26 Haziran 2015 Cuma
emile zola - nana
EMİLE ZOLA ve NANA
Çok az yabancı yazar vardır ki, Zola kadar Türk okurunca tanınsın ve sevilsin. Yıllardır Zola, okurların en
beğendikleri ve okumadan edemedikleri bir klasiktir.
Natüralizm (Doğalcılık) akımının en güçlü ve başarılı örneklerini roman dalında veren Zola, 2 nisan
1840'ta Paris'te doğdu. Babası İtalyan, annesi Fransız'dı. Çocukluk ve gençlik yıllarını Provence'deki Aix
kasabasında geçirdi. Aix kolejinde başladığı öğrenimini, Paris'te tamamlayabildi. Koleji bitirdi, ama
bakaloryayı veremedi; bu yüzden de ailesinin ısrarla istediği hukuk öğrenimini yapamadı. Uzun bir süre
yoksulluk içinde yaşadı. Yoksulluk günlerinde Dock'larda, Hachette kitabevinde çalıştı. Zola'nın bu
yoksulluk günlerini dile getiren yazarlar, onun nice soğuk kış günlerinde ekmeğini yağa batırarak karnını
doyurduğunu, penceresine konan kuşları avlayarak açlığını giderdiğini kaydederler.
Küçük kalem denemelerinden sonra Hachet'teki işinden aynldı, artık Figaro'da ve başka dergilerde yazılar
yazıyordu, Zola bu sıralarda, üslûp denemelerini olgunlaştırmış ve büyük bir eser üzerindeki
çalışmalarına başlamıştı: «Rougon Macquart'lar.» Bu dizinin bir adı da, 'İkinci İmparatorluk çağında bir
ailenin doğal ve sosyal tarihi 'dir. Dizinin yazılması 1871 yılından 1893 yılına kadar sürmüştü.
Evet 'Doğalcılık' akımını Flaubert kurmuştu, ama bunu doruğuna çıkaran Zola oldu.
Claude Bemard'm düşüncelerini romanlarına uygulamaya çalıştı. Tuhaf bir tutumla bilimsel iddiaları
roman yoluyla ispata çalıştı. Bu bilimsel iddiaları bir yana bırakırsak, Zo-
'nın romanları, hiç kuşku yok, ikinci imparatorluk döneminin toplumsal bir panaromasım verdi.
Tanınmış romancı Dreyfus davasına karıştı, ünlü «İtham Ediyorum» adlı makalesi bütün Fransız adliye
mekanizmasını tedirgin etti. Dreyfus'un, Yahudi yüzbaşının suçsuzluğuna inanıyordu, bu uğurda da
yurdundan kaçmak zorunda kaldı. Yıllarca yaptığı mücadelenin zaferle bitmesi onu çok sevindirdi,
Zola 1902 yılında havagazı zehirlenmesinden öldü.
* t
saat dokuz olduğu halde Varietes tiyatrosunun salonu 'daha dolmamıştı. Balkonda ya da alt ön sıralarda,
kadife koltukların arasında kaybolmuş bir kaç kişi avizenin hafif aydınlığı içinde bekliyorlardı. Kırmızı
perde yarı karanlığa boğulmuştu; sahneden hiçbir gürültü duyulmuyordu; ışıkları sönmüştü, müzisyenlerin
kürsüleri dağınık bir haldeydi. Yalnız paradide, gaz lâmbasının soluk ışığının etkisi ile yeşile çalan bir
gökyüzünde uçuşan kadın ve çıplak çocuk resimleriyle süslü değirmi tavanın altında; sürekli bir uğultu
halinde bağırışmalar, gülüşmeler duyuluyordu.
Burada, etrafı yaldız çerçeveli pencere boşluklarının altında kasketli, bereli başlar sıralanmıştı. Zaman
zaman elinde biletlerle telâşlı telâşlı bir yer gösterici kadın geçiyordu. Bir aralık smokinli bir bayla bir
bayanı yerlerine oturttu. Zayıf ve sırtı çökük kadın, ağır ağır etrafına bakınmaktaydı.
Salonun lüks mevki bölümünde genç iki adam belirdi. Ayakta durup salonu gözden geçirdiler.
Uzun boylu ince bıyıklı olan daha yaşlısı bağırdı:
- Sana söylemedim mi Hector, bırak da şu puromu bitireyim, diye!
Bu sırada oradan geçen bir yol gösterici kadın; ahbapça:
- O! bay Fauchery siz misiniz? Daha başlamasına yarım saat var, dedi.
Uzun yüzünden canı sıkıldığı belli olan Hector:
- Peki ama neden saat dokuzda? Oyunda rolü olan Clarisse bana bu sabah, tam sekizde başlanacağına
yemin etmişti
NANA
Bir ara sustular. Başlarını yukarı kaldırıp loş locaları gözden geçirdiler. Yeşil duvar kâğıtları bu locaları
büsbütün karanlık gösteriyordu. Paradinin altındaki asma kat locaları kapkaranlıktı. Balkon localarından
birinde, kadife kaplı balkon kenarına ilişmiş tek bir kadın vardı. Sağda ve solda uzun sütunların arasında
ön sahnenin iki tarafındaki boşlukta püsküllü saçaklar sarkıyordu. Duvarları beyaza boyalı ve yaldızlı
salon, büyük kristal avizenin hafif ışığı altında ince bir toza gömülmüş gibi silikleşmişti.
Hector:
- Lucy için ön localardan birini ayırttın mı? diye sordu.
- Evet; diye öteki cevap verdi. Ama oldukça zahmetli oldu bu iş... Oh!.. Lucy'nin geç gelmesinde bir
tehlike yok: ona daima yer bulunur!
Hafifçe esnerken eliyle ağzını kapadı. Bir süre sustuktan sonra :
- Şansın var senin... Daha ilk oyunu görmedin... Sansın Venüs bu yıl bir olay yaratacak. Altı aydır ondan
söz ediliyor. Ah! Dostum, bir müzik ki! Ne malın gözüdür şu Bordenave! İşini bilir; exposition'a saklıyor
bunu!
Hector bu sözleri can kulağıyla dinliyordu.
- Ya peki şu Sarışın Venüs'ü oynayacak olan Nana'yi tanıyornıusun sen? diye sordu.
Fauchery kollarını havaya kaldırarak :
- Bıktım be! Sabahtanberi kafamı şişirdiler bu Nana'y-la! Şimdi de sen çıktın başıma! Nereye gitsen,
kiminle ko-nuşsan hep Nana, Nana! Ne bileyim ben. Paris'in bütün kızlarını tanıyabilir miyim ki! Belki yirmi
kişi bana sordu bu Nana'yı. Nana, Bordenave'ın icat ettiği bir yaratık. İyi becermiş olmalı bu işi!
Sustu. Ama bu boş salon avizelerinden dökülen yan aydınlık, bir kilise havası içindeki fısıldaşmalar iyice
canını sıkmıştı.
Birden:
(*) Uluslararası Paris sergisi (Çev.)
EMİLE ZOLA
- Yo, hayır! dedi. Burada insan bunalıyor. Dışarı çıkıyorum ben... Belki aşağıda Bordenave'a rastlarız. İşin
iç yüzünü anlatır bize.
Aşağıdaki mermer döşeli büyük holde, bilet kontrolü yapılıyordu. Seyirciler görünmeğe başlamıştı. Açık
duran üç parmaklıklı kapıdan bulvarlarda, bu güzel Nisan gecesinde, ışıklar arasında kaynaşan kalabalık
görülüyordu. Araba tekerleklerinin gürültüsü birden duruyor kapılar açılıyor, sonra gürültüyle kapanıyor,
tiyatronun holüne bir yığın insan doluyor.
İçeri girenler birer birer kontrol memurunun önünde durduktan sonra, dip taraftaki çift merdivenden yukarı
çıkıyorlardı. Kadınlar bu merdivenlerde vücutlarına ahenkli bir sallantı vererek erkeklerini bekliyorlardı.
Havagazı lâmbalarının ışığıyla yıkanan sade, empire stilinde döşenmiş bu çıplak salonda kartondan
yapılmış bir kilise avlusu havası vardı. Duvarlardaki san afişlerin üstünde kocaman kara harflerle yazılmış
«Nana» adı okunuyordu. Şık erkekler geçerken birden durarak bu afişleri okuyorlardı. Bazıları da,
kapıların önünü kapatarak durup aralarında konuşuyorlardı; bu sırada şişko adamın biri gişenin önünde
bilet almak için diretenlere kabaca çıkışıyordu.
Fauchery merdiven'den inerken:
- İşte Bordenave! dedi.
Direktör de onu görmüştü. Uzaktan:
- Doğrusu çok naziksiniz! Hani benim için bir fıkra yazacaktınız. Bu sabah Fîgaro'yu gözden geçirdim; tek
satır yok!
- Canım sabırlı olun biraz, diye Fauchery cevap erdi. Kendisinden söz etmeden önce bir kere tanıyayım
şu Na-na'nızı... Kaldı ki söz vermiş filân da değilim.
Sonra kısa kesmiş olmak için amcasının oğlunu tanıttı. Dediğine göre B. Hector de la Faloise adındaki bu
genç, eğitimi Paris'te yeni tamamlamıştı. Direktör delikanlıya bir göz attı. Fakat, Hector onu uzun uzun,
heyecanla süzüyordu. Şu güzel kadınları keşfedip sahneye çıkartan, onlara
10
NANA
karşı kaba bir gardiyan gibi davranan; bin bir reklâm şekli vadeden, bağırıp çağıran, konuşurken balgam
atan, ellerini butlarına vuran, hayasız olduğu kadar bir jandarma kafası taşıyan Bordenave bu adamdı
demek! Hector güzel bir iki kelime söylemesi gerektiğini düşünerek:
- Tiyatronuz... diyecek oldu.
Bordenave çok sakin bir tavırla ve açık konuşmayı seven bir adam gibi:
- Geneleviniz diyin... dedi.
Bu sözü beğenen Fauchery gülerken, sözü ağzında kalan la Faloise, fena halde bozulmuştu, ama bu
şakanın zevkine varmış gibi görünmek için kendini zorluyordu. Direktör, yazılarının büyük bir etkisi
olduğunu bildiği tiyatro eleştiricisi Fauchery'nin elini hararetle sıktı, La Faloise toparlanmıştı. Kendisine
taşralı gözüyle bakılmasından korkuyordu.
Sözünü tamamlamak isteyerek:
- Bana Nana'nın sesinin çok güzel olduğunu söylediler; dedi.
- Onun mu! diye direktör omuz silkerek bağırdı. Pek cırlak sesi var, kulağının zarını deler insanın!
Genç adam hemen sözlerine şunu ekledi :
- Ne olursa olsun, mükemmel bir aktrismiş!
- O ha! Hantalın biri! Ayaklarını ellerini ne yapacağını bilemez sahnede.
La Faloise'ın yüzü hafifçe kızardı. Hiçbir şey anlamaz olmuştu :
- Ama ne olursa olsun bu akşam onun ilk oyununu kaçırmak istemem. Biliyorum ki tiyatronuz...
Bordenave bir şeyi çok iyi bildiğine güvenen bir adamın soğukkanlı inadıyla :
- Geneleviniz... diyin; diye sözünü kesti.
Bu sırada sükûnetini hiç bozmayan Fauchery içeriye giren kadınlara bakıyordu. Gülmek mi kızmak mı
gerektiği-
EMILE ZOLA
11
l
ne karar veremeyerek şaşkın şaşkın duraklayan amcasının oğlunun yardımına gelerek :
- Bordenave'ı memnun etmek istiyorsan, tiyatrosu için onun istediğini söyle... Madem ki hoşuna gidiyor
bu... Size gelince dostum; madem ki şu sizin Nana'nız ne oynayabiliyor ne de şarkı söyleyebiliyor;
öyleyse sinek avlayacaksınız demektir, işte bu kadar. Kaldı ki ben de bundan korkuyordum.
Yüzü moraran direktör :
- Sinek avlamak ha! Sinek avlamak! Bir kadının iyi oynamaya ya da güzel şarkı söylemeye de ihtiyacı var
mıdır ki? Ah, yavrum pek toysun... Nana'da başka şey var. Hani başka her şeyin yerini tutan bir şey.
Kokusunu aldım.
Pek kuvvetli bu şey onda. Burnum iyi koku alır benim... Göreceksin, göreceksin... Hele sahnede bir
görünsün, milletin ağzının suyu akacak.
Heyecandan titreyen iri ellerini havaya kaldırdı; halinden memnun, sesini alçalttı. Şimdi kendi kendine
mırıldanıyordu:
- O ne ten! Ah!. Çok iş var onda; çok iş var!
Sonra Fauchery kendisinden daha çok bilgi isteyince, Nana hakkında, Hector'un canını sıkan bir açık
sözlülükle ayrıntılara girişti. Nana'yı tanımıştı; ona ün kazandırmak istiyordu. Yani tam bir Venüs aradığı
sırada ele geçirmişti onu. Bir kadını öyle uzun uzadıya incelemek için kendini yormaz, seyircileri ondan bir
an öne yararlandırmak isterdi. Telâşında zaten büyük bir huzursuzluk vardı. Bu iri kızın gelişi burayı alt
üst etmişti. İnce bir komedi artisti ve dinleyenleri kendinden geçiren bir şarkıcı olan yıldızı, Rose Mignon
kendisine bir rakip geldiğini sezerek, direktörü bırakıp gideceğini söylüyordu. Ya o afiş için kopan gürültü,
kıyamet! Nihayet iki aktrisin adlarının aynı büyüklükte harflerle yazılmasına karar verildi. Böylece başını
ağrıtmalarını önlemiş oluyordu. Kendi deyimiyle şu kadıncıklardan biri, Simonne ya da Clarisse su
koyuverirlerse, kıçlarına
12
NANA
yerleştirecekti tekmeyi. Başka türlü yaşanamazdı ki. Mallarının kaç para ettiğini bilirdi, o.
Birden durarak:
- Hele bak! dedi. Görüyor musunuz şu Mignon'la Ste-iner'i. Hiç ayrılmazlar birbirlerinden. Biliyorsunuz ki
Stei-ner Rose'u da ele geçirdi üstelik; bunun için kocası, tüymesin diye peşinden ayrılmıyor hiç.
Tiyatronun cephesinde havagazı feneri kaldırımı aydınlatıyordu. Bu aydınlığın içinde, çiğ yeşil iki küçük
ağaç seçilmekteydi; ışıkta hem beyaz görünen bir sütunun üstündeki afişteki yazılar gündüzmüş gibi ta
uzaktan okunabiliyordu. Daha ötede caddelerin zifiri karanlığı üzerinde yer yer ışıktan noktalar parlıyor ve
bu caddelerde durmadan bir insan seli akıp gidiyordu. Bir çokları içeri girmeyerek tiyatronun önünde
durup çene çalıyor, kimisi de purosunu çekiştiyor-du. Tiyatronun cephesindeki fenerden dökülen ışığın
altında yüzleri soluklaşan bu insanların kısa ve kara gölgeleri asfaltın üstünde koyu bir leke gibi
yayılıyordu.
İri yarı neşeli bir adamdı Mignon. Dört köşe kafasıyla sirklerde herkül rolüne çıkan bir oyuncuyu
andırıyordu. Şimdi ufak tefek, hafifçe göbekli, kır değirmi sakallı bir tip olan banker Steiner'in koluna
girmiş, kalabalık arasından yol açmaya çalışıyordu.
Bordenave, bankere :
- Dün onu benim büromda görmüştünüz değil mi? diye sordu.
- A! O kadın mıydı, diye Steiner bağırdı. Ben de zaten onun olabileceğini düşünmüştüm. Yalnız ben
girerken o çıkıyordu. Pek az görebildim.
Mignon, gözünü yere dikmiş, sinirli sinirli parmağında-ki pırlanta yüzüğünü çevirerek dinliyordu. Nana'nın
söz konusu edildiğini anlamıştı. Sonra, Bordenave'ın, yeni yıldızını ballandıra ballandıra anlatması
karşısında bankerin gözlerinin patladığını görünce, lâfa karıştı:
EMİLE ZOLA
13
- Bırak allahaşkına dostum; şu orospuyu! Seyirciler lâyık olduğu tepkiyi gösterecekler ona... Steiner,
yavrum, biliyorsun ki karım locasında bekliyor sizi..
Adamın koluna girip götürmek istedi. Ama Steiner Bordenave'dan ayrılmak istemiyordu. Önlerinde, kuyruk
olan bir sürü insan biletlerini kontrol ettirmek için sıra bekliyordu. Kalabalığın içinden Nana adının iki
hecesi tatlı bir ahenkle dalgalanıyordu. Afişlerin önünde duran erkekler yüksek sesle heceliyorlardı bu adı.
Bir soru halinde söyleyip geçenler de vardı. Kadınlar da, kaygılı ama gülümseyerek, yavaş sesle «Nana»
diyorlardı. Biraz da hayret etmiş gibiydiler. Tanıyan yoktu bu Nana'yı? Nereden çıkmıştı böyle birdenbire?
Şimdi onun adı etrafında fıkralar anlatılıyor, kulaktan kulağa Nana ile ilgili eğlenceli şeyler fısıldanıyordu.
Kulakları okşayan bir addı Nana. Gittikçe artan bir sıcaklıkla dudaktan dudağa dolaşıyordu. Sadece
adının duyulması kalabalığı keyiflendiriyor, çocuklaştırıyordu. Bir merak nöbeti sarmıştı herkesi. Şu
Parislilerin bazen çılgınlık derecesine varan merakı, Nana'yı bir an önce görmek istiyorlardı. Bir bayanın
eteği yırtıldı, bir bay şapkasını kaybetti.
Etrafını çeviren yirmi kadar seyircinin sorularından bunalan Bordenave :
- Ah! Çok, sıkıştırıyorsunuz beni! diye bağırdı. Az sonra göreceksiniz kendisini... Kaçıyorum; bana
ihtiyaçları var.
Müşterilerinin merakını alevlendirdiği için pek sevinçliydi. Oradan çekilip gitti. Mignon omuz silkerek,
Steiner'e Rose'un ilk perdedeki elbisesini göstermek için kendisini beklediğini bir kere daha hatırlattı.
La Faloise, Fauchery'ye :
- Bak, Lucy şurada dedi. Arabadan iniyor.
Gerçekten de Lucy Stewart'tı. Ufak tefek, çirkin kırklık bir kadındı bu. Uzun boylu, zayıf yüzlüydü. Ama
kalın dudakları öylesine renkli, öylesine güzeldi ki büyük bir çekicilik veriyordu bu kadına. Yanında
Caroline Héquet ile an-
14
NANA
nesi de vardı. Güzel ama soğuk bir kadındı bu Caroline. Annesi ağır, kibar görünüşlüydü. Lucy,
Fauchery'ye:
- Bizimle geliyorsun değil mi, sana bir yer ayırttım, dedi.
- Yo, hiç niyetim yok, bir şey göremem oradan. Salonda oturmayı isterim, diye adam cevap verdi.
Lucy içerledi. Kendisiyle beraber görünmek istemiyor muydu yoksa? Sonra birden sakinleşerek başka
konuya geçti:
- Neden Nana'yı tanıdığını söylemedin bana?
- Nana'yı mı? Onu hiç görmüş değilim ki.
- Sahi mi? Ama bu kadınla yattığını söylediler bana. Bu sırada karşılarına dikilen Mignon parmağını
ağzına
götürerek susmalarını işaret ediyordu. Sonra, Lucy'nin bir sorusu üzerine oradan geçen bir genci
göstererek:
- Nana'nın âşığı! diye mırıldandı.
Hep dönüp ona baktılar. Yakışıklı bir gençti. Fauchery tanımıştı onu: Daguenet adındaki bu delikanlı
kadınlara üç-yüzbin frangını yedirdikten sonra, şimdi Borsada ufak tefek işler çevirerek arada sırada
sevgililerine para kazanabiliyordu. Lucy Daguenet'nin gözlerini pek güzel bulmuştu.
- Ah! İşte Blanche da geliyor; diye bağırdı. Nana ile yattığını o söylemişti bana.
Sarışın, şişmanca, sevimli bir kızdı bu Blanche de Sivry, yanında, zayıf yapılı, çok iyi giyinmiş, çok kibar
bir adam vardı.
Fauchery, La Faloise'a dönerek:
- Kont Xavier de Vandeuvres; diye fısıldadı.
Kont gazetecinin elini sıktı. Bu sırada Blanche ile Lucy hararetli bir tartışmaya dalmışlardı. Birininki mavi,
öteki-ninki pembe farbalarıyla uzun etekleri yolu kapatmışlardı. Konuşmalarında sık sık Nana'nın adı
geçiyordu. Bunu öyle acı bir ifade ile söylüyorlardı ki herkes onları dinliyordu.
EMİLE ZOLA
15
Kont de Vandeuvres Blanche'ı oradan uzaklaştırdı. Şimdi, Nana'nın adı gittikçe yüksek perdeden geniş
holün dört köşesinde yükseliyor, bekleyenlerin onu görmek için duydukları sabırsızlığı bir kat daha
arttırıyordu. Ne diye başlanmıyordu hâlâ? Erkekler sık sık saatlerine bakıyorlardı; geç kalanlar, daha
durmadan arabalarından atlıyor. Öbek öbek insanlar kaldırımlardan koşarcasına tiyatroya dalıyor, sokakta
gezinenler, aydınlık alandan ağır ağır geçerken kafalarını uzatıp tiyatronun içine bakıyorlardı. Islık çalarak
gelen bir oğlan, tiyatronun kapısındaki afişin önünde durdu; sonra, bir sarhoş gibi nara atarak: «Vay
anam! Nana!» diye bağırdı. Kalçalarını oynatıp pabuçlarını sürüyerek uzaklaştı. Oradakiler gülüştüler.
Kerli ferli baylar: «Vay Anam! Nana!» diye mırddanmışlardı. Herkes birbirini çiğniyordu. Bilet kontrolü
sırasında kavga çıktı; Nana diyen, Nana'yı isteyenlerin sesleri birbirine karışarak gittikçe artan bir uğultu
halini almıştı. Bu uğultu kalabalıkları saran bir şehvet duygusunun ifadesi gibi yayılıp genişlemekteydi.
Şimdi, perde arası çıngırağın sesi bu gürültüyü bastırmıştı. Bir mırıltı bulvara kadar taştı : «Çıngırak
çalındı! Çıngırak çalındı!» Dışarıdakiler salona girmek için itişip kakışmaya başlamışlardı. Bir kaç memur
biletleri kontrol ediyordu. Mignon, kaygılı bir tavırla, Rose'un elbisesini görmeğe gitmeyen Steiner'i nihayet
yeniden yakalayabildi, ilk çıngırak sesinde la Faloise, perdenin açılışını kaçırmamak için, kalabalığı
yararak Fauchery'yi de sürükledi. Seyircilerin bu telâşı Lucy Stewart'ı sinirlendirmişti. Hele bakın şu kaba
adamlara, nasıl da itiyorlar kadınları! Caroline, Heq-met ve annesiyle en sona kaldı. Hol boşalmıştı: ta
ötede bulvar, yine kendi uğultusuna daldı.
Lucy merdivenden çıkarken :
- Bunların oyunları da hep böyle acayiptir; diye söyleniyordu.
Fauchery ile la Faloise, yerlerine yerleştikten sonra etrafı gözden geçirmeğe başladılar. Şimdi salonda
ışıklar saçılmaya başlamıştı.
16
NANA
Büyük kristal avizeden dökülen sarı, pembe ışıklar bir aydınlık sağnağına boğuyordu salonu. Nar çiçeği
rengindeki koltukların kadifelerinde parlak hareler belirirken, kenarların yaldızlan göz alıcı bir parıltıyla
parlıyor, tavanın çiğ renkli yağlı boya resimlen hafif yeşilimtırak bir buğuya bürünmüştü. Birden sahne
ışıkları perdeyi alev alev tutuşturdu. Bir masal sarayının zenginliğini hatırlatan bu erguvan renkli ağır
kumaş, çerçevesinin çatlakları ve yaldızların altından alçı sırıtan fakirliği ile tam bir kıtlık meydana
getirmekteydi. Sehpalarının başına geçen müzisyenler sazlarını akort etmeye başlamışlardı. Şimdi hafif
flüt titreşimleri, boruların boğuk solukları, kemanların kıvrak sesleri salonun gittikçe artan uğultusuna
karışıyordu. Bütün seyirciler durmadan koşuyor, itişip kakışarak koltuklarına hücum ederek yerleşmeğe
çalışıyorlardı. Uzun koridorlardan ve kapılardan içeri dolan kalabalığın ardı arkası kesilmiyordu bir türlü.
Kadın elbiselerinin hışırtısı arasında bu bir kıyafet ve tuvalet defilesiydi. Koltuk sıraları yavaş yavaş
doluyordu. Bütün bu renk renk kıyafetler arasında ya parlak bir kumaş, ya da eğilen bir kadın başını
süsleyen mücevherler göz alıyordu. İpek beyazlığında bir kadın omuzu seçiliyordu bir locanın kenarından.
Kımıldanmadan oturan bir kaç kadın da yelpazelerini sallayarak salona dalan kalabalığı seyrediyordu.
Salonun ön tarafında, ayakta duran yeleklerinin önü açık yakalarına birer sardunya takmış bir kaç genç,
eldivenli ellerinin parmaklarının ucuyla tuttukları dürbünleriy-le etrafı gözden geçirmekteydiler.
Bu sırada Fauchery ile la Faloise tanıdık yüzleri görebilmek için etraflarına bakmıyorlardı. Mignon ile
Steiner alt kat localarından birinde, ellerini kenarlığı örten kadifeye dayayarak oturmuşlardı. Blanche de
Sivry, sahnenin hemen önünde tek başına oturmuş, gibi görünüyordu. La Faloise, kendininkinden iki sıra
öndeki bir koltukta oturan Da-guenet'den gözünü ayırmıyordu. Onun yanında oturan onye-di yaşlarında
kadar canlı bir delikanlı gözlerini kocaman açmış hayretle etrafını süzüyor gibiydi. Fauchery ona bakarken
gülümsedi.
EMİLE ZOLA
17
La Faloise birdenbire:
- Kim bu kadın? Hani şu yanında mavili bir genç oturuyor? diye sordu.
Vücudunu korsesinin içine sıkıştırmış şişman bir kadındı bu. Vaktiyle sarışın olan saçları şimdi
beyazlaşmış. 'Yuvarlak yüzü allıkla kıpkırmızı kesilmişti.
Fauchery sadece :
- Gaga; diye cevap verdi.
Bu adın, amcasının oğlunu hayrete düşürdüğünü görerek :
- Tanımıyor musun Gaga'yı?... Louis Philipp'in Kral olduğu ilk yıllarda pek sevilen bir kadındı. Şimdi
nereye gitse kızını da yanında götürüyor.
La Faloise genç kıza bakmadı bile. Gaga'nın manzarası kendisini heyecanlandırmıştı, gözünü
ayırmıyordu kadından. Hâlâ çok iyi buluyordu onu ama bunu açığa vurmaya cesaret edememişti.
Bu sırada orkestra şefi çubuğunu kaldırmış, müzisyenler uvertüre başlamışlardı. Hâlâ akın akın içeri
girenler vardı. Kımıldanmalar, gürültüler gittikçe artıyordu, ilk temsillerin bu her zamanki seyircileri
arasında bir köşede buluşan bildikleri vardı; bunlar gülüşerek konuşuyorlardı aralarında. Buranın gediklisi
olan bazı erkekler, şapkalarını çıkartmadan selâmlaşıyorlardı. Paris'in bütün edebiyatçıları, bankerleri,
zevk ve eğlence düşkünleri buradaydı. Bir çok gazeteci, bir kaç yazar, Borsa simsarları göze çarpıyordu.
Namuslu kadınlardan çok, yoldan çıkmış kızlar vardı. Karmakarışık bir kalabalıktı bu. Her düşüncede,
boğazına kadar sefahate batmış insanların bir koleksiyonu. Aynı yorgunluk, aynı zevk düşkünlüğü
okunuyordu bütün yüzlerde. Durmadan sorular soran amcasının oğluna, Fauchery, gazetecilerin,
derneklerin locasını gösteriyor, tiyatro eleştiricilerinin adını söylüyordu. Bunlar arasında sıska, kupkuru
ince dudaklı biriyle, bir de çocuksu yüzlü şişko bir tip vardı. Kolunu ahbahça yanındaki gencin omuzuna
atmış babaca, şefkatli bakışlarla süzüyordu onu.
18
NANA
Fauchery, la Faloise'in karşı taraftaki localardan birinde oturanları selâmladığını görerek durdu. Şaşmış
gibi bir hah' vardı:
- Ne! Kont Muffat de Beuville'i tanıyorsun demek? Diye sordu.
Hector :
- O! Çoktandır tanırım; diye cevap verdi. Muffat'ların bizim şatonun yanında bir şatoları var. Sık sık
giderim onlara... Kont, karısı ve kaynatası Marki de Chouard'la birlikte oturur.
Artık amcasının oğlunun hayreti karşısında büsbütün böbürlenerek ayrıntılara girişti: marki danıştay
üyesiydi; Kont imparatoriçenin yaverliğine atanmıştı.
Fauchery dürbününü doğrultarak kontese baktı. Siyah saçlı, beyaz tenli tombulca, güzel kara gözlü bir
kadın.
- Bir perde arasında beni tanıtırsın onlara; dedi. Kontla bir kere karşılaşmıştım. Karnaval
eğlencelerinde onlarda bulunmak isterim.
Üst paradiden sert sus sesleri geldi. Uvertür başlamıştı, hâlâ içeri girenler vardı. Gecikenler, seyircileri
yerlerinden kalkmak zorunda bırakıyor, loca kapıları çarpılıyor, koridorlardan kavga edenlerin sesleri
duyuluyordu. Konuşmalar da, tıpkı, gün batarken duyulan serçelerin ötüşmeleri gibi bir türlü bitmiyordu.
Bir gürültü, bir karışıklıktır, gidiyor, kollar, başlar sallanıyor; seyircilerin kimi rahatça koltuklarına
yerleşmeye çalışırken, kimi de salona son bir defa göz gezdirebılmek için ayakta durmakta direniyor.
Salonun ta karanlık köşelerinden : «Oturun! Oturun!» diye bağıranların sesleri duyuluyordu. Bütün
salonda bir ürperti dolaştı şu adı Paris'te bir haftadır çalkalanan Nana'yı nihayet görebileceklerdi.
Arada bir kalın bir sesle canlanan konuşmalar da hafiflemeğe başlamıştı. Gittikçe sönükleşen bu
konuşmalar ve yavaş yavaş duyulmaz olan iç çekişleri arasında orkestra çapkınca kıvrak ahenkli bir valse
başlamıştı. Seyirciler pek hoşlanmışlardı bu oynak havadan, gülümseyerek dinli-
EMILE ZOLA
19
L
yorlardı. Ama birden ilk sıralardan bir alkış sesi yükseldi; perde açılıyordu.
Hiç durmadan konuşan la Faloise :
- Bak! Lucy'nin yanında bir adam var; dedi.
Sağdaki sahneye yakın balkona bakıyordu. Lucy ile Ca-roline ön tarafta oturuyorlardı. Dip taraftan,
Caroline'in annesinin asil profili ve güzel, san saçlı, tertemiz giyinmiş bir gencin yüzü seçiliyordu.
La Faloise:
- Bak, biri var orada diye tekrarladı.
Fauchery dürbününü sahnenin ön tarafına doğrulttu. Ama bakmasıyla başını çevirmesi bir oldu.
- Oh! Labordette'miş, diye mırıldandı. Sanki bu genç adamın orada bulunuşu çok tabii ve önemsiz bir
şeymiş gibi mırıldanarak söylemişti bunu.
Arkalarından «Sus!» diye bağırdılar. Çenelerini tutmak zorunda kalmışlardı. Şimdi bütün salona bir
hareketsizlik çökmüştü. Salonun ta ön sıralarından ta üst paradiye kadar yüzlerce baş, dikkat kesilmiş,
dimdik duruyordu. Şansım Venüs piyesinin birinci perdesi Olempia'da geçiyordu. Kartondan bir
Olempia'ydı bu. Kulis tarafında bulutlar görünüyordu. Sağda da Jüpiterin tahtı vardı. Önce İrisle Ganimed,
perilerin de yardımıyla, tanrıların toplantısı için oturacak yerler hazırlıyor, bir yandan da koro
halinde bir şarkı söylüyorlardı. Yeniden, parayla tutulmuş alkışçıların bravo diye bağırdıkları duyuldu.
Seyirciler, biraz yadırgayarak, ses çıkarmadan beklediler. Bu sırada la Faloise, İris rolünü oynayan
Clarisse Besnus'yü alkışlamıştı. Bordenave'ın avucundaki kadınlardan biri olan bu aktris sahnede hafif
mavi bir elbiseyle görünmüştü; omuzundan da yedi renkli büyük bir eşarp sarkıyordu.
Fauchery, herkesin duyabileceği bir sesle:
- Bunu vücuduna sarabilmek için gömleğini sıyırması gerekiyordu. Denedik sabahleyin... Kollarının
altından ve sırtından gömleği görünüyor; dedi.
20
NANA
Bu sırada salon hafifçe dalgalandı. Rose Mignon görünmüştü. Diana rolündeydi. Rolün gerektirdiği
boydan ve yüzden yoksun, kara kuru, Parisli bir oğlan çocuğu gibi sevimli bir kadındı; oyunda temsil ettiği
kişiyi gülünçlendirmek için bu rol kendisine verilmiş gibi, seyirciler bundan pek hoşlan-mışlardı. Sahneye
girerken, söylediği arya, o Mars'ın Venüs uğruna kendisini yüzüstü bıraktığı için söylediği can sıkıcı
sözleri ölçülü bir tonla söylemekle birlikte, üstü kapalı çapkınca cümlelerle dinleyicileri ateşlendirmişti.
Dirsek dirseğe oturan kocasıyla Steiner keyifli keyifli gülüyorlardı. Birden bütün salon alkışla çınladı.
Sahneye, o çok sevilen aktör Prulliere girmişti. Bir karnaval Mars'ı kıyafetine bürünen oyuncunun başında
kocaman bir tüy sallanıyordu, elinde de omuzuna kadar gelen bir kılıç vardı. Diana'dan bıkmıştı artık.
Bunun üzerine Diana önü göz altında tutmaya ve öcalmaya yemin eder. Karşılıklı söyledikleri şarkılar çok
eğlenceli bir tirol havasıyla sona erer. Prulliere, çok komik, azgın bir erkek kedi sesiyle bu şarkıyı bitirir.
Halkın tuttuğu bir jön prömiyenin eğlenceli hafifliği ile gözlerini devirerek öyle bir oynayışı vardı ki,
localardaki kadınların kahkahalarıyla bütün salon çınlamıştı birden.
Sonra, seyirciler, soğuk bir sessizliğe gömüldüler. Öteki sahneler can sıkıcı gelmişti. Yalnız, ihtiyar Rose,
halkı biraz güldürebildi: başına kocaman bir taç geçirerek Jüpiter rolünde göründü. Karısı Junon'la,
aşçıları yüzünden bir kavgaya tutuşmuşlardı. Neptün, Minerva, Plüton ve öteki tanrıların geçişi az kalsın
bütün oyunu berbat edecekti. Seyirciler sabırsızlanmaya başlamışlardı; ağır ağır kaygı verici bir mırıltı
yükseliyordu; bir çok kimse oyunla ilgilenmeyerek salonu gözden geçirmeye başlamıştı. Lucy ile
Labordet-te gülüşüyorlardı; Kont de Vandeuvres başını Blanche'in dolgun omuzunun üstünden uzatmıştı.
Fauchery ise göz ucuyla Muffat'ları süzmekteydi. Kont, bir şey anlamamış gibi pek ciddi bir tavırla
oturuyordu; kontes gözleri bir noktaya takılmış, dalgın dalgın gülümsüyordu. İşte tam bu sıkıcı hava
içinde, kiralık şakşakçıların alkışları, bir yaylım ateş düzgünlüğü ile çınlamaya başladı. Bütün başlar
sahneye
EMİLE ZOLA
21
çevrildi. Nihayet Nana görünmüş müydü? Bu Nana da pek naza çekmişti kendini!
Şimdi sahneye Ganimed'le İris'in kılavuzluğunda, insan oğullarından kurulu bir temsilci heyet giriyordu.
Bunlar saygı değer burjuvalar, karılarının aldattığı kocalardı ve tanrıların tanrısına Venüs'ten yakınmaya
gelmişlerdi: karılarını azdırıp çok kızgınlaştırdığı için. Bu sırada koro ağlamaklı ve safça bir ahenkle bir
havaya başladı. Aradaki itiraflarla dolu sözler seyircileri pek eğlendirmişti. Bir cümle bütün salonda
ağızdan ağıza dolaşıyordu: «Boynuzlular korosu, boynuzlular korosu.» Bu cümle pek tutunmuştu;
seyirciler «bıs» diye bağırmaya başladılar. Korocuların suratları da pek tuhaftı. Ayı gibi kocaman,
yusyuvarlak yüzlüydü içlerinden biri. Bu sırada Vülken, öfkeden ağzı köpürerek içeri girdi; üç gün önce
kaçan karısını istiyordu. Koro boynuzlular tanrısı Vülken'in haline acıyan bir hava tutturdu. Bu Vülken
rolünü Fontan yapıyordu. Çok edepsiz olduğu kadar, istidatlı bir komikti bu oyuncu. Kaynak demircisi
kıyafetiyle bir kalça kıvırışı vardı ki görülecek şeydi. Çıplak kolları ok saplanmış yürek dövmeleriyle
kaplıydı. Bir kadın yüksek sesle: «Of! Ne kadar da çirkin!» dedi; herkes gülüp alkışüyordu.
Sonra, hiç bitmeyecekmiş gibi sıkıcı bir sahne başladı. Jüpiter, tanrılar meclisini toplayıp aldatılmış
kocaların dilekleri üzerinde bir konuşma açmıştı. Ama sonu gelmiyordu bir türlü bu toplantının. Tabii hâlâ
Nana sahnede görünmemişti! Yoksa Nana'yı perdeyj kapatmak için mi sona saklamışlardı? Bu uzun
bekleyiş nihayet seyircileri kızdırdı. Salonu mırıltılar kapladı; Mignon keyifli keyifli gülerek, Steiner'e:
- Bu gidiş kötü; dedi. Göreceksiniz, sonunda adamakıllı çıngar çıkacak!
Bu sırada bulutlar aralandı, Venüs göründü: Nana. On sekiz yaşına göre pek iri yarı, pek güçlü
kuvvetliydi. Beyaz tanrıça elbisesinin omuzlarına sarı saçları dökülmüştü. Sah-
22
NANA
nenin ön kenarına kadar rahat bir yürüyüşle, seyircilere gülümseyerek ilerledi ve büyük aryasını
söylemeğe başladı:
Akşamleyin Venüs gezinirken...
Daha ikinci kıtada herkes birbirine bakmaya başlamıştı. Bu bir şaka mıydı; Bordenave bir muziplik mi
yapıyordu yoksa? Şimdiye kadar böylesine bozuk, böylesine usulsüz bir sesle söylenilen bir şarkı
duyulmamıştı. Direktörü doğru söylemişti, gerçekten de boru gibi bir sesi vardı bu Na-na'nın, üstelik
sahnede nasıl duracağını da bilemiyordu. Bir yandan bütün vücuduyla yalpalanırken, ellerini de ileri doğru
uzatıyordu; seyirciler bunu uygunsuz ve gözü rahatsız edici bulmuşlardı. Koltuklarda oturanlardan «O!
O!» diye bağıranlar vardı. Aktris o genç bir horoz sesiyle şarkısına devam ederken ıslıklar duyulmaya
başladı. Lükste oturan seyircilerden biri: «Çok mükemmel!» diye bağırmıştı. Bu o sarışın okul kaçkını
güzel delikanlıydı, güzel gözleri hayretle açılmış, Nana'yı görünce yanaldan alev alev yanmıştı. Herkesin
dönüp kendisine baktığını anlayınca, böyle elinde olmadan yüksek sesle konuştuğu için pek utanmış,
kıpkırmızı kesilmişti. Yanında oturan Daguenet, gülümseyerek delikanlıyı süzüyordu; seyirciler gülüyordu;
artık kimsede ıslık çalacak takat kalmamıştı. Nana'nın alımlı endamına vurulan kibar gençler de:
- Çok güzel! Bravo! diye bağırarak beyaz eldivenli elleriyle alkışlıyorlardı.
Bu sırada seyircilerin güldüğünü gören Nana da gülmeğe başladı. Bu, herkesin neşesini büsbütün arttırdı.
Ne de olsa hoş bir şeydi bu güzel kız. Gülerken, çenesinde minicik bir çukur peyda oluyordu. Sonra hiç
istifini bozmadan öyle laubali bir hali' vardı ki, iki meteliklik istidadı olmadığını, ama şöyle bir göz kırparak,
başka bir şeyi olduğunu anlatmak istiyor gibiydi. Orkestra şefine : «Haydi arslanım!» der gibilerden bir
işaret çaktıktan sonra ikinci kıtaya başladı:
EMİLE ZOLA
23
Gece yarısı Venüstür bu geçen...
yine o hep aynı tiz sesle söylüyordu ama, öyle iç gıcık-layıcı bir ahengi vardı ki zaman zaman
ürpertiyordu dinleyenleri.
Kırmızı, küçücük ağzında hep o gülücük vardı Nana'nın; açık mavi gözlerinin içi de gülüyordu. Oldukça
canlı bazı mısraları söylerken, pembe burun kanatları hafifçe inip kalkarken, burnunun ucu şehvetle
yukarı doğru bükülüyor, yanakları al al oluyordu. Bu da kimseye çirkin görünmüyordu, aksine; erkekler
dürbünlerini ona doğrultuyorlardı. Ne yapacağını bilemediği için Nana yine hep öyle yalpalanıp duruyordu.
Kıtayı bitireceği sırada sesi hiç çıkmaz oldu, sonunu getiremeyeceğini anlamıştı. Bunun üzerine hiç
gözünü kırpmadan, ince tuniğinin içinde kalçasını oynatarak, vücuduna kıvrak bir hareket verirken
gerdanını arkaya doğru germişti. Birden alkış sesleri yükseldi. Bunun üzerine Nana birden geri döndü
kırmızı saçlarının bir hayvan yelesi gibi sarktığı ensesini gösterdi. Şimdi alkışlar daha da coşkunlaş-mıştı.
Son perde daha soğuk geçti. Vülken, Venüs'ü tokatlamak istiyordu. Tanrılar kurultayında, aldatılmış
kocaların dileği yerine getirilmeden önce, yeryüzünde bir soruşturma yapılmasına karar verildi. İşte bu
sırada Diana, Venüs'le Mars'ın tatlı tatlı konuştuklarını duyarak, yolculuk boyunca peşlerinden
ayrılmamaya yemin eder. Bu sahnede onıki yaşında bir kız çocuğunun oynadığı Aşk tanrıçası ortaya
çıkar. Elini burnundan hiç çekmeyen bu kızcağız ağlamaklı bir sesle «Evet anne... hayır anne...» der
durur: Sonra Jüpiter, öfkeli bir öğretmenin sertliğiyle kızcağızı karanlık bir yere kapayarak ceza olarak
yirmi kere «seviyorum» demeğe zorlar. Seyirciler, orkestra ile koronun parlak bir canlılık verdikleri bitişten
çok hoşlanmışlardı.
Perde kapandıktan sonra şakşakçılar, seyircileri, artistleri tekrar sahneye çağırttırmak için yırtınıp
dururlarsa da, herkes ayağa kalkmış, kapılara doğrulmuştu. İnsanlar bir-
24
NANA
birlerinin ayaklarına basarak, itişip kakışarak, koltukların arasından sıyrılıp çıkarken izlenimleri de
açıklıyorlardı. Ortalıkta hep aynı cümle dolaşıyordu:
- Saçma sapan bir oyun...
Bir eleştirici bu oyunun pekâlâ tam ortasında kesilebileceğini ileri sürmekteydi. Kaldı ki piyes üzerinde pek
durulmuyordu; en çok Nana'dan söz ediliyordu. Dışarı ilk çıkanlar arasında bulunan Fauchery ile la
Faloise koridorda Steiner'le Mignon'a rasladılar. Bir hava gazı lambasıyla aydınlanan bir maden ocağı
galerisini andıran bu daracık koridorda insan boğulacak gibi oluyordu. Bir süre sağ taraftaki merdivenin
korkuluğunun dibinde durdular. İkinci mevki seyircileri, gürültüyle yürüyerek aşağıya iniyorlardı, siyah
elbiseli erkekler durmadan akın akın geçip gitmekteydi. Bu sırada bir işçi kadın üzerine bir sürü elbise
yığılmış iki tekerlekli küçük bir arabaya yol açmaya uğraşıyordu.
Steiner, Fauchery'yi görür görmez:
- Tanıyorum bu kadını ben! diye bağırdı. Bir yerlerde gördüm onu... gazinoda filân... O kadar sarhoş
olmuştu ki yere yığıldı da, bir kaç kişi gelip kaldırmıştı.
Gazeteci:
- Benim pek fikrim yok onun hakkında; dedi Ama ben de sizin gibi bir yerlerde rastlamış olacağım...
Sesini alçalttı, gülerek sözüne şunu ekledi:
- Belki de Tricon'da. Mignon :
- Amma da yaptınız ha! Bu kadar pis bir yerde öyle mi? Yani seyircilerin karşılarına ilk çıkan aşağılık bir
karıyı alkışlaması iğrenç bir şey. Yakında, tiyatroda namuslu kadın kalmayacak bu gidişle... Rose'in
oynamasına engel olacağım her halde.
Fauchery bıyık altından gülmekten kendini alamadı. Bu sırada koca pabuçlu halktan adamların gürültüleri
devam ediyordu. Kasketli biri:
EMİLE ZOLA
25
- Vay anam vay! Ne tombul şey! Yeme de yanında yat! diye yüksek sesle söyleniyordu.
Koridorda saçları maşayla kıvrılmış iki delikanlı kavgaya tutuşmuştu. Biri: «Kokuşmuş! Kokuşmuş!» diye
bağırıyor; öteki: «Enfes, enfes!» diye cevap veriyordu. Ama ikisi de neden böyle söylediklerini
açıklamıyorlardı.
La Faloise, Nana'yı çok beğenmişti. Sadece, sesini terbiye etse daha iyi olur, demek cesaretini gösterdi.
O zamana kadar uyuklar gibi görünen Fauchery birden sıçradı. Beklemek gerekirdi. Belki de son
perdelerde her şey berbat olacaktı. Seyirciler, nezaket göstermişlerdi, ama şüphesiz ki henüz cazibesine
kapılmış değillerdi. Mignon piyesin bitirilemeyeceğine yemin ediyordu. Fauchery ile La Faloise fuayeye
gitmek üzere yanlarından, ayrılınca, Mignon, Stainer'in koluna girdi. Omuzuna yaslanarak kulağına:
- İkinci perdede gidip karımın elbisesini görmelisiniz, dostum... Öyle kıyak ki... diye fısıldadı.
Yukarıda, fuayede üç kristal avizeden bir ışık çağlayanı dökülüyordu. İki amca oğlu bir an duraksadılar;
yarı açık duran camlı kapıdan galerideki iki sıralı insan seli görülmekteydi. Beşer altışar kişilik gruplar
halinde toplanan erkekler yüksek sesle konuşuyor, kendilerine çarpıp yürüyenler arasında inatla
tartışıyorlardı. Bazıları da tek sıra halinde yürüyorlardı, topuklarım cilâlı parkeye vurarak oldukları yerde
dönüş yapanlar da vardı. Sağda solda damarlı mermer sütunlar arasındaki üstü kadife kaplı küçük
sıralara oturan kadınlar durmadan akan insan selini bıkkın bir tavırla seyre dalmışlardı, sıcaktan baygın
gibi bir halleri vardı bu kadınların; arkalarındaki büyük aynalarda saçlarının topuzu görülüyordu. Dip
taraftaki büfenin önünde koca göbekli bir adam bir bardak şurup içiyordu.
Fauchery, biraz soluk alabilmek için balkona gitmişti. Sütunlar arasında, her ayna yanına asılmış
çerçevelerdeki aktris resimlerini inceleyen la Faloise da peşinden yürüdü. Tiyatro binasının cephesindeki
havagazı fenerini söndür-
28
NANA
bir ziyafet olmuştu sanki. İlk temsillerin kültürlü seyircileri bir saygısızlık nöbetine tutulmuş gibiydi: efsane
ayaklar altında çiğneniyor, o ilk çağ sembolleri yerden yere vuruluyordu. Jüpiter'in sağlam bir kafası vardı.
Mars kaçık bir tipti. Krallık bir güldürü, ordu bir alay konusu olmuştu. Jüpiter, ufak tefek bir çamaşırcı kıza
tutulup çılgınca bir dansa kendini kaptırınca, çamaşırcı kız rolünü oynayan Simonne, «benim şişko
babacığım» diye tanrılar tanrısının burnuna tekmeyi indirince bütün salon bir kahkaha tufanına boğuldu.
Bir yandan dans edilirken Febüs, Minerva'ya kâseler dolusu sıcak şarap ısmarlıyor, Neptün de ağzına
durmadan çörek tıkan altı yedi kadının ortasında salına salına geziniyordu. Üstü kapalı iğneli sözler
kaçırılmıyor, bunlara açık saçık anlamlar veriliyor, en zararsız kelimeler lastikli bir şekle sokuluyordu.
Uzun süredir; tiyatro seyircileri bu kadar hayasızca bir budalalığa kaptırmamalardı kendilerini.
İşte böylece bütün bu çılgınlıklar arasında oyun sürüp gitmekteydi. Sarılar giymiş, ellerinde sarı eldivenler,
tek gözlüklü şık bir delikanlı pozundaki Vülken, durmadan Venüs'ün peşinden koşuyordu. Şimdi Venüs
rolündeki Nana bir balıkçı kadın kıyafetinde görünmüştü sahnede. Başına bir mendil bağlamış takmış
takıştırmış tombul gerdanını göstererek, geniş kalçalarını kıvıra kıvıra yürürken bütün seyircileri
kendinden geçirmişti. Öyle ki, güzel bir sesle Di-ana'nın yakınmalarını dile getiren ipekli kısa elbiseli ve
hasır şapkalı Rose Mignon, şirin bir bebek rolünde kimsenin dikkatine çarpmamıştı. Ama öteki şişko kız,
butlarına vurarak, bir tavuk gibi gıdaklayarak, etrafına bir hayat kokusu, çekici bir kadınlık havası yayarak
seyircileri sarhoş etmişti. Bu ikinci perdeden sonra artık aklına eseni yapabilirdi: sahnede kötü bir pozda
durabilir, tek bir notayı bile doğru söyleyemez, söyleyeceğini unutabilirdi. Seyircileri bravo diye bağırtmak
için gülerek, kırıtması yeterdi artardı bile. O pek beğenilen kalçalarını oynatırken alt salon ateşleniyor,
paradiden paradiye ta sahnenin üstüne kadar sıcak bir dalga yayılıyordu. İşte bunun için Vülken'i kır
meyhanesine sü-
EMILE ZOLA
29
rüklediği zaman artık tam bir zafere ulaşmıştı. Kendi evindeydi burada; yumruğunu kalçasına dayamış,
Venüs'ü kaldırımın kenarındaki derenin içine oturtmuştu. Şimdi müzik de kendini onun mahallevari sesine
uydurmuş gibiydi. Sa-int-Cloud Fuarında duyulan türden klarinet hıçkırıkları ve oynak flüt nağmeleriyle
bayağı bir müzikti bu.
İki parçayı daha seyirciler tekrarlattılar. Uvertürdeki vals yeniden çalındı; bu çapkınca valsın nağmeleri
arasında tanrılarda sürüklenip gittiler. Çiftçi kadın rolündeki Junon, Jüpiter'i, şu çamaşırcı kızla enseleyip
şamarlan kafasına indirdi. Diana, Venüs'ü Mars'a randevu verirken yakaladı ve hemen buluşacakları yeri
ve saati Vülken'e yetiştirdi. Bu da «yapacağımı bilirim ben!» diye bangır bangır bağırmaya başladı.
Bundan sonrası pek iyi anlaşılmıyordu. Soruşturma hızlı tempolu bir dans havasıyla sona ererken,
Jüpiter, taçsız, soluk soluğa, kan ter içinde yer yüzü kadınlıklarının pek tatlı şeyler olduğunu ve erkeklerin
kabahatli olduğunu ilân ediyordu.
Perde bravolar arasında kapanırken :
- Bütün kabahat erkeklerde! diye bağırışlar duyuluyordu.
Şimdi perde tekrar açılmıştı. Nana ile Rose Mignon sahnenin ortasında durarak seyircileri selâmladılar.
Alkışlar salonu çınlatırken, şakşakçılar da durmadan bağırıyor-lardı. Sonra, salon yarı yarıya boşaldı.
La Faloise :
- Gidip kontes Muffat'ya saygılarımı sunmalıyım; dedi. Fauchery :
- İyi olur; beni de tanıtırsın diye cevap verdi. Sonra aşağıya ineriz.
Fakat balkondaki localara gitmek kolay olmuyordu.
Yukarıdaki koridordaki insanlar birbirini eziyordu. Kalaba-
, lığın içinden geçebilmek için kenarlara çekilmek, sağa sola
dirsek vurarak ilerlemek gerekiyordu. İçinde havagazı ya-
30
NANA
nan bakır bir fenere sırtını dayayan şişko eleştirici kendisini dikkatle dinleyen bir kaç kişiye oyun
hakkındaki düşüncelerini söylüyordu. Oradan geçenler, yavaş sesle birbirlerine adamın adını
söylüyorlardı. Oyun boyunca gülmüştü; koridorlarda hep bu söyleniyordu; bununla birlikte çok sert
konuşuyor, zevkten ve ahlâktan söz ediyordu. Az ötede, ince dudaklı eleştirici kesik süt gibi, bozuk bir
zevkle oyunu beğendiğini anlatmaktaydı.
Fauchery kapılardaki değirmi açıklıklardan birer birer locaları gözden geçirmekteydi. Fakat Kont de
Vandeuvres kendisini durdurarak nereye gittiğini sordu. İki amca oğlunun Muffat'lan aradığını öğrenince 7
numaralı locada olduklarını söyledi. Kendisi de oradan geliyormuş. Sonra gazetecinin kulağına eğilerek:
- Söyleyin, dostum, şu Nana'yı bir akşam Provence sokağının köşesinde görmemiş miydik...
Fauchery :
- Ya gerçekten öyle! diye Fauchery bağırdı.
La Faloise amcasının oğlunu kendilerini pek soğuk karşılayan Kont Muffat de Beuville'e tanıttı. Fauchery
adını duyunca Kontes başını kaldırıp baktı, ve Figaro' dakı tiyatro eleştirilerini beğendiğini söyledi. Kolunu
locanın üzeri kadife kaplı kenarına dayamış olan Kontes, zarif bir omuz hareketiyle hafifçe yana
dönmüştü. Bir süre konuştular. Söz, Evrensel sergi etrafında dönüyordu.
Düzgün ve dört köşe yüzünde resmi bir ciddilik okunan Kont:
- Çok güzel olacağa benzer. Bugün Champ de Mars'ı gezip dolaştım... Gözüm kamaştı gördüklerimden...
Fauchery :
- Vaktinde açılamayacakmış diyorlar. Bir arıza olmuş. Kont sert bir sesle sözünü kesti:
- Vaktinde açılacak. İmparator böyle istiyor. Fauchery inşaat sırasında bir gün bir yazı konusu bulmak için
orayı gezerken az kalsın akvaryumda kapalı kala-
EMILE ZOLA
31
cağını neşeli neşeli anlattı. Kontes gülümsedi. Zaman zaman bir eliyle yelpazelenirken, dirseğine kadar
beyaz eldivenli kolunu kaldırarak salona bakıyordu. Tamamıyla boşalmış olan salon uykuya dalmış
gibiydi. Sadece lüksteki bazı adamlar gazeteleri yayarak göz gezdiriyorlardı. Kadınlar da tıpkı
evlerindeymiş gibi ahbaplarıyla konuşuyorlardı. Avizenin altında şimdi ahbapça bir fısıldaşmadan başka
bir şey duyulmuyordu. Avizenin ışığı, perde arasında girip çıkanların yerden kaldırdıkları hafif toz tabakası
arasında biraz donuklaşmış gibiydi. Oturan kadınları seyretmek için bazı erkekler kapıların önünde
birikmişlerdi. Bu adamlar bir an hareketsiz durup kocaman düğümlü beyaz plasrtron kravatlarının sıktığı
boyunlarını uzatarak bakıyorlardı.
Kontes La Faloise'a :
- Önümüzdeki