Fraktal Geometri’nin kurucusu matematikçi Beneoit B. Mandelbrot fraktalı[1] her bir parçası bütünün yansıması olan desen ya da şekil olarak tanımlamaktadır. Fraktal sistemin özgünlüğü bir temel motifin dallanıp budaklanarak bütün sistemin yapısını kararlaştırmasıdır. Görünürde birbiriyle ilişkili olmayan olaylar arasında garip bir bağ olduğunu gösteren bu yapılar basit fikirlerden başlayarak karmaşık yapılar kurmaya izin verir. Geçmiş geleceği ne kadar şekillendirir? Bir olay diğerine bağımlı mıdır yoksa ondan bağımsız mıdır? Mandelbrot, şu an gerçekleşen bir olayın, başka yerde ve uzak bir gelecekte başka bir olayı etkileyebileceği konusunda bir teori geliştirmiş ve adına da uzun vadeli bağımlılık teorisidemiştir. Teoriye göre, çan eğrisinin normal beklentilerinin çok ötesinde, vahşi türde değişimler gösteren bir türbülanstır söz konusu olan. Değişimlerin bir orada bir burada yoğunlaştığı, bir değerden diğerine ani sıçramaların olduğu bir sistemdir bu.
Öte yandan başlangıç noktasına hassas bağımlılık ilkesinin hâkim olduğu sistemlerde, başlangıç verilerindeki küçük değişiklikler sistemin uzun vadeli davranışlarında büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurur ya da farklar yaratır. Kelebek Etkisi[2] dediğimiz bu olayla sıkça karşılaşırız.
Orhan Pamuk son romanı Kırmızı Saçlı Kadın’nın olay örgüsünü fraktal bir yapı üzerine inşa etmiş ve geçmişin geleceği nasıl etkileyebileceği, hatta belirleyebileceği konusunda, ortaya, çarpıcı bir roman çıkarmış. Romanda, 1980’lerin ortalarında, 16 yaşındaki Cem’in 33 yaşındaki Kırmızı Saçlı Kadın’la olan bir gecelik aşkının – ki buna başlangıç noktası diyoruz – kelebek etkisi yaratarak farktal bir desen çizip, sürükleyici, beklenmedik ve heyecan verici bir maceraya dönüştüğüne şahit oluyoruz.
Roman, 30-35 yıl öncesindeki bir olayın, başlangıç noktasına hassas bağımlılık ilkesiyle – ki aşk gibi hassas bir olaydır söz konusu olan – dallanıp budaklanarak (fraktallaşarak) bugünü etkilemesi hatta belirlemesi bakımından Mandelbrot’un uzun vadeli bağımlılık teorisiyle uyum gösteriyor.
Batı’dan (Yunan) yaklaşık 2500 yıl önceki Sophokles’in Kral Oidipus’u ile Doğu’dan (İran) 1000 yıl önceki Firdevsi’nin Şehname’sindeki Rüstem ve Sührab’ın hikâyeleri gibi iki önemli efsaneyle süslenen roman – ki romanda birçok olay bu iki efsaneye bağlanmıştır – söylenenlerin aksine yoğun değil, okunması kolay ve akıcı. Bu iki efsaneyle mistik bir havaya bürünen romanın ikinci kısmı kimi tekrarlar nedeniyle ağır aksak bir tempo tutturmuş olmasına rağmen, son kısımda ilk kısmındaki hızına kavuşuyor ve dallanıp budaklandıktan sonra birçok olayı üst üste getirerek çarpıcı bir biçimde son buluyor.
Efsaneler
Bilindiği gibi, Oidipus Yunanistan’daki Thebai şehrinin kralı Laios’un oğludur, ancak Apollo tarafından lanetlendiği için yazgısında babasını öldürüp annesiyle evlenmek vardır. Bunu öğrenen kral onun daha bebekken ölmesi için bir ormana terk edilmesini emreder. Ormana terkedilen bebeği komşu krallığın bir nedimesi bulur ve çocukları olmayan bu krallığın kral ve kraliçesi onu evlatları sayıp bir şehzade gibi büyütürler. Günün birinde Oidipus Delphoi Tapınağı kâhininden lanetlendiğini ve yazgısını öğrenince bunun gerçekleşmemesi için gerçek bildiği anne ve babasından kaçarak krallığı terk eder.
Bilmeden doğduğu Thebai şehrine giden Oidipus bir köprüden geçerken ihtiyar bir adamla lüzumsuz yere tartışır, kavga ederler ve Oidipus ihtiyar adamı öldürür, ama bunu kimse görmez. Daha sonra şehre, sorduğu soruları bilmeyenleri öldürerek bela olan, kadın yüzlü, aslan vücutlu kocaman kanatlı canavarın (Sfenks) muammasını çözer ve kahraman, hatta kral olarak kraliçeyle, yani öz annesiyle evlenir. Dört çocukları olur.
Yıllar sonra şehre veba gelir. Vebadan kırılan halk Tanrılarının ne dediğini merak edip bir aracı gönderirler. Tanrılar, vebadan kurtulmanın yolunun, önceki kralı kimin öldürdüğünün bulunup şehirden atılmasıdır, derler. Bunun üzerine köprüde tartışıp öldürdüğü adamın önceki kral ve öz babası olduğunu bilmeyen Oidipus gerekli emirleri verir, hatta katilin bulunması için en çok kendisi çalışır. Bütün deliller katil olarak kendisini gösterdiğinde ise hem baba katili olduğunu hem de öz annesiyle evlendiğini öğrenince kendi gözlerini kör ederek şehri terk eder. Şehir de vebadan kurtulur.
Rüstem İran’da cesur bir savaşçı Şah Keykavus’un göz bebeği bir askerdir. Bir gün avlanırken atını kaybeder ve onu ararken düşman toprağı olan Turan’a girer. Turan Şahı beklenmedik misafire iyi davranır, onun için bir şölen düzenler.
Gece olunca odasına çekilen Rüstem’in kapısı çalınır. Rüstem’in kapısını çalan, şölen sırasında onu görüp âşık olan Şahı’n kızı Tehmine’dir. Odasına kadar gelen güzel Tehmine’ye dayanamayan Rüstem onunla sevişir ve sabah olunca da doğacak çocuğu için işaret olarak bir kolye bırakarak ülkesine döner.
Annesi Tehmine babasız doğan çocuğuna Sührab adını verir. Yılar sonra babasının Rüstem olduğunu öğrenen Sührab önce İran’a giderek zalim İran Şah’ı Keykavus’u tahttan indirip yerine babasını geçirmeye, sonra da Turan’a dönüp Şah Efrasiyab’ı tahttan indirip yerine kendisi geçmeye ant içer. Böylece İran ve Turan, Doğu ile Batı birleşecek ve adil biçimde yönetilecektir.
Turan Şahı İran’la savaşacak diye Sührab’ı destekler, babasını tanımasın diye de ordusuna casuslar sokar ve baba oğul birbirlerini tanımadan savaşa girişirler. Efsane bu ya, savaş meydanında karşı karşıya gelen baba oğul zaten zırh içinde olduklarından birbirlerini tanımayacaklardır. Ayrıca Rüstem rakibi tüm gücünü toplayamasın diye dövüşlerde kendini hep saklar, Sührab ise, tek amacı babası Rüstem’i İran tahtına oturtmak olduğu için, kiminle savaştığına dikkat etmezmiş.
Dövüş günlerce sürer. İlk gün Sührab Rüstem’i yere indirir ve üstüne oturarak hançerini babasını öldürmek üzere çeker. Ancak Rüstem Sührab’a, ilk seferinde öldürmemesini, ikinci kez yere indirirse öldürmeye hak kazanacağını söyler, Sührab da bunu kabul eder. O akşam Sührab’ın dostları Rüstem’i öldürmemekle yanlış yaptığını söyleseler de Sührab buna aldırmaz. Ancak üçüncü gün, daha dövüşün başında Rüstem oğlunu yere serip kılıcını gövdesine daldırarak göğsünü yarar ve öldürür.
Sührab ölmeden önce kendisini daha önce at uşağı olarak tanıtan Rüstem’e kolyesini göstererek Rüstem’e vermesini, ama öldüğünü söylememesini ister. Kolyeyi gören Rüstem acılar içinde kendisinin Rüstem olduğunu söyler.
Oidipus ile Rüstem ve Sührab efsanelerinin benzerliği baba ile oğulun dövüşürken birbirlerini tanımamaları, ama ilkinde babanın oğulu, ikincisinde ise oğulun babayı öldürmesidir. Pamuk’a göre Batı’da oğul babayı, Doğu’da ise baba oğulu öldürmüş olur.
“Kader ve Kısmetin Haritası Geçmişte Saklıdır”[3]
Roman bugün kırk beş yaşında olan Cem Çelik’in otuz yıl önce yaşadığı bir hikâyeyi hatırlamasıyla başlar. Okullar tatil olmuş, eczacı babası evi terk etmiş, kahramanımız Cem annesiyle birlikte, eczane de kapanmış olduğundan parasız kalarak, Beşiktaş’tan Gebze’ye taşınmıştır. Cem’in üniversiteye girmesi için dershaneye gitmesi, ancak bunun masrafını karşılaması için çalışması gerekmektedir. İşi kuyu kazmak olan Mahmut Usta’nın çıraklık teklifini kabul eder ve onunla birlikte Öngören’e gider. Mahmut Usta’nın tabiriyle “Küçük Bey” Cem işe çabuk adapte olur. Tekstil atölyeleri yapılmak üzere su ihtiyacını karşılamak için kazdıkları kuyu kasabanın biraz dışındadır. Tüm gün çalışırlar, akşamları da kasabaya giderek bir kahvede oturup yorgunluk atarlar. Kuyu kazdıkları alan ile kasaba arasındaki gidip gelmeler sırasında vakit akşamüzeri, akşam ya da gece olduğu için gökyüzünde sürekli bir yıldız sağanağı vardır.
Hiç evlenmemiş, çocuğu olmayan Mahmut Usta babacan ve şefkatli bir adamdır ve usta çırak ilişkisini baba oğul ilişkisi gibi görmektedir. Böylece terk edilmiş oğul yeni bir baba bulmuş olur.
Mahmut Usta ile Cem geceleri kuyu kazdıkları alanda kurdukları çadırda yattıklarından vakit geçirmek için kasabadan döndükten sonra birbirlerine hikâyeler anlatırlar. Mahmut Usta’nın hikâyeleri Kuran’ı Kerim’den ya da çocukluk anılarından, Cem’inkiler ise okuduğu kitaplardan türetilmiştir. Cem’in esas hikâyesi de Kral Oidipus’ın trajedisidir.
Cem bir gün kasabada dolaşırken Kırmızı Saçlı Kadın’ı görür ve bir türlü aklından çıkaramaz. Kırmızı Saçlı Kadın’ı, namı diğer Gülcihan’ı hep aklında taşır. İbretlik Efsaneler adlı gezici bir tiyatroda çalışan Gülcihan ve arkadaşlarının kurdukları çadır tiyatrosu kasabaya çok yakındır. Cem bir gece Mahmut Usta’dan izin de almadan tiyatroya gider ve orada Rüstem ile Sührab oyununu izler.
Aynı gece tiyatrodan çıktıktan sonra, Gülcihan’ın kaldığı evin kapısındayken, Cem’in heyecanlı olduğunu gören Kırmızı Saçlı Kadın “Korkacak bir şey yok… bak ben annen yaşındayım” der, ama evde birlikte olur, sevişirler. Hoş geldin Kral Oidipus! Ve bu Cem için kaçınılmaz sonun başlangıcıdır.
Romanın birinci kısmının sonunda ustasını yanlışlıkla öldürdüğünü düşünen – bu süreç roman boyunca heyecan verici bir biçimde çok iyi işlenmiştir – Cem Öngören’i apar topar tek eder.
İkinci kısımda önce Cem’in pişmanlıklarına, sonra da müthiş yükselişine şahit oluruz ve efsaneler peşinde koşması bu kısımda olur. Yanlışlıkla da olsa ustasını, bir bakıma babasını öldürmüş olmaktan duyduğu pişmanlık bir türlü peşini bırakmaz. Ancak geçmişle hesaplaşmaktan korktuğu için Öngören’e ne zaman gitmeyi düşünse hep vaz geçer.
Önce yazar olmak istemiştir, ama aklından bir türlü silemediği Mahmut Usta ve onun mesleği adına İTÜ’ye dereceyle girerek jeoloji yüksek mühendisi olur. Daha sonra eczacılıkta okuyan Ayşe ile tanışır ve evlenirler. İnşaat işine girip kurdukları şirkete Sührab adını verirler ve çok zengin olurlar. Bu arada, muhtemelen 12 Mart 1971 döneminin devrimcilerinden olan babasıyla hiç görüşememiştir. Görüştükten bir süre sonra da onu kaybeder.
Cem ve Ayşe’nin çocukları olmaz. Ama Cem günün birinde Öngören’e, otuz yıl önce kazılmasında çırak olarak çalıştığı kuyunun bulunduğu yere, beklenen akıbetine, yeni siteler yapmak üzere koşar adımlarla giderek Kırmızı Saçlı Kadın ve ondan olan oğlu ile karşılaşır. Hoş geldin Rüstem ile Sührab.
Özet olarak anlatılanlardan anlaşılacağı üzere olan biten kelebek etkisi ve uzun vadeli bir bağımlılık ilişkisinin hoş bir örneğidir. Teori gerçekleşmiş, çan eğrisinin normal beklentilerinin çok ötesinde vahşi türden bir türbülans ortaya çıkmıştır; tıpkı değişimlerin bir orada bir burada yoğunlaştığı ve ani sıçramaların meydana geldiği gibi.
İlk iki kısımda Cem bize seslenmiştir. Üçünü ve son kısımda ise Kırmızı Saçlı Kadın seslenir ve her şey, ama her şey, sıra sıra, yan yana bir ipe dizilmiş gibi çarpıcı biçimde ortaya çıkar. Bu kısım aynı zamanda romanın yazılış hikâyesidir. Bu anamda Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzindesi’nin son cildi olan Yakalanan Zaman ’ı çağrıştırır. Geçmişte saklı olan kader kısmetin haritası bulunmuştur.
AÜT ve Doğu Despotizmi
Önce benim için önemli olan iki anektodla başlamak istiyorum. 1978 yılı olmalıydı. İstanbul Üniversitesi’nde iktisat “master”ı yapmaya hazırlanıyordum. Güzel bir ilkbahar günü arkadaşlarım Haldun İleri, Mehmet Günsür ve Salih Ecer ile sevgili ağabeyimiz Ahmet Hamdi Dinler’in Beykoz’daki evinde toplanmış, onun çok sevdiği Beethoven eşliğinde rakı içiyorduk. Atmosfer olabildiğince rahat, sohbet politik anlamda hayli derindi. Bir ara Ahmet Hamdi kayboldu ve kütüphanesinin derinliklerinden arayıp bulduğu kalın bir kitapla geldi: Le Despotisme Oriental. Karl A. Wittfogel’in Fransızca edisyonu olan ünlü Doğu Despotizmi kitabıyla ilk kez o zaman tanışmıştım. Ahmet Hamdi: “Çocuklar, işte ezberlenmesi gereken bir kitap. Bu kitabı okumadan doğu toplumlarını dolayısıyla Türkiye’yi anlayamazsınız” demiş, sohbeti daha da derinleştirmişti.
Bir yıl sonra, “Master” tezimi, Ahmet Hamdi Dinler’in özendirmesiyle, Türkiye toplumunu Doğu Despotizmi ve AÜT kavramlarıyla anlamaya ve açıklamaya çalışan İdris Küçükömer’den yazmaya karar vermiştim. Bir gün Hoca’nın odasına girmiş, tez hakkında konuşuyorduk. Masasının üzerinde küçük bir çan gördüm ve “Hocam bu çan neyin nesidir” diye sorunca, Hoca çanı eline aldı, ayağa kalktı ve odada turlayarak konuşmaya başladı: “Doğu toplumlarını Batı toplumlarının normlarıyla açıklayamayız, kendi normlarımızı üretmemiz lazım. Biz hala despotik ve göçebe bir toplumuz, Batı ise agora ve fora (forum) üzerine kurulmuştur.” Hem konuşuyor hem de elindeki çanı çalıyordu.
Karl Marx’ın Grundrisse’de yazdığına göre ve özetle ifade edilecek olursa Çin, Hindistan, Osmanlı İmparatorluğu gibi Asya toplumlarıyla, Meksika gibi bazı Latin Amerika toplumlarında hüküm süren Asya üretim tarzının en belirgin özelliği, mülkiyetin bir despotun elinde toplanması ve ilişkilerin yukarıdan aşağıya doğru dikey biçimde sürdürülmesidir.[4]
Marx’ın adaşı Karl A. Wittfogel işte bu teoriyi de dikkate alarak, yukarıda anılan hidrolik toplumlar bağlamında, toprakları geniş ve coğrafyaları zor ülkelerde tarım yapabilmek için gerekli suyu kanallar ya da kemerlerle taşıyabilmenin oldukça büyük bir bürokratik örgütlenmeyi gerektirdiğini düşünüyordu. Bu örgütlenme ancak otoriter krallar ya da yöneticiler tarafından gerçekleştirilebilirdi. Doğallıkla, böyle örgütlenmiş bir devletin Batı’lı anlamda yurttaşları ya da gelişmiş bireyleri yerine, her şeye boyun eğen köleleri – memurları, cariyeleri, yani tebaa – olabilirdi.
Kuşkusuz, bu konuda devasa bir literatür mevcuttur. Uzatmayacağım, şöyle bir tezim var: Şimdi geçmişte saklıdır! O kadar öyle ki, Karl Marx bu konuda şöyle yazar:
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” [5]
Darrin Mc Mahon da ekler:
“Tüm soruların cevapları geçmişte saklıdır. Tüm bulmacaların çözümleri geçmişte saklıdır. Kader ve kısmetin haritası geçmişte saklıdır.”[6]
Bu bağlamda Orhan Pamuk’un “şimdi”yi geçmişte araması temellere inip soru işaretini derine koyması bakımından anlamlı ve heyecanlıdır. Ancak romanın kahramanı Cem’in babasının kendisine verdiği Wittfogel’in Doğu Despotizmi kitabından kalkarak karısı Ayşe’nin Doğu’da kralların bu güçlerine dayanıp, “Karılarına, memurlarına öyle davranan o krallar, en sonunda kendi oğullarını da öldürürler”[7]demesi oldukça kısa, yetersiz ve mekanik bir yorum olmuştur. İlk bakışta önemsiz gibi görünen bu itirazımın önemi, romanın Doğu / Batı gerilimi üzerinden yazılmış olduğu düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır. Eğer Türkiye’nin bugününü daha iyi anlamak için bir zamanlar Doğu’da hüküm süren o vahşi despotizmi dikkate alarak bir yere varmak istendiyse, efsanelerden ziyade gerçeklere daha fazla yer verilebilirdi. Tabi sonuç olarak roman bir kurgudur ve yazar istediğine istediği kadar önem atfedebilir. Özetle demek istiyorum ki, Doğu / Batı sorunsalı bağlamında despotik toplum meselesi bir kaç sayfa ile geçiştirilemeyecek kadar ciddidir.
Bir zamanlar mevcut iktidarı şiddetle destekleyen Hilmi Yavuz iki gün önce verdiği bir röportajda demokrasiye vurgu yaparak şöyle diyor: “Türkiye demokrat o – la – maz. Çünkü bizim insanımız demokrasiyi sevmiyor. Burası, bir Doğu toplumudur. Doğu toplumlarının koşullarında iktidarlar daima despotizme meyillidir.”[8] Hilmi Yavuz gibi bir zamanlar iktidarı şiddetle destekleyen Orhan Pamuk ve birçok yazar – aralarında muhtemelen Wittfogel’i ve Marx’ı okuyanlar çoğunluktadır – şimdi şiddetle eleştiriyorlar.
Bana ise, hem uzun vadeli bağımlılık teorisi, hem Doğu toplumlarının despotik olmaları bağlamında, Wittgenstein’dan esinlenerek, Türkiye’de aydınların hala temellere yeterince inemediklerini ve soru işaretini yeterince derine koyamadıklarını, söylemek düşüyor.
Notlar
[1] Mandelbrot, B. Benoit. The Fractal Geometry of Nature, W.H. Freeman & Company, NY, USA, 1977.
Mandelbrot, B. Benoit & Hudson, L. Richard. The (mis)Behaviour of Markets: A Fractal View of Risk, Ruin and Reward, Profile Books, London, UK, 2004.
Fraktal terimi parçalanmış ya da kırılmış anlamına gelen Latince “fractus” sözcüğünden türetilmiştir. Fraktaller, kendilerini farklı ölçülerde tekrarlayan motiflerdir. Başka bir deyişle, fraktalı, her bir parçası bütünün yansıması olan desen ya da şekil olarak tanımlayabiliriz. İlk olarak 1975’te Polonya asıllı matematikçi Beneoit B. Mandelbrot tarafından ortaya atılan fraktal kavramı yalnızca matematik değil, fiziksel kimya, fizyoloji ve akışkanlar mekaniği gibi değişik alanlar üzerinde önemli etkiler yaratan yeni bir geometri sisteminin doğmasına yol açmıştır. Doğadan sıkça kullanılan bir örnek brokolidir; her küçük çiçekçik temel motif olarak kendisini tekrarlayarak bir sonraki çiçekçik katını oluşturur ve böylece brokolinin nihai şekli tamamlanır. Aşağıda, fraktallara örnek olarak bir ağaç figürü verilmiştir. Deniz kabuğu figürü için Sistemik Düşüncenin Özellikleri adlı yazıma bakılabilir. http://bulentgundogmus.com/sistemik-dusuncenin-ozellikleri/
[2] Meteorolog Edward Lorenz’in M.I.T.’de hava durumu tahminleriyle ilgili olarak deney yaparken, bilgisayarına 0.506127 yerine kolaylık olsun diye bu sayıyı yuvarlayarak 0.506 girmesiyle yapılan tahminin çok farklı çıkması, bu kavramın keşfedilmesine yol açmıştır. O gün bu gündür bu türden değişiklikler yaşadığımızda Arizona’da kanat çırpan kelebeğin Hindistan’da kasırga yarattığını söyler olduk.
[3] Mc Mahon, Darrin M. İlahi Gazap: Deha Nedir? Dahi Kimdir?, Çeviren: Arlet İncidüzen, Ayrıntı Yayınları, İst., 2015, s. 37.
[4] Marx, Karl. Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İst., 1979, s. 525-533.
[5] Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ank., 1976. s.13-14.
[6] Mc Mahon. A.g.e., s. 36-37.
[7] Pamuk, Orhan. Kırmızı Saçlı Kadın, YKY, İst., 2016, s. 132.
[8] Yavuz, Hilmi. 15. 02. 2016.http://www.onyediyirmibes.com/gundem/hilmi-yavuzdan-cok-konusulacak-sozler-h55517.html.