17 Ekim 2015 Cumartesi
thomas more - ütopya 2
PLATON'UN DEVLETİ İLE MORE'UN
UTOPİA'SI
Thomas More'un Utopia'yı yazarken
Platon'un Devlet'inin büyük çapta etkisinde
kaldığını sananlar çoktur. Oysa More, ancak
kusursuz bir devlet tasarlamak düşüncesini
almıştır Platon'dan. Platon'un verdiği örneği,
içerik açısından değil, ancak biçim açısından
benimseyerek (kadınlarla erkeklerin birlikte
savaşa gitmeleri gibi bir iki ayrıntı dışında)
Platon'un devletine hiç benzemeyen bambaşka
bir devlet kavramı yaratmıştır.
Platon'da da More'da da mal mülk ortaklığı
olduğunu ileri sürenler, More'da bu
ortaklığın tüm toplumu kapsadığını,
Platon'da ise ancak savaşçılar ve bekçiler
sınıfına özgü olduğunu unutmaktadırlar.
Platon ile More arasında başlıca ayrımlardan
biri de budur işte: Platon'un devletinde
sınıflı bir toplum, More'unkinde ise sınıfsız
bir toplum vardır. Platon, "Hiçbir şey kimsenin
öz malı olamayacak, her şey herkesin
malı olacak" derken, tüm yurttaşları değil,
ülkeyi yöneten seçkin kişileri düşünür ancak.
Bu düşüncesinin temelinde de, ekonomik bir
kaygı değil, yani çalışmayanların çalışanları
sömürmelerini engellemek kaygısı değil, ahlaki
bir kaygı vardır. Devleti koruyan
bekçilerin erdemli olmaları gerektiğine göre,
onları para hırsından, mal mülk edinme hırsından
korumanın tek yolu budur: "Gümüş
ve altına gelince, diyeceğiz ki onlara: İçlerinde
Tanrı'nın koyduğu altını, gümüşü saklayanların,
insanların vereceği altında ve
gümüşte gözü olmaz. . Şehirde yaşayanlar
arasında yalnız onlar için altına, gümüşe
dokunmak, onu kullanmak, altın ya da
gümüş kupalardan içmek yasaktır. Böylece
hem kendilerini, hem de devleti korumuş
olacaklardır."
175/447
Platon, More'un candan inandığı demokrasiye
inanmaz. Platon'a göre, demokrasi,
"Görünüşte düzenlerin en güzelidir.
Türlü renklere boyanmış bir kaftan gibi.. Bu
devlet de göze hoş gelebilir. . Birçokkimseler
de, en güzel devlet budur diyebilirler.. Ama
bu devlette bir düzen arayıp bulabilirsen, ne
mutlu sana." Platon'a bakılacak olursa, demokrasinin,
er geç düzenlerin en kötüsü olan
zorbalığa dönüşmesi de engellenemez: "Demokrasi,
alabildiğine hürriyet içip sarhoş
olur. . Bu doymak bilmeyen, başka değerleri
küçümseyen hürriyet isteği, demokrasinin
değişmesine ve zorbalık yolunu tutmasına
sebep olur." Demokrasiye inanmayan Platon,
doğal olarak insanların eşitliğine de inanmaz.
Utopia'nın sınıfsız bir toplum olmasına
karşılık, Platon'un Devlet'inde üç sınıf
vardır: "Yönetenler, savaşanlar ve para
kazananlar." Yönetenlerle savaşanlar,
birbirleriyle kenetlenmiş ayrıcalıklı bir oligarşi
oluşturur. Gerçi bu seçkin azınlık,
176/447
paraya el sürmeyi hor görecek kadar erdemlidir
ama, toprağı ekip biçerek ya da el emeği
gerektiren işlerde çalışarak para kazanan
büyük çoğunluğun sırtından geçinmektedir
aslında. Platon, bu azınlığın beden ve ruh
eğitimini, neleri okuyup neleri okuyamayacaklarını,
müzik olarak neleri dinleyip neleri
dinlemeyeceklerini, savaşmaya nasıl hazırlanacaklarını,
hangi kadınlarla ve ne gibi
yöntemler uygulayarak evleneceklerini uzun
uzun anlatır. Gel gelelim, "para kazananlar"
diye geçiştirdiği geniş emekçi kitleler konusunda
hiçbir şey söylemez. Bunların nasıl
yaşadıklarını, ne yiyip ne içtiklerini, hangi
koşullar altında çalıştıklarını, ne gibi duyguları
ve düşünceleri olduğunu hiç bilemeyiz.
Ülkede çoğunluğu oluşturan bu yurttaşlar,
sanki sözü edilmeye değmez birer eşyadır;
çalışıp para kazanmaktan ve erdemli filozoflarca
yönetildiklerine göre bu küçük azınlığın
egemen olduğu düzene uyarak, akılsız
177/447
bir sürü gibi güdülmekten başka yapacakları
bir şey yoktur.
More'un Utopia'sında değer bakımından
her insan eşittir. Oysa Platon'un Devlet'inde
"seçkin yurttaşlar" ve "seçkin olmayan
yurttaşlar" vardır. Seçkin olmak ya da olmamak,
bir insanın yeteneklerine göre ölçülmez.
Soylu bir babanın oğlu doğuştan soylu
sayıldığı gibi, seçkin bir yurttaşın oğlu da
doğuştan seçkin sayılır; daha bebekken bile
belirli ayrıcalıklardan yararlanır: "Bir kurul
en seçkin yurttaşların çocuklarını bir yuvaya
yerleştirir, onları şehrin belli bir semtinde
oturacak bakıcı kadınlara emanet eder.
Seçkin olmayan yurttaşların ve daha
başkalarının doğuştan bir eksikliği olan
çocuklarına da gözden uzak, uygun bir yerde
bakılır."
Platon'un silahını bırakan ya da korkakça
davranan savaşçıları, işçi ya da çiftçi yapma
önerisi, sırf para kazanmak açısından değerli
178/447
bildiği emekçi sınıfı, yani bir ülkedeki insanların
büyük çoğunluğunu nasıl hor
gördüğünü, kölelerden nasıl farksız saydığının
en belirgin kanıtıdır. Korkakça davranırsa
işçi ya da çiftçi yapılarak cezalandırılan
bu savaşçı sınıf ve savaş konusunda,
Devlet ile Utopia arasında ne denli
büyük bir uçurumun açıldığını söylemeye
gerek bile yok. Lewis Munford'un dediği gibi,
“Platon'un tasarladığı rejimin anayasası da,
günlük yaşantısındaki disiplin de, bir tek
amaca yönelir: Savaşmaya hazır olmak"
Platon'un düşlediği toplumda, savaş onur
kırıcı bir uğraş olmaktan öyle uzaktır ki, bu
toplumun en üst sınıfında yer alan en seçkin
kişiler, her şeyden önce savaşçı olmak için
özenle eğitilmektedirler. Oysa More'un
gözünde savaş öylesine "hayvanca" bir iştir
ki, Utopia'lılar bu pisliğe karışmamak için,
kiralık asker tutmayı yeğlerler; ancak başka
çare kalmayınca, kendileri de katılırlar
savaşa.
179/447
Aile ve evlilik konusunda da, Devlet ile
Utopia arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Utopia'da aile toplumun temelidir. Her erkek
ve kadın, özgürlük içinde birbirlerini seçerek
evlenirler ve birlikte büyütürler çocuklarını.
Oysa Platon'da kadınlar da, doğar doğmaz
devlete teslim edilen çocuklar da,
ortaklaşadır:
"Bekçilerimizin kadınları hepsinin
arasında ortak olacak, hiçbiri hiçbir erkekle
ayrı oturmayacak. Çocuklar da ortak olacak.
Baba oğlunu, oğul babasını bilmeyecek."
Platon'un devletinde sevgi gibi duyguların
hiç mi hiç yeri yoktur. İnsanlar "sürü"
sayıldıkları için, bir haradaki atlar gibi
çiftleştirilir:
"Her iki cinsin de en iyilerinin en fazla,
en kötülerinin de en az çiftleşmesi gerekir.
Ayrıca en kötülerinin değil, en iyilerinin
çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün cinsi
bozulmasın." Kimin kiminle çiftleşeceği
180/447
yöneticilerce önceden saptanır. Ama bu
sözüm ona evlilikler hoşnutsuzluk
uyandırmasın diye, sanki her şey kadere
bağlıymış gibi, hileli kuralar çekilir: "Evlenecekleri,
kurnazca tertiplenmiş kuralarda
seçmeli. Böylece cinsleri iyi olmadığı için
seçilmeyen mutsuz yurttaşlar, devlet adamlarına
değil, kaderlerine küskün olurlar."
Thomas More, Utopia'lıların mutluluğunu
ister ve bu mutluluğun gerçekleşebileceğine
bizi de inandırır. Platon'a bakılacak
olursa, onun da amacı mutluluktur: "Biz
devletimizi, bütün topluma mutluluk
sağlasın diye kuruyoruz. Yoksa bir sınıf ötekinden
mutlu olsun diye değil." Ne var ki,
böyle bir toplumda mutluluk söz konusu
olamaz; çünkü Platon'un devleti, More'un
toplumsal ve ekonomik açıdan tam bir eşitlik
sağlayan düzeninin tersine, tümüyle totaliter,
hatta birçok eleştirmenlere göre faşist
bir düzeni önermektedir. Evlilik konusunda
verdiğimiz bilgi bile, bu devleti yönetenlerin,
181/447
insanlara karşı ne denli katı, ne denli
acımasız olduklarını kanıtlar. Platon,
"doğruluğu" uzun uzun över, "eğriliği" kıyasıya
suçlar. Derken anlaşılmaz çelişkilere
düşerek, o doğruluktan yana yöneticilerine,
gerektiği zaman hiç çekinmeden yalana
düzene başvurmalarını salık verir: "Devlet
adamlarımız yönettikleri insanların yararına,
yalana ve düzene başvurabilirler. . Bu tür
yalanları da birer ilaç gibi yararlı sayarlar."
Böylece, ütopyaların tarihini yazan ünlü
Amerikalı eleştirmen Lewis Munford'un dediği
gibi, hiç kimse başkaldırmasın diye, bu
erdemli yöneticiler "Platonik bir Pentagon
içinde bir C1A oluştururlar aslında.”
Bu acımasız düzen, Utopia'da olduğu
gibi, bedenleri güçsüz olanları sağlığa
kavuşturacağına, ölüme bırakır. Kötü bildiği
kişileri yok etmenin çaresini de bulur:
Hekimler, "bedenleri ve içleri doğuştan iyi
olanlara bakacak, iyi olmayanları, bedenleri
bozuk olanları, hekimler bırakacak ölsün.
182/447
İçleri kötü olanlara gelince, onları da yargıçlar
öldürecek. . Bu, kötü olanlar için de,
devlet için de en iyi yol." Platon'un kurduğu
düzende, sağlıksız bedenlerin güçlenmesi ya
da ahlakı bozuk olanların adam edilmeleri
öngörülmediği gibi, gene Utopia'daki durumun
tam tersine, insanların kafa açısından
gelişmelerine, ya da çok yanlı olmalarına da
meydan verilmez. "Bizde her insan tek iş
göreceği için, iki ya da çok yönlü olamaz"
denilir.
Utopia'lılar dış ülkelerden gelebilecek her
çeşit yeniliğe açıkken, Platon'un devletini
yönetenler, kaskatı bir tutuculuk içindedirler.
Bekçiler, ne beden, ne de kafa eğitiminde,
kurulmuş düzene aykırı hiçbir
yeniliğe meydan vermeyeceklerdir. İşte
Platon'un düşlediği bu baskı düzeninin en
korkunç yanlarından biri de, genellikle sanata,
özellikle şiire karşı tutumunda belirir.
Platon'a göre şairler doğru dürüst
konuşmazlar; masallarında eğri insanların
183/447
mutlu, doğru insanların mutsuz olduğunu
söylerler; tanrıların sırasında erdemsiz davrandıklarını
anlatarak, yalanlar uydururlar;
onları dinleyenlerin ahlakı bozulur. Onun
için Platon, şiirin yüceliğini iyice bilmekle
beraber, şairleri devletinden kapı dışarı eder:
"Her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit
etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip
de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse,
bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin
önünde saygı ile eğilir, deriz ki: Bizim
ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması
da yasak. Böylece başına kokular sürer,
çelenkler kor, onu başka bir ülkeye yollarız."
184/447
UTOPIA'NIN
GÜNÜMÜZDE DEĞERLENDİRİLMESİ
Sir Thomas More, Sokrates'e benzetilmek
onurunu kazanan ender kişilerden biridir.
More'un yaşamını anlatan çağdaşlarından
Nicholas Harpsfield, onu "bizim yeni ve
soylu Hıristiyan Sokrates'imiz" diye anar.
Ölümünden üç yıl sonra, Başpiskopos Reginald
Pole, More'u Sokrates'e benzetir.
Erasmus üstüne bir kitap yazan J.A.K.
Thomson, kişiliği ve alınyazısı açısından,
More'un Sokrates'i andırdığını söyler.
Çağımızın yazarları da bu iki adamın benzerliği
üstünde dururlar. Ne var ki, Sokrates'in
ölümü, yaşamını bütünleyen, kişiliğine de
daha özlü bir anlam veren bir ölümdü. Thomas
More'un ölümü için de aynı şeyi söyleyebilir
miyiz acaba? Gerçi More da kendi
vicdan özgürlüğü uğruna, yanlış bildiği bir
şeyin doğru olduğunu söylemek zorunda
kalmamak için can verdi. Sekizinci Henry'ye
boyun eğip, inanmadığı bir şeye yemin etmeye
katlansa, gözümüzden düşecekti
kuşkusuz. Ne var ki, More ile Sokrates'in
davranışları birbirine benzediği halde inançları
arasında bir benzerlik olduğu pek
söylenemez. Sokrates ileriye yönelen bir tutum
içinde, More ise geçmişe yönelen bir tutum
içinde öldü. Belki Sekizinci Henry'nin
Roma'dan kopmak istemesinin gerçek
nedeni, canı istediği kadınla evlenmek; özellikle
zengin manastırların malına mülküne
ve verimli topraklarına el koymaktı. Ne var
ki More, Reformasyonun olumlu bir yanı da
olduğunu göremedi; Papalığın baskısından
kurtulmuş, bağımsız ve ulusal bir İngiliz Kilisesinin
kurulmasının, giderek laikliğe yol
açan sekülarizmin bir başlangıcı sayılması
gerektiğini anlayamadı. Birçokları, More'un
benliğinde eskiyle yeni arasında, Rönesans'ın
Hümanizmiyle ortaçağın dinsel bağnazlığı
186/447
arasında, akıllara sığmaz bir çelişki; bilgisiyle
dini, kafasıyla duyguları arasında bir
çatışma; Utopia'da ileri sürülen görüşlerle öz
kişiliği arasında bir aykırılık görürler. Thomas
More, Elisabeth Wordsworth'ün deyimiyle
bir “çelişki yığını” acayip bir ilerici-gerici
olur onların gözünde. More'a karşı bu tutumu
benimseyenlerin başında gelen Sidney
Lee, More'un Utopia'da ileri sürdüğü kuramlarla
günlük yaşantısının birbirini tutmadığını
söyler: "Utopia'da düşünce
özgürlüğünün ve hoşgörünün bir savunucusu
olan More, din alanında boş inançların ve
akılla hiç uyuşmayan bir otoritenin sürmesi
uğruna kendini feda etmiştir." More yalnız
kitabında ilericidir; siyasal yaşantısında hep
tutucu kalmıştır. Monarşinin halkı zorbaca
yönetmesine karşı, sınıf ayrılıklarından
doğan haksızlıklara karşı çıkmamıştır; yoksullukları
önlemek bir çaba göstermemiştir.
Sidney Lee'nin More konusunda söylediği
son söz şudur:
187/447
"Utopia'da gördüğümüz yepyeni ve devrimci
ülküyü sırf hayal gücüyle tasarlayan
adamın, insanların kafasını zincirleyen, onları
düşünce özgürlüğünden yoksun eden
köhne inançların kurbanı olarak darağacında
can vermesi, tarihin insanı şaşırtan
şakalarından biridir. Sir Thomas More'un
yaşamı, ortaya konması kolay, ama çözümlenmesi
çok güç bir bilmecedir." Kimi Protestan
tarihçiler, More'un, bir Katolik olarak
kendine tanıdığı vicdan özgürlüğünü, Protestanlara
da tanımaya hiçbir zaman
yanaşmadığını; Katolik Kilisesinin öğretilerinden
sapanlara eziyet ettiğini, böylelerini
kırbaçlattığını, hatta yanarak ölmek cezasına
çarptırdığını söylerler. Utopia'da yüzde yüz
hoşgörüden yana olan More'un kendi kişisel
yaşantısında, Tanrı'ya inançları ne denli
candan olursa olsun, Katolikliğe
başkaldıranları kâfir saydığı, onlarla ömrü
boyunca uğraştığı doğrudur. Mezarı için
hazırladığı yazıtta, kendini "hırsızların,
188/447
katillerin ve kâfirlerin düşmanı" olarak
tanıtır. Dinle ilgili polemiklerinde, o çağda
geçerli olan küfürlere başvurarak, dinsel reformu
tutanları, "veba salgını gibi" yayılmakla,
"domuzlar", "cehennem köpekleri",
"şey tana hoş görünmek için oynayan maymunlar"
olmakla suçladı. Ama düşmanlığında
ne denli ileri giderse gitsin, böylelerini
işkence ve ölümle cezalandırdığı yalandır.
Ölümünden iki yıl önce, tutumunu savunmak
amacıyla yazdığı Apology'de, Katolikliğe
başkaldıranların kendilerinden değil, işledikleri
günahtan nefret ettiğini; onların günahlarını
yok edip, kişiliklerini kurtarmak istediğini
açıklar. Bunlardan ancak bir tanesinin,
o da kilisede kadınlara çok çirkin bir
biçimde sarkıntılık ettiği için, dövülmesini
emretmiştir. Bunun dışında, böylelerine eziyet
etmemiştir hiçbir zaman. Kâfir sayılanları,
özel kilise mahkemelerinde rahipler yargıladığı
ve başyargıç olarak More'un bu din
mahkemeleriyle ilişkisi bulunmadığı için,
189/447
bunlardan hiçbirini ölüm cezasına
çarptırmayacağı da ortadadır. Erasmus,
More'u bu açıdan savunan bir mektu bunda,
arkadaşı görev başında kaldığı sürece
Londra'da hiç kimsenin yakılarak ölmediğini
söyler. More'un dinsel reform isteyenlere
acımasız davrandığı söylentileri, öldürülmesine
çok üzülen halkı yanıltmak amacıyla
saray çevrelerince uydurulmuş olsa gerek.
Eğer, More, Reformasyondan yana olanlara
gerçekten haksızlık etseydi, ölümünden elli
yıl kadar sonra Protestan seyirciler önünde
oynanan Sir Thomas More oyununda, bir
halk kahramanı olarak böylesine
yüceltilmesinin yolu yoktu elbette.
İngiltere'de Reformasyon dönemini inceleyen
kimi Protestan tarihçiler, kolay bir
varsayıma sığınarak, Utopia'da ileri sürülen
görüşlerle More'un kişisel yaşantısı
arasındaki çelişkileri, onun zamanla
değişmesiyle açıklarlar. Örneğin Froude'a
göre, More gençliğinde özgür düşünceli bir
190/447
düşünürken yaşlanınca acımasız bir yobaz
olmuştur; Lindsay'e göre, yaşlanınca,
gençliğinin soylu coşkularına sırt çevirmiştir;
Burnet'e göre, Utopia'da dinsel alanda
hoşgörüyü savunmuş, ama daha sonraları
tamamıyla değişip öfkeli papazların elinde
oyuncak olmuştur.
More'u derinliğine inceleyen ve bu
araştırmamızın da başlıca kaynaklarından
olan, ikisi Marxist, biri de tutucu sayılabilecek
üç eleştirmene, yani A.L. Morton, Karl
Kautsky ve R.W. Chambers'e bakılacak
olursa, Utopia ile More'un kişisel yaşantısı
arasında bir çelişki yoktur. Karl Kautsky'ye
göre, dinine tüm varlığıyla bağlı olan ve insanlığa
duyduğu sevginin ancak din yoluyla
açığa vurulabileceği bir çağda yaşayan More,
Katoliklik uğruna ölmüştü ama, bu ortaçağ
Katolikliği günümüzün Katolikliğinden
farklıydı birçok açılardan. Şimdi Katoliklik
deyince, bağnazlık, papazlara körü körüne
boyun eğme, toplumsal işlerde gerici bir
191/447
tutum, Cizvitlerin entrikaları akla gelir. Oysa
halka bağlı olan ortaçağ Katolikliğinde,
bunlardan hiçbirinin izi görülmezdi ve More,
artık yok olan bu tür Katolikliğin son temsilcilerinden
biriydi. "İkiyüzlülük ve entrikayla
ilgisi bulunmayan bir insandı; sözcüğün en
gerçek anlamında bir insandı." More'un
yaşadığı sırada Papalık gücünü yitirmişti.
İngiliz halkı üstünde egemenliği ve
dolayısıyla sömürüsü azalmıştı. İngiliz din
adamları, işlerine gelmeyince, kilise vergilerini
Roma'ya ödemeye yanaşmıyorlar; manastırlar
ve dinsel kurumlar, yoksullara
yardım ediyordu. İngiltere'nin ekilir topraklarının
üçte biri kilisenin malıydı ve bu topraklarda
çalışanlar, öteki toprak sahiplerinin
buyruğu altında çalışanlar kadar ezilmiyorlardı.
Böylece More, "yaşadığı çağda
İngiltere'nin ekonomik durumunu göz
önünde tutarak, kırsal kesimde çalışanların
büsbütün yoksullaşmalarını ve sömürülmelerini
engellemek için, Reformasyona karşı
192/447
çıktı." More'un yaşamının sonuna doğru
yazdığı dinle ilgili kimi polemiklerinde,
Utopia'daki görüşlerine karşıt bağnazca
düşünceler ileri sürdüğünü de kabul etmek
zorunda kalan Kautsky, bu açıklamasından
sonra, More'un Reformasyona karşı tutumunun
asıl nedeninin ülkede ikilik ve kargaşalık
çıkacağı korkusu olduğu sonucuna
varır. Karl Kautsky'ye göre, on altıncı
yüzyılda sosyalizmin iki büyük öncüsü Thomas
More ile 1525'te tıpkı More gibi başı
kesilerek öldürülen Thomas Münzer'di. Ne
var ki, amaçları ve alınyazıları eş olduğu ve
ikisi de Hıristiyanlığa tutkulu bir inanç duydukları
halde, bu iki adam bambaşka yollar
seçtiler kendilerine. Thomas More, Papalığa
bağlılığından ötürü öldürüldü. Oysa
Almanya'da dinsel reformun öncülerinden
biri ve bir eylem adamı olan Münzer, Papalığa
karşı çıkmakla kalmadı; köylüleri ve
yoksulları örgütleyip ayaklanmalarını da
sağladı ve bu yüzden ölüm cezasına
193/447
çarptırıldı. More'un Confutation of Tyndale's
Answer (Tyndale'in Verdiği Cevabın Yanlış
Olduğunun Kanıtlanması) (1532) adlı
polemik yazısında, Utopia'da öngörülen
sosyalizmin gerçekleşebilmesi amacıyla
ayaklanan Münzer yandaşlarına kıyasıya çatması,
her ne kadar garip bir tutarsızlık
örneği görünse de, buna şaşmamalı aslında.
Çünkü More, bir ülkede devlet otoritesinin
sarsılmasını, halkın yöneticilere
başkaldırmasını çok tehlikeli sayıyordu. Ger-
çi More, zorbalıktan nefret ediyor; bir kralın
Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi ve kutsal
bir varlık olduğuna inanmıyordu. Ama monarşi
gene de vazgeçilmez bir kurumdu onun
gözünde. Bir kral halka zarar verirse, uyrukları
onu tahttan indirebilirlerdi, yeter ki yerine
daha iyisini koyabilsinler.
Epigrams'larında sorar: "İyi bir kral nedir?
Kurtların yaklaşmasına izin vermeyen bir
çoban köpeği. Peki, kötü bir kral nedir?
Kurdun ta kendisi." Aynı yapıtında gene
194/447
sorar: "Yasal bir kralı iğrenç bir zorbadan
ayıran nedir? Zorba, uyruklarını kölesi sayar;
yasal kral ise, çocukları sayar onları." Yasal
bir monarşiye inandığı gibi, Hıristiyan
dünyasının birlik içinde olmasına her şeyden
fazla önem veren More, Papalığı birleştirici
bir güç sanıyor, Papalık yıkılırsa, Hıristiyan
ülkelerinin birbirlerine düşman kesileceklerinden
korkuyordu.
More'un öz kişiliğiyle Utopia'da savunduğu
inançlar arasında hiç bir aykırılık
görmeyen, onu William Langland ya da Edmund
Burke tipinde "reform"dan yana bir
tutucu sayan Chambers de, More'un, ayaklanıp
ülkenin düzenini altüst etmeye kalkmadıkları
sürece Protestanlara vicdan
özgürlüğü tanıdığını; Katolik Kilisesi'nin
düşmanlarına karşı duyduğu kinin,
bağnazlığından çok İngiltere'de kargaşalık ve
iç savaş çıkacağı korkusundan ileri geldiğini
söyler. Utopia'lıların din konusunda kendi
kişisel inançlarını savunmakta özgür
195/447
olduklarını; ama bu inançları yaymaya
çalışırken zor kullananların, kavga çıkaran,
hatta ikilik yaratacak kırıcı sözler söyleyenlerin,
sürgün edilerek ya da köle yapılarak
cezalandırıldıklarını belirten Morton da aynı
kanıdadır. Bu eleştirmen, More'un, halkın
devlete başkaldırmasını, kurulu düzenin şiddet
yoluyla devrilmesini ülkesi açısından çok
tehlikeli bulduğunu ve Luther yandaşlarının,
halkı kışkırtarak Almanya'da köylü ayaklanmalarına
yol açtığına inandığı için, Reformasyona
karşı çıktığını söyler. Üstelik
Chambers'ın da açıkladığı gibi, Türkler'in
Viyana kapılarına dayandıkları ve kimi Luther
yandaşlarının “Almanya Katolik
kalacağına Türkler'in eline düşsün, Müslü-
man olsun" diye taşkınlık yaptıkları bir
sırada, Hıristiyan dünyasında ikilik çıkması
ayrıca tehlikeli görünüyordu More'a. Ne var
ki, More bu tehlike karşısında bile hoşgörülü
davranıyor, hatta polemik yazılarının
birinde, "eğer Türkler Hıristiyan
196/447
misyonerlerinin Türkiye'ye gitmesine izin
vereceklerse, Türk misyonerlerinin de
Hıristiyan ülkelerine gelmelerini engellemek,
doğru olmaz; yeter ki, Türk misyonerleri de,
Hıristiyan misyonerleri de baskıya ve şiddete
başvurmasınlar" diyebiliyordu. Görüldüğü
gibi, hem çağının en ilerici kitabını yazan,
hem de Katolik Kilisesi'ne bağlılığından
ötürü ölümü göze alan More'un kişiliğindeki
çelişki, çözümlenmesi gerçekten güç bir
sorundur. Ama şunu da unutmamalı ki, bu
çelişki More'un kişiliğine özgü değildi;
yaşadığı çağın özünde de vardı. Çünkü, on
altıncı yüzyılın ilk yarısı, birbirine karşıt iki
gücün etkisindeydi: Bir yanda geleceğe
yönelen Rönesans ile Hümanizm; bir yandan
da dinde reform isteyenlerin saldırılarına
karşı direnmeye çalışan Katolik Kilisesi
vardı. Ve belki de More'un dramı, birbirleriyle
çarpışan bu güçlerin her ikisine de
candan bir bağlılık duyması; hem geleceğe
umutla bakan bir Rönesans adamı, hem de
197/447
geçmişten kopamayan bir Hıristiyan
olmasındaydı.
Gel gelelim bu dinibütün Hıristiyan,
Utopia'da sosyalizmi savunuyordu; hem de
su katılmamış bir sosyalizmi. Buna karşı bir
şeyler yapmak gerekiyordu. Bu amaçla
çağımızın kimi eleştirmenleri, Utopia'nın
aklın alamayacağı kadar gülünç yorumlarını
yaptılar. Çıkış noktaları şuydu: Nasıl olur da,
Papalığın ermişliğe yücelttiği Saint Thomas
More, rahiplerin evlenmeleri, birbirleriyle
geçinemeyen çiftlerin boşanmaları, çok acı
çeken umutsuz hastaların kendilerini
öldürmeleri gibi şeyleri savunabilirdi? Nasıl
olur da Katolik öğretilerden sapanlara karşı
kıyasıya bir polemik açan bir adam,
Utopia'da din konusunda tam bir
hoşgörüden yana olabilirdi? Nasıl olurdu da
Lord Chancellor'luğa kadar yükselmiş büyük
bir devlet adamı, bir ülkenin servetinin tüm
yurttaşlar arasında ortaklaşa paylaşılmasını
toplumsal açıdan tek çıkar yol sayabilirdi?
198/447
Böyle şeyler olamazdı. Demek ki, Utopia bir
şakadan başka bir şey değildi. Çağdaşlarınca
bilindiği gibi, More'un en olmayacak şeyleri
son derece ağırbaşlı tavırlar takınarak
söylemek gibi bir huyu vardı. En yakın
arkadaşı Erasmus da onun şakaya düşkünlüğünü
birkaç kez belirtmişti. Demek oluyor
ki, Utopia da bir şakaydı. Gerçi Thomas
More, kitabının başına gerçekten şakacı
mektuplar eklemişti. Utopia, "hiçbir yerde
olmayan," Hythloday "saçma sapan
konuşan," Anyder Nehri "suyu olmayan nehir"
anlamına geliyordu. Ne var ki,
ölümünden dört yüzyıl sonra bile birçok kişi
Utopia'da ileri sürülen düşünceler karşısında
dehşete kapıldığına göre, More kitabının
başlangıcında bir şakalaşma havası yaratarak,
kendini tehlikeden korumak zorundaydı.
Bunu hesaba katmayan birçok eleştirmenler,
şaka varsayımına dört elle sarıldılar. Örneğin
T.S. Dorsch, More'un savaşa karşı tutumunun
da, eğitim konusunda söylediklerinin
199/447
de, kimi durumlarda boşanmayı doğru bulmasının
da hep şaka olduğunu canla başla
savundu. W.E. Campbell, More'un Utopia'ya
hiç önem vermediğini; bu kitabı ıvır zıvır bir
şey saydığını; cahiller burada yazılanların bir
oyun olduğunu anlamaz da, bu şakaları ciddiye
alır diye Utopia'yı akılsız halkın
bilmediği bir dil olan Latinceyle yazdığını
söyledi. H.W. Donner, Utopia'da Tanrıya ya
da ruhun ölümsüzlüğüne inanmayanlara hiç
de hoşgörü gösterilmediğini ve Utopia'lıların
Hıristiyan dinine büyük ilgi duyduklarını unutup,
bir Hıristiyanın ancak şaka olsun diye
böyle şeyler yazabileceğini ileri sürdü. C.S.
Lewis, Utopia'yı yazarken More'un amacının
ağırbaşlı haller takınıp eğlenmek, şakalaş-
mak, taşlamak olduğunu, Utopia'yı bir siyasal
düşünce kitabı sayıp ciddiye almakla
More'un gerçek amacına yüz çevirdiğimizi,
ona karşı "ağır bir haksızlık yaptığımızı" anlatıp
durdu. Bundan bir sayfa sonra da,
Utopia'nın bir şaka olduğu görüşünü
200/447
savunduğunu unutmuşçasına bir çelişkiye
düştü: İhtilalci tutumun gerçekte ne
olduğunu anlayınca, tıpkı Burke ve
Wordsworth gibi, More'un da yavaş yavaş ve
"onurlu bir biçimde" değiştiğini, eskiden zararsız
sandığı kimi aşırı düşüncelerini tehlikeli
bulduğunu ve bu yüzden Utopia'nın
İngilizceye çevrilmesini istemediğini ileri
sürdü. C.S. Lewis'in, More'a karşı benimsediği
acayip tutumun başka bir belirtisi
de, English Literatüre in the Sixteenth Century
(On Altıncı Yüzyılda İngiliz Yazını)
adlı araştırmasında, Utopia'nın More'un tüm
öteki kitaplarından "kat kat üstün" olduğunu
açıkladıktan sonra, Utopia'dan söz etmek
işine gelmiyormuşçasına, More'un
başyapıtını üç dört sayfayla geçiştirip, çağın
uzmanları bir yana, artık hiç kimsenin okumadığı
dinsel yazılarını ve polemiklerini
uzun uzun incelemesidir.
Utopia'nın bir şakadan başka bir şey olmadığını
savunanlardan hiçbiri, More'un
201/447
birinci bölümde İngiliz toplumunu yererken
şaka ettiğini ileri sürmüyordu. Bu eleştirmenler,
bir yazarın, kitabının birinci
yarısında ağırbaşlıyken, ikinci yarısında
damdan düşercesine şakalaşmaya
başlamasının akla ne denli aykırı olduğunu
düşünmeden, More'un çağdaşlarının da
Utopia'yı bir şaka saydıklarını ileri sürdüler.
Oysa böyle bir şey yoktu. Erasmus, Ulrich
von Hutten'e yazdığı More'u anlatan ünlü
mektubunda, arkadaşının Utopia'yı yayımlamaktaki
amacının "özellikle İngiltere'yi göz
önünde tutarak devletlerin kötü yanlarını
göstermek" olduğunu söyler. More'un dostu
ünlü Fransız Hümanisti Guillaume, Bude,
Lupsetus'a bir mektubunda şöyle der: "
Utopia'dan, ötürü, hepimizin Thomas More'a
gönül borcu var. More bu kitabında, tüm
dünyaya toplumsal mutluluğun bir örneğini
sundu. Kendi çağımızda yaşayanlar da, gelecek
kuşaklar da, Utopia'yı çok değerli ilkelerin
ve çok yararlı kuralların bir kaynağı sayıp,
202/447
bu kaynaktan esinlenerek yeni kurumlar
meydana getireceklerdir." On altıncı yüzyılın
ortalarına doğru Utopia'yı İngilizceye çeviren
Ralph Robinson, bu kitabı "bize bol bol verdiği
yararlı ve sağlıklı dersler açısından"
değerli bulur. Ve aynı yüzyılın sonlarına
doğru Thomas Nashe, ünlü kitabı The Unfortunate
Traveller'da (Mutsuz Yolcu) (1594)
Utopia'yı ne denli ciddiye aldığını kesinlikle
belirtir: "Akıllı Sir Thomas More, krallıkların
şiddet ve cinayet yoluyla ele geçirilip kan
döke döke elde tutulduğunu; sözde devletin
yararına işleyen düzenin, aslında zenginlerin
yoksullara karşı açık bir suikastından başka
bir şey olmadığını anlayınca, kusursuz bir
devlet tasarladı ve bu devlete 'Utopia' adını
verdi." Thomas More üstüne yazılan yapıtların
en yenisi Peter Ackroyd'un Thomas
More'un yaşam öyküsünü kaleme aldığı The
Life of Thomas More'dur (Vintage, 1999).
T.S. Eliot, Dickens ve Blake biyografilerini
başarıyla yazmış olan Ackroyd bu
203/447
biyografisinde ne yazık ki, tam bir düş
kırıklığı yaratır. Peter Ackroyd'un, More'u bir
devlet adamı, bir hukukçu ve Katolik
Kilisesi'nin bir savunucusu olarak ele alan,
bilimsel bir kitap yazdığı su götürmez. Ne var
ki, ölümünden neredeyse beş yüzyıl sonra,
More'a hâlâ büyük ilgi duymamızın gerçek
nedeni, devlet adamlığından, hukukçuluğundan
ya da Katolik Kilisesi'ni savunmasından
değil, Utopia'yı yazmasından
kaynaklanır sadece. Eğer Sir Thomas More,
Utopia'nın yazarı olmasaydı böylesine önemsenmeyecek,
bütün dünya tarafından değil,
on altıncı yüzyılın ilk yarısını inceleyen İngiliz
tarih uzmanları tarafından anımsanacaktı
ancak. Peter Ackroyd, bu gerçeğin
hiç farkında değilmişçesine, dört yüz sayfalık
uzun kitabında, More'un, bir kısmı İngilizce,
bir kısmı Latince yazılmış, ancak o çağın uzmanlarını
ilgilendirebilecek siyasal ve dinsel
polemikleri üstünde uzun uzun durur da,
onun asıl ününü sağlayan Utopia'ya, gelip
204/447
geçerken kısaca değinmekle yetinir. Örneğin
21. sayfada, öğrencilerine dayak atan kötü
öğretmenlerin Utopia'da eleştirildikleri konusunda
iki satır yazar. 82. sayfada, More'un
Erasmus ile dostluğu dolayısıyla, Utopia'yı
bir tek satırla anar. 91. sayfada, Erasmus'un
bir mektubunda hoş vakit geçirmek isteyenlerin
Utopia'yı okumalarını öğüt verdiğini
söyler. 146. sayfada çocukların eğitiminde
rahiplerin önemli rol oynadıklarını biriki
satırla aktarır vb. Böylece Peter Ackroyd,
Utopia'yı ancak yedisekiz sayfayla geçiştirdikten
sonra, acayip bir sonuca varır: Thomas
More'un başlıca özelliklerinden biri, ciddiyetini
koruyarak şakalaşmaktır. Utopia'da
yaptığı da bundan başka bir şey değildir.
Sözün kısası Utopia bir şakadır. Diyelim ki
böyle bir tez savunulabilir. Gelgelelim, Ackroyd
bu tezini hiç mi hiç savunmaz kitabında.
Oysa, böyle bir sonuca varmadan
önce Utopia'yı ayrıntılı olarak incelemesi;
More'un kendi yaşamına egemen olan ve
205/447
sonunda onu ölüm cezasına götüren inançlarla,
Utopia'lıların ilkeleri arasındaki
aykırılıkları belirtmesi; More'un hangi psikolojik
nedenlerden ötürü yüz sayfayı aşan bir
metinle böyle upuzun bir şaka yaptığını açıklaması
gerekirdi. Bunları yapmak zahmetine
katlanmadığına göre, Ackroyd'un vardığı
"Utopia bir şakadır" sonucunu ciddiye alamayız
elbette. Şaka varsayımını geçerli kılmayı
başaramayanlar, More'un açık seçik
söylediklerini yadsımak amacıyla başka bir
çareye başvurup Utopia'nın ilk bölümünde
ve ikinci bölümünün sonunda diyalog bulunuşundan
yararlanmak istediler. Sanki
Raphael Hythloday, More'un hayal
gücünden doğan bir kişi, More'un bir
sözcüsü değil de, gerçekten yaşamış bir gemiciymiş
gibi, More da onun söylediklerine
karşı çıkıyormuş gibi bir hava yarattılar.
Örneğin William Nelson'a bakılacak olursa,
Utopia'daki düzeni, kimi ciddiye alınabilecek
bir siyasal program olarak yorumlarken;
206/447
kimi de More'un aslında nefret ettiği kavramların
alaycı bir biçimde sunuluşu olarak
yorumlar. Aynı yazara göre, ağırbaşlı haller
takınarak şaka etmek huyu More'un özelliklerinden
biri olduğu için, Utopia'da neyin
şaka, neyin ciddi olduğunu saptamak güçtür.
More'un diyalog yöntemini kullanması,
sorunu daha da çapraşık bir hale getirir;
çünkü Raphael Hythloday'in More'un adına
konuşup konuşmadığını; hatta More
konuşurken, kendi gerçek düşüncelerini
yansıtıp yansıtmadığını bilemeyiz.
More, yoksullar sömürüldükçe ve bir
ülkenin varı yoğu tüm halk arasında ortaklaşa
paylaşılmadıkça, bir refah devletinin
kurulmasının yolu olmadığını Utopia'nın ilk
satırından son satırına kadar açıklar durur.
More'un böyle düşündüğünü, böyle
söylediğini yadsımak olanaksızdır. Oysa
Hıristiyanlığa candan bağlı geçinen kimi
eleştirmenler, İncil'de savunulan temel
düşünceleri bile hesaba katmadan, More'un
207/447
Hıristiyanlığından yararlanarak, "More böyle
düşünemez, böyle söyleyemez" diye tutturdular.
Örneğin J.H. Hexter'e bakılacak
olursa, More, tüm Hıristiyanlar gibi, insan
konusunda kötümserdir. İşte bu yüzden
insanların kötülü-ğünün, toplumun ekonomik
durumundan kaynaklandığına, ekonomik
durum düzeltilince, kötülüklerin de
yok olacağına inanamayacağı kesindir. More
böyle bir şeye inanamaz; çünkü her Hıristiyan
gibi, kötülüğün insan ruhunda çok derin
kökleri olduğunu ve bu kötülüğün toplumsal
adaleti kurmakla önlenemeyeceğini bilir.
Hexter'den daha çok saçmalayan H.W. Donner,
bir yandan Utopia'yı "Hümanist gülmecenin
bir ürünü, bir zekâ oyunu" sayarken,
bir yandan da More üstüne yazdığı ve tutucu
eleştirmenlerin pek beğendikleri bir kitapta,
Utopia'nın ne gibi ağırbaşlı amaçlarla
yazıldığını uzun uzun tartışarak, kendi kendisiyle
çelişkiye düşer. Donner'e göre
Utopia'da savunulan komünizm simgeseldir
208/447
ancak. More, siyasal, toplumsal, ya da ekonomik
alanda komünizmden yana değildir;
ancak ruhsal alanda komünizmden yanadır.
Devlet düzeninin değişmesini değil, bireylerinin
iyiliğe yönelip değişmelerini ister sadece.
Mal mülk ortaklığını değil, Hıristiyanlar
arasında ruh ortaklığını gerçekleştirmektir
asıl amacı.
More'un Hıristiyanlığından yararlanıp,
onun sosyalizmini yadsımak sevdasına
düşenler, Utopia'nın metni üzerinde oynamaktan
da çekinmediler; birkaç sözcüğü esas
tümceden çıkarıp, More'un insanların iyi
olamayacaklarını açık seçik yazdığını ileri
sürdüler. Oysa More, insanların iyi olamayacaklarını
söylemez, iyi olmaları için zaman
gerektiğini söyler sadece. Üstelik bunu,
Utopia'nın ikinci bölümündeki kusursuz
düzenin insanları için değil, birinci bölümde
krallara hizmet etmek ya da etmemek konusunda
Raphael Hythloday ile yaptığı
tartışmada söyler. More, erdemli kişilerin
209/447
kralların hizmetine girmesinin daha doğru
olacağını savunurken, şöyle der: "Sizin ilkelerinizin
tam karşıtlarıyla yetişmiş insanlar
karşısındasınız. . Çabalarınız iyilik getirmese
bile, kötülüğün azalmasını sağlar hiç olmazsa.
Her şeyin iyi olması için bütün insanların
iyi olması gerekir. O da yarın öbür gün olacak
işlerden değildir." Utopia bir şakadan
başka bir şey değildir ya da More'un bir
Hıristiyan olarak böyle düşünmesinin yolu
yoktur savlarını tutturamayıp, Utopia'nın
sosyalizmini kabul etmek zorunda kalanlar,
bu kez de Utopia'daki sosyalizmin, tüm sosyalizmler
gibi totaliter bir baskı rejimi
olduğunu, üstelik de emperyalist amaçlar
güttüğünü savunmaya kalktılar. Utopia'lılar
emperyalist amaçlar güdüyor ve
sömürgeciliğe yelteniyor-larmış; çünkü boş
topraklar bulunca, oraya yerleşmekte ve orasını
Utopia'nın yasalarına göre yönetmekte
bir sakınca görmüyorlarmış. Tanrı'nın insanlara
bağışladığı toprağı boş tutmak, o
210/447
topraktan yararlanmamak, bu sayede beslenecek
olanların da orasını kullanmalarını engellemek,
bir savaş nedeni bile sayılıyormuş
onlarca. Utopia'da bir baskı rejimi varmış;
çünkü orada bir kentten başka bir kente
giderken izin almak ve gidilen kentte aylak
gezmemek gerekiyormuş. Utopia'daki düzen
totaliter bir düzenmiş; amacı "özgürlük değil,
disiplinmiş;" çünkü kurultay üyelerinin kurultay
yeri dışında toplanıp, halktan
gizlenerek, ülke işlerini konuşmaları ağır bir
suç sayılıyormuş. Utopia düzeni, yurttaşların
tüm özgürlüklerini engelliyormuş; çünkü
cinsel yasalar katıymış; evlilikten önce
başkalarıyla ilişki kuranlar ya da eşlerini
aldatanlar cezalandırılıyormuş. More'un 1516
yılında cinsel konularda hoşgörü göstermesini
bekleyen bu tutucu eleştirmenler,
baskı rejimi savına dört elle sarıldılar: C.S.
Lewis'e göre, gerçi Utopia'yı ciddiye alamazmışız
ama, alırsak, orada düşünce ve söz
özgürlüğü olmadığını; Utopia daki düzenin
211/447
hiçbir "liberal" yanı bulunmadığını kabul etmek
zorunda kalırmışız. Utopia'yı inceleyen
makalesine "Nefret Edilecek Bir Devlet"
adını veren T.S. Dorsch'a bakılacak olursa,
Utopia'lıların ağır baskılar altında sürüp
giden can sıkıcı ve renksiz ortaklaşa
yaşantıları, çağımızın totaliter devletlerinde
aynı yaşantıyı gören bizlere, ayrıca "tiksindirici"
gelirmiş. Hythloday'in anlattığı bu çirkin
düzeni taşlamaktan başka bir amaç gütmeyen
More, "Utopia'lılar sevgi içinde
birlikte yaşarlar," dediği halde, Utopia devletini
çok iğrenç bulduğu kuşkusuzmuş.
Kimlerden yana olduğunu açık seçik belirten
J.D. Mackie'ye göre de, yurttaşlar
"yeteneklerini özel teşebbüs sayesinde uygulama
alanında kullanmadıkları için"
Utopia'da özgürlük yokmuş ve "Hitler'in
Almanya'sına garip bir biçimde benzeyen bu
devlet, dünya barışı açısından bir tehlike"
imiş. Görüldüğü gibi, pek az kitap Utopia
kadar değişik ve kimi zaman tümüyle yanlış,
212/447
hatta gülünç denebilecek yorumlara
uğramıştır. Gel gelelim bu yorumlar ne denli
değişik ya da yanlış olursa olsun ütopya
türünde ancak Thomas More'un kitabı dünya
klasikleri arasına girmiştir ve hâlâ merakla
okunmaktadır. Nerdeyse beş yüzyıl önce
yazıldığı halde, Utopia güncelliğini korumuş,
hatta sosyalist düşüncenin gelişmesi, sosyalist
devletlerin kurulmasıyla bu güncellik
yaşadığımız çağda daha da artmıştır. Bize
kalırsa, More'un yüzyıllardır etkinliğini korumasının
başlıca nedeni, kişiliğinde de kitabında
da açık seçik beliren, en geniş anlamdaki
Hümanizm, yani insanlık sevgisi, insanlık
saygısıdır. İşte More'un bu insanca
yanından ötürü solun en aşırısından, sağın
en bağnazına değin, birbirine en karşıt
kişiler ona hayrandırlar. Chambers, işbirliği
yapmaları hiç de olası görülmeyen iki insan
grubunun, yani Marxist bilginlerle Katolik
rahibelerin, More üstüne bilgi edinebilmek
amacıyla ilişki kurmak çabalarına
213/447
girmelerinin oldukça eğlendirici bir örneğini
verir: Ermiş Saint Thomas More'un anısına
bağlı bir manastır varmış. Sovyet Rusya'da
Marx-Engels Enstitüsü'nde çalışanlar da,
More ile ilgili bazı noktaları aydınlığa
kavuşturabilmek için, bu manastırdaki
rahiplere başvurmak istiyorlarmış. Ama söz
konusu manastırın adresini bilmediklerinden,
More uzmanı olarak tanıdıkları
Chambers'e mektup yazıp, kendilerine bu
adresi sağlamasını istemişler.
More'da, kendisini rahiplere de Marxistlere
de saydıracak insanca bir yan olmasaydı,
bir Utopia yazmayı da aklından geçirmeyecekti
kuşkusuz. More, yoksulları, ezilmişleri
içtenlikle sevdiği için, onları korumak,
dertlerine çare bulmak istediği için, hayal
gücüyle kusursuz bir düzen kurdu; insanların
öteden beri en soylu özlemlerinden biri
olan ütopya özlemini dile getirdi. İnsanlar
düşünmeye başlar başlamaz daha iyi bir
dünyayı düşlemişlerdi ve bugünün düşünü
214/447
yarının gerçeğine dönüştürmek umuduyla,
özlemlerini insanlar arasında yaymaya
çalışmışlardı. Yeryüzünde cennet özlemi, insanlığın
tarihi kadar eskidir aslında. Bu
yeryüzü cennetlerinin başlıca nimetlerinden
biri de, varın yoğun herkes arasında ortaklaşa
paylaşılmasıdır. The Land of Cokayne
adlı ondördüncü yüzyılda yazılan ve şairi bilinmeyen
bir İngiliz şiirinde, şöyle denilir:
"Ne kavga var, ne de savaş; sonsuz bir yaşam
aldı ölümün yerini. Kadınlar da erkekler de
öfkeli değiller artık. Yiyecek de bol, giyecek
de. İster genç, ister yaşlı; ister güçlü, ister
güçsüz; ister gözü pek, ister boynu bükük
olsun; her şey ortaklaşa paylaşılıyor herkes
arasında." Morton'un belirttiği gibi, Hıristiyanlık
ilk yayılmaya başladığı sıralarda da,
dünya nimetlerini ortaklaşa paylaşma
düşüncesi egemendi. Katolik Kilisesi'nin resmi
sözcüleri, ancak on üçüncü yüzyıldan
sonra, zenginlerle yoksullar arasında sınıf
ayrımlarının Tanrı buyruğu olduğu ve özel
215/447
mülkiyetin bir hak sayılması gerektiği
görüşünü yaymaya başladılar. Ne var ki,
ondördüncü yüzyılda "Lollard" denilen yoksul
rahipler, özellikle kırsal bölgelerde yoğun
bir propagandaya girişerek, Kutsal Kitap'ın
İngilizceye ilk çevirisini yapan John
Wycliffe'in inançlarını yayıyorlardı. Bir
yandan Katolik Kilisesi'nin yolsuzluklarını
gözler önüne serip dinsel reformu
savunurken, bir yandan da yoksulların
sömürülmesine karşı çıkıyorlar, halkın
başkaldırmasını istiyorlardı. Lollard'ların
önderlerinden John Ball, ölüm cezasına
çarptırılmadan önce, 1381'deki köylü ayaklanması
sırasında verdiği devrimci
vaazlardan birinde, zamanımıza değin unutulmadan
gelen iki dizeyle,
Âdem toprağı belleyip,
Havva yün eğirirken,
Bey kimdi?
216/447
Efendi kim?
diye soruyordu.
Gel gelelim Thomas More, elbette
Lollard'lardan, halk ayaklanmalarından yana
değildi. Gençliğinde birkaç yıl geçirmişti bir
manastırda ve sosyalizminin dinsel kökenleri,
manastır yaşantısına dayanmaktaydı aslında.
Tıpkı manastırlarda olduğu gibi,
Utopia'da da, özel mülkiyet ve para yoktur,
her şey ortaklaşa paylaşılır, herkes eş giyinir,
birlikte yemek yer, bireysel bir yaşamdan
fazla toplumsal bir yaşam sürer. Ne var ki,
Akşit Göktürk'ün de belirttiği gibi, "More'un
Utopia'sını kocaman bir manastır toplumu
olarak görmek gene de yanlış olur." Hem de
çok yanlış olur bize kalırsa; çünkü
Utopia'daki yaşantıyla manastırlardaki
yaşantı arasındaki benzerlik burada biter:
Utopia, dünyadan soyutlanmış, tüm çabalarını
Tanrı'ya tapmaya adamış, ancak ölümden
sonra mutluluk bekleyen aylak bir
217/447
toplum değildir. Tam tersine, evlenen, çocuk
yetiştiren, dünya bazlarına büyük önem veren,
cennete, gökyüzünde değil yeryüzünde
kavuşmak isteyen tam anlamıyla üretici bir
toplumdur. Gerçi Hıristiyanlar, din uğruna
ölüme katlandığı, ermişliğe yüceldiği için
More'a hayranlık duymaktadırlar. Ne var ki,
More, Dialogue of Comfort'u yazdığı, bir
Katolik ermişi olduğu için değil; Utopia'yı
yazdığı, sosyalizmin bir öncüsü olduğu için
yaşamaktadır bugün. Utopia'daki düzenin,
bilimsel sosyalizmin bir örneği olmamakla
beraber, su katılmamış bir sosyalist düzen
olduğu, hatta ekonomik açıdan tam bir
eşitlik önerdiği için, çağımızın bilimsel sosyalizminden
daha da ileri gittiği yadsınmaz
bir gerçektir. Yeter ki akılları başlarında
olsun, en tutucu Hıristiyan eleştirmenler de,
en kılı kırka yaran Marxist'ler de bu gerçeği
kabul etmişlerdir. Birkaç örnek vermekle
yetinelim: Chambers, "sosyalist bir devlet
gerçekleşmeden 402 yıl önce, More'un böyle
218/447
bir devletin tasarısını çizdiğini," kapitalist
toplumu "varlıklıların yoksullara karşı bir
suikastı" olarak tanımlayan Utopia'nın, onaltıncı
yüzyıldan bugüne kadar sosyalist propagandanın
belli başlı elkitapları arasına
girdiğini söyler. Sir Ernest Barker, "Platon
çağımızın sosyalizmine ne denli yabancıysa,
More da o denli yakındır" der. Surtz,
More'un kurduğu sosyalist düzende, yalnız
besin, giyecek, konut gibi maddeyle ilgili
şeylerin değil; eğitim, bilim ve din gibi kafa
ve ruhla ilgili her şeyin ortaklaşa paylaşılmasını
önerdiğini ileri sürer. Çoğu eleştirmenlerin
ya sosyalizmin hiçbir zaman uygulanamayacağı
ya da More'un bir sosyalist
olamayacağı görüşünü savunmak için
boşuna uğraştıklarını anlatan Russell Ames,
aslında More'un Utopia'yı yazarken tek
amacının toplumsal bozuklukların temelinde
ekonomik bozukluklar bulunduğunu kanıtlamak
ve emekçi kitlelerin sömürülmesine bir
son vermek olduğunu belirtir. Marxist
219/447
Morton'a göre, More'un yaşadığı çağda
İngiltere'de bir sınıf gittikçe zenginleşirken,
bir sınıf da gittikçe yoksullaşmaktaydı. More,
bu iki olgu arasında bir bağlantı kurabilen;
toprak sahipleriyle tüccarların emekçi kitleleri
soymanın yolunu buldukları için zenginleştiklerini
anlayabilen ve sınıfsız bir toplum
tasarlayan ilk düşünürlerden biridir. İşte bu
yüzden bilimsel sosyalizmin bir öncüsü sayılması
gerekir. Onun düşünceleri, liberallerin
ve sosyal-demokratların görüşlerine
tamamıyla ters, yüzyıllarca sonra Marx ve
Engels'in ileri sürdükleri düşüncelere
tamamıyla uygundur. Karl Kautsky, tarihçilerin
More'un din konusunda düşündüklerini
uzun uzun tartışırken, onun sosyalizmini
"boş hayaller" diye birkaç satırla
geçiştirdiklerini; oysa More'un "dünyanın ilk
sosyalisti" olduğunu söyler. Çünkü More,
din, eğitim ve düşünce özgürlüğü alanında
yaşadığı çağın yüzyıllarca ilerisinde giden bir
devrimci olmakla kalmamıştı; Avrupa'nın
220/447
ekonomik durumuna bilimsel bir açıdan
bakıp, günümüz sosyalizminin en önemli
ilkelerinden birini; yani "insanların içinde
yaşadıkları ekonomik koşulların bir ürünü
olduklarını;" onları kurtarmak ve yüceltmek
için, bu ekonomik koşulların değişmesi
gerektiğini de kavramıştı. İşte bundan
ötürüdür ki, yüzyıllar geçtiği ve bu arada
büyük ekonomik ve teknik değişimler olduğu
halde Utopia'nın sosyalizmi gene de şaşılacak
kadar yakındır çağımızın sosyalizmine.
Ne var ki, 1516 yılında More'un hayal
gücünden doğan sosyalizmin, bugünün
bilimsel sosyalizminin tıpatıp eşi olmasının
yolu yoktur elbette. Aydınlık kafasıyla hem
yaşadığı çağın acı gerçeklerini görebilen,
hem de geleceğe umutlu bir yol açan Thomas
More bile başaramazdı bunu. Onun için,
"yazıklar olsun, niçin More tıpkı Marx gibi
düşünemedi" diye üzülmenin ne denli yersiz
olduğunu açıklamaya gerek yok. More her ne
kadar Marx değilse de, Morton'un dediği
221/447
gibi, onun More olması gene de yeter bize.
Onaltıncı yüzyılın koşulları içinde, sanayi ve
dolayısıyla kapitalizm henüz gelişmediği;
sosyalizmi savunacak bilinçli bir işçi sınıfının
bulunmadığı bir çağda, More'un ütopyacı bir
sosyalist olmaktan başka çaresi yoktu. Üstelik
ütopyacılığı olumsuz anlamda, yani ger-
çeklerden kopmak, bir hayal dünyası yaratmak
anlamında kullanırsak, More'un tek
ütopyacı yanı, tasarladığı sosyalizmin, uzun
bir gelişimin ürünü ya da bilinçli emekçi
kitlelerin başardıkları bir devrim sonucu olmayıp,
bilge kral Utopus'un aklından
doğmasıdır. More, güçlü önsezileriyle geleceği
görebilen bir düşünürdü. Düşündüklerinin
birçoğu, birçok ülkede gerçekleşmiştir
artık. Örneğin çalışma saatlerinin kısaltılması,
kadın erkek eşitliği, ilk eğitimin parasız
ve zorunlu oluşu, geçinemeyen çiftlerin
boşanabilmeleri, sağlık işlerinin düzenlenmesi,
ölüm cezasının ya çok seyrek ya da hiç
uygulanmaması, vb. More'un geçmişte en
222/447
akıldışı görünen kimi önerileri de, örneğin
rahiplerin evlenmesi ya da ölmek isteyen ağır
hastalara yaşamlarına son vermeleri için
yardımcı olunması, günümüzde tartışılan
konular arasına girmiştir.
Ne var ki, Sir Thomas More'un hâlâ ger-
çekleşemeyen başka düşünceleri de var:
Savaşın iğrençliğinin herkesçe bilinmesini;
din alanında tam bir hoşgörünün yerleşmesiyle,
dinlerin ayırıcı değil birleştirici
nitelikleri üstünde durulmasını ve her şeyden
fazla ulusal gelirin tam bir eşitlik içinde
paylaşılmasını istiyordu More. Ve onun nerdeyse
beş yüzyıl önce istedikleri ger-
çekleşmezse, kendi yarattığı terimle bir "Utopia"
kalırsa, uygarlığın er geç yıkılacağı artık
anlaşılmaya başlandı bugün.
223/447
THOMAS MORE
ÇEVİRENLER
SABAHATTİN EYÜBOĞLU
VEDAT GÜNYOL
MİNA URGAN
I. BÖLÜM
Eşine az taslanır üstün zekâsıyla tanınmış
yenilmez İngiltere Kralı Sekizinci Henry ile
değerli Kastilya prensi birkaç yıl önce ciddi
şekilde bozuşmuşlardı. Bu işi görüşmek ve
düzeltmek üzere o tarihte sözcü olarak
Felemenk'e gitmiştim. Yanımda iş ve yol
arkadaşı olarak eşsiz insan Cuthbert Tunstall
vardı. Kral o sırada kendisine, herkesin alkışları
arasında, Canterbury başpiskoposluğunu
vermişti. Burada onun övgüsünü
yapmaya kalkmayacağım. Dostluğumun bir
dalkavukluk sayılması korkusuyla değil,
övgülerimin onun bilginliğine ve erdemine
erişemeyeceği düşüncesiyle. Kendisi öyle
parlak bir ün kazanmış bulunuyor ki onu
övmek, atasözünün dediği gibi, güneşi fenerle
göstermeğe benzer. Görüşmelerin
yapılacağı Bruges şehrinde Prens Charles'ın
gönderdiği birbirinden seçkin sözcüleri bulduk.
Bruges Valisi bu heyetin başındaydı.
Mont-Cassel hâkimi George Thamasia ise
aynı heyetin dili ve yüreğiydi. Konuşma
ustalığı sanatından çok doğuşundan gelen bu
adam devlet işlerinde en bilgin danışmanlardan
biri sayılıyordu. Kişisel yetisine eklenen
görmüş geçirmişliği, onun çok usta bir
diplomat olmasını sağlamıştı.
Kongrenin ilk iki oturumunda birçok
konu üstünde anlaşmaya varılamadı. Bunun
üzerine İspanyol sözcüleri Prens'in ne diyeceğini
öğrenmek için Brüksel'e gittiler. Ben
de bu arada Anvers'e gitmek fırsatını buldum.
Anvers'te pek çok insanla tanıştım,
ama bağlandığım en hoş insan Anvers'li
Peter Giles oldu. Yurttaşları arasında çok
saygın bir yeri olan bu dürüst genç, kültürü
ve ahlakıyla daha da büyük saygıya layıktır,
"ilgisi ne kadar derinse huyu da o kadar
iyi. Yüreği herkese açık; ama dostlarına o
226/447
kadar candan, o kadar vefalı bir sevgiyle
bağlıdır ki kendisine dostluğun pürüzsüz bir
örneği dense yeridir. Alçakgönüllü, gösterişsiz,
sade ve ölçülü bir insan. Nükteli
konuşmasını bilir ve şakası kabalığa kaçmaz.
Uzatmayalım, bu gençle öyle hoş, öyle tatlı
bir ahbaplık kurduk ki beni yurdumdan,
evimden karımdan ve çocuklarımdan dört
ayı aşkın bir zaman ayıran gurbet pek acı
gelmedi bana. Bir gün NotreDame'a gitmiş-
tim. Halkın gözdesi olan bu kilise bizim en
güzel mimarlık şaheserlerimizden biridir.
İbadetten sonra otele dönerken birden Peter
Giles'le karşılaştım. Yaşlıca bir yabancıyla
konuşuyordu. Güneşten yanmış teni, uzun
sakalı, üstünden düşecek gibi duran yeleği,
hali tavrıyla bu yabancı bir gemi kaptanına
benziyordu.
Peter beni görür görmez, bir cevap vermeğe
hazırlanan yabancıdan bir an uzaklaştı,
yanıma sokulup beni selamladıktan sonra:
227/447
"Bu adamı görüyor musunuz," dedi; "onu
doğruca size getirmek üzereydim."
"Dostum," dedim, "sizinle geldikten
sonra kim olsa sevinirdim."
"Tanısanız," dedi Peter, "yalnız gelmesini
de isterdiniz. Bilinmez ülkeler ve insanlar
üstüne size ondan daha etraflı, daha ilginç
bilgiler verebilecek birini bulamazsınız
dünyada. Böyle şeylere ne kadar
meraklı olduğunuzu bilirim."
"Yanılmamışım," dedim! "İlk bakışta bir
kaptana benzetmiştim kendisini."
"Yine de yanılmışsınız. Gemiyle gezmesine
gezmiş, ama Palinurus gibi değil, Odysseus
gibi, daha doğrusu Platon gibi. Dinleyin
bakın nasıl:
Raphael Hythloday, bu adı ilk alan ailenin
oğlu, oldukça iyi Latince ve çok iyi
228/447
Yunanca bilir. Kendini sadece felsefeye verdiği
için Atina'nın dilini Roma'nın dilinden
daha yararlı görmüş, önemli konularda olsa
olsa yalnız Seneca ya da Cicero'dan cümleler
söyler. Memleketi Portekiz'miş. Gençliğinde
varını yoğunu kardeşlerine bırakmış ve
dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak,
Amerigo Vespucci ile kader birliği etmiş. Bu
büyük denizcinin şimdi her yerde anlatılan
dört yolculuğunun son üçünde bir an
yanından ayrılmamış. Ama Avrupa'ya onunla
dönmemiş. Amerigo, onun yalvarıp
yakarması üzerine, yirmi dört adamıyla
birlikte Yeni Kastilya'da kalmasına izin vermiş.
Böylece kendi isteğiyle kalmış o
kıyılarda. Çünkü bu adamda gurbette ölmek
korkusu falan yok. Bir mezarda çürümek
şerefine de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü
tekrarlar: 'Mezarsız ölünün kefeni göklerdir;
her yerde Tanrı'ya giden bir yol vardır.'
Bu serüvenci yaradılışıyla bir yerde ölüp
kalmamış olması büyük bir talih doğrusu.
229/447
Her neyse, Vespucci gittikten sonra beş
Kastilya'lıyla birçok ülke dolaşmış. Bir mucize
olarak Taprobana kıyılarına düşmüş,
oradan Calicut'a ulaşmış nasılsa ve Portekiz
gemilerine rastlayıp görmekten umudunu
kestiği memleketine dönmüş."
Peter bunları anlatınca, bana böyle yaman
bir insanı tanıtmak istemesinden ötürü
kendisine teşekkür ettim. Sonra Raphael'e
yaklaşıp görüşmenin gerektirdiği sözleri ettim
ve onu Giles'le birlikte kaldığım yere
götürdüm. Orada bahçeye çıkıp bir çayırda
oturduk ve konuşma başladı. Raphael önce,
Vespucci gittikten sonra nasıl arkadaşlarıyla
birlikte yerlilerin dostluğunu kazandıklarını,
tatlılıkla nasıl anlaşıp bir arada güzel güzel
yaşadıklarını anlattı. Memleketinin ve kendisinin
adını unuttuğum bir prens onları çok
sevmiş ve korumuş. Onun sayesinde yolları
boyunca kayıklar, arabalar bulmuşlar. Sadık
bir rehber Prensin emriyle hep yanlarında
kalmış, onları öteki prenslere tanıtmış.
230/447
Günlerce yolculuk ettikten sonra köylere,
kasabalara, oldukça iyi düzenli şehirlere
varmışlar, birçok ustalar, güçlü devletler
görmüşler.
Ekvatorda, güneşin doğduğu yerden battığı
yere kadar boydan boya ve oldum olası
ateşten bir gök altında yanan ıssız ovalar
varmış. Orada her gördükleri şey dehşete
düşürüyormuş onları. Başıboş topraklarda
tek yaşayanlar en vahşi hayvanlar, en
korkunç sürüngenler ve o hayvanlardan da
vahşi insanlarmış yalnız. Ekvatordan uzaklaşınca
tabiat yumuşuyormuş biraz. Sıcak
daha az bunaltıcı, toprak daha yeşil ve güler
yüzlü, hayvanlar belasızmış. Daha ötelerde
ise karadan ve denizden ticaret yolları olan
şehirlere, kasabalara rastlamışlar. Bunların
uzak ülkelerle de alışverişleri varmış. Bütün
bu keşifler Raphael'le arkadaşlarını
coşturdukça coşturmuş. Yolculuk heveslerini
süsleyen bir şey de, her kalkan gemiye,
nereye giderse gitsin, hiç zorluk
231/447
çıkarılmadan alınmaları olmuş. İlk rastladıkları
gemilerin dipleri düz, yelkenleri
hasırdan, papirüs yapraklarından ya da deridenmiş.
Daha sonra uçları sivri ve kenevir
yelkenli tekneler görmüşler. Sonunda tıpatıp
bizimkilere benzer gemilere de binmişler.
Bunların kaptanları gökleri ve denizi oldukça
iyi bilen usta denizcilermiş, ama pusuladan
hiç haberleri yokmuş. Bizim Kastilya'lılar onlara
ucu mıknatıslı iğneyi gösterince adamcağızlar
şaşkına dönmüşler, bu iyiliği nasıl
karşılayacaklarını bilememişler. Zavallılar
denize hep korka korka çıkarlarmış ve yalnız
yazın engine açılmaya yürekleri varırmış.
Şimdiyse artık, pusula elde, rüzgârlara kafa
tutar olmuşlar. Kış gezilerinde güvenleri
artınca tehlike de artmış. Çünkü bu güzel buluş
onları belalardan kurtaracak yerde,
ölçüsüzlük yüzünden daha da büyük belaların
kucağına atabilirdi. Raphael'in
dünyayı dolaşırken gördüklerini burada anlatmam
çok uzun sürer. Zaten bu kitabın
232/447
amacı da o değil. Belki başka bir kitapta bu
işi ele alırım, ve Raphael'in gördüğü uygar
ulusların törelerini, akıllıca toplum düzenlerini
etraflıca anlatırım.
Bu konular üstüne onu sorulara boğuyorduk,
o da merakımızı gidermeye can atıyordu.
Artık yeniliğini yitiren o devleri, ejderhaları
sormuyorduk ona. Çünkü Skyllas'lar,
Cetenos'lar, sürüyle insan yiyen
Lastrigon'lar, daha bilmem hangi canavarlar
her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan
şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş
bir toplumdur.
Doğrusunu isterseniz, Raphael bu yeni
uluslarda bizimkiler kadar kötü düzenler,
kurumlar görmüş; ama ihtiyar Avrupa'nın
şehirlerini, uluslarını, krallıklarını uyarabilecek,
yeniden yaşatabilecek birçok yasaya da
raslamış. Bütün bunlar, dediğim gibi bir
başka kitabın konusu olacak. Burada yalnız
Raphael'in Utopia halkı ve devleti üstüne
233/447
anlattıklarıyla yetineceğim. Önce
konuşmamızın nasıl bu mutlu ada üstüne
geldiğini söylemeliyim okuyucuya.
Raphael anlattıklarına derin düşünceler
de katıyordu. Türlü devlet biçimlerini açıklarken
her birinde neyin doğru neyin eğri,
neyin iyi neyin kötü olduğunu şaşırtıcı bir
kesinlikle çözümlüyordu. Bunca ulusun yasalarından,
törelerinden bu kadar bilgince söz
ettiğini duyunca insan Raphael'in görüp
geçtiği her yerde bütün bir ömür geçirdiğini
sanabilirdi. Peter hayranlığını saklayamadı:
"Doğrusu, sevgili Raphael," dedi, "niçin
bir kral yanına girmediğinize şaşıyorum.
Hangisine başvursanız sizden hoşlanır ve
yararlanır. Boş zamanlarında bütün bu
bildiklerinizi seve seve dinler; değişik memleket
ve insan örneklerinden değerli dersler
alırdı. Üstelik siz de hem kendinize hem de
ailenize, dostlarınıza, parlak bir durum
sağlardınız."
234/447
"Ailemden yana pek kaygım yok" dedi
Raphael, "onlara karşı ödevimi yaptım
sanıyorum. Herkes varını yoğunu ihtiyarlığında,
ölüm döşeğinde, elleri zaten
hiçbir şey tutamaz olunca başkalarına
bırakır. Bense genç ve sapasağlamken her
şeyimi yakınlarıma verdim. Bana bencil demeye
dilleri varmaz herhalde; daha fazla
para kazanmak için benim bir krala kölelik
etmemi isteyemezler."
"Yanlış anlamayın," dedi Peter; "ben sizin
kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak
girmenizi söylemek istedim."
"Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar
birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet
eden bir adam diye görürler."
"Bakan ya da başka şey," dedi Peter;
"benim istediğim sizin halka, insanlara daha
yararlı olmanız ve kendiniz için daha mutlu
bir hayat sağlamanız."
235/447
"Daha mutlu mu dediniz? Duygularıma,
tabiatıma aykırı bir durumda nasıl mutlu
olabilirim? Ben şimdi özgür bir insanım,
dilediğim gibi yaşıyorum. Zengin saraylıların
kaçı aynı şeyi söyleyebilir? Hem kralların
gözüne girmek isteyen o kadar çok insan var
ki. Ben ve benim yaradılışımda üç dört kişi
saraya girmezsek, kral eksikliğimizi hissetmez,
merak etmeyin."
O zaman ben söze karıştım:
"Siz paraya, devlet koltuğuna düşkün
değilsiniz, orası belli. Bana sorarsanız sizin
gibi bir insana, bir imparatorluğun başındaki
insanlardan daha fazla saygı duyarım. Ama
bana öyle geliyor ki, sizin kadar büyük
yürekli, olgun düşünceli bir adam rahatlığı
pahasına da olsa zekâsını kamu işlerinde
kullanmalıdır. Bunu en verimli olarak yapmanın
yolu da büyük bir kralın danışmanları
arasına girmektir. Çünkü siz nasıl olsa şerefinize
ve doğruluğa aykırı tek söz
236/447
edemezsiniz. Bildiğiniz gibi kral öyle bir
kaynaktır ki, iyilik de kötülük de oradan sel
gibi akar halkın üstüne. Devlet işlerine
alışkın olmasanız bile bunca bilginiz ve
zekânızla en cahil bir krala bile çok yararlı
bir bakan olabilirsiniz."
"İki yönden aldanıyorsunuz, dostum
Morus," dedi Raphael; "hem iş, hem de kişi
yönünden. Bende gördüğünüz üstünlükten
çok uzağım. Ama yüz kez daha üstün de olsam
benim rahatımı kaçırmamın devlet işlerine
bir yararı olmaz. İlkin şundan ötürü:
Krallar yalnız savaşı düşünürler, bense bu
sanatları ne anlarım, ne de anlamak isterim.
Yalnız barışa yararlı sanatlar kralların pek
umurunda değildir. İş yeni ülkeler kazanmaya
geldi mi, bütün yollar iyidir onlar için:
Din, iman, akıl dinlemezler, ne günaha
girmekten çekinirler ne kan dökmekten.
Buna karşılık kazandıkları memleketlerin
halkını iyi yönetmekle pek uğraşmazlar.
237/447
Kralların danıştığı insanlara gelince:
Bunların bir kısmı ağızlarını açmaz, çünkü
söyleyecek sözleri yoktur, kendileri akıl
danışmak durumundadır. Bir kısmınınsa
akılları erer, işe yarayacaklarını da bilirler;
ama her zaman gözde olan yetkilinin
düşüncesini paylaşılan, ortaya attığı budalalıkları
alkışlarlar. Bütün bu aşağılık asalakların
tek kaygısı, yüz karası bir
dalkavuklukla, kralın tuttuğu adamın
desteğini kazanmaktır. Bir diğer kısmı da
kendilerini beğenmiş kişilerdir, yalnız kendi
düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler.
Bunda da şaşılacak bir şey yok, çünkü
doğa herkese kendi yarattığını sevip okşama
içgüdüsünü verir: Karga da, maymun da
kendi yavrularına gülümser yalnız. Yükselme
tutkusunun, para kaygısının ya da kendini
beğenmişliğin ağır bastığı bu danışma kurullarında
yapılan nedir? Biri çıkar da geçmiş
zamanlardan ya da yabancı ülkelerden örnek
getirip yeni bir düşünce ileri sürecek olursa,
238/447
bütün dinleyenlerin akılları başlarından
gider; hepsini hele kendisini beğenmişleri bir
telaştır alır, akıllılık ünlerini yitirmekten,
budala sayılmaktan korkarlar. Kafalarını eşeleye
eşeleye bu düşünceleri çürütecek kanıtlar
ararlar, bellekleri bu çürütmeyi beceremedi
mi, şu beylik lafın ardına sığınırlar:
'Bizim babalarımız böyle demiş, böyle yapmışlar.
Keşke biz de babalarımız kadar
akıllı olabilsek.' Böyle der ve büyük bir kehânet
yumurtlamış gibi böbürlenerek yerlerine
otururlar. Onlara bakacak olursanız,
atalarından daha akıllı bir adam çıktı mı, insanlık
batar. Bununla beraber atalarımızdan
kalan en güzel kurumları yaşatmakta,
geliştirmekte hiç de ateşli değiliz. Biri onları
düzeltmeye, yenileştirmeye kalktı mı ilerlemeye
katılmamak için eskiye sarılırız. Her
yerde bu küflü, bu saçma, bu böbürlü kafaları
görmüşümdür. Bir kez de İngiltere'de.
."
"Nasıl," dedim; "İngiltere'ye gittiniz mi?"
239/447
"Evet, birkaç ay kaldım," dedi. "Batılı
İngilizlerin krala karşı açtıkları bir savaştan
biraz sonraydı. Savaş
başkaldıranların korkunç bir kırıma
uğramasıyla bitmişti. O sırada Canterbury
Başpiskoposu ve İngiltere Başbakanı sayın
John Morton'a büyük minnet bağlarıyla
bağlanmıştım. John Morton, (bunları yalnız
size söylüyorum, sevgili Peter, çünkü Morus
dostumuz bunu çok iyi bilir), evet Morton,
yüksek mevkiinden çok, karakteri ve erdemiyle
saygı uyandıran bir insandı. Orta
boylu bedeni yaşının ağırlığı altında eğilmemişti.
Yüzü hiç de sert olmadığı halde saygı
uyandırıyordu insanda. Kendisine kolay
yaklaşıldığı halde ciddi ve ağırbaşlıydı. İş için
gelenleri hiç de kırıcı olmamakla beraber
bazen oldukça kaba bir lafla denerdi; bu
saldırı karşısında hazırcevaplık ve küstahlığa
kaçmayan bir sertlik gösterenler hoşuna
giderdi. Böyle bir denemeyle herkesin değerini
anlar ve adamına göre iş verirdi.
240/447
Konuşması yalın ve güçlü, hukuk bilgisi derin,
anlatışı tatlı, belleği eşsizdi. Doğuştan
gelen yetilerini iş görerek, okuyup öğrenerek
geliştirmişti. Kral söylediklerine çok önem
veriyor ve onu devletin en sağlam dayanaklarından
biri sayıyordu. Delikanlılık çağında
kolejden saraya geçmiş, en büyük olaylara
karışmış, kaderin fırtınalı denizinde durmadan
sallanmış, her gün karşılaştığı tehlikeler
içinde yaman bir sakınma gücü edinmiş,
dünyayı bilmenin ta kendisi olmuştu
nerdeyse.
Bir rastlantı beni bu bilgin din adamının
sofrasında yasa bilgisiyle ün salmış lâik bir
aydın kişiyle karşılaştırdı. Bu adam, bilmem
nasıl, hırsızlara karşı yasanın gösterdiği sertliği
övmeye başladı. Hırsızların nasıl onar
yirmişer şurada burada darağaçlarına as-
ıldığını sevine sevine anlatıyordu:
'Böyleyken ne iştir anlamıyorum,' dedi;
'sadece birkaç hırsız asılmaktan zor paçasını
241/447
kurtardığı halde, bugün İngiltere'de yine de
hırsızdan geçilmiyor.'
Kardinalin evindeki söz özgürlüğünden
yararlanarak dedim ki:
'Bu sizi hiç şaşırtmamalı. Ölüm cezası
böylesi durumlarda hem haksız, hem
yararsızdır. Öldürmek hırsızlığı cezalandırmak
için çok ağır, hırsızlığı önlemek içinse
çok hafif bir cezadır. Her çalan ölümü haketmedikten
başka, açlıktan ölmemek için çalan
adama en korkunç işkenceleri de yapsanız
yine çalar. Bu konuda İngiltere'nin ve daha
birçok memleketin adaleti, öğrencileri
yetiştirecek yerde döven kötü öğretmenlere
benziyor. Hırsızlara en ağır cezaları verecek
yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama
olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına
çalmak zorunda kalmasa daha iyi olmaz
mı?'
242/447
'Toplum bunu düşünmüş,' dedi yasacı;
'zanaat da tarım da halde birçok geçim yolları
sağlamış. Ama öyle insanlar var ki çalış-
maktansa adam soymayı daha akıllıca
buluyorlar.'
'İşte bunu söylemenizi bekliyordum,'
dedim. 'Size iç ve dış savaşlardan eli ayağı
sakat dönenlerden söz etmeyeceğim. Ama
sorarım size: Kaç asker Cornouailles ve
Fransa savaşlarında, kral ve yurt uğruna neler
yitirmedi, göz, kol, bacak, nelerinden olmadı.
Bu zavallıların artık eski zanaatlarını
yapacak halleri yoktu. Yeni bir zanaata
geçmeye de yaşları elverişli değildi artık.
Bırakalım bunları: Savaş her zaman olmaz
diyelim. Her gün gözlerimizin önünde olup
bitenlere bakalım. Halkın yoksulluğa
düşmesinin baş nedeni aristokratların çokluğudur.
Bu yararsız, bu balvermez arılar
başkalarının alın teriyle geçinmekte, topraklarında
çalışanlardan daha fazla yararlanabilmek
için onları derisine kadar yüzmekte,
243/447
bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedirler.
Ama iş keyif için para harcamaya
geldi mi, bu adamların yapmayacağı
delilik yoktur. Bu uğurda varlarını yoklarını
havaya savurup dilenciliğe kadar düşerler.
Üstelik kendileriyle birlikte başka işlerde
hayatlarını kazanamayacak bir sürü aylak
uşağı da yoksulluğa sürüklerler.
Uşaklar hastalanır, ya da efendiler ölecek
olursa kapı dışarı edilirler. Çünkü aristokratlar
boş oturan uşakları besler, ama hasta
uşakları beslemezler. Çok kez de mirasçılar
babalarının beslediği uşakları besleyecek
durumda olmazlar. Bütün bu insanlar çalmak
cesaretini gösteremezlerse açlıktan ölmeye
katlanmak zorundadırlar. Başka ne
yapabilirler? İş aramaktan sağlıkları da,
sırtlarındaki elbiseler de yıpranır. Sapsarı
suratlar ve yırtık pırtık elbiselerle zenginlere
başvurdukları zaman kimse yüzlerine bakmaz.
Köylüler bile iş vermez onlara. Onlar da
bilirler ki keyifler, cümbüşler içinde yaşamış,
244/447
kılıç kalkan kullanmaya, halka yukarıdan
bakmaya alışmış bir adam kolay kolay kazma
kürek kullanmaya, boğaz tokluğuna yoksul
bir çiftçinin hizmetinde çalışmaya alışamaz.'
Bu sözlerime şöyle karşılık verdi yasacı:
'İşte devlet asıl böylesi insanları beslemeye
ve çoğaltmaya çalışmalı. Böyleleri
işçilerden, çiftçilerden çok daha yürekli, çok
daha zevkli insanlardır. Yürekçe de, kafaca
da onlar güçlüdür. Savaş oldu mu ordu öyleleriyle
kurulur ancak.'
'Öyleyse,' dedim, 'size göre hırsızlar ne
kadar çoğalırsa ordular da o kadar şanlı şerefli,
başarılı olur. Bu aylaklar tükenmez bir
asker kaynağı, demek sizce. Gerçekten de
hırsızlar hiç kötü asker olmuyorlar, üstelik
askerler de hırsızlıktan hiç de çekinmezler.
Her iki meslek arasında çok benzerlikler
vardır. Ne yazık ki bu toplum yasası yalnız
İngiltere'yi değil, bütün ulusları
245/447
kemirmektedir. Fransa daha belalı bir salgının
pençesindedir. Memleketi baştan başa
devletin parayla tuttuğu, alaylara ayırdığı
sayısız sürüler sarmış, kuşatmıştır. Barış
zamanlarında hem de. Kısa süreli duraklamalara
barış denebilirse. . Bu berbat sistemi
kuranlar, sizde sürü sürü aylak uşaklar
besleyenlerle aynı kafadalar. Bu korkak ve
kuşkulu politikacılara göre devletin güvenliği
hep silah altında tutulacak büyük, zorlu,
savaş görmüş kimselerden kurulu bir orduya
bağlıdır. Halk arasından toplanacak askerlere
güvenmezler. Savaşları da nerdeyse
askerin görgüsü artsın diye yaparlar:
Sallust'un dediği gibi, bu koca insan mezbahasında
askerin, yüreği ya da eli barış
yüzünden yumuşamasın diye. Fransa bu
yırtıcı hayvanları beslemenin ne tehlikeli bir
şey olduğunu başına gelenlerle öğreniyor.
Oysa Romalıların, Kartacalıların, daha nice
eski ulusun tarihine bir göz atsa yeterdi. Hep
ayakta duran bunca ordu ne işine yaradı
246/447
Fransa'nın? Toprakları talan edildi, şehirleri
yıkıldı, imparatorlukları battı. O nerdeyse
beşikten yetişme askerler bir işe de
yarasalardı bari. Usta Fransız askerleri toplama
İngiliz askerleriyle birkaç kez
karşılaştılar. Ne sonuç aldıkları üstünde durmayacağım;
çünkü beni dinleyenlere hoş
görünmek istediğim sanılabilir.
Gelelim sizin uşak askerlere. Bunlar işçi
ve çiftçilerden daha cesur, daha gürbüz olur
diyorsunuz. Yoksulluk yüzünden bedence ve
ruhça iyice çökmüş olanlar dışında, işçi ve
çiftçileri aylak bir uşağın yıldıracağını hiç
sanmıyorum. Uşaklar daha iri yan, daha gürbüz
olabilirler; çünkü zenginler çürütecekleri
insanları öyleleri arasından seçerler. Ama bu
sağlam, bu yakışıklı delikanlıların aylaklık
içinde uyuşmaları, kadın işlerinde yumuşamaları
yazık değil mi? Onları şerefli bir
zanaata sokup, ellerinin emeğiyle yaşamaya
alıştırıp çalışkan ve yararlı kişiler arasına
katmak daha doğru olmaz mı?
247/447
Neresinden bakarsak bakalım, bu aylak
uşak sürülerinin memlekete bir yarar getirebileceğini
sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar.
Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman
elinizdedir. Üstelik bu sürüler barış
zamanında da baş belasıdır. Oysa insan
savaştan önce barışa önem vermeli, barış
üstüne kafa yormalı.
Soylular sınıfı ve uşak takımı sizi kaygılandıran
çapulculukların tek nedenleri
değildir. Yalnız sizin adaya özgü bir bela
daha var başınızda.'
'Nedir o?' diye sordu Kardinal.
'Bütün İngiltere'yi saran koyun sürüleri.
Başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tokgözlü
olan bu hayvanlar sizin memleketinizde öyle
açgözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki insanları
bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri
silip süpürüyorlar.'
248/447
Gerçekten, en ince, en değerli yünü
çıkaran krallığınızın her yanında soylular,
zenginler hatta pek sayın rahipler bile toprak
için birbirine giriyorlar. Bu zavallılara iratları,
türlü kazançları, toprak gelirleri yetmiyor;
işsiz güçsüz oturup keyif çatmak, devlete
bir yarar getirmeden halkın sırtından geçinmek
gözlerim doyurmuyor adamların. Geniş
tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar.
Evleri yıkıp kiliseyi bırakıyorlar yalnız, onu
da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan
en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara,
parklara, av hayvanlarına
ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi. Böyle
doymak bilmez cimrinin biri binlerce
dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki
namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor:
Kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini de
türlü yollardan tedirgin edip yerlerini satmak
zorunda bırakarak. Doyuracak karınları
paralarından çok fazla olan bu köylüler
(tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü) çoluk
249/447
çocukları, dulları, yetimleri, ana babaları ve
torunlarıyla yollara düşerler. Doğdukları
evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak
uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer
bulamazlar. O zaman kap kaçaklarını,
pılılarını pırtılarım yok pahasına satarlar.
Onlar da bitince ne kalır yapılacak: Çalmak
ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını
dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir:
Onları da serseri diye yakalayıp zindana
atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların?
Çalışmaya can attıkları halde kendilerine
iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi
işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden
anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun
çalıştığı topraklarda koyunları otlatmaya bir
tek çoban yeter.
Bu kötü yolun bir başka sonucu da yiyecek
fiyatlarının artmasıdır. Bununla da kalsa
iyi: Otlaklar çoğaldıktan sonra korkunç bir
salgın sürülerle koyunu öldürüverir. Tanrı
250/447
sanki böylece sömürgenlerimizin doymaz
pintiliğini cezalandırmak istemiş. Keşke bu
belayı koyunların değil, kendilerinin başına
indirseydi. Bunca sürü yok olunca yün fiyatları
öyle yükselir ki en yoksul dokumacılar
yün satın alamaz olurlar. Alın size bir sürü
işsiz daha. Gerçi koyun sayısı pek çabuk artar,
ama fiyatları yine de düşmez; çünkü
satıcılar azalmıştır. Yün ticareti birkaç zengin
fırsatçının eline geçmiştir; onlar da satmakta
acele etmez, büyük kazanç olmadıkça
satmazlar yünleri. Aynı sebeple başka
hayvan fiyatları da arttı, hem daha da fazla;
çünkü sütçülük, yağcılık, tarım yapılmayınca
bu işlerde kullanılan hayvanlar hiç yetiştirilmez
oldu. Büyük beyleriniz koyunlara verdikleri
önemi öküze, ineğe vermiyorlar tabii.
Uzak yerlerden bir deri bir kemik kalmış
hayvanları çok ucuza satın alıyorlar, otlaklarında
besleyip ateş pahasına satıyorlar.
Korkarım İngiltere'nin daha çok çekeceği
var bu yürekler acısı yolsuzluklar yüzünden.
251/447
Şimdiye kadar hayvan besleyiciler fiyatları
yalnız sattıkları yerde yükseltebildiler. Ama
satın aldıkları yerde hayvan azalma ve çoğalmalarına
vakit bırakılmazsa İngiltere'nin
hayvan sayısı farkına varılmadan azalır ve
memleket korkunç bir kıtlığa düşer sonunda.
Böylece bir avuç vicdansızın cimriliği
yüzünden adanıza zenginlik getirmesi gereken
şey yoksulluk getiriyor.
Ulusça duyulan darlık herkesi masraflarını
kısmaya ve hizmetçisine yol vermeye
zorluyor. Kapı dışarı edilenler nereye gidiyorlar?
Dilenmeye ya da çalabilirlerse, çalmaya.
Bu yoksulluk nedenlerine, gösteriş
için çılgınca harcanan paralar da ekleniyor.
Uşaklar, işçiler, köylüler, hemen bütün sını-
flar giyeceklerinde yiyeceklerinde
görülmedik bir lükse kaçıyorlar. Bir de o
fuhuş yerleri, ayyaşlık, cümbüş ve türlü kumar
yuvaları. Buralara dadananlar bütün
paralarını kaptırır ve kayıplarını kapamak
için hırsızlık yoluna girerler.
252/447
Adanızı bu toplum vebalarından, bu suç
ve yoksulluk tohumlarından kurtarın. Öyle
yasalar çıkarın ki köyleri, çiftlikleri yıkan
beyler ya hepsini yeniden yapmak, ya da toprağı
yeniden çiftlik kuracak insanlara bırakmak
zorunda kalsınlar. Zenginlerin cimri
bencilliğini frenleyin. Sömürme, tekel kurma
hakkını alın ellerinden. Aylak insan bırakmayın
memleketinizde. Tarımı büyük ölçüde
geliştirin. Yün işlikleri ve daha başka üretim
kolları yaratın. Yoksulluk yüzünden bugüne
dek hırsızlık, serserilik, ya da uşaklık eden,
aşağı yukarı aynı kaderi paylaşan bir sürü insan
oralara gidip yararlı bir çalışma yoluna
girsin. Bütün bu anlattığım dertlere çare bulmazsanız,
adaletinizle övünmeyin: İnsafsızca,
budalaca yalan söylemiş olursunuz.
Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir
eğitimin pençesinde bırakıyorsunuz. Erdem
çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin
önünde kurtlanıyor; büyüyüp suç
işledikleri zaman, yani içlerine çocukluktan
253/447
giren kötülük tohumları acı meyvelerini verdiği
zaman ölüm cezasına çarptırıyorsunuz
onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor
musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık
yaratmak.'
Ben böyle konuşurken yasacı hasmım
bana karşılık vermeye hazırlanıyordu. Tartış-
maktan çok parlak sözler etmek, bildiklerini
tekrarlamak, benimle bir bellek yarışmasına
çıkmak üzereydi.
'Çok güzel konuştunuz,' dedi. 'Bir yabancı
olduğunuz için bu söyledikleriniz kulaktan
dolmadır. Size daha sağlam bilgiler vermek
isterim. Konuşmamın düzeni şu olacak:
Önce sizin söylediklerinizi özetleyeceğim.
Sonra olayları bilmemekten gelen aldanmalarınızı
belirteceğim. Sonunda da kanıtlarınızı
çürütüp tuz buz edeceğim. Verdiğim
bu sırayla başlıyorum. Aldanmıyorsam
söyledikleriniz dört. .'
254/447
'Sözünüzü burada kesiyorum,' dedi
birden Kardinal. 'Bu girişe bakılacak olursa
konuşmanız bir hayli uzun süreceğe benzer.
Bugün için sizi bu yorgunluğa katlanmaktan
kurtaracağız. Ama söylevinizi bir alacak
sayıyorum. Gelecek toplantımızda, karşı
tarafın da bulunması şartıyla, tamamını isteriz.
Gelebilirseniz yarın ikinizi de beklerim.
Şimdilik, Raphael dostum sizden şunu
öğrenmek isterim: Hırsızlığa ölüm cezası
vermek niçin yersizdir ve siz halkın güvenliğini
hangi ceza ile
sağlamayı düşünürsünüz? Herhalde, hırsızlığı
hoşgörmeli diyecek değilsiniz. Sizce
darağacı bugün hırsızlığı önlemeye yetmediğine
göre, hırsızları hayatlarını
yitirmekten başka neyle korkutabilirsiniz?
Yasayı dinletmek için daha sağlam yol nedir
sizce? Daha az sert bir ceza vermek hırsızların
cüretini artırmaz mı?'
'Ben şuna inanıyorum ki,' dedim, 'toplum
her insana eşit bir güvenlik sağlamadığı
255/447
sürece bir insanı para çaldığı için öldürmek
doğru değildir. Diyeceksiniz ki, toplum ölüm
cezasını verirken beş on para çalmanın değil,
adaletin ve yasaların öcünü almaktadır. Ben
de buna karşı bu ilkeyi söyleyeceğim: Summum
jus summa injuria (Aşırı doğruluk aşırı
haksızlık getirir.) Yasa koyanın aklı o kadar
yanılmaz, o kadar kesin midir ki buyruğunu
dinlemeyen kılıcı hak etsin? Yasa bütün
suçları bir kaba koyacak, çalmakla öldürmeyi
aynı gözle görecek kadar katı ve duygusuz
değildir. Doğruluk boş bir laf değilse bu iki
suç arasında dağlar kadar ayrılık vardır.
Tanrı öldürmeyi yasak etmiş, bizse birkaç
para için adam asıyoruz, olacak şey mi bu?
Denebilir ki, Tanrı'nın yasak ettiği, özel
bir kişinin başkasını öldürmesidir, yasaları
uygulayan yargıcın öldürmesini değil. Evet
ama insanların Tanrı buyruklarına aykırı
yasalar çıkarmasını, ırza geçmeyi, zinayı,
yalan yere yemin etmeyi kitaba
256/447
uydurmalarını kim önleyebilir? Nasıl önler?
Tanrı bize yalnız başkasını değil kendimizi
öldürmeyi bile yasak etmiş. Oysa biz yasaların
gölgesine sığınarak birbirimizi
boğazlayabiliyoruz! Bu korkunç adalet anlayışı
yargıçları ve cellatları Tanrı buyruğunun
üstüne çıkarabilecek, onlara yasanın
öldür dediğini öldürme hakkını verecek!
Bundan şu olmayacak sonuç da çıkarılabilir
ki, Tanrı adaletinin insan adaletine uydurulması,
insanların isteğince yasalaşması
gerekir, ve Tanrı'nın buyruklarına ne zaman
uyulup ne zaman uyulmayabileceğini hangi
durumda olursa olsun insanlar
kararlaştırabilecektir.
Musa'nın yasası bile, köleler ve katı
yürekliler için konmuş olan bu korkutma ve
öcalma yasası bile, bir şey çalmayı ölümle
cezalandırmıyor. Bizse Tanrı'yı baba sayan,
rahmete, merhamete dayanan İsa yasası
altında, daha az insanca davranmak,
257/447
dilediğimiz zaman insan kardeşimizin
kanına girmek hakkını nasıl verebiliriz
kendimize?
İşte bu düşüncelerle çalana ve öldürene
aynı cezanın verilmesini haksız buluyorum.
Bu cezanın saçma olduğu kadar, halkın
güvenliği bakımından zararlı olduğunu da
kolayca anlatabilirim. Çalmakla öldürmenin
aynı cezayı aldığını gören ne yapar? Soymakla
yetinebileceği adamı öldürür, kendi
kellesini korumak için öldürür. Kendini ele
verecek olanı ortadan kaldırmış, suçunun
bilinmesini daha kolayca önlemiş olur. Neye
yaradı yasanın sertliği? Hırsızı darağacıyla
korkutarak katil yapmış olduk. Şimdi,
üstünde çok durulan bu sorunun çözümüne
geliyorum: En iyi cezalandırma yolu
hangisidir?
Bana kalırsa en iyi yolu bulmak en
kötüsünü bulmaktan çok daha kolaydır. İnsanları
yönetmekte pek ileri gitmiş olan
258/447
Romalıların ceza sistemini bilirsiniz. Onlar
ağır suçluları süresiz köleliğe, taş ocaklarında,
madenlerde zorla çalışmaya
mahkum ederlerdi. Bu ceza yolu adaletle
halkın yararını uzlaştırmış oluyor. Ama,
bana sorarsanız, bu konuda, İran'a bağlı bir
ulus olan Polylerit'lerde gördüklerimi başka
hiçbir sisteme değişmem.
Polylerit'lerin yurdu bir hayli uygar ve
birçok kurumları pek akıllıcadır. İran kralına
her yıl ödedikleri vergi dışında özgür yaşar
ve kendi kendilerini yönetirler. Denizlerden
uzakta, dağlarla çevrili bereketli bir toprağın
ürünleriyle yetinirler. Kendileri yabancı
memleketlere binde bir gider, yabancılar da
onların memleketine pek gelmezler. Sınırlarını
genişletme hevesleri yoktur, hiçbir dış
tehlike de onları kaygılandırmaz. Krala verdikleri
para yurtlarını istilaya uğramaktan
korur. Bolluk içinde rahat rahat yaşarlar; ne
orduları var, ne aristokratları. Boşuna şan
şeref peşinde koşmadan
259/447
mutluluklarını sağlamakla uğraşırlar. Varlıklarını
komşularından başka bilen yoktur
çünkü dünyada. İşte bu memlekette bir kimsenin
hırsızlık ettiği ortaya çıkınca çaldığı
şeyi sahibine (başka yerlerde olduğu gibi
krala değil) geri vermesi sağlanır. Çaldığı şey
bozulmuş ya da yok olmuşsa hırsızın mallarına
el koyup o şeyin değerinin karşılığı
alınır, üst tarafı karısına ve çocuklarına
bırakılır. Suçlu ise halkın hizmetinde
çalıştırılır. Hırsızlığın ağırlaştırıcı nedenleri
yoksa suçlu ne zindana atılır, ne zincire vurulur;
serbest olarak çalıştırılır. Tembellik
edeni ya da ayak direyeni dövmekle yetinirler.
İşlerini gereğince yapanlara hiçbir
kötülük edilmez. Akşam yoklama yapılır ve
mahkumlar işyerindeki kulübelerde geceyi
geçirirler. Katlandıkları ceza sadece durmadan
çalışmaktır. Yaşamaları için gerekli
her şey verilir kendilerine. Toplumun
yararına çalıştıkları için toplum da onları besler.
Bu besleme işinde töreler yer yer
260/447
değişir. Bazı yerlerde mahkumların yiyeceği
giyeceği halkın sadaka ve yardımlarıyla
sağlanır. Bu yol sakat gibi görünse de, halkın
insanlığı sayesinde en bereketli olanıdır.
Başka yerlerde bu iş devlet parasıyla görülür
ya da belli kişilere bu ödevi yüklemenin yolu
bulunur. Bazı yerlerde mahkumlar halk hizmetlerine
verilmez. İşçiye ihtiyacı olan her
yurttaş, bir gün için, ücret karşılığı, birkaç
mahkum tutar. Onlara serbest işçilerden
daha az para verir. Tembellerini dövmek
hakkı da vardır mahkum kiralayanların,
böylece mahkumlar hiç işsiz kalmaz, yiyeceklerini,
giyeceklerini kendi emekleriyle
kazanır, her gün Hazineye de bir gelir
sağlarlar.
Bütün mahkumlar giydikleri bir örnek elbisenin
rengiyle hemen tanınırlar. Saçları
toptan değil kulaklarının biraz üstüne kadar
tıraş edilir. Kulaklarından biri de ucundan
kesilir. Dostları onlara yiyecek, içecek ve
mahkum yiyeceği getirebilir. Ama para
261/447
getiren de para alan da ölüm cezası giyer.
Özgür bir yurttaş hiçbir nedenle köle sayılan
mahkumdan para alamaz. Hiçbir mahkum
silah taşıyamaz. Bu iki suçun da cezası
ölümdür.
Her il kendi mahkumlarına belli bir
damga vurur. Bu damgayı silmek, ilin sınırlarını
aşmak ve başka ilin kökleriyle konuş-
mak da ölümle cezalandırılır. Kaçmayı tasarlamak
kaçmak kadar tehlikelidir. Böylesi bir
tasarıya katılan köle hayatını, hür insan
özgürlüğünü kaybeder. Yasa, bu tasarıyı
haber vereni ödüllendirir: Özgürse para, kö-
leyse özgürlük verir ona. Haber veren suç ortağı
da olsa ceza görmez ve böylece kötü yola
sapan, kurtuluş yok diye sonuna kadar gitmeyip
suçunu açıklayabilir. Polylerit'lerde
ceza sistemi budur. Hem büyük bir insanlık
hem de büyük bir yarar var bu sistemde.
Yasa vuruyor, ama insanı değil suçu
öldürmek için vuruyor. Mahkuma karşı o
kadar insaflı davranıyor ki onu namuslu
262/447
olmaya, topluma ettiği kötülüğü yaşayacağı
yıllarda ödemeye zorluyor. Onun için
mahkumların eski hayatlarına döndükleri
hemen hiç görülmez. Polylerit'lerin bundan
yana korkuları yoktur ve çokları yola
çıkarken rehberlerini bu mahkum köleler
arasından seçer ve her ilde yenileriyle
değiştirirler. Gerçekten de niçin korksunlar?
Yasa değil hırsızlığı, hırsızlığı düşünmeyi bile
kölenin elinden alıyor: Elinde silah yok, para
ise ölümün ta kendisi onun için. Yakalandı
mı her şey bitecek, kaçmak da imkânsız. O
kılıkla nereye saklanabilir? Çıplak dolaşamaz
ya? Başka kılığa girebilse o zaman da yarı
kesik kulağı ele verecek kendisini.
Kölelerin birleşip devlete karşı gelmeleri
de olacak şey değildir. Böyle bir işi başarabilmek
için elebaşıların başka illerdeki köleleri
de kazanmaları gerekir. Oysa bu yol da iyice
kapalıdır. Toplanmaları, konuşmaları, hatta
selamlaşmaları ölüm cezası getirecek. İnsanlar
nasıl söz birliği edebilirler bütün yurtta?
263/447
Düşüncelerini arkadaşlarına bile açmaktan
korkarlar; çünkü bilip de susmak ölüm getiriyor,
ele vermek ise çok kazançlı. Öte yandan
hepsinin içinde şu umut var: Cezalarına boyun
eğip ileride dürüst bir insan olabilecekleri
inancını yaratabilirlerse günün birinde
özgürlüklerine kavuşacaklardır. Çünkü her
yıl birçok köle aklı başına gelmiş birer
yurttaş olarak serbest bırakılır. Niçin
İngiltere'de de böyle bir ceza sistemi uygulanmasın?
Bilgin rakibimin hayran olduğu
ölüm adaletinden çok daha iyi değil mi
böylesi?'
Sayın bilginin cevabı hazırdı:
'Böyle bir sistem İngiltere'de uygulanırsa,
imparatorluk dağılır ve batar, ' dedi. Sonra
başını salladı, dudaklarını kıvırdı ve sustu.
Salondakiler bu yaman yargıyı coşkunlukla
alkışladılar. Kardinal ise şunları söyledi:
264/447
'Peygamber değiliz ki bu sistemi
denemeden önce İngiltere'ye uyup uymayacağını
söyleyebilelim. Bana kalırsa, ölüm
yargısı verildikten sonra, kral cezanın uygulanmasını
bir süre için durdurabilir.
Mahkumların kutsal yerlere sığınma
imkânını da ortadan kaldırırsa, bu süre
içinde yeni ceza sistemi uygulanır. Deneme
iyi sonuç verirse bu yol tutulur, vermezse
ölüm cezası yerine getirilir. Böylece adaleti
sadece biraz geciktirmiş, denemenin tehlikelerini
de önlemiş oluruz. Daha da ileri giderek
diyebilirim ki serseriliği ortadan kaldırmak
için daha yumuşak, daha akıllıca tedbirlere
başvurmamız yerinde olur. Bu belaya karşı
yasa çıkardığımız halde serserilik azalmak
şöyle dursun bugün her zamankinden daha
çok arttı.'
Kardinal bunları söyler söylemez, biraz
önce benim söylediklerime dudak bükenler,
hayranlıklarını nasıl anlatacaklarını bilemez
oldular. Hele Kardinal'in serserilik üstüne
265/447
söylediklerini övdükçe övdüler. Konuşmanın
sonrasını anlatmasam daha iyi olur belki. O
kadar gülünç şeyler söylendi ki, ama anlatayım
biraz; çünkü konumla ilgili bunlar.
Masada, deli taklidi yapmayı marifet sayan
asalaklardan biri vardı. Bu işi o kadar iyi
beceriyordu ki, insan gerçekten deli sanabilirdi
onu. Saçma sapan, soğuk şakalara girişti
mi herkes söylediklerine değil kendisine
gülüyordu. Bununla beraber arada bir
akıllıca bir söz de çıkıyordu ağzından.
Atasözünün dediği gibi: Çok saçmalayan
sonunda bir doğru laf da eder.
Davetlilerden biri benim hırsızlar, Kardinalinse,
serseriler üstünde durduğumuzu
söyledi. Ama iki türlü insan daha var ki, dedi,
toplum onların hayatını sürdürmesini sağlamak
zorundadır; çünkü onlar yaşamak için
çalışamayacak durumdadırlar: Hastalar ve
ihtiyarlar.
266/447
Bizim soytarı bunun üzerine:
'O işi bana bırakın,' dedi. 'Yaman bir
planım var bu konuda. Doğrusunu isterseniz
o miskinler sürüsünden kurtulmaya can
atıyorum: Gözlerden uzak bir yere kapamalı
hepsini. Ağlayıp sızlanmaları, yalvarıp
yakarmaları sinirlerimi bozuyor. Hoş, bu
kasvetli teranelerle benden metelik kopardıkları
olmamıştır ya. İki şeyden biri
oluyor çünkü: Ya param oluyor, canım vermek
istemiyor, ya da canım vermek istiyor
param olmuyor. Şimdi uslandılar artık: Benim
geçtiğimi gördüler mi boşuna yorulmamak
için seslerini kesiyorlar. Sadaka konusunda
benim bir rahip kadar kısır olduğumu
biliyorlar. Şimdi dinleyin benim verdiğim
kararı: Bütün yaşlı ve hasta dilenciler
bölünüp dağıtılacak: Erkekler rahip kardeş
olarak erkek manastırlarına, kadınlar da
rahibe hemşire olarak kadın manastırlarına.
Oldu bitti.'
267/447
Kardinal bunu hoş bir şaka sayıp
gülümsedi, ama ötekiler bayağı ciddiye
aldılar. Dinbilimci bir rahipse bu şakadan
aşırı bir şekilde hoşlandı. Asık suratı birden
gevşeyerek rahipler ve manastırların durumu
üstüne nükteli sözler etti, sonra soytarıya
dönerek:
'Biz dilenci kardeşlerinizin rızkını
sağlamazsanız, dilenciliği ortadan kaldırmış
olmazsınız' dedi.
'Sayın Kardinal bunun çaresini buldular,'
dedi: 'Serserilerin bir yere toplatılıp çalıştırılması
gerektiğini söylediler ya! Dilenci rahipler
dünyanın ilk serserileridir.'
Bu sert saldırı üstüne bütün gözler
Kardinal'e dikildi. O kızmış görünmeyince
herkes soytarıyı alkışladı. Sayın dinbilimciyse
taş kesildi olduğu yerde. Yüzüne karşı
atılan bu taş öfkesini kabarttıkça kabarttı ve
birden ateş püskürmeye, küfürler savurmaya
268/447
başladı. Demediği kalmadı soytarıya: Alçak,
rezil, iftiracı, melun. Ayrıca Kutsal Kitaptan
çıkardığı korkunç tehditlere de başvurdu. O
zaman bizim soytarı ağırbaşlı insan numarası
yapmaya başladı:
'Kızmayalım pek sevgili rahip kardeş.
Kitap ne der: Sabrınızla ruhlarınızı
dizginleyeceksiniz.'
Dinbilimci hemen atıldı arkasından:
'Kızmıyorum, kerata; daha doğrusu gü-
naha girmiyorum. Çünkü Kitap ne der: Kızın,
ama günaha girmeyin. Kardinal tatlı bir
sitemle rahibi yumuşatmak istedi.
'Hayır,' dedi rahip; 'susamam,
susmamalıyım. Yüce görevim coşturuyor
beni ve nice Tanrı adamları bu kutsal
öfkelere kapılmışlardır. Şu söz de oradan
gelir: Tanrım, senin evine bağlılık yedi beni.
Kilisede şunu söylerler ilâhilerde: İlyas Tanrı
269/447
evine çıkarken alay etmeye kalkışanlar, saçı
dökülmüş peygamberin öfkesini çektiler üstlerine.
Bu alaycı, bu soytarı, bu yüzsüz herif
de belki aynı belaya çarpılacak.'
'Herhalde iyi bir niyetle konuşuyorsunuz,'
dedi Kardinal; 'ama bana öyle gelir ki, bir deliyle
saçma sapan bir çatışmaya girmemek
daha dindarca değilse bile daha akıllıca olur.'
'Efendimiz, bundan daha akıllıca davranamam.
Süleyman, insanların en akıllısı
ne demiş: Deliye deliliğine uygun olarak
karşılık verin. İşte, benim yaptığım da bu.
Kendine gelmezse hangi uçurumlara düşeceğini
gösteriyorum kendisine. İlyas'la alay
edenler çok kalabalıktı, bir tek insanla alay
ettikleri için hepsi birden cezaya
çarptırıldılar. Bir de, aralarında birçok
dazlağın bulunduğu bütün rahiplerle alay
eden bir tek adamın göreceği cezayı
düşünün. Ama onu asıl korkutacak olan
270/447
şudur. Papa'nın bir fermanı var. Bu fermana
göre bizimle alay edenler afaroz edilir.'
Kardinal işin çıkmaza girdiğini görerek,
bir işaretle soytarıyı uzaklaştırdı ve konuşma
konusunu tatlılıkla değiştirdi. Hemen sonra
da işlerini bahane ederek bütün davetlileri
uğurladı. Aziz Morus, bu uzun hikâyeyle
yordum sizi. Doğrusu siz istememiş olsaydınız
ve gösterdiğiniz ilgiyi gereğince
karşılamayı ödev bilmeseydim bu kadar uzun
konuşmak utandırırdı beni. Kısaltabilirdim,
ama davetlilerin düşünüşlerini ve karakterlerini
belirtmek istedim size. Tek başıma
görüşlerimi açıklayınca, herkes dudak büktü
sözlerime. Kardinal benden yana çıkınca
övmeler başladı. Dalkavuklar bir soytarının
şakalarını nerdeyse ciddiye alacaklardı, Kardinal
sadece gülümsedi diye. Böylesi saray
adamlarının bana ve düşüncelerime değer
vereceklerini sanır mısınız yine de?"
271/447
"Anlattıklarınızı gerçekten büyük bir
zevkle dinledim," dedim Raphael'e. "Düşüncenizin
derinliği ölçüsünde de hoş konuşuyorsunuz.
Sizi dinlerken bir an kendimi
İngiltere'de sandım. Çünkü ben çocukken bu
iyi yürekli Kardinal'in konağında yetiştim.
Onunla birlikte hayatımın ilk yıllarını hatırladım.
Dostluğumu zaten kazanmıştınız, ama
bu büyük insan için söylediğiniz güzel sözler
beni büsbütün bağladı size. Bununla birlikte
sizin için yine de aynı şeyi düşünüyorum ve
krallara, saraylara karşı duyduğunuz
tiksintiyi yenmek isterseniz, görüşlerinizle
insanlara büyük yararlar sağlayabileceğinize
inanıyorum. Kişisel tiksinmelerimizi halkın
yararına aşmak, her iyi yurttaş gibi, sizin için
de bir görev sayılmaz mı?
Platon der ki: Günün birinde filozoflar
kral, ya da krallar filozof olursa, insanlık o
zaman mutluluğa kavuşur. Filozoflar krallara
öğüt vermeyi bile küçümserlerse o mutluluktan
çok uzaktayız demektir."
272/447
"Filozoflara haksızlık ediyorsunuz," dedi
Raphael; "doğruyu saklayacak kadar bencil
değillerdir. Birçoğu düşündüklerini yazdılar:
Dünyayı yönetenler isteselerdi bu kitaplarda
doğru yolu ararlardı. Ne yazık ki peşin yargılarla
bağlanmış, düşünceleri ta çocukluktan
sakat ilkelerle yoğrulmuştur. Platon
bunu bilmiyor değildi; kralların kendileri
filozof olmadıkça başkalarını dinlemeyeceklerini
anlamıştı. Kral Dionisios'un
sarayındaki hazin denemesinden çıkan sonuç
buydu.
Diyelim ki ben de bir kralın bakanı
oldum. Ona en doğru yolları gösteriyorum;
yüreğinden ve ülkesinden kötülük tohumlarını
söküp atmaya çalışıyorum. Beni
sarayından kovmaz, ya da dalkavuklarının
alayları karşısında yalnız bırakmaz mı
dersiniz?
Fransa kralının bakanıyım, örneğin. Kral
en akıllı politikacıları da çağırmış, sarayında
273/447
düzenlediği bir gizli toplantıya kendisi
başkanlık ediyor. Bu soylu, bu yaman kişiler
kafa kafaya vermiş şunları görüşüyorlar: Kral
efendileri hangi oyunlar, hangi entrikalarla
Milano'yu ellerinde tutabilir; hep kendisinden
kaçan Napoli'yi nasıl kendine bağlayabilir;
en sonunda Venedik'i nasıl alaşağı
edip bütün İtalya'yı avucuna alabilir, ve
nasıl, Felemenk, Brabant, Burgonya ve daha
önce kazanılmış nice ülkeleri tahtının çevresinde
toparlayabilir?
Biri kalkıyor diyor ki: 'Venedik'le bir anlaşma
yapıp işimize geldiği sürece bozmayalım.
Kuşkularını gidermek için ona biraz
açılalım, hatta parsanın birazını ona
bırakalım. Sonradan nasılsa onu da elinden
alacağız.'
Bir başkası bu işte Almanları kullanmayı,
bir üçüncü İsviçrelileri parayla kazanmayı
öne sürüyor. Biri, yüce İmparatoru altınla
avlamaktan, öteki Aragon kralına Fransa'nın
274/447
olmayan Navarre krallığını peşkeş çekmekten,
bir başkası, Kastilya kralına bir anlaşma
umudu verip sarayında büyük paralarla casuslar
beslemekten söz ediyor.
Derken en zor, en belalı, en çözülmez
sorun, İngiltere sorunu geliyor ortaya. Bu
kördüğüm karşısında, her türlü ihtimali önlemek
için şöyle bir karara varılıyor: Bu devletle
barış koşullarını konuşmak, hep gevşek
durması gereken dostluk bağlarını biraz sıkmak;
ona ağızdan Fransa'nın en iyi dostu demek,
yürektense onu en tehlikeli düşman
saymak. İskoçyalıları, hep ileri karakol
nöbetçileri gibi tetikte tutmak ve İngiltere'de
bir kıpırdama görülür görülmez ilkin onları
ileri sürmek. Sürgündeki bir prensle gizliden
gizliye anlaşıp İngiltere tahtındaki haklarım
koruyacakmış gibi görünmek ve gereğinde
onu kralın kötü niyetlerine karşı kullanmak. .
İşte böyle büyük hesapların yapıldığı bir
kral toplantısında, savaştan başka
275/447
düşünceleri olmayan o derin politika dehâları
karşısında ben ortaya çıkıp hepsinin
dolaplarını düzenlerini bir yana bırakıp şöyle
diyorum: İtalya'yı rahat bırakıp Fransa'da
kalalım, bu memleket bile bir tek insanın
yönetemeyeceği kadar büyüktür; kral onu
daha da büyütmeye çalışmamalıdır. Dinleyin,
baylar, Akhoria'lılar böyle bir durumda
bakın nasıl bir karara vardılar:
Utopia adası karşısında, Euronston
kıyılarındaki bu memleket bir gün savaş açtı;
çünkü kral, eski bir evlenme dolayısıyla,
komşu memleketin miras olarak kendine
kaldığını ileri sürüyordu. Komşu krallık
yenilip Akhoria'lıların uyruğuna girdi. Ama
çok geçmeden görüldü ki o komşu memleketi
elde tutmak, orasını savaşla ele geçirmekten
hem çok daha zor, hem çok daha pahalı.
İkide bir ya orasını korumak, ya da bir ayaklanmayı
bastırmak için ordular yollamak
gerekiyordu. Böylece vergi yoluyla alınan
paralar boşa harcanıyor, üstelik de kan
276/447
gövdeyi götürüyordu. Niçin bunlar? Bir tek
insanın boş gururu için. Akhoria'lılar
savaştan baş kaldıramaz oldular, arada bir
kavuştukları barış da savaştan daha az belalı
değildi; çünkü savaş askerlerin ahlakını
bozmuştu: Hepsi talan etmeğe, adam
öldürmeğe alışmışlardı; yurtlarına dönünce
rahat durmuyorlardı. Bu yüzden dirlik
düzenlik kalmıyor, yasalar sayılmaz oluyordu.
Asıl neden ise şuydu: Kafasını iki
memleketin sorunlarına dağıtmış oları kral
ne birini yönetebiliyordu ne ötekini.
Akhoria'lılar bu kötü duruma, çektikleri
bunca sıkıntıya bir son vermek istediler,
büyük bir halk kurultayı toplayarak krala
dediler ki: İki devletten birini seç; iki tahtta
birden oturamazsın, koca bir ulusu bir kralın
yarısı yönetemez; hiç kimse bir başka
efendinin buyruğundaki katırcıyı tutmaz. Bu
iyi kral hak vermiş ulusuna, yeni krallığını
dostlarından birine bırakmış, o da sonra
277/447
kovulmuş oradan. Kendisi eski yurduyla
yetinmiş.
Şimdi dönelim benim işe. Bu hikâyeden
sonra daha da ileri gidip kralın kendisine anlatsam
ki, kendi yüzünden ulusları birbirine
düşüren bu savaş tutkusu, hazinesini tüketip
halkını perişan ettikten sonra Fransa'yı büsbütün
batırabilir. Desem ki ona: Devletli
efendimiz, mutlu bir rastlantıya borçlu
olduğunuz barıştan yararlanın; babalarınızın
yurdunu işleyin; onu rahatlığa, mutluluğa
kavuşturun; halkınızı sevin ve onun sevgisi
de sevinç versin size. Halkın zorbası değil,
babası olun. Bırakın öteki krallıkları: Size
miras kalanı yeter de artar bile size.
Böyle bir konuşmayı Fransa kralı nasıl
karşılardı dersiniz, sevgili Morus?"
"Çok kötü karşılardı," dedim.
278/447
"Dahası var," dedi Raphael; "Fransa'nın
dış politikasını gözden geçirdik. Bu konuda
bakanların aradığı efendilerinin şanı şerefiydi.
Şimdi para işlerine gelelim. İçeride
nasıl bir yönetim ve adalet yolu tuttuklarına
bakalım. Biri çıkar, krala der ki: Devlet
paranın değerini verirken artırsın, alırken indirsin.
Böylelikle kral hem borçlarını kolayca
öder, hem de hazinesini hemen doldurur. Bir
başkası, yalancıktan bir savaş ihtimalinden
sözedip yeni bir vergi koyalım, der: Paralar
toplandıktan sonra kral barıştan yana
olduğunu söyler ve bu mutlu kararın kiliselerde
büyük törenlerle kutlanmasını ister.
Halk bayram eder, halkının kanı dökülmesin
diye savaştan vazgeçen merhametli kralını
göklere çıkarır. Bir başkası krala çok eskiden
konmuş, ama unutulup gitmiş, küf tutmuş
bir yasayı hatırlatır: Kimse bu yasayı
bilmediği için herkes çiğnemektedir. Ona uygun
olarak yeniden cezalar yerine getirilmeye
başlandı mı, bir gelir kaynağı, hem de
279/447
şerefli bir kaynak sağlandı demektir. Bir
başkası şöyle bir yolu daha kazançlı görür:
Yüksekçe para cezaları isteyen yeni yasaklar
çıkaralım; bu yasakların çoğu halkın yararına
olsun. Kral bu yasaklardan çıkarlarına zarar
gelecek kişilere büyük paralar karşılığı olarak
kaçamak yolları versin. Böylece hem halkın
duası kazanılır, hem de yasağı çiğneyenlerle
yasaktan kurtulmak isteyen imtiyazlılardan
bol bol para koparılır. İşin güzel yanı da şu
ki, yasaktan kurtulmak isteyenlerden ne
kadar çok para alınırsa kral o ölçüde halkın
saygı ve sevgisini kazanır: Bakın, derler, ne
kadar iyi yürekli bir kral: Sevdiği insanları
korumuyor, halka zarar verme hakkını pek
pahalıya satıyor onlara!
Bir başkası krala yargıçlarla anlaşmayı,,
çıkarlarını., onlara sağlatmayı salık verir:
Efendimiz der, yargıçları sarayına çağırmalı,
sofrada onlarla hazinesini ilgilendiren sorunları
tartışmalı. Bir dava ne kadar haksız
olursa olsun onu haklı gösterecek bir yargıç
280/447
bulunur: Ya her iddianın tam tersini
savunma alışkanlığıyla, ya yenilik, aykırılık
hevesiyle ya da krala yaranmak isteğiyle. O
zaman bir tartışmadır başlar; değişik, çelişik
görüşler apaçık bir gerçeği bulandırırlar;
hakkın ta kendisi haksız gibi gösterilir. Kral
bu çatışmadan yararlanıp sorunu kendi
çıkarına göre kestirip atar. Çatışmaya yol
açanlar utançlarından ya da korkularından
kralın düşüncesine katılırlar ve işte o zaman
yargıçlar cesaretle ve vicdan rahatlığıyla yargılarını
verirler. Kralın istediğini kitaba uydurmaktan
kolayı mı var? Ya yasalarda yeri
bulunur, ya da bir yasanın sözleri gereğince
yorumlanır. Dine devlete bağlı bir yargıç için
de kralın hakkı bütün hakların üstünde değil
midir?
Politika ahlakının ilkeleri şunlardır ve
devleti yönetenler bunlarda anlaşmışlardır:
'Bir ordu besleyen kralın ne kadar parası
olsa azdır.'
281/447
'Kral, istese bile, haksızlık edemez.'
'Kral uyruklarının ve mallarının ortaksız
sahibidir: Uyruklar herhangi bir şeyden,
kralın keyfi istediği ölçüde yararlanabilir.'
'Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur.'
'Zenginlik ve özgürlük devlete baş
kaldırmaya, hor bakmaya götürür. Özgür ve
zengin adam haksızlığa, zorbalığa kolay
katlanamaz.'
'Yoksulluk ve açlık yürekleri çökertir,
ruhları körletir, insanları acı çekmeye, köle
olarak yaşamaya alıştırır: Öylesine ezer ki
onları, boyunduruklarını sarsmaya güçleri
kalmaz.'
Böylesi düşüncelere karşı ayaklanıp
kralın heybetli bakanlarına şöyle desem: Bu
düşünceleriniz korkunç: Kral için yüzkarası,
halk için cehennem arıyorsunuz. Efendinizin
282/447
şerefi ve sağlığı kendinin değil, halkın zengin
olmasına bağlıdır. İnsanlar kralları insanların
yararı için başa getirdiler, kralların
yararı için değil. Kendilerini rahat yaşatacak,
saldırıdan, sövgüden koruyacak güçlü bir
dayanak istediler. Kralın en kutsal ödevi,
kendininkinden önce halkın mutluluğunu
düşünmektir. Sadık bir çoban gibi kendini
sürüsüne vermeli, onu en besleyici otlaklara
sürmelidir. Halkın yoksulluğunu, krallığın
güveni saymak kabaca ve açıkça yanlıştır:
Kavgalar, kan dökmeler, en çok dilenciler
arasında olmuyor mu? Bir devrimi en
candan isteyen kimdir? Bugün en yoksul
durumda olan değil mi? Devleti yıkmakta en
fazla atılganlık gösterecek olan kimdir? Yitirecek
bir şeyi olmayıp da sadece kazanç
sağlayacak olan değil mi?
Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü
bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna
düşürerek tahtında tutunabilecekse,
bıraksın krallığı insin gitsin tahtından. Bu
283/447
yollarla belki kral adını elinde tutar; ama ne
yiğitliği kalır, ne büyüklüğü. Kral yüceliği dilencilerin
değil, zengin ve mutlu insanların
başında kalmakla kazanılır.
Büyük yürekli Fabricius bu soylu düşünceyle
söylemişti şu sözü: 'Kendim zengin olmaktansa,
zenginlere baş olmak isterim. Bir
halkın acıları, iniltileri ortasında keyif
sürmek krallık değil, zindan bekçiliği
etmektir.'
Hastasını iyi etmek için ona daha ağır
hastalıklar aşılayan bir hekim bilgisizin, budalanın
biri değil de nedir? Ey sizler ki insanları
ancak hayatlarını zehir ederek yönetmesini
biliyorsunuz, sizler özgür insanlara baş
olmaya yeterli değilsiniz, saklamayın bunu!
Ya da bilgisiz kalmaktan, kendinizi beğenmişlikten,
tembellikten vazgeçin! Halk bu
yüzden sevmiyor, saymıyor devleti. Kendi
yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve
yaşatın; devletin giderlerini gelirleriyle
284/447
denkleştirin; kötülük kaynaklarını kurutun;
saçma ve barbarca bir düzenin öldürmeye ve
ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı
işkenceler arayacak yerde, kötülüğü daha tohumdayken
önleyecek, yok edecek insanca
kurumlar yaratın!
Unutulmuş, küflü, paslı yasaları diriltip
halkın ayağına çelme takmayın. Bir kusur
için alacağınız para cezası hiçbir zaman yargıcın
haksız ve ayıp sayacağı kadar ağır olmasın.
Makaria'lıların şu güzel töresi hep
aklınızda olsun:
Utopia'nın komşusu olan Makaria'da kral
tahta oturduğu gün tanrıya kurbanlar keser
ve hazinesinde hiçbir zaman bin altın lira ve
o değerde gümüş paradan fazlasını bulundurmayacağına
yemin eder. Bu geleneği,
milyonlar biriktirmekten çok halkını rahat
ettirmeye çalışan bir kral kurmuştu.
Kendinden sonra geleceklerin cimrileşmesini,
halkın sırtından zenginleşmelerini
285/447
önlemek istemişti. Bin altın bir iç ya da dış
savaş için yetecek, ama halkın parasını
elinden almaya yol açmayacaktı. Krala bu
yasayı koyduran daha çok ikinci tehlikeydi.
Bundan başka şunları da düşünmüştü:
Darlık zamanlarında, halkın gündelik işlerinin
yürümesini sağlayacak bir parayı elde tutmak;
bir de vergilerle toplanabilecek parayı
sınırlamakla kralın yasa yoluyla halkı
soymasını, haksızlıklara, yalan dolana yol
açmasını önlemek. Böyle bir kral elbette
kötüleri ürkütecek, iyileri kendine bağlayacaktı.
Şimdi söyleyin, dostum; çıkarları ve
sistemleri gereği tam tersini düşünenlere
böylesi öğütler vermek sağırlara masal anlatmak
olmaz mı?"
"Öyle olur şüphesiz," dedim; "ama buna
hiç de şaşmam; çünkü bana sorarsanız, kimsenin
dinlemeyeceği besbelli olan öğütleri
vermek boşunadır. Bugünün bakanları,
politikacıları yanlış düşünceler, peşin
286/447
yargılarla yoğrulmuş insanlardır: Onların inançlarını
birden nasıl yıkabilir, kafalarına,
yüreklerine en doğru, en haklı ilkeleri bir
konuşmayla nasıl sokabilirsiniz? Bu filozofça
konuşma dostlar arasındaki bir söyleşide
yerindedir; ama kral önünde büyük devlet
sorunlarının görüşüldüğü bir toplantıda
yersizdir."
"Ben de onu söylemiştim," dedi Raphael;
"kralların sarayında felsefenin yeri yoktur."
"Evet, ama okul felsefesinin yeri yoktur:
Zamanı, yeri, insanları hesaba katmayan
felsefenin. Bu kadar kırıcı olmayan bir başka
felsefe daha vardır: O hangi tiyatroda, hangi
oyunda oynadığını bilir, rolünü ölçülü bicili
bir ustalıkla oynar. Sizin kullanacağınız
felsefe de budur. Plautus'un bir komedyası
oynanırken, kölelerin keyifle gülüştükleri bir
sırada, siz filozof kılığıyla ortaya çıkar da
Seneca'nın Oktavia'da Neron'a verdiği dersi
okursanız, alkışlanacağınızı hiç sanmam.
287/447
Halka böylesi bir gülünç tragedya sunmaktansa
sessiz bir rolde kalmanız daha yerinde
olur. Okuduğunuz parça oyundan yüz kat
daha değerli de olsa bu olmayacak ekleme
her şeyi bozar. İyi bir oyuncu hangi
rolü oynuyorsa, bütün ustalığını o rolü tam
gereğince oynamakta kullanır; parlak bir
söylev çekebilmek için oyunun bütünlüğünü
bozmaz.
Kralın önünde devlet işleri konuşulurken
de böyle davranmak gerek. Kötü düşünceleri
kafalardan bir anda söküp atamıyorsunuz,
haksızlıkları bir vuruşta ortadan kaldıramıyorsunuz
diye halka hizmet etmekten
vazgeçmek doğru mudur? Bir fırtınada
kaptan, rüzgâra söz geçiremiyorum diye
gemiyi bırakır mı?
Sizin ilkelerinizin tam karşıtlarıyla
yetişmiş insanlar karşısındasınız: Bütün
düşündüklerinin saçma ve haksız olduğunu
yüzlerine vurursanız elbet dinlemezler sizi.
288/447
Dikine değil, yanlamasına gideceksiniz.
Doğruyu yerinde ve ustalıkla söyleyeceksiniz.
Çabalarınız iyilik getirmese bile kötülüğün
azalmasını sağlar hiç olmazsa, her şeyin iyi
olması için bütün insanların iyi olması
gerekir: O da yarın öbür gün olacak işlerden
değil."
Raphael şöyle karşılık verdi bana:
"Dediğiniz gibi yaparsam ne olur bilir
misiniz? Başkalarını delilikten kurtarayım
derken kendim sapıtırım. Sizinle
konuştuğumdan başka türlü konuşacak
olursam yalan söylemiş olurum. Bazı filozoflar
yalan söylemekte haklı olabilirler, benim
yaradılışım buna elverişli değil.
Konuşmamın devlet adamlarına ağır ve acı
geleceğini biliyorum; ama herkesi afallatacak
kadar aykırı düşünceler ileri sürdüğümü de
sanmıyorum. Platon'un Devlet'indeki
görüşleri, ya da Utopia'lıların bizimkilerden
çok daha üstün bazı düşünüşlerini öne
289/447
sürsem, başka bir dünyadan geliyormuşum
gibi karşılanabilirim: Çünkü burada herkesin
malı mülkü olabilir, oradaysa bütün mallar
mülkler ortaktır. Ama benim söylediklerimde
yadırganacak, her yerde söylenmeyecek,
hatta yararlı olmayacak ne var? Benim
yaptığım tehlikeyi göstermek ve aklı başında
olanı ondan uzaklaştırmak. Kendilerini körü
körüne uçuruma atanlardan başkasına aykırı
gelmez söylediklerim.
Herkese aykırı gelir, alaya alınır, saçma
bir yenilik sayılır diye insanlığın acı ger-
çeklerini ortaya atmamak korkaklık ya da
kötü bir sıkılganlıktır. Öyle değilse İncil'i hiç
açmamalı ve İsa'nın yolunu Hıristiyanlardan
saklamalı. İsa Havarilerine susmayı ve gizlemeyi
yasaklıyor ve şöyle diyordu onlara sık
sık: 'Benim alçak sesle kulağınıza söylediklerimi
siz yüksek sesle, ulu orta söyleyeceksiniz.'
İsa'nın söyledikleriyse bizim
dünyamıza benim konuşmamdan daha da
aykırı gelecek şeylerdi. İsa'nın usta sözcüleri
290/447
sizin demin dediğiniz gibi yanlamasına bir
yol tuttular; insanların, kötü' alışkanlıklarını
Hıristiyanlığa uydurmaktan kaçındıklarını
görünce, İncil'i insanların kötü alışkanlıklarına
göre eğip büktüler. Bu ustaca manevra
nereye götürdü onları? İnsanların vicdan rahatlığıyla
kötülük edebilmelerini sağlamış
oldular.
Kralların yanında benim alacağım sonuç
daha parlak olmayacak. Çünkü ya benim
düşüncem hiç kimseninkine uymadığı için
işe yaramayacak, ya da birçoklarıyla anlaşacağım;
o zaman da Terentius'ta
Mitio'nun dediği gibi 'çılgınlarla çılgınlık'
edeceğim. Sizin yanlamasına yolun nereye
çıkacağını kestiremiyorum. İnsan iyiyi ger-
çekleştiremezse, kötüyü yumuşatmalı hiç olmazsa,
diyorsunuz. Ama bunlar öyle işler ki
ya girmem diyeceksiniz, ya girip suç ortağı
olacaksınız. En korkunç düşüncelere katılmanız,
bir vebadan daha tehlikeli kararlara
oy vermeniz gerekecek, bu yüzkarası
291/447
görüşleri yalancıktan beğenmekse bir casus
ya da bir hainin yapabileceği bir iş olacak.
Demek ki, o yüksek yerlerde Devlet'e yararlı
olmanın yolu yok. Erdemin kendisini bozacak
bir hava eser orada. Çevrenizdeki insanlar
sizin derslerinizle iyileşmek şöyle dursun,
kötülükleriyle sizi baştan çıkarırlar. Hiç
bozulmadan kalırsanız, ötekilerin ahlaksızlığına,
budalalığına paravanlık etmiş olursunuz.
Sizin yanlamasına yolla, kötüyü iyiye
çevirebileceğimizi ummak boşunadır. İşte
onun için tanrısal Platon bilgeleri devlet
işlerinden uzak durmaya çağırır ve bu
öğüdünü şu güzel benzetmeyle destekler:
'Bilgeler sürekli bir yağmur boşanırken
sokaktaki kalabalığa evlerinize girin de ıslanmayın
diye bağırırlar. Sesleri duyulmazsa
sokağa çıkıp herkesle birlikte boşu boşuna
ıslanmazlar; başkalarını budalalıktan kurtaramaymca
evlerinde oturup kendilerini
korurlar tek başlarına.'
292/447
Şimdi, sevgili dostum Morus, içimi açıp
en mahrem düşüncelerimi söyleyeceğim.
Malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her
şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal
adalet ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez.
Ama siz aslan payını kötülere bırakan
bir toplumda doğru bir yan bulursanız,
büyük çoğunlukyoksulluk içinde kıvranırken
doymak bilmez bir avuç insana memleketin
bütün zenginliklerini sömürten bir devlet
mutlu olabilir derseniz o başka.
Utopia'nın kurumlarını başka
uluslarınkiyle karşılaştırınca bir taraftaki bilgeliğe
ve insanlığa hayran olmaktan, öbür
taraftaki akılsızlığa ve barbarlığa vahlanmaktan
kendimi alamıyorum. Utopia'da yasalar
sayıca çok azdır. Yönetim bütün yurttaşları
aynı ölçüde yararlandırır. Herkes değerinin
karşılığını görür. Ortak zenginlik öyle eşitçe
dağıtılır ki herkes bütün yaşama kolaylıklarına
bol bol kavuşur.
293/447
Başka her yerde 'senin benim' ilkesiyle,
karmaşık olduğu kadar da kötülüğe elverişli
bir toplum düzeni kurulmuştur. Binlerce
yasa çıkarılır yine de ne herkes ev sahibi
olur, ne kimsenin mülkü korunabilir, ne de
başkasınınkinden kolayca ayrılabilir. Her
gün sürüyle açılan ve bir türlü bitmek bilmeyen
davalara bakın.
Bunları düşünürken Platon'a candan hak
veriyorum, ve mülk ortaklığını istemeyen
uluslara yasa hazırlamaya yanaşmamış olması
beni hiç de şaşırtmıyor. Bu büyük dâhi
çok önceden görmüş ki insanları mutluluğa
ulaştırmanın tek yolu, eşitlik ilkesini uygulamaktır.
Oysa mülkün tekelde ve mutlak
olduğu bir devlette eşitlik kurulamaz
sanırım, çünkü orada herkes türlü yollarla
kazanabildiği kadar kazanmakta haklı görür
kendini ve ulusun zenginliği ne kadar büyük
olursa olsun, eninde sonunda başkalarının
yoksulluğuna göz yumacak küçük bir azınlığın
eline geçer.
294/447
Çok kez zenginin mutluluğuna ermek
daha çok yoksulun hakkıdır. Cimri, ahlaksız,
yararsız nice zenginler yok mu? Buna
karşılık dürüst, kendi halinde, zanaatı ve
durmadan çalışmasıyla devlete, yarar
görmeden yararlı olan sayısız yoksul var. İşte
bütün bunlar beni kesin olarak şu inanca
götürdü ki, mülk sahipliğini ortadan kaldırmak
memleketin zenginliğini eşitçe,
doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı
mutluluğa kavuşturmanın biricik yoludur.
Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli
oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf
yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde
yaşayacaktır.
Kötülüğü hafifletecek çareler bilmiyor
değilim; ama bunlar hastalığı iyi edemeyecek
ilaçlardır. Örneğin şunlar:
Bir kişinin elde edebileceği toprağı ve
parayı sınırlandırmak.
295/447
Zorbalığa ve bozgunculuğa karşı sert yasalar
koymak.
Yükselme tutkusu ve entrikaları kötüleyip
cezalandırmak.
Devlet görevlerini parayla satmamak."
Ben de Raphael'e dedim ki:
"Sizin düşüncelerinize katılmak şöyle
dursun, bence, tam tersine, mülk ortaklığını
uygulayan memleket dünyanın en yoksul
memleketi olacaktır. Halkın yiyecek, giyecek
ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaksınız?
Herkes işten kaçacak ve başkasının
emeğiyle geçinecek. Yoksulluk tembelleri işe
sürse bile, yasa herkesin hakkını başkalarına
karşı korumayacağı için durmadan
başkaldıranlar olacak ve sizin devlette kan
gövdeyi götürecek.
296/447
Kargaşalığın önüne nasıl geçeceksiniz?
Memurlarınızın sözümona bir üstünlüğü olacak
sadece: Korku, saygı veren şeyi almış olacaksınız
onlardan. Kimseyi kimseden üstün
saymayan bu hep bir, sıradan insanların
nasıl bir devleti olabileceğini düşünemiyorum
bile."
"Böyle düşünmenize şaşmıyorum," dedi
Raphael; "hayal gücünüz böyle bir devleti
tasarlamaya yetmiyor, ya da yanlış tasarlıyor
onu. Ben Utopia'da beş yıl yaşadım ve bu
yeni dünyayı eskisine haber vermek için
geldim. Siz de oraya gitmiş, orada nasıl
yaşandığını görmüş olsaydınız, dünyanın
hiçbir yerinde daha düzenli bir yer olmadığını
söylerdiniz benim gibi."
Peter Giles söze karıştı ve dedi ki
Raphael'e:
"Bu yeni dünyada bizimkinden daha
gelişmiş uluslar olduğuna inandıramazsınız
297/447
beni. Tabiat bizim dünyamızda kafaları daha
düşük bir mayadan yaratmış olamaz ya.
Üstelik bizim arkamızda eski bir uygarlık
örneği var. Uzun bir gelişme içinde gerek
ihtiyaçlar, gerek hayatı güzelleştirme isteği
nice buluşlar doğurmuş. Ayrıca
rastlantılardan doğma nice buluş daha var
ki, en keskin dehalar bile düşünemez onları."
"Eskilik konusunda" dedi Raphael, "bu
yeni dünyanın tarihlerini okumadan doğru
bir yargıya varamazsınız. Bu tarihlere göre,
bizim dünyamızda daha insan yokken orada
şehirler varmış. Dâhilerin ya da rastlantıların
getirdiği buluşlarsa dünyanın her yerinde
olağan şeylerdir. Zekâca yeni dünyalılardan
üstün olduğumuzu kabul edebilirim. Ama
çalışmada, işçilikte, ustalıkta bizi çok geride
bırakmışlar. Size bunu bir örneğiyle
anlatayım.
Bizim gelişimizden önce Utopia'lıların
Avrupa'dan hiç haberi yokmuş. Yalnız on iki
298/447
yıl kadar önce fırtınadan bir gemi batmış
adanın önlerinde. Mısırlı ve Romalı bazı yolcuları
dalgalar kıyıya atmış. Bu yolcular
ölünceye kadar Utopia'dan ayrılmak istememişler.
Bu olaydan çok yararlanmış
Utopia'lılar. Kurtulan yabancılardan
Roma'nın bilimleri ve sanatı üstüne bütün
bildiklerini öğrenmişler. Bu bilgileri
geliştirerek, öğrenemediklerini de kendileri
çıkarmışlar. Böylece bir rastlantıyı değerlendirip
eski dünyanın bütün marifetlerini
benimsemişler.
Belki bizlerden daha başka düşenler de
olmuştur oraya. Ama zamanla unutulmuşlar
herhalde. Belki benim gelişimi de unutacaklar
bir gün. Oysa bu mutlu adalılar benden
çok yararlandılar, Avrupa'nın en güzel buluşlarını
benden öğrenip kendilerine mal
ettiler.
Ama bizler kim bilir kaç yüzyıl sonra ancak
onların en güzel kurumlarını
299/447
benimseyebileceğiz ; aynı zekâ, aynı olanaklarla
onlarınki kadar rahat bir toplum düzeni
kuramayışımız bundan işte. Onların kafaları
durmadan yeni buluşlara yöneliyor,
yararlı her şeyi geliştirip uygulamanın
yolunu arıyorlar."
"Peki," dedim, "bize bu mutlu adayı iyice
anlatın. En küçük ayrıntılarına kadar her
yanıyla, gösterin onu bize. Taşını toprağını,
ırmaklarını, nehirlerini, insanlarını, kurumlarını,
yasalarını serin önümüze dilediğiniz
gibi. Bilmediğimiz her şeyi öğrenmeğe can
atıyoruz, inanın buna."
"Hay hay," dedi Raphael; "bütün bunlar
hep gözümün önünde henüz. Ama, çok zaman
ister bu iş."
"Öyleyse," dedim "gidip yemek yiyelim
önce. Sonra bol bol vaktimiz olur."
300/447
"Nasıl isterseniz," dedi Raphael.
Eve gidip yemek yedik, sonra yine
bahçede aynı yere oturduk. Hizmetçilere
kimseyi yanımıza sokmamalarını tembih ettim
ve Peter'le birlikte kendisini can kulağıyla
dinlemeye hazır olduğumuzu
söyledim Raphael'e. Merakımız karşısındabir
an durup kendini toparladı ve şöyle başladı
söze.
301/447
II. BÖLÜM
"Utopia adası, ortalarına düşen en geniş
yerinde iki yüz mildir. Bu genişlik adanın iki
yanına doğru bir hayli sürüp gider, sonra
uçlara doğru azalmaya başlar. Öyle ki, ada
beş yüz millik bir yarımçember olur ve iki
ucunun arası aşağı yukarı on bir mil çeken
bir hilal biçimini alır. Hilalin ortası geniş bir
körfezdir. Toprak hilalin sırtına doğru yükselir
ve rüzgârları keser. Onun için de körfez
dalgasızdır ve az çok durgun bir gölü andırır.
Bu körfez her yerine gemilerin yanaşabileceği
bir tek geniş liman gibidir. Körfezin girişi
tehlikelidir. Çünkü, bir yanda kumluk
sığlar, öbür yanda, nerdeyse suyun yüzüne
çıkan sarp kayalar vardır.
Tam ortada, çok uzaklarda gözüken ve
gözüktüğü için de tehlikeli olmayan bir
kayalık vardır. Utopia'lılar bu kayalığın
başına bir kale yapmışlar ve içine bir alay
asker yerleştirmişlerdir. Öbür kayalar su
altında olduklarından gemiler için birer tuzaktır.
Bu kayalar arasındaki yolları yalnız
Utopia'lılar bilir. Bir Utopia'lı kılavuz
olmadan hiçbir yabancı gemi buradan içeriye
giremez. Kaldı ki, kıyılarda fenerler olmasa
kendileri bile zor girerler. Bu fenerlerin yerini
değiştirecek olsalar, en kalabalık düşman
filosu yolunu şaşırıp kayalara çarparak batabilir.
Adanın öbür yanında birçok liman var.
Ama orada gerek doğa gerek insan eli öylesine
savunma olanakları yaratmıştır ki, bir
avuç asker bütün bir ordunun karaya çıkmasına
engel olabilir. Söylenenlere inanılacak
olursa, burası eskiden bir ada değilmiş.
Adanın durumu da bunu düşündürüyür.
Eskiden buraya Abraxa denirmiş ama kral
Utopus orayı fethedince Utopia olmuş. Bu
akıllı kral ele geçirdiği ülkenin kaba ve vahşi
halkını uslu, uygar, kibar insanlar haline
303/447
getirdi. O kadar ki, Utopia'lılar bugün
dünyanın en üstün ulusu oldu. Utopus burasını
elde eder etmez, adayı karaya
birleştiren 15 millik berzahı yardırdı ve
böylece Abraxa toprakları Utopia oldu. Bu
dev işin başarılmasında Utopus kendi
ordusunun askerleriyle ada halkını bir arada
çalıştırdı. Çünkü yerlilerin bunu zorla
kölelere yaptırılan bir angarya diye görmelerini
istemiyordu. Bunca insan gücü bir
araya gelince, bir çırpıda başarı kazanıldı. Bu
işi saçma görüp alaya alan komşu devletler,
sonradan şaşırakaldılar ve korkmaya
başladılar. Utopia adasının 54 büyük ve
güzel şehri vardır. Hepsinde aynı dil konuşulur.
Aynı töreler, aynı kurumlar, aynı yasalar
yürürlüktedir. 54 şehrin hepsi aynı plan
gereğince kurulmuştur ve hepsinde bölge
özelliklerine göre biçimlenen aynı devlet
yapısı vardır. Şehirlerin arası en az 24 mildir
ve yürüyerek bir günde birinden öbürüne gidilir.
Her yıl, her şehirden üç yaşlı başlı, bilge
304/447
kişi gelip Amaurote'de toplanır ve memleket
işlerine bakar. Amaurote adanın başkentidir.
Çünkü, orta yerdedir ve herkesin kolayca toplanmasına
elverişlidir. Her şehrin tarım için
en az 20 millik bir toprağı vardır. Genel
olarak, toprak genişliği şehrin uzaklığıyla
orantılıdır.
Hiçbir şehir yasanın çizdiği sınırları
artırma hevesine düşmez. Halk kendini toprağın
sahibi değil, çiftçisi, işçisi diye görür.
Tarlaların ortasında her türlü tarım aracıyla
donatılmış çiftlik evleri vardır. Bu evlerde
her mevsimde, şehrin nöbet sırasıyla yolladığı
işçi orduları oturur. Her çiftçi
birliğinde kadın erkek en az 40 kişi ve iki
köle vardır. Her topluluğun başında, birer
aile babası ve anası olarak, aklı başında,
ölçülü bir kadınla bir erkek bulunur. Her 30
çiftçi ya da aile birliği bir philarch'ın yönetimindedir.
Her yıl, her birlikten 20 çiftçi
şehre döner. Bunlar iki yıllık tarım nöbetini
bitirmiş olanlardır. Bunların yerine 20 kişi
305/447
tarım ödevi yapmaya gelir. Yeni gelenler,
çiftlikte bir yıl çalışmış olanlardan ders
görür, toprağı işlemesini öğrenir ve ertesi yıl
kendileri de başkalarını yetiştirir. Böylece,
çiftçinin toptan acemi olması önlenir ve
halkın yiyeceği bilgisizlik, görgüsüzlük
yüzünden tehlikeye düşmez.
Bu her yılki yenileşmenin ve nöbet
değiştirmenin bir amacı da, yurttaşların hayatını
çetin el kol işlerinde uzun süre yıpratmamaktır.
Bununla beraber, tarım işlerinden
hoşlanan bazıları köyde daha uzun süre
kalma izini alabilirler. Çiftçiler toprağı işler,
hayvan besler, odun keser ve bunları
karadan denizden şehre taşır. Tavukları
çoğaltmakta çok akıllıca bir buluşları vardır.
Yumurtaları kuluçka altına koymazlar,
gerekli sıcaklığı kendileri sağlayıp civciv
çıkartırlar ve civciv kabuğunu delince tavuklar
değil, insanları ana bilip onların ardından
giderler. Pek az at beslerler, ama besledikleri
atlar yaman olur. Gençler onları binicilik,
306/447
savaş talimleri ve yarışlarda kullanırlar.
Tarım ve ulaştırma işlerine yalnız öküzler
koşulur. Utopia'lılar derler ki, öküz atla boy
ölçüşemez, ama ondan daha sabırlı, daha
dayanıklıdır. Öküz daha az hastalanır, daha
ucuza mal olur, üstelik işe yaramaz olunca
eti yenir. Ekip biçtikleri ile bol bol ekmek
yaparlar. Üzümün, elmanın ve armudun suyundan
şarap yapıp içerler. Sadece su ya da
bal ve meyanköküyle kaynatılmış su içtikleri
de olur. Her şehrin ve köylerinin yiyeceği içeceği
en ince hesaplarla belirlenmiştir.
Bununla beraber, çiftçiler harcadıklarından
çok daha fazlasını yetiştirmeğe çalışırlar.
Artan yiyecek içecekler komşu memleketlere
yollanır. Köyde bulunmayan eşyayı, kap
kaçağı, çiftçiler şehirden sağlarlar. Bunlar
için şehir yöneticilerine başvurur ve dilediklerini
karşılıksız ve beklemeksizin alırlar. Bu
işleri, her ay, şehre tatile geldikleri zaman
yaparlar. Hasat zamanı gelince, aile birliklerinin
başları philarch'lar şehir yöneticilerine
307/447
haber salar, ne kadar işçiye ihtiyaçları
olduğunu bildirirler. Bunun üzerine hasatçılar
belli bir zamanda sürü sürü gelir ve
hava güzelse, bir günde ürünleri
kaldırıverirler.
308/447
ŞEHİRLERİ VE BAŞKENT
AMAUROTE ÜSTÜNE
Bir Utopia şehrini bilen, hepsini bilir.
Çünkü, bölge özellikleri dışında, bütün şehirler
birbirine benzer. Onun için size herhangi
bir şehri anlatabilirdim ama, Amaurote
şehrini seçiyorum. Çünkü orası Millet
Meclisinin ve hükümetin bulunduğu yerdir.
Bundan ötürü de bütün öteki şehirlerden
daha ünlü ve önemlidir. Ayrıca orada tam
beş yıl yaşadığım için, en çok orasını severim.
Amaurote alçak bir tepenin tatlı
yamacında ve dörtköşemsi bir biçimde kurulmuştur.
Şehir, tam tepenin biraz altından
başlar ve Anydra ırmağının kıyılarına kadar
iki mil uzar, nehre yaklaştıkça da genişler.
Anydra ırmağı Amaurote'un 24 mil
yukarılarında ufacık bir kaynaktan doğar. Bu
cılız su aktıkça ve başka ırmaklarla
birleştikçe büyür ve şehrin karşısında genişliği
yarım mili bulur. Ondan sonra da
genişledikçe genişler ve 60 mil ötelerde Okyanusa
dökülür. Denizle şehir arasında,
şehrin altı mil kadar yukarısında ırmak suları,
günde altı saat yükselip alçalır. Yükselme
zamanı, denizin suları Anydra'nın
yatağına otuz mil kadar girer ve nehri
kaynağına doğru iter, o zaman Anydra'nın
suları tuzlanır. Ama alçalma başlayınca, sular
temizlenir, şehre tatlı su gelir ve denize
kadar bozulmadan akar.
Anydra'nın iki kıyısı bir taş köprüyle
birleşir. Muhteşem kemerler üstünden geçen
bu köprü, şehrin denize uzak olan yukarı
ucunda kurulmuştur. Gemiler bu köprünün
altından kolayca geçebilirler. Şehirde
bundan daha küçük bir ırmak da vardır. Tatlı
tatlı akan bu nehir, şehrin kurulduğu tepeden
çıkar ve şehri ortasından geçip Anydra
ile birleşir. Amaurote'lular bu ırmağın
kaynağını büyük taşlarla çevirip şehrin sınırları
içine almışlardır. Düşman kuşatacak
olursa, suyu kesmesin, ya da zehirlemesin
310/447
diye, kaynağın en yüksek yerinden künklerle
alınan su, dört bir yana dağıtılıp şehrin en
kuytu köşelerine kadar ulaştırılır. Künklerin
gidemediği yerlerde yağmur sularını toplayan
ve şehir halkının ihtiyaçlarını karşılayan
büyük sarnıçlar vardır.
Şehir çepeçevre yüksek ve kalın duvarlarla
çevrilidir. Yer yer de kuleler ve kalelerle
donatılmıştır. Surların üç yanında derin,
geniş ama çitler, dikenli çalılarla dolu susuz
hendekler vardır. Dördüncü yanındaki
hendekse ırmağın kendisidir. Sokaklar ve
meydanlar, hem ulaştırmayı kolaylaştıracak,
hem de rüzgârdan korunacak biçimde
düzenlenmiştir. Evlerin rahatlığına diyecek
yoktur, hepsi temiz ve güzeldir. Sokaklar
boyunca, karşılıklı ve yanyana uzanırlar.
Evlerin arkasında, geniş bahçeler vardır. Her
evin bir kapısı sokağa, bir kapısı bahçeye
açılır. Her iki kapı da bir dokunuşta açılacak
kadar hafiftir. Kilitler anahtarlar yoktur.
İsteyen girebilir. Çünkü evde hiçbir şey özel
311/447
değildir, ne varsa herkesin malıdır.
Utopia'lılar ev bark konusunda ortaklık
ilkesine bağlıdırlar. Özel mülk düşüncesini
kökünden yok etmek için her on yılda bir ev
değiştirirler ve herkesin oturacağı ev kura ile
belli olur. Şehirliler bahçelerine büyük bir
önem verirler. Üzümler, meyveler, çiçekler
ve türlü bitkiler yetiştirirler. Bu işi o kadar
bilgi ve zevkle yaparlar ki, ben şimdiye kadar
hiçbir yerde bu bahçelerden daha bereketlisine,
daha verimlisine ve göze daha güzel
görünenine rastlamadım. Bahçeye düşkünlükleri
sadece kendi zevkleri için değildir.
Şehrin mahalleleri arasında en bakımlı
bahçeyi kimler yapacak diye bir yarışma
vardır. Doğrusu yurttaşlar için bundan daha
hoş, daha yararlı bir uğraş düşünülemez.
Utopia'yı kuran bunu çok iyi anlamış olacak
ki herkesin aklını bahçelere çelmek için ne
gerekse yapmış. Utopia'lılar şehrin genel
planını Utopus'un yaptığını söylerler. Ama
bu devlet kurucusu tasarladığı bütün yapıları
312/447
ve güzel yerleştirmeleri bitirememiş ve bir
insan ömrünü aşan bu işleri kendinden sonraki
kuşaklara bırakmış.
Adanın fethinden beri, özenle saklanan
ve 1760 yıllık bir tarihi kucaklayan tutanaklardan
öğrendiğimize göre, başlangıçta evler
çerden çöpten, alçacık birer kulubeymiş,
duvarları kerpiç, saçaklı damları sazlarla
örülüymüş. Şimdiyse evler üç katlı taş ya da
tuğla duvarlı, derli toplu ve içten sıvalıdır.
Tavanlar düzdür, ucuz, yanmaz ve yağmura
karşı kurşundan daha dayanıklı bir maddeyle
kaplıdır. Rüzgâra karşı camlı pencereler
vardır. Çünkü Utopia'da cam çok kullanılır.
Bazı yerlerde cam yerine amber ya da yağla
saydamlaştırılmış ince bezler kullanıldığı
olur. Böylece ev hem rüzgârdan korunmuş,
hem de daha fazla ışıklanmış olur.
313/447
YÖNETİM GÖREVLİLERİ
Otuz aile her yıl, eski dilde syphogrant,
yeni dilde philarch denilen bir baş seçerler.
On syphogrant, 300 aile ile birlikte, eski
dilde tranibore, yeni dilde baş philarch denilen
birisinin buyruğu altındadırlar. 200 syphogrant,
en dürüst, en uygun kimseyi seçeceklerine
and içtikten sonra, halkın gösterdiği
dört adaydan birini, gizli oyla başkan
seçerler. Şehir dörde bölünmüş olduğu için,
her bölümün bir adayı Kurultaya sunulmuştur.
Başkan, zorbalığa kaçmadığı sürece,
ömrü boyunca yerinde kalır. Tranibore'lerse,
her yıl seçilirler, ağır bir neden olmadıkça da
değiştirilmezler. Bütün öbür görevler de bir
yıllıktır. Tranibore'ler her üç günde bir,
gerekirse daha sık, başkanla birlikte toplanır,
memleket işlerini görüşürler. Yurttaşlar
arasında, binde bir çıkan anlaşmazlıklara
çarçabuk çare bulurlar. Kurultayın her toplantısında
iki syphogrant hazır bulunur ve
bu iki halk temsilcisi her toplantıda değişir.
Kamuyu ilgilendiren işler, kurultayda üç gün
tartışıldıktan sonra karara bağlanır. Kurultay
ve büyük halk toplantıları dışında, bir araya
gelip memleket işlerini konuşmak ölümle
cezalandırılan bir suçtur. Bu da, başkanla
tranibore'lerin kolayca bir araya gelip, halkı
zorbaca yasalarla ezmeye ve rejimi
değiştirmeye kalkışmalarını önlemek için
olsa gerektir.
Önemli sorunlar önce syphogrant'ın
seçim bölgelerine sunulur. Syphogrant'lar
durumu ailelerine anlatırlar. O zaman sorun
halk kurultayı önüne getirilir; ondan sonra
da syphogrant'lar aralarında görüşüp kendi
düşüncelerini ve halkın isteğini yüksek kurultaya
sunarlar. Bazı sorunlar da, bütün ada
halkının önüne getirilir. Yüksek kurultayın
uyduğu şu kural da anılmaya değer: Bir öneri
geldiği zaman, hemen o gün üstünde tartışılmaz.
Tartışma gelecek toplantıya bırakılır.
Böylelikle, kimse ilk aklına gelen şeyleri
315/447
gelişigüzel ortaya atmaz ve halkın yararını
unutarak kendi düşüncesini savunmaya
kalkışmaz. İnsan çok kez öne sürdüğü bir
düşünceden vazgeçmeyi kendine yediremez.
Yanıldığını açığa vuramaz. Kendi ününü kurtarmak
için halkın yararını feda eder.
Ayaküstü düşünmenin yarattığı bu büyük
tehlike böylece önlenmiş ve kurultay üyelerine
düşünmek için bol bol vakit
bırakılmıştır.
316/447
BİLİMLER, SANATLAR,
UĞRAŞLAR
Kadın erkek bütün Utopia'lılar usta birer
tarımcı olmak zorundadırlar. Çocuklar
erkeklerden tarımı okulda öğrenir ve şehre
yakın köylere, tarlalara geziye götürülüp
öğrendiklerini yerinde görürler. Orada
çalışanları seyreder, kendileri de çalışmalara
katılırlar. Bu tarım çalışmaları onların beden
güçlerini de geliştirir. Bütün Utopia'lıların
katılmak zorunda olduğu tarım dışında,
herkes özel bir iş eğitimi görür. Kimi dokumacılık
öğrenir, kimi duvarcılık, testicilik,
kimi demircilik ya da dülgerlik. Başlıca
zanaatlar bunlardır. Bütün adalılar bir örnek
giyinirler. Yalnız kadınla erkeğin, bekârla
evlinin kılıkları değişir. Giysilerde hem
güzellik, hem de rahatlık aranır. Aynı giysi
yazın da kışın da giyilebilir. Her aile kendi giyeceklerini
kendi yapar. Kadın erkek,
yukarıdaki zanaatların birini öğrenmek
zorundadır. Kadınlar, daha güçsüz oldukları
için, yün ve keten işlerinde çalışırlar daha
çok. Zor işleri erkekler görür. Genel olarak,
herkes ana babasının zanaatında yetişir.
Çünkü, en tabii olarak tutacakları yol budur.
Ama bir başka zanaata heves ve yeteneği
olan çıkarsa, o zanaatla uğraşan bir başka
aileye evlatlık olarak girer. Babası da, hükü-
met de, onun dürüst bir aile babasının hizmetine
girmesine yardım ederler. Bir
zanaatı edindikten sonra bir başkasını öğrenmek
isteyen olursa, ona da bu olanak verilir.
Şehrin ihtiyaçlarına aykırı düşmemek
şartıyla, yurttaş öğrendiği her iki zanaatten
birini benimsemekte özgür bırakılır.
Syphogrant'ların başlıca ve hemen hemen
tek görevi, kimsenin aylaklığa, tembelliğe
düşmemesini ve herkesin zanaatım canla
başla yapmasını sağlamaktır. Utopia'lıların
sabahtan akşama kadar koşu hayvanları gibi
işe sarıldıklarını da sanmamalı. Böyle yorucu
bir hayat, ruh için de, beden için de
318/447
işkenceden ve kölelikten beterdir. Oysa,
Utopia'dan başka yerlerde işçinin yürekler
acısı durumu budur. Utopia'lılar günün ve
gecenin yirmi dört saatini eşit parçalara
bölmüşlerdir. Yirmi dört saatin yalnız
altı saati işe ayrılmıştır: Üç saat öğleden önce
yemeğe kadar; üç saat de, iki saatlik dinlenmeden
sonra, akşam yemeğine kadar. Akşam
saat sekizde yatarlar ve tam sekiz saati
uykuya verirler. Bizim öğle dediğimiz saat
onlar için birdir. Çalışma, uyku ve yemek
saatleri dışındaki zamanı, herkes istediği gibi
kullanabilir. Bu saatler hayhuyla, aylaklıkla
geçmez, Utopia'lılar işlerini uğraşlarını
değiştirerek dinlenirler. Bu da gerçekten
güzel bir kurum sayesinde başarılır. Her sabah
gün doğmadan, serbest ders saatleri
vardır. Yalnız bilim yolunu seçenler bu derslere
girmek zorundadırlar. Ama, başka
herkes, kadın erkek, hangi zanaatten olursa
olsun, bu derslere katılabilirler. Halk bu derslere
seve seve gider, zanaatine ve zevkine
319/447
uygun bir öğrenim kolunu izler. Birçokları
serbest, yine kendi işlerinde çalışmayı tercih
ederler; böyleleri soyut bilgiden hoşlanmayanlardır.
Kimse onlara engel olmaz; üstelik
devlete yararlı oldukları için saygı bile
görürler. Akşam yemekten sonra Utopia'lılar
yazın bahçelerde, kışın yemek yedikleri
kapalı yerlerde, bir saat türlü eğlenceler
düzenlerler. Ya çalgı çalıp türkü söylerler, ya
da görüşüp tartışırlar. Zar, iskambil gibi budalaca
ve zararlı kumar oyunlarının hiçbirini
bilmezler. Bununla beraber, bizim satrancımıza
benzer iki çeşit oyunları vardır:
Birincisi bir hesap oyunudur. Sayılarla oynar,
yarışırlar bu oyunda. İkincisi, iyilik ve
kötülük savaşı diyebileceğimiz bir oyundur.
Bu oyunda kötülüklerin anarşiye götürdüğü,
insanları birbirinden kinle ayırdığı, buna
karşılık iyiliklerin herkesi birleştirdiği açıkça
görülür. Her iyilik, onun karşıtı olan
kötülükle savaştırılır; kötülüğün nasıl
zorbalığa, kurnazlığa kaçtığı, ama iyiliğin
320/447
kötülüğe nasıl karşı koyduğu, onu nasıl altettiği,
her iki tarafın zafere ne yoldan ulaşmak
istedikleri görülür. Ama burada ileri sürülecek
olan ciddi bir karşıdüşünceyi eklemek
zorundayım. Belki diyecekler ki bana:
'Günde altı saat çalışma halkın ihtiyaçlarını
gidermeğe yetmez. Utopia yoksulluğa düşer.'
Hiç de öyle değil. Tersine, altı saat çalışma
bütün rahatlıkları bol bol karşıladıktan
başka, ihtiyaçların çok üstünde bir ürün de
sağlıyor. Başka memleketlerde nice insanların
aylak gezdiklerini düşünürseniz,
Utopia'da neden bunun böyle olduğunu anlarsınız.
Halkın yarısı olan kadınların hemen
hepsi bazı yerlerde aylaktır, kadınların
çalıştığı yerlerdeyse hemen bütün erkekler.
Hiçbir iş görmeyen bir sürü rahip ve din
adamı da görülür. Bunlara, soylular ve derebeyleri
denilen bütün zenginleri, bir de onların
sürü sürü uşaklarını, giyimli kuşamlı,
eli bıçaklı adamlarını ekleyin. Tembelliklerini
uydurma sakatlıklar altında gizleyen
321/447
sapasağlam sayısız dilenciyi de unutmayın.
Göreceksiniz ki, alın terleriyle insanlığı besleyenlerin
sayısı sanıldığından çok daha
azdır. Gerçekten yararlı ve zorunlu işlerde
çalışan insanların ne kadar az olduğunu
düşünün. Paranın her şey olduğu çağımızda
yalnız lüksün ve ahlaksızlığın buyruğunda
çalışan bir sürü boş ve yararsız zanaatler
görülüyor. Ama bu durumda bütün işçileri
yararlı ve zorunlu ürünleri bol bol sağlamak
üzere dağıtacak olursak, gündelikler o kadar
düşer ki, hiçbir işçi kazancıyla geçinemez.
Diyelim ki, sadece lüks eşya yapanları ve
hiçbir şey üretmeden iki işçinin emeğini ve
payını yiyenleri yararlı işlere sürüyoruz, o zaman
bu işçilerin besleyici ürünleri ve rahatlıkları,
hatta tabiata uygun zevkleri sağlamak
için iki kat daha çok vakitleri olacak.
Bu anlattıklarımın doğruluğu Utopia'da
açıkça görülür. Köyleriyle birlikte bütün bir
şehirde, çalışabilecek yaşta ve güçte oldukları
halde yasaya uygun olarak çalışmayan kadın
322/447
erkek sadece beşyüz kişi vardır.
Syphogrant'lar da bunlar arasındadır. Böyleyken
onlar bile, halkı coşturmak için
çalışırlar. Syphogrant'ların, rahiplerin salık
vermesiyle bilim kollarında gelişmesi istenen
kimseler de kol gücüyle çalışmak zorunda
değildirler. Ama bunlardan biri umulan
başarıyı gösteremezse, yeniden işçiler
arasına yollanır. Buna karşılık, boş zamanlarında
çalışıp bilgi edinen bir işçi, işten
alınır ve bilim kollarında çalışanlar arasına
sokulur. Elçiler, rahipler, tranibore'ler ve
eskiden Brazanes, bugünse Adamus denilen
şehir başkanı da bu okumuş kişiler arasından
seçilir. Halkın üst yanı hiç aylak kalmaz,
yararlı işlerde çalışır, az zamanda bol ve
kusursuz işler çıkaracak şekilde yönetilir.
Utopia'da her şey düzenli ve bakımlı olduğu
için iş azalır. Utopia halkı bizdekinden çok
daha az çalışır. Dünyanın başka yerlerinde
evlerin yapılması ve onarılması birçok insanın
durmadan çalışmasını gerektirir.
323/447
Çünkü, babanın büyük masraflarla yaptığı ev
savruk bir oğula miras kalıp zamanla yıkılır
gider ve onun mirasçısı evi onarmak için
yeniden avuç dolusu para dökmek zorunda
kalır. Hatta, bazen gösteriş meraklısı bir
evlat baba evini hor görür ve çok geçmeden
onu bırakıp başka bir yerde dünyanın parasıyla
bir başka ev yapmaya kalkar.
Utopia'daysa her şey önceden öylesine hesaplanmış
düzenlenmiştir ki, yeni arsalarda
yeni evler yapıldığı binde birdir. Evin eskiyen
yeri hemen onarılır ve çöküntüler önlenir.
Böylece, yapılar az masraf ve az emekle
sağlam tutulur. Çoğu zaman, işçilerin eli
boş kalır ve evlerinde gereç hazırlamak, tahta
ve taş yontmakla vakit geçirirler. Bir yapı
kurmak gerekince, hazır gereçlerle iş çarç-
abuk bitirilir.
Utopia'lıların giyimleri de, bakın, ne
kadar ucuza gelir. Çalışırken deri ya da post
giyerler ve bu giysi yedi yıl dayanır. Sokağa
çıkınca, kaba iş elbiselerini saklayan bir
324/447
pelerin giyerler. Bu pelerinin rengi yünün
kendi rengidir ve bütün adada aynıdır.
Böylece, hem başka memleketlerden daha az
yün kumaş harcarlar, hem de bu kumaş, boyanmadığı
için, daha ucuza gelir. Ama keten
kumaşlar daha kolay yapıldığı için daha çok
kullanılır. Keten olsun yün olsun, dokumanın
inceliğine bakmaz, temizlik ve
beyazlık ararlar. Genel olarak, bir giysi iki yıl
gider, oysa başka yerlerde herkesin yünlü
ipekli, renk renk dört beş kat giysisi vardır,
hatta süsüne düşkünler on giysiyi bile azımsarlar.
Utopia'lıların öyle bir merakları yoktur.
Çok giysi ile insan ne kendini soğuktan
sıcaktan daha iyi koruyabilir, ne de daha zarif
olur.
Görülüyor ki, Utopia'da herkes gerçekten
yararlı işler ve zanaatler de çalışır, her istediklerini
bol bol buldukları için, el işlerinde
uzun süre çalışmazlar; ürünlerde çok fazla
bir artış oldu mu, gündelik işleri bırakıp, hep
birlikte bozuk yolları onarmaya giderler.
325/447
Hem gündelik hem de olağanüstü işleri olmadı
mı, çalışma süresi bir genelgeyle
kısaltılır. Çünkü, devlet yurttaşların yararsız
işlerle yorulmasını istemez. Utopia'da
toplum kurumlarının amacı, her şeyden
önce, halkın ve bireylerin ihtiyaçlarını gidermek,
sonra herkese bedenin köleliğinden
kurtulmak, düşüncesini özgürce işletmek,
kafa yetilerini bilimler ve sanatlarla
geliştirmek için mümkün olduğu kadar çok
vakit bırakmaktır. Utopia'lılar için gerçek
mutluluk işte bu düşünce gelişmesinin ta
kendisidir.
326/447
UTOPIA'LILARIN YAŞAYIŞLARI
VE KARŞILIKLI İLİŞKİLERİ
Şimdi Utopia'lıların birbirlerine karşı
nasıl davrandıklarını, ne gibi işlerle ve
eğlencelerle vakit geçirdiklerini, her şeyi
aralarında nasıl paylaştıklarını anlatacağım.
Utopia'da şehir, ailelerden meydana gelir.
Çoğu ailede ise, akrabalar bir araya toplanmıştır.
Evlenme çağına gelen genç kızlar,
evlenip kocalarının evine giderler. Ama
bütün erkek çocuklar kendi ailelerinde kalır
ve bu ailenin en yaşlı erkeğinin sözünden
çıkmazlar. Ailenin başı bunarsa, yaş
bakımından hemen sonra gelen, onun yerini
tutar.
Köydekiler bir yana, her şehirde altı bin
aile vardır. Gerekli yurttaş sayısı ne azalsın,
ne de aşırı ölçüde artmasın diye, bir ailede
on üç, on dört yaşlarında çocukların, hiçbir
zaman ondan az ve on altıdan çok
olmamasına dikkat edilir. On üç, on dört
yaşından küçük çocuklar bu kuralın dışında
kalırlar. Ama ötekilerin durumu kolayca
düzenlenir; çünkü on üç on dört yaşında
çocuğu fazla sayıda olan aileler, aynı yaşta
çocukları daha az sayıda olan ailelere verirler
bunları. Bir şehirde nüfus gerektiğinden çok
artarsa, bu şehirde oturanların bazıları, daha
az nüfusu olan başka şehirlere aktarılır. Eğer
bütün adada nüfus artarsa, o zaman her şehirden
birtakım yurttaşlar seçilir. Bunlar,
boş toprakları olan bir yerde, Utopia yasalarına
uygun yeni bir şehir kurarlar. Orada
oturan köy halkı, canları isterse bu yeni şehri
kuranlara katılır, onlarla beraber otururlar.
Böyle birleşip beraber oturanlar, aynı hayatı
sürmeğe kolayca alışırlar; ve her iki tarafın
da yararına olur bu. Çünkü Uto pia'lılar, yasalarıyla
bu işi öyle bir düzenlerler ki, o
zamana kadar şehir lerin de köylerin de işine
yaramayan toprak, şimdi her ikisi için de be
reketli olur. Eğer yeni şehri kurmak üzere
328/447
aldıkları topraklarda oturan lar,
Utopia'lılarla beraber oturmaya ve onların
yasalarına uymaya razı olmazlarsa,
Utopia'lılar bu adamları yeni şehrin sınırları
dışına atarlar. Başkaldırır, karşı koyarlarsa,
o zaman da Utopia'lılar onlarla
savaşırlar. Çünkü toprağı boş tutmak, hiçbir
şekilde bundan faydalanmamak, ta biat kurallarına
göre o toprak sayesinde beslenmesi
ve rahat etmesi ge reken başka adamların da
bu toprağı ele geçirip kullanmalarına engel
olmak, Utopia'lılara göre savaş açmak için
son derece haklı bir neden dir. Eğer bir
şehrin nüfusu çok azalırsa ve öteki şehirlerin
nüfusunu azaltmadan bu şehri doldurmanın
yolu yoksa (söylediklerine göre böyle bir durum,
bir veba salgını yüzünden, yalnız iki kere
olmuştur şimdiye kadar), o zaman
Utopia'lılar, kendilerine bağlı yabancı şehirlerden
gereken sayıda adam getirerek orasını
doldururlar. Çünkü kendi adalarında
bulunan bir şehir yıkılıp yok olacağına,
329/447
yabancı şehirlerin bu hale düşmesini tercih
ederler.
Ama gelelim yine Utopia'lıların birlikte
yaşamalarına. Anlattığım gibi, aileyi en yaşlı
adam yönetir. Karılar kocalarına, çocuklar
ana babalarına, gençler yaşlılara hizmet
ederler. Her şehir, dört eşit bölge ya da mahalleye
bölünmüştür. Her mahallenin ortasında,
içinde her çeşit eşya bulunan bir
pazar yeri vardır. Bütün ailelerin ürettiği
mallar, bu pazar yerine getirilip, orada belli
evlerde, ambarlarda ve depolarda biriktirilir.
Her ailenin büyüğü, ya da evin başı, para
ödemeden, karşılık olarak başka bir mal, rehin
olarak bir eşya, ya da bir senet vermeden,
kendisine ve birlikte oturanlara
gereken malları bu pazar yerinde alıp
götürür. Her şey bol olduğuna göre, hiç kimsenin
gereğinden fazlasını istemeyeceği de
bilindiği için, ne diye herhangi bir şey esirgensin
aile başından? Bir şeyden yoksun kalmayacağına
güveni olan da, ne diye bunun
330/447
gereğinden fazlasını istesin? Herkes bilir ki,
bütün canlı varlıklarda, açgözlülüğün nedeni
ya korku ya da yoksulluktur. İnsanda ise,
bazen yalnız kendini beğenmişlikten gelir
açgözlülük. Çünkü faydasız ve boş şeyleri
gösterişle ortaya serip, başkalarından üstün
geçinmeyi şanlı bir iş sayar insanlar.
Utopia'lılar arasında böyle kötü huyların yeri
yoktur. Anlattığım bu pazarlara bitişik, bir de
yiyecek pazarları vardır. Orada her çeşit sebze,
meyve, ekmek, balık ve her türlü et bulunur.
Çarşıya getirilmeden önce, şehrin
dışındaki akarsularda, bunların bütün kiri
pisliği iyice yıkanıp temizlenir. Sonra
Utopia'lıların köleleri bunları keserek, bir
kere daha yıkayıp temizlerler. Utopia'lılar
özgür yurttaşlarına hayvan kestirmezler.
Çünkü hayvan öldüre öldüre, insan huyunun
en tatlı yanı olan acıma duygusunun, yavaş
yavaş körleşip yok olacağını düşünürler.
Utopia'lılar, kokusuyla havayı bozup salgın
hastalıklara yol açmasın diye, kirli, pis, ya da
331/447
tiksindirici herhangi bir şeyin şehre girmesine
de izin vermezler.
Her sokakta, eşit aralıklarla birbirinden
ayrılan ve başka başka adlar taşıyan büyük
halkevleri vardır. Syphogrant'lar burada
otururlar. Bu evlerin çevresinde, on beş aile
bir yanda, on beş aile de öteki yanda olmak
üzere otuz aile oturur. Her halkevinin sorumlusu,
belirli bir saatte çarşıya gidip, bu
otuz ailedeki insan sayısına göre yiyecek alır.
Her şeyden önce, hastanelerde yatan
yurttaşların yiyecekleri düşünülür. Her
şehrin çevresinde, surların biraz dışında,
dört tane hastane vardır. Bunlar öylesine
geniş ve ferahtırlar ki, dört şehircik gibidirler.
Bu büyük yapılarda hastalar, sayıları ne
kadar çok olursa olsun, sıkışık ve rahatsız bir
duruma düşmezler; ve bulaşıcı hastalıkları
olanlar ayrı bir yerde yatabiilirler. Hiç kimse
zorla hastaneyeyatırılmaz. Ama insan sağlığı
için gereken her şeyin bulunduğu çok iyi
332/447
düzenlenmiş bu hastahanelerde, en usta
hekimler yurttaşlara o kadar iyi bakarlar ki,
orada yatmak varken kendi evinde yatmak
isteyen bir hasta bulunmaz bütün şehirde.
Hastane sorumluları, hekimlerin kararlaştırdıkları
yiyecekleri çarşıdan aldıktan
sonra, geri kalanlar, her halkevindeki insan
sayısına göre, eşit olarak bölünür. Şehir
başkanının, başrahibin, tranibore'lerin,
elçilerin ve yabancıların yiyecekleri de bir
yana ayrılır. Gerçi Utopia'ya pek az sayıda
yabancı gelir ama, onlara ayrılan dayalı
döşeli evler vardır yine de.
Öğle ve akşam yemeklerini haber veren
boru ötünce, kendi evlerinde ya da hastahanelerde
yatanlar bir yana, bütün aileler bu
halkevlerinde toplanır. Buraya gereken yiyecek
sağlandıktan sonra, bir adamın çarşıdan
yiyecek alıp kendi evine götürmesi yasak
değildir. Ama hiçbir Utopia'lı da büyük bir
neden olmadan bu hakkını kullanmaz.
333/447
Çünkü isteyen evinde yemekte serbest
olduğu halde, kimse bunu pek doğru bulmaz.
Üstelik de hemen orada yakındaki
halkevinde güzel ve lezzetli yemekler hazır
dururken, evde uğraşa uğraşa kötü bir yemek
pişirmek düpedüz saçma sayılır. Bu
halkevlerinde, bütün aşağılık, zahmetli ve
ağır işleri köleler görürler. Ama yemekleri
pişirip kotarmak ve her şeye çeki düzen vermek
ödevi, sırayla her ailenin kadınlarına
düşer. Utopia'lılar yemeklerde, sayılarına
göre, üç ya da üçten fazla masa kullanırlar.
Erkekler duvardan yana otururlar, kadınlar
karşılarındadır. Birdenbire yemeği bırakmalarını
gerektiren bir durum olursa, kimseyi
rahatsız etmeden kalkıp çocukların
odasına girebilirler.
Sütninelerle bebeklere özel bir oda verilir.
Odada ocaklar, temiz su ve beşikler vardır.
Gerektiği zaman bebekleri yatırırlar. Canları
isteyince de onları ocak başında kucağa alırlar,
oyunlarla oyalarlar. Ölüm ve hastalık bir
334/447
yana, her ana kendi çocuğunu emzirir. Ananın
ölümü ya da hastalığı halinde, yöneticilerin
eşleri, hemen bir sütnine bulurlar bebeğe.
Çok kolaydır bu. Çünkü şefkatin bu
çeşidi Utopia'da çok övüldüğü için, sütninelik
yapabilecek bütün kadınlar, bu işi seve
seve üstlerine alırlar. Emzirdikleri çocuk da
büyüyünce, sütninesini öz anası bilir. Beş
yaşından küçük çocuklar, sütninelerinin
yanında kalırlar hep. Evlenemeyecek kadar
küçük olan bütün kız ve erkek çocuklar sofrada
hizmet ederler. Eğer bunu yapamayacak
yaşta iseler, uslu uslu sofranın çevresinde
ayakta dururlar. Sofradan kendilerine
verilenleri yerler. Bunun dışında, ayrıca bir
yemek saatleri yoktur onların. Syphogrant ile
eşi, yemek odasının bir ucundaki baş masanın
ortasında otururlar. Çünkü oradan bir
bakışta herkes görülebilir. Topluluğun en
yaşlılarından iki kişi vardır yanlarında. Zaten
sofraya gelen her yemek dört kişiliktir. Eğer
o topluluğun bir tapınağı varsa, o zaman
335/447
rahiple eşi şeref yerinde, syphogrant ile
karısının yanına otururlar. Onların her iki
yanında gençler, gençlerin yanında da
yaşlılar oturur. Böylece yemek odasında
gençler hem beraberdir, hem de yaşlılarla
birlikte otururlar. Utopia'lılara göre, sofranın
böyle düzenlenmesiyle, yaşlıların
ağırbaşlılığı ve saygınlığı sayesinde, gençlerin
söz ya da davranışlarında herhangi yersiz
bir taşkınlık önlenmiş olur. Çünkü sofradaki
gençler gizlice bir şey söylerler ya da yaparlarsa,
yanlarındakilerden ya biri ya da öteki,
nasıl olsa farkına varacaktır bunun. Öğle ve
akşam yemekleri başlarken, doğruluk ve erdem
üstüne bir parça okunur yüksek sesle.
Ama herkesi sıkmamak için bu iş kısa kesilir.
Acıklı ve tatsız sözlere kaçmadan, yaşlılar,
okunan parçalardan faydalanarak bir
konuşma konusu bulurlar. Zaten yaşlılar
bütün yemek vaktini, kendi uzun ve can
sıkıcı konuşmaları ile geçirmezler. Delikanlıları
seve seve dinlerler. Hatta onların aklını
336/447
ölçmek, erdeme ne kadar yatkın olduklarını
anlamak amacıyla, yiyip içmenin verdiği rahatlık
içinde, gençlerin çekinmeden
konuşmalarına yol açarlar. Öğleden sonraları
çalıştıkları için, Utopia'lıların öğle yemekleri
uzun sürmez. Ama akşam yemeklerinden
sonra dinlendikleri ve uyudukları, böylece
yediklerini daha iyi ve daha kolay sindirebildikleri
için, bu yemekler biraz daha uzun
sürer. Her zaman müzik vardır akşam yemeklerinde.
Çeşitli çerezler, meyveler,
tatlılar da eksik değildir sofrada. Yemek
odasına hoş kokular yayılsın diye, çeşitli otlar,
buhurlar yakılır, dört bir yana güzel kokulu
sular serpilir. Evet, sofradakilerin
keyiflenmesi için, ellerinden geleni yaparlar.
Çünkü onlarca, zararsız olan her zevk yerindedir.
İşte Utopia'lılar böylece beraber yaşarlar
şehirlerde. Ama köylerde, komşularından
uzak, yalnız oturanlar, öğle ve akşam yemeklerini
kendi evlerinde yerler. Yurttaşların
bütün yiyecekleri oralardan geldiği için,
337/447
köyde oturan aile herhangi bir yiyecekten
yoksun kalmaz.
338/447
UTOPIA'LILARIN GEZİLERİ VE
BAŞKA KONULAR
Bir yurttaş başka bir şehirde oturan dostunu
görmek, ya da sadece zevki için gezip
dolaşmak isterse, Syphogrant ve
tranibore'ler, önemli bir sakınca olmadıkça,
kendisine seve seve izin verirler. Geziye gidecekler
anlaşıp yola birlikte çıkarlar. Ellerinde
başkanın kendilerine izin veren ve dönecekleri
günü belirten bir mektubu bulunur.
Onlara bir araba ve koşum hayvanlarına
bakacak bir köle verilir. Genel olarak,
aralarında kadın bulunmazsa, yolcular, arabayı
bir yük sayıp, geri çevirirler. Yol için
hiçbir azık derdine düşmezler. Çünkü, gidecekleri
her yerde kendi evlerinde olacakları
için, her aradıklarını bulurlar.
Yolcular herhangi bir yerde bir günden
fazla kalırlarsa, her biri kendi zanaatında
çalışmaya gider ve meslek arkadaşları onu
çok iyi karşılar. Kendi başına şehrinin sınırlarını
aşan kimse suçlu sayılır. Elinde
başkanın izin kâğıdı yoksa bir kaçak olarak
geri getirilir ve ağır cezaya çarptırılır. Hatta
suçu yeniden işlerse, özgürlüğünü yitirir.
Yurtta kendi şehrinin kırlarında ve
köylerinde dolaşmak isterse, karısının ve aile
büyüğünün izni yeter. Ama gittiği yerde yiyeceğini
çalışıp kazanmak zorundadır. Bu koşul
içinde herkes şehrinden çıkıp çevrede dolaş-
abilir. Çünkü, oralarda da şehirdeki kadar
yararlı olur. Görüyorsunuz ki, Utopia'da işsizlik
ve tembelliğe yer yoktur. Utopia'da ne
meyhane vardır, ne fuhuş yeri, ne baştan
çıkma fırsatı, ne de gizli kapaklı toplantı yeri.
Herkes her an herkesin gözü önündedir;
memleketin yasalarına ve törelerine göre
çalışmak ve dinlenip eğlenmek zorundadır.
Bu mutlu toplumda herkes eşit olarak rahatlık
payını alır. Dilencilik, yoksulluk orada
bilinmeyen olağanüstü hallerdir. Her Utopia
şehrinin Amaurote Kurultayına üç elçi
340/447
gönderdiğini söylemiştim. Kurultayın ilk
oturumlarında, adanın değişik bölgelerindeki
ekonomik durum incelenir. Neyin
nerde bol, nerde kıt olduğu belli olunca, o yıl
mutsuz şehirlerin eksikleri, daha mutlu olan
şehirlerin bolluklarıyla giderilir ve bu iş
çıkarsız olarak yapılar. Veren şehir verdiği
şehirden karşılık istemez. Alansa verene
hiçbir şey borçlu olmaz. Böylece, bütün Utopia
bir tek aile, bir tek ev gibidir. Gelecek
yılın nasıl olacağı bilinmediği için, Utopia
ihtiyaçlarını iki yıl için karşılar, bu ihtiyacı
aşan fazla ürünleri, buğdayı, balı, keteni,
odunu, boya, deri, bulmumu, içyağı, hayvan
ve daha başka şeyleri dışarıya yollar. Bu malların
yedide biri, gönderildikleri memleketlerin
yoksullarına bedava dağıtılır. Üst
yanı insaflı fiyatlarla satılır. Bu ticaret
yoluyla, Utopia'ya sadece altın ve gümüş
değil, yararlı maddeler, örneğin, demir girer.
Utopia'lılar bu alışverişe başlayalı beri inanılmayacak
kadar zengin olmuşlardır. Onun
341/447
için bugün peşin parayla satmak umurlarında
değildir. Genel olarak, senet karşılığı
satarlar ama tek tek kişilerin imzalarına
güvenmezler. Bu senetlerin malı alan şehrin
mührünü, garantisini taşıması gerekir.
Ödeme günü geldi mi, imzayı veren şehir
borçlulardan parayı toplar ve Utopia'lılar
alacaklarını isteyinceye kadar, bu parayı
hazinesinde saklar ve kullanır. Utopia'lılar
hiçbir zaman bütün borcu toptan istemezler.
Kendileri için yararsız, başkalarına ise yararlı
bir şeyi ellerinden almayı haksızlık sayarlar.
Bununla beraber, alacaklarını toptan istedikleri
de olur. Bunu komşu bir ulusa borç
verecekleri ya da bir savaş açacakları zaman
yaparlar. Savaş oldu mu, bütün paralarını bir
araya toplayıp, beklenmedik tehlikelere,
sıkıntılara karşı bir kalkan gibi kullanırlar.
Tuttukları yabancı askerlere bu paraları bol
bol verirler. Çünkü, Utopia'lılar kendi
yurttaşından çok yabancıları ölüm tehlikesine
atar. Şunu da bilirler: En azgın
342/447
düşman bile, çok zaman büyük paralarla
satın alınabilir, ve yine bilirler ki, ihanetleri
sağlamak için olsun, açıkça dövüşmek için
olsun, para savaşın can damarıdır.
Utopia'lıların bu uğurda harcanacak sınırsız
hazineleri vardır. Ama, bu zenginlikleri
başka uluslar gibi kutsal sayıp tapınağımsı
yerlerde saklamazlar ve öyle işlerde kullanırlar
ki, size bunları anlatmaya dilim varmıyor.
Belki de inanmazsınız anlatacaklarıma,
çünkü, görmesem ben de inanmazdım.
Ama bunu da şaşmamalı, yabancı töreler
bizimkilerden ne kadar ayrı olursa o kadar az
inanılır onlara. Bununla beraber, doğru
düşünen, aklı başında bir insan,
Utopia'lıların başka uluslardan çok
ayrı düşündüklerini bildiği için, altını ve
gümüşü bizlerden çok başka türlü kullanmalarına
pek de şaşmayabilir. Utopia'da
para denilen şey karşılıklı alışverişlerde hemen
hiç kullanılmaz. Para olağan ama olmayabilecek
belalı durumlar için saklanır.
343/447
Altın ve gümüş bu memlekette, tabiatın onlara
verdiği değeri taşırlar sadece. Bu iki
maden demirden çok daha aşağı görülmekle
beraber, insan için su ve ateş kadar yararlı
sayılır. Az bulunmalarından ötürü değerli
sayılmaları insanoğlunun çılgınlığına verilmeli.
Tabiat, o eşsiz ana, altın ve gümüşü
yararsız, boş nesneler olarak çok derinlere
gömmüş; oysa, havayı, suyu, toprağı, iyi ve
gerçekten yararlı olan her şeyi gözler önüne
sermiştir. Utopia'lılar hazinelerini kalelere,
ulaşılmaz sığınaklara kapamazlar. Çünkü,
halk kralın ve adamlarının, kendisini aldatıp
paraları harcamalarından kuşkulanabilir.
Altın ve gümüşten ince işlenmiş kupalar,
tabaklar yapmazlar. Çünkü, savaş olup da
orduları beslemek için altını ve gümüşü eritmek
gerekirse, bu sanat eserlerine bağlanmış
olanlar onları yitirmekten acı duyarlar. Bu
tür sakıncaları ortadan kaldırmak için
Utopia'lılar kendi geleneklerine uygun ama,
altını tanrılaştıran bizim törelerimize aykırı
344/447
bir kullanma yolu bulmuşlar. Yiyeceklerini,
içeceklerini topraktan ya da camdan güzel
biçimli ama az değerli kaplara koyarlar; altın
ve gümüşüyse, ortak evlerde olsun, özel
evlerde olsun, en bayağı işlerde kullanırlar.
Hatta oturaklarını bile altın ve gümüşten
yaparlar. Kölelerinin zincirlerini, çok kötü
suçlar işlemiş mahkumların nişanlarını yapmak
için bu madenlerden yararlanırlar.
Mahkumların parmaklarında ve kulaklarında
altın halkalar, boyunlarında altın
gerdanlık, başlarında altın bir çember vardır.
Kısacası, altını ve gümüşü kepaze etmek
için ellerinden geleni esirgemezler. Başka
yerlerde, insanın elinden altınlarını almak
ciğerini sökmek kadar acı bir şeydir.
Utopia'daysa altınlarını yitirmek kimsenin
umurunda değildir.
Utopia'lılar deniz kıyısında inciler, kayalıklarda
elmaslar, kıymetli taşlar toplarlar.
Aramadan buldukları bu taşları cilalayıp
345/447
küçük çocuklarına süs diye takarlar. Ama
çocuklar büyüyünce, bu nesneleri küçümserler
ve anababaları bir şey söylemeden
bunları kendilerine yakıştırmayıp bir yana
atarlar. Tıpkı bizde çocukların büyüyünce,
zıpzıplarını, bebeklerini attıkları gibi. Başka
memleketlerde benzeri olmayan bu töreler,
Utopia'lıların içlerinde bizimkilerden çok
ayrı duygular, düşünceler yaratır. Bunun en
şaşırtıcı örneğini Anemolya'lılarda
görmüştüm.
Anemolya elçileri Amaurote'ye geldikleri
zaman oradaydım. Bu elçilerin pek önemli
işleri görüşmek üzere geldikleri başkentte
büyük Kurultay toplanmıştı. Daha önce
Utopia'ya gelen elçiler pek sade, gösterişsiz
giyinirlerdi. Çünkü, onlar Utopia'lıların süse
değer vermediklerini, ipeği, altını hor
gördüklerini bilirlerdi. Ama, çok uzaktan
gelen Anemolya'lıların Utopia'lılarla pek
alışverişleri olmamıştı. Utopia'lıların kaba
saba, bir örnek giyindiklerini öğrenince,
346/447
bunu yoksulluklarına vermişlerdi. Gururları
akıllarını aşan Anemolya'lılar,
Utopia'lıların gözünü kamaştırmak için tanrısal
ve parlak kılıklarla gelmeyi kararlaştırmışlardı.
Anemolya'lıların büyük
beyleri olan üç elçi, arkalarında değişik renkte
ipekliler giyinmiş yüz kişi ile gözüktüler.
Elçiler baştan aşağı süsler yaldızlar
içindeydi, omuzlarında sırmalı bir kaftan,
boyunlarında altın gerdanlıklar, kulaklarında
altın küpeler, parmaklarında altın yüzükler,
başlıklarında pırıl pırıl inciler, elmaslar
vardı. Kölelere, mahkumlara ceza olarak
takılan, çocuklara oyuncak diye verilen ne
varsa hepsini takıp takıştırmışlardı. Geçtikleri
yollara dökülen yoksul
kılıklı Utopia'lılara bakıp da kendi süsleri
püsleriyle, tavus tüyleri, boyalı şemsiyeleriyle
böbürlenen elçilerin hali görülecek şeydi.
Öte yandan Utopia'lıların davranışlarından
anlaşılıyordu ki, bu yabancılar tahminlerinde
fena halde aldanıyorlardı, cakaları onlar
347/447
üstünde bekledikleri etkiyi yapmaktan çok
uzaktı.
Önemli nedenlerle yabancı memleketlere
gitmiş birkaç Utopia'lı dışında, herkes cafcaflı
kılıkları ayıplayarak, acıyarak bakıyordu.
Birçokları, en kılıksız uşakları elçi diye
selamlayıp, asıl elçilere aldırış etmiyorlardı.
Çünkü, onlar köleler gibi altın zincirler
içindeydiler. Elmaslarını incilerini küçümseyip
atmış çocuklar, elçilerin başlıklarında
bu oyuncaları görünce, annelerini dürtüp:
'Anne, şu koca herife bak, çocuk gibi incik
boncuklar takmış!' diye bağrışıyorlardı.
Annelerse: 'Sus yavrum, onlar elçinin
soytarıları olacak,' diyorlardı. Kimi de zincirlerin
biçimine tutuluyordu: 'Amma da ince
şeyler, insan bir çekişte kırabilir. Üstelik çok
da bol takmışlar, köle isterse kolayca
boynundan çıkarıp kaçabilir.' Amaurote'ye
geldiklerinden iki gün sonra elçiler, kendi
memleketlerinde bunca değer taşıyan altını
Utopia'lıların hiçe saydıklarını anladılar.
348/447
Baktılar ki bir kölenin üstünde kendi altın ve
gümüşlerinden daha fazla bulunabiliyor. O
zaman, akılları başlarına gelerek, özene
bezene takındıkları süsleri çıkarıp attılar.
Utopia'lılarla yakından tanıştıktan sonra, onların
kendilerinden çok başka düşünüşleri,
töreleri olduğunu anladılar.
Utopia'lılar aklı başında insanların,
yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da
bir elmasın cılız pırıltısına düşkünlüklerine
şaşarlar. Bir koyunun sırtında taşıdığı yünün
en incesinden yapılmış giysiler giyiyor diye
bir insanın daha soylu, daha değerli olacağını
sanması deliliktir onlar için. Kendiliğinden
hiç de yararlı olmayan altına neden bu kadar
değer verildiğini, insanın dilediği gibi kullandığı
bir nesnenin nasıl insandan daha
üstün sayılabileceğini anlamıyorlardı. Bir de
şuna şaşıyorlardı: Nasıl oluyor da, bir eşek
kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlaksız,
budala zenginin biri, sadece birkaç torba
altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı
349/447
buyruğu altında köle gibi kullanabiliyordu.
Talih değişebilirdi ve yasa ince birtakım oyunlarla
bu adamın elinden altınlarını alıp
uşaklarının en aşağılığına verebilirdi. Demek
o zaman bu zengin hiç sıkılmadan eski
uşağının ve eski parasının hizmetinde çalışacaktı.
Utopia'lıların hiç anlamadıkları ve
tiksindikleri bir başka delilik de şuydu: İnsanlar,
hiç alışverişleri olmayan bir zengine,
salt zengindir diye bir tanrıymış gibi saygı
gösteriyorlardı. Oysa bu bencil para babalarının,
ne türlü cimri olduklarını ve onların
bütün hazinelerinden metelik koparamayacaklarını
çok iyi biliyorlardı. Utopia'lıların
böyle düşünmeleri hem edindikleri bilgilerden,
okudukları kitaplardan, hem de bizim
çılgınlıklarımıza yer vermeyen bir devlet
düzeni içinde gördükleri eğitimden geliyordu.
Gerçi, çok küçük bir azınlık el kol işlerinden
kurtulup sadece Düşüncesini
geliştirme yoluna girebiliyordu. Bunlar, daha
önce söylediğim gibi, çocukken, mutlu bir
350/447
yaradılış, keskin bir zekâ ve bilime yatkınlık
gösterenlerdi. Bununla beraber, bütün
çocuklara bir kafa eğitimi ve bilim sevgisi
verilmiyor değildi. Kadın erkek bütün
yurttaşlar, bütün ömürlerince, boş vakitlerinde
düşüncelerini geliştirmeye çalışırlar.
Utopia'lılar bilimleri kendi konuştukları
dilde edinirler. Bu dil zengin, uyumlu ve
düşünceyi tam anlatmaya elverişlidir. Aynı
dil az çok değişmelerle dünyanın geniş bir
bölgesinde konuşulur ama, Utopia'lılarınki
en incelmiş biçimidir.
Utopia'lılar bizim gelişimizden önce bizim
bunca filozofumuzun adını bile
duymamışlardı. Bununla beraber, müzikte,
mantıkta, matematikte, geometride bizim
bulduklarımızın hemen hemen hepsini bulmuşlardı.
Her bilgiden yana bizim eskilerden
aşağı kalmazlar ama bizim yeni
mantıkçılarımızın dolambaçlı oyunlarına akıl
erdiremezler. Bizim okullarımızda gençliğe
öğretilen kavram daraltma, kavram
351/447
genişletme, yoku var sayma gibi ince kuralları
henüz bulmuş değillerdir. Bağlı düşünce
nedir bilmezler, hele o metafizik diliyle genel
ya da evrensel adam dediğimiz şeyi, o devler
devi yaratığı Utopia'da henüz hiç kimse
hiçbir yerde görmüş değildir. Buna karşılık,
gökteki gezegenlerin dolaşımını kesinlikle bilirler.
Güneşin, ayın ve kendi ufukları
üstünde görülen yıldızların karşılıklı durumlarını
büyük bir yakınlıkla gösteren türlü
aletler bulmuşlardır. Ama yıldızların insanlara
dostlukları düşmanlıkları ve kâhinlerin
gökten çıkardıkları yalan dolanları düşlerinde
bile görmemişlerdir. Onlar için kehanet,
sadece yağmur, rüzgâr, fırtına gibi olayların
uzun bir incelemesine dayanarak olacağı önceden
az çok kestirebilmektedir. Bu olayların
nedenleri, denizin yükselip alçalması, tuzu;
göğün ve dünyanın kaynağı ve özü üstüne,
sadece birtakım görüşler ileri sürerler.
Sistemleri bazı noktalarda bizim eski filozofların
sistemlerine uyar, bazı noktalarda
352/447
onlardan ayrılır. Ama yeni görüşlerde, bizde
olduğu gibi onlar arasında da, ayrılık var.
Ahlak felsefesinde, onlar da bizim bilginlerimizle
aynı sorunlar üzerinde durmaktadırlar.
Onlar da gerek insanın ruhunda ve
bedeninde ve gerek dış dünyada onu mutlu
edebilecek şeyleri ararlar. Onlar da şunu sormaktadırlar
kendi kendilerine: Acaba iyi
dediğimiz şey hem ruhun hem bedenin
isteklerini mi karşılar, yoksa yalnız ruhun
isteklerini mi? Onlar da erdem ve zevk
üstüne tartışırlar. Ama, asıl tartıştıkları
sorun, insan mutluluğunun bir tek ya da
birçok koşulunu aramaktır. Utopia'lıları
belki Epikhuros'çuluğa fazla kaymakla
suçlayabilirsiniz. Çünkü, onlara göre zevk,
insan mutluluğunun tümü olmasa bile, belli
başlı parçalarından biridir. İşin şaşılacak
yanı, bu zevk ahlakını savunanların din
kadar ağır ve sıkı, din kadar acıklı ve katı
görüşlere başvurmasıdır. Çünkü, iyilik ve
kötülük üstüne tartışırlarken, ister istemez
353/447
dinin ve felsefenin etkilerine bağlı kalırlar.
Çünkü, eksik düşünmekten ve yanlış
görüşlere düşmekten çekinirler.
Dinsel ilkelerin özeti şudur:
'Ruh ölümsüzdür: İyiliğimizi isteyen Tanrı
onu mutlu olmak için yaratmıştır. Ölümden
sonra iyilik de kötülük de karşılığını
gereğince görür.'
Bunlar dinin değişmez dogmaları olmakla
beraber, Utopia'lılar insanın akıl
yoluyla da onlara varacağı kanısındadırlar.
Bu ilkeler olmazsa, diyorlar, insanın doğru
eğri her yoldan dünyanın keyfini çıkarmaya
çalışmaması budalalık olurdu. O zaman kim
en tatlı, en bilinmedik keyfi bulursa, kim
keyiften sonra gelecek acıları daha iyi önlemesini
bilirse onun en erdemli kişi sayılması
gerekirdi. İyi olacağım diye en çetin, en
yorucu çabaları yükleneceksin, türlü zevkleri
kendine haram edip bile bile acılara
354/447
katlanacaksın bu dünyada, ama ölümden
sonrası için de hiçbir umudun olmayacak:
Utopia'lılara göre insan çıldırmadıkça razı
olamaz buna. Onlara göre ne türlü olursa
olsun her zevk mutluluk getirmez, yalnız iyi
ve dürüst zevkler mutlu eder insanı. Erdemin
kendisi bile bizi ister istemez bu türlü zevklere
doğru iter: Yalnız bu zevklerdir bizi
kavuşturacak olan.
Erdem, Utopia'lılara göre, yaradılışa uygun
yaşamaktadır. Tanrı insanı yaratırken
başka bir yol düşünmemiştir onun için.
Yaradılışın ittiği yana giden insan, sevgilerinde
ve nefretlerinde aklın sesini duyan
insandır. Akılsa önce varlığı ve sağlığı borçlu
olduğumuz yüce Tanrı'yı sevmeye yöneltir
bizi. Sonra da gamsız kasavetsiz yaşamasını
öğretir ve kardeşlerimiz olan başka insanlarla
sevincimizi paylaşma isteğini verir bize.
Gerçekten, bütün zevkleri horgören, kötüleyen
en asık yüzlü, en softa erdem adamı bile,
355/447
bizi kendisi gibi, çetin işlere, eziyetlere,
çilelere katlanmaya çağırırken, başkalarını
yoksulluktan, dertlerden kurtarmak için
elimizden geleni yapmamızı ister bizden. Bu
sert ahlakçı bile insanı avutan, kurtaran
kişiyi, insanlık adına över, göklere çıkarır.
Demek ona göre de en soylu, en insanca erdem,
başkalarının acılarını dindirmekte, onlara
umut ve yaşama sevinci vermekte, bir
başka deyimle, dünyanın tadına varmalarını
sağlamaktadır.
Peki ama başkalarına ettiğimiz iyiliği
kendimize niçin etmeyelim? Tabiata aykırı
gitmek değil mi bu?
Çünkü iki yoldan birini tutmak gerek:
Hoş yaşamak, dünyanın tadını çıkarmak ya
iyi bir şeydir ya kötü bir şey. Kötü bir şeyse
başkalarına onu sağlamak şöyle dursun, kimde
varsa elinden almak, herkesi ondan korumak
gerekir. İyi bir şeyse onu hem kendimiz
için hem başkaları için isteyebiliriz,
356/447
istemeliyiz de. Niçin başkalarına acıdığımız
kadar kendimize de acımayalım? Kardeşlerimize
iyilik etme eğilimini içimize sokan tabiat
niçin kendimize karşı zalim, insafsız
olmamızı istesin?
İşte bu düşüncelerle Utopia'lılar, dürüst
olmak şartıyla hoş bir hayat sürmeyi,
dünyanın tadına varmayı bütün insan çabalarının
amacı sayıyorlar. Tabiat böyle istiyor,
erdemli olmaksa onun isteğine uymaktır diyorlar.
Onlara göre tabiat insanları yardımlaşmaya,
hayatın sevinçli sofrasına ortakça
oturmaya çağırır. Bu çağrı, haklı ve akla uygundur:
Hiç kimse başkalarının o kadar
üstünde değildir ki, Yaradan yalnız onu güzel
yaşatsın. Tabiat herkese aynı bedeni, aynı sı-
caklığı vermiş, aynı sevgiyle kucaklamış
hepsini. Başkalarının rahatını kaçırıp
kendi rahatını artırmak tabiata karşı gitmektir.
İşte bunun için Utopia'lılar kişiler
arasındaki anlaşmalar kadar yaşama
kolaylıklarını da eşitlikle dağıtan, yani dünya
357/447
tadını bölüştüren yasalara toz kondurmazlar.
Kaldı ki bunları iyi bir kral doğrulukla
koymuş, ya da, zorbaların ezmediği, dalaverecilerin
aldatmadığı bir halkın genel
oyu istemiştir. Yasaları çiğnemeden mutluluğu
aramak en akıllıca davranıştır.
Utopia'lılar için herkesin iyiliğine çalışmaksa
bir dindir. Kendi rahatını sağlamaya
çalışırken başkasını rahatından etmek haksızlığın
ta kendisidir.
Buna karşılık, başkasının rahatı için
kendi zevklerimizden birazını olsun feda etmek
soylu bir insan yüreğinin belirtisi sayılır
ve böyle davranan insan zaten feda ettiği
zevkten çok daha fazlası bulur. Hem ettiği iyiliğin
er geç karşılığını görür, hem de iyilik
ettiği insanın minnet duyguları, feda ettiği
zevkten daha tatlı gelir ona. Üstelik dini
bütün bir kişi, geçici bir zevki gereğinde feda
edebilenlere Tanrı'nın tükenmez sevinçler
vereceğine inanır.
358/447
Demek oluyor ki Utopia'lılara göre bütün
davranışlarımızın, hatta bütün erdemlerimizin
amacı, son ereği keyiftir.
Keyif dedikleri şey, insanın doğal bir tad
aldığı her ruh ve beden halidir. Doğal sözünü
eklemeleri nedensiz değildir. Çünkü sade
duyularımız değil aklımız da bizi doğal zevklere,
keyiflere doğru çeker. Bunlar, haksızlık
etmeden aranan öyle zevkler ve keyiflerdir ki
hem daha büyüklerine ermemizi önlemezler,
hem de sonları kötüye varmaz.
Tabiat dışı birçok şeye insanlar saçma bir
anlayışla zevk adını vermişler: Nesnelerin
özünü değiştirmek kelimeleri değiştirmek
ellerindeymiş gibi. Bu tabiata aykırı zevkler
mutluluğa götürmek şöyle dursun engel olurlar
ona ermemize. Onlara kapılanlar gerçek
ve temiz zevkleri tadamaz olurlar. Düşünceleri
uydurma bir zevkin peşinde yolundan
çıkar. Tabiatın tat vermediği, hatta içlerine
acılık kattığı nice şeyler vardır ki, gerçekten,
359/447
insanlar baş tacı etmiş, hayat için gerekli
yüksek zevkler saymıştır onları. Oysa
bunların çoğu hem özden kötü hem de kötü
tutkulara sürükleyicidir. Kendini beğenmişlerin
boş gururunu bu soysuz zevkler
arasında sayarlar. Böyleleri güzel bir giysi
giyinmekle daha iyi olacaklarını sanırlar.
Oysa iki bakımdan gülünç olur bu süs budalaları.
Önce giysilerini kendilerinden üstün
saymış olurlar; çünkü işe yararlık
bakımından ince bir yünlünün kalın bir yünlüden
ne üstünlüğü olabilir, sorarım size?
Böyleyken bu sersemler kafasızlıklarını değil
de, yaradılışlarının başkalığını, herkesten
üstünlüğünü ortaya koyuyormuş gibi böbürlenip
bir matah sanırlar kendilerini. Giysilerinin
zengin gösterişlerine karşılık sade bir
giyinişle göremeyecekleri saygıları şerefleri
beklerler. Kimse kılıklarına aldırış etmeyince
de haksızlığa uğramış gibi kızarlar. İkinci
olarak da aynı adamlar, gerçeklerden kopup
ve başarısız olarak herkesten üstün sayarlar
360/447
kendilerini. Başını kaldıran ve alçakgönüllü
diz çöken bir dalkavuk karşısında duyduğumuz
zevk doğal ve sahici bir zevk midir? Diz
çökmek insanı sıtmadan ya da kol bacak
ağrılarından kurtarır mı? Sahte zevklere
kapılanlar arasında soylu denen kişiler de
vardır. Bunlar kendi soyluluklarını düşünmekten
gurur duyarlar. Bunların dayandıkları
şey bir rastlantıdır. Bu rastlantı onların
zengin atalardan ve özellikle zengin mal
mülk sahiplerinden gelmiş olmalarıdır
(çünkü bugünkü soyluluk zenginlikten başka
bir şey değildir). Böyleyken, bu budalalara
babalarından beş para kalmamış olsa, yine
kendilerini soylu saymaktan geri durmazlar.
Utopia'lılar, inci, elmas gibi değerli taş, incik
boncuk düşkünlüklerini de soyluluk budalaları
arasında görürler. Böylesi değerli taş
meraklıları, yurtlarında ve çağlarında değer
verilen az bulunur ve güzel bir taşı ellerine
geçirdiler mi, kendilerini bir çeşit tanrı gibi
görürler. Oysa, aynı taş her yerde ve her
361/447
zaman aynı değeri taşımaz. İncik boncuk
meraklısı bunları sadece birer taş olarak
satın alır, o kadar ki bunların gerçekten birer
taş olduklarına, sahici elmas yakut, ya da
zümrüt olduğuna yeminler, belgeler isterler.
Bunların sahte olması, gerçekten değerli birer
taş olmaması bir felakettir onlar için.
Oysa, göz bir ayrılık görmedikten sonra, bir
taş ha gerçek olmuş ha sahte, ne çıkar
bundan? Her ikisinin değeri, gözü gören için
de birdir, görmeyen için de. Ya, cimrilere ne
demeli? Bu adamlar bir sürü maden
parçalarını kullanmak için değil de, sadece
toplayıp seyretmek için biriktirirler. Bu zavallı
zenginlerin duydukları gerçek bir zevk
midir, yoksa sadece uydurma bir zevk midir?
Hele paralarını toprağa gömüp saklayan ve
yüzünü bile görmeyen bir insan mutlu bir insan
olabilir mi? Bu adam, hazinesini
görmedikten başka onu yitirme korkusuyla
yaşar ve bu korku yüzünden onu yitirir de
gerçekten. Çünkü, altını gömmek onu
362/447
başkalarından çalmak olduğu kadar
kendinden de çalmak değil midir? Oysa,
cimri paralarını gömdü mü, yapacağını yaptı
diye, etekleri zil çalar keyfinden. Şimdi diyelim
ki, cimrinin gömdüğü parayı biri gelip
çalıyor ve cimri on yıl bunu bilmeden yaşıyor.
Sorarım size, bu on yıl içinde bu paranın
varlığı ve yokluğu arasında ne fark vardır?
Ha gömülmüş, ha çalınmış, ikisi de aynı
şeydir onun için.
Utopia'lıların uydurma saydığı zevkler
arasında av ve kumar zevkleri de vardır.
Bunları kendileri bilmez, başkalarından
duymuşlardır sadece. Zar atmanın ne keyfi
olacağını anlamazlar bir türlü. Bunda bir
keyif olsa bile, insan aynı şeyi yüz kere
tekrarlamaktan bıkar sonunda. Bir sürü
köpeğin av peşinde havlaması zevkten çok
bıkkınlık vermez mi insana? Bir köpeğin bir
tavşanı kovalaması niçin bir tavşanın bir
köpeği kovalamasından daha zevkli olsun?
363/447
Eğer hoşumuza giden kovalamaysa, her ikisi
de bir kovalamadır. Ama avcılara asıl keyif
veren bu değil, bir hayvanın ötekini
parçalayıp öldürmesidir. Oysa insan nasıl
olur da, bu kan dökmeden, güçlünün
güçsüzü, zalimin masumu alt etmesinden,
azgın bir köpeğin ürkek bir tavşanı parçalamasından
zevk duyabilir?
İşte, bunun için Utopia'lılar avı özgür insanlara
yasak etmişler, onlara yaraşır
görmedikleri bu işi sadece kasaplara bırakmışlardır
ve daha önce söylediğimiz gibi,
kasaplık da yalnız kölelerin işidir. Hatta, onlara
av, hayvanları öldürmenin en aşağılık
yoludur. Av dışındaki hayvan öldürme yolları
daha dürüst sayılır. Çünkü hayvanları belli
bir yarar için öldürmek başka, avcı gibi sadece
kan dökme zevki için öldürmek
başkadır. Öldürme zevki sadece hayvanları
öldürmekte kalsa bile, ancak bir zorbalık
eğiliminden gelebilir ve bu eğilim zamanla
zorbalığın ta kendisi olabilir. Utopia'lılar
364/447
bütün bu zevkleri ve bunlara benzer daha
birçoklarını horgörürler. Başkaları ne kadar
değer verirse versin, tabiata aykırı sayarlar
bunları. Bunlar insana ne kadar tatlı bir sarhoşluk
verirse versin, gerçek bir zevk değildir
onlar için. Çünkü, derler, böylesi zevk tabiattan
gelme değil, bize acıyı tatlı gibi gösteren,
kötü alışkanlıklardan gelir. Nasıl ki gebe
kadınlara zift baldan daha tatlı gelebilir.
Oysa, hastalık ya da alışkanlığın insanlara
verdiği duygular, tabiatın gerçek tadını
değiştiremez, bizim duyduğumuz bir tadın
hiçbir nesnenin özünü değiştiremeyeceği
gibi.
Utopia'lılar gerçek zevkleri çeşitli
bölümlere ayırırlar. Bunlardan bazıları
bedene, bazıları da ruha bağlanır. Ruhun
zevkleri düşüncenin geliştirilmesinde ve ger-
çeği görmenin verdiği keyiftedir. Utopia'lılar
lekesiz bir hayatı anmanın zevkiyle, ölümden
sonraki bir mutluluğu ummanın zevkini de
katarlar bunlara. Beden zevkleriniyse ikiye
365/447
ayırırlar: Kimi zevkler duyularımız üstünde
çarçabuk ve apaçık bir etki yaparlar. Çünkü,
bedenin içindeki ateşin bunalttığı organları
yatıştırırlar. Yitirilen güçleri yeniden bulduran
su içmek, yemek yemek bu çeşit bir zevk
verir. Fizyolojik görevlerin bedende
fazlasıyla artan bazı maddeleri dışarıya atması
da bu türlü bir keyiftir. Sarsakların salgıları,
cinsel boşalmalar, herhangi bir
kaşıntının sürtme, tırmalamayla giderilmesi
gibi. Bitkin organları onaran, acı veren
fazlalıkları atan, beden görevleri dışında,
başka nedenlerden gelen bir zevk daha
vardır. Bu zevk insanın içinde coşan, büyü-
leyen ve çeken anlaşılmaz bir güç doğurur.
Müzikten alınan zevk böylesi bir zevktir işte.
Beden zevklerinin ikinci türlüleri bütün organlar
arasında sürekli bir dengeden, yani
ağrısız sızışız bir sağlıktan gelir. Hiçbir yeri
ağrımayan insan, bir dış etken olmaksızın
bile, kendiliğinden bir rahatlık duyar. Gerçi,
bu türlü keyif yeme içmenin verdiği keyifler
366/447
gibi duyuları coşturmaz ama, bunu daha
üstün sayanlar da vardır. Hemen bütün
Utopia'lılara göre sağlık gerçek mutluluğun
temelidir. Çünkü, onsuz insan hayatının
hiçbir tadı ve hoşluğu kalmaz. Onsuz hiçbir
keyfe varılmaz. Onsuz acının dinmesi bile
neye yarar? Sağlığı olmayan beden bir ölü
duyarsızlığı içindedir. Bu konuda Utopia'da
bir çatışma olmuş eskiden. Kimi demiş ki,
sürekli ve rahat bir sağlık zevk sayılmaz.
Çünkü, insana dışarıdan gelen etkilerin verdiği
belli hazzı duyurmaz. Ama bugün, küçük
bir azınlık dışında hemen bütün Utopia'lılar
sağlığı baş keyif saymaktadırlar. Hasta bir
insanın duyduğu acı, zevkin amansız düş-
manıdır, hastalıksa sağlığın düşmanı. İster
hastalık acının kendisi olsun, ister acı
hastalığın özü olsun, sonuçlar bir olduktan
sonra, ikisi aynı şey demektir. Onun gibi, ha
sağlık zevkin ta kendisi olmuş, ha onu ister
istemez doğuran etken olmuş sonuç
değişmez. Nasıl ateş ister istemez sıcaklık
367/447
getirirse, tam bir sağlık da insana bir çeşit
zevk verir. Utopia'lılara göre, yemek
yediğimiz zaman olan şudur: Gevşemeye
başlayan sağlık besleyici nesnelerin
yardımıyla açlığa karşı savaşır. Besinler ilerleyip
bu amansız düşmanı kovalar ve insana
eski gücünü bulmanın sevincini verirler. Bu
savaştan büyük bir zevk duyan sağlık, zaferi
kazanınca keyiflenmez mi? Savaşta aradığı
şey eski gücüydü. Bunu elde edince niçin bir
mutluluk duymasın bundan, sadece uyuş-
makla kalsın? Sağlam insanın sağlamlığının
bilincine varmayacağı düşüncesini kabul etmez
Utopia'lılar. Onlara göre, insanın
sağlığını bilmemesi için hasta ya da uykuda
olması gerekir. Taş kesilmeli ya da kendimizden
geçmeliyiz ki pürüzsüz bir sağlığın
tadına varmayalım, bir sarhoşluk bulmayalım
sağlıkta.
Utopia'lılar düşünce zevklerini her şeyin
üstünde görürler. Erdemli olmanın, lekesiz
bir hayatın bilincine varmanın zevki en
368/447
temiz, en özlenilir zevkler arasındadır.
Bedenin verdiği zevklerin başında sağlık
gelir. Çünkü, yeme içme gibi bütün öteki
beden zevkleri sağlığın korunmasına yarar
sadece. Kendiliğinden değil, hastalığa karşı
koydukları için hoş gelirler bize. Akıllı
adamın yapacağı şey, hastalığı önlemektir,
hasta olduktan sonra ilaç derdine düşmek
değil. Acıyı dindirmekten çok, önlemeye
çalışmalı. Bu düşünceyle Utopia'lılar, yoksunlukları
ilaçları gerektirecek bütün beden
zevklerini bol bol tadarlar ama, bütün mutluluklarını
bu zevklerden beklemezler. Başka
türlü insanın mutlu olması hep açlık ve susuzluk
içinde bulunmasını ve durmadan yiyip
içmesini gerektirirdi. Böyle bir hayat da
aşağılık ve çirkin olurdu doğrusu.
Beden zevkleri hiçbir zaman katıksız
değildir ve hep karşılıkları olan acılarla yan
yanadırlar. Açlık daha da güçlü olan yeme
zevkinin karşısındadır. İnsan açlığı daha
zorlu daha sürekli olarak duyar. Çünkü, açlık
369/447
zevkten önce doğar ve ancak onunla sona
erer.
Bu ilkelere dayanan Utopia'lılar beden
zevklerine sadece zorunlu ve yararlı oldukları
ölçüde önem verirler. Bununla beraber, onları
sevinçle tadar ve hayatı sürdüren görevlere
böylesine tatlı keyifler katan tabiatanaya
şükrederler. Hastalıklar gibi, açlığı
ve susuzluğu da her gün zehirler, acı ilaçlarla
gidermek zorunda kalsaydık, ne olurdu
halimiz?
Utopia'lılar beden güzelliğini, çevikliğini,
gürbüzlüğünü yaradılışın en hoş, en mutlu
bir armağanı sayarak seve seve geliştirirler.
Onlara göre, görmenin, duymanın, koku almanın
verdiği yalnız insanlara özgü
bazı zevkler vardır. Hayvanlar yaradılışın
güzelliğine, evrenin şaşırtıcı düzenine bakmaz.
Sadece beslenmek için koku alır, ayrıca
kokuların tadına varmaz, sesler arasındaki
ilişkileri bilmez, uyuşmaları uyuşmazlıkları
370/447
değerlendiremez. Beden isteklerini doyurmada
Utopia'lılar şu kuralı hiç unutmazlar:
Daha büyük bir zevki tatmamıza engel olacak
ve sonunda acı getirecek her zevkten
kaçmalı. Çünkü acı, onlara göre, dürüst olmayan
her zevkin kaçınılmaz sonucudur. Bir
başka ilkeleri de şudur: İnsanlığın mutluluğunu
sağlamak için Tanrı'nın bir gün bize
sonsuz sevinçler vereceği umuduyla bedenin
güzelliğini hor görmek, güçlerini azaltmak,
hızını durdurmak, iştahlarımızı oruçla körletmek,
kısacası, tabiatın nimetlerini tepmek,
yüksek bir din çabasıdır; ama araçsız, boş bir
erdem kuruntusuyla ya da belki hiç gelmeyecek
yoksulluklara önceden alışmak kaygısıyla
insanın bedenine eziyet etmesi, nefsini körletmesi,
aşırı bir deliliğe düşmek, kendine
yok yere zulüm, tabiata karşı nankörlük etmek,
Tanrı'nın verdiklerini ona borçlanmak
istemez gibi çiğnemektir.
İşte, Utopia'lıların erdem ve keyif üstüne
görüşleri budur. Tanrı insanlara daha başka
371/447
bir ülkü esinlemezse, insanoğlunun bundan
daha doğru bir yol bulamayacağı
kanısındadırlar. Bu ahlak iyi midir, kötü
müdür, bunun üzerinde durmayacağım.
Hem vaktimiz yok, hem de, amacım bu değil.
Ben Utopia'yı anlatmak istiyorum size,
övmek değil. Ama şuna da inanıyorum ki,
Utopia halkı kurumlarıyla ve düzeniyle
dünyanın en mutlu devletini kurmuştur.
Utopia'lı çevik ve canlıdır, kısa boylu olmadığı
gibi, göründüğünden çok daha
güçlüdür. Utopia'nın ne toprağı her yerde
aynı derecede bereketli ne de havası her
yerde aynı ölçüde temiz ve sağlıklıdır. Halk
havanın kötü etkilerine karşı tedbir alır, toprağı
bilgili bir tarımla değerlendirir. O
kadar ki, dünyanın hiçbir yerinde daha bol
hayvan, daha bereketli ürün görülmemiştir.
Hiçbir yerde insan ömrü daha uzun,
hastalıklar daha az değildir. Çiftçi yurttaşlar
kısır toprakları yeşertmenin yolunu bulmakla
kalmazlar, bazen bütün halk bir araya
372/447
gelerek taşıma işlerini kolaylaştırmak için,
ormanları yerlerinden söker, denizin, ırmakların,
şehrin yakınlarında yeniden yetiştirirler.
Çünkü toprağın ürünleri arasında
karadan taşınması en güç olanı odundur.
Utopia halkı hoş sözlü, güleryüzlü, beceriklidir;
vaktini hoş geçirmesini sever, ama
gereğinde bıkmadan, yılmadan çalışmasını
bilir. Her şeyden çok sevdiği şey kafasını iş-
letmek, geliştirmektir. Adada kaldığımız
sırada oralılara eski Yunan kültüründen
birkaç söz etmiştik. Onlara Yunan yazarlarını
anlatalım, düşüncelerini açıklayalım
diye bize nasıl yalvardıklarını görmeliydiniz.
Latinlerden fazla konuşmadık, çünkü onların
yalnız tarihçilerinden ve ozanlarından
hoşlanacaklarını kestiriyorduk. Yalvarmalarına
dayanamayıp işe giriştik, ama
doğrusunu isterseniz fazla bir şey beklemiyorduk
bundan; gönüllerini hoş etmek
istemiştik sadece. Gel gelelim, birkaç ders
sonra kazandığımız başarı, öğrencilerimizin
373/447
çabası ve gelişmeleri şaşırttı bizi. Harfleri
kolaylıkla öğrenip yazıyorlar, kelimeleri tastamam
söylüyorlar, her şeyi çabuk belleyip
akıllarında tutuyorlar, yanlışsız çeviriler
yapıyorlardı. Şunu da ekleyeyim ki
başlangıçta bu işe kendi hevesleriyle girenlerden
bazıları sonradan Kurultayın kararıyla
bilgilerini derinleştirmeye zorlandılar: Bunlar
en seçkin aydınlar ve yaşlı başlı
meraklılardı. Üç yıl sonunda bu öğrencilerimiz
her okuduklarını anlıyor, yalnız, bizim
gibi, yanlış yazılmış metinlerde zorluk
çekiyorlardı.
Bana sorarsanız Yunancayı bu kadar
kolaylıkla öğrenmeleri bu dilin kendilerine
pek yabancı gelmemesindendi. Utopia'lılar
Yunan soyundan gelmiş olabilirler. Gerçi
dilleri daha çok Pers diline çalıyorsa da şehirlerinin
ve devlet görevlerinin adları Yunancadır.
Utopia'ya dördüncü gidişimde, bir
daha ayrılmaya pek niyetli olmadığım için,
satılık eşya yerine bir hayli kitap
374/447
götürmüştüm. Ayrılırken kitaplığımı
Utopia'lılara bıraktım. Bu kitaplar arasında
Platon'un bütün eserleri, Aristoteles'inkilerin
birçokları ve Theophrastos'un bitkiler üstüne
yazdığı kitap vardı. Bu kitap, ne yazık ki, yer
yer yırtık pırtıktı. Gemide öteye beriye bıraktığım
bu kitabı bir maymun bulmuş ve
yapraklarını benim gibi çevire çevire
hırpalamıştı. Gramercilerden yalnız
Lascaris'in kitabını bulabildim Utopia'lılara.
Theodoros'unkini götürmemiştim. Sözlük
olarak yalnız Hesikhios ve Dioskoros'unkiler
vardı.
Plutarkhos en sevdikleri yazardır.
Lukianos'un hoş sözlerine bayılırlar. Ozan
olarak Aristophanes, Homeros, Euripides ve
Aldus'un Sophokles'i vardır ellerinde. Tarihçi
olarak Thukidides, Herodotos ve
Herodianus'u bıraktım onlara.
Hekimlik üstüne Hippokrates'in birkaç
eseri vardı. Bir de yol arkadaşım Triclus
375/447
Apinas'ın getirdiği bir kitap: Gallien'in
Mikrotekhne'si. Bu iki hekimi Utopia'lılar
pek tutarlar. Hekimlik Utopia'da pek az işe
yaradığı halde büyük saygı görür. Çünkü
Utopia'lılar hekimliği tabiat felsefesinin en
yararlı, en soylu alanlarından biri olarak
görürler. Onlara göre, hayatın sırlarını
çözmeye çalışan hekim büyük zevklere ermekle
kalmaz, hayat mucizesini yaratan yüce
ustanın da gözüne girer. Utopia'lıların inancına
göre Yaradan, dünyadaki büyük
ustalar gibi, buluşunu insanların gözü önüne
serer; çünkü yaptığı işin büyüklüğünü anlayabilecek
olan yalnız insanlardır. Tanrı, büyük
eserine hayran olanı, onun sırlarını, kurallarını
bulmaya çalışanı sever. Yarattığı yüce
güzellik karşısında bir hayvan gibi duygusuz,
coşkusuz kalan budala insanlara acıyarak
bakar.
Bilimler ve sanatlara ayırdıkları zamanla
kafalarını geliştiren Utopia'lıların teknikte
büyük başarılar göstermeleri, rahatlık
376/447
sağlayacak yararlı buluşlara yatkın olmaları
şaşılacak bir şey değildir. Kitap basmasını,
kâğıt yapmasını bizden öğrendiler; ama biz
onlara ipuçları vermekle kaldık, çünkü her
iki sanatın da inceliklerini bilmiyorduk. Aldus
Baskılarını gösterdik sadece; kâğıdın
neden yapıldığını, baskı makinesinin nasıl
çalıştığını pek üstünkörü anlatabildik. Üst
tarafını kendileri kısa zamanda bulup
çıkardılar. Eskiden deriler, kabuklar, papirüs
yaprakları üstüne yazıyorlardı. Kâğıt yapma
ve basma işine giriştiler. İlk denemeleri pek
parlak olmadı; ama yılmadan yaptıkları yüzlerce
denemeden sonra tam başarıya
ulaştılar. Ellerinde bütün Yunanca metinler
olsa hepsini çoğaltacaklardı. Bugün benim
bıraktıklarımdan başka kitapları yok; ama bu
kitapları binlerce basmışlardı. Utopia'ya
giden yabancı çok iyi karşılanır, hele bir sanat
adamıysa, ya da çok gezmiş, dünya ve insanlar
üstüne görgü edinmiş biriyse. Biz
gördüğümüz saygı ve sevgiyi çok gezmiş
377/447
olmamıza borçluyduk. Başka ülkelerde olup
bitenleri öğrenmeye ne meraklı olduklarını
bilemezsiniz. Utopia'ya alışveriş için gelen
olmaz pek. Demir dışında ne götürebilirler
oraya? Altın ve gümüşün kimse yüzüne bakmaz.
Dış ticareti kendileri yapar zaten
Utopia'lılar. Bunun için de iki şeye önem
verirler: Dışarıda olup bitenleri iyi bilmek,
bir de gemi işletmeciğilini sağlam tutup
geliştirmek.
378/447
KÖLELER, HASTALAR, EVLENME
VE ÇEŞİTLİ BAŞKA KONULAR
Utopia'lılar, bütün savaş tutsaklarını
değil de, ancak silah elde yakaladıklarını köle
yaparlar. Köle çocukları, ya da başka memleketlerde
köle olanlar, Utopia'ya ayak basar
basmaz özgür sayılırlar. Ama Utopia'lılar
arasında ağır suç işleyenler, kölelikle cezalandırılır.
Bazen de başka ülkelerde ağır
suçlar işleyip ölüm cezasına çarptırılanlar,
Utopia'da köle olurlar. Bu çeşit köleler çok
boldur orada. Bunların çoğunu pek az bir
parayla, hatta genel olarak bedavaya alırlar.
Bu köleler durmadan çalışmak zorundadırlar.
Kendi aralarından köle olanlara daha da
sert davranırlar. Çünkü Utopia'lı köleler, bu
kadar kusursuz bir devlette, en erdemli
şekilde eğitildikten sonra, gene de kötülük
yaptıkları için, daha da kötü sayılır, daha
büyük bir cezayı hakeder onların gözünde.
Bir başka çeşit köleleri de vardır onların:
Bazen başka bir ülkede didinip duran yoksul
bir işçi, kendi isteğiyle Utopia'da köle olur.
Utopia'lılar, böylelerine çok iyi davranırlar;
nerdeyse kendi özgür yurttaşlarıymış gibi
saygı gösterirler onlara. Yalnız bu adamlar
daha çok çalışmaya alışık oldukları için, biraz
daha fazla iş verilir onlara. Bu yabancı köleler
Utopia'dan gitmeye niyetlenirse (ki binde
bir olur bu) Utopia'lılar onu zorla tutmazlar,
eli boş da göndermezler kendi ülkesine. Önce
de söylediğim gibi, hastalara büyük bir sevgiyle
bakarlar. Yeniden sağlığa kavuşsunlar
diye, ne ilaç esirgenir ne de besleyici yiyecekler.
Çaresiz hastalıklara tutulanları avutmak
için, yanlarına oturur, onlarla konuşur,
ellerinden geleni yaparlar. Ama hastalık hem
çaresiz hem de sürekli acı ve sıkıntı veren
cinstense, o zaman rahiplerle yöneticiler
başka bir yol tutarlar: Böyle bir hasta, hayatta
artık hiçbir iş yapamadığı gibi, canlı bir
ölü olarak yaşamakla, hem başkalarına yük
380/447
olur, hem de kendileri acı çekerler. Bu dayanılmaz
hastalıktan kurtulması (hayatı artık
bir işkence olduğuna göre), ölüme razı olması
için, hastaya öğütler verilir. Böylece
hasta yüreklenerek, bir zindan, bir işkence
olan belalı hayatından, ya kendi eliyle kurtulur,
ya da başka birisinin bu işi yapmasına
bile bile katlanır. Ölmekle hiçbir şey kaybetmeyeceği,
acılarına bir son vereceği için,
bunun akıllıca bir davranış olduğunu
söylerler adama. Aynı zamanda dinibütün ve
erdemli bir insanın davranışıdır bu. Çünkü
böyle ölen, rahiplerin, yani Tanrı'nın
iradesini ve isteğini yorumlayanların öğütlerine
uyar. Böylece yola getirilenler, ya aç
kalarak, ya da uyuşturucu bir ilaçla uykuya
dalıp, ölümün acısını duymadan, bile isteye
hayatlarına bir son verirler. Ama Utopia'lılar,
hiçbir çaresiz hastayı zorla öldürmedikleri
gibi, ona özenle ve sevgiyle bakarlar. Çünkü
böylelerinin ölümünü de şerefli bir ölüm
sayarlar. Rahiplerle yöneticiler kurulunun
381/447
iznini almadan kendini öldüren ise,
gömülme ya da yakılma haklarını yitirir.
Ölüsünü pis bir bataklığa atıverirler.
Kadınlar on sekiz yaşından, erkekler
yirmi iki yaşından önce evlenemezler.
Utopia'da ancak ölüm son verir evliliğe. Ama
karıkoca birbirini aldatırsa, ya da eşlerden
biri dayanılmayacak kadar huysuzsa, durum
değişir. Böyle bir derde düşen evliler, yöneticiler
kurulunun izniyle, eski eşlerini bırakıp,
bir yenisini alabilirler. Ama suçlu olan eş,
hem ömrünün sonuna kadar rezil olur
herkesin gözünde, hem de bir daha hiç evlenemez.
Sırf vücudu sakatlandı, ya da bir illete
tutuldu diye, bir adamın suçsuz
karısını bırakmasına hiçbir zaman razı olmaz
Utopia'lılar. Yardım görmeye, avutulmaya en
çok muhtaç olduğu bir anda bir insanın kenara
atılmasını; yaşlıların (yaşlılığın kendisi
bir çeşit hastalık olduğuna göre) kalpsizce
hırpalanmasını, çok kötü bir davranış sayarlar.
Karı koca iyice anlaşamıyorlarsa, başka
382/447
biriyle daha rahat, daha sevinçli yaşayacaklarını
umuyorlarsa, o zaman her ikisinin
isteği üzerine boşanıp, başkalarıyla evlenebilirler.
Ama yine yöneticiler kurulunun iznini
almak şarttır. Yöneticiler ile onların eşleri,
durumu iyice tartışıp incelemedikçe, hiç
kimseye boşanma hakkı vermezler. Bu hak
öyle kolay kolay da verilmez. Çünkü bilirler
ki, başka biriyle şıp diye evlenivermek
umudu, bir karıkocanın sevgisini çabucak
bozabilir.
Evlilik kurallarına bağlı kalmayanlar, en
ağır cezaya çarpılıp köle olurlar. Eğer bu
suçu işleyenlerin her ikisi de evliyse, o zaman
aldatılan koca ile aldatılan kadın, canlarının
istediği gibi, ya birbirleriyle, ya da
başkalarıyla evlenebilirler. Ama aldatılan
koca ya da aldatılan karı, kendilerine karşı
bu kadar kötü davrananları hâlâ seviyorlarsa,
köleliğe mahkum olan suçlu eşlerinin
bahtlarını paylaşmak şartıyla, evli kalabilirler.
Bazen de, suçlu eşin pişmanlığı, suçsuz
383/447
eşin de candan sevgisi, Başkanı o kadar duygulandırır
ki, merhamete gelip, köleye yeniden
özgürlüğünü bağışlar. Ama suçlu eş, bir
süre sonra aynı suçu yeniden işlerse, onu
ölüm cezasına çaptırmaktan başka çare kalmaz
o zaman. Evlilerin öteki suçları için, yasalarla
belirlenen bir ceza yoktur. Yöneticiler
Kurulu, akıllarını kullanarak, suçun
ağırlığına ya da hafifliğine göre, bir ceza verirler.
Kocalar karılarını, ana babalar da
çocuklarını yola getirmek için gerekeni
yaparlar. Ama bunlardan biri çok korkunç
bir suç işlediyse ve açıkça cezalandırılması
toplumun yararınaysa, durum değişir.
Ağır suçlar genel olarak kölelikle cezalandırılır.
Utopia'lılara göre, böylelerini çarç-
abuk öldürüp ortadan kaldırmaktansa, bu
yolu seçmek, hem suçlulara daha uygun bir
ceza, hem de topluma daha yararlıdır. Çünkü
onların çalışmaları, ölmelerinden daha
yararlıdır. Başkaları aynı suçu işlemesin diye
örnek de olurlar. Ama böyle cezalandırılanlar
384/447
başkaldırıp dikine giderlerse, hapsin de zincirlerin
de tutamadığı gözü dönmüş azılı
hayvanlar sayılıp öldürülürler. Köleliğe
sabırla katlananların ise bir umudu kalır
hayatta. Çünkü onlar acı çeke çeke adam
olup yola geldikten sonra; pişman olduklarını,
ceza görmekten çok suç işlemenin
üzüntüsünü duyduklarını gösterince; ya
Başkanın yetkisiyle, ya da halkın isteğiyle,
kölelik cezaları hafifletilir, ya da tamamıyla
bağışlanır. Utopia'da kötü bir şey yapmaya
niyetlenen, bu kötülüğü gerçekten yapmış
kadar tehlikeye girer. Çünkü Utopia'lılara
göre, bir suçu tasarlamak, o suçu işlemekten
farksızdır. Kötülük yapmak isteyen, sadece
karşısına bir engel çıktığı için bu
kötülüğü yapamamışsa, niçin suçlu
sayılmasın?
Utopia'lılar soytarılardan pek hoşlanırlar.
Onları gücendirmek ya da incitmek ayıp
sayılır. Çünkü Utopia'lılar, güler yüzlü olmayı,
şakalaşmayı severler. Somurtkan ve
385/447
aksi bir adamın yanına soytarı vermezler;
çünkü böyle bir adam, soytarının söylediklerine
de yaptıklarına da gülmez; onun kalbini
kırar. Zaten soytarıların insanı
eğlendirmekten başka marifetleri olmadığına
göre, nasıl olsa gülmeyenlere hiçbir bakımdan
faydaları dokunamaz.
Bir adam sakat diye, ya da eli kolu yok diye,
onunla alay etmek çok büyük bir suç
sayılır. Çünkü kendi elinde olmadan sakatlanan
değil, bunu bir kusur sayıp da ona
akılsızca çatan adamdır asıl ayıplanması
gereken, Utopia'lılar, doğuştan gelen
yüz ve beden güzelliğine saygı duymakla beraber,
bu güzelliği artırmak için boyalar kullanmayı
boş bir özen, hatta bir hayli ayıp
sayarlar. Bilirler ki, bir kadını kocasının
gözünde en çok yükselten şey, güzellik değil,
dürüstlük ve alçakgönüllülüktür. Çoğu zaman
güzellik sevgiyi uyandırır ama, bu sevginin
kalması, sürekli olması için, erdem ve
uysallık gerekir. Utopia'lılar, cezalarla
386/447
korkutarak halkın kötülük yapmasını sadece
engellemekle kalmazlar; ödüller ve şerefler
bağışlayarak erdemin yolunu da gösterirler
halka. Bu amaçla, ünlü kişilerin, topluma
büyük yararı dokunanların heykellerini
çarşılara dikerler. Böylece hem bu insanların
yararlıkları her zaman hatırda kalır, hem de
atalarının şanı şerefi halkı daha erdemli
yapar. Ömürleri boyunca yüksek görevlere
geçemeyeceklerini bildikleri için öfkeli olanlar,
gerektiğinden fazla yükselmek isteyenler
umuda kapılamaz Utopia'da. Utopia'lılar
sevgi içinde birlikte yaşarlar. Orada hiçbir
yargıç insana tepeden bakmaz, insanda
korku uyandırmaz. Yargıçlara baba derler;
onlar da birer baba gibi davranırlar.
Yurttaşlar hiç zorlanmadan, gereken saygıyı
isteyerek gösterirler yargıçlara. Kılık
bakımından Başkan bile öteki yurttaşlardan
ayırt edilemez. Ne süslü püslü bir kaftanı, ne
de tacı macı vardır. Onu öteki
Utopia'lılardan ayıran tek şey, önünde
387/447
yürüyen bir adamın, elinde bir küçük başak
taşımasıdır. Piskoposu öteki yurttaşlardan
ayırt etmek için de, önünde mum taşıyan bir
adam yürür. Böyle iyi eğitilmiş insanlara
birkaç yasa yettiği için, pek az sayıda yasa
vardır Utopia'da. Utopia'lıların başka
uluslarda en çok ayıpladıkları şeylerden biri,
sayısız hukuk kitabının ve yorumların bile
yetmeyişidir. Bir insanın, ya okumayacağı
kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar
şaşırtıcı ve karanlık yasalarla bağlanmasını,
hak ve adalete aykırı bulur Utopia'lılar.
Bundan başka, hukuk işlerini kurnazca ele
alan, hilelere başvurarak tartışan avukatların,
noterlerin, davavekillerinin yeri yoktur
Utopia'da. Herkesin kendi duasını savunmasını,
avukatın söyleyeceklerini doğrudan
doğruya yargıca söylemesini daha doğru bulurlar.
Yargıç, hiçbir avukattan yalan
söylemeyi öğrenmemiş bu adamların sözlerini
aklıyla tartar; safları, düzenbazların kötü
niyetli ve kurnazca dolaplarından korur.
388/447
Böylece durum laf kalabalığına boğulmaz,
gerçek daha çabuk meydana çıkar. Öteki
ülkelerde, anlaşılması güç, karmakarışık binbir
yasa olduğu için, böyle davranmanın yolu
yoktur. Utopia'da herkes yaman bir avukattır;
çünkü, demin söylediğim gibi, hem yasa
sayısı azdır; hem de bir yasanın yorumu ne
kadar basit olursa o kadar doğru sayılır.
Utopia'lılara göre, ancak herkes ödevini
bilsin diye yasalar yapılır ve ilan edilir. Oysa
kurnazca ve dolambaçlı yollardan yorumlanan
yasalar, birkaç kişinin tekelinde kalır,
herkese ödevini hatırlatamaz. Yasaların basit
ve açık yorumu ise, herkesçe anlaşılabilir.
Halkın büyük bir çoğunluğu, ödevlerinin ne
olduğunu bilmek isteyen basit insanlardır.
Büyük zekâ oyunları ile uzun tartışmalardan
sonra yorumu insanı şaşkına çeviren yasalar
yapılacağına, hiçbir yasa yapılmaması daha
hayırlı değil midir onlar için? Basit halkın,
bu çapraşık yasalara aklı ermez; geçinebilmek
için didinmek zoruda olan adamların
389/447
bütün ömrü yetmez böylesine yasaları anlamaya.
Uzun süre önce Utopia'lıların
yardımıyla baskıdan kurtulan, hiç kimseye
boyun eğmeden özgür yaşayan komşu ülkelerin
halkı, Utopia'lıların hukuk işlerindeki
ustalığını bilirler. Onlardan, bazen bir yıl
bazen da beş yıl için yönetici ve yargıç alırlar.
Bir yargıcın çalışma süresi bitince; şerefler ve
ödüller bağışlayarak, onu Utopia'ya geri
götürüp, bir yenisini alırlar yerine. Bu sayede
komşu ülkelerin kendi devlet işlerini çok
akıllıca düzenledikleri su götürmez. Çünkü
bir devletin gelişmesi de, yıkılması da, o devleti
yönetenlerin ve yargıçların elindedir.
Utopia'lılar, bir süre sonra kendi ülkelerine
döneceklerini, orada paranın hiçbir değeri
olmadığını bildikleri için, rüşvet alıp namus
yolundan şaşmazlar. O ülkede yabancı
oldukları, halkı tanımadıkları için, ne kimseyi
kayırırlar, ne de kimseye kötü niyet gösterirler.
Oysa bu iki şey, yani yargıçların
adam kayırmaları ve para tutkusuna
390/447
kapılmaları, bir devletin en sağlam ve en
güvenilir yanı olan adaletini yıkıverir.
Ülkeler arasında ikide bir yapılan, bozulan,
sonra yeniden yapılan anlaşmalara
Utopia'lılar hiç yanaşmazlar. Neye yarar
böyle anlaşmalar derler. İnsanlar doğuştan
birbirlerini nasıl olsa sevmiyorlar mı? Tabiatın
bu kuralına bile aldırmayanlar, sanki kelimelere
mi önem verecekler? Oralarda krallar
arasında yapılan anlaşmaları hiç kimse
pek umursamadığı için böyle düşünür
Utopia'lılar. Oysa burada Avrupa'da, hele
İsa'nın kurduğu dine inanan ülkelerde, krallar
öylesine doğru ve erdemliymiş ve papalara
öylesine saygı duyulurmuş ki, anlaşmalar
kutsal sayılır, hiçbir zaman bozulmazmış.
Papalar, kendi verdikleri her sözü
tamı tamına yerine getirdikleri gibi, bütün
krallara sözlerini tutmayı salık verirlermiş.
Buna yanaşmayanlarıysa, dinin kendilerine
verdiği yetkiyi ve gücü kullanarak, sözlerini
tutmaya zorlarlarmış. Dini bütün diye
391/447
bilinen insanların, anlaşmalarında imansız
davranmalarını haklı olarak çok
ayıplarlarmış.
Ama yaşayışları ve gelenekleri bizimkilerden
çok başka, oturdukları bölge de bizim
bulunduğumuz yerlerden çok uzak olan bu
yeni ülkelerde, anlaşmalara güvenilmez.
Çünkü Utopia'lılara göre, bir anlaşma ne
kadar gösterişli törenlerle imzalanırsa, kelimeler
üstünde çekişerek, o kadar çabucak
bozulur. Zaten çoğu zaman bu anlaşmalarda
kullanılan kelimeler bile bile öylesine kurnazca
seçilir ki, anlaşmayı da, verilen sözü de
bozmanın bir yolu bulunur sonunda. Oysa
aynı kurnazlık, daha doğrusu aynı hile ve
dolaplar, iki kişinin özel anlaşmasında, imzaladıkları
bir sözleşmede yapılsa krallar
bağıra çağıra hemen kıyametleri koparır, ancak
ölüm cezasının paklayacağı korkunç bir
suç sayarlar bunu. Evet, krallara bu konuda
kötü öğütler verenler bile bu yolu tutarlar o
zaman. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki,
392/447
kralların şanlı egemenliği altında, adalet
dediğimiz ya metelik etmeyen, aşağılık bir
şeydir, ya da iki çeşit adalet vardır
yeryüzünde: Biri yaya giden, yerlerde sürünen,
sağa sola sapmasın diye birçok bağlarla
sıkı sıkı bağlanan yoksul halka uygun zavallı
bir adalet; öteki de, canının istediğini yapanlara,
yasalarla sınırlanmayanlara, yüksek
mevkide olanlara uygun pek şahane bir
adalet. Yaptıkları anlaşmaları boyuna bozan
bu krallar yüzünden, Utopia'lılar hiçbir anlaşma
imzalamazlar. Ama burada otursalar,
belki de düşüncelerini değiştirirlerdi bu konuda.
Onlara göre, anlaşmalarda verilen sözler
tam olarak tutulsa bile, bu geleneğin
başlangıcı çok kötüdür yine de: Küçük bir tepenin,
ya da bir ırmağın ayırdığı ülkelerde
oturanlar arasında doğa sanki hiçbir bağ
kurmamış gibi, herkes doğuştan birbirini
düşman bilir. Aralarında anlaşmalar imzalanmazsa,
sanki birbirlerini yıkmaları,
öldürmeleri doğruymuş gibi davranırlar. Şu
393/447
da var ki, sözde anlaştıktan sonra da,
dostlukları gelişip artmaz. Anlaşma
yazılırken, bir kelime ya da bir cümle gereken
özenle açıklanmadı bahanesiyle, birbirini
soyup dolandırma hakkını gene de bulurlar
kendilerinde. Utopia'lılar ise böyle düşünmezler.
Onlara göre, bir insan size kötülük
yapmadıkça düşmanınız sayılamaz; tabiat
bağları güçlü bir anlaşmadır; candan saygı ve
iyi niyet, laflardan da, yazılı anlaşmalardan
da çok daha sıkı bağlar insanları birbirine.
394/447
SAVAŞ ÜSTÜNE
Utopia'lılar savaştan da vuruşmadan da
pek hayvanca bir şey diye tiksinir, iğrenirler.
Kaldı ki, bu işi insanların yaptığı kadar hiçbir
hayvan yapmaz. Bütün öteki ulusların tersine,
savaşta kazanılan şerefi şerefsizliğin ta
kendisi sayarlar. Gerçi, her gün savaş
talimleri yaparlar, hem de yalnız erkekler
değil, kimi günler kadınlar da bu talime
katılırlar ama bunu gerekince elleri silah tutabilsin
diye yaparlar; savaşa yalnız yurtlarını
savunmak, dostlarının topraklarını düşmanlardan
ya da zorbaların boyunduruğu altında
ezilen bir ulusu kölelikten kurtarmak, kendi
güçleriyle kurtarmak için girerler. Bunu da,
sadece acıma duygusuyla yaparlar.
Dostlarının yardımına sadece onları savunmak
için koşmazlar, zaman zaman da onlara
daha önce yapılmış kötülüklerin öcünü almaya
giderler. Ama bunu, daha iş tazeyken,
kendilerine danışıldığı, öğüt istendiği zaman
yaparlar. Davayı haklı görürlerse ve karşı
taraf istenen hakları yerine getirmezse, onu
suçlu ve savaşın başlıca sorumlusu sayarlar.
Ordu gücüyle yapılan bütün saldırı ve
yağmalar karşısında Utopia'lılar böyle davranırlar
ama onları en çok kızdıran da, dost
memleket tüccarlarının herhangi bir yerde,
ya haksız yasalarla, ya da iyi yasaların
kötü yorumlanmasıyla, sözde adalet adına,
haksızlığa uğramalarıdır.
Bir süre önce Utopia'lıların Bulut-kentlileri(1)
savunmak için Kör-kentlilere(2)
açtığı savaşın kaynağı sadece bu olmuştu:
Utopia'lılara göre, Bulut-kentin tüccarları
Kör-kentlilerin gadrine uğramıştı. Aslında
haklı haksız kim olursa olsun, savaş çok kanlı
ve amansız oldu. İki düşmanın kinlerine ve
saldırılarına komşu ülkeler de var güçleriyle
katıldılar ve nice zengin ve rahat uluslar sarsıldı,
niceleri de perişan oldular. Bu belalar
Kör-kentlilerin yenilip Bulut-kentlilerin
köleleri oluncaya kadar sürdü. Utopia'lılar
396/447
bu savaşı kendi yararlarına yapmış
değillerdi. Kör-kentliler bu savaştan önce,
Bulut-kentlilerden çok daha parlak bir
durumdaydılar.
İşte Utopia'lılar, para işlerinde bile, haksızlığa
uğramış dostlarını böyle canla başla
korudular. Kendi işlerine bu kadar önem vermezler.
Kendilerine bir kalleşlik edilip malları
ellerinden alınırsa, canlarına kıyılmadığı
sürece, o ulusla alışverişlerini kesmekle
öçlerini alır ve uğradıkları haksızlık giderilinceye
kadar bununla yetinirler.
Yabancı bir memlekette bir Utopia'lı ister
devlet eliyle, ister bir tek kişi eliyle zarar
görür ya da öldürülürse, Utopia, olan biteni
incelemek üzere elçilerini oraya yollar. Haksızlık
görürse, suçluların kendisine teslim
edilmesini ister. Bu isteği yerine getirilirse,
suçlular ya ölüm ya da kölelik cezasına
çarptırılır.
397/447
Kanlı bir zaferin kazançları Utopia'lıları
üzer, hatta utandırır; çünkü, parlak
kazançları insan kanı pahasına elde etmeyi
büyük bir çılgınlık sayarlar. Onlar için en
şanlı zafer düşmanı oyun düzen gücüyle yenmektir.
İşte yalnız o zaman büyük bayramlar
yapar; yığitlikleriyle övünür, anıtlar dikerler.
Onlar için yiğitlik düşmanını akıl yoluyla
yenmektir. Böyle bir zaferi hayvanlar
kazanamaz, yalnız insan kazanır. Derler ki,
arslanlar, ayılar, yaban domuzları, kurtlar,
köpekler, yalnız beden güçleriyle dövüşmesini
bilirler. Atılganlık, güçlülük bakımından
bu hayvanların çoğu insandan üstündür.
Ama hepsi, aklın ve zekânın karşısında boyun
eğerler.
Savaşta Utopia'lıların elde etmek istedikleri
tek şey, onları savaş açmaya zorlayan
haklı isteklerdir. İsteklerini yerine getirmedikleri
zaman, bunun öcünü kıyasıya
alırlar, ve bir daha kimse onlara aynı haksızlığı
yapmayı göze alamaz. Utopia'lıların
398/447
savaşta güttükleri tek amaç budur. Bu amaca
ulaşmak için de sert ve hızlı davranırlar. Boş
bir şeref kazanmaktansa, beladan bir an önce
kurtulmayı gözetirler. Savaş açılır açılmaz,
düşmanlarının memleketlerinde sokaklara
ve meydanlara Utopia devletinin mührüyle
hemen yaftalar asarlar. Bu yaftalarda, düş-
manlarının krallarını öldürecek olanlara
büyük ödüller vaat ederler ve orada adı
geçen başkalarını öldüreceklere daha az
önemli ama yine de hatırı sayılır ödüller verirler.
Bunlar krallardan sonra gelen başlıca
sorumlulardır. Yaftadakilerden birini canlı
getirene iki kat ödül verirler. Başlarına
ödül konanlar kendilerinden yana geçerlerse,
onlara aynı büyük ödüller verilir ve cezadan
kurtulurlar. Böylelikle, düşmanları arasında
çok geçmeden birbirlerine karşı kuşkular
yaratmış olurlar; adamlar birbirine güvenmez
olur, korkular içinde yaşarlar. Korkmakta
haksız da değillerdir; çünkü, en
güvendiği adamların krala ihanet ettikleri
399/447
çok görülmüştür. Paranın insana işletmeyeceği
suç yoktur. Onun için Utopia'lılar bu
gibi durumlarda parayı esirgemezler. İhanete
kışkırttıkları insanlara, göze aldıkları tehlike
ölçüsünde cömert davranırlar. Onlara sadece
bol bol altın değil, diledikleri yerlerde büyük
gelirler getiren topraklar da vaat ederler ve
sözlerini dürüstlükle tutarlar.
Düşmanları alıp satma işini öbür uluslar
aşağılık ruhlara özgü iğrenç ve korkakça bir
davranış sayarlar. Utopia'lılarsa en büyük
savaşları çarpışmadan bitirdikleri için, bu
davranışlarıyla övünürler. Hatta, bunu insanca
ve insaflıca bir davranış sayarlar,
çünkü, böylelikle bir avuç suçlunun ölümüne
karşılık her iki yandan ölecek binlerce insanın
hayatını kurtarmış olurlar. Çünkü,
Utopia'lılar kendi halklarına olduğu kadar
düşman askerlerine de acırlar; askerin
kendiliğinden savaşa girmediğini, kralların
ve başlarının azgınlığına kurban gittiklerini
bilirler. Bu yoldan işi istedikleri gibi
400/447
çözümleyemezlerse, o zaman düşmanları
arasında ikilik ve çatışma yaratırlar, kralın
kardeşine ya da başka bir önemli kişiye tahta
geçme umudunu aşılarlar. Bunda başarı elde
edemezlerse, düşmanlarına komşu olan
ulusları onlara karşı kışkırtırlar, krallar
arasında hiç eksik olmayan eski hak iddialarını
ileri sürdürtürler. Bol bol para
dökerler. Ama kendi yurttaşlarını savaşa yollamakta
cimri davranırlar. Çünkü, Utopia
Cumhuriyetinde yurttaşlar öylesine sevgi ve
saygı görür ki, onların bir tekini düşmanların
kralı ile bile kolay kolay değişmezler. Ama
altınla gümüşe hiç acımazlar; çünkü, onları
yalnız bu işlerde kullanırlar ve bilirler ki, son
meteliklerini de harcasalar yine de
Utopia'lıların rahatı kaçmayacaktır. Kaldı ki,
yurtlarında saklı zenginlikler dışında,
dışarıda tükenmez hazineleri vardır. Çünkü,
daha önce de söylediğimiz gibi, birçok ulus
onlara borçlanmıştır. Bu paranın bir kısmıyla
her memleketten, özellikle
401/447
Zapolete'lerden(3) asker tutarlar ve onları
savaşa sürerler. Bu memleket Utopia'nın
doğusuna beş yüz mil uzaktadır. Korkunç,
vahşi ve yırtıcı bir ulus olan Zapolete'ler,
balta girmemiş ormanlarda, yüksek dağlarda
doğup büyürler. Sağlam yapılıdırlar, sıcağa
soğuğa dayanırlar, işten kaçmazlar, hayattan
tat almak nedir bilmezler, toprağı işlemezler,
ev kurmaya, iyi giyinmeye önem vermezler,
tek bildikleri iş sürü gütmektir. Çoğu zaman
geçimlerini avla ve talanla sağlarlar. Savaş
için yaratılmış olan bu adamlar, dövüşmeye
can atarlar. Bu fırsatı bulur bulmaz da sevinçten
deliye dönerler. Dağlardan sürüyle inerler.
İsteyen uluslara hizmetlerini yok pahasına
satarlar. Tek meslekleri budur. Ölüme
koşarak hayatlarını kazanırlar ve kendilerine
para verenler hesabına canla başla, yiğitçe
savaşırlar. Ama ne kadar bağlı kalacakları
belli olmaz. Çünkü, karşı taraf biraz daha
fazla para verecek olursa, hemen ondan yana
geçerler ve ertesi gün yine biraz para karşılığı
402/447
onlara karşı savaşırlar. Bu bölgede hangi
savaş olsa, her iki yanda da Zapolete'ler
görülür. Bu yüzden, birbirine candan bağlı
dostların, yakın akrabaların birbirlerine
karşı savaşmaları olağan işlerdendir. Kanlarını
birkaç kuruşa sattıkları için dostluğu
akrabalığı unutarak birbirlerine korkunç bir
azgınlıkla saldırıp kılıç saplarlar. Bunlarda
para tutkusu öylesine güçlüdür ki, bir meteliğe
bayraklarını değiştirirler. Çarçabuk
kapıldıkları bu para tutkusunun hiçbir
yararını da görmezler. Çünkü, kanları pahasına
kazandıkları parayı aşağılık cümbüşlerle
çarçur ederler.
Bu ulus Utopia'lılar için bütün dünya ile
savaşır. Çünkü, hiçbir yerde Utopia'lılar
kadar para veren olmaz. İyi insanları iyi
işlerde kullanan Utopia'lılar, bu aşağılık
kişileri kötü işlere koşup harcarlar.
Zapolete'lere ihtiyacı olunca, onları parlak
umutlar vererek en belalı işlere sürerler;
çoğu ölür gider ve hiçbir zaman ödüllerini
403/447
almaya gelemezler. Bir dahaki sefere tehlikeye
atılmayı göze alsınlar diye, sağ kalanlara
verdikleri sözü tutarlar.
Utopia'lılar bu kiralık askerlerin sürü ile
ölmesinden hiç kaygılanmazlar. Çünkü,
dünyayı bu lanetli, bu haydut soyundan kurtaracakları
gün, bütün insanlığa hayırlı bir iş
görmüş olacaklarına inanırlar. Utopia'lılar
savaşlarda Zapolete'lerden başka korudukları
devletlerin askerlerini ve daha başka
birleşiklerin ordularını, en sonunda da kendi
yurttaşlarını kullanırlar. Bunlar arasında kafalı
ve yürekli bir adamı seçip bütün ordunun
başına getirirler. Bu başkumandanın iki
yardımcısı vardır; kumandan sağ oldukça
bunların hiçbir yetkisi yoktur. Ama kumandan
ölür ya da esir düşerse, yardımcılarından
biri, mirasçısı gibi, yerine geçer,
onun yokluğunda da üçüncüsü başa geçer,
böylece savaşın tehlikeleri içinde olan başkumandanın
başına gelecek kazalar ordunun
güvenliğini sarsmaz. Her şehir, askerleri
404/447
gönüllüler arasından seçer. Hiç kimse zorla
orduya alınmaz, çünkü korkak bir asker
yiğitçe savaşacak yerde, arkadaşlarına da
korku aşılar. Eğer kendi yurtlarına
saldırılırsa, o zaman, sağlam, iyi yapılı korkakları
yürekli adamlarla bir arada gemilere
ya da kaçamayacakları surlara koyarlar.
Böylece, çok yakındaki düşmandan utanır,
kaçma umutları da olmadığı için, korkularını
unuturlar. Ölümle burun buruna gelince,
korkak insanlar bile çok kez aslan kesilirler.
Yasa kimseyi zorla savaşa sürüklememekle
beraber, isteyen kadınların kocalarıyla
birlikte orduya katılmalarına izin verir,
hatta onu teşvik eder, şeref sayar. Savaşta
her kadın kocasının yanıbaşındadır.
Herkesin çevresinde çocukları, yakınları
vardır. Aralarındaki bağlar onları ister
istemez birbirlerine yardım etmeye zorlar.
Bir kocanın karısız, bir kadının kocasız, bir
oğulun babasız savaştan dönmesi büyük bir
ayıp sayılır. Onun için, düşman var gücüyle
405/447
karşı koyup da savaş kızıştı mı kıyasıya kan
dökülür. Aslında Utopia'lılar savaşa girmemek
için ellerinden geleni yaparlar ve
sonuna kadar kiralık askerlerini kullanmak
isterler ama, kendileri de savaşa girmek
zorunda kalınca o zaman, savaştan kaçmakta
göstermiş oldukları ölçülülüğün tam tersine,
atılgan olurlar. Bütün güçlerini ilk çatışmada
kullanmazlar. Savaş uzadıkça yiğitlikleri artar
ve bir adım gerilemektense ölmeyi göze
alırlar. Onlara bu yiğitliği veren, yenilmektense
ölmeyi göze aldıran yurtlarında her zaman
bulacakları güvenliktir. Utopia'lıların
çoluk çocuklarının geleceği üstüne hiçbir
kaygıları yoktur. En yiğit yürekleri bile
yıldıran bu kaygıdır. Utopia'lıların güvenini
artıran bir şey de, askerin taktiğindeki büyük
ustalıklarıdır. Ama yiğitliklerin asıl kaynağı
çocukluktan beri okullarda ve Cumhuriyetin
türlü kurumlarında aldıkları eğitimdir. Hayatlarını
boşuna harcayacak kadar
küçümsemedikleri gibi, şerefleri gerektirdiği
406/447
zaman da hayatlarına yüz kızartıcı bir
tutkuyla bağlı kalmazlar. Savaşın en azgın
anında, beraber yaşayıp ölmeye yeminli
seçkin bir avuç delikanlı, düşman ordusunun
başkumandanını yok etme görevini üstlerine
alırlar. Ona gizlice, ya da açıkça, uzaktan
yakından saldırırlar. Bu delikanlılar
saldırılarında durmak dinlenmek bilmezler.
Yorulanların yerine hemen taze güçler gelir.
Düşman başkumandanı kaçıp kurtulmadıkça,
bu delikanlılar onu ne yapıp edip
ya öldürür, ya da esir alırlar.
Utopia'lılar savaşı kazanınca, öfkeye
kapılıp yenilenlerin kanını boşuna dökmezler.
Onları öldüreceklerine diri diri esir almayı
tercih ederler ve kendi ordularına çeki
düzen vermedikçe de kaçan düşmanın ardına
düşmezler. Savaş gerektirmedikçe askerlerinin
bozuk düzen halinde düşmanın ardından
koşmasına meydan vermektense,
bütün düşmanların kaçmasına göz yumarlar.
Çünkü, birçok savaşta canlarını bu sayede
407/447
kurtardıklarını unutmazlar. Utopia ordusu
bozguna uğrayınca, düşman zaferin sarhoşluğuyla
kaçanları surda burda
kovalarken, fırsat kollayan bir avuç
Utopia'lının tuzak kurup düşmana saldırdığı
ve savaşın kaderini değiştirdiği olmuştur.
Böylece, düşmanın karşı koymasına rağmen,
çok güvendikleri zafer ellerinden alınmış ve
az önce yenilen Utopia'lılar savaşı kazanmıştır.
Utopia'lıların pusu kurmakta mı,
pusudan korunmakta mı daha usta olduklarını
söylemek güçtür. Kaçmaya hazırlanıyor
dersiniz, oysa hiç de öyle bir niyetleri yoktur.
Kaçmaya niyetliyseler, belli etmezler.
Durum ve sayı bakımından güçlüğe
düşerlerse, gece yarısı sessizce yer değiştirirler
ya da bir düzenle, düşmanlarını aldatırlar.
Güpegündüz çekildikleri de olur ama bu
işi öyle ustaca yaparlar ki, bu durumda üstlerine
yürümek saldırışlarından daha az tehlikeli
değildir. Konakladıkları yeri geniş ve
derin hendeklerle çevirirler. Çıkan toprak
408/447
içeriye yığılır. Bütün bunları köleler değil,
askerler yapar. Nöbetçilerden ve hendekleri
baskınlara karşı koruyanlardan başka, bütün
askerler çalışır. Böylelikle, insanı şaşırtacak
kadar kısa bir zamanda büyük düzlükler yaman
istihkâmlar haline gelir. Utopia'lıların
zırhları çok sağlamdır. Bununla beraber,
içinde o kadar kolaylıkla hareket edilebilir ki,
askerin yüzmesine bile engel olmaz. Utopia
askerlerine öğretilen şeylerden biri de
kuşamlı olarak yüzmektir. Piyadeler de,
süvariler de mızraklarını çok uzağa atmasını
bilirler, attıklarını vururlar. Yakından kılıçla
değil, baltayla dövüşürler. Baltayı ne yandan
vururlarsa hiç şaşmaz öldürür. Savaş araçları
bulmakta pek ustadırlar. Buluşlarını, kullanacakları
güne kadar gizli tutarlar. Çünkü,
önceden bilinirse, işe yaramaz, gülünç bir oyuncak
haline gelir. Bu araçların kullanışlı olmasına
ve kolay taşınmasına önem verirler.
Düşmanla yaptıkları savaş-kesme anlaşmalarına,
kışkırtılsalar bile yine de, sıkı
409/447
sıkıya bağlı kalırlar. Düşman topraklarını
talan etmezler, ekinlerini yakmazlar. Günün
birinde işlerine yarar diye, tarlaları askerin
ve atların çiğnemesini bile istemezler. Silahsız
adama, casus değilse, dokunmazlar.
Kendilerine teslim olan şehirleri korur,
hücumla aldıkları şehirleri yağma etmezler.
Yalnız teslim olmayan başlıca kumandanları
öldürürler, öbür askerleri sadece esir ederler.
İşinde gücünde olan halka gelince, ona
hiç kötülük etmezler. Kuşatılanlar arasında
teslim olmayı salık vermiş varsa, onlara
mahkumların mallarını verirler; geri kalan
malları, bu savaşta kendilerine yardım edenlere
bol bol dağıtırlar. Kendileri hiçbir şey almazlar.
Savaş sona erince, birleşiklerine
hiçbir masraf yüklemezler, her şeyi yenilenlere
ödetirler. İlk olarak onlardan gelecek
savaşlarda kullanmak üzere para, sonra da
büyük gelirli topraklar alırlar. Bugün
Utopia'nın birçok yabancı memlekette, yılda
yedi yüz bin dukayı aşan geliri vardır. Utopia
410/447
bu memleketlere temsilciler gönderir ve
bunlar orda pek parlak bir hayat sürer ve
hazineye büyük paralar sağlarlar. Utopia'lılar
çok kez, bu çiftliklerini gelirini o memleket
halkına bırakır ve yalnız ihtiyaç olduğu zaman
kendileri alırlar. Bu geliri istedikleri
binde birdir. Bu toprakların bir
parçasını daha önce sözünü ettiğimiz fedailere
verirler. Herhangi bir kral Utopia'ya karşı
savaş açar ve topraklarına saldırmaya
kalkarsa, kendi şuurları dışında, karşısına
büyük bir orduyla çıkarlar. Çünkü, bir zorunluluk
olmadıkça, kendi topraklarında savaş-
mak istemezler. Yabancı orduların, kendilerine
yardım için bile olsa, yurtlarına girmesinden
kaçınırlar.
411/447
UTOPIA'DA DİNLER
Utopia'nın değişik bölgelerinde, hatta bir
şehrin değişik yerlerinde çeşitli dinler vardır.
Kimi Güneş'e tapar, kimi Ay'a, kimi de başka
bir gezegene. Eskiden şanlı şerefli ve erdemli
bir hayat sürmüş olan bir adama, Tanrı,
hatta Tanrıların en yücesi diye tapanlar da
vardı. Ama Utopia'lıların büyük çoğunluğu
ve en akıllıları, bütün bu putları bırakıp, bir
tek Tanrı bilirler. Bu Tanrı bilinmez, anlaşılmaz,
açıklanmaz bir varlıktır, insan
zekâsının sınırlarını aşar, bütün dünyayı
bedeni, erdemi ve gücü ile kapsar. Bu
Tanrı'ya Baba derler. Her şeyin doğuşunu,
çoğalışını, gelişmesini ve değişmesini ve son
bulmasını ondan bilirler. Onun dışında
hiçbir varlıkta tanrılık görmezler.
Utopia'lıların dinleri ne kadar değişik de olsa
hepsi şu inançta birleşirler: Dünyayı yaratan
ve yürüten bir yüce varlık vardır; bu varlığın
adı Utopia'lıların dilinde Mithra'dır. Ne var
ki, Mithra herkes için aynı değildir. Ama
Tanrı'ya verdikleri biçim ne olursa olsun,
herkesin bu biçim altında asıl tapındığı yüce
tabiattır. Bütün Utopia'lılar her şeyin başı,
başbuğu olarak yalnız onu görürler. Bununla
beraber, bütün Utopia'lılar bu çeşitli boş inançlardan
sıyrılmaya ve daha çok akla yakın
görünen bu dinde birleşmeye başladılar.
Öteki dinler çoktan ortadan kalkmış olurdu,
gelgelelim, bir adam tam din değiştirmeyi
düşünürken başına bir felaket gelince,
korkuya kapılıyor ve bunu bir rastlantı değil
Tanrı'nın bir cezası sayıyor. Sanki, terk etmeye
hazırlandığı o Tanrı ondan öç alıyormuş
gibi. Bizden İsa'nın adını, öğretisini,
yasalarını, mucizelerini ve kendi istekleriyle,
kanlarını dökerek dünyanın dört bir bucağındaki
bir sürü ulusa kendi inançlarını
benimseten birçok din şehidinin o eşsiz
bağlılıklarını duyunca, bu dini ne kadar
candan kabul ettiklerine şaşarsınız. Ya Tanrı,
için için onlara ilham veriyordu; ya da
413/447
Hıristiyanlık onların en beğendikleri dine
her bakımdan uygun görünüyordu. Ama
bana kalırsa, onları bu bakımdan en çok
etkileyen şunu söylememiz oldu: İsa,
Hıristiyanlar arasında her şeyin ortak olmasını
kararlaştırmıştı; malda mülkteki bu
ortaklık en dürüst Hıristiyan topluluklarında
hâlâ süregelmektedir.
Her neyse, Utopia'lıların çoğu bizim dinimizi
benimsedi ve kutsal vaftiz suyunda
yıkandı. Ne yazık ki, dördümüz arasında
(içimizden iki kişi öldüğü için dört kalmıştık)
hiç papaz yoktu; böylece, Utopia'lılar dinimizin
bütün öbür sırlarını bilmekle beraber,
ancak rahiplerin yapabileceği bazı törenlerden
yoksun kaldılar. Bununla beraber, bütün
bu törenleri biliyor ve istiyorlar. Hatta
aralarında, içlerinden birinin rahip olup
olamayacağı konusunda canla başla tartışıyorlar.
Birisini de seçmeye niyetleniyorlardı
ama, ben gittiğim sırada seçmemişlerdi
henüz. Hıristiyanlığa inanmayan Utopia'lılar
414/447
bu dinin yayılmasına ne engel oluyor, ne de
Hıristiyan olanlara dil uzatıyorlar. Ne var ki,
Hıristiyanlığı yeni kabul edenlerden birini
bizim önümüzde adamakıllı cezalandırdılar.
Bu adam vaftiz olur olmaz, karşı koymamıza
rağmen, akılsızca duygularına kapılarak
İsa'nın dinini övmeğe başladı; bu işte öylesine
coşmuştu ki, sadece bizim dinimizi bütün
öteki dinlere üstün tutmakla kalmadı,
hepsini toptan kötüledi, bu dinlere bağlı
olanları zındık, kötü, şeytan soyu ve cehennemlik
saydı. Adam bu yolda böyle uzun uzadıya
atıp tuttuktan sonra yakalandı, dinlere
dil uzattığı için değil, halkı birbirine katmakla
suçlandı, yargılandı ve sürgün edildi.
Çünkü, Utopia'lıların en eski yasalarından
biri şudur: Kimse dininden ötürü kötülenemez.
Utopia'nın kurulduğu sıralarda, Kral
Utopus oraya gelmezden önce, ada halkının
din yüzünden birbirini yediklerini öğrenmişti.
Memleketin bu durumda olması Kral
Utopus'un orayı fethetmesini
415/447
kolaylaştırmıştı. Çünkü çatışan mezhepler
birleşecek yerde, düşmanla ayrı ayrı savaşıyordu.
Utopus zaferi kazanır kazanmaz, ilk işi
din özgürlüğünü yasalaştırmak oldu: Buna
göre, her insan istediği dini tutabilir,
başkalarını kendi dinine çekmek için elinden
geleni yapabilir, yeter ki, bunu tatlılıkla,
alçakgönülle, efendice yapsın ve inandıramadığı
insanlara karşı zor kullanmasın, onları
suçlamasın, ikilik yaratan tatsız sözlerden
kaçınsın. Hoşgörür olmayanlar ve
bağnazlar sürgün ve kölelik cezalarına
çarptırılıyordu.
Kral bu yasayı yaparken, yalnız halkın rahatını
kaçıran sürekli kavgaları, kinleri ortadan
kaldırmayı düşünmekle kalmıyor,
böylelikle dinin gelişmesine de yardım
edeceğine inanıyordu. İnanç konusunda
hiç kesin kararlar almadı. Düşündü ki, belki
de Tanrı insanların değişik inançları olmasını
istemişti. Kral, bir başkasını zorlayarak,
ya da korkutarak kendi inancına
416/447
çekmeyi çok yersiz, saçma ve zorbaca bir
davranış sayıyordu. Eğer dinlerin bir teki
doğru, ötekileri boş inançlara dayanıyorsa,
gerçek ergeç meydana çıkacaktı, elverir ki,
insanlar akıllıca davransınlar ve bibirini
kırmasınlar. Ama eğer bu konu üstündeki
çatışma ve tartışmalar sürüp giderse, en kötü
insanlar en inatçı kişiler olduğu ve kötü inançlarında
direttikleri için en iyi ve en yüce
din ayaklar altına alınıp, boş inançlara kurban
gider; güzelim ekinlerin çalılar arasında
yok olması gibi.
İşte, bu yüzden Utopus bu konuyu
tartışmadı bile ve her insana tam bir vicdan
ve inanç özgürlüğü verdi. Bununla beraber,
ruhun bedenle birlikte olduğuna, dünyanın
gelişigüzel yürüyüp gittiğine inanacak kadar
insanlığı hor görenleri ahlâk adına ayıpladı.
Utopia'lılar, ölümden sonra bir başka hayat
olduğuna, kötülüklerin kıyasıya ceza göreceğine
ve erdemlerin cömertçe ödüllendirileceğine
inanırlar. Böyle düşünmeyen ve
417/447
insanın yüce ruhunu bir hayvan bedeni durumunda
gören kimselere insan demezler.
Böylelerini yurttaş bile saymazlar. Çünkü,
böylelerinin yasadan korkusu olmazsa, ahlaka
da, toplumsal kurumlara da hiçbir saygı
göstermezler. Çünkü, ceza yasasından başka
engel tanımayan bu adamlar yasaları ya gizliden
gizliye kurnazlıkla, ya da kaba güçle
bozacaklardır ister istemez. Onun için, bu
kafada olanlar her türlü şereften yoksundur
ve devlet işlerinde görev alamazlar. Bu
yararsız, aşağılık kişileri herkes hor görür.
Bununla beraber, bunlara hiçbir ceza da verilmez.
Çünkü Utopia'lılara göre, istediği şeye
inanıp inanmamak insanın elinde değildir.
Ayrıca, onlar korkup düşüncelerini saklamaya,
inanmadıkları şeye inanır görünmeye
zorlanmazlar. Olduğu gibi görünmemek
ve her çeşit yalan düzen Utopia'da
büyük bir nefretle karşılanır. Ne var ki, bu
adamların bilgisiz halk önünde inançlarından
uluorta söz etmelerine izin
418/447
verilmez. Ama rahipler ve aklı başında
adamlarla bu konuda tartışabilirler. Hatta,
bu çılgınlığın yerini akıl alır diye, bu
tartışmalar ayrıca teşvik de edilir. Birçok
Utopia'lı bunun tam tersi bir saplantı içindedirler.
Ama, bunların düşünceleri ne tehlikeli
ne de büsbütün saçma olmadığı için
yayılmalarına engel olunmaz. Bir başka
aşırılığa düşen bu Utopia'lılara göre hayvan
ruhları, sofuluk ve öbür dünyadaki mutluluk
bakımından daha aşağı olmakla beraber, insan
ruhları gibi ölümsüz, sonsuzdur. Küçük
bir azınlık dışında bütün Utopia'lılara göre,
insanı mezarın ötesinde sınırsız bir mutluluk
beklemektedir. Onun için hastalara ağlar,
ölenlere ağlamazlar. Yalnız hayattan kaygıyla
ve istemeye istemeye ayrılanlara acırlar.
Ölüm korkusunu kötüye yorarlar. Derler ki,
yalnız umutsuz ve suçlu ruhlar görecekleri
cezayı için için bilir gibi öbür dünyanın
kapısında titremeye başlarlar. Ayrıca onlara
göre, Tanrı, çağırdığı zaman kendisine sevine
419/447
sevine gitmeyenleri, ölüme karşı ayak direyenleri
hoşgörmez. Böylesine ölenleri görünce
Utopia'lıların keyifleri kaçar ve onları, asık
yüzle, sessiz sedasız mezara koyar, günahının
bağışlanması ve ruhunun azaplardan kurtulabilmesi
için Tanrı'ya yalvarırlar ve üzerine
toprak yığarlar.
Sevinç ve umutla ölen bir Utopia'lının ardından
ise kimse ağlayıp sızlanmaz. Cenazesi
sevinçli şarkılar türkülerle kaldırılır ve ruhu
Tanrı'ya emanet edilirken bedeni sevinçle,
güleryüzle ve saygıyla yakılır. Küllerinin
üstüne bir taş diker, üzerine de ölenin adını
sanını yazarlar. Dostları eve dönünce, onun
iyilğinden, güzel işlerinden söz ederler; ve en
seve seve anlattıkları şey de, hayatından çok
şanlı ve sevinçli ölümüdür.
İyi insanların böyle şan ve şerefle anılması
Utopia'lıları erdem yolunda yüreklendirir,
üstelik de ölülerin çok hoşuna giden bir
tören yapmış olurlar. Çünkü, Utopia'lıların
420/447
çoğuna göre, ölüler insanların güçsüz gözlerine
görünmeseler bile, kendilerini anan dirilerin
arasına katılırlar. Mutlu ruhların
diledikleri yere gitmekle serbest olmamaları
hiç de şanlarına layık sayılmazdı. Üstelik,
yeryüzünde sevdikleri, bağlandıkları insanları
görmek istememeleri bir nankörlük
olurdu. Böyle bir şey düşünülemez, çünkü,
iyi insanların yüreklerindeki sevgi ölümden
sonra, öbür erdemleri gibi, azalacağına daha
da artar. Böylece, Utopia'lılara göre, ölüler
diriler topluluğuna karışırlar. Onların işlerine
ve sözlerine göz kulak olurlar. Atalarının,
dedelerinin hep yanlarında bulunduğu inancı
Utopia'lılara bütün davranışlarında
güven verir ve gizlice işleyecekleri suçları
önler.
Başka ulusların pek önem verdikleri fallara,
kehanetlere gelince, Utopia'lılar bunları
saçma bulur ve alaya alırlar. Buna karşılık,
tabiat yasalarını aşan mucizelere saygıları
vardır, onlarda Tanrı varlığının ve gücünün
421/447
bir belirtisini görürler. Onlara göre, büyük
bunalım anlarında bu mucizelere sık sık
rastlanır. Halkın yakarışları ve büyük inancı,
yurtlarını belalardan kurtarıverir. Evreni incelemek
ve tabiat harikalarını övmek, onlara
göre, Tanrı'ya hoş gelen ve yaraşan bir tapınmadır.
Bununla beraber, Utopia'lılar
arasında, dine fazla sarılıp bilimi bir yana
bırakan, yeryüzüyle ilgili bilgileri hor görenler
vardır. Ama tembelliğe ve aylaklığa
düşmek de istemezler. Çünkü, bu insanlar
öbür dünyada mutluluğa ancak çalışmak ve
iyi işler görmekle varılacağına inanırlar.
Kimi, hastalara bakar, kimi yolları köprüleri
onarır, kanalları temizler, toprağa çekidüzen
verir, taşları kumları taşır, ağaç kesip biçer,
kentlere at arabalarıyla odun, buğday, meyve
daha birçok yiyecek taşır; bunlar sadece halk
için çalışmakla kalmaz, özel işlerde de, birer
uşak gibi, hatta köle gibi çabalarlar. En
çamurlu, en çetin, en belalı, insanların
çoğunu tiksindiren, ürküten işleri candan ve
422/447
yürekten yüklenirler; başkaları rahat etsin,
dinlensin diye kendileri didinir dururlar ve
bunun karşılığını beklemezler. Başkalarının
yaşayışına karışmaz, kendi yaptıklarıyla
övünmezler. Çalışmada köle durumuna indikleri
ölçüde, halkın gözünde yükselirler.
Bu kimseler ikiye ayrılır: Bir bölüğü
bekar yaşar, kadından uzak durmakla kalmayıp,
ağızlarına et koymazlar; hatta her
türlü hayvan davranışlarından kaçınanlar da
vardır. Bu dünyanın zevklerini zararlı sayıp
hepsinden kaçınırlar, ve bütün çabalarını
umutlarını öbür dünyanın nimetlerine
kavuşma yoluna korlar. Bu nimetlere bir an
önce kavuşmanın sevinci, tutkusu içindedirler.
Bir bölüğüyse, yine çalışmaya düşkün
olmakla beraber, evlenirler ve evliliğin
ödevlerini zevklerini benimserler. Onlara
göre, tabiata uymak ve yurda çocuk
yetiştirmek gerekir. Çalışmaya engel olmamak
şartıyla dünya zevklerini hor görmezler.
Utopia'lılar bu sonuncuları daha akıllı,
423/447
birincileriyse daha ermiş sayarlar. Evliliğe
bekârlığı, rahata cefayı üstün görenler, bu
davranışlarını akla, sağduyuya daha uygun
saymaya kalksalardı, Utopia'lılara bir alay
konusu olurlardı. Ama, bunu sadece din
uğruna yaptıklarını söyledikleri için,
Utopia'lıların saygısını hatta hayranlığını
kazanmışlardır. Bunlara garip bir yerli deyimle
'Burthresas' derler ki, bizim dilimizde
din adamı demektir.
Utopia'nın rahipleri pek seçkin ermiş
kişilerdir, onun için sayıları pek azdır. Her
şehrin on üç tapınağında on üç rahip vardır
ama, savaş sırasından bu sayı değişir. Çünkü
savaşta bunların yedisi orduya katılır, onların
yerine yedi rahip bulmak gerekir. Ordu
ile gidenler dönüşlerinde yine eski yerlerini
alırlar. Yardımcılar, eskiler öldükçe onların
yerlerine geçerler. Ondan önce de başrahibe
yardım ederler. Her şehirde bir başrahip
vardır. Halk, başka bütün görevliler gibi
rahipleri de, entrikaları önlemek üzere gizli
424/447
oyla seçer. Seçildikten sonra bunlar kendi
kurumlarınca da onaylanırlar. Din işlerine
bakarlar, törenlerini yönetirler, bir çeşit ahlak
yargıçlığı ederler. Uygunsuz bir davranış
yüzünden onların önüne çıkmak ve laf
işitmek büyük ayıp sayılır. Suçluları cezalandırmak
kralın ve öbür yargıçların işi ise
de, rahiplerin yol gösterme ve ayıplama
yetkileri vardır. Ahlakça pek düşkün olanları
da din törenlerinden yoksun bırakırlar.
Bu afaroz Utopia'lıların en korktuğu bir cezadır.
Afaroz edilen kimse şerefini yitirir,
vicdan azapları ve korkular içinde yaşar, hayatı
bile tehlikeye girer. Hemen pişman olup
rahiplerin gösterdiği yola dönmezse, hükü-
metçe yakalanır ve dinsizlik cezasına çarpılır.
Çocukların ve gençlerin eğitimi ve öğretimi
rahiplere bırakılmıştır. Okul kendilerine
bilimden çok erdem ve ahlak vermeye çalışır.
Utopia'da öğretmenin işi bütün görgü ve bilgisini
körpe yaşta çocuğun kafasına Cumhuriyeti
koruyacak olan sağlam ilkeleri
425/447
yerleştirmeğe harcamaktır. Bu ilkelerle
yetişen çocuk, bütün ömrünce onlara bağlı
kalır, büyüyünce de devletin bekçisi ve
yararlı bir üyesi olur. Devletleri dağıtan kötü
ahlaktır. Kötü ahlakı yaratan da kötü ilkeler
ve düşüncelerdir. Rahipler, karılarını memleketin
en ileri gelenleri arasında seçerler,
kadınlar da dul ya da yaşlı olmak şartıyla,
rahiplik mesleğine girebilirler.
Utopia'da rahiplikten daha şerefli bir
görev yoktur. Rahiplere gösterilen saygı o
kadar büyüktür ki, onlardan biri suç işlerse
adalet karşısına çıkmaz, Tanrı'ya ve kendi
vicdanına bırakılır. Çünkü Utopia'lılara göre,
Tanrı'ya adanmış olan kutsal bir varlığa
hiçbir ölümlünün eli dokunamaz. Rahipler
az olduğu ve çok titizce seçildikleri için bu
töreyi uygulamak kolay olmaktadır. Erdemli
ve iyilerin iyisi olduğu için bu kadar yükselmiş
olan bir insanın kötülüğe ve ahlaksızlığa
düşmesi binde bir olacak bir şeydir.
Böyle bir şey olsa bile ki insanın bozulmaya
426/447
ve değişmeye elverişli yaradılışı yüzünden
olabilir devletin güvenliği tehlikeye düşmez.
Çünkü bu sınıftakilerin sayısı azdır; ve şanları
şerefleri olmakla beraber, devlet işlerinde
etkinlikleri yoktur. Rahiplerin sayısını
sınırlandırmakla Utopia'lılar bugün çok
büyük bir saygı gören bu sınıfı ayağa
düşmekten kurtarmış oluyor. Olağanüstü bir
yetkinlik isteyen böyle bir göreve yükselecek
değerde insan bulmak zaten güç bir şeydir.
Utopia'nın rahipleri kendi yurttaşları kadar
yabancı ulusların da saygısını kazanmıştır.
Bunun nedeni şudur: Savaşlarda rahipler,
savaş alanına yakın bir köşeye çekilir, orada
kutsal giysileriyle diz çöker, ellerini göğe
kaldırır, her şeyden önce barış için, sonra
kendi memleketlerinin zaferi için dua
ederler. Ama bu zaferin hiçbir taraf için kanlı
olmamasını isterler. Kendi yurttaşları savaşı
kazanırsa, rahipler hemen savaşçılar arasına
karışır ve yenilenlerin kılıçtan geçirilmesini
önlerler. Rahipleri görüp çağırabilen mutsuz
427/447
düşmanlar, canlarını kurtarmış olurlar; uzun
eteklerine el değdirebilenlerse, hem canlarını
hem mallarını kurtarırlar. Bu güzel davranış
onlara öyle bir yücelik kazandırmış ve bütün
ulusların gözünde öylesine büyütmüştür ki,
çok kez hem kendi yurttaşlarını düşmanların,
hem de düşmanları kendi
yurttaşlarının azgınlığına karşı korumuşlardır.
Utopia'lılar bütün umutlarını
yitirip savaşı bırakarak kaçtıkları zaman düş-
man peşlerine düşer ve onları öldürmeye ve
yağmaya yeltenirse rahipler araya girip
boşuna kan dökülmesini önlemiş ve akla uygun
koşullarla barış anlaşmasına varılmasını
sağlamışlardır. Dokunulmaz kutsal Utopia
rahiplerine saygısızlık edecek kadar vahşi,
zalim ve barbar bir ulus görülmemiştir.
Utopia'lılar her ayın ve yılın ilk ve son
günlerini kutsal sayar ve kutlarlar; yılları
Güneş'in, ayları Ay'ın seyrine göre
bölmüşlerdir. İlk günlere Utopia'lılar 'Cynemernes',
son günlere de
428/447
Trapemernes' demişlerdir ki bu da ilk
bayram ve son bayram demektir. Tapınakları
görkemli, zengin yapılardır ve sayıları az
olduğu için büyük kalabalıkları alacak kadar
da geniştir. Bu tapınakların içi gün ortasında
bile alacakaranlıktır. Böyle olması mimarların
bilgisizliğinden değil, rahiplerin
isteğinden ötürüdür. Çünkü rahiplere göre
fazla ışık düşünceleri dağıtır; donuk ışıksa,
düşünceleri toplar, dinsel duyguyu yoğunlaştırır.
Utopia'lıların bir tek dini olmamakla
beraber, bütün değişik mezhepler başka yollardan
hep aynı amaca yönelmiştir, bu da
tanrısal varlığa yücelmektir. Onun için
tapınaklarda ortak inançlara aykırı hiçbir şey
görülmez ve duyulmaz. Her mezhebin özel
törenleri evde, aile içinde kutlanır. Genel
törenler özel mezhepleri incitmeyecek
şekilde düzenlenir. Bundan ötürü, tapınaklarda
hiçbir Tanrı resmi görülmez; herkes
tanrısını dilediği biçimde tasarlamakta
serbest bırakılır. Tanrı yalnız Mithra adıyla
429/447
anılır; bu da genel bir Tanrı kavramıdır.
Söylenen dualar hiç kimsenin mezhebine
aykırı gelmez. Her ayın ve yılın son günleri
akşamüstü aç karnına halk tapınaklarda toplanır,
o ayı ya da yılı rahat geçirdikleri için
Tanrı'ya şükreder. Ertesi gün ayın ya da yılın
ilk gününü kutlamak üzere erkenden tapınağa
gidilir ve Tanrı'dan uğurlu bir ay ya da
yıl dilenir. Son bayram günleri tapınağa gitmeden
önce, kadınlar kocalarının, çocuklar
anababalarının ayaklarına kapanır, işledikleri
bir suç ya da yerine getiremedikleri bir
ödevi açığa vurur, af dilerler. Aile içindeki
içinidökmelerden, saklı kalmış huzursuzluk
bulutları dağılmış olur ve herkes tapınağa
temiz bir yürek ve iyi niyetlerle gider. Çünkü,
Utopia'lılar tapınaklarına içi rahat gitmek
isterler. Onun için, içlerinde herhangi bir
kimseye karşı bir hınç ya da kırgınlık varsa,
barışmadan, yüreklerini yıkamadan törene
katılmak istemezler. Böyle bir günahı
430/447
Tanrı'nın çok ağırca cezalandırmasından
korkarlar.
Tapınakta erkekler sağda, kadınlar solda
otururlar. Ailenin başında kadın ya da erkek,
o topluluğun en büyüğü bulunur. Öyle bir
düzenle otururlar ki, aile büyükleri, evde eğitip
yönettikleri kimselerin tapınaktaki davranışlarına
da göz kulak olabilirler. En
gençler, en yaşlılar arasına dağılır, böylelikle
bir araya gelen çocukların yaramazlık yapmaları
önlenir: Körpe çağdaki gençlerin
içlerinde derin bir Tanrı korkusu olmak
gerekir, çünkü o yaşta erdemi geliştirecek tek
güç korkudur. Utopia'lılar törenlerde hayvan
kurban etmezler. Çünkü onlara göre varlıklara
yaşasınlar diye can veren Tanrı, onların
kanının akıtılmasmdan hoşlanmaz.
Utopia'lılar tapınaklarda buhur ya da başka
güzel kokular, başka şeyler ve birçok mumlar,
kandiller yakarlar. Utopia'lılar bilir ki,
Tanrı'nın böyle şeylere, hatta insanların dualarına
bile ihtiyacı yoktur. Ama bu zararsız,
431/447
iç rahatlığı veren tapınmaları severler. Bu
törenlerin ışıkları, güzel kokuları insanı
içtence yüceltir ve Tanrı'ya daha bir coşkunlukla
bağlar. Tapınakta herkes beyazlar giyer,
Rahipse, pahalı olmamakla beraber, güzel
işlemeli, ve değişik renkli elbiseler giyer. Bu
elbiselerde sırmalar, elmaslar, zümrütler
yoktur ama, kumaş o kadar iyi dokunmuş ve
kuş tüyleriyle o kadar güzel ve ustaca bezenmiştir
ki, en pahalı kumaşlar bunun yanında
hiç kalır. Bu kanatlar tüyler rahibin giysisine
konuş biçimleriyle, ayrıca bir takım gizlerin
sembolleri olurlar. Törenleri kutlayanlar bu
gizleri sürdürür ve yorumlarlar. Bunlar
karşısında Utopia'lılar Tanrı'nın kendilerine
ettiği iyilikleri hatırlar, buna kaşılık Tanrı'ya
sevgi ve saygı borçlarını yerine getirmeye
özenirler.
Rahip bütün bu süsleriyle tören yerinde
gözükünce, herkes öyle bir saygı ve öyle derin
bir sessizlikle yere kapanır ki, Tanrı tapınağa
gelmiş gibi, bir ürperti kaplar herkesin
432/447
içini. Biraz sonra, rahibin bir işaretiyle
herkes doğrulur. O zaman ilahiler okunmaya
başlar, arada bir de, çalgı sesleri duyulur.
Utopia çalgılarının çoğu bizimkilerden
başkadır. Bazıları bizimkilerden daha ahenkli,
bazılarıysa hiç de öyle değildir. Ama
gerek çalgı, gerek ses bakımından Utopia
müziğinin su götürmez üstünlüğünü yapan
şey, bu müziğin bütün doğal coşkuları büyük
bir olgunlukla belirtip dile getirmesidir. Ses
anlatılan şeye öylesine uyar, dualar,
yakarışlar, sevinç, acıma, yas, öfke duyguları
öylesine yaşatılır ki, kısacası, ezginin biçimi
en içten duyguların gerçekliğiyle öylesine
kaynaşır ki, dinleyenlerin ruhu derinden sarsılır,
ürperir, alevlenir. Törenin sonunda halk
ve rahip yasalaşmış bir takım duaları hep
birlikte okurlar. Bunlar hem bütün halkın
hem de tek tek herkesin benimseyeceği sözlerdir.
Bu dualarda, her insan Tanrı'nın
kendi yaratıcısı, yöneticisi ve bütün iyiliklerin
kaynağı olduğunu kabul ve bunlardan
433/447
ötürü ona şükreder. Tanrı'ya asıl şükrettikleri
şeyse, kendilerini en mutlu bir devlet ve
en gerçek saydıkları din içinde dünyaya getirmiş
olmasıdır. Bununla beraber,
Utopia'lılar, eğer kendi inançları yersizse,
Tanrı'ya daha hoş gelen başka bir din varsa,
Tanrı’nın bunu kendilerine sezdirmesi için
yalvarırlar ve onun dileğine uymaya hazır
olduklarını bildirirler. Ama Utopia'nın devletinden
ve dininden daha iyisi yoksa, o zaman
da Tanrı'dan onları sürdürmesini ve
bütün insanları bu devletin ve bu dinin
yoluna getirmesini isterler. Dinlerin bu
kadar değişik olmasında Tanrı’nın gizli bir
amacı varsa ona da karışmazlar. Kısaca, rahat
ve tatlı bir ölümden sonra, Tanrı’nın
kendilerini hoş karşılamasına dua ederler.
Ömürlerinin uzaması ya da kısalması için
Tanrı'ya başvurmaktan çekinirler. Bununla
beraber, en mutlu hayatla Tanrı'dan uzun zaman
ayrı kalmaktansa, en çetin bir ölümle
seve seve Tanrı'ya bir an önce kavuşmayı
434/447
yeğleyeceklerini söylemekten kaçınmazlar.
Bu dua biter bitmez, herkes yeniden yere
kapanır ve az sonra yemeğe gider. Günün
geri kalan saatleri oyunlar, askerlik talimleriyle
geçer." Raphael sözlerine devam etti:
"Size bu devletin düzenini elimden
geldiği kadar dürüstlükle anlatmaya çalıştım.
Bu devlet bence yalnız devletlerin en iyisi
değil, üstelik genel yarar ya da devlet adını
almaya en layık olanıdır. Çünkü başka
yerlerde halkın yararından söz edenler, aslında
kendi çıkarlarından başka bir şey
düşünmezler. Burada hiç kimsenin özel malı
olmadığı için, herkes ortak yarar için canla
başla çalışır. Kişisel yararla halkın yararı ger-
çekten birbiriyle kaynaşmıştır. Başka
ülkelerde, devlet ne kadar zengin olursa
olsun, kendi ambarını doldurmayan insan
açlıktan ölmeyeceğine güvenemez. Onun
için, ister istemez, memleketinden,
yurttaşlarından daha çok kendini düşünür.
435/447
Utopia'da her şey herkesin olduğu için,
ortak ambarlar dolu olduğu sürece, kimse
hiçbir şeyden yoksun kalmaz. Devletin geliri
hiçbir zaman haksızca dağıtılmaz. Utopia'da
ne yoksula rastlanır ne dilenciye. Kimsenin
hiçbir şeyi olmadığı halde, herkes zengindir.
Dünyada kaygısız, rahat yürekle, sevinçle
yaşamaktan daha büyük zenginlik olabilir
mi? Geçim sıkıntılarına düşmeden, karısının
ağlayıp sızlanmalarını, yiyecek içecek
istemelerini duymadan, oğlunun yoksulluğa
düşmesinden, kızının çeyizsiz kalmasından
korkmaksızın yaşamaktan daha mutlu ne
olabilir? Utopia'lının, kendisinin karısının,
çocuklarının, torunlarının, torunlarının
torunlarının ve gelecek bütün soyunun rahat
yaşayacağından hiçbir kuşkusu yoktur.
Ayrıca, Utopia devleti bütün bu yararları
hem dün çalışıp bugün çalışamaz olanlara,
hem de bugün, bütün gücü yettikçe çalışanlara
sağlar.
436/447
Böylesine haklı, böylesine eşit bir düzeni
başka ulusların devletiyle karşılaştırmaya
kimin dili varır? Ben kendi hesabıma, başka
uluslarda eşitliğin ve doğruluğun en küçük
bir izini bile görüyorsam kör olayım. Bir
soylu kişi, bir para babası, bir tefeci, kısacası,
hiçbir şey üretmeyen ya da, devlete yararsız
süsler püsler yapıp satan, işsiz güçsüz, bolluk
içinde güle oynaya yaşarken, beri yanda,
işçinin, arabacının, demircinin, marangozun,
çiftçinin, bir lokma ekmek için durmadan
didinmesi, bunca alınteriyle, yük hayvanlarının
bile zor dayanacağı yoksulluk içinde
yaşaması hangi hakka, doğruluğa sığar? En
çetin işleri gören bu insanlar o kadar yararlı
kişilerdir ki, hiçbir toplum onlarsız bir yıl
bile ayakta duramaz. Böyleyken bir hayvanın
durumu onlarınkinden bin kat daha iyidir.
Çünkü, hayvan onlardan daha az çalışır, yiyeceği
hiç de onlarınkinden kötü değildir,
hatta zevklerine daha uygundur. Üstelik
hayvan geleceğinden de kaygılı değildir.
437/447
İşçiye gelince, nedir işçinin kaderi?
Bugün için verimsiz, kısır bir işin altında ezilmektir
ve yarın için beklediği de yoksulluk,
dilencilik içinde geçecek bir ihtiyarlıktır.
Aldığı gündelik, günlük ihtiyaçlarını
karşılamaya yetmez. Nasıl
kazancından bir parçasını bir yapa ayırsın
da, yaşlı günlerindeki geçimini sağlayabilsin?
Soylu denen kimselere, altınlar elmaslar
içinde yaşayanlara, aylaklara ya da süsten
geçinenlere, bu hoş keyifleri körükleyip beslemekten
başka işleri olmayan bu insanlara
bu kadar bol keseden varlık dağıtan bir
toplum haksız ve nankör bir toplum değil de
nedir? O toplum ki, kendini asıl yaşatan
çiftçinin, kömürcünün, arabacının,
marangozun, işçinin dertleriyle kaygılanmaz,
hiçbirine acımaz. O toplum ki, insafsız bencilliği
içinde, daha fazla iş, daha fazla çıkar
sağlamak için, emekçi insanların gençlik
gücünü kıyasıya harcar; zavallılar yaşlandılar
hastalandılar mı, ellerinde avuçlarında bir
438/447
şey kalmadı mı, iş başında sabahladıkları
günler, gördükleri önemli bunca iş unutulur,
bütün bunlara karşı toplumdan gördükleri
ödül açlıktan ölmektir.
Dahası var. Zenginler her gün yoksulların
gündeliklerini kıstıkça kısarlar. Bunun için
yalnız hilelere başvurmakla, kalmaz, yasalar
da çıkarırlar. Devletin en yararlı insanlarına
karşı böyle davranmak apaçık bir adaletsizliktir
diyeceksiniz ama, zenginler bu canavarlığa
yasalar yoluyla bir adalet kılığına
bürümüşlerdir.
İşte bu yüzden, bugünün gösterişli devletlerini
gözden geçirince, bunlar içinde benim
gördüğüm tek şey şudur aldanmıyorsam:
Zenginler Cumhuriyet, halk egemenliği gibi
parlak sözler altında yoksulların kuyusunu
kazıyorlar. Türlü düzenler ve akla gelmedik
yollarla bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar:
İlk sağlamak istedikleri, kimi az kimi çok
haksızlıkla elde edilmiş bir serveti dünya
439/447
durdukça dokunulmaz bir mülk haline getirmek,
ikincisi de, yoksulların açlığından,
bedenlerinden yararlanmak ve onları yok pahasına
çalıştırmaktır.
İşte, zenginlerin devlet adına ve
dolayısıyla yoksullar adına başvurdukları bu
dolaplar birer yasa olmuştur.
Bununla beraber, doymak bilmez bir
hırsla bütün bir toplumun mutluluğunu yapmaya
yetecek kadar nimetleri aralarında
paylaşan bu kötü, bu vicdansız insanlar
Utopia'lıların mutluluğuna kavuşmaktan çok
uzaktadırlar.
Utopia'da cimrilik barınmaz. Çünkü
orada paranın yeri yoktur. Para ortadan
kalkınca, nice acıların kaynağı kurumuş, nice
cinayetlerin kökleri sökülmüş olmuyor mu?
Kim bilmez, yalan dolanın, haksızlıkların,
soygunların, kavgaların, kargaşalıkların,
ayaklanmaların, adam öldürmelerin,
440/447
ihanetlerin, zehirlenmelerin, bunca cezalarla
ödenen bu suçların para ile birlikte ortadan
kalkacağını? Para ile birlikte korkular, kaygılar,
kuşkular, uykusuzluklar da insanların
yakasını bırakacaktır. Parasızlıktan doğuyor
sanılan yoksulluğun ta kendisi bile, para yok
olunca, yok olacak. Bunun apaçık kanıtı da
şudur: Diyelim ki, bir kıtlık yılı oldu, binlerce
insan korkunç bir açlıktan kırıldı. Elimle
koymuş gibi bilirim ki, o kıtlık yılı sonunda,
zenginlerin ambarları aranacak olsa, çuvallar
dolusu zahire bulunur. Bu yiyecekler vaktinde
açlıktan bir deri bir kemik kalmışlara
dağıtılsaydı zavallılar Tanrı'nın insafsızlığına
ve toprağın cimriliğine kurban gitmezlerdi.
Görüyorsunuz ki, para olmazsa herkesin
hayatı kolayca sağlanabilir. Bize mutluluğun
kapısını açmak üzere bulunan ve Tanrı adına
kutsal bir şeymiş gibi öne sürülen bu altın
anahtar, insanlara bütün kapıları kapatmaktadır.
Zenginler bu gerçekleri bilmezler mi?
Bence çok iyi bilirler. Bilirler ki, bir sürü
441/447
yararsız ıvır zıvır biriktirmektense, iyi yaşamak
için gerekli şeylerden yoksun kalmamak
daha iyidir; çuvallarla altına boğulmaktansa,
bir sürü dertlerden, kaygulardan uzak kalmak
çok daha özlenir bir şeydir. Bana kalırsa
insanoğlunun hem kendi çıkarı için, hem de
İsa'nın yoluna girmek için çoktan Utopia
devletinin yasalarına uyması gerekirdi.
Çünkü, Tanrı’nın bilgeliği insanların iyiliğinin
nerde olduğunu bilmez olamazdı ve herhalde
tanrısal iyiliği ile onlara iyinin ve
doğrunun ne yanda olduğunu haber vermişti.
Ne var ki, insanın kendini beğenmişliği,
bütün ahlaksızlıkların kaynağı olan o
hayvanca tutkusu, dünya halkının doğru yola
girmesine engel olmuştur. Kendini beğenmiş
adam, mutluluğunu kendi rahatlığı üstüne
değil, başkalarının acıları üstüne kurar; ezeceği,
köle gibi kullanacağı insanlar olmazsa,
mutluluğunu başkalarının yoksulluğu üzerine
kuramazsa, malını mülkünü ortaya serip
yoksulların bellerini bükmeyeceğini,
442/447
umutlarını kırmayacağını bilmezse, Tanrı olmayı
bile istemez. Kendini beğenmek öyle
bir cehennem yılanıdır ki, insanın yüreğine
sinsice süzülüp girer, onu zehirleyip gözünü
kör eder, daha güzel bir hayata giden yoldan
saptırır onu. Bu sürüngen, insanların öylesine
içine işler ki, onu koparıp atmak kolay
olmaz.
Bu size anlattığım devlete, bütün dünya
memleketlerinin kavuşmasını candan dilerim.
Ne mutlu Utopia'lılara ki böyle bir devleti
bulmuşlar. Yarattıkları kurumlar onlara
parlak bir uygarlık sağlamakla kalmamış,
aklım beni aldatmıyorsa, onlara sonsuz bir
varlık da sağlamıştır. Çünkü Utopia'da her
türlü gözü doymazlık ve ayırıcılık tohumları
onlara bağlı bütün kötülüklerle birlikte
sökülüp atılmıştır. Böyle olunca devlet bunca
güçlü ve mutlu ülkeleri yıkan iç kavgalardan
uzak kalmıştır. Yurttaşlar içeride bu kadar
sağlam bir dayanışmayla birbirlerine bağlı
olunca, böylesine bir birlik kurunca, devlet
443/447
dışarıdan gelecek bütün tehlikelere rahatça
karşı koyabilir. Böylesi bir devleti yabancı
kralların ele geçirmek istemesi boşunadır.
Utopia'ya karşı bunu deneyenler çok oldu ve
her seferinde yenilgeye uğradılar." Raphael
hikâyesini bitirince, Utopia'lıların savaş sistemleri,
dinleri, törenleri, yasaları, töreleri
daha birçok kurumları üstünde bir hayli
düşündüm. Bunların çoğu olmayacak şeyler
gibi göründü bana. Asıl beni şaşırtan da, bu
garip devletin, parasız pulsuz ortak yaşama
düzeni oldu. Bu ortaklık para ile birlikte,
devletin şanı şerefi sayılan soyluluk, yücelik
gibi parlak, görkemli bütün üstünlükleri
kökünden atıyordu. Bununla beraber, konuş-
maktan yorgun düşen Raphael'le tartışmaya
girmedim. Söylediklerine aykırı olan
düşüncelerimi hoş karşılayacağından emin
değildim. Onunla tartışmaya giren
başkalarına nasıl çattığını hatırladım. Ona
kalırsa bu kimseler başkalarının buluşlarında
bir sakatlık görmezlerse, aptal
444/447
sayılmaktan korkan kişilerdi. Onun için ben
de Utopia'lıların devletini ve Raphael'in
bütün anlattıklarını övdüm, sonra elinden
tutup onu sofraya götürdüm, bir başka zaman
bu konu üzerinde daha uzun konuşuruz
dedim:
İnşallah günün birinde bulurum bu fırsatı.
Gerçi bu dünya işlerini iyi bilen bu bilgin
kişinin bütün dediklerini kabul edemem ama
şunu da saklamayacağım ki, Utopia devletinin
birçok özelliklerini şehirlerimizde görmeyi
isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu. İşte
Utopia adasının yasaları ve kumları üstüne
Raphael Hythloday'in öğle sonrası
konuşması böyle sona erdi.
SON
445/447
NOTLAR
(1) Nephelogetes diye geçer metinde.
(2) Alaopolitanes diye geçer metinde.
(3) Kolay satılan demektir.