Emile Zola _ Germinal
EMİLE ZOLA
Germinal
Türkçesi Fuat Pehlivan
Marchiennes'den kestirme olarak Montsou'ya varan on kilometre uzunluğundaki
yolda, karanlık ve yıldızsız bir gecede, adamın biri tek başına ilerliyordu.
Koyu karanlıktan dolayı önündeki toprağı bile göremiyor, ileride uzanan ovanın
varlığını ancak dondurucu Mart rüzgârının esişinden farkediliyordu. Görünürde
ağaç yoktu, sadece, yol boyunca uzanan kaldırım uzayıp gidiyordu.
Gündüz saat ikiye doğru Marchiennes'den yola çıkan bu adam, incecik pamuk
ceketinin ve kadife pantolonunun içinde titreyerek uzun adımlarla yol alıyordu.
Mendilinin içindeki yiyecekleri bile onun için taşınması zor bir yüktü. Bu
nedenle de mendili bazen bir koltuğunun, bazen diğer koltuğunun altına
sıkıştınyor ve dondurucu rüzgârların morarttığı ellerini ceplerine sokmaya
çalışıyordu. İşsiz güçsüz ve yuvasız kalmış olan bu adamın tek ümidi gün doğunca
soğuğun kırılma-sıydı. Bir saat kadar sonra, sol tarafında, Montsou'dan iki
kilometre kadar önce, yanan ateşleri gördü. Sanki bu ateşler ovanın ortasında
yanıyor gibiydi. Bir an ne yapacağını düşündü, oraya yaklaşmaktan çekiniyor
gibiydi, fakat duraklaması kısa sürdü, çünkü donmuş ellerini ısıtmaktan başka
bir şey düşünemez olmuştu. Bir yokuşun başına geldiği sırada ateşleri göremez
oldu. Sağ tarafında iri kalaslardan yapılmış bir tahta perde, sol tarafında ise
hep aynı biçimde yapılmış evlerden oluşan köy gibi bir yer vardı. Adam iki yüz
metre kadar ilerledikten sonra bir yolun dönemecinde az önce görmüş olduğu
ateşlerle tek-
Emile Zola
rar karşılaştı. Önce bu ateşin nasıl olup da bu derece uzaktan farkedilebileceğini
anlayamadı, fakat dikkat edince karanlıklar içinde fabrikaya
benzeyen bir binanın yükseldiğini gördü. Evet, pencerelerinden hafif ışıkların
sızdığı bu büyük bina ve onun yanındaki baca, bir fabrikanın varlığının
belirtisiydi. Adam buranın bir maden ocağı olduğunu anlamakta gecikmedi.
Ümitsizlikle omuzlarını silkti, nasıl olsa burada da bir iş bulamayacaktı! Sol
tarafındaki binalara ilerlemektense maden ocağına doğru gitmeyi tercih etti.
İşçileri aydınlat» k ve ısıtmak için, demir kaplar içinde kömür ateşleri
yakılmıştı. Bir tarafa da yığılmış olan topraklan boşaltmak için işçiler
çalışmalanna devam ediyorlardı. Adam arabacılardan birinin yanına yaklaşarak:
"Merhaba," dedi.
Başında bir şapka, sırtında ise yün bir ceket olan ihtiyar arabacı hareketsiz
duruyor ve arabasının yüklenmesini bekliyordu. Yanında ise genç bir işçi arabaya
toprak dolduruyordu. İhtiyar arabacı adamın selamına "merhaba" ile karşılık
verdikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Bunu üzerine yolcu:
"İsmim Etienne Lantier'dir, makinistim, acaba burada bir iş bulabilir miyim?"
diye sordu.
Demir kaplann içinde harıl hani yanan alevler yüzünü aydınlatı-yodu. Yirmi,
yirmi bir yaşlarında kadar vardı, esmerdi, ufak tefek olmasına karşın sağlam
yapılı bir gençti. Bir hayli de yakışıklıydı. Arabacı kendisini şöylece bir
süzdükten sonra:
"Burada makiniste göre iş yok," dedi.
Bir şeyler daha söyledi ama, esen şiddetli bir rüzgâr bu sözlerin anlaşılmasına
engel oldu. Etienne ilerideki karaltıyı göstererek sordu:
"Ocak, değil mi?"
İhtiyar arabacı cevap veremedi, şiddetli bir öksürük kendisini iki büklüm
etmişti. Sonunda bir iki kez tükürüp yutkunduktan sonra:
"Evet, ocak, Voreux ocağı..." dedi.
Germinal
O sırada arabalar boşalmıştı. İhtiyar kamçısını kullanmadan arabaların
arkasından yürüdü; iri san at ise, tüyleri yeni bir rüzgâr sağanağı ile
havalanmış, arabalan rayların ortasından yalnız başına çekiyordu.
Voreux artık seçilebilmeye başlamıştı. Ateşin önünde, kan içindeki ellerini
ısıtan Etienne maden ocağını, hangarlan, kuyunun kulesini, makine dairesini,
boşaltma tulumbasının iskelesini görebiliyordu. Bir çukurun dibine gömülmüş olan
ocak, basık tuğla binalan, ve bacası ile, ona dünyayı yemek için oraya çökmüş
obur bir hayvan etkisi yapıyordu. Bu arada, sekiz gündür iş arayan ve serseri
hayatı süren kendisini düşünüyordu. Çalıştığı şimendifer atelyesinde şefini
tokatlaması, Lille'den kovulması gözünün önünde canlanıyordu. Cumartesi günü
Marchiennes'e gelmişti. Orada demirhanede iş olduğunu duymuştu. Ama ne
demirhanede ne de Sonneville'de iş bulamamıştı. Pazarı, bir araba
imalâthanesinde gizlenerek geçirmek zorunda kalmış, fakat gecenin ikisinde
oranın bekçisi gelerek onu kovmuştu. Parasızdı, yiyecek bir lokma ekmeği bile
yoktu. Bu halde, yollarda, amaçsız sığınacak bir yeri olmadan ne yapacaktı?
Gerçekten burası bir maden ocağı idi; birkaç fenerin ışığı ocağın ağzını
aydınlatıyordu ve bir ara açılan bir kapıdan jeneratörleri seçebilmişti.
Tulumbanın, bir canavarın hırıltılı nefesine benzeyen sesine kadar her şey onu
doğruluyordu.
Toprak boşaltma makinesinin başındaki işçi, kamburunu çıkartarak işine devam
etmiş, Etienne'e bakmamıştı bile. O ise yerdeki küçük çıkınını almaya
hazırlanırken, bir öksürük sesi arabacının dönüşünü haber verdi. İhtiyar yavaş
yavaş, arkasında yeni doldurulmuş arabalan çeken san bir at ile karanlıkların
içinden çıkıyordu.
Etienne:
"Montsou'da da fabrikalar var mıdır?" diye sordu.
Arabacı yere bir tükürük attıktan sonra, rüzgârın arasından cevap verdi:
Emile Zola
"Ooo! Bir sürü fabrika var. Hele üç, dört yıl önce görmeliydin orasını! Adam
bulamıyorlardı, hiçbir zaman bu kadar para kazanılmamıştı. Ama şimdi, yine
herkes kemerlerini sıkıyor. Ülke acınacak hale geldi; işçilere yol veriliyor,
atelyeler ardı ardına kapanıyor... Belki İmparator'un bunda bir kusuru yok ama,
o da sanki niçin Amerika'da savaşıyor? Üstelik insanlar gibi, hayvanlar da
koleradan ölüyorlar."
Bunun üzerine, kısa cümlelerle, ikisi de şikâyetlerine devam ettiler. Etienne,
bir haftadır boşuna iş aramasını anlatıyordu; yani açlıktan ölecekti. Yakın
zamanda, bütün yollar dilencilerle dolacaktı.
İhtiyar:
"Evet, sonunda işler kötüye varacak, çünkü Allah bu kadar hıristi-yanın sokağa
atılmasına razı olmayacaktır," diyordu.
"Her gün et bulamıyoruz."
"Hiç olmazsa ekmek bulsaydık!"
"Doğru, yavan ekmek olsun bulsaydık!"
Sesleri kayboluyor, rüzgâr kelimelerini büyük bir uğultu ile kesiyordu.
Arabacı güneye dönerek, bağırdı:
"İşte! Montsou o tarafta..."
Ve tekrar elini uzatarak, karanlıkların içinde isimlerini saydığı bazı
görünmeyen noktaları işaret etmeye başladı. Orada, Motsou'da, Fa-uvelle şeker
fabrikası hâlâ çalışıyordu, fakat Hoton şeker fabrikası birçok adamına yol
vermişti; Dutilleul değirmeni ve madeni kablolar yapan Bleuze fabrikasından
başka hepsi kapanmıştı. Sonra, kuzey yönünde büyük bir sahayı gösterdi:
Sonneville inşaat atelyeleri normal siparişlerinin yarısını bile almamışlardı;
Marchiennes demirhanelerinin üç yüksek fırınından ancak iki tanesi işliyordu;
nihayet Gagebois cam fabrikasında da bir grev çıkabilirdi, çünkü ücretlerin
kısılacağın-dan sözediliyordu.
Genç adam, ihtiyarın verdiği her bilgiye,
Germinal
"Biliyorum, biliyorum," diye cevap veriyordu, "Zaten ben de oradan geliyorum."
"Bize gelince, şimdilik idare ediyoruz," diye devam etti arabacı. Fakat ocaklar,
maden çıkarma işini azalttı. Ve, bak, karşıda, Victori-ne'de da yalnız iki kok
fırını yanıyor.
Tükürdü, atını boş arabalara koştuktan sonra uyuklayan hayvanın arkasından
uzaklaştı.
Şimdi, bütün ülke Etienne'in gözlerinin önüne serilmişti. Her taraf yine
kapkaranlıktı, fakat sanki ihtiyarın eli oraları acı sefaletlerle doldurmuş gibi
idi ve Etienne, o anda, bu sefaletleri, bilincinini altında, her tarafta sonsuz
bir boşluk içinde duyuyordu. Mart rüzgârının bu çıplak ovada inlediği, bir açlık
seslenişi değil miydi? Sağanaklar gittikçe artıyor, sanki işsizliği, çok kurban
verecek bir kıtlığı beraberlerinde getiriyorlardı. Ve, Etienne gözleriyle
karanlıkları delmeye çalışıyor, görmek amacı ile görmek endişesi arasında
çırpınıyordu.
Her şey, gecenin karanlığı içinde erimekte idi. Etienne, ancak, çok uzaktaki,
kok fırınlarını seçebiliyordu. Yüzlerce baca, göğe kırmızı alev dizileri
yükseliyordu ve sol taraftaki kule mavi alevler içinde idi. Üzücü bir yangın
manzarayısydı bu. Kömür ve demir bölgelerine ait bu gece ışıklarından başka
gökte hiçbir yıldız yoktu.
Geri dönmüş olan arabacı, Etienne'in arkasından sordu:
"Yoksa, siz Belçika'lı mısınız?"
Bu sefer, sadece üç araba getirmişti. Maden boşaltma makinesi bozulmuş; iş on
beş dakika kadar aksayacaktı. Makineden artık hiç ses gelmiyordu, yalnız saç
üzerine vurulan bir çekicin gürültüsü işitiliyordu.
Etienne:
"Hayır," diye cevap verdi. "Cenup'luyum."
Kazaya sevinen işçi arabaları boşalttıktan sonra yere oturmuştu; hâlâ sessizlik
devam ediyordu, yalnız bu kadar çok lâftan sıkılmış gibi
10
Emile Zola
dalgın bir şekilde arabacıya bakıyordu. İhtiyar, aslında, pek konuşmazdı.
Herhalde yabancıdan hoşlanmış veya ihtiyarlan bazen yüksek sesle kendi kendine
konuşturan o dertleşme ihtiyacını duymuştu.
"Ben, Montsou'luyum, ismim Bonnemort'dur."
Hayrete düşen Etienne sordu:
"Takma bir ad mı bu?"
İhtiyar keyifle gülümsedi ve Voreux ocağını gösterdi:
"Evet, evet... "dedi, "Beni, oradan, tam üç kere paramparça çıkardılar.
Birincisinde saçım, sakalım baştan aşağı yanmıştı. İkinci sefer gırtlağıma kadar
toprağa gömüldüm, son defa ise karnım, su ile şişmişti... Ölmeye niyetim
olmadığını anlayınca, alay olsun diye adamı Bonnemort koydular."
Arabacı şimdi daha fazla neşelenmişti, yağsız bir makara gıcırtısına benzeyen
gülüşü, feci bir öksürük krizine dönüştü. Ateş, şimdi, seyrek saçlı, lekeli,
soluk kocaman kafasını tamamen aydınlatıyordu Kısa boylu, kalın enseli,
baldırları ve topukları fırlak, iri elleri dizlerine kadar inen, uzun kollu bir
adamdı. Rüzgârı hissetmiyormuş gibi kımıldamadan dimdik duran atı ile .beraber
sanki taştan yapılmıştı ve ne soğuğun, ne de kulaklarında ıslık çalan fırtınanın
farkında değildi. Boğazı kazınırmış gibi bir öksürükten sonra, yerde siyah bir
leke bırakan bir tükürük attı.
Etienne, ona ve kirlettiği toprağa bakıyordu.
"Madende uzun zamandan beri mi çalışıyorsunuz?" diye sordu.
Bonnemort, kollarını açtı:
"Hem de çok uzun zamandan beri!" dedi. "Maden ocağına, hem de şu Voreux'ye ilk
defa indiğim zaman daha sekiz yaşında bile yoktum ve şimdi tam elli
sekizimdeyim. Hesap edin... Orada her işi yaptım, önce çıraklık, sonra
sürücülük, on sekiz yıl da kazıcılık. Sonunda, şu Allah'ın cezası bacaklarım
yüzünden, beni toprak işçisi, tesviyeci, tamirci olarak kullandılar ve en
sonunda doktor, bir gün çukurun di-
Germinal
11
binde kalacağımı söyleyince beni yer altından çıkarmak zorunda kaldılar. İşte,
beş yıldır arabacılık yapıyorum...Nasıl, iyi mi? Kırk beşi yerin altında geçen,
elli yıl madencilik!."
Konuşurken, arada sırada sepetten dışan dökülen kor parçalan, soluk yüzünü
parlatıyordu.
"Bana, artık dinlenmemi söylüyorlar," diye devam etti. "Ben istemeyince de, beni
aptal sanıyorlar!... Altmışıma gelinceye, yüz seksen franklık emekliliğe hak
kazanıncaya kadar, nasıl olsa dayanırım. Bugün çekilsem, bana hemen yüz elliyi
verirler. Ne kadar da kurnazdır, namussuzlar!... Zaten, bacaklarım bir yana,
oldukça sağlamım. Madende her gün suyun içinde kalmaktan günlerce, ayağımı bile
kımılda-tamaz hale gelirdim."
Bir öksürük krizi, yine sözünü kesti.
"Bu, size öksürük de mi yapıyor?" diye sordu Etienne.
Arabacı, şiddetle başını sallayarak "hayır" demek istedi, sonra, tekrar
konuşabilecek hale gelince:
"Hayır, hayır, geçen aydan beri gribim," dedi. "Hiç öksürmezdim, halbuki şimdi,
öksürükten baş alamıyorum... Ve en garibi tükürdüğüm şu meret..."
Boğazından bir hınltı yükseldi, yere siyah bir tükürük attı.
Sonunda sormaya cesaret eden Etienne:
"Kan mı tükürüyor sunuz?" dedi.
Bonnemmort, elinin tersi ile ağzını siliyordu.
"Hayır, kömür..." dedi. "Ciğerlerimde, beni hayatımın sonuna kadar ısıtacak
kömür var. Halbuki beş yıldır çukura bir kez bile inmedim. Herhalde, farkında
olmadan içime depo etmişim. Boş ver! İnsanı korur bu kömür."
Bir sessizlik oldu, uzaktaki çekiç devamlı darbelerle çukurun içinde vuruyordu,
rüzgâr, bir açlık ve bitkinlik çığlığı gibi, şikâyetli bir sesle uğulduyordu.
Çırpınan alevlerin karşısında, ihtiyar daha alçak
I I
12
Emile Zola
sesle anılarını anlatmaya devam ediyordu. Evet, tabii, kendisi ve akrabaları
madende çalışmaya daha dün başlamışlardı! Ailesi, Montsou madenleri
kumpanyasının kuruluşundan beri burada çalışıyordu. Bu da oldukça uzun bir
zamandır, yüz yıl kadar oluyordu. O sıralarda, on beş yaşında bir çocuk olan,
dedesi Guillaume Maheu, Requilart'da maden kömürü bulmuştu. Bu, Fauvelle şeker
imalâthanesinin civarında, kumpanyanın ilk ocağı idi, bugün ise terkedilmişti.
Herkes bunu bilirdi, zaten bu ocağa Guillaume ocağı adı verilmişti. Kendisi onu
hiç tanımamıştı, anlatılanlara göre, şişman, çok kuvvetli, altmış yaşında
ihtiyarlıktan ölmüş bir adamdı. Sonra, babası, Kızıl unvanı verilen, Nicolas
Maheu, daha henüz kırk yaşında bile yokken, o sıralarda kazılmakta olan
Voreux'nun içinde kalmıştı. Bir toprak kayması, Nicolas'ı pestil gibi yapmış;
kemiklerini yok etmişti. Daha sonra, iki amcası ve üç kardeşi de canlarını orada
bırakmışlardı. Kendisi, Vicent Maheu, oradan sadece bacaklarının dengesi
bozulmuş olarak, hemen hemen kazasız belâsız çıktığı için şanslı sayılıyordu.
Zaten, ne yaparsın? Çalışması lâzımdı. Babadan oğula bu işi yapıyorlardı, başka
bir iş de olabilirdi bu. Oğlu, Toussaint Maheu, şimdi ocakta canını tüketiyordu,
şu karşıki mahallede oturan torunları da, bütün akrabalan da aynı şeyi
yapıyorlardı. Yüz yıldır hep aynı patron için çalışıp didiniyorlardı.
Bonnemort işçi mahallesine dalarak, sustu. Orada yavaş, yavaş, tek tük ışıklar
yanmaya başlamıştı. Montsou saat kulesi on altıyı çalıyor, soğuk fazlalaşıyordu.
Etienne:
"Kumpanya zengin mi bari?" diye sordu.
İhtiyar omuzlarını kaldırdı sonra bir para kütlesiyle ezilmiş gibi tekrar
indirdi:
"Eh.." dedi. "Komşusu Anzin kumpanyası kadar değilse bile yine milyonlara
sahip... Tom on dokuz ocağı var, on üçü çalışır durumda....On bin işçi, günde
beş bin ton kömür çıkarıyor. Bir sürü demir-
Germinal
13
yolları, fabrikaları, atelyeleri var. Daha ne olsun, oldukça zengin tabii!"
Bir araba gürültüsü oldu, san atın kulakları dikildi.
Herhalde makine tamir edilmiş olmalıydı, dekovilciler tekrar işe başlamıştı.
Arabacı tekrar atını arabaya koşarken, hayvana:
"Tembel, çok konuşmaya alışma," dedi. "Mösyö Hennebeau senin neyle zaman
geçirdiğini bilse görürdün."
Etienne karanlığa doğru bakıyodu:
"Maden demek Mösyö Hennebeau'nun," dedi.
İhtiyar:
"Hayır," diye cevap verdi. "Mösyö Hennebeau sadece Genel Mü-dür'dür, o da bizim
gibi aylıkla çalışır.
Genç adam sahayı gösterdi:
"Peki, bütün bunlar kimin öyle ise?"
Fakat Bonnemort yeni bir öksürük nöbetinden dolayı cevap veremedi. Sonunda
tükürdü, dudaklarını sildi ve konuşabildi
"Bütün bunlar kimin mi? Şunun bunun.."
Arabacının sesinde saygıyla karışık bir korku belirmişti. Sanki senelerdir
kendisine ekmeğini temin eden bazı tabulardan sözediyordu.
Sonra, bacağını sürükleyerek atın arkasından kayboldu. Etienne, yerden içinde
yiyecekleri bulunan mendilini aldıktan sonra yine oradan ayrılmadı. Belki maden
ocağına müracaat etse bir iş bulabilirdi. Nasıl bir iş olursa olsun kabul
ederdi. İşsiz ve aç olan bu memlekette nereye gidebilir, ne yapabilirdi? Bir
duvar dibinde ölmeli miydi? Karanlık gecenin korkunçlaştırdığı Voreux ocağı,
çöktüğü çukurun dibindeki canavar görünüşü ile içine büsbütün acı bir korku
salıyor, rüzgâr gittikçe artıyordu.
14
Emile Zola
"İki yüz kırklar" mahallesi, buğday ve pancar tarlaları ortasında uyuyordu. Üç
geniş caddenin böldüğü, hep aynı şekildeki binalardan oluşan üç blok belli
belirsiz seçiliyordu. Issız yaylada rüzgârın sesinden başka bir ses
duyulmuyordu.
Maheu'lerin ikinci hlokun 16 numarasındaki evlerinde hiçbir hareket yoktu.
İçeride, yılgın bir halde, üstüste yatan insanlar, birinci kattaki bir tek odayı
dolduran karanlığın altında sanki eziliyorlardı. Dışarıdaki soğuğa karşın, ağır
havaya ortak kullanılan yatak odalarında olduğu gibi canlı bir sıcaklık
sinmişti.
Alt kattaki guguklu saat dördü çaldı. Odada hiçbir hareket olmadı. Islık çalan
ince nefeslere horultu karışıyordu. Catherine, birden kalktı. Saatin darbelerini
uykusu arasında alışkanlıkla saymış, fakat hâlâ uyukluyordu. Bacaklarını dışan
çıkardı, el yordamı ile kibriti bularak çaktı ve mumu yaktı. Fakat bir türlü
kalkamadı, başı önüne düşüyor, yataktan çıkamıyordu.
Mum, içinde üç yatak bulunan, iki pencereli, dört köşe, ufacık odayı
aydınlatıyordu. Bir dolap, bir maşa, iki eski ceviz sandalye, odanın
mobilyasıydı. Çivilere takılmış eski püsküler, yerde bir testi, küvet görevi
gören kırmızı bir leğen, dekoru tamamlıyordu. Soldaki yatakta, yirmi bir
yaşındaki büyük oğlan Zacharie, on birindeki erkek kardeşi Jeanlin'le beraber
yatıyordu. Sağdaki yatakta, altı ve dört yaşındaki küçükler, Lenore ve Hendi,
birbirlerine sokulmuş uyuyorlardı. Catherine, kız kardeşi Alzire ile birlikte
üçüncü yatakta yatıyordu. Küçük kız, sakat, sıska ve kamburdu. Dar holde ise
dördüncü bir yatakta, anne ve baba yatıyordu. Son çocukları, üç aylık Estelle'in
beşiğini kendi yataklarına yanaştırmışlardı.
Catherine kalkmak için büyük çaba sarfediyordu. Geriniyor, ve kıvırcık kızıl
saçlarını ellerini ile kanştmyordu. On beş yaşında, narin bir kızdı. Daracık
gömleğinden, morarmış ayaklan ve sıska kollan çıkıyordu. Kollannın duru beyaz
rengi, soluk yüzü ile zıt bir görünüm
Germinal
15
sergiliyordu. Büyükçe ağzını açarak bir kez daha esnedi, soluk diş etleri ve
beyaz inci gibi dişleri göründü. Yeşil gözleri, yenmeye çalıştığı uykunun
verdiği tembellik içindeydi.
Holden bir gürültü yükseldi. Maheu ağzının içinde geveledi:
"Hay Allah! " diyordu, "Zaman gelmiş!.. Mumu sen mi yaktın Catherine?"
"Evet, baba.. Saat çaldı."
"Hadi, çabuk, yaramaz! Pazar günü daha az eğlenseydin, bizi daha erken
kaldınrdın. Bu ne miskinlik."
Daha azarlamasına devam edecekti, fakat yeniden bastıran uyku sözlerini bir
horultuya çevirdi.
Catherine, yalın ayak, odada dolaşıyordu. Henri ile Lenore'un yatağının yanından
geçerken, açılan üstlerini örttü. Alzire, uyanmadan dönmüş, ablasının sıcak
yerine kıvrılmıştı.
Catherine, iki erkek kardeşinin yatağına giderek, "Haydi Zacharie! Haydi,
Jeanlin!" diye onlan uyandırmaya çalıştı. Büyüğünü dürttü. O, ağzının içinde
küfür ederken, Catherine üzerindeki yorganı açtı.
Zacharie, öfke ile yerinden doğrulup, homurdandı:
"Bırak beni be! Böyle şeylerden hoşlanmam.. Allah kahretsin! Yine kalkacağız!"
Sıska, titrek, seyrek sakallı, uzun yüzlü, ailenin diğer fertleri gibi,
yoksulluktan solmuş bir çocuktu.
Catherine:
"Aşağıda saat çaldı," dedi. "Hadi bakalım! Babam sinirleniyor."
Tekrar yatan Jeanlin, gözlerini yumdu.
"Defol, uyuyorum," dedi.
Catherine, güldü. Cılız, küçük çocuğu kucaklayıp, kaldırdı. Fakat Jeanlin
çırpınmaya başladı; yeşil gözlü, koca kulaklı, kıvırcık saçlarla çevrili zevksiz
ve maymuna benzeyen çehresi kuvvetsizliğinin verdiği öfkeyle kızarmıştı.
16
Emile Zola
Alzire uyanmış yorgana başını gömmüş sessiz yatıyor, giyinen ablasını ve
ağabeylerini sakatların o zeki bakışları ile inceliyordu. Leğenin başında bir
başka kavga çıktı. Oğlanlar leğeni fazla işgal ettiği için Catherine'i
tartakladılar. Gömlekler uçuşuyor, ve herkes, beraber büyümüş köpek yavruları
gibi, hep bir arada, utanç duymadan çişlerini ediyorlardı. İlk işini bitiren
Catherine oldu. Ayağına madenci pantolonunu geçirdi, pamuk ceketini, mavi
başlığını giydi. Bu temiz giysileri içinde tıpkı bir genç erkeğe benziyor,
cinsiyetini ancak sallanan kalçaları belli ediyordu.
Zacharie:
"İhtiyar gelip, yatağı bozuk görünce çok içerleyecek. Gör bak, bunu senin
yaptığını nasıl söyleyeceğim."
İhtiyar'dan kastı, büyük babaları Bonnemort'du. O, gece çalışıp, gündüz yatar
uyur ve yatağını daima sıcak bulurdu.
Catherine cevap vermeden yatağı düzeltmeye başladı. Birkaç dakikadır komşu evden
gürültüler geliyordu. Kumpanyanın yaptırdığı evlerin duvarları kâğıt gibiydi,
komşu evde birisi nefes alsa buradan işitiliyordu. Bütün bu evlerde zaten herkes
üstüste yaşıyordu. Ve hiç kimsenin gizli hayatı yok gibi bir şeydi.
Catherine:
"Tamam!" dedi. "Levaque gitti. Bouteloup'da onun karısı ile buluşmaya geldi.
Jeanlin sırıttı. Alzire'in bile gözleri parlamıştı. Her sabah, komşudaki bu
komedi ile eğlenirlerdi. Adamlardan biri gündüz, diğeri gece çalışıyor,
böylelikle kadın hiç boş kalmıyordu.
Catherine dinledi:
"Philomene öksürüyor" dedi.
"Philomene, Levaque'larm büyük kızı idi. Zacharie'in metresiydi ve hatta ondan
iki çocuğu bile vardı. Ciğerleri çok zayıftı ve ancak ocağın dışında, eleme
bölümünde çalışabiliyordu.
Germinal
17
Zacharie:
"Hadi canım," dedi. "Philomene'e vız gelir, nasıl olsa uyur o! Saat altıya kadar
uyuyabilmek ne iyi şey!"
Pantolonunu giyerken, aklına bir şey geldi, pencereyi açtı. Dışarıda, mahalle
uyanıyordu. Yine bir kavga çıktı: Zacharie, karşı komşu Pierron'un evinden, onun
karısı ile ilişkisi olduğu söylenilen maden başçavuşunun çıkıp çıkmayacağını
görmek için pencereyi açmıştı;Cat-herine ise Pierron'un artık gündüz servisi
aldığını, dolayısı ile başçavuşun Pierronne'un koynunda olamayacağını iddia
ediyordu. Soğuk bir hava açık pencereden içeriye doluyordu. İki kardeş diğerinin
haksız olduğunu iddia ederlerken, beşiğinde soğuktan sıkıntılı olan küçük
Estelle ağlamaya başladı.
Bunun üzerine Maheu uyandı:
"Buna da ne oldu?" diye söylendi. "Tembeller gibi yine dalmışım."
Küfürleri üzerine yan odada çocuklar derhal sustular. Zacharie ve Jeanlin,
bitkin bitkin yıkandılar. Alzire, kocaman açılmış gözleri ile hâlâ etrafı tetkik
ediyordu. Lenore ve Henri bütün gürültüye karşın uyanmamışlardı.
Maheu:
"Catherine," diye bağırdı, "Mumu ver!..."
Catherine, ceketini ilikledi, mumu içeriye götürdü. Babası yataktan çıkıyordu.
Genç kız, aşağıya indi, kahve pişirmek üzere ikinci bir mum yaktı.
Estelle'in feryatlarına sinirlenen Maheu:
"Susacak mısın, yumurcak!" diye haykırdı.
Maheu'de ihtiyar Bonnemort gibi kısa boylu idi ve ona çok benziyordu. Çocuk onun
iri ellerini görünce ürkerek daha fazla bağırmaya başlamıştı. Maheu'nün kansı:
"Bırak şunu," dedi, "Nasıl olsa susturamazsın."
18
Emile Zola
Kadın da uyanmıştı ve kendisini bir türlü rahat uyutmadıklarından dolayı şikâyet
ediyordu."Gürültü etmeseler olmaz mıydı sanki?"
Yorganın dışında yalnız, kaba bir güzelliğe sahip olan, çektiği sıkıntıların ve
doğurduğu yedi çocuğun bozduğu uzun yüzü gözüküyordu. Kocası giyinirken
şikâyetine devam ediyor, artık ağlayan çocuğa kimse aldırmıyordu.
"Meteliğim kalmadı," diyordu kadın... "Bugün Pazartesi, ayın ortasına daha altı
gün var... Bunun böyle devam etmesine imkân yok. Hepinizin getirdiği para dokuz
frank, ben bu parayla nasıl idare edeyim?"
"Ne! Dokuz frank mı? diye itiraz etti Maheu. "Ben ve Zacharie üçerden altı,
Catherine ile babam, ikişerden, dört, bir de Jeanlin'den etti mi on bir? "
"Öyle ama, Pazar'la boş günleri sayarsan, hiçbir zaman dokuzdan yukarı çıktığı
yok, anladın mı?"
Maheu, yerde kemerini arıyordu, cevap vermedi, sonra, doğrularak:
"Yine de şükür," dedi, "bazıları daha kırk yaşında tamirciliğe geçiyor. Hiç
olmazsa ben henüz sağlamım."
"Olabilir, ama, bu bizim karnımızı doyurmaz. Sen asıl, benim şimdi ne yapacağımı
söyle. Sende bir şeyler var mı?" "İki metelik var."
"Sende kalsın, bir şişe bira içersin... Aman Allah'ım, ben şimdi ne yapacağım?
Şu altı gün de bir türlü geçmedi! Maigrat'ya borcumuz altmış franga çıktı. Geçen
gün beni kapı dışarı etti. Yine gideceğim, bu sefer de kovarsa..."
Bezgin bir sesle, şikâyetine devam etti. Maheu birdenbire küçük Estelle'in
feryatlarının farkına varmış gibi göründü, çocuğu beşikten alarak, annesinin
yatağına koydu ve homurdandı:
"Al şu yumurcağı! Yoksa öldüreceğim... Daha ne istiyor? Hem
Germinal
19
memesini emiyor, hem de herkesten fazla şikâyet eden o!"
Estelle şimdi meme emiyordu, artık bağırmıyor, yalnız ufak ağzı nın şapırtıları
işitiliyordu.
Baba, kısa bir sükûttan sonra, tekrar devam etti:
"Şu, Piolaine'deki zenginler kendilerini görmeni söylemediler mi?"
Kadın umursamaz bir tavırla dudaklarını büzdü:
"Evet," dedi, "Fakir çocuklara giysi dağıtıyorlarmış... Bu sabah, Lenore'la,
Henri'yi götüreceğim. Yüz metelik olsun verseler bari."
Yine sessizlik çöktü. Maheu artık hazırlanmıştı. "Ne yaparsın" der gibilerden
omuzlarını kaldırdı, mumu söndürdü, aşağıya inen, Zacharie ile Jeanlin'in
peşlerinden yürüdü. Onlar gidince, oda tekrar karanlığa gömüldü. Çocuklar
uyuyorlardı, yalnız anne karanlıkta gözleri açık yatıyordu.
Catherine, aşağıda önce ateşle ilgilendikten sonra, ocağa bir ibrik koydu. Zemin
katı, yeşil boyası, tertemiz döşemesi ile, evin en büyük odasıydı. Eşyası,
cilalı çamdan bir büfeden, bir masa ve birkaç sandalyeden oluşuyordu. Duvarlarda
birtakım, renkli renksiz, basma, manzara, aziz ve azize resimleri, imparatorla
imparatoriçenin kumpanya tarafından dağıtılmış portreleri asılı idi. Odada
bunlardan başka tek süs, büfenin üstündeki pembe kutu ve guguklu saat idi.
Genç kız açık büfenin önünde düşüncelere dalmıştı. Ekmekleri azdı, peynir vardı,
fakat tereyağı hemen hiç kalmamış gibi idi. Ama dördünün de tereyağlı ekmeğe
ihtiyaçları vardı. Sonunda karar verip dilimleri kesti, bir dilime tereyağı, bir
diğerine peynir sürerek sandviç yaptı. Bu her sabah ocağa götürdükleri, çift
dilimli tereyağlı ekmekti. Biraz sonra bütün dilimler hazırdı.
Ev işine dalmış görünen Catherine, kahve yokluğundan, bir gün evvelki kahve
tortusunun üzerine sıcak su dökerek sözde sabah kahvesini hazırladı, o sırada
erkek kardeşleriyle babası da aşağı inmekteydi-
20
Emile Zola
ler.
Zacharie, fincanını koklayarak:
"Hay Allah," dedi, "Bu kahve de bizi uyandıracak gibi değil."
Maheu, omuzlarını kaldırdı:
"Amaan canım," dedi, "Sıcak ya, sen ona bak."
Catherine kalan kahveyi teneke mataralara boşalttı. Dördü de ayakta, titrek mum
ışığında karınlarını doyurmağa çalışıyorlardı.
"Hâlâ bitiremediniz mi?" dedi, "Gören de mal mUlk sahibiyiz sanacak."
Maheude, yukarıdan bağırdı:
"Ekmeğin hepsini alın, çocuklar için biraz şehriye ayırdım."
Catherine:
"Peki, peki," diye cevap verdi.
Ateşin üzerine kül örtmüş, artan bir miktar çorbayı bir kenara kaldırmıştı.
Büyükbaba saat altıda gelince, onu içecekti. Herkes büfenin altından tahta
ayakkabısını aldı, matarasını boynuna astı, ekmek dilimlerini yerleştirdi.
Erkekler önden çıktılar, genç kız mumu söndürüp, kapıyı kilitledikten sonra
peşlerinden seyirtti.
Bitişik evden çıkan bir adam:
"Vay!" diye seslendi, "Beraber gidiyoruz ha?"
Bu, on iki yaşındaki oğlu ile işe giden Levaque'di. Catherine Zac-harie'in
kulağına eğildi, gülerek bir şeyler fısıldadı. Yoksa artık, Leva-que'in
karısının kocasının uzaklaşmasını beklemeye sabrı mı kalmamıştı?
Şimdi, mahallede artık ışıklar sönmeye başlamıştı. Son bir kapı daha örtüldü,
her şey tekrar uykuya daldı. Kadınlar ve çocuklar daha çok yer açılmış olan
yataklarında sızdılar. Ve, kasabadan, bütün Vore-ux'ya doğru, grup halinde
gölgeler akın etmeye başladı.
Germinal
21
Etienne, nihayet Voreux'ye girmişti. İş var mı diye sorduğu adamların hepsi,
başlarını sallayarak, başçavuşa müracaat etmesini söylüyorlardı. Ocağın içinde
eski püskü bir merdiveni tırmandıktan sonra, kendisini sallanan bir köprü
üzerinde bulmuş, sonra bir hangardan geçip, öyle zifirî bir karanlığa dalmıştı
ki, ancak el yordamı ile yolunu bulabiliyordu. Biraz ilerledikten sonra tam
kuyunun ağzına gelmiş olduğunu farketti. Kır bıyıklı, babacan, şişman bir adam
olan, çavuş Richomme baba, o sırada oradan geçiyordu.
Etienne ona da sordu:
"Burada işçiye ihtiyaç yok mu?"
Richomme, olumsuz cevap verecekti, fakat o da herkes gibi:
"Başçavuş Mösyö Dansaert'i bekleyin," dedi, ve yoluna devam etti.
Oraya dört tane fener asılmıştı ve bütün ışığı kuyuya veren reflektörler, demir
parmaklıkları, manivelaları, iki asansörün üzerinde gidip geldiği kalasları
aydınlatıyordu. Bütün geri kalan kısım loş bir karanlığa gömülmüştü. Çıkarma
tekrar başlamıştı ve demir zemin üzerinden korkunç gürültülerle, kömür dolu
arabalar durmadan gidip geliyor, işçiler oraya buraya koşuyorlardı.
Etienne, bir an, gözleri kamaşmış, kulaklarında uğultular, durakladı. Her
taraftan esen hava cereyanları onu iliklerine kadar dondurmuştu. Makineyi daha
iyice görebilmek için öne doğru bir, iki adım attı. Makine, kuyunun yirmi beş
metre kadar gerisine, tuğla bir temelin üzerine sağlamca oturtulmuştu. Makinist,
hareket manivelasının başında, çanları dinliyor gözünü işaret saatlerinden
ayırmıyordu.
Kocaman bir merdiveni sürükleyen üç işçi:
"Dikkat!" diye haykırdılar.
Etienne'in çiğnenmesine az kalmıştı. Genç adam, makinenin işleyişini dikkatle
incelemeye devam etti. Bu bir sürü karışık mekanizmadan hiçbir şey anlamamıştı.
Yalnız bildiği bir şey varsa o da kuyunun
22
Emile Zola
insanları yirmişer, otuzar, kolaylıkla yuttuğu, gözden kaybettiği idi. Kömür
vagonları taşıyan asansör hiç durmadan inip çıkıyor, saat dörtten itibaren
toplanan işçileri vagonlarla birlikte derinliklere gömüyordu.
Etienne, yanında uykusuzluktan ayakta sallanan işçiye:
"Kuyu çok derin mi?" diye sordu.
İşçi:
"Beş yüz elli dört metre," dedi. "Fakat üstte dört kat daha var, birincisi üç
yüz yirmi metre derinlikte."
Tekrar yukarıya çıkmaya başlayan asansörün kablosuna baktılar. Biraz sonra
Etienne tekrar sordu:
"Ya bir de koparsa?"
"Haa!.. Koparsa mı?"
Adam sözünü belirsiz bir işaretle tamamladı. Sırası gelmişti, arkadaşları ile
beraber yukarıya çıkmış olan asansörün içine çömeldi ve derinliklerde kayboldu.
Daha henüz dört dakika geçmişti ki, asansör tekrar çıktı, bir sürü adamı daha
yuttu. Böylece, yarım saat içinde, kuyu, hiç durmadan, dev bağırsaklarını
dolduracak şekilde insanları yuttu durdu. Kuyu, devamlı doluyor ve asansör
durmadan çıkıp, iniyordu.
Etienne tekrar, yukarıda huzursuzluğu duymaya başladı. Niçin ısrar edecekti
sanki? Buradaki başçavuş da kendisini ötekiler gibi defedecekti. Belirsiz bir
korku ona kararını verdirdi. Yürüdü ve jeneratör binasının önünde durdu. Açık
kapıdan, yedi tane kazan görülüyordu. Bir ateşçi, kazanların iki ocağından
birini dolduruyordu. İçerisinin cehennem gibi sıcağı dışarıdan bile
hissedilebiliyordu.Etienne ısınacağından memnun yaklaşırken, kuyuya doğru gelen
yeni bir işçi grubu ile karşılaştı. Bunlar Maheu'lerle Levaque'lardi. Etienne
başta yürüyen, tatlı çocuk edası ile Catherine'i görünce, son bir defa daha
şansını denemeye karar verdi:
Germinal
23
"Bakar mısın, arkadaş," diye sordu. "Buraya işçi lâzım değil mi acaba? "
Catherine, karanlıklardan çıkan bu sesten ürkerek genç adama baktı. Fukat
arkasındaki Maheu duymuştu, cevap verdi, biraz da konuştu; yollara düşmüş bu
zavallı işçi onun ilgisini çekmişti. Hayır, burada iş yoktu. Ayrıldıktan sonra,
yanındakilere:
"Gördünüz mü?" dedi, "İnsan bu hale de düşebilirmiş. Bizim hiç olmazsa işimiz
var."
Kafile doğru barokaya yöneldi. Burası, ilkel bir şekilde sıvanmış duvarları,
asma kilitli çepeçevre dolapları ile büyük bir oda idi. Ortada, bir nevi
kapaksız soba nar gibi yanıyordu. Oda sadece bu sobanın kan kırmızısı
akisleriyle aydınlanıyordu.
İçeri girdikleri sırada, bu hamam sıcağının içinde kahkahalar duyuluyordu. Otuz
kadar işçi, ayakta sırtlarını ateşe çevirmişler ısınıyorlardı. Kuyuya inmeden
önce vücutlarının neme karşı direncini artırmak için işçiler buraya gelip
kızışırlardı.
Bu sabah kendilerine bir eğlence bulmuşlar, Mouquette ile alay ediyorlardı.
Kocaman göğüsleri ve kalçaları, ceket ve pantolununu patlacakmış gibi Mouquette
ve yine dekovilci olan kardeşi Mouquet ile birlikte, Requillart'da oturuyordu.
Fakat iş saatleri ayrı olduğu için madene tek başına geliyor ve yazın
tarlalarda, kışın ise duvar diplerinde o haftalık aşığı ile sefa sürüyordu.
Bütün işçileri sıradan geçirmişti. Aralarında gürültüsüz, patırsısız gününü gün
ediyordu. Bir defasında Marchiennes'li bir çivici ile yattığını ima
ettiklerinde, sinirden deliye dönmüş ve eğer onu bir madenciden başkası ile
gören olursa bileklerini keseceğini söylemişti.
Bir işçi alaylı, alaylı:
"Uzun Chaval'i bıraktın artık" diyordu. "O cüceyle mi yatıyorsun. Ama ona bir
merdiven lâzım, canım! Requillart'm arkasında gördüm, senin ki kocaman bir taşın
üstüne çıkmıştı."
24
Emile Zola
İyiliği üzerinde olan Mouquette:
"Ne olmuş yani?" diyordu. "Sana ne? Yardım edesin diye seni çağırmadım ya!"
Ve safça yapılan bu kaba şaka, ateşin etrafındaki işçilerin daha fazla
gülmelerine neden oluyor, kendisi de kahkahalarla gülen Mouquette, aşın derecede
şişman, yamn yumru vücudunu cömertçe erkeklere teşhir ediyordu.
Fakat kahkahalar kesildi, Mouguette, Maheu'ye, uzun Fleurance'in artık kuyuya
inemeyeceğini anlatıyordu. Onu, bir gün önce yatağında ölü bulmuşlardı. Bazıları
kalbi durmuş diyor, diğerleri ise içkiyi fazla kaçırdığını iddia ediyorlardı.
Maheu'nün canı sıkılmıştı: İşte, al sana bir şanssızlık daha! Dekovilci
kadınlardan biri daha eksilmişti, hemen yerine koyacak adam da yoktu. Maheu
götürü çalışırdı, kendisi Leva-que, Zacharie ve Chaval, aynı kömür damarında
ortaktılar. Şimdi, kendileri kazarken kömürü taşıyacak olan bir Catherine
kalmıştı; iş aksayacaktı.
Aniden:
"Dur be!" diye bağırdı. "Şu iş arayan adam var ya!"
O sırada başçavuş Dansaert de barakanın önünden geçiyordu. Maheu ona meseleyi
anlattı, adamı almak için izin istedi. Dansaert biraz düşündükten sonra razı
oldu. Yalnız mühendis Mösyö Negrel'in kabul etmesi şarttı.
Zacharie:
"Haydi bakalım," dedi, "Şimdi adamı arayın da bulun!"
Catherine:
"Onu biraz önce kazan dairesinin civarında gördüm," dedi. "Gitmemiştir
herhalde."
Maheu:
"Kazık gibi ne dikiliyorsun? Hadi koşsana!" diye bağırdı.
Genç kız fırlarken, işçi kafilesi de barakayı başkalanna bırakarak
Germinal
25
kuyuya inmeye hazırlanıyodu. Jeanlin, babasını beklemeden, saf tombul bir çocuk
olan Bebert ve on yaşındaki, sıska Lydie ile beraber ken-jdi lambasını almak
için koştu. Onlardan önce hareket etmiş olan Mouguette, karanlık merdivenlerde,
çığlık çığlığa, onların pis birer velet olduklarını, eğer çimdiklerlerse tokatı
yiyeceklerini söylüyordu.
Etienne, gerçekten hâlâ kazan dairesinde ateşçi ile konuşuyordu. Tam gitmeye
kalktığı sırada birisinin omuzuna dokunduğunu hissetti.
Catherine: "Gelin," dedi, "Size bir iş var."
Önce, Etienne bir şey anlamadı. Sonra, sevinç içinde genç kızın ellerine
sarıldı.
"Teşekkürler," dedi... "Ne kadarda iyi bir çocukmuşsunuz siz!"
Catherine, kendilerini aydınlatan kırmızı ışığın ortasında ona bakarak gülmeye
başladı. Narin vücudu ve başlığının altına gizlediği saçlanyla, kendisini bir
oğlan çocuğu zannetmesi onu eğlendiriyordu. Etienne de sevincinden gülüyordu.
Maheu'yu barakada buldular. Ve iş, iki kelime ile çözüldü. Gündelik otuz
metelikti, iş yorucu idi ama çabuk öğrenilirdi. Kazmacı ona ayakkabılannı
çıkarmasını önerdi ve başını koruması için, deriden eski bir başlık verdi.
Sandıktan aletler çıkarıldı. Fleurance'in küreği de burada duruyordu. Sonra
Maheu, aniden sinirlendi:
"Şu Chaval ne yapıyor? Muhakkak yine bir kızı bir köşeye sıkıştırmıştır!...
Bugün yarım saat geciktik."
Zacharie ve Levaque önemsemeden ateşin başında ısınıyorlardı. Sonunda Zacharie:
"Beklediğin Chaval mı?" dedi... "Bizden önce geldi ve hemen aşağıya indi."
"Ne! Bunu biliyordun da gene söylemiyorsun?... Hadi!.. Çabuk olun!..."
Ellerini ısıtan Catherine, kafileyi izledi. Etienne ona yol vererek
26
Emile Zola
arkasından çıktı. Yeniden, karmakışık, karanlık bir koridorlar labirentinden
geçiyordu. Fakat birden, lamba odası pırıl pırıl gözüktü. Burası, yüzlerce,
kontrol edilmiş ve temizlenmiş Davy lambasının üstüste yerleştirildiği raflarla
dolu, camekânlı bir oda idi. Her işçi burada üzerinde kendi numarasının
damgalanmış olduğu lambayı alıyor ve kendisi de inceledikten sonra kapatıyordu.
Bir memur da işçilerin kuyuya iniş saatlerini kaydediyordu.
Yeni dekovilcinin lambasını alabilmesi için Maheu'nün yardım etmesi gerekti.
Tiril tiril titreyen Catherine:
"Uvvvv! burası hiç de sıcak değil," dedi.
Etienne başı ile onayladı. Hava cereyanları ile dolu, kuyunun ağzının bulunduğu
büyük meydana gelmişlerdi. Etienne, kendisini cesur bilirdi, fakat arabaların
gürültüsü, işaretlerin darbeleri, megafonların uğultuları arasında ve makinenin
makaralarında, buharın kuvvetiyle inip, çıkan çelik kabloların karşısında, garip
bir heyecanın nefesini kestiğini hissediyordu. Sonunda sıra ona gelmişti. Çok
üşüyor, kendisinin işe alınmasını onaylamayan Zachare ve Levaque'i gülümseten,
sinirli bir tavırla susuyordu. Catherine, babasının, genç adama iş hakkında
bilgi vermeye başladığını işitince çok memnun oldu.
"Bakın, asansörün üzerinde bir paraşüt var. Kablo koparsa bu demir çengeller
düşüşe engel olur. Ama bu, bazan işler, bazan da hiçbir işe yaramaz.... Kuyu üç
bölmeye ayrılmıştır, bunlar yukarıdan aşağıya kalaslarla kaplanmştır. Ortada
asansör, solda..."
Pek de sesini yükseltmeye cesaret edemeden, homurdanmak için sözünü yarıda
kesti:
"Bizi ne diye bekletip duruyorlar, Allah aşkına! İnsanı böyle titretmeye haklan
var mı?"
Onlar gibi aşağıya inmek için bekleyen çavuş Richomme bu sızlanmayı işitti,
arkadaşlarını seven eski bir madenci olması nedeniyle
Germinal
27
mırıldandı:
"Dikkatli ol ummadığın taş baş yarar! Her şeyin bir şekli var. Hah! İşte geldi
binin bakalım."
Gerçekten delikli bir tel kafesle örtülmüş olan asansör önlerine gelmiş, onları
bekliyordu. Maheu, Zacharie, Levaque, Catherine dip taraftaki bir kömür vagonuna
bindiler. Beşer kişi binmek gerektiğinden Etienne de oraya sığışmaya çalıştı;
fakat iyi yerler kapılmıştı, dirseği böğrünü delen genç kızın yanına çömeldi.
Üst ve alt katlara da üstüste binenler vardı. Bir türlü hareket edememişlerdi,
ne bekliyorlardı? Etienne'e dakikalardır oradalarmış gibi geldi. Sonunda bir
sarsıntı oldu, her şey kayboldu ve etrafında her şey havalandı. Etienne'in
bağırsakları çekiliyor, başı dönüyordu. Işık varken yine iyi idi, fakat karınlığa
girdikleri zaman sersemledi, adeta duygularını kaybetti.
Maheu, sakin:
"Haydi bakalım, gidiyoruz," dedi.
Herkes huzur içinde idi. Etienne ise yukarıya mı çıktığını, yoksa aşağıya mı
indiğini farkedemiyordu. Zaten yüzünü yapıştırdığı tel kafesin arasından kuyuyu
ayırdedemiyordu.
Maheu, bilgi vermeye devam ediyordu:
"Kuyunun genişliği dört metredir. İç kaplamasının tamire ihtiyacı var, her
taraftan su sızıyor.... Bakın! Su seviyesine geldik. Duyuyor musunuz?"
Etienne de, zaten tam o sırada, bu su şakırtısının ne olduğunu düşünüyordu. Önce
asansörün üstüne birkaç iri damla düşmüştü. Şimdi ise, yağmur artıyor, oluk gibi
su boşalıyordu. Dam akıyordu ve düşen bir damla içine kadar gitti. Soğuk
dayanılmaz bir hal alıyor, siyah bir nemin içine gömülüyorlardı. O sırada bir
şimşek aydınlığı ortasında, içinde birtakım adamların kımıldadıkları bir mağara
hayalini görmeleri ile yine hiçliğe dalmaları bir oldu.
Maheu:
28
Emile Zola
"Bu birinci kat," diye devam ediyordu. "Üç yüz yirminci metredeyiz... Hıza
bakın."
Üç kat daha, bir görünüp, bir kayboldu. Yağmur hâlâ devam ediyordu.
Etienne:
"Ne kadar da derin!" diye mırıldandı.
Sanki saatlerdir iniyorlardı. Etienne, oturduğu daracık yerde çok rahatsızdı,
yerinden kımıldamaya cesaret edemiyor, özellikle Catheri-ne'in dirseği pek
canını yakıyordu. Catherine konuşmuyordu. Sonunda asansör dibe indiği zaman,
yolun tam dört dakika sürdüğünü öğrendi ve şaşırdı. Fakat, sağlam bir toprağa
basması onu neşelendirmişti; Cat-herine'e takıldı:
"Senin vücudun niye böyle sıcacık? Ama bildiğim bir şey varsa, o da dirseğinin
bütün yol boyunca karnıma girdiğidir."
Catherine bir kahkaha attı. Kendisini hâlâ oğlan çocuğu sanıyordu. Bu adamın
gözleri yok mu idi acaba?"
"Dirseğim karnına değil, asıl gözlerine batmış," dedi.
Şaşalayan Etienne, kahkahalar arasında söylenen bu sözlerden bir şey anlayamadı.
Asansör boşalıyordu; işçiler üç lambanın aydınlattığı, kaya içine oyulmuş
asansör katını geçtiler. Demir döşeme üzerinde, boşaltma işçileri, dolu
vagonları gürültü ile sürüyorlardı. Dört galeri birden bu bölgeye açılıyordu.
Maheu, Etienne'i:
"Bu taraftan," diye uyardı. "Daha iki kilometre yolumuz var. İşçiler,
galerilerin siyah ağızlarında teker teker kayboluyorlardı. Etienne en geride,
Maheu'nün arkasında olduğu halde, on beş kişilik gurpla sol galeriye girdi. Hiç
kimse konuşmuyor, ellerinde ufak alevli lambaları, tek sıra halinde
ilerliyorlardı. Etienne sendeleyip duruyor, ayakları yerdeki raylara
takılıyordu. Bir süredir duyduğu yerin dibinden gelen
Germinal
29
bir fırtına gürültüsüne benzeyen boğuk bir ses onu endişelendiriyordu. Yoksa
altında bulundukları büyük kütle çöküyor muydu? Birden bir ışık belirdi, genç
adam kayalann zangırdadığını hissetti ve arkadaşlarını taklit ederek duvara
yapışınca, burnunun dibinden, bir dizi kömür vagonuna koşulmuş beyaz bir at
hızla geçti. İlk vagonda, dizginleri tutan Bebert oturuyordu. Jeanlin en
arkadakinin kenarına tutunmuş çıplak ayaklarıyla koşup duruyordu.
Yollarına devam ettiler. İleride, bir dört yol ağzındaki iki yeni galeride
işçilerin bir kısmı ayrıldı. İşçiler teker, teker, madenin her köşesine
dağılıyorlardı. Araba galerisinin bu bölümünde, çatıyı iri meşe destek tutuyor,
kaya yığınlarına tahta kılıf görevini görüyordu; geride, parıldayan şist
tabakaları, kum taşlarının kaba kütlesi görülüyordu. Loşlukta, birer hayalet
gibi koşan belli belirsiz atların, gürültü ile çektikleri, kimisi boş, kimisi
dolu kömür arabaları gelip geçiyor, yolda karşılaşıyordu. İlerledikçe galeri
daha darlaşıp, alçalıyor, insanı iki büklüm yürümek zorunda bırakıyordu. Etienne
kötü halde başını vurdu. Eğer başında başlık olmasa idi, kafası yanlacaktı.
Halbuki diğer işçiler çok rahat yürüyorlar, her çukuru ve tümseği, kaya
çıkıntılarını herhalde ezbere biliyorlardı. Gittikçe ıslak bir hal alarak,
kayganlaşan zemin de Etienne'i kötü halde rahatsız ediyordu. Arada sırada su
gölcüklerine batıyor, ayakları çamura bulanıyordu. Kuyunun aşağısında hava
oldukça serinken araba galerisinde, hava cereyanlarından dolayı, soğuk dondurucu
bir hal alıyor bazı kavşaklarda gerçek fırtınalar esiyordu. Sonra sadece
havalandırma tertibatı ile havalandırılan diğer yollarda rüzgâr azalıyor,
hararet fazlalaşıyor, ağır bir sıcaklık başlıyordu.
Yola çıktıklarından beri hiç konuşmamış olan Maheu, arkasına dönmeden,
Etienne'e:
"Guillaume daman", demiş ve bu galeriye dalıvermişti.
Çalıştıkları yer bu damarda idi. Daha girer girmez, Etienne, tekrar
30
Emile Zola
kafasını ve kollarını çarptı. Eğik olan tavan çok alçalmıştı, uzun bir süre iki
kat olup yürümek gerekiyordu. Sular insanın ayak bileklerine kadar
yükseliyordu.Bu şekilde iki yüz metre kadar yürüdükten sonra Etienne, Levaque,
Zacharie ve Catherine'in birdenbire ortadan kaybolduklarını farketti.
Maheu:
"Yukarıya çıkacağız," dedi."Lambanı bir düğmene tak, direğe sarıl."
Ve kendisi de kayboldu.Etienne onu izledi. Madencilere ait olan bu baca, ufak
yollara çıkmak içindi. Altmış santim kadar olup, kömür tabakasının kalınlığında
idi. On beş metre kadar yukarıdaki, yan yolların birincisine geldiler. Maheu ve
takımının kazdığı ocak altıncı ufak yolda, "cehennem" ismini taktıkları yerdi.
Boyuna bacalardan tırmanıyorlar, her on beş metrede bir, başka yollara
çıkıyorlardı. Etienne'in elleri parçalanmış, ayakları mahvolmuştu; yorgunluktan
hırıldıyordu. Asıl, havasızlık onu bunaltıyor, şakakları zonkluyordu. Bir yolda,
biri küçük, biri daha irice, iki büklüm iki kişi kömür arabaları itiyordu.
Etienne bunların işe başlamış olan, Lydie ve Mouquette olduklarını farketti. İki
baca daha tırmanacaklardı! Alnından akan ter gözlerini bulandırıyor, çevik
hareketlerle ilerlediklerini duyduğu önündekilere yetişmekten ümidini kesecek
kadar güçsüz kaldığını hissediyordu.
Catherine:
"Biraz daha dayan, varıyoruz!" diye seslendi.
Ve sonunda Etienne, çalışma yerine ulaştığı anda, bir ses kömür ayağının
dibinden bağırdı:
"Neredesiniz yahu! İnsanla alay mı ediyorsunuz? Ta Montsou'dan buraya kadar iki
kilometrelik yolum olduğu halde, sizden önce geldim!"
Bu, uzun boylu, zayıf, yirmi beş yaşlarında, nalet bir yüze sahip olan
Chaval'di. Beklediği için kızgındı. Etienne'i farkedince, alaycı bir
Germinal
31
şaşkınla:
"Bu da kim?" diye sordu.
Maheu durumu anlatınca, kısık bir sesle söylendi:
"Demek artık erkekler, kızların kısmetini alıyor?"
İki erkek, aniden kinle birbirlerini süzdüler..Etienne, tam olarak anlayamadı
ise de, kendisine hakaret edildiğini farketmişti. Herkes çalışmaya başladı.
Artık bütün madenin kalbi atmaya başlamıştı. Yedi yüz kadar işçi, toprağa
kurtların oyduğu eski bir tahta gibi didik, didik ediyordu.
Etienne, döndü ve tekrar Catherine'le adeta kucaklaştı. Ama bu defa deminki
vücudunu ısıtan sıcaklığı birden anlayıverdi. Hayretle:
Vay canına!" diye mırıldandı. "Sen kızsın ha!"
Catherine, neşeyle cevap verdi:
"Tabii... Hele şükür farkedebildin."
Dört kazmacı, bacanın duvarı boyunca, yukarıya doğru üstüste uzanmışlardı.
Aralarında, kazılan kömürü tutmaya yarayan çengellerle tutturulmuş tahtalar
olduğu halde, her biri damarın dört metre kadar bir yerini işgal ediyorlardı.
Damar o kadar inceydiki, kazmacılar sanki iki duvar arasında ezilmiş gibi
çalışıyorlardı. Kazabilmek için, yana yatarak, kollarını kaldırıp, kısa saplı
kazmalarını yandan savurmak zorunda kalıyorlardı.
En altta Zacharie, üstündeki katlarda Levaque ve Chaval, en üstte ise Maheu
vardı. Her biri şist tabakasını kazmayla oyuyor, sonra uzunlamasına iki yarık
açıp üsttekine bir demir kama saplayarak kömür blokunu koparıyordu. Tahtaların
üzerinde biriken kömür yığını yükseldikçe, kazmacılar dar yangın içine gömülmüş
gibi gözden kaybolu-yorlardı.
32
Emile Zola
En zor durumda olan Maheu idi. Bulunduğu yerde, nefes olmak gitgide olanaksız
bir hal alıyordu. Önünü görebilmek için baş ucuna astığı lambası, beynini daha
fazla kızdırıyordu. Fakat onu asıl rahatsız eden şey nemdi. Yüzüne üstündeki
kayadan devamlı olarak su damlıyor, hep de aynı yere düşüyordu. Başını ne kadar
kaçırmaya çalışırsa çalışsın bundan kurtulamıyordu. Kısa zamanda sırılsıklam
olmuş, üstündeki sular, terine karışarak buhar gibi tütmeye başlamıştı. O sabah,
gözüne inatla düşen bir damlaya küfür edip duruyordu. Kazmaya, her şeye karşın
devam ediyor, şist tabakasını darbeleri ile oyuyordu.
Tek kelime konuşmuyorlardı. İşitilen tek ses, salladıkları kazmaların, boğuk
yankılar yapan darbeleriydi. Lambalar, telden korumalarının arasından, ancak
ölü, kırmızımtrak noktalar halinde ışık veriyorlardı. Ocağın içinde birtakım
hayaletler kımıldanıyor, alacak karanlığın arasında, eğri büğrü bir kol,
simsiyah bir yüz görünüyordu.
Birgün önceki eğlencenin etkisi ile çabucak yorulan Zacharie, payanda vurmak
numarasıyla işi bıraktı ve karanlıkta, dalgın gözlerle ıslık çalmak için fırsat
buldu.Kazmacıların arkasında, damarın üç metre kadar bir yeri desteksiz
duruyordu. Zaman kaybetmemek için, oraya destek vurmayı gözardı etmişlerdi.
Zacharie, Etienne'e:
"Hey, paşal!" diye seslendi. "Bana odun getir." Catherine'den küreğini nasıl
kullanacağını öğrenmekte olan Etien-ne, ocağa payandalık odun taşımaya mecbur
oldu. Her sabah, damarın genişliğine göre ölçülüp, kesilmiş olan odunlar
getirmek alışkanlıktı.
Zacharie, yeni sürücünün, dört tane meşe odunu yüklenmiş olarak, kömürlerin
arasından beceriksizce tırmanmaya çalıştığını görünce, tekrar homurdandı:
"Hadi çabuk olsana be- Uyuşuk herif!"
Kazmasıyla, tavana ve duvara açtığı deliklere birer odun sokarak kayaya payanda
vurdu. Bu sırada Maheu, sonunda kömür blokunu ko-
Germinal
33
parabilmişti. Koluyla terlerini sildi. Zacharie'nin işini niçin bıraktığına
baktı.
"Bırak şunu," dedi. "Yemekten sonra bakarız... Arabaları doldurmak için, kömür
çıkarmamız daha gerekli."
Zacharie:
"Ama, burası alçalıyor," dedi."Bak, bir çatlak açılmış. Ya bir de çökerse.."
Maheu omuzlarını silkti. Hiç başlarına gelmemiş şey değildi ya! Nasıl olsa bir
çaresine bakarlardı. Sonunda baba sinirlendi, oğlunu tekrar çalışmaya yolladı.
Zaten hepsi yorgundu. Sırtüstü yatmakta devam eden Levaque, bir taş parçasının
düşerek kanattığı, sol baş parmağını tutarak küfürler yağdırıyordu. Chaval daha
az terlemek için yarı beline kadar soyunmakla meşguldü. Hepsi kömürden simsiyah
olmuştu; terlerine karışan incecik bir toz yüzlerinden akıyordu. Yine işine ilk
başlayan Maheu oldu. Su damlası aynı ısrarla düşüyor, adeta beynini deliyordu.
Catherine, Etienne'e:
"Önemseme," dedi. "Hep böyle bağınşıp dururlar."
Ve, tekrar dersine başladı.
Gözleri yavaş, yavaş karanlığa alışan genç adam, onun henüz beyaz ve fakirlikten
solmuş yüzüne bakıyordu; yaşını anlayamıyor, kız ona o kadar narin gözüküyordu
ki, onu ancak on iki yaşında tahmin ediyordu. Buna karşın, kızın daha büyük
olduğunu hissediyor, serbest tavırlarından sıkılıyordu. Kız hoşuna gitmiyordu,
başlığının altındaki soluk çehresi ile onu fazla küçük buluyordu. Fakat bu
küçüğün kuvveti, becerikliliği ve soğukkanlılığı onu şaşırtıyordu. Sür'atle
küreğini çalıştırarak, arabasını ondan önce dolduruveriyor, sonra, alçak
kayaların altından rahatça geçerek, hiçbir yere takılmadan, boşaltıp dönüyordu.
Etienne ise kan ter içinde didiniyor, arabasını yoldan çıkarıyor, takılıp
kalıyordu.
34
Emile Zola
Zaten aslında, yol pek de düzgün değildi. Damardan boşaltma yerine kadar altmış
metrelik bir mesafe vardı. Ve, henüz işçinin genişle-temediği yolun tavanı son
derecede eğri büğrü ve zemini sık sık tümseklerle doluydu. Bazı yerlerde
darlıktan, dolu arabalar ancak geçiyor, dekovilci, başını korumak için çömelerek
itmeye mecbur oluyordu. Üstelik payandalar yer yer eğilmiş ve yıkılmaya yüz
tutmuştu; dayanıksız koltuk değnekleri gibi bazı yerleri ortadan çatlamıştı.
İnsanının bu çatlaklara bir yerini takıp yırtmaması için çok dikkat etmesi
gerekirdi; yavaş yavaş çökerek, basıncı ile meşe payandalarını çatlatan
ağırlıkların altından çömelerek geçen dekovilciler her an, üstlerinde korkunç
bir çatırtının kopması onları titretiyordu. Catherine gülerek: "Yine mi!" dedi.
Etienne'in arabası, en zorlu geçitte raydan çıkmıştı. Islak toprağın içinde
eğrilen rayların üzerinde bir türlü arabasını doğru dürüst süre-miyordu; ve
küfrediyor, öfkeleniyor, bütün gayretine karşın yerine yerleştiremediği
tekerleklerle boğuşup duruyordu. Genç kız:
"Bekle biraz," dedi."Eğer kızgınlığa kapılırsan, işi düzeltmen olanaksız."
Geri geri yürüyerek, arabanın altına girmiş ve bir sırt vererek arabayı büyük
bir beceriyle yerine oturtmuştu. Ağırlık yedi yüz kilo idi. Genç adam, hayret ve
utanç içinde mırıldanıyor, özürler sıralıyordu.
Catherine ona, bacaklarını iki yana açarak, sağlam dayanak noktalan bulmak için,
ayaklarını galerinin iki yanındaki direklere dayamasını öğretmek zorunda kaldı.
Adalelerin, omuzların ve kalçaların bütün kuvveti ile itebilmek için, vücudun
öne doğru eğilmesi, kolların gerilmesi gerekliydi. Etienne genç kızın bir
seferinde onu takip ederek, kalçalarını germiş, adeta dört ayak üstünde,
ilerlemesini seyretti. Genç kız terliyor, soluyor, sanki herkes böyle iki kat
yaşamaya
Germinal
35
mahkûmmuş gibi, alışkanlığın verdiği kayıtsızlıkla, hiç şikâyet etmiyordu.
Etienne ise onu taklid etmeyi başaramıyor, baş aşağı yürüyünce,
ayakkabıları onu rahatsız ediyor, her tarafı ağrıyordu. Birkaç dakika sonunda bu
durum bir işkence haline geliyor, Etienne bir an nefes alabilmek için diz çökmek
zorunda kalıyordu.
Sonra, boşaltma yerinde ikinci bir işkence başlıyordu. Catherine ona arabasını
hızla devirmeyi öğretti. Bütün damarların kömürünü toplayan bu eğik boşaltma
yerinin aşağısında ve yukarısında iki çırak vardı, üstteki frenci, alttaki alıcı
diye isimlendiriliyordu. On iki ile on beş yaşında olan bu iki yaramaz
karşılıklı en ağıza alınmaz lafları söylüyorlardı. İnsanın geldiğini haber
verebilmesi için avazı çıktığı kadar bağırması gerekiyordu. Boşalmış bir araba
tekrar yukarıya çıkarılacağı zaman, alıcı işaret veriyor, yukarıdaki dekovilci
hızla arabasını itiyor, frenci frenini gevşetiyor ve dolu arabanın ağırlığı, boş
olan bir diğerini yukanyı çıkarıyordu. Aşağıdaki galeride sıralanan atları
çekerek götürüyorlardı.
Baştan aşağıya kadar kalaslarla örülmüş olan, yüz metre uzunluğundaki boşaltma
galerisinde, Catherine'in sesi yankılar yaptı:
"Hey! Tembel katırlar!"
Çıraklar galiba dinleniyorlardı. Çünkü hiç cevap çıkmadı. Arabalar
durmuştu.İncecik bir kız sesi sessizliği bozdu:
"Muhakkak bir tanesi Mouquette'in üstündedir."
Büyük bir kahkaha tufanı galerilerde yankılar yaptı. Damarın bütün dekovilci
kadınları, gülmekten iki büklüm olmuşlardı.
Etienne, Catherine'e:
"Bu da kim?" diye sordu.
Catherine, büyümüş de küçülmüş bir kız olan ve arabasını ufak yaşından, bir
bebeğinki kadar ufacık kollarından beklenmeyen bir kuvvetle iten, Lydie'nin
adını verdi. Mouquette'e gelince, o çırakların her ikisini de yanına alabilecek
güçteydi.
36
Emile Zola
Arabacının sesi yükselerek, arabaların itilmesini haykırdı. Herhalde aşağıdan
bir çavuş geçiyordu. Dokuz katta da arabalar itilmeye başladı, tekrar çırakların
düzenli haykırmalarından, sürücü kadınların solumalarından başka bir ses
duyulmaz oldu.
Ve, her seferinin sonunda, Etienne, dipte, damarın boğucu havasını, kazmaların
boğuk ve kesik darbelerini, inatla işlerine devam eden kazmacıların iniltilerini
duyuyordu. Dördü de soyunmuş, baştan aşağı siyah bir çamura batmışlardı. Bir
ara, yankla çıkardığı kömür arasına sıkışarak nefesi kesilen Maheu'yü çıkarmak,
kömürü tutan tahtaları boşaltmak gerekmişti. Zacharie ve Levaque, gittikçe
sertleştiğini iddia ettikleri madene öfkeleniyorlar, bunun, götürü aldıkları
için şartlarını çok kötü bir hale sokacağını söylüyorlardı. Chaval sırtüstü
dönerek, zorunluluğunun kendisini açıkça rahatsız ettiği Etienne'e sövüyordu:
"Yılan gibi herif! Bir kız kadar bile kuvveti yok! Hadi, şu arabanı doldursana
be! Kollarını yormak istemiyor, beyefendi... Allah'ın cezası! Eğer bir tek
arabayı geri çevirirlerse, on meteliğini keserim!."
Etienne, henüz bu kürek mahkûmiyetine benzer işi bulduğundan dolayı seviniyor,
işçi ile baş işçi arasındaki, haşin derece farkını kabul ederek, cevap vermekten
kaçınıyordu. Fakat, ayakları kan içinde, her yanı feci ağrılarla dolu, vücudu
demir bir çemberin baskısı altında yürüyemez hale gelmişti. Neyse ki, saat on
olmuştu, kazmacılar öğlen yemeğini yemeye karar verdiler.
Maheu'nün, hiçbir zaman bakmak gereğini hissetmediği bir saati vardı. Bu
yıldızsız gecenin dibinde, zamanı dakikası dakikasına bilirdi. Herkes gömlek ve
ceketini giydi. Sonra, damardan inerek, topuklarının üzerine, pek alışık
oldukları şekilde çömeldiler. Ve her biri, dilimini çıkararak, ciddi bir eda ile
ısırmaya, sabah ki işleri üzerinde konuşmaya başladı. Ayakta kalmış olan
Catherine, daha uzakta, sırtını kalaslara vererek, raylann üzerine uzanmış olan
Etienne'in yanına git-
Germinal
37
ti. Orası nisbeten daha kuru idi. Ağzı dolu, ekmeği elinde, sordu:
"Sen yemiyor musun?"
Sonra, bu çocuğun, geceleyin meteliksiz, belki de tek lokma ekmeği olmadan
dolaştığı aklına geldi.
"Ekmeğimi paylaşmak ister misin?"
Açlıktan sesi titreyen, genç adam, aç olmadığına dair yemin ederek, önerisini
reddedince, neşeli bir eda ile devam etti:
"Ha! Tiksindin!... Ama, al, sadece bir tarafını ısırdım, öteki tarafını sana
vereceğim."
Dilimi ikiye bölmüştü bile. Payını alan genç adam, hepsini bir lokmada yutmamak
için kendini zor tuttu, kız, titremesini fark etmesin diye, kollarını
bacaklarına dayıyordu. Catherine, sakin, arkadaş tavrı ile, elini çenesine
dayayarak, yüzü koyun, onun yanına uzanmış, diğer eli ile yavaş, yavaş dilimini
yiyordu. Aralarındaki lambaları yüzlerini aydınlatıyordu.
Catherine, bir müddet, sessizce, genç adamı seyretti. İnce yüzü ve siyah
bıyıklan ile onu güzel buluyordu. Zevkle, hafifçe gülümsüyor-du.
"Demek, sen makinistsin ve seni kovdular... Niçin?"
"Çünkü, şefimi tokatlamıştım."
Catherine, gelenek halindeki, emirlere uymak gerektiği düşüncesinden dolayı,
hayretler içinde kaldı.
Etienne:
"Fakat, içmiş olduğumu itiraf etmeliyim," diye devam etti. "Ve içtiğim zaman
deli gibi olurum, kendimi ve başkalarını yok etmek isterim. Sonra, iki gün
kendimi bilmeden yatanm."
Genç kız, ciddi bir tavırla:
"İçmemen gerek," dedi. --¦-
"Merak etme, canım ben kendimi tanırım."
Alkolden nefret ediyordu; alkolik bir neslin son evladı sıfatıyla,
I
38
Emile Zola
içkiden dolayı mahvolan bütün bir ailenin ıstırabm hissediyor, bir tek damla
içkiyi bile zehir olarak niteliyordu.
Bir lokma daha yuttuktan sonra:
"Kovulduğuma, annemden dolayı üzülüyorum," diye devam etti. "Annem, kötü
durumda, ona arada, yüz metelik gönderiyordum, hiç olmazsa."
"Annen nerede şimdi?"
"Paris'te... Goutte-d'Or okağında çamaşırcılık yapıyor."
Bir sessizlik oldu. Etienne bunları anımsadıkça, siyah gözlerinin önünden bir
bulut geçer, henüz genç ve sağlıklı yüzünde, gizli bir felâketin acıları
okunurdu. Bir an, gözleri, madenin karanlıklarına dalmış olarak, durdu; ve o
derinliklerde, boğucu havanın içinde, çocukluğunu, o sıralarda, henüz güzel ve
kuvvetli olan annesini, babasının onları terketmesini, sonra annesi başka birisi
ile evlenince tekrar çıkagelmesini, kadının, kendisini yiyip bitiren iki erkekle
birlikteki, sefalet, içki ve pislik içindeki hayatını gözünün önüne getirdi.
Oturdukları sokağı, bütün ayrıntılarıyla anımsıyordu. Dükkanın ortasındaki kirli
çamaşırlar, evi nefesleriyle leş gibi kokutan ayyaşlar, çene kemiklerini kıracak
şiddetteki tokatlar.
Ağır bir sesle devam etti:
"Şimdi ise, aldığım otuz metelikle ona yardım etmeyi nasıl düşünebilirim?...
Mutlaka, yoksulluktan ölecek."
Ümitsiz bir tavırla omuzlarını silkti, dilimini tekrar ısırdı.
Matarasını kapağını açan Catherine, sordu:
"İçmek ister misin? Çekinme canım, sadece kahvedir, sana zararı dokunmaz...
Yavan ekmek insanın boğazını tıkıyor."
Fakat, genç adam reddetti; zaten ekmeğinin yansını aldığı kâfi gelmemiş miydi?
Catherine, iyi kalpli tavn ile ısrar ediyordu, sonunda:
'
"Madem ki bu kadar terbiyelisin, peki öyleyse, önce ben içiyo-
Germinal
39
mm. Fakat, artık bundan sonra kabul etmezsen çok ayıp edersin."
Ve matarasını Etienne'e doğru uzattı. Ayağa kalkmıştı. Genç adam onu, iki lamba
ile aydınlatılmış olarak da yakınında görüyordu. Nasıl da bu kızı çirkin
bulmuştu? Şimdi, yüzü gözü kömürle simsiyah bir durumda, onda garip bir
çekicilik buluyordu. Bu gölgeli yüzde, büyük ağzın dişleri bembeyaz, parıldıyor,
gözler, dişi bir kedinin ki gibi, genişliyor, yeşilimtrak bir yankıyla
yanıyordu. Başlığından, fırlamış olan kızıl bir perçem kulağını gıdıklıyor ve
kızı güldürüyordu. Kız, artık, pek o kadar da genç gözükmüyordu, yine de en
aşağı, on dört yaşında olmalı idi.
Etienne içti ve matarayı kıza uzatırken:
"Hatırın için," dedi.
Catherine bir yudum daha aldı, Etienne'i tekrar içmeye zorladı, paylaşmak
istediğini söylüyordu; ve, birinden diğerine giden bu ince matara ağzı onları
eğlendiriyordu. Genç adam, birdenbire Catherine'i kollarının arasına alarak onu
dudaklarından öpmeyi düşündü. Kızın, soluk pembe renkte, iri dudakları Etienne'i
gittikçe artan bir arzu ile kıvrandınyordu. Fakat, Lille'de ancak fahişelerle
ilişkide bulunduğu için, bir aile kızına karşı ne şekilde hareket edileceğini
bilmiyor, bir türlü cesaret edemiyordu.
Tekrar ekmeğini yemeğe koyularak, sordu:
"Sen galiba on dört yaşlarındasın, değil mi?"
Kız hayret etti, adeta kızdı:
"Ne! On dört mü? Ben, tam on beş yaşındayım!... Doğru, pek iri değilim. Bizim
burada, kızlar pek çabuk gelişmezler."
Etienne, onu sorguya çekmeye devam etti, kız, her şeyi, anlatıyordu. Genç adamın
onun vücutça bakire olduğunu anladı. Bununla beraber, kız, erkek ve kadın
hakkında her şeyi biliyordu. Genç adam, onu zor duruma sokmak için, Mouquette
sözüne gelince, kız, neşeli ve çok rahat bir tavırla korkunç şeyler anlattı. Oh!
o kadın neler yapmaz-
I
40
Emile Zola
di! Ve Etienne, onun da bir dostu olup olmadığını öğrenmek isteyince, kız, şaka
ederek, annesinin sözünden çıkmak istemediğini, fakat er geç, bir gün bunun da
olacağını söyledi. Omuzlan öne eğik bir durumda, üzerinde soğuyan terinden
dolayı titreyerek umursamaz bir tavırla, dünyaya ve erkeklere dayanmaya hazır
bekliyordu.
"Çünkü, hep bir arada yaşayınca nasıl olsa bir aşık bulunur, değil mi?"
"Tabii."
"Sonra, bunun kimseye zararı dokunmaz... Rahibe de bir şey söylenmez."
"Oh Rahip umurumda bile değil!... Fakat, Siyah Umacı var."
"Ne? Siyah Umacı mı?"
"Kuyuya inip, oynak kızları boğan ihtiyar madenci."
Etienne, kızın kendisi ile alay ettiğini sanarak onu süzüyordu.
"Sen bu masallara inanıyor musun?" dedi. "Hiçbir şey bilmiyor musun sen?.."
"Bilmez olur muyum, okuma yazma bile bilirim... Evde işimize yarıyor,
bizimkilerin zamanında böyle şeyler öğretmezlermiş."
Catherine, gerçekten çok tatlı bir şeydi. Yemeğini bitirir bitirmez, Etienne onu
kollarının arasına alarak, o kalın pembe dudaklarından öpecekti. Bu niyet,
oldukça utangaç bir insan olan, genç adamın boğazını sıkıyordu. Kızın, erkek
elbiseleri, ceket ve pantolonu onu hem tahrik, hern de rahatsız ediyordu.
Etienne son lokmasını da bitirdi. Mataradan biraz daha içti ve kalanını
Catherine'e uzattı. Artık, karannı uygulamaya koymanın sırası gelmişti,
madencilerin bulunduğu tarafa doğru endişeli bir bakış atıyordu