmişler. Komşum 31 Mart'ta, Hareket Ordusu'yla. istanbul'dan dönen bir ahbaptan, kocasının (B.) de bulunduğunu
152
Reşat Nuri Güntekin
ve bura yerlilerinden bir kadınla evlendiğini haber almış. Eh, olur ya; şeriatımız dörde kadar izin veriyor. Zavallı komşum] biraz ağlayıp sızladıktan sonra üç çocuğunu almış ve buraya gelmiş. Gelgelelim, kocası bu işten hiç memnun olmamış. vaktiyle yalvara yalvara aldığı karısı, ne ciğerpare evlatçıklarıj m gözü görüyor, onları tersyüzüne Manastır'a çevirmek için ı rar ediyormuş. "Bunca senelik karınım. Etme bana bu cefaları" diye ayaklarına kapandığı, köpekler gibi yalvardığı halde, bir türlü kendisini de burada alıkoymaya razı edemiyörmüş. Bu uzun hikâyeyi dinledikten sonra dayanamadım:
- A hanımcığım, siz de niçin sizi istemeyen bir insan üstüne bu kadar düşüyorsunuz? O sizi tekmeliyorsa siz de onu tekmelersiniz, olur biter, dedim.
Manastırlı Hanım, cahilliğime acır gibi, gülümseye gülüm-seye:
- A hemşireceğim, gözümü açtım, onu gördüm. Bunca yıl bir yastığa baş koyduk. Kocadan ayrılmak kolay mı? dedi ve sesini titrete titrete:
"Anadan geçilir, yârdan geçilmez" diye bir beyit okudu.
Ben, adeta hiddetle:
- insan, kendini aldatan bir erkeği nasıl sever? Ben, bunu anlamıyorum, dedim.
O, siyah dişleriyle acı acı sırıtarak:
- Siz daha pek çocuksunuz, "hemşireceğim. Bu acıları çekmemişsiniz, bilmiyorsunuz. Allah yine de bildirmesin, dedi.
- Ben bir kız biliyorum ki evleneceğine iki gün kala, nişanlısının kendisini başka bir kadınla aldattığını öğrendi, bu fena adamın yüzüğünü başına attı ve yabancı bir memlekete kaçtı.
- Sonradan pişman olmuştur o kız, hemşireceğim. Acırım ona. Yüreği hasretten göz göz olmuştur. Sen, kurşunla vurulanları hiç işitmedin mi, be hemşireceğim? Bazıları, vurulduklarının fakında bile olamazlar, üç beş adım koşarlar, kaçıp kurtuluyoruz sanırlar. Yara sıcakken acımaz, hemşireceğim-
ÇALIKUŞU 153
Hele bir kere soğumaya başlasın. Sen bak, seyret o kızcağız nasıl yanıp yakılacak?...
Hiddetle karyoladan fırladım, deli gibi odanın içinde dolaşmaya başladım. Yağmur pencereleri kamçılıyor, sokaktan boğuk köpek ulumaları geliyordu. Manastırlı komşum, derin bir ah çektikten sonra devam etti:
- Gurbet ellerindeyim. Kolum, kanadım kırık. Elim ermez, gücüm yetmez. Manastır'da olaydım, kocamı iki günde bu aşiftenin elinden kurtarırdım ya.
Hayretle gözlerimi açarak:
- Ne yapardınız? dedim.
- Ortağım, burada kocama basmış büyüyü, basmış büyüyü. Dilini ağzını bağlamış adamcağızın. Lâkin, Manastır büyücüleri daha ustadır. Çok değil, üç mecidiyeyi gözden çıkardım mı, kocamı kadının elinden alırlar, yine bana getirirlerdi.
Manastırlı Hanım, bana Rumeli büyücüleri hakkında uzun uzadıya tafsilat vermeye başladı:
Arif Hoca adında bir Arnavut varmış ki, domuz kulağını, birçok ameliyatlarla, bir dürbün haline getirirmiş, bir kadın bu garip dürbünü gözüne koyarak bir kere kocasına baktı mı, erkek ne kadar haşarı oluşa olsun, hemen yola gelirmiş. Çünkü, bütün kadınlar, ona domuz gibi görünürmüş.
Arif Hoca, bazen bir sabun parasına, bir topluiğne kaplar ve sabunu okuyup üfledikten sonra toprağa gömermiş. Sabun toprakta eridikçe, insanın düşmanı da oturduğu yerde erir, iğne ipliğe dönermiş.
Kadıncağız, teneke kutusundan, üst üste sigaralar sarıp içerek buna benzer masallar anlatıyor, büyüler tarif ediyordu.
Ne boş, ne zavallı lakırdılar! Ya hele, o soğuduktan sonra sızlanmaya başlayan yara masalı! Hiç böyle şey olur mu? Ben, öteki zalim için hiç üzülüyor muyum? Onu hiç aklıma getirdiğim oluyor mu?
Manastırlı komşumun katmerli düzgünleri, kazan kulplu
154
Reşat Nuri Güntekin
rastıkları, çökük gözevlerini korkunç bir halka ile saran kuyruklu sürmeleri, bende evvela bir tiksinme hissi uyandırmıştı. Fakat bunların, erkeğini tekrar elde etmek için yapılmış bir hile, bir süs olduğunu öğrenince içim sızladı. Zavallı kadın, diyordu ki:
- Adamcağızımın gözüne hoş görüneyim diye çocukların boğazından kesip düzgün, rastık, sürme alıyorum, yeni gelin gibi süsleniyorum, ama olmuyor. Dedim ya, büyü.
O günden beri odamın kapısı ara sıra gıcırdıyor, başımı çevirmeden anlıyorum ki odur.
- işin var mı, hemşireciğim? Azıcık geleyim mi?
Yalnızlıktan o kadar bunalmışım ki, bu ses beni adeta sevindiriyor. Kalemimi bırakarak, ağrıyan parmaklarımı birkaç kere sallıyorum ve komşumun artık ezberlediğim sırnaşık aşkının hikâyesini zevkle dinlemeye hazhrlanıyorum.
Penceremin karşısında dimdik yükselen dağın manzarası ilk günlerde beni eğlendiriyordu. Fakat, ondan da yorulmaya başladım, insan, bu dumanlı yamaçların rüzgârı içinde saçı başı dağınık, etekleri uçarak dolaşmadıkça, yalçın kayalar üstünde, keçi yavruları gibi sıçrayıp eğlenmedikçe neye yarar?
Nerede o, başımı alıp saatlerce kırlarda dolaştığım, bahçe kenarındaki çitlere değneklerle vurarak, sık yapraklı ağaçları taşlayarak kuş kaldırdığım günler! Halbuki ben, Anadolu'yu asıl bunun için istiyordum.
Küçükten beri resim yapmayı çok severim. Mektepte tam not aldığım hemen tek ders o idi. Köşkte tertemiz oda duvarlarına, mektepte heykellerin mermer kaidelerine, kurşun, yahut boya kalemleriyle yaptığım resimler için ne kadar azar işitmiş, ceza çekmiştim, istanbul'dan gelirken çantama bir alay resim kâğıdı ve boya kalemleri almıştım.
ÇALIKUŞU 155
Oteldeki yalnız günlerimde yazıdan sıkıldıkça resim yapıyordum ve bu, benim için hoş bir teselli oluyordu. Hatta Hacı Kalfa'nın da biri karakalem, diğeri suluboya iki resmini yapmaya çalışmıştım.
Resimlerin ne dereceye kadar benzediğini bilemiyorum. Fakat o, burnunun, gözünün hususiyetlerinden değilse bile, yuvarlak ve çıplak başından, posbıyıklarından, beyaz önlüğünden kendini tanıdı ve ustalığıma hayran oldu.
Adamcağız üşenmeden çarşı, pazar dolaşıyor, kızına çerçeve işletmek için ucuz atlaslar, kadifeler, ipekler, renkli boncuklar satın alıyordu.
Nihayet, fazla sıkıldığımı görerek beni evine davet etti. Hacı Kalfa, karısının tutumluluğu sayesinde kutu gibi bir ev yaptırmış, boş zamanlarında çocuklarının yardımıyla, bunu yeşile boyamıştı.
Ev, derin bir uçurumun kenarında. Uçurum, o kadar derin ki bahçenin sarmaşıklarla örtülü parmaklığına kollarınızı dola-yıp aşağı baktığınız zaman başınıza bir dönme geliyor.
Bu bahçede Hacı Kalfa'nın ailesiyle beraber ne tatlı birkaç saat geçirdim!
Nevrik Hanım, Samatyalıymış. Kocası gibi kaba saba, fakat iyi ruhlu, saf bir kadıncağız. Beni görünce "istanbul kokuyorsunuz, küçükhanım" diye boynuma sarılmaktan kendini alamadı, istanbul'un adı anıldıkça gözleri yaşarıyor kocaman göğsü derin hasret nefesleriyle kalaycı körüğü gibi kabarıp iniyor.
Hacı Kalfa'nın on iki yaşlarında bir oğlu, on dört yaşlarında bir kızı var. Kızın adı Hayganuş. Pancar renginde, kara kırmızı yanakları, suçiçeği çıkıyormuş gibi iri sivilcelerle dolu, kalın kaşlı, mahcup ve beceriksiz bir ermeni kızı.
M5rat;£tli butlu ablasının tersine, çiroz gibi kuru, renksiz, bücür bir çocuk.
Hacı Kalfa, okuryazar bir adam değilmiş ama, ilmin kıymetini takdir edermiş, insan her şeyi bilmeliymiş. Sırasına
156
Reşat Nuri Güntekin
göre yankesicilik bile lâzım olurmuş. Mirat, iki sene Ermeni mektebine gitmiş, iki seneden beri de Osmanlı mektebinde okuyormuş.
Hacı Kalfa'nın programına göre bu çocuk, iki senede bir mektep değiştirecek, yirmi yaşına kadar sıra ile Fransızca, Almanca, ingilizce, Italyancayı mükemmel öğrenerek tam bir adam olacakmış. Tabii, bu solucan gibi sıpsıska çocuk o zamana kadar bu yükün altında ezilip ölmezse!
Hacı Kalfa, bir gün oğlundan bahsederken dedi ki:
- Mirat'ın adına dikkat etmişsindir. Ne arifane isimdir o, bulmak için bir hafta kafa patlattım, iki lisana da uyar. Ermenice Mirat, Osmanlıca Murat.
Sonra fevkalâde zekice bir şey söyleyeceğine işaret olmak üzere gözlerinden birini kırparak ilave etti:
- Mirat, namünasip bir halt yeyip, beni kızdırdığı zaman ben de ona, sen, ne Mirat'sm, ne Murat; ancak bir meretsin, derim.
î.
ihtiyar Ermeninin bu hiddet sahnelerinden biri de, benim evlerinde bulunduğum zamana tesadüf etti. Görülecek şeydi! Çocuğun kabahati, anasının pişirdiği bir yemeği beğenmemiş olmaktı.
Hacı Kalfa, onu adeta darbımeseller ve beyitlerle azarlıyordu:
- Hele şu miskine bak. Bacak kadar boyu var, türlü türlü huyu var. Dilenciye hıyar verdilerse beğenmemiştir, eğridir diye sokağa atmış. Eşek hoşaftan ne anlar? ihtarlarımı semi itibar kulağına(c) sok. Yoksa, tekdirat ile uslanmayanın hakkı kötektir. Sen kim oluyorsun ki Allah'ın verdiği ekmek ve nimeti beğenmiyorsun?!..
Sen seni bil sen seni Sen seni bilmez isen Patlatırlar enseni.
ÇALIKUŞU 157
Hayganuş'a gelince, kız olmasına rağmen onun tahsiline de Mirat'ınkinden daha az ehemmiyet veriliyor değildi.
Hayganuş, Ermeni Katolik mektebine gidiyordu. Hacı Kalfa bir gün, komşularından inmeli bir ihtiyarla siyah şalvarlı bir dudu karşısında kızını sıkı bir imtihandan geçirmemi istedi.
Dünyada bundan daha gülünç manzara olmazdı... Hacı-Kalfa, kızcağızın kitaplarını, defterlerini zorla dizlerimin üzerine koyuyor:
- Haydi bakalım Hayganuş, hocanıma karşı yüzümü kara çıkarırsan yedirdiğim ekmek burnundan gelsin, diyordu.
Bir iki zarp, taksim ameliyesinden sonra resimli bir "Peygamberler Tarihi" açtım, İsa ve vaftize dair bir parça tesadüf etti. Kızcağız, vaftizi anlatırken saçma sapan bir şeyler söyledi. Mektepten kulağım dolu olduğu için tashih ettim, vaftize dair bazı sade malumat verdim.
Hacı Kalfa, beni dinlerken gözleri büyümüş, başında saç olmadığı için kaşlarının kılları dimdik olmuştu. Hıristiyanlık hakkındaki bilgilerim ona bir mucize kadar yüksek görünüyor:" Bu ne'iştir ki! Bir Müslüman muhadderat benim dinimi papazlardan iyi biliyor. Ben, seni şöyle böyle bir hanım sandımdı, anladın mı? Meğerki, sen hakikat eli öpülecek bir ulema imişsin," diye istavroz çıkarıyordu.
Yerinden kıpırdanması iskeleden mavna kalkması gibi zorlu bir iş olan şişman karısını ensesinden tuttu, bana doğru getirerek: "Şu çocuğu benim tarafımdan, ta alnının ortasından öp, anladın mı?" diye üstüme attı.
Zavallı Hacı Kalfa, kendini erkekten sandığı için bu vazifeyi karısına yaptırmıştı.
ihtiyar odabaşı, o günden sonra önüne gelene benden, benim derin ilmimden bahse başlamış. Öyle ki, otele girip çıktığım zaman kahvedeki işsizler beni görmek için suratlarını camlara yapıştırıyorlardı.
Ben: "Hacı Kalfa, Allah aşkına vazgeç. Böyle şeylere
158
Reşat Nuri Güntekin
lüzum var mı?" diye kızıp söylendikçe, o adeta, isyan ediyor: "Mahsus söylüyorum. Hani sanki, büyüklerin kulaklarına gitsin de, sana ettiklerinden utansınlar gibilerinden" diyordu.
Hacı Kalfa'nın ailesiyle tanışmak, bana başka bir cihetten de kârlı oldu. Samatyah Madam, gayet güzel reçel ve şekerlemeler yapmasını biliyordu. Benim "Peygamberler Tarihi" hakkındaki bilgilerimden, herhalde, çok daha hayırlı bir ilim.
Kendisinden hem kolay, hem ucuz reçel tarifleri aldım ve Gülmisal Kalfa'nm yemeklerini yazdığım deftere özene bezene not ettim. Bundan sonra, bizim oburluğumuzla kim meşgul olmayı hatırına getirecek?
inşallah işlerim yoluna girsin, benim de başımı sokacak küçücük bir evim olsun, kendim için bir reçel dolabı yapacağım. Hacı Kalfa'nm evindeki gibi, raflarımı oymalı uçurtma kâğıtlarıyla süsleyeceğim; bu raflara yakutlar, kehribarlar, sedefler gibi parlayacak renk renk kavanozlar dizeceğim. Ne âlâ, bunları, her aklıma geldikçe yemek için kimseden izin istemek, yahut büfe hırsızlığı etmek mecburiyeti de yok. Allah vere de hasta olmasam.
Evet, al, sarı, beyaz, reçel kavanozları. Aralarında sadece yeşil yok. Artık aklıma bile getirmediğim Kâmran'ın o kadar nefret ettiğim gözleri, beni yeşil renge garez ettirdi.
Şimdi gayet iyi hatırlıyorum. Kâmran, ben evvelden de, senden şimdiki kadar nefret etmediğim zamanlarda da gözlerine garezdim. Bu garez başladığı zaman, daha on iki yaşımda yoktum. Kendin de, elbette unutmamışsındır. ikide bir avuçlarıma toz doldurarak yüzüne serperdim. Bu, yalnız bir çocuk yaramazlığı mıydı acaba? Hayır, güneş işlemiş yosunlu denizler gibi içlerinde hileli hareler dolaşan gözlerini acıtmak içindi.
*
Yine sapıttım. Halbuki maksadım sadece bugünün vakalarını kaydetmekti.
ÇALIKUŞU 159
Nerede kalmıştım? Evet Hacı Kalfa benim günlerden beri ilk defa açan güneşten doğan neşemi bir yerden iyi bir havadis öğrendiğime vermiş ve beni sıkıştırmaya başlamıştı. Kendime ait bir haberin ondan evvel benim kulağıma gelmesi mümkün mü? Neredeyse acıktığımı ve uykum geldiğini bile bu garip otel odacısından öğreneceğim!
Hacı Kalfa:
- Hele nazlanma söyle. Böyle fıkır fıkır gülüşün boş değil. Sen Allah bilir iyi bir şey işittin? diyordu.
Ondan daha kulağı delik görünmek, nedense izzetinefsimi okşuyor, yarı şaka, yarı ciddi bir tavırla manalı manalı gülüyor, göz kırpıyordum:
- Kim bilir belki söylenmemesi lâzım gelen bir sırdır. Güneş, o kadar güzeldi ki, kaybolmak tehlikesini göze alarak otelin biraz ilerisindeki köprüyü geçtim, karşıma çıkan dik bir yokuşa vurdum, sonra, bir çayır, bir ağaçlık ve ikinci bir köprüden geçtim. Daha da dolaşacaktım, fakat kaybolmaktan daha büyük bir tehlike baş gösterdi. Babayani çarşafıma, sımsıkı kapalı peçeme rağmen kılıksız birtakım erkekler peşime takılmaya, söz atmaya başlamışlardı.
Hacı Kalfa'nın nasihatlerini hatırlayarak korktum ve tekrar tersyüzü geri döndüm.
Maarif Müdürlüğü'nde kuşaklı başkâtibin: "Hâlâ İstanbul' dan bir ses seda yok, hemşire hanım" cevabıyla karşılaşacağıma emindim. Fakat, sokağa çıkmışken bir kere oraya da uğramak zaruriydi.
Müdürün hademesi merdivende beni görünce: "isabet ki, geldin hocanım," dedi. Ben de seni arıyordum, birazdan otele gelecektim."
Bey dediği Maarif Müdürü idi. Hayret! O, yine kırmızı çuha kaplı yazıhanesinin önünde, ebedi yorgunluğunu dinlendirir gibi elini, kolunu salıvermiş, yakasını gevşetmiş, gözleri yarı kapalı düşünüyordu.
160
Reşat Nuri Güntekin
Beni görünce, esnedi, gerindi ve tane tane söylemeye başladı:
- Hanım kızım, Nezaret-i Celile'den henüz bir cevap almış değiliz. Ne irade buyurulacağmı kestiremiyorum. Ancak, Huriye Hanım kıdemli bir muallime olduğu için sanırım ki onu iltizam ederler. Aksi bir cevap geldiği takdirde müşkül mevkide kalacaksınız. Aklıma bir çare-i tesviye geldi. Buraya bir, iki saat mesafede bir "Zeyniler" nahiyesi var. Havası, suyu güzel, menazır-ı tabiiyesi ferahfeza, ahalisi haluk ve müstakim, cennet gibi bir yer. Orada bir Vakıf Mektebi vardı. Geçen sene, bir-hayli fedakârlıkla tamir ve tecdit ettik. Birçok levazım-ı tedrisi-ye ve ikmal-i nevakısına muvaffak olduk. Mektebin içinde muallimlerin ikametine mahsus daire de var. Şimdi bir genç muallimimizin himmet ve fedekârlığına muhtacız. Gönül ister ki, oraya sizin gibi güzide bir hanım gitsin. Cidden iyi bir yer. Hem de aynı zamanda ecirli bir hizmet-i vataniye olur. Gerçi, maaşı sizin burada alacağınız maaştan noksan. Fakat buna mukabil, et, süt, yumurta vesaire fiyatları, buradakiyle nispet kabul etmeyecek kadar ucuz. isterseniz bol para da biriktirebilirsiniz. Mamafih, ilk fırsatta maaşınıza zam yaparak bugünkü miktara iblağ ederim. O takdirde buradaki İdadi Müdürlüğü'nden daha kârlı bir vaziyete gelirsiniz.
Bu teklif karşısında ne söyleyeceğimi bilmeyerek susuyordum.
Maarif Müdürü devam etti:
- Mektepte ihtiyar bir hatun var. Hem derslere devam ediyor, hem mektebin hizmetlerini görüyor. Kendi halinde, namazında, niyazında bir kadıncağız. Yalnız, yeni tedris usullerine vâkıf değil. Gayri, siz onu da çeker çevirirsiniz. Maahaza, Zeyniler'i beğenmeyecek olursanız bana iki satır bir şey yazarsınız, derhal sizi buraya münasip bir yere alırım. Hoş, siz orayı gördükten sonra merkeze tayin edilseniz de "istemem" diye ayak direyeceksiniz ya.
ÇALIKUŞU 161
Hava güzel, manzara güzel, yiyecek içecek ucuz, ahalisi iyi. Şöyle böyle isviçre köyleri gibi bir şey. insan, Allah'tan daha ne ister?
Gözümün önüne güneşli yollar, bahçeler, dereler, ormanlar geliyor, yüreğim şiddetle çarpıyordu.
Bununla beraber, birdenbire "evet" demeye cesaret edemedim. Hiç olmazsa bu işi Hacı Kalfa'ya bir kere danışmalıy-dım.
- Şimdi müsaade buyurunuz, iki saat sonra gelir, cevabımı veririm efendim.
Müdür Bey biraz canlanır gibi oldu:
- Aman kızım, bu iş müstacel. Başka talipleri de var, elden kaçırırsan karışmam sonra.
- O halde, yalnız bir saat beyefendi, dedim.
Maarif Müdürü'nün yanından çıkınca, sofada ortağım Huriye Hanım'la burun buruna gelmeyeyim mi? B.'de bizim ismimizi, iki ortaklar koyduklarını birkaç gün evvel, yine Hacı Kal-fa'dan öğrenmiştim. Bu kadın gözümü o kadar yıldırmıştı ki, yüzünü görünce korktum, görmezliğe geldim ve acele acele oradan sıvışmak istedim. Fakat yolumu kesti, şımarık bir dilenci gibi çarşafımın ucunu tutarak benimle konuşmaya başladı:
- Hanımefendi kızım, geçenlerde size karşı bir terbiyesizlik ettim. Allah aşkına kusuruma bakmayınız. Sinir hali, pek fazla müteessirim de... Ah kızım, benim neler çektiğimi bilseniz, halime acırsınız. Ne olur terbiyesizliğimi affedin.
Ben korkarak:
- Ziyanı yok efendim, dedim ve geçmek istedim.
Fakat nedense o, yakamı bırakmamaya karar vermişti. Evvela halinden şikâyet etti, başındaki beş canın sokak ortasında kalacağını ve dileneceğini anlattı.
Huriye Hanım gittikçe coşuyor, perde perde sesini yükselterek iğrenç bir tarzda yalvarıyordu. Ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım.
Çalıkuşu - F. 11
162
Reşat Nuri Güntekin
Daha fenası, bu garip komedyayı gören yanımıza geliyor, etrafımızda kalem odacılarından, kâtiplerden, kahve, şerbet taşıyan peştemallı esnaf çıraklarından bir daire çevriliyordu.
Yüzüm, ellerim ateş gibi kesilmişti. Utancımdan yerlere giriyordum.
Bu defa, ben yalvarmaya başladım:
- Rica ederim hocanım, yavaş konuşun. Herkes bize bakıyor.
Fakat o, inadına kameti artırdı. Şimdi adeta saçlarını yolarak, yakasının düğmelerini kopararak ağlıyor, ellerimi dizlerimi öpmeye kalkıyordu.
Etrafımızdaki kalabalığın gittikçe büyümekte olduğunu dehşetle gördüm. Hani İstanbul'da sokak ortasında diş çeken, leke sabunu, nasır ilacı satan yaygaracı esnafın etrafına nasıl üşüşürler, biz de öyle bir kalabalığın ortasında kalmıştık.
Etraftan: "Yazıktır zavallıya, ağlatma fukarayı küçükha-nım," yolunda sözler de işitilmeye başlamıştı. Birdenbire omuz başımda peyda olan yeşil sarıklı, ak sakallı, iri yarı bir hoca, doğrudan doğruya bana hitap etti:
- Kızım, yaşlılara hürmet ve muavenet bir vazife-i diniye ve insaniyedir. Gel, şu hatunun rızkına mani olma. Allah'ı da, Peygamber'i de hoşnut etmiş olursun. Cenab-ı Hak rezzak-ı âlemdir. Elbet, sana da garip hazinesinden başka bir kapı açar, dedi.
Çarşafımın içinde bir yandan titriyor, bir yandan buram buram ter döküyordum. Durmadan elindeki maşayı şakırdatan bir kahveci çırağı öteden:
- Öyledir öyle, diye bağırdı. Sen evvel Allah nerede olsa ekmeğini çıkarırsın!
Kalabalığın bir kısmı kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Bu esnada kırmızı kuşaklı kâtip de sahnede göründü. Kahveciyi yakasından yakalayıp hemen merdivenlerden atarak:
- Ahlâksız herif, şimdi senin ağzını yırtarım, diye bağırdı.
ÇALIKUŞU 163
Niçin gülmüşlerdi? Kahvecinin söylediği, Hoca Efendi'nin söylediğinden başka bir şey değildi ki!
Huriye Hanım, öyle ağladı, rezalet o kadar büyüdü ki, bu maskara vaziyetten kurtulmak için canımı isteseler verirdim. Nihayet:
- Peki, peki, nasıl isterseniz öyle olsun. Fakat, Allah aşkınıza yakamı bırakınız, dedim ve yere kapanarak öpmeye çalıştığı dizlerimi zorla kurtardım ve Maarif Müdürü'nün odasına döndüm.
Biraz sonra bana Merkez Rüştiyesi'ndeki derslerimden kendi arzumla istifa ettiğime ve Zeyniler mektebi muallimliğine talip olduğuma dair bir kâğıt imzalattılar.
Bir saate kalmadan bütün muamele bitmiş, o yerinden kımıldamaya üşenen Maarif Müdürü araba ile valinin konağına giderek emrimi imzalatmıştı.
Bazen aylar ayı masadan masaya süren muameleler istedikleri zaman öyle kolay çıkıyor ki...
Otele döndüğüm zaman Hacı Kalfa, beni kapıda karşıladı, hem sitemli, hem memnun bir tavırla:
- Sen sakladın da ben öğrenmedim mi sanki? Allah mübarek etsin, dedi.
- Neyi öğrendin?
- Emrinin geldiğini canım...
- Ne emri Hacı Kalfa?
- Canım Merkez Rüştiyesi'nde seni alıkoymuşlar. Huriye Hanım'ın pasaportunu eline vermişler.
- Yanlış, Hacı Kalfa. Ben şimdi Maarif Müdürü'nün yanından geliyorum. Öyle bir şey yok.
ihtiyar adam, şüpheli şüpheli yüzüme baktı:
- Hayır, emir dün akşam gelmiş, iyi bir yerden işittim.
164
Reşat Nuri Güntekin
Demek ki, Müdür, senden sakladı. Bu işte bir oyunbazlık var mı dersin? Anlat, hele anlat.
Hacı Kalfa'nın saf vesvesesiyle alay ederek bir nefeste vakayı anlattım ve çantamdan emrimi çıkararak elimde salladım:
- Yaşadık Hacı Kalfa! isviçre gibi bir yere gidiyoruz. Hacı Kalfa beni dinlerken iri burnu horoz ibiği gibi kızarı-yordu. Ellerini birbirine vurarak dövünmeye başladı:
- Ne ettin behey cahil çocuk, ne ettin? En sonunda seni tongaya bastırdılar ha! Hemen git, Müdüre baltayı as! Tekrar omuzlarımı silktim:
- Değmez Hacı Kalfacığım. Sen üzülme o kadar. Sonra hasta olursan ne yaparız?
Adamcağızın benim hesabıma kızmakta, telaş etmekte hakkı varmış. Akşama doğru iş bütün tafsilatıyla anlaşıldı. Maarif Müdürü, Huriye Hanım'ı tutuyormuş. Nezarete yazdığı tezkerede onun daha kıdemli bir muallim olduğunu ileri sürerek benim başka bir yere kaldırılmamı istemiş. Fakat, Nezaret, nedense beni bırakıp ortağımı ileride açılacak başka bir yere göndermeyi muvafık görmüş.
Dün akşam gelen emir üzerine Maarif Müdürü, Rüştiye Müdiresi ve galiba Huriye Hanım'ın Rumeli'den hemşehrisi olan Muhasebe Müdürü geç vakit bir toplantı yapmışlar, beni bir köye atıp yerime Huriye Hanım'ı alıkoymak için plan tertip etmişler.
Huriye Hanım'ın Maarif Müdürlüğü koridorunda benimle karşılaşması evvelden hazırlanmış bir şeymiş. Hatta o ak sakallı hocayı bile, mahsus getirmişler.
Maarif Müdürü'nün sözleri üzerine şık bir Avrupa köyü gibi görmeye başladığım Zeyniler'e gelince, dağlar arasında kuş uçmaz, kervan geçmez bir yermiş! Bir seneden beri boş olduğu halde en düşkün muallimler bile oraya gitmeye yanaşmıyorlar mış.
ÇALIKUŞU 165
Ben bunları öğrendikçe şaşırıyor, saçlı sakallı bir büyük memurun, bu kadar sefaletle beni aldatmasını bir türlü aklıma sığdıramıyordum.
Hacı Kalfa, sinirli bir tavırla başını iki yana sallıyor:
- Sen bilmezsin o uyur yılanı, diyordu, uyur uyur da sonra adama öyle bir vurur ki, nereden geldiğini fark edemezsin, anladın mı efendim?
- Adam sen de! insanı en yakın akrabaları kalpsizce vurduktan sonra yabancılar vurmuş ne çıkar? Ben, o Zeyniler'de de mesut olmasını bileceğim. Gönüller şen olsun!
Zeyniler, 28 Ekim
Bugün, akşama doğru bir Çeçen arabasıyla Zeyniler'e geldim. Maarif Müdürü, galiba yolları şimendifer yürüyüşüne göre ölçüyor. Çünkü: "Nihayet iki saat" dediği yol tam sabahın onundan geceye kadar sürdü. Ne yapsın mübarek adamcağız! Kabahat kendisinin değil, kâh dağ yamaçlarına tırmanan, kâh kurumuş sel çukurlarına inen Zeyniler yoluna dişli şimendifer yaptıramamış olanların.
Hacı Kalfa'nın ailesi, beni şehirden yarım saat uzaktaki bir çeşme başına kadar selametlemeye geldi. Bütün aile, bir düğüne, daha doğrusu bir cenaze alayına gider gibi giyinmişti.
Arabanın hazır olduğunu haber vermeye geldiği vakit, az kaldı Hacı Kalfa'yı tanıyamıyordum. Beyaz peştemalını, taşlıklar, sofalar ve merdivenlerde, kendine göre bir ahenkle sürüdüğü şıp şıp terliklerini çıkarmış, arkasına soluk çuhadan yakası kapalı uzun bir ceket, ayaklarına imam galoşları giymişti. Aziziye biçiminde kocaman bir kırmızı fes, saçsız başını kulaklarına kadar örtüyordu. Samatyalı Madam'la Hayganuş'un ve Mirat'ın tuvaletleri de onunkinden aşağı değildi.
166
Reşat Nuri Güntekin
içinde çok acı saatler geçirmiş olmama rağmen küçük odamdan adeta hüzünle ayrıldım. Mektepte bize bir şiir ezber-letmişlerdi. İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, hep birinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadar haklıymış!
*
Bir tesadüf eseri olarak Manastırlı komşum da, benimle aynı günde B.'den ayrıldı. Fakat o, herhalde benden çok daha acınacak bir vaziyette olarak...
Dün gece, çantamı hazırladıktan sonra yatmıştım... Uykumun arasında iri iri konuşma sesleri işitiyor, fakat bir türlü kendimi açamıyordum.
Birdenbire korkunç bir gürültüyle yataktan fırladım. Sofada bir şeyler yıkılıp devriliyor, gecenin sessizliği içinde çocuk feryatları, boğuk hırıltılar, sille tokat seslerine karışıyordu. Uyku sersemliğiyle ilk aklıma gelen şey yangın oldu. Fakat yangına uğrayanlar herhalde birbirlerini dövmezlerdi.
Dağınık saçlarım, çıplak ayaklarımla odadan fırladım ve feci bir dayak vakasıyla karşılaştım. Dev yapılı, palabıyık bir zabit, Manastırlı komşumu yerden yere sürüyor, çizmeleriyle çiğniyordu.
Çocuklar, bir ağızdan, "Anamız... Babam anamızı öldürüyor!" diye haykınyorlardı.
Zavallı kadın her tekmeden, yılan gibi ıslık çalarak inen her kamçıdan sonra inleyerek tahtaların üzerine yuvarlanıyor, fakat inanılmaz bir kuvvetle yine yerinden kalkarak zabitin dizlerine tırmanıyordu: "Kulun kurbanın olayım efendiciğim, öldür beni, lâkin bırakma, boşama!..."
Yarı çıplak olduğum için tekrar odama girmiştim. Zaten öyle olmasa da elimden ne gelirdi?
ÇALIKUŞU 167
Alt katta yatanlar da uyanmış olacaklardı. Aşağı sofadan ayak patırtıları, anlaşılmaz sesler geliyordu.
Sofanın tavanında bir aydınlık gezinmeye başlamıştı. Merdiven aralığında Hacı Kalfa'nın çıplak başı parladı. Adamcağız, gürültüyü işiterek uyanmış, bir teneke lamba yakalayarak don gömlek dışarı fırlamıştı.
ihtiyar odacı: "Ne ayıptır, ne rezalettir, otelde bu olur mu?!" diye bağırarak aralarına girmek istedi. Fakat zabit, Hacı Kalfa'nın karnına çizmeli ayağıyla öyle bir tekme savurdu ki, biçare adeta kocaman bir futbol topu gibi havaya fırladı ye aralık kapıdan sırtüstü odama yuvarlanarak çıplak bacakları havaya kalktı. Bereket versin ben, atik davranmış kollarımla adamcağızın kafasını yakalamıştım. Yoksa, çıplak kafa, kocaman bir balkabağı gibi tahtalara çarpıp patlayacaktı.
Uyku sersemliği, korku, şaşkınlık, sonra Hacı Kalfa'nın hali hep bir araya gelmiş, fena halde sinirlerimi bozmuştu.
ihtiyar adam: "Vay aman! Vay aman! Hay nalçasına tükürdüğüm katırı!" diye söylenerek ayağa kalkıyordu.
Fakat bu sefer ben, karyolamın üstüne düşmüştüm. Ömrümde başıma gelmemiş bir kahkaha krizi içinde bunalıyor, tıkanıyor, ellerimle yorganları burarak kıvranıyordum. Artık dışarıda ne olup ne bittiğini anlayacak halde değildim.
Sesler, gürültüler tamamıyla kesilip otel sükûnuna dö-nünceye kadar kendime gelemedim.
Vakayı sonradan bana anlattılar:
Manastırlı Hanım'ın, arsız muhabbeti, nihayet kocasının canına yetmiş, zabit, ne pahasına olursa olsun kadını çocuklarıyla beraber memlekete göndermeye karar vermiş. Bu gece, biletlerin alınmış olduğunu, ertesi sabah erkenden hazır bulunmasını söylemeye gelmiş.
Manastırlı Hanım, kolay kolay onun yakasını bırakmaya razı olur mu? Tabii yalvarmaya, sırnaşmaya başlamış. Arala-
168
Reşat Nuri Güntekin
nnda ^mbilir ne gibi sözler ve sahneler geçtikten sonra bu korkunç dayak faslı başlamış.
Belki iki saat sonra, tekrar uyumaya hazırlandığım sırada Hacı Kalfa, hafifçe kapıma vurdu: "Bak bakasın, hocanım, otelde başka kadın yok. Fakir hatuncağız bayılıp duruyor. Salt gülmek olmaz. Gel dinini seversen şuna biraz bak. Adımız erkeğe çıkmış diye yanına giremiyorum. Sonra ölür, mölür de başımız derde girer he!" dedi.
Kapı aralığında Hacı Kalfa'nın yüzünü görünce beni tekrar bir gülme aldı: "Geçmiş olsun!" demek istiyordum, fakat bir türlü kelimeler ağzımdan çıkmıyordu.
Hacı Kalfa, dargın dargın yüzüme baktı; yarı mahcup bir eda ile başını sallayarak:
"Gülürsün! Salt kıkır kıkır gülürsün. Ha çapkın seni! Şuna bak hele!" dedi.
"Gülüyorsun" kelimesini "gülürsün" diye o kadar tuhaf söylüyordu ki, şimdi bile gülmekten kendimi alamıyorum. Hemen bir saatten fazla dertli komşumla uğraştım. Zavallının vücudu yara bere içindeydi, ikide bir bayılıyor, gözlerinin siyahı kaybolarak çenesi kilitleniyordu.
Bir baygınla uğraşmak, ilk defa başıma gelen şey. Ne yapmak lâzım geleceğini kestiremiyordum. Fakat iş başa düşünce, insana öyle gayret geliyor ki...
Bu, her biri en aşağı beş dakika süren bayılmalarda kadıncağızın kollarını, vücudunu ovuşturuyor, kızına sürahiden su döktürerek ıslatıyordum. Alnı, yanakları, dudakları birkaç yerinden çatlamıştı. Bu çizgilerden ince ince sızan kanlar düzgünlere, sürmelere karışıyor, kirli bir siyahlık alarak çenesine, göğsüne sızıyordu. Yarabbi, ne çok boya varmış bu yüzde!... O kadar su döktüğüm halde, bir türlü bitip tükenmiyordu.
O sabah, uyandığım vakit, karşı odayı boş buldum. Zabit, erkenden onu, çocuklarıyla beraber bir arabaya atarak götürmüş, komşum gitmeden beni görmek, helallik dilemek istemiş,
ÇALIKUŞU 169
fakat gece, onun yüzünden uykusuz kaldığımı bildiği için uyandırmaya kıyamamış. Hacı Kalfa'ya selam bırakmış ve tekrar gözlerimden öpmüş.
*
Arabada, gözüm Hacı Kalfa'nın yüzüne rastladıkça gülüyordum. O, bu yersiz neşenin sebebini anlıyor, dargın bir gülümsemeyle başını sallayarak:
- Gülürsün he! Hâlâ kıkır kıkır gülürsün he! diye bana çıkışıyordu.
Sonra, akşamki tekmenin dehşetinden bahsederek: "Tabanına tükürdüğümün katırı, anladın mı efendim, bir tepti beni, karnımın içini karmakarışık etmiştir. Mirat, benden sana baba nasihati: Sen sen ol, karı koca arasına gireyim deme. Karı koca ipektir, araya giren köpektir," diyordu.
Bütün aile, küçücük arabanın içinde üst üste, şehrin dışındaki bir çeşme başına kadar gelmiştik.
Ayrılık yeri burasıydı. Hacı Kalfa, iki tıpalı şişeye hazırlamış olduğu sularını çeşmeden tazeledi ve ihtiyar arabacıma uzun uzadıya tembihler verdi. Samatyalı Madam, gözleri dolu dolu, bir gün evvelden benim için yaptığı, çörekleri stepetime doldurdu.
Bana karşı tamamiyle lakayt olduğunu zannettiğin) vahşi
Hayganuş, bir yerini incitmiş gibi birdenbire ağlamaya başladı.
Hem de ne ağlayış! Kulağımda iki inci küpe vardı. Onlar^çıka-
rarak Hayganuş'un kulağına taktım. \
Hacı Kalfa, hediye için adeta mahcup oluyor: "Yoo, hocanım, hediye dediğin para edecek şey olmamalı. Bunlar kıymetli inciler," diyordu.
Yine hafifçe güldüm. Kızının benim için döktüğü inciler yanında iki paralık kıymeti olmadığını nasıl anlatırsın bu saf adamcağıza!