8 Kasım 2015 Pazar

leguin - paris'te nisan

Paris'te Nisan / Ursula K. LeGuin

Profesör Barry Pennywither soğuk, loş bir tavanarasında oturmuş,
önündeki masaya bakıyordu, üstünde bir kitap ve bir parça ekmek duruyordu
masanın. Ekmek onun akşam yemeğiydi, kitap da yaşamının yapıtı. İkisi de
kuruydu. Dr. Pennywither iç çekti, sonra ürperdi. Eski apartmanın alt
katlarındaki daireler oldukça şıktı ama kaloriferler, ne olursa olsun 1
Nisandan sonra yanmıyordu; bugün de 2 Nisandı ve dışarısı don yapmıştı. Dr.
Pennywither kafasını biraz kaldırırsa pencereden, şafakta biraz biraz belirsiz
ama yırtarcasına yükselen, neredeyse dokunulacak kadar yakın olan Notre Dame
de Paris'in iki kare kulesini görebiliyordu: onun oturduğu Saint-Louis Adası,
Notre Dame'ın olduğu Şehir Adasının ardından çekilen küçük bir sal gibidir.
Ama profesör kafasını kaldırmadı. Çok üşüyordu.

Kara kuleler karanlığa gömülmüştü. Dr. Pennywither da kasvete gömüldü.
Kitabına neredeyse nefretle baktı. Ona Paris'te bir yıl kazandırmıştı kitap -
ya yayımlarsın, ya da ölürsün demişti Dekan, o da yayımlamış ve bir yıllık
ücretsiz izinle ödüllendirilmişti. Munson koleji, öğretmeyen öğretmenlere para
verebilecek durumda değildi. Böylece biriktirdiği iki kuruş parayla, bir
öğrenci gibi tavanarasında yaşamak, kütüphanede on beşinci yüzyıl manüskrileri
okumak, kestane ağaçlarının bulvarlarda çiçek açmasını görmek için Paris'e
gelmişti yeniden. Ama olmamıştı işte. Kırk yaşındaydı, yalnızlık dolu
tavanaraları için fazla yaşlıydı. Don, yeni çıkan kestane çiçeklerini
mahvedecekti. Yaptığı şeylerden de bıkkınlık gelmişti. Şair François Villon'un
1463'te gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasıyla ilgili teorisi, şu
Pennywither Teorisi, kimin umurundaydı ki? Kimsenin. Çünkü tüm zamanların en
büyük çocuk suçlusu zavallı Villon hakkındaki Teorisi sonuçta yalnızca bir
teoriydi ve aradaki beş yüz yıllık boşluğu aşıp kanıtlanması imkansızdı. Hem
sonra, Villon'un Montfaucon darağacında ya da (Pennywhiter'ın düşündüğü gibi)
İtalya'ya giderken bir Lyons keranesinde ölmüş olması neyi değiştirirdi ki?
Kimsenin umurunda değildi işte. Başka hiç kimse Villon'u yeterince sevmiyordu;
Dr. Pennywither'ı da kimse sevmiyordu; Dr. Pennywhiter bile. Neden sevsindi
ki? Dökülen bir binanın ısınmayan çatıkatında yine okunmaz bir kitap yazmakla
uğraşan, geçimsiz, evlenmemiş, üç kuruşa çalışan bir ukala. "Hiç gerçekçi
değilim," dedi yüksek sesle, yine iç geçirip ürpererek. Kalkıp yatağından
battaniyeyi aldı, sarındı, o şekilde masaya oturup bir Gauloise Bleue yakmaya
çalıştı. Çakmağı çakmadı. Bir kez daha iç geçirdi, ayağa kalktı, kötü kokulu
Fransız çakmakgazı kutusunu bulup getirdi, yeniden kozasına büründü, çakmağı
doldurdu ve çaktı. Epeyce gaz dökülmüştü etrafa. Çakmak yandı, Dr. Pennywither
da öyle, bileklerine kadar. "Kahretsin!" diye bağırdı, parmaklarından mavi
alevler sıçrıyordu, kollarını çılgınca sallayarak, "Kahretsin!" diye bağırıp
kadere lanet okuyarak ayağa fırladı. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu, hiç
gitmiyordu. Ne anlamı vardı ki? O sırada 2 Nisan 1961 gecesiydi, sat 8:12'ydi.

Yüksek ve soğuk bir odada bir adam, iki büklüm olmuş, masada
oturuyordu. Arkasındaki pencereden, Notre Dame'ın iki kare kulesinin,
bahardaki bu kuşluk vaktinde yükseldiği görülebiliyordu. Önündeki masanın
üzerinde bir topak peynir ve kocaman, demir kilitlii, elle yazılmış bir kitap
duruyordu. Kitabın adı (Latince) Ateş Elementinin Diğer Üç Elemente Üstünlüğü
Üzerine'ydi. Yazarı kitaba neredeyse nefretle baktı. Biraz ötede, küçük bir
sac ocakta ufak bir imbik kaynıyordu. Jehan Lenoir arada sırada, mekanik
hareketlerle iskemlesini ateşe birkaç santim yaklaştırıyordu ısınmak için, ama
aklı daha derin sorunlardaydı. "Kahretsin!" dedi sonunda (Geç Dönem Ortaçağ
Fransızcasıyla), kitabın kapağını hızla kapattı ve ayağa kalktı. Ya teorisi
yanlış idiyse? En üstün element suysa? Böyle şeyler nasıl kanıtlanırdı? Tek
bir olgu hakkında emin olmayı, kesinlikle emin olmayı sağlayacak bir yol -bir
yöntem- olmalıydı! Ama her olgu başka olgulara bağlanıyordu, devasa bir düğüm,
Otoriteler de birbirleriyle çelişiyordu, ayrıca hiç kimse, Sorbonne'daki
zavallı ukalalar bile okumayacaktı kitabını. Küfür kokusu alıyorlardı. Ne
anlamı vardı ki? Yoksulluk ve yalnızlık içinde geçirdiği bu yaşam; hiçbir şey
öğrenememiş, yalnızca tahminlerde bulunmuş ve akıl yürütmüşken, ne işe
yaramıştı? Öfke içinde tavanarasında bir aşağı bir yukarı dolandı, sonra
durdu. "Pekala!" dedi Kadere. "Çok güzel! Bana hiçbir şey vermedin, o yüzden
ben de istediğimi alacağım!" Odanın çoğunu kaplayan kitap yığınlarından birine
doğru gitti, en alttaki ciltlerden birini hışımla çekti (ve bunu yaparken
kitabın cildini çizdi, üstteki folyolar devrilince de elinin kemiklerini
incitti), masanın üzerine fırlattı ve bir sayfasını incelemeye başladı.
Ardından, yine başkaldırının katı ve soğuk bakışıyla, birşeyler hazırlamaya
başladı, kükürt, gümüş, tebeşir... Oda tozlu ve kirliydi, ama küçük tezgahı
düzenliydi, herşey kolayca bulabileceği bir yerdeydi. Kısa bir süre sonra
hazırdı. Duraksadı. "Bu çok saçma," diye söylendi pencereden karanlığa bakarak,
iki kare kulenin yerini şimdi ancak tahmin edebilirdi. Aşağıdan, saat başını
duyuran bir bekçi geçti, soğuk ve açık bir gecenin saat sekizi. Öyle bir
durgunluk vardı ki Seine'in şıpırtısını duyabiliyordu. Omuz silkti, suratını
buruşturdu, tebeşiri elini alıp masasının yanına, yere düzgün bir pentagramı
çizdi, sonra kitabı alıp tane tane, ama biraz da utanarak okumaya başladı:
"Haere, haere, audi me..." Uzun bir büyüydü bu, çoğu da saçmalıktı. Sesi
düştü. Sıkkınlık ve utanç içinde öylece durdu. Son sözcükleri acele acele
okudu, kitabı kapattı ve gerileyip kapıya dayandı, pentagramın içinde duran,
yalnızca salladığı kızgın pençelerin mavi ışıltısıyla aydınlanan devasa,
biçimsiz şeye bakıyordu, şaşkınlıktan bir karış açılmıştı ağzı.

Barry Pennywither sonunda kendisine hakim oldu ve ellerini sarındığı
battaniyenin kıvrımlarına sokarak ateşi söndürdü. Kendisini yakmamıştı ama
kafası bozuktu, yeniden oturdu. Kitabına baktı. Sonra kitabına bakakaldı.
VİLLON'UN SON YILLARI: OLASILIKLARIN İNCELENMESİ adını taşıyan ince ve gri
kitap bu değildi artık. Kalın ve kahverengiydi, adı da INCANTATORIA MAGNA'ydı.
Onun masasında mı? 1407 tarihli, mevcut zedelenmemiş tek kopyası Milan'daki
Ambroisan kütüphanesinde olan, paha biçilemez bir yazma. Yavaşça etrafına
bakındı. Ağzı yavaşça açıldı. Bir ocak, bir simyager tezgahı, iki-üç düzine
inanılmaz deri ciltli kitap, pencere, kapı çarptı gözüne. Kendi penceresi,
kendi kapısı. Ama küçük, siyah ve biçimsiz bir yaratık kapının önüne çömelmiş,
kuru bir hırıltı çıkartıyordu.

Barry Pennywhiter pek cesur değildi, ama mantıklı bir adamdı. Aklını
kaybettiğini düşünüyordu, o yüzden de oldukça sakin bir sesle, "Siz Şeytan
mısınız?" diye sordu.

Yaratık ürperdi ve hırıldadı.

Profesör, görülmeyen Notre Dame'a bir bakış fırlatıp, denemek için haç
çıkarttı.

Bunu gören yaratık seğirdi; irkilme değil, seğirme. Sonra zayıf bir
sesle, ama kusursuz bir İngilizceyle -hayır, kusursuz bir Fransızcayla- hayır,
epeyce garip bir Fransızcayla, "Mais vous estes Dieu," dedi.

Barry ayağa kalkıp yaratığa daha dikkatle baktı. "Kimsiniz siz?" diye
sordu sert bir şekilde, yaratık başını kaldırdı, yüzü bayağı bir insan yüzüne
benziyordu, uysal bir sesle yanıtladı, "Jehan Lenoir."

"Odamda ne işiniz var?"

Bir sessizlik oldu. Lenoir dizlerinin üzerindeyken doğrulup ayağa
kalktı, boyu tastamına 1.68'di. "Burası BENİM odam," dedi sonunda, çok nazik
bir şekilde.

Barry etraftaki kitaplara ve imbiklere baktı. Bir sessizlik daha.
"Peki ben buraya nasıl geldim?"

"Sizi ben getirttim."
"Siz doktor musunuz?"

Lenoir gururla kafasını salladı. Bütün havası değişmişti. "Evet, ben
doktorum," dedi. "Evet, sizi buraya ben getirttim. Eğer Doğa bana bilgi
vermezse, ben Doğanın kendisini fethederim, mucizeler gerçekleştiririm!
Bilimin yüzünü Şeytan görsün öyleyse. Bana budala diyorlar, Tanrı adına ben
çok daha kötüsüyüm! Sihirbazım, karabüyücüyüm. Kara JEhan'ım ben! Büyü işe
yarıyor, öyle mi? Öyleyse bilim, boşa zaman harcamaktır. Hah!" dedi, ama pek
de zafer kazanmışa benzemiyordu. "Keşke işe yaramasaydı," dedi daha alçak bir
sesle, folyoların arasında bir aşağı bir yukarı yürüyerek.

"Bence de," dedi konuğu.

"Siz kimsiniz?" Lenoir meydan okurcasına baktı Barry'e, her ne kadar
boyları arasında neredeyse otuz santimlik bir fark vardıysa da.

"Barry A. Pennywither, Munson College, Indiana'da Fransızca
profesörüyüm, Paris'e izinli geldim, Geç Dönem Ortaçağ Fra-" Durdu. Lenoir'ın
nasıl bir aksanı olduğunun yeni farkına varmıştı. "Hangi yıldayız? Hangi
yüzyıl? Lütfen Dr. Lenoir-" Karşısındaki Fransızın kafası karışmış gibiydi.
Sözcüklerin anlamları da, söyleniş biçimleri de değişiyor zamanla. "Bu ülkeyi
kim yönetiyor?" diye bağırdı Barry.

Lenoir omuz silkti, tipik bir Fransız omuz silkişiydi bu (bazı
şeylerse hiç değişmiyor), "Louis kral," dedi. "On Birinci Louis. Pis ihtiyar
örümcek."

Bir süre tahta kızılderililer gibi öylece durup birbirlerini süzdüler.
İlk konuşan Lenoir oldu. "Yani siz insansınız?"

"Evet. Bakın Lenoir, sanırım siz -şu büyü- biraz yüzünüze gözünüze
bulaştırdınız galiba."

"Öyle gözüküyor," dedi simyager. "Fransız mısınız?"
"Hayır."

"İngiliz misin?" diye parladı Lenoir. "İğrenç bir allahın belası mısın
yoksa?"

"Hayır. Hayır. Ben Amerikalıyım. Şeyden, ee, sizin geleceğinizden
geliyorum. Milattan sonra yirminci yüzıldan." Barry kızardı. Söyledikleri
kulağa aptalca geliyordu ve o alçakgönüllü bir adamdı. Ama bunun bir yanılsama
olduğunu biliyordu. İçinde bulunduğu oda, kendi odası, yeniydi. Beş yüzyıllık
değildi. Tozlu, ama yeni. Dizinin dibindeki Albertus Magnus nüshası da
yeniydi, yumuşak, diri bir buzağı derisiyle kaplanmıştı, yaldızlı yazıları
parlıyordu. Lenoir da bir kostüm değil, siyah cüppesini giymişti, belli ki
kendi evindeydi.

"Lütfen oturun efendim," diyordu Lenoir. Yoksul bilginlerin ince ama
dalgın nezaketiyle, "Yolculuk sizi yordu mu? Eğer benimle paylaşma onurunu
bahşederseniz, biraz peynir ve ekmeğim var," diye ekledi.

Sofrada oturmuş, peynir-ekmek yiyorlardı. Lenoir neden kara büyü
yapmaya kalkıştığını açıklamaya çalıştı önce. "Burama kadar gelmişti," dedi.
"Burama kadar! Yirmi yaşımdan beri yapayalnız, köle gibi çalışıyorum, ne için?
Bilgi için. Doğanın sırlarından bazılarını öğrenebilmek için. Öğrenilemiyor."
Bıçağını masaya saplayınca Barry sıçradı. Lenoir zayıf, küçük bir adamdı, ama
belli ki tutkuluydu. Biraz solgun ve ince, ama zarif bir yüzü vardı: akıllı,
tetikte, canlı. Barry, 1953'e kadar gazetelerde resmini gördüğü ünlü bir atom
fizikçisinin yüzünü anımsadı. Nedense bu benzerlik "Bazıları öğrenebiliyor
Lenoir," dedirtti ona, "biz epey birşeyler öğrendil, birtakım konular..."

"Ne?" diye sordu simyager, kuşkucu ama meraklı.
"Valla, ben bilimadamı değilim-"
"Altın yapabiliyor musunuz?" Sorarken sırıtıyordu.
"Hayır, sanmıyorum, ama elmas yapabiliyorlar."

"Karbon -kömür yani- yüksek ısı ve basınç altında, bildiğim kadarıyla.
Kömür ve elmas aslında karbon, biliyorsunuz, aynı element."

"Element mi?"
"Dediğim gibi, ben bilim-"

"En üstün element hangisi" diye bağırdı Lenoir, gözleri alev alevdi,
bıçağı sıkı sıkı tutuyordu.

"Yaklaşık yüz element var," dedi Barry soğuk bir sesle, tedirginliğini
gizleyerek.

İki saatin sonunda, Barry'den üniversitenin ilk yılında öğrendiği
kimyadan aklında kalanların her damlasını emdikten sonra Lenoir gecenin içinde
kayboldu ve kısa bir süre sonra elinde bir şişeyle yeniden belirdi. "Yüce
efendim," diye haykırdı, "size yalnızca peynir ve ekmek ikram ettiğimi
düşününce!" Hoş bir brugundy'ydi, 1477 mahsulü, iyi bir yıl. Birlikte birer
kadeh içtikten sonra Lenoir, "Size borcumu bir şekilde ödeyebilirsem..." dedi.

"Evet. François Villon diye bir şairin adını duydunuz mu?"

"Duydum," dedi Lenoir biraz şaşkınlıkla, "ama yalnızca Fransızca
zırvalar yazdı, Latince değil."

"Ne zaman ya da nasıl öldüğünü biliyor musunuz?"

"Aa, evet; kendisi gibi bir grup çapulcuyla burada, Montfaucan'da
asıldı, '64 ya da '65'te. Neden?"

İki saat sonra şişe kurumuştu, boğazları da kurumuştu, bekçi soğuk ve
açık bir sabahın saat üçünü duyurmuştu. "Jehan, çok yoruldum," dedi Barry,
"beni geri göndersen iyi olacak." Simyager tartışamayacak kadar nazik,
minettar ve belki de yorgundu. Barry gergin bir şekilde pentagramın içine
girdi: Gauloise Bleue içen, kahverengi bir battaniyeye sarınmış, uzun, kemik
torbası bir adam. "Adieu," dedi Lenoir üzgün üzgün. "Au revoir," diye
yanıtladı Barry. Lenoir büyüyü tersten okumaya başladı. Mum titredi, sesi
yumuşadı. "Me audi, haere, haere," dedi, iç çekti, başını kaldırıp baktı.
Pentagram boştu. Mum yine titredi. "Ama çok az şey öğrendim!" diye bağırdı
Lenoir boş odada. "Üstelik böyle bir dost - gerçek bir dost-" Barry'nin ona
bıraktığı sigaralardan birini içti - tütünü hemen sevmişti. Masasında oturup
bir-iki saat uyudu. Uyandığında biraz düşündü, mumu yeniden yaktı, öteki
sigarayı içti, sonra da INCANTORIA'yı açıp yüksek sesle okumaya başladı:
"Haere, haere..."

"Tanrıya şükür," dedi Barry, çabucak pentagramdan çıkıp Lenoir'ın
eline sarılarak. "Dinle, oraya geri döndüm -bu oda, bu odaya Jehan! ama
eskiydi, korkunç eski ve boş sen yoktun- Tanrım, diye düşündüm, ne yaptım ben?
Oraya, ona geri dönebilmek için ruhumu verirdim - öğrendiklerim ne işime
yarayacak? Kim inanır? Nasıl kanıtlarım? Hem zaten kime anlatabilirim ki?
Kimin umrunda? Uyuyamadım, bir saat oturup ağladım-"

"Kalacak mısın?"

"Evet. Bak ne getirdim - beni yeniden çağırırsın diye." Sekiz paket
Gauloise, birkaç kitap ve altın bir saat çıkarttı sessizce. "İyi bir paraya
okutabiliriz," diye açıkladı, "kağıt Frankların pek işe yaramayacağını
biliyordum."

Basılı kitapları görünce Lenoir'ın gözleri merakle parladı, ama
yerinden kıpırdamadı. "Dostum," dedi, "ruhumu satardım dedin ya... ben de
satardım. Ama satmadık. Nasıl oldu bu iş? yani ikimiz de insanız. Ortada
Şeytan yok. Kanla imzalanmış anlaşmalar yok. Bu odada yaşamış iki adam..."

"Bilmiyorum," dedi Barry. "Bunu sonra düşünürüz. Seninle kalabilir
miyim Jehan?"

"Burasını evin say," dedi Lenoir, zarif bir hareketle odayı,
kitapları, imbikleri, sönmeye yüz tutmuş mumu gösterdi. Pencereden Notre
Dame'ın iki büyük kulesi gözüküyordu, gri üstüne gri. 3 Nisan, şafak vakti.


Kahvaltıdan (ekmek kırıntıları ve peynir kabukları) sonra çıkıp güney
kulesine tırmandılar. Katedral her zamanki gibi görünüyordu, 1961'dekine
kıyasla daha temizdi yalnızca, ama manzara Barry için gerçek bir şok oldu.
Ufak bir şehre bakıyordu. Evlerle kaplı iki küçük ada; sağ kıyıda surların
içinde sıkışmış başka bazı evler; sol kıyıdaysa kolejin etrafında kıvrılan
birkaç sokak; hepsi buydu. Güvercinler, gargoylların arasında güneşin ısıttığı
taşın üzerinde gurulduyordu. Bu manzarayı daha önce de görmüş olan Lenoir,
alçak duvarın üzerine (Roma rakamlarıyla) o günün tarihini kazıyordu. "Hadi
kutlayalım," dedi. "Şehir dışına çıkalım. İki yıldır yapmadım bunu. Taa şuraya
gidelim-" üzerinde zar-zor birkaç kulübeyle bir yeldeğirmeninin seçilebildiği,
sisli, yeşil bir tepeyi gösterdi - "Montmartre'a, ha? İyi meyhaneler varmış
diye duydum."

Yaşamları kısa sürede kolay bir düzene oturdu. İlk başta kalabalık
sokaklar Barry'yi biraz huzursuz ediyordu, ama Lenoir'ın dökümlü siyah
cüppesiyle yabancı olduğu fark edilmiyordu, yalnızca uzunluğu göze batıyordu.
Herhalde on beşinci yüzyıl Fransa'sının en uzun adamıydı. Yaşama standartları
düşüktü, bitlenmek kaçınılmazdı, ama Barry hiçbir zaman rahatına düşkün
olmamıştı; gerçekten özlediği tek şey sabah kahvesiydi. Bir yatakla bir ustura
aldıktan -Barry traş bıçağını getirmeyi unutmuştu- ve Barry'yi Lenoir'ın
Auvergne'den gelen Messiur Barrie adındaki kuzeni olarak ev sahibiyle
tanıştırdıktan sonra, evde kalma işlemleri tamamlamnmıştı. Barry'nin saati
müthiş bir fiyata, dört altına satıldı, bu para onlara bir yıl yeterdi. Saati
İllyria'dan gelme yepyeni bir sanat şaheseri olarak, saray mabeyncilerinden
birine sattılar; saatin alıcısı, krala vermek için güzel bir hediye arıyordu,
arkadaki yazıya -Hamilton Bros., New Haven, 1881- bakıp bilge bir edayla
kafasını salladı. Ne yazık ki hediyeyi veremeden, Kral Louis'nin Tours'da
yaramaz saray mensupları için yaptırdığı kafeslerden birine kapatıldı; saat
hala orada, Plessis yıkıntılarının arasındaki bir tuğlanın altında olabilir,
ama bu durum iki hocayı etkilemedi. Sabahları Bastille'i ve kiliseleri
geziyorlar, ya da Barry'nin ilgilendiği daha az önemli şairlerden bazılarını
ziyaret ediyorlardı; yemekten sonra elektrik, atom teorisi, fizyoloji ve
Lenoir'ın ilgilendiği diğer konular hakkında tartışıyorlar, genellikle
başarısızlıkla sonuçlanan küçük kimya ve anatomi deneyleri yapıyorladı; akşam
yemeğinden sonraysa yalnızca konuşuyorlardı. Bitmek bilmeyen, rahat,
yüzyılları kapsayan ama hep buraya, penceresi bir bahar gecesine açılan bu loş
odaya, dostluklarına dönen konuşmalar. İki haftanın sonunda sanki bütün
yaşamları boyunca birbirlerini tanıyorlamış gibiydiler. Tümüyle mutluydular.
Birbirlerinden öğrendikleri şeylerin hiçbir işlerine yaramayacağını
biliyorlardı. 1961'de Barry eski Paris hakkındaki bilgisini, 1482'de Lenoir
bilimsel yöntemin geçerliliğini nasıl kanıtlayabilirdi? Bu onları rahatsız
etmiyordu. Hiçbir zaman dinlenilmeyi beklememişlerdi. Öğrenmek istemişlerdi
yalnızca.

Yaşamlarında ilk kez mutluydular; hatta öyle mutluydular ki bilgiye
duyulan açlık adına daha önce bastırılmış başka bazı açlıklar su yüzüne
çıkmaya başladı. "Sanırım," dedi Barry bir akşam masada otururlarken, "evlilik
konusunu pek düşünmedin."

"Valla, hayır," dedi dostu, kuşkuyla. "Yani, ben pek önemli bir insan
değilim... ve bu iş bana çok uzak gelmiştir hep..."

"Çok da pahalı. Ayrıca benim zamanımda, kendisine saygısı olan hiçbir
kadın, benim sürdüğüm yaşamı paylaşmak istemezdi. Amerikan kadınları sinir
bozucu derecede kendine hakim ve becerikli ve muhteşem, ürkütücü
varlıklardır..."

"Buradaki kadınlarsa ufak ve kara, böcek gibi, dişleri de bozuk," diye
yakındı Lenoir.

Kadınlar hakkında başka birşey konuşmadılar o gece. Ama ertesi gece
konuştular; bir sonrakinde de; ve ondan sonraki gece, komik bir kurbağanın
merkezi sinir sisteminin başarılı diseksiyonunu kutlarken iki şişe Montrache
'74 içip kafayı buldular. "Hadi bir kadın çağıralım Jehan," dedi Barry şehvet
dolu bir bas tonuyla ve bir gargoyl gibi sırıtarak.

"Ya bu sefer cin gelirse?"
"Arada çok fark var mı?"

Çılgınca gülüştüler ve bir pentagram çizdiler. "Haere, haere," diye
başladı Lenoir; hıçıkırık tutunca görevi Barry devraldı. Son sözcükleri okudu.
Soğuk, bataklık kokulu bir hava esti ve pentagramın içinde, uzun siyah saçlı,
çırılçıplak, çığlıklar atan, gözleri faltaşı gibi açılmış bir varlık belirdi.

"Kadın, aman Tanrım," dedi Barry.
"Öyle mi?"

Öyleydi. "Al şu pelerini," dedi Barry, çünkü zavallı şey titremeye
başlamıştı. Pelerini omuzlarına koydu. Kadın mekanik bir şekilde pelerine
sarındı. "Gratias ago, domine," diye mırıldandı.

"Latince!" diye haykırdı Lenoir. "Latince konuşan bir kadın mı?" Onun
bu şoktan çıkması, Bota'nın kendi şokundan çıkmasından daha uzun sürdü.
Lutetia adlı çamurlu ada kentinin daha küçük olan adasında oturan Kuzey Ganl
Vali Muavininin evindeki kölelerden biriydi anlaşılan. Latinceyi kalın bir
Kelt aksanıyla konuşuyordu ve geldiği zamanda Roma imparatorunun kim olduğunu
bile bilmiyordu. Tam bir barbar, dedi Lenoi, küçümsemeyle. Doğruydu, saçları
karışmış, beyaz tenli, parlak gözlü, cahil, ağzını bıçak açmayan, boynu bükük
bir barbardı bu. Deliksiz bir uykudan uyandırılmıştı. Onu düş görmediğine ikna
ettiklerinde, bunun herşeye kadir yabancı efendisi vali muavininin bir
numarası olduğunu varsaydı anlaşılan ve başka soru sormadan durumu kabullendi.
"Size mi hizmet edeceğim efendim?" diye soru korkuyla ama surat asmadan, bir
ona, bir öbürüne bakarak.

"Bana değil," diye homurdandı Lenoir, Baryy'e dönüp Fransızca "Hadi,
işine bak; ben yüklükte uyurum," diye ekledi ve çıktı.

Bota Barry'e baktı başını kaldırıp; hiçbir Galli böyle muhteşem bir
uzunlukta olamazdı, Romalıların arasında bile pek az çıkardı böylesi; ne
Galliler ne de Romalılar böyle tatlı konuşurdu. "Lambanız (aslında bir mumdu
bu, ama hiç mum görmemişti) bitmez üzere," dedi. "Söndürmemi ister misiniz?"


Ek iki "sol" karşılığında ev sahibi, yüklüğü bir yıl boyunca ikinci
bir yatak odası olarak kullanmalarına izin verdi, böylece Lenoir yeniden
tavanarasının büyük odasında yalnız başına uyumaya bşaşladı. Dostunun idilini
düşünceli ama kıskanç olmayan bir ilgiyle izliyordu. Profesörle köle kız
birbirlerini büyük bir zevk ve yumuşaklıkla seviyordu. Onların mutluluğu,
koruyucu sevinç dalgaları halinde Lenoir'ı sarıyordu. Bota'nın acımasız bir
yaşamı olmuştu, hep kadın olarak görülmüş, ama asla insan yerine konmamıştı.
Bir hafta gibi kısa bir süre içinde çiçek açtı, canlandı, uysal çekinikliğinin
altındaki neşeli, zeki doğası ortaya çıktı. Barry'nin onu bir gece, "Bayağı
bir Parisli haline geliyorsun," diye suçladığını duymuştu (tavanarası
duvarları inceydi). "Hep kendini savunmak zorunda olmamanın, hep korkmamanın,
hep yalnız olmamanın benim için ne demek olduğunu bilseydin..."

Lenoir yatağında oturuyordu, düşüncelere dalmıştı. Geceyarısına doğru,
herşey sessizleştiğinde kalkıp hiç gürültü yapmadan kükürt ve gümüş
tutamlarını hazırladı, pentagramı çizdi, kitabı açtı. Çok yumuşak bir sesle
büyüyü okudu. Yüzünde korku vardı.

Pentagramda küçük, beyaz bir köpek belirdi. Önce gerileyip kuyruğunu
kıstırdı, sonra çekinerek öne geldi, Lenoir'ın ellerini kokladı, nemli
gözlerle ona baktı ve yumuşak, yalvarır bir inilti çıkarttı. Kayıp bir köpek
yavrusu... Lenoir onu okşadı. Köpek ellerini yaladı, üstüne sıçradı,
rahatlamış, sevinçten çılgına dönmüştü. Beyaz deri tasmasındaki gümüş künyeye
"Jolie. Dupont, 36 rue de Seine, Paris Vle" yazısı işlenmişti.

Jolie bir ekmek kırıntısını kemirdikten sonra Lenoir'ın iskemlesinin
altında uyudu. Simyager de kitabı yeniden açıp yine yumuşak bir sesle, ama bu
kez utanmaksızın, korkmaksızın, ne olacağını bilerek okudu.

***

Sabahleyin yüklük-yatak odası-balayı odasından çıkan Barry, koridorda
durakladı. Lenoir yatakta oturmuş, beyaz bir köpeği okşuyordu; yatağın ayak
ucunda oturan, gümüşler giymiş, uzun boylu, kırmızı saçlı bir kadınla derin
bir muhabbete dalmıştı. Köpek yavrusu havladı. Lenoir "Günaydın!" dedi. Kadın
hayretle gülümsedi.

"Aman Tanrım," dedi Barry kendi kendisine (İngilizce). Sonra da
"Günaydın. Neredensiniz?" dedi. Düşük dozda bir Rita Hayworth benzerliği vardı
- belki Hayworth ve Mona Lisa karışımı?

"Altair'den, yedi bin yıl sonrasından," dedi, daha da hayretle
gülümseyerek. Fransızca aksanı, futbol bursuyla üniversiteye girmiş bir
birinci sınıf öğrencisininkinden daha kötüydü. "Ben arkeoloğum. Paris III'ün
harabelerini kazıyordum. Bu dili bu kadar kötü konuştuğum için özür dilerim;
yalnızca yazmalardan biliyoruz tabii."

"Altair'den mi? Yıldızdan mı? Ama siz insansınız -sanırım-"

"Gezegenimiz Dünya'dan gelenler tarafından dört bin yıl önce
kolonileştirildi -yani bundan üç bin yıl sonra." Büyük bir hayretle güldü ve
Lenoir'a baktı. "Jehan bana açıkladı, ama hala kafam karışıyor."

"Bunu yeniden denemek çok tehlikeliydi Jehan!" diye onu sıçları Barry.
"Çok şanslıydı, biliyorsun."

"Hayır," dedi Fransız. "Şans değildi."

"Ama sonuçta kara büyüyle oynuyorsun. -Dinleyin- Adınızı bilmiyorum
madam."

"Kislk," dedi kadın.

"Dinleyin Kislk," dedi Barry hiç sektirmeden, "bilimizin korkunç
ilerlemiş olmalı - büyü diye birşey var mı? Bizim görünürde yaptığımız gibi,
doğa kanunları ihlal edilebilir mi?"

"Doğrulanmış bir büyü vakasını ne gördüm, ne de duydum."

"Öyleyse neler oluyor?" diye gürledi Barry. "Neden o aptal büyü Jehan
ve bizim için işe yarıyor, ve burada, başka yerde değil, başkası için değil,
yazılı tarihin beş -hayır sekiz -hayır on beş bin yılını kapsayacak şekilde?
Neden? Hem bu allahın cezası köpek de nereden çıktı?"

"Kaybolmuştu," dedi Lenoir, yüzü çok ciddiydi. "Bu evin yakınlarında
bir yerde, Ile Saint-Louis'de."

"Ben de kap-kacak parçalarını düzenliyordum," dedi Kislk, o da
ciddiydi, "Ada 2, Pafta 4, Bölüm D'deki bir yerleşim alanında. Çok güzel bir
bahar günüydü ve nefret ediyordum. İğreniyordum. Hem günden, hem işten, hem de
etrafımdaki insanlardan." Kara-kuru, küçük simyagere yeniden baktı, uzun,
sessiz bir bakış. "Dün gece Jehan'a anlatmaya çalıştım. Irkımızı geliştirdik
sizin anlayacağınız. Hepimiz çok uzun, sağlıklı ve güzeliz. Dişlerimizde dolgu
yok. Erken dönem Amerika'dan kalma bütün kafataslarında dolgu var...
Bazılarımız kahverengi, bazılarımız beyaz, bazılarımızsa altın tenli. Ama
hepsi güzel ve sağlıklı, iyi uyum sağlamış, saldırgan ve başarılı.
Mesleklerimiz ve başarı derecemiz bizim için Devlet Okulöncesi Evleri
tarafından önceden belirleniyor. Ama arada sırada genetik bir hata
yapılabiliyor. Ben, örneğin. Arkeolog olarak yetiştirildim çünkü öğretmenler
insanlardan, yaşayan insanlardan aslında hoşlanmadığımı gördü. İnsanlar
sıkıyordu beni. Hepsi dışardam bakınca bana benziyor, ama hepsinin içi bana
yabancı. Herşey birbirine benziyorsa, evin neresidir?.. Ama şimdi yetersiz
ısıtmalı, sağlık koşullarına uygun olmayan bir oda görmüş bulunuyorum.
Yıkılmamış bir katedral gördüm. Benden kısa boylu, dişleri bozuk ve tepesi
hemen atan bir adamla karşılaştım. Burası benim evim işte, kendim olabileceğim
bir yerdeyim, yalnız değilim artık!"

"Yalnız," dedi Lenoir Barry'ye, yumuşak bir sesle. "Yalnızlık, ha?
Büyük yalnızlık, yalnızlık daha güçlü... Gerçekten de pek garip değil bence."

Bota kapıdan bakıyordu, siyah saç yumaklarının arasından, kızarmış
yüzü gözüküyordu. Utangaç bir edayla gülümsedi ve yeni gelene Latince nazik
bir günaydın dedi.

"Kislk Latince bilmiyor," dedi Lenoir büyük bir zevkle. "Bota'ya
Fransızca öğretmemiz gerek. Hem zaten Fransızca aşkın dilidr, değil mi? Hadi
yürüyün, çıkıp biraz ekmek alalım. Acıktım."

Kislk gümüş giysisini, çok işe yarayan kimliksiz pelerinin altına
sakladı, Lenoir güvelerin yediği siyah cüppeyi aldı üzerine. Bota saçlarını
taradı; Barry düşünceli bir şekilde boynundaki bir bit ısırığını kaşıyordu.
Sonra kahvaltı için birşeyler almaya çıktılar. Önden simyagerle yıldız gezgini
arkeolog gitti, Fransızca konuşarak; arkalarında Latince konuşarak Galli
köleyle Indiana'lı profesör yürüyordu el ele. Dar sokaklar kalabalıktı,
güneşte apaydınlıktılar. Üzerlerinde Notre Dame'ın iki kare kulesi gökyüzüne
doğru yükseliyordu. Yanlarında Seine küçük dalgalarla akıyordu. Paris'te Nisan
ayıydı, ırmağın kıyısındaki kestane ağaçları çiçek açmıştı.



Ursula K. LeGuin'in yayınlanmış ilk hikayesidir
İngilizceden Çeviren: Cem Akaş


Paris'te Nisan,  Ursula K. LeGuin (Düzyazı - Tam)
Kaynak: Kitap-lık dergisi, Mayıs-Haziran 1996, Sayı: 21