O BİR İNKILAPÇIYDI.
16 Eylül 1996
(Mes'ut Cemil Bey' in Nihavend Saz Semaisi kulağınızda
mıdır? O halde yazacaklarımı, onun refakatinde okumalısınız.)
Günlerdir aranıyordu: Nişantaşı'ndaki evini, çocuğunu çoluğunu
terk etmişti; son gece yarısı, bir ihmal yüzünden, az kalsın
ele geçirilecekti; şimdi ev ev, sokak sokak, İstanbul'un karanlığında
kayboluyor... Sonra eşinden, 'durumu aydınlatacak' o telefon:
eski bir dost onunla buluşmak istiyormuş; yalnız eski değil, üstelik
sahib-i nüfuz bir zat: ayan âzası Rıza Tevfik Bey! Hazindir,
onunla buluşması durumu aleyhine aydınlatacak: randevuya, siyasi
polis de geliyor: Polis Müdüriyeti, Divân-ı Harb-i Örfî falan
filan; sonunda ünlü siyasilerin kapatıldığı, Bekirağa Bölüğü!
Aranan kimdi? 'Yeni Gün' gazetesi sermuharriri Yunus Nadi
Bey! Tuzağı kuran kim? Şair ve 'feylesof Rıza Tevfik, o tarihte
Hürriyet ve İtilâf Fırkasından, daha sonra Sevres Anlaşmasını
imzalayacak heyetin âzası! Bunlar bir avuç Osmanlı
'münevveri', Mütarekenin dumanlı yıllarında, Dersaadet'te, o
devrin 'küreselleşmesinden' yanaydılar: Peyâm-ı Sabah sermuharriri
Ali Kemal, Alemdar sermuharriri Refiî Cevad, Aydede'den
Refik Halit, ayrıca Ahmet Emin, Cenab Sahabettin
vs... O devrin 'küreselleşmesi' ne demek? Ya Sait Mollanın
İngiliz Muhipleri Cemiyeti'ndendirler, ya da Amerikan
Mandasına taraftar!
Hayret! O tarihte 'küreselleşme' meraklıları, anlaşılan çok
daha açık ve net konuşuyorlarmış!
11
'Tarihi sacayağı'
Yunus Nadi Bey, 'Kemalist'tir: Ona, onun gibilere bu sıfatı
yakıştıran, emperyalizm 'media'sıydi: merkezi Londra'da bulunan
İngiliz Rcuter Ajansı! Kemalizm tarih sahnesine, önce antiemperyalist
bir halk kurtuluş hareketi olarak çıkar; radikal jacobin
cumhuriyetçiliği sonradan, laikliği daha da arkadan gelecektir.
Kim ki Kemalistliğini bu tarihi sacayağına oturtmaz, acaba ne kadar
Kemalisttir? Hele o antiemperyalist olmadan Atatürkçü geçinen
sürüngen politikacı, hangi tarih mahkemesi önünde beraat
edecektir, çok merak ederim.
Yunus Nadi Bey, Bekirağa Bölüğünden çıktıktan sonra, İngiliz
Siyasi Polisinin hışmına uğramıştır: 16 Mart 1920, Müttefikler
İstanbul'u işgal ediyor. Yeni Gün matbaası işgal polisince basılır,
onu yine yakalayamazlar; bu defa, günlerce Üsküdar cihetinde
saklanacak; onu nihayet Mim Mim Teşkilâtı Anadolu'ya
geçirecektir.
O satırlarını hatırlar mısınız? "...saat on bir sularını geçerek
Samandra köyündeyiz. Araba kahvehanenin önünde
durdu, indik ve kahvehaneye girdik. Çarpık boruları binbir
yerinden yamalı, kendisi eklim büklüm bir sac soba,
kırık dökük, yamrı yumru bir-iki peyke. İnsana kitmbilir
kaç günlerden beri hiç değişmediği hissini veren, ağır duman
havası..."
"...arabacı ile Sabahattin Bey'in İstanbul'a hareketlerinden
bir buçuk-iki saat sonra, Sırrı Bey'le ben, iki öküzün
çektiği, üzerine ot ve üstüne tente olarak çuval serili
uzun bir arabanın otları üzerine yaslanmış, sulu karla karışık
yağan bir yağmurun altında ve kasvetli bir hava içinde
Tepeviran Köyü'ne doğru yollanmış gidiyorduk..."
('Kurtuluş Savaşı Anıları', Yunus Nadi, s.197/198, Çağdaş Yayınları,
1978)
Tepeviran'da değil, 1920 Martının son haftasında, onu
Kuşçalı'da Ankara'dan gelen bir telgraf bulacaktır: "...telgrafınızı
büyük bir meserretle okudum ve İstanbul berzâhın-
12
dan muvaffakiyetle kurtuluşunuzdan hassaten memnun
oldum, kemal-i iştiyakla gözlerinizden öperim."
İmzayı tahmin etmiş olmalısınız: Mustafa Kemal!
Adımız Yunus Nadi...
O nesil inkılap nesliydi, peki, inkılap nedir? Gazinin tarifi aynen
şöyle: "...bu inkılap, kelimenin ilk bakışta ima ettiği
ihtilal manasından başka, ondan daha geniş bir tahavvülü
ifade etmektedir..." ('Atatürk'ün Başlıca Nutukları', Dr. Herbert
Melzig, s. 97, 1942) Hem ihtilal, hem ondan çok daha engin
bir değişiklik! Günümüzün köşe dönme meraklısı politika esnafı,
böyle bir radikalliği tahayyül bile edemez.
Biz etmişizdir, çünkü o nesil, inkılap nesliydi, bizse onun çocuğu,
bir manadan inkılabın; onun içindir ki adımız Yunus Nadi'dir,
Fâlih Rıfkı'dır, Yâkup Kadri'dir, Ruşen Eşref'dir. Hamdullah
Suphi'dir, Halide Edip'dir, Şevket Süreyya'dır, Nâzım
Hikmet'dir, M. Zekeriya'dır, Sabiha Sertel'dir, Suat Derviş'dir.
Onların, yani Müdafaa-i Hukukun gönlümüzde yücelttiğimiz
anıtına bir sap kırmızı karanfil bırakıp, nöbeti devralıyorum.
(Ah, şu Nihavendi..)
13
KEMALİZM'LE SOSYALİZMİN 'BİLEŞKESİ'..
18 Eylül 1996
Fâris'in yaptığı o tüyler ürpertici resim! 1946 sonbaharı, 'İstanbul'
savaş ertesi telaşının humması içinde, uğulduyor: 'sınıf
esasına müstenid cemiyet teşkilini' yasaklayan kanun maddesi
kaldırılmış; siyasi ortamda bir 'çoğulculuk' rüzgârı; kaşla göz
arasında, iki sosyalist partisi birden: Dr. Şefik Hüsnünün
Emekçi Partisi, Avukat Esat Adilin Türkiye Sosyalist Partisi.
Emekçi Partisinin organı Yığın dergisinde, 15 Kasım
1946 sayısının 'kapak konusu', Atatürk; ressam Fâris Erkman,
siyah zemin üzerine beyaz, o kendinden emin ve coşkulu
fırça darbeleriyle, öyle bir Mustafa Kemal portresi çizmiş ki,
derginin kapağını görenin tüyleri -inkılapçı bir heyecanla- ayağa
kalkıyor.
Yığının başyazısı Gaziye ayrılmıştı, diyordu ki:
"...Atatürk'ün tarihi rolü, antiemperyalist bir mücadelenin
kahramanı olmasıdır. (...) Atatürk Osmanlı İmparatorluğu'nu
yıkan Sevres muahedesiyle Türkiye'yi müstemleke
haline sokan Garplı müstevlilere karşı doğmuş milli
bir isyanın temsilcisi idi." Düşünebiliyor musunuz? İkinci
Dünya Savaşı sıkıyönetiminin en katlanılmaz şartları altında ezilen
sosyalist sol, Gaziye böyle bakıyordu: Hayranlıkla ve sevgiyle!
Hele yazının başlığı, başlıbaşına bir programdı: "Atatürk
Türkiye'yi ileri bir merhaleye, sağa değil sola götürmek
isteyen bir mücahitti." (Yığın, 15 Kasım 1946)
Günümüzdeki sosyalist solun kulağına küpe!
14
'Ona, yani Türk halkına'...
Gençler bilmeyebilir: Müdafaa-i Hukuk, 'Hakların Savunulması'
anlamına geliyor. İyi de, kime karşı, hangi hakların? Gazi
Mustafa Kemal (çizmeleri tozlu, kumral sakalları barut yanığı,
gözleri kuva-yı milliye mavisi) bu iki soruya gözünü kırpmadan cevap
vermiştir:
"...Türkiye'nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye'ye
ait olmadığını, bir defa daha teyit etmek lüzumunu
hissediyorum. (...) Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor.
Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin,
bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar,
Türkiye kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin
beraber yürüyeceğinden emindir..." (Temmuz, 1922)
Yani 'savunulan haklar', 'mazlum milletlerin hakları'; üstelik,
emperyalist 'sistem'e karşı savunuluyor. Saray ve Babıâli,
ona istediği kadar bolşevikliği yakıştırsın, o aynı açıklıkla
"...bizim prensiplerimiz, cümlece malûmdur ki bolşevik
prensipleri değildir" diyecek, şunları ekleyecektir, "...bizim
nokta-i nazarımız -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin,
idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir."
Farkında mısınız, neredeyse 'özyönetim'den (autogestion)
bahsediyor.
Komintern'in tavrı, ona genel sekreterlik etmiş bir inkılapçının
(Zinovyef) ağzından açıklanmıştı: "...Mustafa Kemal hükümetinin
Türkiye'de yürüttüğü siyaset, Komünist Enternasyonalinin
yani bizim siyasetimiz değildir; fakat İngiliz
hükümetinin (yani sistem'in) aleyhine yürütülen her inkılap
mücadelesine yardım etmeye hazırız." (Baku, 1 Eylül
1920)
Vladimir İliç Lenin, Mustafa Kemal' i 'milli burjuva ihtilalini
idare eden', 'ilerici ve akıllı bir devlet adamı saydığını', ilk
Ankara Büyükelçisi Aralof'a söylemiştir; ayrıca demiştir ki:
"...istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor; emperyalizmin
onurunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla silip
süpüreceğine inanıyorum. Ona yani Türk halkına yar-
15
dım etmeliyiz." Farkında mısınız, Mustafa Kemal'i Türk halkıyla
özdeşleştiriyor.
Komintern'in yayımladığı Internationale Presse-Korrespondentz
dergisi, 1925 Türk-Sovyet yakınlaşmasını yorumlarken,
'yarı resmi Türk basın organının, durumu şöyle özetlediğini'
belirtiyordu:
"...Milletler Cemiyeti'nin emperyalist karakteri, Asya
halklarının emperyalizmden kurtuluşunu amaç edinen yeni
bir ittifakın kurulmasını zorunlu kılmaktadır; bu ittifak
Yakındoğu'nun ezilen halklarının çabasıyla oluşturulmalıdır."
(29 Aralık 1925, sayı 170)
Müdafaa-i Hukuk Ankara'sı böyleydi, günümüzün Ankara'sının
kulağına küpe!
Hiç mi manası yok?..
Eğri oturup doğru konuşalım!
Gazi Mustafa Kemal -İngiltere Kralı Vili. Edward, ayağına
kadar geldiği halde- vefatına kadar 'sistemle hiçbir anlaşmaya
girmedi. Tam tersine Musul yüzünden İngiltere, Hatay yüzünden
Fransa, Oniki Ada yüzünden İtalya ile savaşın eşiğine
kadar geldi. Bunların hiç mi manası yoktur?
Türkiye'de kapsamlı demokratik sol, en kapsamlı sosyalist
sola ancak bu platform üzerinde el uzatabilir; sosyalist sol derseniz,
Müdafaa-i Hukukla arasındaki o red ve inkâr edilemez 'göbek
bağını' mutlaka hesaba katmalıdır. Evet, Kemalizm'le sosyalizm
-hatta komünizm- bir ve aynı şey değildirler: Birisi ulusal demokratik
bir devrimdi, öbürü uluslararası sosyalist bir devrim; ne
var ki dikkati çeken, unutulmaması gereken, acaba nedir?
Her ikisinin de antiemperyalist olması mı?
Hâlâ bileşke budur.
16
•OZURLU' DEMOKRASİ.
20 Eylül 1996
Türkiye'de demokrasi 'özürlü' doğmuştur. Kime anlatırsın?
40'lı yılların sonu, eski Mecidiyeköyü'nde Mustafa Suphi'nin
'askeri' 'Sarı Mustafa'yla, dutların gölgelediği o kır kahvesindeyiz:
TKP'nin tarihini anlatıyor. Uzun kırmızı gözleriyle, piposunun
dumanlarını süzerek konuşurdu. Ömrünce yaşadığı siyasi
baskı ne kadar ağır olmalı ki, dikkat ediyorum, 'Sovyetler Birliği'
yerine 'yukarsı', 'komünist' yerine 'şûyi', 'Stalin' yerine 'bıyı/
c/ı'diyor.
O dönem, Cahit Irgatın unutulmaz 'Göç' şiirinde taş gibi
özetlediği 'totaliter' dönem:
"arzusuyla göçetmedi
kelepçeli götürdüler
geceyarısı
ay vururdu odasına
bir daha görünmedi..."
40'lı yılların 'özürü' ikinci Dünya Savaşı'dır; 50ii yıllarınki
nedir denilirse, cevabı belli: Soğuk savaş.
Pangaltı'daki Suna Pastahanesi, Hasan Tanrıkut'la
oturmuşuz, 50'li yıllar; dışarda rakı dumanı bir eylül, camlar buğulu.
Hasan, Edebiyat Fakültesinde Hilmi Ziyanın sosyoloji
asistanı; o sevimli genç kız tebessümüyle, 4 Aralık olayının yerle
bir ettiği 'Yeni Dünya' gazetesini anlatıyor: Sait Faik nasıl Babıâli'den
pürtelaş koşup onları uyarmış filan... Dikkatimi çeken
nedir? Hasan'ın da, 'Sarı Mustafa' gibi şifreli konuşması mı?
'Şûyi', 'Bıyıklı', 'Yukarsı' vs. Oysa 1946 sonrasında demokrasiye
geçilmiştir. Nasıl bir demokrasiyse...
17
Hoca'nın leyleği gibi...
Şu Gazi'ye dudak büküp, neden cumhuriyeti derhal demokrasi
yapmadı diye eleştirenler var ya, ne büyük bir tarih cehaleti teşhir
ettiklerinin acaba farkındalar mı?
Fransız İhtilali'nin şiarını kim hatırlamaz: 'İnsanlar hür
doğar, hür yaşar'; fakat ihtilalin yarattığı cumhuriyet başlangıçta
hiç de demokrat görünmüyor: bırakın ünlü t e r ö r dönemini,
restorasyonu, I. ve II. İmparatorlukları; başta Robespierre,
S a i n t - J u s t e , Babeuf vb, hem şiddeti kullanmış, hem
de bu hakkı tarihten aldıklarını söyleyerek onu meşrulaştırmışlardır;
meraklısı elbette biliyor, Fransa Cumhuriyeti ancak III.
Cumhuriyet'le -onun da geç döneminde- çoğulcu demokrasinin
hoşgörü ortamına ulaşabiliyor. 1789 nere, 1910 nere? (Bu bahse
döneceğim)
Zurnanın zırt dediği yer şurası: inkılap nereden itibaren 'iari-'
hi meşruiyetinden' uzaklaşıp merkeziyetçi bir bürokrasi diktasına
yozlaşıyor? Fransız İhtilalinde Bonaparte'tan, Sovyet İhtilalinde
Stalin'den sonra mı? Sovyetler de bir 'cumhuriyetler' birliğiydi,
asla demokrasi olmadı; halbuki 'sovyet'in kelime anlamı
'şûradır, yani 'halk meclisi'; 'Bütün iktidar Sovyetlere!' sloganı,
ilk özyönetim (autogestión) teşebbüsü sayılamaz mı? Aşağıdan
yukarıya, dolaysız bir demokrasi gerçekleştirilebilseydi, sonraki
Nomenklatura aristokrasisi oluşamazdı.
Ülkemiz -değiştirilen birkaç kanun maddesi hariç- demokrasiye
totaliter dönemin 'mevzuatı' ile girmiştir. Hukuk sisteminde
hiçbir şey değişmemişti. Demokrat Parti, 1950 seçimlerine kadar
'antidemokratik kanunlar' muhalefeti yapmış; iktidar olunca,
aynı 'mevzuatı' gözünü kırpmadan kullanmıştır; sebebi de aynıydı
ha: 'Türkiye tehdit altındadır.'
Önce İkinci Dünya Savaşı, arkasından soğuk savaş, ülkenin
yönetici kadrolarını, sağı/solu budanmış garip bir demokrasi
idrakine sürüklemişti: Nasreddin Hocanın leyleği gibi kolu kanadı
budanmış, münhasıran merkez sağ/merkez sol için muteber bir
demokrasi! Bence, tarih karşısında Müdafaa-i Hukukun inkılabı
üstüne yaslandırdığı cumhuriyetçi radikallik ne kadar meşruysa,
18
savaş ve soğuk savaş 'özürlü' totaliterlik o kadar meşruiycll.u
uzaktır.
Acı bir şaka...
Hatırladıkça gülmez miyim? Menderes'in 'şahıs tahakkümü'
yılları. Uzun tutulmuş bohem gecelerimizde, muhabbeti koyultmuşuz;
fakat o ne, garsonlar dahil, bütün civar masalar kulak kesilmiş,
bizi dinliyor. Sadri'nin (Alışık) en illet olduğu şey de budur.
Ne yapardı bilir misiniz? Bu gibi şeylerle uzaktan yakından ilgisi
olmadığı halde; masum, haksızlığa maruz kalmış bir tavırla onlara
döner: yahu!" derdi, "üç-beş komünist surda oturmuş muhabbet
ediyoruz, dalgamıza taş atmasanız olmaz mı?"
Kelime öyle çarpıcıydı, o kadar ağır bir terör estiriyordu ki,
on dakika sonra bir de bakardık, çevremizdeki masalar boşalmış,
garsonlar toz olmuş! Ne acı bir şaka! Şimdi merakım şu: aynı acı
şakayı bugün yapsanız, alacağınız sonuç çok mu farklı olacaktır?
Demokrasiymiş!..
19