17 Ekim 2015 Cumartesi
thomas more - ütopya 1
UTOPİA
Thomas More
(Mina Urgan’ın incelemesiyle)
İÇİNDEKİLER
THOMAS MORE'UN YAŞAMI VE
UTOPIA'NIN İNCELENMESİ
Giriş
Thomas More'un Yaşamı
Utopia'nın Birinci Bölümü Üstüne
Utopia'nın İkinci Bölümü Üstüne
Platon'un Devlet'i ile More'un
Utopia'sı
Utopia'nın Günümüzde
Değerlendirilmesi
Kaynakça
UTOPIA
I.Bölüm
II.Bölüm
Utopia Şehirleri ve Başkent Amaurote
Üstüne
Yönetim Görevlileri
Bilimler, Sanatlar, Uğraşlar
Utopia'lıların Yaşayışları ve Karşılıklı
İlişkileri
Utopia'lıların Gezileri ve Başka Konular
Köleler, Hastalar, Evlenme ve Çeşitli
Başka Konular
Savaş Üstüne
Utopia'da Dinler
6/447
GİRİŞ
On altıncı yüzyılda tüm Avrupa'yı etkileyen
Rönesans, Hümanizm ve Reformasyon,
Batı dünyasının ilk sosyalisti Sir Thomas
More'un kişiliğini de yoğurdu. İç içe örülü
olan bu üç akımı birbirinden ayırmanın yolu
olmadığı gibi, bunları More'un kişiliğinden
ayırmanın da yolu yoktur. Thomas More,
Rönesans'tan ve Hümanizm'den yanaydı;
Reformasyon'a, yani dinsel reforma karşı
çıkışı ise, ölüm cezasına çarptırılmasına
neden oldu.
Rönesans, eski Yunan ve Roma uygarlığının
kalıtımını koruyan İtalya'da on
dördüncü yüzyılda başlayıp, on altıncı
yüzyılda tüm Avrupa'yı etkisi altına aldı.
Rönesans sözcüğünün anlamına gerçekten
uygun olan bu "yeniden doğuş"un başlıca
nedenlerinden biri, Hıristiyan dünyasını
egemenliği altında tutan Katolik Kilisesi'nin,
ortaçağın bitmesiyle baskı gücünü kısmen
yitirmiş olmasıydı. Bu baskının
hafiflemesiyle birlikte, doğrudan doğruya
Kilise'nin öğretilerine bağlı kalan; doğayı ve
insanları kalıplaşmış geleneklerin ve dar kafalı
bir mantığın sınırları içine hapseden
skolastik dünya görüşü gözden düşmüştü.
Tüm bilim dalları, dinbilime değil, felsefeye
bağlanıyordu artık. O güne dek nasıl düşüneceklerini,
nasıl davranacaklarını Katolik
Kilisesi'nden ezbere öğrenen insanlar, gözetim
altında yaşamaktan kurtulunca, bilgiye
ne denli susamış olduklarını anladılar. Kendi
iç dünyalarını da, dış dünyayı da sonsuz bir
merakla incelediler.
Thomas More doğmadan bir yıl önce,
yani 1477'de William Caxton'un İngiltere'de
ilk matbaayı kurması, bilginin yayılmasına
yardımcı oldu. Nicholas Koppernik'in astronomi
alanında görüşleri ve uzak denizlere
açılan yolcuların bilinmedik dünyalar,
8/447
bilinmedik ülkeler bulmaları, Rönesans
adamının yalnız iç dünyasına değil, içinde
yaşadığı evrene de yeni boyutlar kazandırdı.
Bu yolculuklar sayesinde ufku genişleyen
Rönesans adamı, içinde yaşadığı toplumdan
bambaşka toplumların da var olabileceğini
düşündü belki de. Uzaklara giden bu yolcuların,
More'un hayal gücünü de etkilediği
kuşkusuzdur. Çünkü ileride göreceğimiz gibi,
onun sözcüsü olarak Utopia adasını bize anlatan
gemici, Amerika'yı Colombus'tan önce
bulduğunu ileri süren Amerigo Vespucci ile
uzun yolculuklara çıktığını, ondan ayrıldıktan
sonra da, yolculuklarını sürdürüp,
sonunda sözde Utopia'ya vardığını söyler.
Bize kalırsa, More o sıralarda Amerigo
Vespucci'nin çok ünlü olan yolculuk anılarını
da okumuştu. Hatta bu anılarda, Vespucci,
Utopia'lılar gibi özel malı mülkü olmayan,
ülkelerinde altın bulunduğu halde altına
önem vermeyen, her şeyi ortaklaşa paylaşan,
özgürlük içinde kralsız yaşayanlardan da söz
9/447
eder. Ne var ki, bu adamlar, More'un
Utopia'lıları gibi uygar değildirler.
Rönesans'ta Katolik Kilisesi'nin
baskısından doğan bağnazca dinsellik
gücünü yitirince, insanlar, ruhlarıyla birlikte
bir de bedenleri olduğunun; ruhla bedenin
birbirine bağlı kaldığının; ruhun yücelmesi
için bedenin ille ezilmesi ve acı çekmesi
gerekmediğinin; tam tersine, beden ne denli
sağlıklı olursa, ruhun da o denli sağlıklı
olacağının bilincine vardılar. Bu bilinç,
Rönesans adamının yaşama karşı benimsediği
tutumda büyük bir değişikliğe
neden oldu: Bedeni önemsemeyen, dinibütün
ortaçağ adamı, mutluluğu ancak
öldükten sonra, öteki dünyada beklerdi.
Hatta bu dünyada ne denli acı çektiyse, öteki
dünyada o denli sevineceğine inanırdı. Oysa
Kilise'nin boyunduruğundan kurtulup, hem
aklın egemenliğini her şeyden üstün tutan,
hem de yaşamaktan coşkun bir haz duyan
Rönesans adamı, yalnız gelecekte ve öteki
10/447
dünyada değil, bu dünyada ve hemen mutlu
olmak istiyordu.
Rönesans'a özgü bu tutumu,
Hümanistler'in, eski Yunan klasiklerini yeni
bir açıdan incelemeleriyle açıklayabiliriz ancak.
Üstelik Hümanizm ile Rönesans öylesine
özdeşleşmiştir ki, bu iki akımı
birbirinden ayırmanın, Rönesans'ın mı,
yoksa Hümanizm'in mi daha önce
başladığını saptamanın yolu yoktur. Hatta
klasik Yunan kültürüne yöneliş o sıralarda
başladığı için, birçok kişi bu çağa "Klasik
Rönesans" ya da "bilginin yeniden doğuşu"
adlarını verir.
Ortaçağda, eğitim görenlerin çoğu Latince
biliyordu. Ama Yunan uygarlığı Roma
uygarlığından kat kat üstün olduğu halde,
Yunanca bilenlerin sayısı hem çok azdı; hem
de Yunanca çalışmaları Aristoteles'in yapıtlarını
yorumlamaktan kimi zaman yanlış
yorumlamaktan ileri gidemiyordu. On
11/447
beşinci yüzyılın sonlarına doğru ve özellikle
on altıncı yüzyılın başlangıcında, Yunan
düşüncesine ve Yunan yazınına karşı büyük
bir merak uyandı. Bilgiye susamış birçok
Avrupalı, Yunan kültürünün mirasçısı olan
ve bizler İstanbul'u aldıktan sonra çok sayıda
Yunanlı bilginin oraya sığınmasıyla Yunanca
çalışmalarına büsbütün önem veren İtalya'ya
gidip Yunanca öğrendi.
Bu meraka kapılanlara Hümanist
denilmesinin nedeni de şuydu: Katolik
Kilise'nin öğretisine bağnazca bağlı kalan ortaçağ
adamı, doğayı ve insanı önemsemezken,
eski Yunanlılar, doğayla ve özellikle
insanla ilgili gerçeklerden hiçbir zaman
kopmamışlardı. Tüm bilim dallarını skolastik
dinbilimin sınırları içine hapsetmek
isteyen ortaçağ adamının gözünde, evrenin
merkezi Tanrı'yken; eski Yunanlılar'ın
gözünde, evrenin merkezi insandı. Eski Yunan
uygarlığı her şeyden fazla insana değer
verdiği, insanın üstünde durduğu için,
12/447
Hümanistler, Yunan düşüncesi ve Yunan
yazınını incelemekle, insan kavramını incelemiş
oluyorlardı. Böylece Hümanist, "insandan
yana olan, insanı yücelten" anlamına
geldiği gibi, antik çağ klasiklerinin yeniden
okunması ve değerlendirilmesi anlamına da
gelir. Ve bu anlam öylesine kökleşmiştir ki,
bizim "sosyal bilimler" dediğimiz bilim dallarına,
İngilizler hâlâ "humanities",
Fransızlar hâlâ "humanites" derler.
Hümanistler o sırada tüm Avrupa'ya
yayılan bir çeşit bilgi cumhuriyeti kurmuşlardı.
Kendi de Hümanist olan More'un,
bu uluslararası cumhuriyetin seçkin kişileriyle
yakın ilişkileri vardı. Oxford'dayken,
çağın en ünlü İngiliz Hümanistlerinden Thomas
Linacre ile William Grocyn'den Yunanca
öğrenmiş, daha sonraları İngiltere'nin
üçüncü ünlü Hümanisti John Colet ile
çalışmalarını sürdürmüştü. Parisli Guillaume
Bude'yle, Antwerp'li Peter Giles'le, Louvain'li
Jerôme Busleiden'le dostluk kurmuştu. Bu
13/447
bilgi cumhuriyetinin başkanı sayılan
Rotterdam'lı Erasmus, ileride göreceğimiz
gibi, Thomas More'un en yakın arkadaşıydı.
Ne denli bilgili olurlarsa olsunlar, İngiliz
Hümanistler'in yaratıcı yanları yoktu.
Aralarında ancak More gerçek bir yazardı.
Ne var ki, More, sözcüğün her iki anlamıyla
tam bir Hümanist olmasaydı, Legouis'nin
haklı olarak "İngiliz Hümanizmi'nin
başyapıtı" saydığı Utopia'yı yazamazdı gene
de. Çünkü Utopia'yı yazabilmek için, hem
klasik Yunan düşüncesini, özellikle Platon'u
iyi bilmek, hem de insanın yeryüzünde geleceği
konusunda ortaçağın olumsuz inançlarından
arınmış olmak gerekiyordu.
Ortaçağda benimsenen tutuma göre, insanlar
yaradılıştan kötüydü; bu dünyada doğru
dürüst bir düzen kurup mutlu olmaları umulamazdı;
günahlarının cezasını çektikten
sonra, ancak öteki dünyada mutlu olabilirlerdi
belki. Oysa tüm Rönesans aydınları
gibi insanın geleceğine umutla bakan
14/447
Thomas More'a göre, insan yaradılışında
hiçbir kötülük yoktu. Tam tersine, Tanrı'nın
yarattığı ulu bir varlıktı insan ve aklını kullanarak,
karşısına dikilen engelleri aşabilir,
kusursuz toplumlar kurabilirdi günün
birinde. Gerçi, More'un Utopia'yı
Hümanistler'in ortak dili olan Latinceyle
yazması doğaldı; ama şu da var ki, More kitabını
1516'da değil de, 1616'da yazsaydı, Latince
kullanmayı düşünmezdi herhalde.
Çünkü Hümanistler çoğalıp güçlendikçe, ilk
bakışta garip görünebilecek bir durum çıkıyordu
ortaya: Onlar, Yunan ve Romalı yazarları
inceledikten sonra, kendi ulusal dillerine
çevirmekle yetinmiyorlar, eski klasiklerden
öğrendiklerini, ana dillerine uygulamaya
çalışıyorlardı. Yunancayla Latincenin derinliğine
incelenmesi ise, Fransızcanın ya da
İngilizcenin gelişmesine yarıyor. Fransa'da
Pleiade çağı, İngiltere'de Elizabeth çağı
hazırlanmış oluyordu.
15/447
Ulusal dillere verilen önemle birlikte,
Avrupa'da ulus kavramı da gelişti. Ortaçağ
insanları, kendilerini İngiliz ya da Fransız
olarak değil, Hıristiyan olarak görürlerdi ancak.
Doğup büyüdükleri ülkelerden fazla
Hıristiyanlığa bağlıydılar. O kadar ki,
sırasında Batı Avrupa'nın tüm Hıristiyanları,
Müslümanlara karşı savaşıyorlardı. Haçlı
Seferleri'nde görüldüğü gibi. Gel gelelim
Rönesans'ın başlamasıyla, dinsel duygular
yoğunluğunu yitirdi; Avrupa ülkeleriyle
Katolik Kilisesi arasındaki bağlar gevşemeye
yüz tuttu ve ulusal duyguların gelişmesi, Reformasyon
akımına hız verdi. Çünkü artık
kendilerini yalnız Hıristiyan olarak değil,
İngiliz Hıristiyanı ya da Alman Hıristiyanı
olarak görenler, Katolik Kilisesi'nin egemenliği
altında yaşamaktan hoşlanmıyorlar.
Papa'nın, yani bir İtalyan papazının,
İngilizler'in ya da Almanlar'ın ulusal sorunlarına
karışmasını istemiyorlardı.
16/447
İngiltere'de Reformasyon'u, yani Katolik
Kilisesi'ne karşı başkaldıranların Protestan
olmalarıyla sonuçlanan dinsel reformu,
Hümanizm'den ayırmanın yolu yoktur.
Çünkü Avrupa'nın öteki Hümanistlerinden
farklı olarak, İngiliz Hümanistler'inin büyük
çoğunluğu, Thomas More kadar dinibütün
insanlar olmakla beraber, Kilise'de bir reform
yapılmasından yanaydılar. More'un
yakın dostları olan Erasmus ile John Colet,
Katolik Kilisesi örgütünde göze çarpan kokuşmuşluğu,
yolsuzlukları, boş inançları, bilgisizlikleri,
sömürüleri kıyasıya yerdikleri
için, Reformasyon'un öncüleri arasında yer
alırlar. Hümanistler Yunancayı sadece Yunan
düşünürlerini ve şairlerini okumak için
öğrenmiyorlardı. İncil Yunanca yazıldığı için,
İncil'i kendileri iyice anlayıp, tüm Hıristiyanların
da anlamalarını istedikleri için de Yunanca
öğreniyorlardı. Erasmus'un İncil'i, her
okumuş insanın bildiği bir dil olan Latinceye
çevirmesi çok ilginçtir bu açıdan. Yunancayla
17/447
birlikte İbranicenin de öğrenilmesini
istemelerinin başlıca nedeni, Kutsal Kitabın
birinci bölümünün, yani Eski Ahit'in
İbranice yazılmış olmasıydı. Ne var ki Thomas
More, öteki Hümanistler'den ayrılarak
Reformasyon'u tutmuyordu. Bunu, Katolik
Kilisesi'ne duyduğu dinsel tutkuyla açıklayamayız
sadece. More'un Reformasyon'a
karşı olmasının başlıca nedeni, tarihsel bir
yanılgıya düşerek, Katolik Kilisesi'ni ve Papalığı
birleştirici bir güç sanması ve hem
kendi ülkesini ve hem de Avrupa'yı bölüp
yıkacak savaşlardan çekinmesiydi.
Yaradılışından gelen barışseverliği bir yana,
yaşadığı çağı düşünürsek More'un savaştan
ve her çeşit bölünmeden çekinmekte yerden
göğe kadar haklı olduğunu görürüz:
İngiltere'yle Fransa arasında Yüz Yıl Savaşı,
on beşinci yüzyılın ortalarına doğru bitince,
Fransa'da toprak ele geçirmek, orasını
yağma etmek umudunu yitiren İngiliz soyluları,
birbirlerine düştüler. Bu soylulardan
18/447
kimi York hanedanını simgeleyen ak gülü,
kimi de Lancaster hanedanını simgeleyen
kırmızı gülü savunduğu için, Güller
Savaşı diye adlandırılan iç çatışmada, şu ya
da bu kral ailesini savunmak bir bahaneydi
aslında. Birbirlerinin topraklarına el koyabilmek,
birbirlerinin malını mülkünü yağma
edebilmekti asıl amaç. Otuz yıldan fazla, yani
1452'den 1485'e kadar, İngiliz soyluları, hem
birbirlerine, hem de halka kıydılar. Güller
Savaşı, Lancaster yanını tutan Henry
Tudor'un, Bosworth meydan savaşında
Üçüncü Richard'ı yenip York hanedanından
bir prensesle de evlenerek, Yedinci Henry
adıyla tahta çıkmasıyla, 1485'te, yani Thomas
More yedi yaşındayken sona erdi. Bu arada
ülkenin başlıca derebeyleri yıkılıp yok olmuş,
Parlamentoya dayanan ve ticaretle uğraşan
yeni bir orta sınıf, ekonomik açıdan ağırlığını
duyurmaya başlamıştı. Yıllar yılı süren kısır
bir iç savaş döneminden sonra, on beşinci
yüzyılın sonlarına doğru, yani Thomas
19/447
More'un tam yetiştiği sıralarda, İngiltere toparlanıyor,
hem siyasal hem de ekonomik
açıdan güçleniyordu. Halktan para
sızdırmaya meraklı Yedinci Henry'nin
ölümünden sonra, 1509'da, oğlu Sekizinci
Henry'nin tahta geçmesiyle, ülkenin durumu
daha da umut verici oldu. Hümanistleri ve
tüm bilgili kişileri tutan, sanat hayranı, açık
fikirli tipik bir Rönesans prensi olan genç
kraldan çok şey bekleniyordu. Yüz Yıl
Savaşı'nda İngiltere'yi Fransa'ya karşı
desteklemeyen Papalık, İngiltere'de etkinliğini
çoktan yitirmişti. Böylece, ileride göreceğimiz
gibi, Sekizinci Henry'yle Papa'nın
arası açılınca, ulusal duyguları artık iyice
gelişen, bağımsızlığı isteyen İngilizler'in
çoğu, ülkelerinin Roma'dan kopmasını
olumlu karşıladılar. More'a gelince, Hıristiyanların
ayrı mezheplere bölünmesini göze
alamıyordu bir türlü. Ne pahasına olursa
olsun, Hıristiyan dünyasının Papa'nın egemenliği
altında bütünlüğünü
20/447
korumasını istiyordu. Bu açıdan Chambers,
onun ortaçağa kopmaz bağlarla bağlı
kaldığını ileri sürer. Ne var ki More'un bu inancı,
başyapıtı Utopia'da değil, kendi özel
yaşantısında belirdi ancak ve sonunda
ölümüne neden oldu.
Utopia'da ise, ortaçağın hiçbir izi bulunmaz
ve Rönesans'ın tüm özellikleri görülür:
Ortaçağ Hıristiyanlar'ı, insanların doğuştan
günahkâr olduklarına inanırken Utopia'da
insanların iyi olarak yaratıldıkları, doğru
dürüst bir toplumsal düzende kusursuzluğa
erişebilecekleri kanısı savunulur. Ortaçağ,
şövalyelik ruhunu ve savaşkanlığı överken,
Utopia'da her çeşit savaş, ancak kiralık askerlere
yaptırılabilecek iğrenç bir uğraş olarak
yerin dibine batırılır. Ortaçağ, ruhu yüceltmek
amacıyla, tüm kötü isteklerin kaynağı
bildiği bedeni ezmek isterken, Utopia'da
bedene ve bedenin bazlarına ayrıca önem
verilir. Ortaçağ insanları gerçek mutluluğu
ancak ölümden sonra öteki dünyada ararken,
21/447
Utopia'da insanların bu dünyada,
yeryüzünde nasıl mutlu olabilecekleri anlatılır.
Ortaçağ dinsel bağnazlığın karanlığı
içinde bocalarken, Utopia düşünce
özgürlüğünden yanadır ve tüm dinlere tam
bir hoşgörü gösterir.
İşte bu yüzden, dinsel reforma karşı çıktığı
halde, Thomas More'u Rönesans'ın bir
öncüsü, vaktinden önce yaşamış bir Elizabeth
çağı adamı ve sözcüğün her iki anlamıyla
tam bir Hümanist sayarız.
22/447
THOMAS MORE'UN YAŞAMI
Öyle yazarlar vardır ki, yazdıklarını
değerlendirmek için, onların yaşam öykülerini
ve özel kişiliklerini ayrıntılı olarak
bilmesek de olur. Hatta bu yazarları çok
beğensek de, nasıl yaşadıklarını, ne biçim insanlar
olduklarını ayrıca merak etmeyebilir,
yazdıklarını okumakla yetiniriz sadece. Buna
karşılık, sanki sofralarında oturmuş, sohbetlerini
dinlemiş, dostluklarından yararlanmış
gibi, içli dışlı, garip bir ilişki kurduğumuz
kimi yazarlar da vardır. Neredeyse beş
yüz yıl önce yaşadığı halde, Sir Thomas
More, bunların arasında bize belki en yakın
olanlarından biridir. Bu bakımdan onun
nasıl yaşadığını, ne biçim bir insan olduğunu
anlatmayı, hem ayrıca ilginç bulduğumuz,
hem de ilerde değineceğimiz kimi çelişkilere
ışık tutmak açısından gerekli saydığımız için,
yaşamı ve kişiliği üstünde uzunca durmanın
zorunluğuna inandık. Yalnız biz değil,
More'u inceleyenlerin çoğu örneğin Sidney
Lee, Karl Kautsky, R.W. Chambers aynı
zorunluluğu duymuşlar, kitaplarında onun
yaşamını ve kişiliğini tüm ayrıntılarıyla ele
almışlardır. More'u tanıyan ya da
ölümünden sonra üstüne bilgi edinen
çağdaşları da, bu eşsiz adamın yaşantısına
tanıklık etmek, bu konuda bildiklerini gelecek
kuşaklara iletmek gerektiğine inanmışlardı
herhalde. Böylece, More öldükten
29 yıl sonra dünyaya gelen Shakespeare'in
yaşamıyla ilgili nerdeyse hiçbir şey bilmezken,
More konusunda ayrıntılı bilgi
vardır elimizde. Çünkü damadı William Roper,
Thomas Stapleton, Nicholas Harpsfield,
Ro. Ba. harfleriyle bilinen bir yazar, yeğeni
William Rastell, torununun oğlu Cressacre
More ve başkaları, More'un yaşam öyküsünü
anlatmışlardır. William Roper'in kaynatasının
ölümünden yirmi yıl kadar sonra
yazdığı yaşam öyküsü bunların en değerlisidir
kuşkusuz. Aşağı yukarı 70 sayfa tutan
24/447
ve More'un yaşamını anlatırken başlıca bilgi
kaynağımız olan bu kitapçığı R.W. Chamber,
haklı olarak, "İngiliz dilinde yazılan yaşam
öykülerinin herhalde en kusursuzu" diye
tanımlar. Bunların dışında, Sir Thomas
More'un yazdığı ya da ona yazılan iki yüze
yakın mektup da vardır elimizde. More,
vatan haini olmakla suçlanıp, ölüm cezasına
çarptırıldığı için, bu mektupları saklamak
tehlikeli bir işti aslında. Ne var ki yakınları,
özellikle büyük kızı Margaret, damadı Roper
ve kız kardeşinin oğlu Rastell, tehlikeyi göze
alıp, mektupları güvenilir yerlerde sakladılar.
Bunların büyük bir bölümü, o sırada okumuş
insanların ortak dili olan Latinceyle
yazılmıştı. İleride göreceğimiz gibi, mektupların
en ilginçleri, More'un Erasmus'a ve
Erasmus'un More'a yazdıklarıdır. Thomas
More, 7 Şubat 1478'de Londra'da doğdu.
Sekiz yaşındayken girdiği St. Anthony okulunda
dört yıl okuduktan sonra, babası onu
Kardinal Morton'un evine yerleştirdi.
25/447
Bilgisini görgüsünü artırmak amacıyla
çocuklarını başka bir ailenin yanına vermek,
İngilizler'in bir geleneğiydi o sıralarda. En
soylu ve varlıklı aileler bile bu geleneğe uyar,
çocuklarının eğitimi açısından daha yararlı
bulurlardı bunu. On beşinci yüzyılın sonlarına
doğru İngiltere'de yaşayan bir İtalyan
diplomatı, İngilizler'i bu bakımdan ayıplar;
kendi çocuklarını bir yabancının evine gönderip,
yabancı çocukları kendi evlerine aldıkları
için, onları sevgiden yoksun olmakla
suçlar. Oysa More ile babası arasında büyük
bir sevgi vardı. More, hukuk merakını da,
tüm Avrupa'ya ün salan neşesini ve
şakacılığını da, kendi gibi yargıç olan babasından
almıştı herhalde. Anlatıldığına
göre, üç kez dünya evine giren babasının, evlilik
konusunda karamsar olduğu kadar da
eğlenceli bir görüşü varmış: Kendine eş
seçen adamı, içinde yedi tane zehirli yılanla
bir tek lezzetli yılan balığı bulunan bir
torbaya elini daldıran bir kişiye benzetir,
26/447
yılanlar sokmadan balığı yakalayabilmesi
için, bu adamın elinde ancak yedide bir
olanak bulunduğunu söyleyip dururmuş.
Thomas More, Kardinal Morton'un evinde
çok yararlı birkaç yıl geçirdi; çağın başta
gelenlerini yakından tanımak, değişik konularda
geniş bilgi edinmek olanağını buldu.
İleride göreceğimiz gibi, Utopia'nın birinci
bölümünde, Raphael Hythloday'i sözcü
olarak kullanıp, Kardinal'i bir hayli över.
Daha sonraları More gibi "Lord Chancellor"luğa
yükselen Kardinal Morton da
More'a hayranmış. Sofrada hizmet eden
çocuğu konuklarına gösterip, "Şu küçük yok
mu, eşsiz bir insan olacak günün birinde,
göreceksiniz," dermiş. Roper'in anlattığına
göre, güler yüzü ve zekâsıyla Kardinal'in
evini canlandıran genç Thomas, dışardan
çağrılan tiyatro kumpanyaları sahnedeyken
oyuncular arasına karışır, tuluat yaparak
öyle güzel oynarmış ki, en usta oyunculardan
daha da çok alkış toplarmış.
27/447
Thomas More on dört yaşına gelince,
Kardinal Morton onu Oxford'a gönderdi.
More orada, Linacre, Grocyn ve Colet gibi
çağın en ünlü Hümanistlerinin öğrencisi
olarak, iyice bildiği Latincesini ve özellikle
Yunancasını ilerletti. Üniversiteden ayrıldıktan
sonra da, Yunanca üstüne çalışmalarını
hiçbir zaman bırakmadı. John Lily'yle
birlikte birçok Yunanca şiiri, Erasmus ile de
Lukianos'un bazı parçalarını İngilizceye
çevirdi.
Latince, Katolik Kilisesi'nin dili olduğu
için, eğitime çoktan yerleşmişti. Ama o
sıralarda bilgi düşmanı kimi din adamları,
Yunanca eğitimini baltalamaya çalışıyorlardı.
More ömrü boyunca cephe aldı bu çeşit din
adamlarına karşı. Hümanistlerin verimli ve
rahat çalışabilmeleri için her zaman elinden
geleni yaptı. Oxford ile Cambridge'in öğretim
üyelerini ve öğrencilerini daha yakından
tanıyabilmek, sırasında onları koruyabilmek
amacıyla, kendi isteğiyle onursal bir görev
28/447
aldı; "High Steward" olup, bu iki üniversitenin
adliyeyle ilgili işlerine baktı. Damadının
anlattığına göre, More'un bilgiye karşı öyle
büyük bir saygısı varmış ki, Oxford ya da
Cambrigde'den gelenlerle herhangi bir konu
üstüne tartışırken tam haklı çıkacağı,
karşısındakini mat edeceği sırada, bu bilginleri
güç duruma düşmekten kurtarmak için,
hemen yenilmiş görünüp, başka bir konuya
geçiverirmiş.
Erasmus'un bir mektubundan anlaşıldığına
göre, More, Oxford'da kalıp, Yunanca
ve felsefeyle ilgili çalışmalarını
sürdürmek istiyordu. Ne var ki, yargıç olan
babası, onu kendi mesleğine yöneltmek niyetindeydi.
Böylece, More, Oxford'da ancak
iki yıl okuduktan sonra, o sıralarda bir çeşit
Hukuk Fakültesi yerini tutan New Inn ve
Lincoln's Inn'de hukuk öğrenimi yaptı ve
1501'de, yani23 yaşındayken Baro'ya girdi.
29/447
Çağımızın İngiliz tiyatro yazarlarından
Robert Bolt, A Man for All Seasons adıyla,
Sir Thomas More'u ele alan ve İngiltere'de,
Amerika'da ve Fransa'da büyük ilgiyle
seyredilen, hatta filmi bile yapılan bir oyun
yazdı. Bu oyunun kişilerinden Kardinal Wolsey,
çok yerinde bir söz söyleyerek, "More,
siz rahip olmalıydınız" der. Gerçekten de
More, 1501 ile 1505 yılları arasında rahip olmayı
düşünmüştü. Bunu yalnız düşünmekle
kalmayıp, Charterhouse adlı manastıra
kapanarak, dört yıl boyunca bir keşiş gibi
yaşamıştı. Ne var ki, manastırlar o sıralarda
bilgi merkezleri olduğundan, More yalnız
dua etmekle kalmadı, sürekli okudu ve yoğun
bir çalışmaya da daldı. Erasmus, More'un
kişiliğini anlatan mektubunda, "asıl isteği
rahip olmaktı" der. "Oruç tutarak, dua
ederek, geceleri uyumayarak, buna hazırlandı.
Oysa çoğu insanlar, rahipliğe hiç
hazırlıksız atılıverirler." Gerçi More rahip olmadı;
ama dine aşırı tutkusu yüzünden,
30/447
ömrünün sonuna kadar kendi kendine eziyet
etti. Damadı Roper'e göre, çok sıkı perhizler
tutar, ya kuru toprağın ya da şikesiz bir
tahtanın üstünde yatar, yastık olarak başının
altına bir odun parçası koyar, sabahın
ikisinde de kalkarmış. "Kamçılarla, düğümlü
iplerle bedenini zaman zaman cezalandırdığını"
öğreniriz gene aynı kaynaktan.
Hatta More, bedeninin isteklerini sıkı bir
denetim altına almak amacıyla, çıplak tenine
sert kıldan yapılmış bir gömlek giyermiş.
Ölüm cezasına çarptırılmadan bir gün önce,
cellatları görmesinler diye, bunu gizlice
kızına göndermiş. Zaten bu gömleği yıkamak
görevini üstlenen sevgili kızı Margaret'ten
başka herkesten de saklarmış bunu. John
Bouge adında bir din adamı, More'un
ölümünden sonra yazdığı bir mektupta, bu
yüzden ara sıra derisinin kanadığını, kanın
giysilerine kadar sızdığını anlatır.
More'un rahip olmaktan neden
vazgeçtiğini kesin olarak bilmiyoruz.
31/447
More'un yaşam öyküsünü yazanlardan rahip
Stapleton'a göre, çağının din adamları ahlak
açısından gevşek davrandıkları, dinsel
coşkularını da artık yitirdikleri için caymıştı
bu işten. Erasmus'un demin sözünü ettiğimiz
mektubuna göre de "sevdalandığı için bu
isteğinden vazgeçti; iffetsiz bir rahip olmaktansa,
iffetli bir koca olmayı yeğledi." Ama
belki de bunun nedeni, sanıldığı kadar basit
değildi. Belki de More bir manastıra çekilmemekle
topluma ve yurduna, dolayısıyla
Tanrı'ya karşı görevini daha iyi yapabileceği
kanısına varmıştı. More'un İtalyan Hümanisti
Pico Della Mirandola'nın yaşam
öyküsünü anlatan bir kitabı Latinceden
İngilizceye çevirmesi, bu noktayı aydınlatmak
açısından bir hayli ilginçtir: Otuz üç
yaşında ölen bu soylu genç, o çağın en bilgili
adamlarından biriydi. Savanarola'nın
etkisinde kalıp, dünyadan el etek çekmek istedi.
Ama Borgialar'ın egemenliğinde çeşitli
kötülüklerle dolu bir çevrede, manastırda
32/447
yaşayan bir keşiş gibi erdemli yaşamanın da
olumlu yanları olduğunu düşünüp bu
isteğinden vazgeçti. Belki aynı kaygıyla rahip
olmayan More, 1505'te Jane Colt ile evlendi.
Damadı Roper'e göre, More üç kız kardeşle
tanışmış o sıralarda. En çok hoşlandığı bu
kızların ikincisiymiş. Ama ortanca kızın ablasından
önce evlenmesinin doğru olmayacağını,
büyük kızın bu yüzden üzüleceğini
düşünerek, hoşlandığı kızdan vazgeçip ablasını
almış. Erasmus, More'u anlatan mektubunda
Jane Colt'tan da söz eder: "Eş
olarak seçtiği, iyi soydan, ama hiç okumamış,
köyde yetişmiş çok genç bir kızdı. Böylece
More, onun kişiliğine istediği biçimi verebildi.
Kitaplardan hoşlanmayı, çalgı çalmayı
öğretti ona; kendi yaşantısına uygun bir eş
haline soktu." Üstelik More, kıza ara sıra
sopa çekmesini salık veren kayınbabasının
öğütlerine hiç mi hiç kulak asmadan karısını
adam edebildi.
33/447
More'un evliliği çok mutlu oldu. Beş yıl
içinde, üçü kız, dördüncüsü oğlan, dört
çocukları dünyaya geldi. Ama ne yazık ki
karısı vakitsiz öldü ve More, Erasmus'un anlattığı
gibi, birkaç ay sonra, çocuklarına baksın
diye bir dulla evlendi. Bu dulun ilk
kocasından olan kızını da, kendi kızı gibi
büyüttü. İkinci karısı Alice Middleton, ne
gençti ne de güzel. Oldukça da huysuzdu.
Ama More iyi geçinirdi onunla. "Şakalarla,
okumalarla, karısını avucunun içine aldı.
Oysa çoğu kocalar hoyrat ve sert davranarak,
karılarını yola getiremezler. Bu kadının ters
ters konuşmalarına aldırmadan, ona harp ve
gitara çalmasını öğretti. Onu her gün gözü
önünde çalıştırdı" diye anlatır Erasmus.
More ailesinin mutluluğu dillere destan
olmuştu. Ann Mannign, 1851'de yazdığı The
Household of Sir Thomas More adlı kitabında,
More'un kızları ve karısıyla nasıl
yaşadığını çok iyi anlatır. Ama o evde uzun
süre konuk kalan Erasmus'un anlattıkları,
34/447
elbette daha çok ilgilendirir bizi: "More
Thames kıyılarında, Londra'ya yakın bir ev
yaptırdı. Bir sarayı andırmıyor bu ev; imrenilecek
kadar görkemli de değil, ama rahat.
Karısı, oğlu, gelini, evli olan üç kızı ve on bir
torunuyla, tatlı bir dostluk havası içinde
yaşıyor burada. Çocuklarına böylesine
düşkün bir adam ömrümde görmedim.
Gençlerle yaşlılar arasında hiçbir ayrım gözetmiyor.
Karısı yaşlı olduğu halde, sanki on
beşinde bir genç kızmış gibi seviyor onu,
üstüne titriyor. Öyle bir huyu var ki, mutsuz
olayları önleyemezse, bunlarda bile bir
mutluluk buluyor. Platon gibi onun da bir
akademiye başkanlık ettiğini söyleyebiliriz;
ama bu akademide geometri ve hesap yerine,
aile erdemleri öğretiliyor. Evinde oturanların
hepsinin işi gücü var. Bir tek ters söz söylenmiyor
burada. Nezaket ve iyilik üstüne kurulmuş
bir disiplin var bu evde." Erasmus,
başka bir mektubunda da şöyle der: "Ailesini
kolayca yönetir. Felaketler kavgalar yoktur
35/447
evinde. Bir anlaşmazlık çıkınca, dakikasında
uzlaşılır. Ne o kimseye düşman olur, ne de
kimse ona. Tüm ev halkı mutluluk içindedir.
Oraya her giren rahatlar. Çocuklarının
üstüne fazla düşerek onların keyfini
kaçırmaz; ama hiçbir görevini önemsemediği
de görülmemiştir." Tıpkı Erasmus gibi, damadı
William Roper de More'un tatlı huyunu
anlata anlata bitiremez; on altı yıldan fazla
onunla aynı evde oturduğunu, ama onu bir
tek kez öfkeli görmediğini söyler.
Çağın ünlü ressamlarından Hans Holbein,
Sir Thomas More'un Chelsea'deki bu
evinde iki yıla yakın konuk kalmış,
Erasmus'un isteği üzerine Utopia'yı resimlendirmiş,
More'un çeşitli portrelerini yapmıştır.
Bir söylentiye göre, bu portrelerin en
güzeline Sekizinci Henry sahip çıkmış; ama
More'a düşman olan karısı Kraliçe Anne Boleyn,
bunu sarayın penceresinden atarak
parçalamış. Hans Holbein, More'un mutlu
ailesini gösteren bir tablo da yapmıştır.
36/447
Pırıl pırıl bir çocuk olmadığı halde oğlunu
çok seven More, kızlarına ayrıca düşkündü.
Doğurmak üzere olan büyük kızı Margaret'e
yazdığı bir mektupta, onun gibi kadınlara
hayran olduğunu, üç erkek doğuracağına,
kendine benzer bir tek kız doğurmasını
yeğlediğini söyler. Margaret'e, başka bir
mektubunda da, çocuklarına duyduğu sevgiye
değinir: "Bil ki, çocuklarım cahil ve tembel
olmasınlar diye her şeyi gözden çıkarırım;
onların gelişmesine yardım etmek için işimi
gücümü bırakırım gerekirse, der. Utopia'dan
anlaşıldığı gibi, More kadınla erkek arasında
hiçbir ayrım gözetmez. Kadınların tıpkı
erkekler gibi eğitilmeleri gerektiğine inanır.
Çocuklarının özel öğretmeni Gunnell'e
yazdığı bir mektupta, eğer bir kadın hem bilgili
hem de erdemliyse böyle bir kadını Troyalı
Güzel Helena'dan daha değerli saydığını
söyledikten sonra, kadınla erkeğin eşit
olduğunu bir kez daha yineler: "Hasat
zamanı gelince tohumu eken el, ha bir erkek
37/447
eli olmuş, ha bir kadın eli.. İnsanı hayvandan
ayıran akıl, erkekte de var, kadında da. Onun
için ikisi de okumalı; güzel bir eğitimin tohumlarıyla
yeşeren bir tarla örneği, akıllarını
geliştirip güçlendirmeli. Kadınların okumalarını
engellemek isteyen kişilerin savundukları
gibi, eğer kadınlar akıl alanında verimsizse,
onların tarlalarında ancak zararlı otlar
bitiyorsa, o zaman kadınların eğitimiyle
özenle ve sürekli uğraşıp, doğanın bu yanlışını
düzeltmek gerekir bana kalırsa." Sir
Thomas More'un üç kızı, özellikle Roper ile
evli olan büyük kızı Margaret, bilgileriyle
Avrupa'da ün salmışlardı o sıralarda. More,
kızlarının eğitimiyle hem kendi uğraşmış,
hem de onlara en iyi öğretmenleri tutmuştu.
More'un kızları, Latinceyi İngilizce kadar rahat
okuyup yazarlar, hatta ara sıra babalarıyla
Latince konuşurlar, Latince yazışırlardı.
More ile arası açılmadan önce, Kral da
bu kızlarla övünür, felsefe tartışmaları yapmak
üzere onları saraya çağırırmış. Erasmus,
38/447
Fransız Hümanisti Guillaume Bude'ye bir
mektubunda, More'un kızlarının bilgisine ne
denli hayran kaldığını anlattıktan sonra,
kızların yüksek öğrenimi konusunda eskiden
bazı kuşkuları olduğunu, ama arkadaşının
başarılı deneyinden sonra, artık bunun
doğruluğuna inandığını söyler.
Rotterdam'lı Desiderius Erasmus
(1467-1536) öğrencisi Lord Mountjoy'un
çağrısı üzerine, 1499'da ilk olarak İngiltere'ye
geldiği sırada, More ile tanışmıştı. Anlatıldığına
göre, Avrupa'nın en ünlü bilginiyle
o sırada henüz 21 yaşında olan More,
kim olduklarını bilmeden, bir dost sofrasında
karşılaşmışlardı. Birbirlerinin
konuşmalarını bir süre dinledikten sonra
Erasmus, More'a dönüp, "Siz herhalde Thomas
More olmalısınız," demiş. More da, "Siz
de Erasmus'tan başkası olamazsınız," diye
karşılık vermiş. Bu iki kişinin dillere destan
olan ilk karşılaşmaları, Elizabeth çağında
halkın ayrıca hoşuna gitmiş olmalıdır. Çünkü
39/447
daha sonra sözünü edeceğimiz Sir Thomas
More adlı oyunun üçüncü perdesinde, aynı
sahne değişik bir biçimde canlandırılmıştır.
More, Erasmus'un İngiltere'de bulunduğunu,
Chelsea'deki evine konuk olarak geleceğini
öğrenince, Yüce Erasmus'un gerçekle
görünüşü birbirinden ayırt edip edemediğini
anlamak amacıyla, ona bir oyun oynamaya
karar verir. Evinde hizmet edenlerden birine
kendi giysilerini giydirir, boynuna bir altın
zincir takar, onu kendi yerine oturtur.
Derken Erasmus ile çağın tanınmış şairlerinden
Earl of Surrey gelirler. Erasmus, Thomas
More'un ününün denizleri aştığını, tüm
Hıristiyan ülkelerine yayıldığını, onunla
tanışmaya can attığını söyler. Earl of Surrey
de, İngiltere'nin en onurlu bilgini, en değerli
devlet adamı saydığı More'u över. Ne var ki,
Erasmus, ikide birde yanındaki adama bakıp,
onun Thomas More olduğuna bir türlü inanamaz.
Adamcağız, Erasmus'un Latince
sözlerine karşılık vermeye yanaşmayınca,
40/447
Hollandalı bilgin büsbütün kuşkulanır. O
sırada sahneye giren More, böyle bir şaka
yapmaktan kendini alamadığını açıklar.
Erasmus, İngiltere'ye bu ilk gelişinden sonra,
oraya sık sık uğradı; 1511 ile 1514 arasında
Cambridge'de Yunanca öğretti ve More'un
yakın dostu oldu. Kendinden on bir yaş
küçük bu gence Erasmus'un derin bir
hayranlığı vardı. Yeni tanıştıkları sırada
yazdığı bir mektupta, "Doğa, Thomas
More'dan daha tatlı, daha ölçülü ve daha
mutlu bir dahi yaratmış mıdır acaba?" diye
sorar. Beraber yaptıkları Lukianos çevirisinin
önsözünde de, More'a duyduğu büyük sevgiyi
dile getirir; onun ince ve keskin zekâsını,
burukluktan arınmış, güler yüzlü mizah duygusunu
göklere çıkardıktan sonra,
arkadaşının hem akıl, hem de huy açısından
eşsiz olduğunu söyler.
Erasmus, 1509 yılında More'un evinde
konuk kaldığı sırada, lumbagodan rahatsız
olduğu ve kendi söylediğine göre, ciddi bir iş
41/447
yapacak durumda bulunmadığı için, More'un
isteği üzerine, yedi günde yapıtlarının en ünlüsünü,
çağın tüm çılgınlıklarını taşlayan
Moraie Encomium'u yani Deliliğe Övgü'yü
yazdı ve More'a sunduğu bu kitabı, sırf
arkadaşının zorlamasıyla yazabildiğini ve
ona bu işi yaptırmanın, "bir deveye dans etmesini
öğretmek" kadar zor bir iş olduğunu
söyledi. Erasmus ile More'un böylesine
kaynaşmalarına hiç şaşmamalı; çünkü Hü-
manist akımın içinde yoğrulmuş, aynı
değerlere inanan insanlardı ikisi de. Institutio
Christiani Principis'den (Bir Hıristiyan
Prensinin Eğitimi) anlaşıldığı gibi eğitimle ilgili
sorunlara Erasmus da More kadar önem
veriyordu. Gene aynı kitapta görüldüğü gibi,
Erasmus da savaşa karşıydı: "Eğer böylesine
uğursuz bir işten sakınmanın yolu yoksa, az
zarar görülmesi, az kan dökülmesi, savaşın
çabuk bitmesi için krallar ellerinden geleni
yapmalıdırlar hiç olmazsa," derdi. Erasmus'a
göre de, iyi bir kral, savaştan ve yabancı
42/447
ülkeleri ele geçirmeye yeltenmekten kaçınıp
elinde bulunan ülkeleri doğru dürüst yönetmeye
bakmalıydı. Erasmus da çok ağır bir
suç işlemeyene ölüm cezası verilmesini
kınardı: "Aklı başında bir cerrah, ancak son
çare olarak bir kolu ya da bir bacağı kestiği
gibi, toplum da ancak her çeşit çareyi denedikten
sonra ölüm cezasına başvurmalı."
Erasmus da hiçbir işe yaramayan tembel
soylu sınıfına karşıydı: "Rahatlık onları
gevşetmiş, keyf de kadınlaştırmıştır.
Yararlı mesleklerde ustalıkları yoktur. Ancak
eğlenceden, avdan, ya da bunlardan da kötü
şeylerden anlarlar.. Ne diye bu tür insanlar,
ayakkabıcılardan ya da çiftçilerden üstün
sayılsınlar?" Erasmus da toplumsal düzenin
adaletsizliği üstünde durur; yoksulların daha
az, varlıklıların daha çok vergi vermelerini
ister; ağır vergiler yüzünden fakir fukaranın
umutsuzluğa kapılıp suç işlediğini belirtir;
hatta daha ileri giderek, "zenginliğin birkaç
43/447
kişinin elinde toplanmasını engellemek için,
çareler düşünmeli," derdi.
Erasmus ile More arasındaki bu güzel
yakınlığı bilen, More'un ne biçim bir adam
olduğunu merak eden Lutherci Alman Hü-
manistlerinden Ulrich von Hutten'e
Erasmus'un 1519'da, yani More'u tanıdıktan
yirmi yıl sonra yazdığı mektup ayrıca ilginçtir.
Erasmus, arkadaşının kişiliğini öylesine
olağanüstü, öylesine değişik ve çok yanlı
bulur ki, onu anlatabilecek kadar yetenekli
saymaz kendini, ama gene de uzun uzun söz
eder More'dan: "More, orta boylu, biçimlidir.
Solgun teni, ancak yüzü kızarınca renklenir.
Saçı, sarıyla karışık kara, ya da karayla
karışık sarıdır. . Açık kurşun rengi gözlerinde
sarı benekler vardır. İngilizlere göre, bir
deha belirtisidir bu; ancak üstün insanlarda
bulunur. Cana yakın, hoş bir yüzü vardır.
Kolayca gülümser.. Yediğine içtiğine onun
kadar aldırmayan bir adam ömrümde
görmedim. . Sadece su içer. . Müziğe çok
44/447
düşkün olduğu halde, sesi kalın ve uyumsuzdur.
Ağır ağır, açık seçik konuşur; hiçbir zaman
duraklamaz. Sade giyinir; ipeklerden,
kadifelerden, altın zincirlerden hoşlanmaz.
Teşrifata aldırdığı yoktur. Ne kendi katlanır
buna, ne de başkalarından bekler. Ona göre,
aklı başında bir adam, bu çeşit saygı gösterilerine
metelik vermez. İşte bu yüzden
saraydan uzak kalmıştır bugüne dek. . Her
çeşit kumardan nefret eder. Sohbetine doyum
olmaz. Açık saçık konuşmadan, dedikoduya
düşmeden çok eğlenceli olmasını bilir.
. Akıllılarla akıllıdır; akılsızlarla şakalaşır.
. Tüm hayvanlara düşkündür; onları incelemekten
hoşlanır. Chelsea'nin kuşları,
acıkınca ona gelirler. . Ona gösterilen bütün
acayip şeyleri satın alır. Evi, garip eşyalarla
dolu bir dükkâna benzer, bunları çevresine
göstermekten ayrıca hoşlanır."
Erasmus mektubunda, "dünyanın en
sevimli insanı" olan More'un, "dost olmak
için dünyaya geldiğini, dost olmak için
45/447
yaratıldığını" söyler. "More'un öylesine
olağanüstü bir sevecenliği ve öyle tatlı bir
huyu vardır ki, en güç durumlarda bulunan
en kederli insanları bile avutabilir. Ona düş-
manlık edenlerin bile yardımına koşarak, en
kötü şeyleri bir sevinç kaynağına dönüştürebilir.
Gerçek dosttur o. . Güç durumda olanların
başlıca koruyucusudur."
Erasmus, More'un neşesine, güler yüzüne
ayrıca hayrandır. Tanıdıkları arasında gülünç
şeyleri en çabuk onun sezdiğini, "kendi
kendisiyle de alay etmesini" bildiğini söyler.
More, başkalarının düpedüz felaket sayacakları
durumlarda bile, gülünecek bir yan bulur.
Örneğin Francis Bacon'un
Apophthegms'de anlattığına göre, ilk karısı
erkek çocukları olsun diye hep dua eder dururmuş.
Sonunda bir erkek çocukları olmuş
ama, John'un zekâsı pek gelişmeyince, More
karısına, "Erkek çocuğun olsun diye öyle yalvarıp
yakardın ki, bu çocuk ömrünün sonuna
kadar hep 'erkek çocuk' kalacak," demiştir.
46/447
More'un ölümle yüz yüze geldiği zaman bile,
şakalaşmaktan geri kalmadığını göreceğiz
ileride. Onda en özlü, en derin düşüncelerini
ve inançlarını şaka edercesine, en aşırı, en
olmayacak şakalarını da son derece ağırbaşlı
hallerle söylemek huyu da varmış anlattıklarına
göre. More, bir dostunun ona şöyle
dediğini yazar: "Şakalaşırken bile öyle
ağırbaşlısınız ki, çoğu zaman ciddi olup olmadığınızı
anlayamıyor insan." Daha sonraları
göreceğimiz gibi, More'un bu huyu,
Utopia'nın akıllara sığmayacak kadar yanlış
yorumlara uğramasına neden olmuştur.
More'un İngiliz halkına en hoş gelen özelliklerinden
biri de bu güler yüzlülüğü olduğu
için, Elizabeth çağında oynanan Sir Thomas
More'da Utopia yazarının bu yanı üstünde
ayrıca durulur. Oyunun birinci perdesinde,
More'un başka bir yargıçla nasıl alay ettiğini
anlatan ve o sıralarda Londra'da dillere destan
olan bir öykünün sahnede canland-
ırıldığını görürüz: Adı Scoresbie olan bu
47/447
yargıç, parası çalınanları iyice azarlarmış;
üstlerinde fazla para taşımakla hırsızları
kışkırttıklarını, üstelik kendi ceplerini korumak
gücünden bile yoksun olduklarını
söylermiş. Bu çeşit sözleri çok dinleyen
More, meslek arkadaşına bir ders vermeyi
aklına koymuş: Londra'nın en usta yankesicilerinden
birini çağırıp yargıca gizli bilgi
vermek bahanesiyle onunla konuşmasını; bu
görüşme sırasında da parasını çalmasını
istemiş. Bu suçu yüzünden cezalandırılmayacağına
da söz vermiş. Yankesici,
More'a öylesine güvenirmiş ki, isteğini hemen
yerine getirmiş. Soyulan Scoresbie
kıyametleri koparınca, More, onun
başkalarına söylediklerini, harfi harfine yargıç
arkadaşına tekrarlamış. Ve gülünç duruma
düşen Scoresbie, paraları geri vermeye
hazır olan usta yankesicinin suçunu bağışlamak
zorunda kalmış. Oyunun üçüncü
perdesinde, More'un başka bir şakasını
görürüz: Bir şölende, konukları eğlendirmek
48/447
amacıyla bir oyun oynanmaktadır. Takma
sakalı hazır olmadığı için oyunculardan biri
sahneye çıkamayınca, More hemen onun
yerini alır. Tuluat yaparak, oyunu aksatmadan
yürütmesine, seyirciler de, oyuncular
da hayran kalırlar. Aynı perdede More,
gülmeyi ne denli sevdiğini anlatır Erasmus'a:
"Erasmus, bil ki, neşedir yüzümü kırıştıran.
Neşe beni bırakınca, mezarıma kavuşmaktır
biricik dileğim." Thomas More, Baro'ya girdiği
yıl, yani daha 23 yaşındayken Ermiş
Augustinus'un ünlü yapıtı De Civitate Dei
(Tanrının Beldesi) üstüne St. Laurence Kilisesinde
yaptığı konuşmalarla, okumuş
yazmış Londralılar'ın dikkatini çekmişti.
Bundan iki yıl sonra, 25 yaşındayken
Parlamento'ya girdi. Siyasal yaşantısında
hiçbir ödün vermeye yanaşmayacağı daha o
sırada anlaşıldı. Çünkü iplerini elinde tuttuğu
kuklalar gibi, Parlamento üyelerine her
istediğini yaptıran Yedinci Henry, kızını
evlendirmek bahanesiyle Parlamento'dan
49/447
haksız bir vergi koparmaya kalkıp da, üyeler
de buna katlanır gibi olunca, Thomas More
bir tek söylevle Kralın isteğini engelledi.
"Tüysüz bir oğlan" dedikleri genç Parlamento
üyesine kızan Kral, hıncını More'un
babasından aldı. More'un parası olmadığı
için, onun yerine babası yüz İngiliz lirası
para cezası verdi ve bir süre hapis yattı.
Saklanmak zorunda kalan More, sıkıntılı bir
iki yıl geçirdi. 1508'de, belki de Kralın
baskısından kurtulmak için, Paris'e ve
Louvain'e bir yolculuk yaptı. 1509'da Sekizinci
Henry tahta geçince, More, "undersheriff"
unvanıyla yargıçlığa atandı. Thomas
More, yıllarca süren yargıçlığı sırasında,
dürüstlüğü ve yoksullara gösterdiği anlayış
ve iyilik sayesinde Londra'da ün saldı.
Erasmus, daha önce sözünü ettiğimiz mektubunda,
"Hiçbir yargıç, bu kadar çok sayıda
davayı karara bağlamamış, onunkiler kadar
doğru yargılar vermemiştir" diyerek, More'u
bu açıdan da över. Thomas More'a rüşvet
50/447
vermeyi göze alamazdı hiç kimse. En yakınlarını
bile kayırmaz, sırasında cezalandırırdı.
Örneğin kendi damadı Giles Heron'a karşı
bir karar vermişti. Onunla görüşmek isteyen
tüm yoksul yurttaşlara kapısını açar; yıllar
yılı sürüncemede kalan davaları bir çırpıda
ve en doğru yoldan sonuçlandırırdı. Öyle ki,
Londra halkı arasında şöyle bir tekerleme
yayılmıştı o sıralarda:
More bir süre yargıç olunca,
Dava kalmadı artık ortada.
More yeniden yargıç oluncaya dek
Böyle bir şey bir daha görülmeyecek.
Sir Thomas More, yargıç olarak en büyük
yararlığı, "Kötü Mayıs Günü" diye anılan bir
kargaşalık sırasında gösterdi. 1517 yılında,
İngilizlerin geleneksel bayramlarından olan
bir Mayıs günü, Londra'nın yoksul halkı,
51/447
çektikleri sıkıntılara dayanamayıp, korkunç
bir öfkeyle ayaklandılar. Bu ayaklanmanın,
elden geldiği kadar az kan dökülerek bastırılmasında,
More'un büyük etkisi oldu. Hatta
on altınca yüzyılın sonlarına doğru yazılan ve
bize göre More üstüne önemli bir kaynak
sayılan Sir Thomas More oyununa bakılacak
olursa, More bu ayaklanmayı tek başına
bastırmıştır: Birinci perdede devletin ileri
gelenleri, "halkın ayrıca tuttuğu More gibi
akıllı ve bilgili bir adamın tatlı ve kandırıcı
sözlerinin" silahlardan daha etkili olacağını
düşünüp More'a başvururlar. Serinkanlı bir
tutumla her şeyin yoluna girebileceğine inanan
More, ikinci perdede Londra halkına
bir söylev verir. İşte, oyunun bu parçası bizi
ayrıca ilgilendirmektedir; çünkü içinde dört
beş değişik el yazısı bulunan yazmanın üç
sayfası, yani bu söylevin yazıldığı sayfalar,
birçok Shakespeare uzmanlarına göre,
Shakespeare'in kendi el yazısıyla kaleme
alınmıştır. Shakespeare'in birkaç belgede
52/447
gördüğümüz imzası dışında, hiçbir el
yazısının elimize geçmediğini de düşünerek,
bu varsayım büsbütün değerlenir
gözümüzde. Sir Thomas More,
Shakespeare'in Apocrypha'sında, yani
Shakespeare'in belki bütününü, belki de bir
kısmını yazmış olabileceği on dört oyun
arasında yer alır. Kimine göre bu oyun,
içinde Shakespeare'in de bulunduğu bir yazarlar
grubunun ürünüdür. Kimine göre
Shakespeare, oyunu yalnız gözden geçirerek,
düzeltmeler yapmıştır; kimine göre de, bazı
sahneleri bu arada demin sözünü ettiğimiz
söylevi yazmıştır. Gerçekten, ikinci perdenin
dördüncü sahnesinde, More'un yasal düzeni
savunması, hem anlatım hem de düşünce
açısından, Shakespeare'e oldukça uygundur.
Örneğin bu oyunda More, bir ülkede kargaşalık
çıkarsa, kolayca önlenemeyeceğini,
sonunda herkesin, "açgözlü balıklar gibi"
birbirini yiyeceğini söyler. Kral Lear'de, bu
benzetmenin eşini görürüz:
53/447
Olacak er geç,
Derin denizlerdeki canavarlar gibi,
Birbirini kemirmek zorunda kalacak
insanlar.
Oyundaki More, Elizabeth çağının siyasal
görüşlerinin belki de gerçek More'un paylaşmadığı
görüşlerin bir sözcüsü olarak
konuşup kurulu düzene karşı ayaklanmanın,
Tanrı'ya karşı ayaklanmak olduğunu söyler.
Çünkü bu düzeni koruyan Kral, yetkisini
doğrudan doğruya Tanrı'dan alan kutsal bir
varlıktır. Elizabeth çağında siyasal felsefenin
temelini oluşturan bu tutum, Utopia'nın yazarına
pek yakışmamakla beraber,
Shakespeare'in İngiliz tarihi üstüne yazdığı
tüm oyunlarda ve Odysseus'un Troilos ile
Kressida'da verdiği ünlü söylevde aynen
görülür. Sir Thomas More oyununun baş
kişisi, bu kandırıcı sözleriyle halkı kolayca
yola getirir; Kraldan özür dilerlerse, ceza
54/447
görmeyeceklerine söz verir. Ayaklanmanın
elebaşıları, More'a öyle güven duymaktadırlar
ki, hapse girmeyi bile göze alırlar. Halktan
bir kadın, "Onların silahlarıyla yapamadıklarını,
sen güzel sözlerinle fazlasıyla
basardın" der More'a. Suçlular tam asılacakları
sırada, More, Kralın önünde diz çöküp,
onların bağışlanmasını sağlar. Kralın
More'un dileğini yerine getirmekle kalmayıp,
onu Lord Chancellor'luğa atadığı haberi de
duyulur. Gerçi burada bir tarih yanlışı
vardır; çünkü More ancak on iki yıl sonra,
yani 1529'da bu göreve getirilmiştir, ama
Mayıs 1517 olaylarında gösterdiği yararlığın,
yargıç olarak saygınlığını pekiştirdiği de su
götürmez. Thomas More, bu ayaklanmadan
bir yıl sonra "King's Council'e girdi; yani Sekizinci
Henry'nin danışmanı olarak görev aldı.
1516'da Kral, More'un, sarayında hizmet etmesini
istemiş, More ise buna yanaşmamıştı.
İlerde göreceğimiz gibi Utopia'nın
başlangıncında, More'un sözcüsü olarak
55/447
konuşan Raphael Hythloday'in sarayda hizmet
görmenin olumsuz yanlarını açıkladığı
oldukça ilginç bir parça vardır. Gelgelelim
Sekizinci Henry tuttuğunu koparan cinsten
bir adamdı. Thomas More'u hizmetine almayı
da aklına koymuştu. Erasmus, von
Hutten'e mektubunda Kralın bir işi çözümlemek
üzere More'u yabancı ülkelere gönderdiğini,
elçisinin elde ettiği başarıyı gördükten
sonra da, artık onsuz yapamayacağını anlayıp
More'u saraya "sürüklediğini" anlatır.
"Sürükledi" tam yerinde bir deyimdir; çünkü
herkes saraya girebilmek için uğraşırken,
More saraydan kaçabilmek için elinden geleni
yapıyordu. Ama Kral, ülkesinin en yetkili
adamlarını çevresinde toplamaya karar vermişti.
More'un, bunların arasına katılmaktan
başka çaresi yoktu. Erasmus, aynı mektupta,
"Şimdi Kral, hem dost hem de özel danışman
olarak More'a öyle değer veriyor ki, ondan
bir dakika olsun ayrılmak istemiyor," der.
Başka bir mektubunda da, "More düpedüz
56/447
saray adamı oldu; hep Kralın yanında," dedikten
sonra şunları ekler: "Saraya sürüklenen
More'un haline üzülebilirdim. Böyle bir Kral
ve bunca bilgili yurttaş arasında, orası her ne
kadar bir saraydan çok bir üniversiteye benziyorsa
da, bizi oyalayacak haberler alamayacağız
artık Utopia'dan. Ama üzülmüyorum;
çünkü biliyorum ki eğlenip gülmek gösterişli
törenlerde omuz üstünde taşınmaktan daha
çok hoşuna gider More'un." More'a gelince,
"kendini Kralların ıvır zıvır işlerine vermediği
için," Erasmus'u övmekle beraber,
belki de ilkin tümüyle umutsuz değildi saraydan.
O sıralarda arkadaşı Fisher'e yazdığı
mektubun birkaç satırından anlıyoruz bunu:
"Saraya girmek istemediğimi herkes biliyor.^ral
da bu yüzden ikide birde takılıyor
bana. . Ne var ki, Kralın bilgisi de iyiliği de
her gün arttığı için, saray yaşantısının yükü
gün geçtikçe hafifliyor gözümde." Lord
Mountjoy'un, hocası Erasmus'a yazdığı bir
mektupta anlattığına göre, bilgili adamlara
57/447
hayran olan, "onlarsız yaşamaya değmez" diyen
Sekizinci Henry, Thomas More'u ayrıca
seviyordu. Öyle ki, Kralın ona bu aşırı
düşkünlüğünden ötürü, More'un rahatı
kaçmıştı. Sekizinci Henry'nin sofrasında sohbete
katılmak, onunla saatlerce felsefe,
hukuk ve dinbilimle ilgili konuları tartışmak,
gece yarıları sarayın damına sürüklenip
yıldızlar ve gezegenler üstüne Krala bilgi vermek
zorundaydı. Böylece bir ay süreyle evine
gidemediği oluyor, çoluğunu çocuğunu
göremiyordu. Damadı William Roper'in anlattığına
göre, Sekizinci Henry'nin elinden
kurtulabilmek için, More ara sıra aptal rolü
oynar, abuk sabuk sözler söylermiş. Ama
gene de onun peşini bırakmayan Kral, bu kez
de Chelsea'deki eve bir baskın yapar; kolunu
More'un boynuna dolayıp, onu konuştura
konuştura bahçede bir aşağı bir yukarı
yürütüp dururmuş.
Ne var ki, gerçeği her zaman görebilen
More, Sekizinci Henry'nin ona gösterdiği bu
58/447
aşırı düşkünlüğe pek fazla güvenmiyor olsa
gerekti. Çünkü günün birinde, damadı,
böylesine yüce bir kralın sevgisini kazanmakla,
kayınbabasının çok mutlu olduğunu
söyleyince Thomas More, "Kralın bana gösterdiği
sevgiyle gururlanmamam gerek,
oğlum Roper," demiş ve Fransa ile İngiltere
arasındaki savaşa değinerek, "Kellem sayesinde
Fransa'da bir kaleyi ele geçireceğini
bilse, kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın,"
diye eklemiş. Nitekim dediği de
olmuştur: Sekizinci Henry'nin çıkarlarıyla
More'un inançları çatışır çatışmaz, Kral hiç
çekinmeden, bu pek sevgili dostunun canına
kıymıştır. Ne gariptir ki, toplumda yerinin
gittikçe yükseldiği, şanının şerefinin gittikçe
arttığı bu yıllarda More, başına gelecekleri
sezmişçesine, hep ölümü düşünür, hep
ölüme hazırlanır. 1518'de yayınlanan Latince
Epigrams'larının çoğunda yoğun bir keder
havası vardır. Bunlarda temel düşünce,
yaşamın insanı ölüme götüren bir yol olduğu
59/447
inancıdır. Başka bir yazısında da tüm
sorunun ölüme hazırlanmak olduğunu
söyler, dünyayı bir zindana, insanları ölüm
cezasına çarptırılmış tutuklulara benzetir.
Çağdaşlarının hepsinin bildikleri gibi, More
yükselme hırsından tümüyle arınmış bir insandı.
Ne var ki, hiç istemediği halde, yükseliyordu
durmadan. 1518-1529 yılları
arasında, durumu çok parlaktı. 1520'de
Fransa Kralı Birinci François ile Sekizinci
Henry'nin, Calais dolaylarında, Camp du
Drap d'Or denilen yerde, görkemli bir
törenle buluşmalarına tanık oldu. Orada,
çağın en ünlü Fransız Hümanisti Guillaume
Bude ile karşılaştı. 1521'de "Knight" oldu,
yani "Sir" unvanını aldı. O yıl ve daha sonraları,
çeşitli görevlerle dış ülkelere gönderildi.
1523'te, Kardinal Thomas Wolsey'in
desteğiyle Avam Kamarası'nda "Speaker"
yani Meclis Başkanı oldu; ama hiç çekinmeden,
Wolsey'in ve Kralın haksız para
isteklerine karşı çıktı. More'u bu mevkiden
60/447
uzaklaştırmak için, ona daha da yüksek bir
mevki verip elçi olarak İspanya'ya göndermek
istediler. Ama More buna yanaşmadı.
1529'da Lancaster bölgesinin "Chancellor"u
oldu. Ve aynı yılın Ekim ayında, çağın en
yüksek devlet görevine, yani "Lord High
Chancellor"luğa atandı. Gerçekte başbakanlıkla
eşit bir görevdi bu; çünkü Lord Chancellor,
başyargıç sıfatıyla tüm adalet mekanizmasını
denetimi altında bulundurur,
sarayın başdanışmanı olarak halkın deyimiyle
"Kralın vicdanının bekçisi" sayılır, en
önemli belgelere basılan devlet mührünü
elinde tutar ve o sıralarda Avam
Kamarası'ndan çok daha önemli olan Lordlar
Kamarası'na başkanlık ederdi. Lord Chancellor
olarak devlet mührünü törenle aldığı
sırada, More, ölüme bir adım daha yaklaştığını
sezmişçesine, sevinmesine hiçbir
neden görmediğini; çünkü bu yüce mevkiin
Kardinal Wolsey'nin başını yediğini söyledi:
"Gerçekten onurlu olmaktan uzak sıkıntılar
61/447
ve tehlikelerle dolu bir görev sayıyorum
bunu. Benden önce aynı görevi üstlenen
kişinin durumundan anlaşıldığı gibi, insan
ne denli yükselirse, o denli kötü olur
düşüşü."
Erasmus'un bir mektubundan anlaşıldığına
göre Kardinal Wolsey, gözden
düşüp Lord Chancellor'luktan çekilmek
zorunda kalınca, More'u hiç sevmemekle beraber,
İngiltere'de bu görevi gerektiği gibi
yerine getirebilecek tek adamın o olduğunu
söylemişti. Gene Erasmus'a bakılacak olursa,
bu görev More'a hiçbir şey kazandırmayacaktı
ama, İngiltere'de onun kadar yetenekli
başka bir hukukçu olmadığı için, ülkesi çok
şey kazanacaktı. O sırada İngiltere'de bulunan
yabancı elçilerden Eustace Chapuys de,
dürüstlüğü ve bilgisiyle ün salan Sir Thomas
More, Lord Chancellor oldu diye herkesin
bayram ettiğini anlatır.
62/447
More'un Lord Chancellor görevinde
kaldığı iki buçuk yıl içinde, İngiltere'yi allak
bullak eden bir sorun çıktı ortaya: Yedinci
Henry'nin büyük oğlu Arthur, çocuk denilecek
bir yaşta, İspanyol prensesi Arragon'lu
Catherine ile nikâhlandırılmış, bir yıl içinde
de ölmüştü. Sekizinci Henry adıyla tahta
geçen kardeşi, siyasal nedenlerden ötürü
ağabeyinin dul eşiyle evlendi. Gelgelelim
günün birinde Anne Boleyn'e tutuldu.
Yengesiyle evlenmesinin dinsel yasalara
aykırı düştüğü bahanesiyle, ne yapıp yapıp
boşanarak, Anne Boleyn ile evlenmeyi aklına
koydu. Bilindiği gibi, Katoliklerin boşanmaları,
ancak Papa'nın nikâhı bozmasıyla
gerçekleşebilirdi. Ne var ki Papa bu yetkisini
kullanmaya yanaşmadı; çünkü Catherine,
İspanya'yı, Felemenk'i ve Almanya'yı egemenliği
altında tutan Beşinci Charles'ın
Şarlken yeğeniydi; Roma, bu güçlü imparatoru
kızdırmayı göze alamazdı. Karısından
ille kurtulmaya karar veren Sekizinci Henry,
63/447
boşanmasının dinsel yasalara sözde uygun
olduğu konusunda, Oxford, Cambridge, Paris,
Bruges, Bolonya, Padua üniversitelerinden
bir çeşit ferman kopardı. Bunu
Parlamento'da okuttu. Sonra, hem Papalığa
fena halde öfkelendiği, hem de Katolik
Kilisesi'nin mallarına göz koyduğu için, "Act
of Supremacay" denilen yasayı ortaya
çıkardı; yani Papalığın egemenliğini hiçe
sayarak, kendini İngiltere Kilisesi'nin başı ilan
etmek istedi. İngiltere'nin belli başlı din
adamları, Sekizinci Henry'den korkup bu
oldubittiye boyun eğince, Kralın boşanmasına
öteden beri karşı çıkan Thomas More
sağlık durumunu bahane edip, zaten zorla
kabul ettiği Lord Chancellor'luktan çekildi.
Bu yüksek görevden çekildiği için, More'un
hiç mi hiç üzülmediği herkesçe biliniyordu.
Daha önce de sözünü ettiğimiz Sir Thomas
More adlı oyunda da anlatıldığına göre,
More ayrıca sevinç duyuyordu bu ağır sorumluluktan
kurtulduğuna. Dördüncü
64/447
perdede, birlikte çalıştığı adamlardan
ayrılırken, Thames kıyısındaki evine gelip
balık tutmaya çağırır onları: "Aman ne güzel!
Artık güneşe günaydın diyorum, devlete iyi
geceler!" Aynı oyunda, Lord
Chancellor'luktan çekildiği haberini, ailesine
büyük bir sevinçle müjdeler: Gemiciler
fırtınadan kurtulup karaya çıkınca nasıl rahatlarsa,
More da öyle rahatlamıştır.
Karısına ve kızlarına, İngiltere'nin en neşeli
Lord Chancellor'unun artık öldüğünü kahkahalar
atarak bildirir. Bu eğreti onurlardan
kurtulduğuna gerçekten sevindiğini, istifa ettiği
gün Erasmus'a yazdığı biraz alaycı mektuptan
da anlarız: "Çocukluğumdan bugüne
dek hep istediğim şey, devlet işlerinin
sıkıntılarından kurtulup yalnız Tanrı'yı ve
kendimi düşünerek bir köşede yaşamaktı.
Tanrı'nın özel bir bağışı ve pek anlayışlı
Kralımın bana gösterdiği iyilik sayesinde, bu
isteğim şimdi yerine gelmiş bulunuyor."
65/447
Chelsea Kilisesi'nde kendine tam o
sıralarda yaptırdığı mezarın yazıtında da
aynı düşüncelerle karşılaşırız. Thomas More,
bir kopyasını da Erasmus'a gönderdiği bu
yazıtta, ölen yakınlarından, babasından,
"sevgili küçük karım" dediği ilk eşi Jane'den
büyük bir sevgiyle söz eder. İki eşinden
hangisini çocuklarını doğuranı mı, yoksa onları
büyüteni mi daha çok sevdiğini kestirmenin
güçlüğünü anlattıktan sonra kimi
kişileri belki biraz şaşırtacak bir özlemini
dile getirerek, "Eğer alınyazımız ve dinimiz
bunu hoş görseydi, ne güzel olurdu
üçümüzün evliliği!" der. Ve öteki dünyada
üçü birleşerek, hayatın onlardan esirgediği
mutluluğa ölüm sayesinde erişebilmeyi
umar. More, aynı yazıda, bulunduğu memuriyetleri
sayarak bu görevleri sırasında soylu
sınıfın nefretini uyandırmadığını, halkı da
hoş tuttuğunu, ancak hırsızlara, katillere ve
Katolik dinine aykırı düşünceler besleyenlere
karşı sert davrandığını söyler. Bir göğüs
66/447
hastalığı çekmektedir, kendini yaşlı bir adam
sayıyordur, dünya işlerinden bıkmış ve yüksek
görevinden ayrılmıştır artık.
Çocukluğundan beri en çok istediği şeyi, şimdi
elde edecektir: Son yıllarını, insanların
işlerinden el etek çekip dünya kaygılarından
uzak, ruhunun ölümsüzlüğünü düşünerek
geçirecektir. Daha mutlu bir yaşamın
başlagıcı saydığı ölümü anımsayarak,
hiç korkmadan, hatta sevine sevine ölebilmek
için yaptırmıştır bu mezarı. Ne yazıktır
ki Sir Thomas More'un dünya işlerinden el
etek çekip huzur içinde yaşlanmak isteği ger-
çekleşmedi. Ömrünün son üç yılı, en acı yılları
oldu. More, günün birinde Thames
kıyılarında gezinirlerken, damadı William
Roper'e şöyle demişti: "Bir çuvala tıkılıp şu
nehrin sularına atılmaya razıyım. Yeter ki, istediğim
üç şey gerçekleşsin: Birincisi,
Hıristiyan hükümdarlar arasında
barış sağlansın; ikincisi, Hazreti İsa'nın kilisesi,
tüm yanlış ve sapık görüşlerden arınıp
67/447
birlik içinde yaşasın; üçüncüsü de, Kralın evlilik
sorunu hayırlı bir sonuca varsın." Oysa
More'un bu üç isteğinin tam tersi olmuştu o
sıralarda: Hıristiyan ülkeleri birbirleriyle
hâlâ savaşıyorlardı; Hazreti İsa'nın kilisesi
ikiye bölünüyordu ve Kral, 1533 yılında Anne
Boleyn ile gizlice evlenmişti. Üstelik Sekizinci
Henry, kendim Kilise'nin başı yapan özel
yasayı üyelere baskı yaparak Parlamento'dan
geçirmekle yetinmemiş, ülkenin ileri gelenlerinin
bu yasaya boyun eğecekleri konusunda
açıkça and içmelerini istemişti.
Böyle bir and ise, Katolik olan, dolayısıyla
Papa'yı tüm Hıristiyan dünyasının başı sayan
Katolik Thomas More'un vicdanına aykırıydı.
More, derin bir sessizliğe gömülerek, bu tehlikeli
durumdan belki de sıyrılabileceğini
umdu. Bu yasaya karşı propaganda yapmadığına,
yazılı ya da sözlü olarak bu konuda
düşündüklerini hiç kimseye açıklamadığına
göre, hiçbir suç işlememişti.
Gelgelelim Robert Bolt'un A Man for All
68/447
Seasons adlı oyununda Thomas Cromwell'in
dediği gibi, More'un ünü öylesine büyüktü ki,
onun bu sessizliği "Avrupa'nın bir ucundan
öteki ucuna çınlıyordu hem de ne
yankılarla!" More'un desteğini sağlamakla
kendi gücünün artacağını bilen Sekizinci
Henry, onun ille konuşmasını, herkesin
önünde Kralı İngiliz Kilisesi'nin başı saydığını
yemin ederek bildirmesini istiyordu.
Robert Bolt'un oyununda More, "Benim
düşündüklerimin sizin için ne gibi bir değeri
olabilir ki?" diye sorunca Sekizinci Henry,
"Siz dürüstsünüz de ondan değeri var; daha
doğrusu, herkes sizin dürüstlüğünüzü biliyor
da ondan," diye karşılık verir. Kraliçe Catherine
ile Kralın boşanmasına karşı tutumu
yüzünden, More'a iyice düşman kesilen Anne
Boleyn de Henry'yi boyuna kışkırtıyor,
More'un kuyusunu kazmaya çalışıyordu.
Oysa More, Kralın ikinci karısına hiç kızmıyor,
kendi idamından bir yıl sonra Anne
Boleyn'in de Sekizinci Henry'nin hışmına
69/447
uğrayıp ölüm cezasına çarptırılacağını bilmiş
gibi, "Yakında başına ne felaketler geleceğini
düşündükçe acıyorum ona," diyordu.
Düşmanları, More'u yıkmak için çevirdikleri
entrikalar arasında, Elizabeth Barton
olayından da yararlanmışlardı. Bir manastıra
çekilen ve "Kutsal Rahibe" diye anılan bu
saralı kızcağızda, sözde geleceği sezme gücü
vardı ve karısını boşayıp Anne Boleyn ile
evlendiği için, Sekizinci Henry'nin cehennemlik
olacağını ileri sürüyordu. Katolikler,
bunu bir propaganda aracı olarak kullanınca,
hem Elizabeth Barton hem de onu tutanlar
1533'te ölüm cezasına çarptırıldılar. Bu arada
Sir Thomas More da sorguya çekildi. Kralın
isteği üzerine Kutsal Rahibeyle konuşan
More, ona siyasal sorunlara karışmamasını
salık verdiğini söyledi. Bu dediği de
doğruydu; çünkü More, dinine candan bağlı
olmakla beraber, falcılık gibi boş inançlardan
tümüyle arınmış bir insandı. Gerçi More
temize çıktı ama, durumu büsbütün güçleşti.
70/447
Kralı İngiliz Kilisesi'nin başı saymaya
yanaşmadığına göre, More'u iyice sindirecek
bir yol tutmaktan başka çare kalmamıştı
artık. More, 1534 yılının Mart ayında, yakın
arkadaşı Piskopos Fisher ve başka Katolikler
ile birlikte Londra Kulesi'ne kapatıldı. On
beş ay, yani ölünceye kadar hapis yattı.
Sir Thomas More oyununda anlatıldığına
göre, More, ölüme gittiğini bildiği halde her
zamanki neşesiyle güle söyleye hapse girdi.
Oyunun dördüncü perdesinin sonlarına
doğru, More'a haber getirirler: Eğer More
Kralın çıkardığı yasaya boyun eğmezse, onu
Londra Kulesi'ne kapatmak zorunda kalacaklardır.
Karısıyla kızları More'un önünde
diz çöküp, bu buyruğu yerine getirmesi için
yalvarınca, More, Kralın sözünü dinleyeceğini
bildirir. Onu tutuklamaya gelenler de,
ailesi de sevinç içindedirler. Ne var ki,
More'un bir şakasıdır bu; çünkü yerine getireceği
buyruk, Londra Kulesi'nde hapis yatmak
buyruğudur yalnızca. Beşinci perdenin
71/447
başlangıcında More, Londra Kulesi'ne gitmekle
ne denli rahat ettiğini anlatır: Onu
ezen bir sürü sorumluluktan kurtulmuştur;
haksızlığa uğrayan yoksulların, mutsuz
dulların, kimsesiz yetimlerin acı çığlıkları,
uykularını kaçırmayacaktır bundan böyle.
Gerçekten de Sir Thomas More, gençliğinde
manastıra kapanmak pahasına kavuşmak istediği
o sessiz yaşama, ölümünden önce hapise
girmekle kavuşmuştu. Londra
Kulesi'nden gönderdiği mektuplardan,
açıkça anlıyoruz bunu. Bir ay hapis yattıktan
sonra, büyük kızı Margaret'e, "Beni buraya
koyanlar, bana büyük bir kötülük yaptıklarını
sanıyorlar," diye yazar; "ama sevgili
kızım, sana dinim üzerine yemin ederim ki,
eğer karıma ve siz çocuklarıma karşı sorumluluklarım
olmasaydı, çoktan böyle bir
hücreye, hatta çok daha küçüğüne
kapatırdım kendimi."
More çekildikten sonra, onun yerine Lord
Chancellor olan ve beş yıl sonra tıpkı More
72/447
gibi ölüm cezasına çarptırılan Thomas Cromwell,
More'u sorguya çekmiş, Kralın merhametli
olduğunu, onun hapisten kurtulup
insanlar arasına yeniden karışmasını istediğini
söylemişti. More, Nisan 1534'te
Margaret'e yazdığı bir mektupta, bu öneriyi
nasıl karşıladığını anlatır: "Bu yasada ve bu
yasayı çıkaranda kusur bulmak amacını gütmüyorum.
Ant içip bu yasaya boyun eğenleri
de suçlamıyorum. Ama kendim aynı şeyi
yaparsam ruhumun sonsuza dek lanetleneceğine
inanmaktayım. . Bana tüm dünyayı
bağışlasalar bile, dünya işlerine artık
karışmayacağım. . Artık aklım fikrim bu
dünyadan kurtulmakta. . Hiç kimseye
kötülük etmiyorum, hiç kimse için kötü
söylemiyorum, kötü düşünmüyorum,
herkesin iyiliğini istiyorum. Bir insanın
yaşayabilmesi için bu yetmiyorsa, yemin
ederim ki yaşamakta gözüm yok.. Onun için
Kral, şu benim zavallı bedenime canının istediğini
yapsın. Keşke işine yarasa benim
73/447
ölümüm." More aynı mektupta, Londra
Kulesi'ne ayak basar basmaz öleceğini
sandığını; hemen öldürülmediği için bir hayli
üzüldüğünü de söyler. Gerçekten de ölüm
korkusu yoktu onda. Arkadaşı Norfolk Dükü,
Kralın öfkesinin ölüm demek olduğunu anlatınca,
More kılı kıpırdamadan, "Nasılsa
herkes öleceğine göre, kendisinin bugün,
arkadaşının da yarın öleceğini," söylemekle
yetinmişti.
Karısıyla çocukları, Londra Kulesi'nde,
More'u görmek fırsatını buldukça, Kralın
isteğine boyun eğmesi için, ona yalvarıp
yakarıyorlardı. Sevdikleri insanı yitirmek
korkusu bir yana, para bakımından da çok
güç durumdaydılar. Damadı Roper'in anlattığına
göre, Lord Chancellor'luktan
çekildikten sonra onun yoksul kalacağını bilen
piskoposlar ve rahipler, Katolik
Kilisesi'ni savunan yazılarını ödüllendirmek
amacıyla 5000 İngiliz lirası toplamış, bunu
More'a vermek istemişlerdi. Ama More, on
74/447
altıncı yüzyılda büyük bir servet sayılan bu
paranın bir meteliğine bile dokunmaya
yanaşmamıştı. Oysa o sıralarda ailesi öylesine
yoksuldu ki, odunları olmadığından
Chelsea'deki evin bir tek odasında oturur,
bahçeden topladıkları kuru yaprakları
yakarak ısınırlardı. More'a yiyecek götürebilmek
için sırtındaki giysileri satmak zorunda
kalan karısı, çoğunluğun düşüncesini
yansıtarak ona dobra dobra çatıyordu:
"Doğrusu şaşıyorum haline, Mister More.
Seni şimdiye kadar pek akıllı bir adam sanırlardı.
Neden böyle aptallık ediyorsun?" diye
soruyordu. Kızları ise, Krala karşı direnmekten
vazgeçsin diye ağlayıp sızlıyorlardı. Bu
arada, ayrıca sevdiği, ayrıca beğendiği
Margaret'in, herkesin ant içerek bu yasayı
kabul ettiğini, bunun ancak bir formalite
olduğunu söylemesi, mektuplarından da anlaşıldığı
gibi, More'a öylesine acı vermişti ki,
öteki çektiklerini bunun yanında hiç sayıyordu.
Gene de More, kimi zaman kızıyla
75/447
şakalaşıyor, Margaret'i elinde günah elması,
babasını baştan çıkarmaya gelen bir
Havva'ya benzetiyor, kimi zaman da
üzüntüsünü açığa vurup yalan yere yemin etmenin
vicdanına aykırı düştüğünü anlatmaya
çalışıyordu. Üstelik Londra Kulesi'ne
kapatıldıktan sonra, More'un sağlık durumu
iyice bozulmuştu. Son aylar kitaplarını
elinden almaları, mürekkebi kalemi olmadığı
için mektuplarını yırtık pırtık kâğıt
parçalarına kömürle yazmak zorunda kalışı
da ayrı bir dertti. Ama More vicdanına
yapılan baskıya karşı gene de direnmek,
hatta güler yüzlü davranmak gücünü buluyordu
kendinde.
More, hapise girdiği ilk aylarda, Kralı
İngiliz Kilisesi'nin başı yapan yasaya yemin
etmeyi iki kez reddetti. İki ağzı da keskin bir
kılıca benzetmişti bu yasayı: İnsan buna evet
derse, ruhunu; hayır derse, bedenini yitirecekti.
More ise, ruhunu yok etmektense,
bedenini yok etmeye çoktan razıydı. Sorguya
76/447
çekilirken, "Anlayın bunu," demişti, "her
dürüst yurttaşın, her şeyden önce kendi
vicdanına, kendi ruhuna saygı göstermesi
gerekir." More biraz ödün verse, durumu
biraz olsun idare etse kurtulabilirdi. Hatta
doğru olup olmadığını bilmediğimiz bir
söylentiye göre, Sekizinci Henry, gizlice Londra
Kulesi'ne gelmiş, More'u kandırmak için
elinden geleni yapmıştı. Ama More, Kralı
kamuoyunun önünde açıkça suçlamadan, bu
yasaya yemin etmenin vicdanına aykırı
düştüğünü söylemekte direniyordu. Hapishane
mektuplarından birinde kızına
yazdığı gibi, hiç kimseyi etkilemeye
kalkmadan kendi vicdanına göre davranmış,
başkalarını da vicdanlarına göre davranmakta
özgür bırakmıştı. Bu sessiz direniş
karşısında, More'u mahkeme önüne çıkarmaktan
başka çare kalmamıştı artık. 1535
yılı Temmuzunun birinci günü yapılan yargılanmasında,
More inat etmeyip tutumunu
değiştirirse, Kralın onu bağışlayacağı
77/447
kendisine bildirildi. Bıçak kemiğe dayandığı
halde More gene direndi: Ona göre suç,
düşüncesini başkalarına yaymak ya da uygulamaktı.
Oysa o susmuştu sadece. "Ben böyle
sustuğum için, ne sizin yasanız, ne de
yeryüzünde herhangi başka bir yasa beni cezalandıramaz,"
dedi. Bunu bildiği gibi, yargıçların
ne yapıp yapıp onu cezalandıracaklarını
da bildiği için, "Beni cezalandırmaya
karar verdiğiniz besbelli," diye ekledi. Thomas
Cromwell'in elinde birer kukla olan bu
yargıçlar, "Kralın Savcısı" Sir Richard Rich'i
yalancı tanık olarak kullanmışlardı. Roper'in
anlattığına göre, Londra Kulesi'nde More'un
kitapları bağlanıp götürülürken, Kralın resmi
temsilcisi olan bu adam, More ile sözde
dostça tartışmış onu kandırmaya çalışmıştı.
"Siz bilgili, akıllı bir adamsınız, ülkenin yasalarını
da biliyorsunuz. Eğer Parlamento
beni kral ilan ederse, siz beni kral kabul eder
misiniz?" diye sormuştu. More buna evet
deyince, "Peki," demişti Rich, "ya
78/447
Parlamento beni Papa ilan ederse, siz beni
Papa olarak kabul etmez misiniz?" More, bu
soruya başka bir soruyla karşılık vermişti:
"Tutalım ki, Parlamento bir yasa
çıkardı Tanrı Tanrı değildir diye. Siz Mr.
Rich, Tanrı'yı yok mu sayacaksınız o zaman?"
Rich, böyle bir yasanın hiçbir
Parlamento'dan geçmeyeceğini söyleyince
More, "Tanrı Tanrı değildir diyemeyen Parlamento,
Kralı da Hıristiyan Kilisesi'nin başı
yapamaz," demişti.
More'un bu sözlerini gerçek amacından
saptırıp bozarak anlatan bu yalancı tanığın
yardımıyla yargıçlar, Thomas More'u ölüme
götürecek olan yasal hileyi buldular. Onu,
"kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca"
davranmakla suçladılar. Jüri, sadece on beş
dakika süren bir görüşmeden sonra More'un
suçlu olduğuna karar verince Başyargıç
Audeley, onun ölüm cezasına çarptırıldığını
bildirdi. Sir Thomas More, ancak o zaman
konuştu: "Beni mahkûm etmeye (Tanrı bilir
79/447
nasıl) karar verdiğinizi görüyorum. Onun
için şimdi, vicdanıma uyarak, açıkça ve can-
ımın istediği gibi konuşacağım," dedikten
sonra, Kralın çıkardığı yasanın, Tanrı'nın da,
Kutsal Kilise'nin de yasalarına ters
düştüğünü anlattı. İngiltere'nin tüm Parlamento
üyelerinin, en dinibütün ve bilgili
Katoliklerinin bu yasaya karşı koymadıkları
ileri sürülmüştü. More gibi düşünenler,
İngiltere'de azınlıktaydı belki. Ama More,
Hıristiyan dünyasını bir bütün olarak görüyordu
ve vicdanını bir tek ülkenin verdiği
karara bağlamak zorunda değildi. Tek başına
Londra kenti, tüm İngiltere'de geçerli
sayılabilecek bir yasa çıkaramayacağı gibi,
İngiltere de, yeryüzünde tüm Hıristiyan
ülkeleri adına bir yasa çıkaramazdı. More
bunları açıkladıktan sonra, kendisini yargılayanlara
şunu da söyledi: "Sizler, Lord
Hazretleri, yeryüzünde benim yargıçlarım
olup beni ölüm cezasına çarptırdınız. Ama
ben, gökyüzünde hepinizle sevinç içinde
80/447
yeniden buluşabilmek için candan dua
edeceğim gene de."
More'un yargılanması sırasında böyle
konuşması onun ne denli korkusuz olduğunu
gösterir; çünkü bu sözler, Sekizinci Henry'yi
büsbütün çileden çıkaracak, More'un yalnız
ölmesine değil, en korkunç işkencelerden
sonra ölmesine neden olabilecekti. Nitekim
bu yasaya karşı çıkan kimi din adamları önce
asılmışlar, boğulmak üzereyken ipleri
çözülmüş, karınları yarılıp, canlı canlı barsakları
deşilmişti. Bunların arasında
yakından tanıdıkları bulunduğu ve bu
işkencelerden haberi olduğu için More, mektuplarından
birinde böyle bir duruma
düşerse Tanrı'nın ona dayanma gücünü
bağışlaması için dua ettiğini söyler. İlkin
More'un asılması kararlaştırılmıştı. Ama
Kral sonradan bir lütufta bulundu: More'un
Tower Hill'de başının kesilmesini emretti.
More gene bir şaka yapıp, ileride Sekizinci
Henry'nin dostlarının Kraldan bu çeşit
81/447
lütuflar istemek zorunda kalmayacaklarını
umduğunu söyledi. 1886'da On Üçüncü
Leo'nun papalığı sırasında azizliğin birinci
mertebesine yükselen ve 1935'de yani
ölümünden tam dört yüz yıl sonra On Birinci
Pius'un papalığı sırasında Katolik Kilisesi'nin
azizleri arasında resmen yer alıp Saint Thomas
More diye anılan adam, gerçek bir ermiş
gibi, Utopia'da anlattığı mutlu ölümü andıran
bir iç rahatlığı ve sevinç havası içinde
ölecekti. Ölüm karşısında yiğitliğine, düş-
manları bile hayran kalacaklardı. Bu düş-
manlardan biri ve More'un çağdaşı olan tarihçi
Edward Hall'a göre, More, "Kellesi uç-
makla insanın başına felaket gelmez" dermiş.
Kellesi uçacağı sırada davranışı, bu
söylediğine gerçekten inandığını kanıtlar.
Damadı William Roper'in anlattığına
göre, 1535 yılının 6 Temmuz sabahı, öleceği
kendisine bildirilince, More, her zamanki
güler yüzlü haliyle şöyle demiş: "Bu güzel
haberinize candan teşekkür ederim. Benden
82/447
görevleri ve onurları esirgemeyen Krala gönlüm
her zaman borçlu kaldı. Ama Tanrım
üzerine yemin ederim ki, beni buraya kapattığı
ve ölümü düşüneyim diye hem yer hem
de bol bol vakit bağışladığı, hele bu berbat
dünyanın acılarından beni böylesine çabuk
kurtarmak yüceliğini gösterdiği için ona
gönül borcum daha da çok arttı. İşte bu
yüzden, bu dünyada da, öteki dünyada da
candan dua edeceğim Kralın sağlığına."
Thomas More'a öleceğini haber verenler,
son sözlerinin halkı nasıl etkileyeceğinden
çekinen Sekizinci Henry'nin, ölmeden önce
onun fazla konuşmamasını emrettiğini de
bildirmişler. More, bu emri yerine getireceğini
söylemiş. "İyi ki, bunu bana bildirdiniz,"
demiş; "çünkü konuşmak istiyordum. Ne
Kral ne de hiç kimse alınamazdı bu sırada
söyleyeceğim sözlerden. Ama kendi niyetim
ne olursa olsun, Kralın bu isteğine boyun
eğeceğim." Sonra More bir şölene gidercesine
özene bezene giyinmiş, pek az
83/447
parası olduğu halde, cellada armağan olarak
bir altın lira göndermiş. Acele kurulan idam
sehpasının fena halde sarsıldığını nerdeyse
yıkılacağını görünce, gene alay ederek,
yanındakilere, "Rica ederim siz beni
sağ salim şuraya bir çıkarın hele; inerken
durumu nasıl olsa idare ederim," demiş.
İdam sehpasında diz çöküp dua ettikten
sonra, "Yürekli ol dostum, görevini yapmaktan
çekinme. Boynum çok kısa, onun için
dikkat et de yanlış yere vurma," diyerek cellatla
konuşmuş. Orada bulunanlardan birinin
anlattığına göre, cellat geleneklere uyarak
diz çöküp öldüreceği adamın onu
bağışlamasını dileyince, More, celladı ayağa
kaldırmış, kucaklayıp öpmüş. Gözlerini bir
başkasının bağlamasına razı olamayarak bu
işi kendi yapmış. Son sözü bile bir şaka
olmuş: Başını kütüğün üstüne koyduğu
sırada, sakalını dikkatle bir yana çekmiş, "Ne
de olsa sakalım vatana ihanet etmedi; o da
ölüm cezasına çarptırılmasın," demiş. Başka
84/447
bir söylentiye göre de son sözü
Shakespeare'in Sekizinci Henry oyununda,
More'un baş düşmanı Thomas Cromwell'e
söylettiği sözdür: "Krala hizmet eden, ama
Kraldan önce Tanrı'ya hizmet eden bir insan
olarak ölüyorum."
İdam edilenlerin kesik başları Londra
Köprüsü'nde bir kazığa çakılıp halka günlerce
gösterilir, sonra da Thames nehrine
atılırdı o çağda. Oysa More'un kesik başı, ancak
bir tek gün Londra Köprüsü'nde kaldı;
çünkü Stapleton'un anlattığına göre,
More'un büyük kızı Margaret, askerleri
rüşvetle kandırarak, bu başı almış, mumyalayıp
saklamıştı; kendi ölünce de mezarına
gömülmesini istemişti. Hatta Margaret bu
yüzden sorguya çekildi. Hem More'un başını
kutsal bir eşya gibi saklamakla, hem de babasının
yazdıklarını hapisten gizlice kaçırıp
yayınlamakla suçlandırıldı. Kısa bir süre de
hapis yattı. More'un ölümünden elli yıl kadar
sonra oynanan ve birçok kez sözünü
85/447
ettiğimiz Sir Thomas More'da da onun ölüme
nasıl güle söyleye gittiği anlatılır. More,
beşinci perdenin üçüncü sahnesinde, ertesi
gün başının kesileceğini bildiren emri alınca,
Londra Kulesi komutanının dediği gibi,
"yaşarken de, ölürken de neşeli Sir Thomas
More" olduğunu kanıtlayarak gene alaya
başlar: Bir gece önce, böbreğindeki
taş yüzünden büyük sancı çekmiştir; ama
Kralın bir iyilik edip gönderdiği bu reçete
sayesinde, tüm acılarından kurtulacaktır
artık. Kendisi böylesine keyifliyken karısı ve
kızlarının ağlamalarına şaşar.
"Kral bana pek düşkün olduğu için, yarın
hapisten kurtulacağım, özgürlüğüme
kavuşacağım," gibi şakalarla onları avutmaya
çalışır. Oyunun son sahnesinde, hâlâ gülüp
söylemektedir. Örneğin idam sehpasını gösterip,
Kralın onu çok yüce yerlere yükselttiğini
söyler. Krala karşı suç işlediğine göre,
bu suçu bağışlansın diye birazcık kel olan kafasını
ona sunduğunu da açıklar. Kimine
86/447
göre bir bölümünü de Shakespeare'in kaleme
aldığı Sir Thomas More oyununda, Katolik
dini uğruna kendini kurban eden bir adamın,
ölümünden yarım yüzyıl sonra, Protestanlığı
artık tamamıyla benimsemiş bir ülkede
böylesine yüceltilmesi, More'un büyük
ününü kanıtlar. Aslında bu oyun, başından
sonuna kadar, bir More övgüsünden başka
bir şey değildir: More, "yoksulların en iyi
dostudur,"
"İngiltere'nin en akıllı insanıdır," "ondan
erdemli, ondan soylu bir kişi, şimdiye dek
yetişmemiştir İngiltere'de," "yoksullar göz
yaşlarıyla gömeceklerdir onu," vb. Elizabeth
çağı Protestanlarının gözünde More'un tek
kusuru Katolikliğiydi. Protestanların bir
sözcüsü olarak, Earl of Surrey'nin oyunun en
sonunda dediği gibi, More bu kusurunu hayatı
pahasına ödedi. "Çok bilgili, değerli, soylu
bir insan, kendi kanını akıtarak, hatasını
mühürlüyor."
87/447
Sir Thomas More, ölümünden elli yıl
sonra hâlâ böyle yüceltildiğine göre, 1535
yılında, düpedüz bir cinayet sayılan
idamından hemen sonra, yalnız İngiltere'de
değil tüm Avrupa'da kıyametler kopmasına
hiç şaşmamalı. William Roper'in anlattığına
göre, çağın en güçlü imparatoru Beşinci
Charles Şarlken İngiliz elçisi Sir Thomas
Elliot'u çağırmış, Sekizinci Henry'yi kıyasıya
suçlamıştı. Kendi hizmetinde More gibi bir
adam olsa, onun canına kıymaktansa, imparatorluğunun
en zengin ülkesini yitirmeyi
göze alacağını söylemişti. Avrupa'nın bilgili
kişileriyse, öldürülen Hümanistin yasını tutuyor,
onu öve öve bitiremiyorlardı. Sevgili
arkadaşından bir yıl sonra ölecek olan
Erasmus'un acısı ayrıca derindi. Mektuplarından
birinde, "More'un ölümüyle, ben
de ölmüş gibiyim; onun ruhuyla benimki
gerçekte bir tek ruhtu," der. Venedik elçisi
Sebastian Giustinian, bir mektubunda,
More'dan İngiltere'nin "en aklı başında, en
88/447
erdemli adamı" diye söz eder. İspanya'nın en
büyük Hümanisti sayılan Vives, More'un
zekâsının keskinliğini, bilgisinin çapını, güzel
konuşma yeteneğini, önsezisini,
ölçülülüğünü, dürüstlüğünü, huyunun
tatlılığını göklere çıkarır. Çağdaşlarından
Robert Whittington, "More'un aklı meleklere
özgü, bilgisi ise olağanüstüydü," dedikten
sonra, şunu da ekler: "İyilik, alçakgönüllülük
ve nezaket açısından kim eşi olabilirdi onun?
Sırasında çok neşeli ve eğlenceli, sırasında
çok ağırbaşlı, her mevsimin adamıydı o."
(Robert Bolt, A Man for All Seasons oyununun
adını bu son tümceden almıştır.)
More'un ölümünden iki yüzyıl sonra, insan
konusunda kötümserliğiyle bilinen büyük
taşlama ustası Jonathan Swift,
More'un, "İngiltere'nin en erdemli insanı"
olduğunu söyler.
Acaba İngiltere'nin bu en erdemli insanı,
bir hiç uğruna mı öldü? Sırf bir formaliteyi
yerine getirmemekte direndiği için, boşuna
89/447
mı çıktı idam sehpasına? More'u din uğruna
kendini kurban etmiş bir ermiş sayan, ileride
onu Saint Thomas More'luğa yücelten Katolikler,
böyle düşünmüyorlardı elbette. Arna o
sırada Protestanların birçoğu, tarihçi Edward
Hall gibi, More'un "aptal bir akıllı mı,
yoksa akıllı bir aptal adam mı" olduğunu kestiremiyorlar,
bunca değerli bir insanın,
saçma bir inat sonucu kendine kıydığını
sanıyorlardı. Yirminci yüzyıl başlarında Sidney
Lee, More'un uzlaşması olanaksız iki
şeyi, yani ortaçağın. Papalık kavramına inançla
Rönesans'a inancı uzlaştırmak istediğini
ve "umutsuz bir dava uğruna, dehasına
da yaşamına da kıydığını" yazdı. Ne
var ki, çağımızın Thomas More uzmanlarının
hepsi böyle düşünmüyorlar. Utopia'nın yeni
bir çevirisini yapan Paul Turner'e göre,
More, söz ve düşünce özgürlüğünden yoksun
bir İngiltere'de, düşüncenin bir suç
sayılamayacağına inandığı için ölümü göze
aldı. More üstüne önemli bir kitap yazan
90/447
R.W. Chambers'e göre, o, yalnız Kutsal Katolik
Kilisesi'nin birliği uğruna değil, insanların
inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri
uğruna, yani vicdan özgürlüğü
uğruna öldü. Karl Kautsky'ye göre de, More,
bir kralın aklına esti diye inançlarından
vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla,
kişiliğinin yüceliğini kanıtladı. Eğer
Thomas More Utopia'yı yazmasaydı, çoktan
unutulup giderdi. Günümüzde onu ansa ansa,
dinsel inançları uğruna can veren erdemli
bir devlet adamı olarak, çağın tarihçileri
anardı ancak. Oysa More, ömrü boyunca
yazıp çizdi; hatta çağın çoğu okumuş adamları
gibi, şiirler bile yayımladı. Utopia bir
yana, en ilginç kitabı, 1513'te, Utopia'dan hemen
önce yazmaya başladığı ve bitirmeden
bıraktığı The History of Richard the
Third'dür. More bu araştırmada, iktidarı ele
geçirmek amacıyla hiçbir cinayeti işlemekten
çekinmeyen, üstün zekâlı ve ikiyüzlü kral tipini
ilk olarak çizmiş, böylece Shakespeare'in
91/447
Üçüncü Richard oyununun başlıca kaynağı
olmuştur. Ne var ki, damadı William
Roper'in More'un adıyla yayımladığı bu kitabı,
More'un kendi kaleme almamıştır
kimine göre. Bunu Kardinal Morton Latince
yazmış, More da İngilizceye çevirmiştir sadece.
Sidney Lee gibi eski eleştirmenler bu
konuda kesin bir karara varamazlar. Oysa
Chambers gibi günümüze daha yakın birçok
eleştirmenin, bu Üçüncü Richard tarihini
More'un yazdığı konusunda hiçbir kuşkuları
yoktur.
More'un bundan sonraki kitapları, hem
Hümanizm'e, hem de dinle ilgili sorunlara
duyduğu merakı gösterir: Yaptığı ilk işlerden
biri, Katolik Kilisesi'ni kusurlarından
arındırmayı amaçlayan, Hıristiyanlıkla
Rönesans bilgisi arasında uyumlu bir ilişki
kurmak isteyen ünlü İtalyan Hümanisti Pico
della Mirandola'nın yaşam öyküsünü İngilizceye
çevirmek oldu. 1518'de, yani Utopia'yı
yazdıktan sonra, Latince Epigrams'ları
92/447
(iğneleyici kısa şiirler) ve üniversitelerde
Yunanca eğitimini savunmak üzere Letter to
Oxford Defending Greek Studies'i (Yunancanın
İncelenmesini Savunmak İçin Oxford'a
Bir Mektup) yayımladı. Dinsel reform akımı
güçlendikçe, Katolikliği savunmak görevi
önem kazandı More'un gözünde. 1528'de A
Dialogue'da Luther ve Tyndale gibi
Reformasyon'dan yana olanlara çattı. Onları,
"veba salgını gibi yayılan bir mezhep"
kurmakla suçladı. Tyndale bu saldırıya karşı
Reformasyon'u savunan bir yazı yazınca,
More, 1532'de yayımladığı A Confutation of
Tyndale'de (Tyndale'ın Yanıldığını Kanıtlama),
bu polemiği daha da kıyasıya bir
biçimde sürdürdü. İngiltere'den kaçan Simon
Fish adlı bir reformcu The Supplication
for the Beggars'ı (Dilenciler Adına Bir Yalvarma)
yayımlayarak Katolik din adamlarını
rezil etmiş, ileride Sekizinci Henry'nin ger-
çekleştireceği bir yağmayı savunup, manastırların
kapatılmasını, rahiplerin
93/447
topraklarına el konulmasını istemişti. More,
1529'da buna karşı Supplication of Souls'u
(Ruhların Yalvarması) yazdı. 1532'de din konusunda
kendi tutumunu savunan bir Apology
yayımladı. More'un din alanında
polemiğe kaçmayan yazıları da vardır.
Örneğin Treatise upon the Passion (İsa'nın
Acıları Üstüne Bir İnceleme) ve The Four
Last Things (Son Dört Şey). More'a göre,
herkesin her an düşünmesi gereken bu "son
dört şey" ölüm, Tanrı'nın ölenleri yargılaması,
cennet ve cehennemdi. More'un
hapiste yazdığı son kitabı, hem konusu
açısından, hem de Sekizinci Henry'nin
zorbalığı karşısında benimsediği tutum
açısından bizi ilgilendirir: Dialogue of Comfort
(Avunma Diyalogu) Türkler Avrupa'yı
ele geçirirlerse, dinibütün ve dürüst
Hıristiyanlar'ın nasıl davranmaları gerektiği
konusunda yaşlı bir Macar soyluyla genç
yeğeni arasında geçen bir konuşmadır. Ne
var ki Türkler bir simgeden başka bir şey
94/447
değildir bu kitapta. More'un asıl sorunu
Hıristiyanlar'ın Türkler'e nasıl karşı koyacakları
değil, Katolikler'in Sekizinci
Henry'nin baskısına nasıl karşı koyacaklardır.
Vardığı sonuç ise kesindir: İnsan,
ölümü bile göze alarak, her çeşit zorbalığa
karşı vicdanının özgürlüğünü korumak
zorundadır. Ve belki de More, Katolikliğinden
çok bu inancından ötürü idam
sehpasında can vermiştir.
95/447
UTOPIA'NIN BİRİNCİ
BÖLÜMÜ ÜSTÜNE
Thomas More, Latince yazdığı başyapıtı
Utopia'nın ilkin ikinci bölümünü, 1516'da
birinci bölümünü yazarak iki yılda tamamladı.
On altıncı yüzyılın başlarında Latince,
Avrupa'nın tüm okumuş insanlarının ortak
dili olduğu için, kendi ana dilini kullanmayıp,
Latince yazması doğaldı. Önce ikinci,
sonra da birinci bölümü yazmasının da bir
nedeni vardı: More düşlediği kusursuz
düzeni anlattıktan sonra, kendi ülkesindeki
ve tüm Avrupa'daki durumun, Utopia'nın
düzeniyle karşılaştırılınca ne denli berbat
olduğunu iyice belirtmek istiyordu. İkinci
bölümü bu amaçla sonradan yazıp kitabının
başına koydu. Okuyucularının, "bir şu
Utopia'lıların, bir de bizim halimize bakın"
demelerini istiyordu. Oysa Platon da,
More'dan sonra gelen ütopya yazarları da,
yaşadıkları toplumun kötü yanlarını açık
seçik eleştirmekten kaçınmışlardır her
zaman.
Ünlü Alman Ressamı Hans Holbein'in
resimlediği Utopia, 1516'da Erasmus'un denetimi
altında Basle'da basılırken, More her
zamanki şakacılığıyla, arkadaşına bir mektup
yazdı, Utopia kralı yapıldığını haber verdi:
Başında buğdaydan bir taç, elinde asa yerine
bir başak, sırtında Fransisken keşişlerinin
basit kılığıyla; aşağılık altınlar ve pespaye
mücevherler takınmış, süslü püslü yabancı
elçileri, daha demin huzuruna kabul etmişti.
Ama Erasmus, More kral oldu diye şı-
mardığını, eşine dostuna sırt çevireceğini
sanmamalıydı; tez elden Utopia'ya gelip yeni
kralın konuğu olmalıydı. Utopia yayımlanır
yayımlanmaz büyük ilgi uyandırdı; iki yıl
geçmeden, çeşitli Avrupa kentlerinde beş
altı kez basıldı; Almanca, Felemenkçe, İtalyanca
ve Fransızcaya çevrildi. O çağın
edebiyatında Utopia'ya sık sık değinilir.
Örneğin More'un en ünlü çağdaşlarından
97/447
Rabelais Pantagruel'in üçüncü kitabında
Ütopya'ya bir yolculuktan söz eder;
Pantagruel'in yeni ele geçirdiği bir ülkeyi
yola getirmeleri için oraya Utopya'lıları yerleştirdiğini
de anlatır.
Avrupa dillerine çevrilen böylesine ünlü
bir kitabın, İngiltere'de Latince metninin bile
yayımlanmamasının; ancak 1551'de, yani
yazarın ölümünden 16 yıl sonra İngilizceye
çevrilmesinin nedenleri vardı elbette. İngiliz
yöneticiler Utopia'yı bir süre için ancak okuyup
yazanların anlayabileceği bir dilde
bırakmakta yarar görmüş olabilirler. Çünkü
More, bir ülkede ulusal servetin ortaklaşa
paylaşılmasını önermekle ve İngiltere'nin
siyasal ve toplumsal düzeninini kıyasıya yermekle
kalmamış, gittikçe Protestanlığa kayan
anayurdunda, Katoliklik uğruna ölüm
cezasına çarptırılan bir vatan haini durumuna
düşmüştü. İngilizler'in gözünde en
büyük suçu da buydu belki. Nitekim
Utopia'yı ilk İngilizceleştiren Ralph
98/447
Robinson, çevirisini tanınmış bir devlet
adamı olan William Cecil'e sunarken, Protestanların
sözcülüğünü yapar: More'un eşsiz
zekâsını, derin bilgisini övdükten sonra;
böylesine değerli bir adamın, "Tanrı’nın kutsal
gerçeklerinin ışığını" göremeyecek kadar
kör olup, Hıristiyan dininin en önemli ilkelerini
yanlış anlamasına ve bu yanlış inançlarında
ölünceye dek direnmesine, yalnız
İngilizler'in değil, herkesin üzüldüğünü
söyler.
More'un daha önce sözünü ettiğimiz
şakacılığı, arkadaşı Antwerp'li Hümanist
Peter Giles'e yazıp, Utopia'nın başına
eklediği mektuptan da anlaşılır. "Utopia"
sözcüğünün "hiçbir yer" anlamına geldiği
herkesçe bilindiği halde, More, öyle bir yer
sanki gerçekten varmış gibi, Raphael Hythloday
(Hythloday, "gevezelik eden" anlamına
gelir) adlı gemici sanki gerçekten yaşamış da,
onunla konuşmuş gibi, çok ağırbaşlı haller
takınıp şunları söyler: Aslında bu kitabı bir
99/447
yılda değil, birkaç hafta içinde bitirmesi
gerekirdi; çünkü konuyu kendi bulmadığına
göre, yapacağı tek şey, Antwerp'de Peter
Giles ile birlikte dinledikleri Raphael
Hythloday'in anlattıklarını kâğıda
geçirmekti. Bu da çok kolay bir şeydi. Ama
işlerinin çokluğundan ve çok önem verdiği
aile bağları yüzünden, bunu yapmaya vakit
bulamamıştı bir türlü. Şimdi içine bir kaygı
düşmüştü: Bu kitapta yalnız gerçeği yazmak
ve gerçekten başka hiçbir şey yazmamak istediğine
göre, Peter Giles kitabı okuyup, herhangi
bir ayrıntıyı unutup unutmadığını ona
bildirmeliydi. Hatta zahmet olmazsa, bu
konuları Raphael Hythloday ile görüşmeli, ya
da ona mektup yazmalıydı. Gerçi More,
Raphael'in anlattıklarını iyice anımsadığına
güveniyordu ama, gene de aklına takılan
birkaç nokta vardı. Örneğin Anyder nehrinin
(Anyder "suyu olmayan" anlamına gelir)
genişliği tam ne kadardı? Bir "küçük sorun"
daha vardı: Utopia adasının nerede
100/447
olduğunu, ya Raphael Hythloday söylemeyi
unutmuş, ya da onlar RaphaePe sormayı unutmuşlardı.
Oysa, oraya gitmek isteyen
birkaç kişi vardı. Çok saygıdeğer bir din
adamı, özellikle Utopia'ya yerleşip, oraya
Hıristiyanlığı yaymak istiyordu. Bunun resmi
bir görev sayılması , Papa'nın onu Utopia
Piskoposluğuna atamasını aklına koymuştu.
Peter Giles'in de oyuna girip, More'un
şakalarına katıldığı, Utopia'nın başına eklenen
ikinci mektuptan anlaşılır. Peter Giles,
Louvain'de Yunanca ve Latince öğreten bir
okul kuran Busleiden'e gönderdiği ve uydurma
Utopia alfabesiyle yazılmış dört dizelik
bir şiir örneği de verdiği bu mektupta,
More'u ve Utopia'sını över: Gerçi şimdilik
pek az kişinin haberi vardı bu adadan, ama
herkesin haberi olması gerekmektedir;
çünkü Utopia, Platon'un Devlet'inden de
üstündür. Peter Giles, Raphael Hythloday'in
bu ada üstüne söylediklerinin hepsini
duymuştur. Ne var ki, More, Raphael'den
101/447
bile daha canlı bir biçimde, daha da ayrıntılı
anlatmıştır bu adayı. Antwerp'de Raphael ile
konuşurlarken bir de aksilik olmuştur: Bu
gemici Utopia'nın nerede olduğunu
söylemiştir ama, tam o sırada bir hizmetçi
içeri girip, More'un kulağına bir şeyler
fısıldadığı, aralarından birinin de öksürüğü
tuttuğu için, Raphael'in ne söylediğini
duyamamışlardır. Eğer Raphael sağsa, Peter
Giles onu mutlaka bulup, Utopia'nın tam
nerede olduğunu öğrenecektir. Ne çare ki,
Raphael ortalarda yoktur. Kimine göre, yolculukları
sırasında ölmüş, kimine göre, kendi
yurduna gitmiş, kimine göre de, Utopia'yı
özlediği, hem de Avrupalılar'ın kurdukları
düzenin kötülüğüne artık dayanamadığı için,
Utopia'ya geri dönmüştür. Oysa ünlü bir
başka Hümanist'in, College de France'ı kuran
Guillaume Bude'nin, yarı şakalaşarak,
yarı dertlenerek dediği gibi, titizlikle
yürütülen araştırmalardan sonra, Utopia'nın
bilinen dünyanın sınırları dışında
102/447
bulunduğu, bu mutlu adanın cennete de pek
yakın olduğu anlaşılmıştır artık.
Gerçek Utopia'yı, yani More'un kafasında
kurduğu kusursuz devleti anlatan ikinci
bölümün ancak yarısı kadar tutan birinci
bölüm, ileride yazarı ölüme gönderecek olan
Kralın adıyla başlar: "Eşine az rastlanır
üstün zekâsıyla tanınmış, yenilmez İngiltere
Kralı Sekizinci Henry" ile Kastilya Prensi'nin
arası açılınca, More, bu durumu görüşüp
düzeltmek için, Antwerp'e gönderilir. Orada
birçok kişiyle, özellikle çok övdüğü Peter
Giles ile dostluk kurar. Günün birinde Peter
Giles'in yanında, yaşlıca bir yabancı görür.
Güneşten yanmış teni, uzun sakalı, kılığı
kıyafeti ve her haliyle gemici olduğu anlaşılan
bu yabancı, Raphael Hythloday'dir.
Onu tanıyan Peter Giles'a göre, bu gemici
Portekiz asıllıdır. Oldukça iyi Latince ve çok
iyi Yunanca bilir; felsefeye de çok meraklıdır.
Varını yoğunu kardeşlerine bırakıp,
dünyayı görmek sevdasına tutulmuş;
103/447
Amerigo Vespucci'nin yolculuklarına
katılmış, sonra Vespucci'den ayrılmış, birkaç
arkadaşıyla yeni ülkeleri gezmiştir.
Bunu duyan More, Peter Giles ile birlikte
Raphael Hythloday'i bahçesine çağırır.
Orada oturup, konuşmaya başlarlar. More,
uzak yerlere gidenlerin masallarını dinlemeye
meraklı kimi kişiler gibi, devler, canavarlar,
ejderhalar ve bunlara benzer acayip
şeyler konusunda soru sormaz; çünkü
More'u asıl ilgilendiren, bu gemicinin
“doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir
topluma" rastlayıp rastlamadığıdır. Böyle bir
toplum ise, öylesine enderdir ki, Raphael,
tüm dünyayı gezdiği halde, ancak ve ancak
Utopia adasında gerçekten kusursuz bir devlet
gördüğünü söyler.
Ne var ki, bu kusursuz devlet ikinci
bölümde anlatılacağı için, o sıralarda More'u
yakından ilgilendiren başka bir konuya geçilir:
Peter Giles, bu gemicinin çeşitli ülkelerin
104/447
yönetimiyle ilgili sorunları ne denli iyi
bildiğini anlayınca Raphael'in danışman
olarak bir kralın hizmetine girmemesine
şaşar. Bunu yaparsa, hem toplumda kendine
parlak bir yer sağlayabileceğini, hem de söz
konusu kralın onun bilgisinden yararlanabileceğini
söyler. Ne var ki, Utopia'da
More'un bir sözcüsünden başka bir şey olmayan
Raphael Hythloday'ın, tıpkı More
gibi, ne parada gözü vardır, ne de yüksek
mevkilerde. Özgürlüğünü dünyanın tüm nimetlerine
yeğlediği için, bir krala köle olmak
niyetinde değildir. More, bu konuda kendisinin
açıkça söylemeyi belki göze alamayacağı
sözleri, Raphael'e söyletir: Barışa
yararlı uğraşlar, Avrupa krallarının umurunda
bile değildir. Onlar, kan dökerek, yeni
ülkeleri ele geçirmeyi düşünürler ancak.
Kralların sözümona danışmanlarına gelince,
daha yüksek mevki kapmaktan, keselerini
daha çok altınla doldurmaktan başka bir şey
düşünmeyen, metelik etmez dalkavuklardır.
105/447
Raphael Hythloday, More'un en derin kaygılarını
da dile getirerek, egemen çevrelerin
tutuculuğuyla da alay eder: Biri çıkıp da yeni
bir düşünce ileri sürünce, herkes aptallaşır.
"Bizim babalarımız böyle demiş, böyle yapmışlar;
keşke biz de babalarımız kadar akıllı
olabilsek" gibi beylik düşüncelere sığınırlar.
Gel gelelim onların geçmişe de saygıları yoktur
aslında; çünkü atalarından kalan doğru
dürüst kurumları yaşatmak ya da geliştirmek
için bir çaba da göstermezler. Ama biri bu
kurumları düzeltmeye, geliştirmeye kalktı
mı, eskiye dört elle sarılırlar.
Raphael Hythloday, hukukçu olarak
More'u yakından ilgilendiren İngiliz adaletini,
daha doğrusu adaletsizliğini, kıyasıya
eleştirir: İngiltere'de geçirdiği birkaç ay
içinde, Kardinal Morton'un evinde, hukuk
bilgisiyle ün salmış bir İngilizle tanışmıştır.
Bu adam, ülkenin şurasında burasında hırsızları
boyuna astıklarını böbürlene böbürlene
anlattıktan sonra, İngiltere'nin hâlâ
106/447
hırsızla dolu olmasına şaşmaktadır. Oysa
Raphael, tıpkı More gibi, hırsızlık yapanı
ölümle cezalandırmanın hem haksızlık
olduğuna, hem de hırsızlığın cezaların en
ağırıyla bile önlenemeyeceğine inanır. Çünkü
ona ne yaparlarsa yapsınlar, açlıktan ölmemek
için çalan bir adamın, gene çalmaktan
başka çaresi yoktur. Raphael, "Hırsızlara en
ağır cezaları verecek yerde toplumun bütün
üyelerine yaşama olanakları sağlarsanız ve
kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmazsa,
daha iyi olmaz mı?" diye sorar.
Raphael'e göre hırsızlığın nedeni
İngiltere'deki yürekler acısı yoksulluktur;
yoksulluğun başlıca nedeni de, toprağı
tekellerinde tutan soylulardır: "Bu yararsız,
bu bal vermez arılar, başkalarının alın teriyle
geçinmekte, daha fazla kazanmak için topraklarında
çalışanların derisini yüzmekte,
bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedir."
Raphael, tarıma ayrılmış toprakların,
yün ticareti yapmak isteyenlerin elinde
107/447
otlağa dönüşmesini de eleştirir. Bu yüzden
İngiltere'de "Koyunlar artık öyle açgözlü,
öyle doymak bilmez olmuşlar ki, insanları
bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip
süpürüyorlar" der. Yün ticareti yapanlar
daha çok kazansınlar diye, namuslu çiftçiler
evinden barkından, tarlasından atılıyor,
çoluk çocuklarıyla yollara düşüyor, ya dilenci,
ya da hırsız oluyor. Üstelik bu ticaretin
İngiltere'ye fazla yararı da yok; çünkü bu iş
alanı, kendilerine büyük kazanç sağlanmadıkça,
sakladıkları yünü satmaya
yanaşmayan birkaç zengin fırsatçının eline
geçmiştir.
Bütün bunları açıkladıktan sonra,
More'un sözcüsü olan gemici, Kardinal
Morton'un evinde tanıştığı ve hukuk bilgisiyle
sözde ün salmış adama, İngiliz zenginlerinin
bencilliğinin önlenmesini, halkı
sömürmek olanaklarının ellerinden alınmasını;
tarımın geliştirilerek, ülkede aylak
insan bırakılmamasını salık verir.
108/447
"Toplum her insana eşit bir güvenlik
sağlamadığı sürece, bir insanı para çaldı diye
öldürmek doğru değildir" der. Yasaların, çalmakla
öldürmek arasında dağlar kadar fark
olduğunu unutarak, bu iki şeyi eşit sayacak
ve ikide birde ölüm cezasına başvuracak
kadar acımasız olmamaları gerektiğini de belirtir.
Çünkü Tanrı, bir insanın değil başka
bir insanı, kendisini bile öldürmesini yasaklamıştır.
"Oysa biz, yasaların gölgesine sığınarak,
birbirimizi boğazlıyoruz."
More, Raphael Hythloday'in ağzından,
hukuk düzenini ve hukukçu geçinenleri böyle
eleştirmekle kalmaz; gemicinin bir ara Kardinal
Morton'u övmesini de sağlar. Sonra da
Raphael'e, "dostluğumu zaten kazanmıştınız,
ama bu büyük insan için söylediğiniz güzel
sözler beni büsbütün bağladı size" diyerek,
çocukken evinde birkaç yıl geçirdiği
Kardinal'e gönül borcunu ödemenin yolunu
bulur. More, Utopia'nın bu birinci
bölümünde, Kardinal Morton'u övmek
109/447
fırsatını kaçırmadığı gibi, kişisel açıdan
ayrıca ilgilendiği başka bir soruna, yani kralların
hizmetine girmek mi girmemek mi
gerektiği sorununa bir kez daha değinmekten
kendini alamaz. Raphael ile More'un bu
konu üstüne konuşmaları, More'un içindeki
çelişkiyi yansıtan, aslında kendi kendisiyle
yaptığı bir tartışmadan başka bir şey
değildir. Raphael, şimşekleri üstüne fazla
çekmemek için, örnek olarak İngiltere kralını
değil de Fransa kralını vererek, görüşlerini
savunur: Bir kralın hizmetine girse bile, söz
konusu kral, ne onun, ne de aklı başında herhangi
başka bir danışmanın öğütlerine kulak
asmayacaktır nasılsa. Örneğin Fransa
kralına, onun savaş merakı yüzünden, hazinenin
tamtakır olup halkın perişanlığa
düştüğünü, barışa dört elle sarılması, halkın
"zorbası değil, babası" olması gerektiğini
söylese, Fransa kralı bunu nasıl karşılayacaktır?
More, Fransa kralının bunu çok kötü
karşılayacağını kabul etmekle beraber,
110/447
yurduna hizmet etmek isteğinden, onu
ileride ölüme götürecek olan bu istekten
sıyrılamayıp, Raphael'e sorar: "Haksızlıkları
bir vuruşta ortadan kaldıramıyoruz diye,
halka hizmet etmekten vazgeçmek doğru
mudur? Bir fırtınada kaptan, rüzgâra söz
geçiremiyorum diye gemiyi bırakır mı?"
Raphael ise, "başkalarını delilikten kurtarayım
derken kendim sapıtırım" diyerek
More'a karşı koyar. More'un yaşadığı çağda
kral, Tanrı'nın yeryüzünde temsilcisi bilinen,
gücünü doğrudan doğruya Tanrı'dan alan
kutsal bir varlık sayılırdı. Oysa More'un bir
sözcüsü olarak, Raphael Hythloday'in kralların
görevleri ve yetkileri konusunda
düşündükleri o çağın görüşlerine hiç uymamaktadır.
More'un çağdaşlarına göre, istese
bile haksızlık edemeyecek kadar ulu bir
varlık olan kral, uyruklarının canlarının da,
mallarının da efendisidir. Kralın ne kadar
çok parası olursa olsun, savaş başlıca uğraşı
olduğuna ve bir ordu beslediğine göre, bu
111/447
para gene de az gelir ona. Gerçi kral, canı
isteyince, uyruklarının varına yoğuna el koyabilir,
ya da özel vergilerle onlardan para koparabilir
ama, uyruklarının fazla varlıklı ya
da fazla bağımsız olmaları, gene de bir tehlikedir
kralın güveni açısından. Çünkü
varlıklı ve özgür insanlar, haksızlığa ve
baskıya kolay kolay katlanamazlar. Oysa yoksullar,
acı çekmeye, köle gibi yaşamaya
alışıktırlar; onların başkaldırma gücü
tümüyle tükenmiştir. İşte Raphael
Hythloday'in, daha doğrusu Thomas
More'un gözümde, korkunç bir durumdur
bu. Yalnız halk için değil, kral için de bir
yüzkarasıdır.
"Çünkü insanlar, kralları insanların
yararı için başa getirdiler, kralların yararı
için değil. . Kralın en kutsal görevi, kendininkinden
önce halkın mutluluğunu düşünmektir."
Zorbalığa başvuran bir kralın, tahtta
oturmaya hakkı yoktur: "Yurttaşların kin
bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek,
112/447
soyarak, dilenci durumuna düşürerek
tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı,
insin gitsin tahtından. . Halkın acıları,
iniltileri ortasında keyif sürmek, krallık değil,
zindan bekçiliği demektir." Raphael Hythloday,
savaş ve para hırsıyla zorbalık
arasındaki kopmaz bağları anlattıktan sonra,
bu bölümün sonunda, kitabın temel
düşüncesine, Utopia'nın ikinci bölümünde
uygulanışını göstereceği düşünceye geçer:
Düzen bozukluğunun, haksızlığın, yoksulluğun
tek nedeni, ulusal servetin tam bir
eşitlik içinde bölüşülmemesidir: "Malın
mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin
parayla ölçüldüğü bir düzende, toplumsal
adalet hiçbir zaman gerçekleşemez. . Büyük
çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken, doymak
bilmez bir avuç insana memleketin
bütün zenginliklerini sömürten bir devlette"
mutluluk olamaz. Raphael, bu görüşünün
bazılarına aykırı geleceğini bilir ama, açıkça
konuşmaktan da çekinmez: "Benim
113/447
söylediklerimde yadırganacak, her yerde
söylenmeyecek, hatta yararlı olmayacak ne
var?" diye sorar. Raphael'e göre bu tutumunu,
Platon da benimsemiştir, Hazreti İsa
da. Ne var ki usta vaizler, İncil'in öğretisini
bile bile yanlış yorumlamışlar, kimi Hıristiyanların
vicdan rahatlığı içinde halkın malına
mülküne el koymasına göz yummuşlardır.
Oysa, "Mülk sahipliğini ortadan kaldırmak,
memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla
dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa
kavuşturabilmenin tek yoludur. Mülkiyet
hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en
kalabalık ve en işe yarar sınıf, yoksulluk,
açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır."
Raphael, ulusal servetin halk arasında, eşitçe
bölüşüldüğü bir ülkeyi görmüş ve
"Utopia'nın kurumlarını başka ülkelerinkiyle
karşılaştırınca, bir taraftaki bilgeliğe ve insanlığa,
öbür taraftaki akılsızlığa ve barbarlığa"
şaşmaktan kendini alamamıştır. Ger-
çekten de, ikinci bölümde göreceğimiz gibi,
114/447
More'un Utopia'sındaki durum, o sırada
Avrupa devletlerinde görülen durumun tam
karşıtıdır: Avrupa'da zorbaca saltanat süren
kralların baskısı varken, Utopia'da kralsız bir
özgürlük vardır; Avrupa'da yıkıcı bir kargaşa
varken, Utopia'da kusursuz bir düzen vardır;
Avrupa'da vicdan özgürlüğü yokken,
Utopia'da dinsel açıdan hoşgörü vardır;
Avrupalılar para kazanmayı ve mal mülk edinmeyi
düşünürlerken, Utopia'lılar kafalarını
bilgiyle donatmayı düşünürler; Avrupa'da
eğitim üst sınıfın tekelindeyken, Utopia'da
eğitim herkese açıktır; Avrupa'nın zenginleri
ve çoğu kadınları aylak gezerlerken,
Utopia'lıların kadınları da erkekleri de her
gün belirli bir süre çalışmak zorundadırlar ve
en önemlisi, Avrupa'da küçük bir azınlık
gereğinden fazla varlıklı ve büyük bir çoğunluk
yoksulluk içindeyken, Utopia'da herkes
ulusal servetten eşitçe yararlanmaktadır.
Raphael Hythloday, Utopia düzeninin temeli
olan bu ekonomik eşitlik ilkesinin
115/447
yadırganacağını söylemişti ya, şimdi More o
ince alaycılığıyla, kendi öz düşüncesini dile
getiren Raphael'e karşı çıkıyormuş gibi
yapar: "Sizin düşüncelerinize katılmak şöyle
dursun, bence tam tersine, mülk ortaklığını
uygulayan memleket dünyanın en yoksul
memleketi olacaktır. Halkın yiyecek, giyecek
ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaksınız? Herkes
işten kaçacak ve başkasının emeğiyle geçinecek.
Yoksulluk tembelleri işe sürse bile, yasa
herkesin hakkını başkalarına karşı koruyamayacağı
için, durmadan başkaldıranlar
olacak ve sizin devlette kan gövdeyi götürecek..
Korku, saygı veren şeyi almış olacaksınız
üstlerinden. Kimseyi kimseden üstün
saymayan bu hep bir sıradan insanların nasıl
bir devlet olabileceğini düşünemiyorum
bile." Günün birinde Utopia'ların ger-
çekleşmesine gönlü razı olmayan tutucuların
basmakalıp savlarıyla alay etmek amacını
güderek ileri sürülen bu beylik görüşler,
ileride göreceğimiz gibi kimi eleştirmenlerce
116/447
ciddiye alınmak istenmiş, birtakım saçma
sapan yorumlara uğramıştır. Birinci
bölümün sonunda, Raphael, More'un oyununa
gelip, sanki kendi de Utopia adası da
More'un hayal gücünün bir ürünü değilmiş
gibi, "Hayal gücünüz böyle bir devleti tasarlamaya
yetmiyor" dedikten sonra; orada beş
yıl yaşadığını ve ancak Utopia'yı başka
ülkelere tanıtmak amacıyla oradan ayrılabildiğini
söyler. Bunun üstüne More, gemicinin
bu mutlu adayı en küçük ayrıntılarına
kadar anlatmasını ister. Önce yemek yerler;
sonra bahçede gene aynı yere oturup, ikinci
bölümde anlatılanları dinler.
117/447
UTOPIA'NIN İKİNCİ
BÖLÜMÜ ÜSTÜNE
Utopia'nın mutlu adayı ele alan ikinci
bölümü, birincisinden hem iki kat daha
uzun, hem de çok daha ilginçtir. Bu bölümde
Thomas More, (artık Raphael Hythloday demeyelim
de More diyelim) sanki gerçek bir
yermiş de orasını kendi gözleriyle görmüş
gibi, Utopia'yı ayrıntılı olarak anlatır.
Eskiden Utopia bir ada değilmiş; ama bu
kusursuz düzeni vaktiyle kuran ve adaya
kendi adını veren akıllı ve erdemli Kral
Utopus, ele geçirdiği toprakları karaya
bağlayan 15 millik kıstağı yok edip Utopia'yı
bir ada yapmayı, savunma açısından daha
doğru bulmuş.
Uzunluğu 500 mil, en geniş yeri 200 mil
olan bu adada, 54 tane büyük ve güzel kent
vardır. Aynı plana uyularak kurulan ve
birbirinin eşi olan bu kentlerin her biri, bir
diğerinden 24 mil uzakta olduğu için, bir
günde yürüyerek, birinden ötekine geçilebilir.
Bunlardan Amaraute'nin ("açık seçik
görülemeyen" anlamına gelir) başkent yapılmasının
tek nedeni, adanın ortasında bulunması
ve herkesin oraya kolayca ulaşabilmesidir.
Utopia'nın öteki kentlerinden ne
daha büyük ne de daha güzel olan Amaraute,
surları, taş köprüleri, geniş ve çamursuz
sokakları, rahat evleriyle, temizliği ve
ferahlığıyla, on altıncı yüzyılın Londra'sına
hiç mi hiç benzemez.
Eskiden Utopia'da evler, çerden çöpten,
tek katlı kerpiç kulübelermiş. Şimdiyse taş ya
da tuğladan, üç katlı, sağlam ve rahat yapılar
var. Her evin arkasında, Utopia'lıların çeşit
çeşit ağaçlar, yararlı bitkiler, meyveler ve
çiçekler yetiştirdikleri büyük bahçeler yer
alıyor. Utopia'lılar, her güzel şeye özen gösterdikleri
için, bu bahçelerin de hoş ve
bereketli olmasına önem verirler. Hatta,
kimin emek verip en bakımlı bahçeyi
119/447
yaptığını saptamak amacıyla, her kentte
yarışmalar düzenlenir. Bahçelerin ve evlerin
arasında duvarlar bulunmadığı gibi,
kapıların kilide de yoktur. Hiç kimsenin özel
eşyası olmadığı, ne varsa herkesin malı
olduğu için, canı isteyen, başkasının bahçesine
ve evine girebilir. Birkaç ailenin en
azından 40 kişinin birlikte oturduğu bu
evlerdeki yaşantıyı, günümüzde birçok kişinin
özlemini duyduğu komünlerdeki, yani ortaklaşa
yaşanılan evlerdeki yaşantıya benzetebiliriz.
Örneğin her evde, beş yaşından
küçük çocukların beraber bakıldıkları büyük
bir oda vardır. Ama Platon'un Devlet'inden
farklı olarak, analar kendi çocuklarına bakarlar
bu yuvada. Ancak anaları ölmüş ya da
hasta olan bebeklere bir sütnine bulunur.
Utopia'lılar her on yılda bir, numara çekerek,
evlerini değiştirirler, başka bir eve taşınırlar.
Nedeni açıklanmayan bu kural, More'un, insan
denilen varlığın ruhbilimsel yapısını ne
denli iyi bildiğini gösterir; çünkü ömür boyu
120/447
aynı evde oturan bir kişinin, o evi artık kendi
öz malı saymasından daha doğal bir şey
olamaz. Böyle bir mülkiyet duygusunun
gelişmesini ise önlemek gerekir. More bunu
düşündüğü gibi, adanın ayrıntısıyla her şeyini,
otellerini bile düşünmüştür. Gerçi
Utopia'ya pek az sayıda yabancı gelir ama,
onlara ayrılan dayalı döşeli evler vardır gene
de. Utopia'da bir kent dört eşit bölgeye
bölünür. Her bölgenin bir çarşısı vardır.
Gerekli eşyalar ve toprağın verdiği ürünler,
bu çarşılarda depo edilir. Bulaşıcı hastalıkları
ve pisliği önlemek için, besin maddeleri bu
çarşılara gelmeden önce, kentin dışındaki
akarsularda iyice yıkanıp temizlenir.
Utopia'lılar, insan yaradılışının en güzel yanlarından
biri saydıkları acıma duygusunun
kan döke döke körleşmemesi amacıyla,
yenilecek hayvanları kendi yurttaşlarına kestirmezler.
Utopia'da para diye bir şey yoktur.
Her evin başı, çarşıya gidip, istediği
kadar eşya ve yiyecek alır. Her şey bol
121/447
olduğu, herkes de yöneticilere güvendiği için,
çarşıdan gerektiğinden fazla eşya ya da yiyecek
almak, aklından bile geçmez bir
Utopia'lının. Yöneticilere güven duymakta da
haklıdırlar; çünkü Utopia'nın ekonomik
düzeni akıllıca planlanmış; herkesin "yiyeceği
içeceği en ince hesaplarla belirlenmiştir."
Yöneticiler, çeşitli bölgelerdeki durumu
inceleyip neyin nerede bol, nerede kıt
olduğunu saptarlar. Belirli bir eşyanın ya da
bir yiyeceğin bol olduğu kentler, bunların kıt
olduğu kente, hiçbir karşılık istemeden
yardımda bulunurlar. Bir yıl sonraki hasadın
nasıl olacağı bilinmediği için üretim,
Utopia'nın tüm gereksinmelerini iki yıl
karşılayacak biçimde ayarlanır. Fazlası ise,
ya yabancı ülkelerin yoksullarına bedava
dağıtılır; ya da insaflı fiyatlarla dış ülkelere
satılır.
Utopia'lıların oturdukları evlerin
yanında, ortaklaşa kullanıp toplandıkları ve
birlikte yemek yedikleri büyük bir ev daha
122/447
vardır her sokakta. Gerçi bir Utopia'lının
çarşıdan yiyecek alıp kendi evinde yemesi yasak
değildir ama, Utopia'lılar evlerinde mutfak
işleriyle uğraşmayı saçma bulurlar;
kadınların nöbetleşe pişirdikleri lezzetli yemekleri
büyük evde hep beraber yemeyi
yeğlerler. Sofrada, yalnız kız çocukları değil,
erkek çocukları da büyüklere hizmet ederler.
Yemekler başlamadan önce, dua yerine,
doğruluk ve erdem üstüne yüksek sesle bir
parça okunur. Kimse sıkılmasın diye, bu
parçanın kısa olmasına dikkat edilir. Müzik
eşliğinde yenilen bu yemeklerde, uzun uzun
sohbet edilir. Hem bu sohbetin yaşlıların
tekelinde kalmaması, hem de gençlerin kendi
aralarında taşkınlık etmemeleri amacıyla,
her gencin yanına bir yaşlı oturtmaya ayrıca
özen gösterilir. Yaşlılar, gençlerin hiç çekinmeden
konuşmaları, düşündüklerini açıkça
söylemeleri için, ellerinden geleni yaparlar.
Gençlerle yaşlıların kaynaşmasını, çağımızda
kuşaklar arasında gittikçe derinleşen
123/447
uçurumun açılmamasını böylece sağlamış
olurlar belki de.
Yurttaşların ekonomik açıdan eşitliği
üstüne kurulduğu için, gerçek anlamda bir
demokrasi olan Utopia'da, bu eşitliğin bir
simgesi olarak, herkes bir örnek giyinir. Ancak
kadınlarla erkeklerin, bekârlarla evlilerin
kılıkları arasında bazı küçük ayrımlar vardır.
Yöneticiler ve din adamları da, tıpkı öteki
Utopia'lılar gibi giyinirler. Kışın da yazın da
giyilebilen bu giysilerde "hem güzellik, hem
de rahatlık aranır." Utopia'lılar güzelliğe çok
önem vermekle beraber, kadınların yüzlerini
gözlerini boyamalarını, altınlar, inciler, elmaslar
takınmalarını pek gülünç bulurlar.
More'un da bu görüşü paylaştığından hiç
kuşkumuz yok; çünkü anlatıldığına göre,
gelini ondan incili bir gerdanlık isteyince,
More bu gerdanlığı bezelye tanelerinden
yapıp genç kadına armağan ederek, bu çeşit
hevesleri önlemenin yolunu bulmuştur.
Utopia'lılar, kıymetli taşları cilalayıp,
124/447
oynasınlar diye küçük çocuklara verirler.
Bunların pırıltısından ilkin hoşlanan çocuklar,
büyüyünce bebeklerinden ve öteki oyuncaklarından
vazgeçtikleri gibi, bunlardan da
vazgeçerler. Yıldızların, ayın, güneşin ışığını
görebilen yetişkin bir insanın, elmasların
cılız pırıltısına kapılmasını, aklın alamayacağı
kadar saçma bulur Utopia'lılar.
"El Dorado" denilen altın dolu ülkelere
varıp, yağma etmek hırsıyla yanıp tutuşulan
bir çağda, Utopia'lılar, incilerle elmaslara
aldırmadıkları gibi, altına da önem vermezler.
Onlara göre, altınla gümüş, sırf ender bulundukları
için, ahmakça değerlendirilmişir.
Oysa sevgi dolu, akıllı bir ana olan doğa,
hava, su, bitkiler gibi yararlı ne varsa
yeryüzünde bırakmış; bu yararsız nesneleri
de toprağın derinliklerine gömmüştür. Onun
için Utopia'lılar, tabaklarla kupalarını, güzel
işlenmiş topraktan ya da camdan; en bayağı
ev eşyasını da, yani lazımlığı da, altından
yaparlar. Altını gözden düşürmek için, bir
125/447
şakadır bu elbette. Ama ne ilginçtir ki, belki
Utopia'nın bu parçasını anımsayarak, Lenin
de aynı biçimde şakalaşmış, halkın kullanacağı
helaların altından olmasını önermiştir.
Altını rezil etmek fırsatını hiç
kaçırmayan Utopia'lılar, suç işleyenlerin
boynuna altın zincirler, parmaklarına altın
yüzükler, kulaklarına altın küpeler takarlar.
More, Utopia'lıların bu tutumundan habersiz
yabancı elçilerin, görkemli kılıklarıyla adaya
gelince, çocukların onlarla ne kadar
eğlendiklerini anlatır: Ada halkının gözlerini
kamaştırmak amacıyla, altınlarını ve kıymetli
taşlarını takan elçiler küçük
Utopia'lıların maskarası olurlar. Kimi onları
soytarı, kimi de suçlu sanır. Koskoca
adamların incik boncukla süslenmesine ise,
hepsi şaşıp kalır. Aradan birkaç gün
geçmeden, yabancı elçilerin aklı başına gelir;
onlar da Utopia'lılar gibi sadeliği seçerler.
Utopia devletinin yönetimi, demokratik bir
düzen üstüne kuruludur. Her kentte, otuzar
126/447
aile yılda bir, gizli oyla bir yönetici seçer. Bu
yöneticiler de, halkın gösterdiği dört aday
arasından, gene gizli oyla, Kent Başkanını
seçerler. Halk, Kent Başkanını beğeniyorsa,
onu değiştirmek zorunda değildir. Ama
başarılı olmayan yönetici gelecek yıl seçilmez.
Kent başkanlarından oluşan bir Kurultay,
ülkenin durumunu gözden geçirip
kararlar almak üzere her üç günde bir,
gerekirse her gün, toplanır. Halka zarar verebilecek
herhangi bir kararın alınmasını önlemek
amacıyla, Kurultay üyelerinin toplantı
yeri dışında gizlice bir araya gelmeleri yasaktır.
Bu yasağa uymayanlar, ağır cezalara
çarptırılır. Kurultay üyelerinin iyice düşünüp
taşınmadan, duygularına kapılıp kararlar
vermelerinin; ya da halkın yararlarını unutarak
kendi kişisel görüşlerinin ağır basmasını
önlemenin de çaresi düşünülmüştür:
Önemli bir sorunla karşılaşınca, hemen o
gün bir karara varılmaz. Söz konusu sorun,
ancak üç ayrı toplantıda tartışıldıktan sonra
127/447
bir karara bağlanır. Utopia'da bir çeşit
senato sayılabilecek ikinci bir kurultay da
vardır. Her yıl, başkentte toplanıp ülke
sorunlarını görüşmek üzere, 54 kentin her
birinden seçilmiş, görmüş geçirmiş, üç yaşlı
başlı kişiden oluşur bu ikinci kurultay.
Utopia'da yasa sayısı çok azdır; çünkü bu
toplumun üyeleri hem kusursuz bir biçimde
eğitilmiş ve örgütlenmiştir; hem de özel
mülkiyet olmadığı için, neyin kimin malı
olduğunu saptamaya çalışan ve Avrupa'da
yıllarca süren davalara ve bunlarla ilgili yasalara
gerek yoktur. "Bir insanın, ya okuyamayacağı
kadar çok, ya da anlayamayacağı
kadar şaşırtıcı ve karanlık yasalarla
bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur
Utopia'lılar." Onun için yöneticiler, çok az
sayıda olan yasaları halkın iyice kavramasına
ayrıca özen gösterirler. Utopia'lılar da bu
yasaların doğruluğuna inandıkları için,
bunlara karşı koymayı akıllarından bile
geçirmezler; "baba" adını verdikleri ve onlara
128/447
gerçek bir babanın sevecenliği ve anlayışıyla
davranan yargıçlara sonsuz bir güven beslerler.
Herkesin kendi kendini savunması
daha doğru sayıldığından, mahkemelerde
avukat yoktur. Avukatların olmayışı ve yasa
sayısının azlığı sayesinde, çeşitli yasal hileler
ve yasaların kötü amaçlar uğruna kurnazca
yorumlanması da önlenmiş olur. Utopia
adaletinin bir ilginç yanı da, bir suçu
düpedüz işlemekle yalnız tasarlamak
arasında hiç ayrım gözetilmemesi ve bir suçu
tasarlayanların o suçu işlemiş gibi ceza
görmeleridir: "Kötülük yapmak isteyen, sadece
karşısına bir engel çıktığı için bu
kötülüğü yapmamışsa niçin suçlu sayılmasın?"
diye düşünür Utopia'lılar.
Kusursuz bir düzende eğitilmelerine,
geçim dertleri olmayışına, toplumun onlara
verdiği güven duygusuna ve yasaların
doğruluğuna karşın, gene suç işlemenin
yolunu bulanlar, cezaların en ağırına
çarptırılıp, köle olurlar. Suçluluklarının
129/447
utanç verici simgesi olarak boyunlarında
altın zincirler taşıyan bu kölelere verilen tek
ceza da, yenilecek hayvanları kesip yıkamak
gibi zahmetli ve ağır işleri görmeleri ve
başkalarından daha fazla çalışmalarıdır. Ele
geçirdikleri savaş tutsaklarına bile köleliği
fazla onur kırıcı bir ceza bulan Utopia'lılar,
yabancı ülkelerde suç işleyenleri ara sıra köle
olarak satın alırlar. Utopia'lı olup da suç iş-
leyenlere bir hayli sert davrandıkları halde,
bunlara karşı öyle olumlu ve insanca bir tutumları
vardır ki, yabancı ülkelerin kimi yoksulları,
kendi yurtlarında sözde özgür yaşayacaklarına,
Utopia'da köle olmayı yeğ tutarlar.
Utopia'lılar, böylelerine ayrıca iyi davranırlar,
nerdeyse, kendi yurttaşlarına gösterdikleri
saygıyı gösterirler. Aralarından
kendi ülkesine dönmek isteyen biri çıkarsa
binde bir olur böyle bir durumda ona gereken
para yardımı da yapılır. On altıncı yüzyıl
İngiltere'sinde, bir lokma ekmek çalan zavallılar
bile asılırken, Utopia'da ölüm
130/447
cezası pek seyrek uygulanır. Utopia'lılar, biri
suç işledi diye onu öldürmenin, hem bu
adama haksızlık olduğuna, hem de topluma
bir yarar sağlamadığına inanırlar. Köle durumuna
düşüp özgürlükten yoksun kalmak ise,
bir suçlu için ölümden beter bir cezadır,
acıların en korkuncudur. Üstelik bir köle,
hem topluma yararlıdır, hem aynı suçu bir
daha işlemesin diye örnek olur başkalarına,
hem de günün birinde yola gelip doğru
dürüst bir insan olması olanağı vardır. İşte
bu yüzden bir köle, artık pişman olduğunu,
iyiliğe doğru yöneldiğini, davranışlarıyla
kanıtlarsa, ya Başkanın ya da halkın isteği
üzerine kölelikten kurtulabilir. Ancak bir
türlü yola gelmeyen, suç üstüne suç işleyen
köleler, kudurmuş bir vahşi hayvan sayılıp
ölüm cezasına çarptırılır.
On altıncı yüzyıl İngiltere'sinde varlıklı
sınıflar, soylular, toprak sahipleri, din adamları,
kadınların çoğu, yani toplam nüfusun
yarısından fazlası tamamıyla aylak gezerken;
131/447
Utopia'da sağlık durumu engel olmadığı
sürece, ister kadın, ister erkek olsun, her
yetişkin kişi çalışmak zorundadır. Başka
ülkelerde çalışanlar, değişik sınıflara
bölünür: Kimi toprağı işler, kimi el emeği
gerektiren zanaatlarda çalışır, kimi askerlik
yapar, kimi de okuma yazma gerektiren işler
görür. Oysa sınıfsız bir toplumdan oluşan
Utopia'da, her erkek ve kadın, hem tarım
işleriyle uğraşır, hem bir zanaatta çalışır,
hem gereğinde asker olur, hem de okuma
yazmaya bol bol vakit ayırır.
Utopia bir tarım ülkesi olduğundan,
tarımla ilgili işler Utopia'lıların baş uğraşıdır.
Çocuklar bile bu işlerde eğitim görürler; bu
sayede bedenleri de gelişir. Her kentin yakınlarında,
tarıma ayrılmış geniş topraklar
vardır. Kadın erkek her Utopia'lı, bu topraklardaki
çiftliklere gruplar halinde yerleşip, iki
yıl süreyle nöbetleşe çalışmak zorundadır.
Böylece kırsal bölgeye temelli yerleşmiş bir
köylü sınıfı bulunmadığı ve herkes sırayla
132/447
köylü gibi çalıştığı için, çağımızın başlıca
sorunlarından olan köylü kentli ayrımı ve
eşitsizliği ortadan kalkmış olur. Utopia'lılar,
iki yıllık tarım hizmetlerini tamamlayınca,
"çetin kol işlerinde uzun süre yıpranmamak
için" kentteki mesleklerine geri dönerler. Ancak,
tarım işlerinden ayrıca hoşlananlar, izin
isteyip çiftliklerde diledikleri kadar çalışabilirler.
Utopia'lılar, tarım alanında ayrıca
başarılıdırlar. Örneğin tavukları çoğaltmak
için, çok akıllıca bir buluşları vardır: Kuluçkalık
yumurtaları tavuğun altına
koymazlar; gerekli sıcaklığı kendileri
sağlayıp, civciv çıkartırlar. Havanın
kötü etkilerini önlemeyi, bilimsel yöntemlerle
toprağı değerlendirmeyi, kıraç
bölgeleri yeşertmeyi bilirler. Sırasında imeceye
de başvururlar: Çabuk yapılması gereken
bir iş olunca, çiftliklerdeki yöneticiler,
kentteki yöneticilere ne kadar işçi gerektiğini
bildirirler. Bunun üzerine kırsal bölgeye
bitişik kentten, istenilen sayıda tarım işçisi
133/447
gelir ve bir tek günde elbirliğiyle tüm işler
yapılıverir. Gerçi Utopia'da herkes çalışmak
zorundadır ama, başka ülkelerde görülen
"hayvanlar gibi" çalışma, Utopia'lıların
gözünde "ruh için de, beden için de, işkenceden
ve kölelikten beterdir. Onun için
Utopia'lılar, üç saati sabahleyin, üç saati
öğleden sonra olmak üzere, günde yalnız altı
saat çalışırlar. Öğleyin iki saat dinlenirler.
Yöneticilerin başlıca görevlerinden biri,
herkesin çalışıp çalışmadığım denetlemektir.
Yolculuk sırasında bile, aylaklığa göz yumulmaz.
Herhangi bir yerde bir günden fazla
kalan bir Utopia'lının, orada kendi
mesleğinde çalışması sağlanır hemen. Utopia
bir yana, tüm öteki ülkelerde nüfusun büyük
bir çoğunluğu aylak yaşadığı için, emekçi
kitleler sabahtan akşama dek ölesiye
didindikleri halde, gene de yoksulluk vardır.
Ama Utopia'da sadece altı saat olmak üzere
herkes çalıştığından, bu emek gücü tüm ada
halkının bolluk içinde yaşamasına yeter de
134/447
artar da. Altı saat çalışma sorunuyla ilgili
olarak Karl Kautsky, Marx'ın Capital'de ileri
sürdüğü görüşlerin, tıpkı More'unkine benzediğini
belirtir: Marx'a göre çalışma
saatleri, ancak kapitalist üretimin ortadan
kaldırılmasıyla kısaltılabilir. Çünkü kapitalist
üretim, hem aşırı bir rekabet hırsından ötürü
emek gücünü boşuna harcamakta, hem de
gereksiz bir yığın işkolu yaratmaktadır. Kapitalist
toplumlarda, bir sınıfın boş zamanı
olabilmesi için, emekçi kitleler tüm yaşamlarını
çalışmakla geçirmektedirler. Oysa
herkesin çalıştığı bir toplumda, çalışma
saatleri doğal olarak azalacak ve bireylerin
kafa açısından gelişmelerine zaman kalacaktır.
Üstelik Utopia'lılar, öteki ülkelerde
olduğu gibi, sırf zengin sınıfların lüks hırsını
doyurmak amacıyla birtakım gereksiz ve
uydurma işlere emek harcamazlar. Bir tüketim
toplumu değildir onlarınki. Renk renk
ipeklilerden, kadifelerden, her biri ayrı
biçimde, süslü püslü bir yığın giysi yapmak
135/447
zorunda değildirler örneğin. More, yaşadığı
çağın zenginlerinin akıllara sığmaz lüks
düşkünlüğüne karşı haklı bir tepki duyarak,
Utopia'lıların kol işlerinde daha az çalışıp,
kafalarını geliştirmeye daha çok zaman ayırabilmeleri
amacıyla, onların gereksinmelerini
sınırlandırmayı doğru bulmuştur. Böylece
Utopia'da başlıca meslekler, yapı ustalığı,
marangozluk, demircilik, çömlekçilik ve dokumacılıktır.
Kadınlarla erkeklerin tamamıyla
eşit oldukları Utopia'da, kadınlar da bu
mesleklerden birinde çalışır. Daha az beden
gücü gerektirdiği için, çoğu dokumacılığı
seçer. Genel olarak Utopia'lılar babalarının
mesleğini seçerler. Ama başka bir mesleğe
heveslenenler, o işi iyi bilen bir ailenin
yanına evlat olarak verilir. Bir mesleği olan,
ikinci bir mesleği öğrenmek isterse, bu
isteğini gerçekleştirmesi olanağı sağlanır.
Utopia'lıların altı saat çalışmalarını gerektirmeyecek
herhangi bir durum olursa,
çalışma saatleri bir süre için daha da
136/447
kısaltılır. Çünkü boş zamanlarını akıllıca
değerlendirmesini bilen insanların, beden
gücü harcayarak boşuna didinmeleri, hiç de
doğru sayılmaz Utopia'da. Ancak yöneticilerle,
bilim dallarında çalışanlar, kafalarıyla
sürekli çalıştıkları için, bedenen çalışmak
zorunda değildirler. Ne var ki çoğu yöneticiler,
yurttaşlara örnek olmak amacıyla bir
kol işinde de çalışırlar. Bilimle uğraşmak için
halkın gizli oyuyla seçilenler ise, kendi dallarında
başarılı olmazlarsa gene bedenen
çalışmaya başlarlar. Buna karşılık, boş
zamanlarında çalışıp bilgi edinen bir kol
emekçisi, gereğince yetenekliyse bilim
kollarında çalışanlar arasına girebilir. Çünkü
Utopia'da işçi-aydın ayrımının sınıfsal bir
kökeni yoktur ve aydınlar kapalı bir sınıf olmadıklarından
herkese aydın olmak fırsatı
verilmektedir. Utopia'da ancak sağlık durumları
çalışmaya uygun olanlar çalışmak
zorundadırlar. Yaşlılar ve hastalara gelince
onlara büyük bir sevecenlik gösterilir, özenle
137/447
bakılır. Her kentin biraz dışında dört tane
hastane vardır. Bu sağlık evleri öyle büyüktür
ki, bunları uzaktan gören küçük bir kent
sanabilir. Hastalar evlerinde kalabilirler canları
isterse. Ne var ki, bu sağlık evleri rahat
ve güzeldir; hastane sorumlularının çarşıdaki
besinleri herkesten önce seçme hakkı
olduğundan, orada yenilen yemekler öteki
yurttaşların yediklerinden de daha lezzetlidir;
hekimler çok usta, bakım da çok iyidir.
Onun için sağlık durumları bozulunca,
Utopia'lılar evlerinde kalacaklarına,
hastaneye yatmayı yeğ tutarlar. Utopia'da
hastalara karşı tutumun en ilginç yanlarından
biri, belirli durumlarda
"euthanasia"yı, yani iyileşmesi olanaksız
hastaların fazla acı çekmemeleri için ölmelerini
doğru bulmasıdır. Biraz önce de belirttiğimiz
gibi Utopia'lılar, hastalarına ayrıca
özen gösterirler, hiçbir şeyi esirgemezler onlardan.
Çaresiz hastalıklara tutulanları avutmak
için ellerinden geleni yaparlar,
138/447
başuçlarında oturup uzun uzun konuşurlar
onlarla. Ama hastalık hem çaresizse, hem de
sürekli ve dayanılmaz acılar çektiriyorsa,
hastanın yaşamı da ancak ölümle
sonuçlanabilecek bir işkenceye dönüştüyse,
rahiplerle hekimler, artık ölüme katlanması
için, hastaya öğütler verirler. Ruhun ölümsüzlüğüne
inandıklarından, hastanın ölmekle
hiçbir şey yitirmeyeceğini, olsa olsa acılarına
bir son vereceğini söylerler: "Böylece hasta,
yüreklenerek, bir zindan, bir işkence olan belalı
hayatından, ya kendi eliyle kurtulur, ya
da başka birisinin bu işi yapmasını göze alır."
Çoğu zaman uyuşturucu bir ilaçla uykuya
dalıp, can çekişmenin acısını duymadan,
kendi yaşamına bir son verir. Hıristiyan dini
kendini öldürmeyi günahların en büyüğü
saydığı halde, Utopia'lılara göre, hem akla
yakın, hem de erdemli bir ölümdür bu. Ne
var ki, hiçbir çaresiz hastanın yaşamına zorla
son verilmez. Yöneticilerle rahiplerden izin
almadan kendi canına kıyan kişi ise,
139/447
suç işlemiş sayıldığı için, ölüsü öteki
Utopia'lılarınki gibi gömüleceğine ya da
yakılacağına, pis bir bataklığa atılıverir.
Katolik dini uğruna can veren More'un
onulmaz hastaların ölümünü hızlandırmayı
doğru bulması, çok akla yakın olmakla beraber,
bizi ne denli şaşırtıyorsa, Katolikler
boşanmayı hâlâ kabul etmedikleri halde;
More'un bundan nerdeyse beş yüz yıl önce,
belirli durumlarda boşanmayı doğru bulması
da bizi o denli şaşırtıyor. Utopia'da evliliğin
mutlu olmasına büyük önem verilir, mutsuz
çiftlere boşanma olasılığı tanınmasının
nedeni de budur belki. Kızlar 18, erkekler de
22 yaşından önce evlenemezler. Çoğu tutucu
toplumlardan farklı olarak, yalnız kızların
değil, oğlanların da evlenmeden önce
başkalarıyla cinsel ilişki kurmaları yasaktır.
Bu yasağa uymayanlar, eğer yöneticilerce
bağışlanmazlarsa, bekâr kalma cezasına
çarptırılır; çünkü Utopia'lılara göre, gençler
canlarının çektiği kişiyle sevişmekte özgür
140/447
olursa, pek az kişi ölünceye dek aynı kadın ya
da aynı erkekle yaşamaya katlanabilir. Utopia
toplumunda kadın, cinsel açıdan bir mal
sayılmaktan kurtulduğu ve erkekle eşit
olduğu halde, ailenin başı erkektir gene de.
Hatta More, ayda bir kez kadınların, kocalarının
önünde diz çöküp, suçlarının
bağışlanmasını dilediklerini ve bu sayede evlilik
yaşantısının ferahlığa kavuştuğunu anlatır.
Evlilik yaşantısının gerçekten rahata
kavuşabilmesi için, erkeklerin de aynı şeyi
yapmalarının daha yerinde olacağını düşünmez.
More her açıdan öylesine ilericidir ki,
Karl Kautsky, toplum içinde değilse bile ailenin
içinde erkeğin kadından üstün tutulmasını
haklı olarak eleştirir; bunun, yalnız
çağımızın sosyalizmine değil, More'un sosyalizmine
de ters düştüğünü söyler.
Utopia'da evlenmeye niyetlenen çiftler,
Raphael Hythloday'ın dediği gibi, bizim çok
"acayip" bulacağımız bir iş yaparlar: Yaşlı
başlı, saygıdeğer bir kadın denetimi altında,
141/447
kız, oğlana; gene yaşlı başlı, saygıdeğer bir
erkeğin denetimi altında da, oğlan kıza,
çırılçıplak gösterilir. Bunu ilk duyduğunda,
Raphael gülmeye başlamış; Utopia'lılar ise,
bu geleneğin gülünecek bir yanı olmadığını
anlatmışlardır: Onlara asıl gülünç gelen, evlilik
konusunda öteki ülkelerin davranışıdır.
Çünkü beş on kuruş verip birkaç yıl kullanacağımız
bir atı satın alırken bile, eğerini
kaldırıp hayvanın her bir yanını özenle
gözden geçiririz. Gel gelelim ömür boyunca
birlikte yaşayacağımız eşimizin, göre göre
yüzünü görebiliriz ancak. Oysa onun bedeninde
öyle bir kusur ya da bir çirkinlik olabilir
ki, ne yaparsanız yapın, ona ısınamazsınız
bir türlü. Ne var ki, Utopia'lılar, evlendikten
sonra çirkinleşen, hastalanan, sakat kalan, ya
da yaşlanan eşlerini bırakmaya kalkarlarsa;
yöneticilerden boşanma izni koparamazlar.
Çünkü bir insanın, tam yakınlık görmesini
gerektiren acıklı bir durumdayken eşsiz kalmasını
çok ayıp sayar Utopia'lılar. Utopia'da,
142/447
ister kadın, ister erkek olsun, aldatılan eşe
boşanıp başkasıyla evlenmek hakkı tanınır.
Aldatan eş ise, hem toplumun gözünde rezil
olur; hem de en ağır biçimde cezalandırılıp
köle yapılır. Ne var ki, aldatılan kişi, eşinden
boşanmak zorunda değildir. Köle durumuna
düşen vefasız eşine çok bağlıysa, onunla evli
kalabilir gene de. Kimi zaman da, suçlu eşin
pişmanlığı, suçsuz eşin de candan sevgisi,
yöneticileri öyle duygulandırır ki, merhamete
gelip, köleye yeniden özgürlüğünü
bağışlarlar. Ama bağışlanan eş, bir süre
sonra gene aynı suçu işlerse, onu ölüm cezasına
çarptırmaktan başka çare kalmaz o
zaman.
Eşler arasında sürekli geçimsizlik, ya da
eşlerden birinin dayanılamayacak kadar
huysuz oluşu da bir boşanma nedeni sayılır:
"Karı koca anlaşamıyorlarsa, başka biriyle
daha rahat, daha sevinçli yaşayacaklarını
umuyorlarsa, o zaman her ikisinin isteği
üzerine boşanıp başkalarıyla evlenebilirler.
143/447
Ama Utopia'lılar, canları isteyince başka
biriyle evlenmek kolaylığının, karı kocanın
sevgisini çabucak bozabileceğini de göz
önünde tuttukları için, aklı başında
erkeklerle kadınlardan oluşan bir kurul, durumu
iyice inceleyip tartıştıktan sonra, geçimsiz
çifte boşanma hakkı verilir. İngiltere'nin
en ünlü tarihçilerinden Lord Acton'a göre,
Sekizinci Henry, More'un Utopia'da
boşanmadan yana olduğunu göz önünde
tutarak, onun boşanmasını hoş göreceğini
sanmıştı. Oysa More, bilindiği gibi, Kralın
Catherine'i bırakıp Anne Boleyn ile evlenmesine
karşı çıktı. Ölüm cezasına çarptırılmasının
başlıca nedenlerinden biri de bu
oldu. Ne var ki, bu konuda Utopia'da ileri
sürülen görüşlerle More'un kişisel davranışı
arasında bir çelişki olduğunu söyleyemeyiz
gene de. Çünkü Utopia'da, ya aldatılan eş
isterse, ya da eşlerin her ikisi de isterse,
boşanma olasılığı vardır ama, daha genç,
daha güzel bir kadına kapıldı diye hiçbir
144/447
Utopia'lıya suçsuz bir eşi boşamak hakkı verilmez.
Evlilik konusunda olduğu gibi, başka
konularda da, Utopia'lıların erdemleri "çılgınlıklara
yer vermeyen bir devlet düzeni
içinde gördükleri eğitimden" kaynaklanır.
Utopia'da öğretmenler, çocuklara yalnız bilgi
vermekle kalmazlar; onlara doğru dürüst
düşünmesini öğretirler her şeyden önce.
Doğru ahlakın ancak doğru düşünceden doğ-
abileceğini bildikleri için, tek amaçları, yalnız
yöneticiler ile bilimle uğraşanların değil, tüm
yurttaşların gerçek anlamda aydın kafalı olmasıdır.
Utopia'lılar, sırf bu amaç uğruna,
gereksiz tüketim malları yapmaktan kaçınıp,
çalışma saatlerini ellerinden geldiği kadar
kısaltırlar; bilgilerini arttırmaya, okuyup
yazmaya bol bol vakitleri olsun isterler.
Çünkü gerçek mutluluk, bilim ve sanatla zenginleşen
insan düşüncesinin özgürce
gelişmesinden başka bir şey değildir onların
değer yargılarına göre.
145/447
Utopia'lılar, çalışma saatlerinin dışında,
canlarının istediğini yapmakta özgürdürler.
Orada meyhane, kumarhane, genelev gibi
yerler bulunmadığı ve her Utopia'lı toplumun
gözü önünde yaşadığı için, kötü işlerle
boşuna zaman harcamanın yolu yoktur nasıl
olsa. Utopia'lılar, yazın bahçelerinde, kışın
birlikte yemek yedikleri büyük odalarında toplanıp,
satranç gibi akla dayanan oyunlar
oynayarak, sohbet ederek, müzik dinleyerek,
diledikleri gibi vakit geçirirler. Ama demin
dediğimiz gibi okumak, bilgilerini artırmak,
kafalarını geliştirmektir başlıca uğraşları.
Utopia'lıların eğitim alanında en büyük
yenilikleri, öğrenimlerinin belirli bir yaşta
bitmeyip, ömür boyu sürdürülmesidir.
Çağımızın yeni yeni anlamaya başladığı bir
gerçeği; yani eğitimin altı yaşlarında başlayıp
yirmi beş yaşına doğru biten bir süreç olmadığını;
ardı hiç kesilmeden ölünceye dek
sürdüğünü, sürmesi de gerektiğini, More
daha o zamanlarda anlamıştı. İşte bu sürekli
146/447
öğrenimi sağlamak amacıyla, Utopia'da sabahın
erken saatlerinde çeşitli konularda
dersler ve konferanslar veren, halka açık bir
çeşit sabah üniversitesi vardır. Bu
üniversiteye devam etmek, ancak bilimle
uğraşanlar için zorunludur. Ne var ki,
Utopia'lıların büyük bir çoğunluğu bilgiye
susamış olduklarından, kendi özel meraklarına
göre seçtikleri öğretmenlerin derslerinden
yararlanırlar. Karl Kautsky'ye göre,
Thomas More, bilim ve sanatı seçkin bir
zümrenin tekelinden kurtarıp, tüm halkın
ortak malı yapmakla, çağımız sosyalizminin
en önemli amaçlarından birini ger-
çekleştirmişir. Çünkü sosyalizm, yoksul
emekçi kitlelerin işsiz kalmaması, iyi koşullar
altında çalışması, doya doya yemesi
içmesi, rahat bir evde oturması, hastayken
bakılması, geleceğe güven duyması değildir
sadece. Ömürleri boyunca bir zindana
kapatılırcasma kültür yoksulluğuna mahkûm
olanlara, bilimin, sanatın, edebiyatın,
147/447
müziğin kapılarının açılması da sosyalizmin
başlıca amaçlarından biridir. Ve açlıktan
ölen, soğukta titreyen, hastane kapılarında
can veren bir insanın yazgısı ne denli acıysa;
doğanın güzelliğinden, düşünceden, şiirden,
müzikten haz duyamayan bir insanın yazgısı
da o denli acıdır.
Utopia'lılar, kusursuz bir düzen kurmakla
övünüp, dış dünyaya kapanan insanlar
değildirler. Tam tersine, başka ülkelerin
yönetimlerine, yasalarına, bilimlerine ve sanatlarına
büyük bir merak duyarlar.
Dünyayı görmüş gezmiş, aklı başında
yabancıları, adalarında sevinçle karşılayıp,
onlardan bilgi edinmeye can atarlar. Birinci
bölümün sonunda Peter Giles, bir ara
Raphael Hythloday'in sözünü kesip, Utopia
uygarlığının Avrupa uygarlığı düzeyine
varmayacağını söyleyince, More'un
sözcülüğünü eden gemici, Utopia'nın değil
bu düzeye varmak, onu çoktan aştığını anlatır.
Çünkü Utopia'lılar, Avrupalılar'dan
148/447
farklı olarak, yeni buluşları, yeni düşünceleri
benimsemeye, bunlardan yararlanmaya
hazırdırlar. Yararlı saydıkları her yeniliği
geliştirip, kendi ülkelerinde uygulamanın
yollarını aramaktadırlar. "Ama bizler," der
Raphael üzüle üzüle, "Kim bilir kaç yüzyıl
sonra onların en güzel kurumlarını benimseyebileceğiz."
Ta eski çağlarda, gemileri bir
fırtınada batan bir Romalıyla bir Mısırlı
Utopia'ya sığınmışlar, ölünceye dek de orada
kalmışlardı. Utopia'lılar, Roma ve Mısır
bilim ve sanatı üstüne öğrenilecek ne varsa
öğrenmişlerdi bu yabancılardan.
Raphael'den de çok yararlanmışlardı. Onun
eski Yunan uygarlığı üstüne anlattıklarını
duyunca, More nasıl Hümanistlerin
çalışmalarını heyecanla izlemişse onlar da
büyük bir meraka kapılıp bu bilgili gemiciden
Yunanca dersi alabilmek için, yalvarıp
yakarmışlar, yöneticiler de onları
desteklemişti bu konuda. Bu Utopia'lı Hü-
manistlerin birçoğu, olağanüstü bir çaba
149/447
gösterip, üç yıl içinde Yunancayı bir güzel
öğrenmişlerdi. Raphael, Utopia'ya dördüncü
kez gidişinde, bir yığın Yunanca kitap
götürmüş; bu kitaplardan binlercesini
bastırıp, halka dağıttırmıştı. Utopia'lılar,
ileride göreceğimiz gibi, Hıristiyan dinine
karşı da ayrıca ilgi duymuşlar ve birçokları
bu yeni dini benimsemişlerdi.
Uygarlığa böylesine değer veren, tüm insanları
kardeş sayan, acıma duygularını körleştirmemek
için etini yiyecekleri hayvanları
bile kendileri kesmeyen ve kimsenin ne toprağında
ne malında gözü olmayan
Utopia'lıların savaşı "hayvanca" bir iş
sayarak, ondan tiksinmelerine hiç
şaşmamalı. Utopia'lılar, insanların kanını
dökmek pahasına elde edilen zaferlerde şanlı
bir yan görmediklerinden, bunlarla övünmeyi
utanç verici bir davranış saydıklarından,
dünyanın her bir yerinde hâlâ
geçerli olan kahramanlık töreleri, hiç mi hiç
geçerli değildir Utopia'da. Utopia'lılar, kendi
150/447
ülkelerini ya da dost bir ülkeyi savunmak
için savaşa girmekten başka çare kalmadıysa,
bu savaşı bedenleriyle değil, akıllarıyla yapmayı
yeğ tutarlar. Gerçek yiğitlik de budur
onların gözünde. Aslanların, ayıların, yaban
domuzlarının, kurtların, köpeklerin, yalnız
bedenleriyle dövüşmesini bildiklerini; ama
akıllarıyla dövüşebilen insanların, bu
hayvanlardan daha güçlü olduğunu söylerler
her zaman.
Para-savaş ilişkisini iyice kavramış olan;
parayla düşmanlarını bir tek kez değil, birkaç
kez alıp satabileceklerini de çok iyi bilen
Utopia'lılar, dış ülkelerle ticaret yaparak
kazandıkları ve kendi yurtlarında hor görüp
el sürmedikleri gümüşleri, altınları, savaşın
pis işlerinde kullanırlar: Savaş ilan edilir
edilmez, düşman ülkenin en kalabalık yerlerine,
çarşı ve meydanlarına, gizlice yaftalar
asarak, oranın kralını ve ileri gelenlerini
öldürenlere, büyük para ödülleri vereceklerini
bildirirler. Yaftalarda adı geçenleri
151/447
öldürmeyip de diri getirenlere, bu ödüllerin
iki katı verilecektir. Eğer düşmanları gelip
Utopia'lılara kendi istekleriyle teslim olurlarsa,
ödüller onlara verilecek, canları da
bağışlanacaktır. Utopia'lıların bu tür hileleri,
düşmanları arasında güvensizliğin başlaması
ve herkesin herkesten kuşkulanmasıyla
sonuçlanır doğal olarak. Düşmanları arasına
anlaşmazlık sokmak, onları iyice bölmek
amacıyla, başka çarelere de başvururlar.
Örneğin Utopia'lılarla savaşmak isteyen
kralın bir kardeşi ya da bir arkadaşı,
Utopia'lılarca kışkırtılarak, tahtta hak iddia
eder; bu da bir iç çatışmaya neden olur. Kimi
zaman da bol para harcayıp, iki düşman
ülkenin birbirine girmesini, güçsüz düşüp
savaştan vazgeçmesini sağlarlar. Utopia'lılar,
yalnız kendi yurttaşlarını değil, düşman
ülkelerin yurttaşlarını da savaşın acılarından
korumak isterler; çünkü onların da isteyerek
savaşmadıklarını krallarının ve yöneticilerinin
azgın hırslarına kurban gittiklerini bilirler.
152/447
Zaferlerin en şanlısı, kan dökülmeden elde
edilen bir zaferdir Utopia'lıların gözünde; ve
akıl sayesinde gerçekleşebilen bu tür zaferleri,
anıtlar dikerek görkemli törenlerle
kutlarlar. Utopia'lılar, savaşın akıl yoluyla
önlenemeyeceğini anlayınca, kendi
yurttaşlarının canını tehlikeye sokmaktansa,
parayla kiralık asker tutmayı yeğlerler. Uygarlıktan
yoksun, paraya düşkün ve kana
susamış bir soy olan Zapolet'leri belirli bir
ücrete karşılık savaşa sürerler.
Gel gelelim aklın kurduğu hileler gibi,
kiralık askerler de işe yaramaz da, yurtlarını
korumak için savaşmaktan başka çare kalmazsa,
o zaman Utopia'lılar savaşırlar; hem
de kıyasıya savaşırlar. İsteksiz ya da korkak
bir askerin, ordu içinde ne denli zararlı
olduğunu, korkusunu başkalarına da aşılayabileceğin!
bildiklerinden, kadın erkek hepsi
askerlik eğitimi gördüğü halde, ancak
gönüllüleri savaşa gönderirler. İsteyen kadın,
kocasıyla birlikte; isteyen yetişkin çocuk
153/447
babasıyla birlikte savaşa gider. Hem herkesin
daha candan, daha korkusuz çarpışması,
hem de birbirini koruyabilmesi amacıyla,
akrabaların ve yakın arkadaşların, savaş
alanında yan yana olmaları sağlanır.
Savaştan, evlilerin eşsiz, çocukların babasız,
arkadaşların tek başına dönmeleri, büyük bir
ayıp sayılır. Ne var ki, Utopia'lılar, canlarını
dişlerine takıp ölesiye çarpışırlarken bile,
aklın her şeyden ağır basması gerektiğini unutmazlar.
Yaptıkları yeni savaş araçlarım son
dakikaya kadar gizli tutarak, savaşa iyice
hazırlıklı girerler. Kurdukları savunma hatları
sağlamdır; giydikleri zırhlar öyle hafiftir
ki, gereğinde yüzmelerini bile engellemez;
pusu kurmasını da, pusudan korunmasını da
çok iyi bilirler. Başvurdukları savaş taktiklerinden
en ilginci, özel yetiştirilmiş seçkin bir
gönüllü bölüğünün, ya hile yoluyla ya da
açıkça saldırıya geçerek, düşman ordusunun
başkomutanını öldürmesi ya da tutsak almasıdır.
Başkomutanın da, tüm
154/447
düşmanlarının da öldürülmeyip tutsak alınmalarını
yeğ tutarlar; çünkü düşman kanının
bile gereksiz dökülmesine gönülleri razı
değildir. Öç almak amacıyla düşman kentlerini
yağma etmezler, yakıp yıkmazlar; atlarının
nallarıyla düşman tarlalarının çiğnenmemesine
bile özen gösterirler. Düşmanlarını
yendikten sonra, onlara verdikleri tek
ceza, savaşın tüm masraflarının
ödetilmesidir. Utopia'lıların savaşa karşı aklı
dayanan bu insanca tutumunu, din konusunu
ele alışlarında da aynen görürüz: Bu
kusursuz düzeni kuran Kral Utopus adaya ilk
ayak bastığı sırada halk, din ayrılıkları
yüzünden birbirine girmekteymiş. Bu
bölücülük de, Utopus'un adayı ele geçirmesini
kolaylaştırmış. Akıllı Utopus'un ilk işi,
baskı yapmamak ve ülkede ikilik yaratmamak
koşuluyla, her Utopia'lımn istediği dine
tapmakta özgürlüğünü yasalaştırmak olmuş.
Belki de Tanrı, kullarının ayrı ayrı dinlere inanmasını
ister diye düşünen Utopus, bu yasa
155/447
sayesinde yalnız kavgalarla kinlerin ortadan
kalkacağını değil, dinsel duyguların daha
sağlıklı bir biçimde gelişebileceğini
ummaktaymış.
Böylece Utopia'da, hiçbiri hor görülmeyen
çeşitli dinler vardır. Kimi güneşe, kimi
aya, kimi başka bir gezegene, kimi eskiden
yaşamış, erdemiyle ünlü bir adama tapar.
Ama Utopia'lıların büyük çoğunluğu,
dünyayı yaratan tek bir Tanrı'ya inanır.
"Baba" ya da "Mithra" adını verdikleri bu tek
Tanrı, Utopia'lıların gözünde doğayla
özdeşleşir ve dünyaya egemendir.
Akılla dini hiçbir zaman birbirinden
ayırmayan Utopia'lıların, falcılık yapıp geleceği
önceden sezmek ya da yıldızların
etkisine inanmak türünden boş inançları
yoktur. More'u örnek alıp Güneş Ülkesi'ni
yazan Campanella gibi aydın kişiler bile o
çağda astrolojiye, yani yıldız falına inanırken,
bu çeşit uydurmaları gülünç bulur
156/447
Utopia'lılar. Onların asıl inandıkları güç, her
şeyin başı bildikleri Yüce Doğadır. Doğayla
aklı aynı şey saydıklarına göre, doğada aklın
çözemeyeceği gizler olamaz. Utopia'lılar için
erdem, doğaya uyan bir yaşantıdan başka bir
şey değildir. Böylece onlar, erdemli olmanın
tek yolu doğaya göre yaşamak ve düşünmektir
derken, akla göre yaşamak ve düşünmek
gerektiğini söylemektedirler aslında. Akıl ise,
ta eskiden kurulmuş herhangi bir dinin
öğretisine, sonsuzluğa değin, körü körüne
bağlı kalamaz. İşte bu yüzdendir ki More,
Kutsal Kitabın dışında her çeşit bilgiye sırt
çeviren çağdaşlarını "çılgın" sayar; putlara
tapanların düşüncelerinden Hıristiyanlar'ın
da çok şey öğrenebileceklerine inanır. Katoliklik
uğruna ölen Thomas More, canı isteseydi,
Utopia'lıları Hıristiyan, hatta kendi
gibi koyu Katolik yapabilirdi. Chambers'e
göre, bunu yapmamakla özel bir amaç
güdüyordu: Avrupa'nın sözde uygar Hıristiyan
ülkeleri, hem siyasal ve ekonomik açıdan,
157/447
hem de düşünce ve din açısından tam bir
kargaşa içindeyken, Hıristiyan bile olmayan
Utopia'lıların yalnız akla güvenerek, düzenli
bir toplum, tam bir düşünce özgürlüğü ve
dinsel hoşgörü içinde yaşadıklarını anlatıp,
çağdaşlarına bir ders vermek istiyordu.
Ne var ki, Raphael Hythloday adaya
geldikten sonra, birçok Utopia'lı Hıristiyanlığı
benimser. Onlar, yeni düşüncelere her
zaman açık oldukları gibi, yeni dinlere de her
zaman açık olduklarından, Raphael'in
Hazreti İsa'nın öğretisi üstüne anlattıklarını
büyük bir merakla dinlerler. Bu dine ayrıca
hayranlık duymalarının başlıca nedeni, ilk
Hıristiyanlar arasında tüm malın mülkün ortak
olması ve gerçekten Hıristiyan kalan,
Hıristiyanlığı bütün yaşamda uygulayan
topluluklarda, yani manastırlarda bu tutumun
hâlâ sürüp gitmesidir.
Utopia'da dinin en ilginç yanı, adanın en
eski yasalarından biri olan "kimse dininden
158/447
ötürü kötülenemez" yasasının tam anlamıyla
uygulanmasıdır. Herkes, inandığı din
uğruna, barışsever yöntemlerle propaganda
yapmakta özgürdür. Ama başka bir dinden
olanlara baskı yapmaya ya da küfretmeye
kalkanlar, kıyasıya cezalandırılıp, Utopia'dan
ya sürülür ya da köle durumuna düşer.
Çünkü Utopia'lılara göre, bir insanın kendi
dinsel inançlarını başkalarına zorla benimsetmeye
yeltenmesi, çirkin bir zorbalıktan
başka bir şey değildir. Üstelik en doğru din,
er geç kendiliğinden öteki dinlere üstün
çıkacağı için, zorbalık edenler, ülkede yanlış
bir dinin yerleşmesi tehlikesini, candan benimsemiştir.
Ama bunlardan biri, vaftiz edilir
edilmez, başka dinlere atıp tutmaya başlayıp,
Hıristiyan olmayanları doğru cehenneme
göndermeye kalkınca, halk arasında
bölücülük yapmakla suçlanarak sürgün
edilmiştir. More'un manastır yaşantısına
ayrıca hayranlık duymasının, hatta yaşamını
ele alırken söylediğimiz gibi, gençliğinde bir
159/447
manastıra çekilmeyi bile düşünmesinin
başlıca nedenlerinden biri, orada para kavramının
yeri olmayışı, her şeyin ortaklaşa
bölüşülmesiydi. Ne var ki, Utopia'da manastır
bulunmadığı için, adanın dinibütün
kişileri, dünyayla ilişkilerini kesip yalnızca
dua ederek, aylak bir yaşam sürmezler. Tam
tersine, öteki Utopia'lılardan daha çok, hatta
kölelerden bile daha çok çalışırlar. Can
çekişen hastalara bakmak, bataklıkları kurutmak
gibi, başkalarına en güç gelen, en tehlikeli,
en ağır işleri üstlerine alırlar. Böylece
toplum, herkesten fazla bu dinibütün kişilerin
hayrını görür. Onaltıncı yüzyıl
Avrupa'sında, halkın sırtından geçinip
çevrelerine boş inançlar aşılamaktan başka
hiçbir iş görmeyen asalak din adamları aklın
alamayacağı kadar çok sayıdayken;
Utopia'nın her kentinde ancak onüç rahip ve
tüm adada ancak bir tek Başrahip vardır.
Katolik Kilisesi'nin başı olan Papa'nın egemenliğine
halel gelmesin diye ölümü göze
160/447
alan Saint Thomas More, değil kendi çağının,
bugünün Katoliklerinin bile yüreğine inecek
üç yenilik getirir rahiplik mesleğine: Birincisi,
tüm yöneticiler gibi rahiplerin de halkın
gizli oylarıyla seçilmesi; ikincisi, rahiplere
evlenmek hakkı tanınması; üçüncüsü de, dul
ve yaşlı kadınların da rahipliğe seçilebilmesidir.
Kadın erkek eşitliğine inanan
More, neden sadece dul ve yaşlı kadınlara bu
hakkı tanıdığını açıklamaz ama, çocuklarını
yetiştirmek sorumluluğundan kurtulmuş
kadınları rahiplik görevine daha uygun bulması
doğaldır bize kalırsa. Çok sıkı elemelerden
geçtikten sonra seçildikleri için, kutsal
kişiler sayılan bu rahipler devletin yönetim
işlerine katılmazlar. Ancak çocukların ve
gençlerin eğitiminde onların erdeminden ve
bilgisinden yararlanılır. Savaş çıkınca da, her
kentten yedi rahip orduya katılır. Savaş
alanında görevleri, çatışmanın bir an önce
bitmesi için dua etmek ve fazla kan
dökülmesini engellemektir. More'un
161/447
anlattığına göre, Utopia'lı rahiplerin bu davranışı,
"onlara öyle bir yücelik kazandırmış
ve bütün ulusların gözünde öylesine büyütmüştür
ki, çok kez hem kendi yurttaşlarını
düşmanların, hem de düşmanlarını kendi
yurttaşlarının azgınlığına karşı
korumuşlardır."
Tanrı'nın hiçbir canlı varlığın kanının
dökülmesinden hoşlanmayacağına inanan
Utopia'lılar, dinsel törenlerinde hayvan kurban
etmezler. Belirli bir dine bağlı olanlar,
kendi evlerinde, aileleri arasında, o dine özel
olarak tapabilirler. Ama ortaklaşa paylaştıkları
tapınaklarda, durum değişir. Kandillerle,
mumlarla aydınlanan; güzel kokulu buhurların,
günlüklerin yakıldığı; çalgıların
çalındığı, ilahilerin okunduğu bu tapınaklara
beyazlar giyinip gelinir. Herkes tanrısını
dilediği biçimde tasarlamakta özgür kalsın
diye, tapınaklarda resimler, heykeller yoktur.
Dünyanın tüm uluslarından ayrılarak,
Utopia'lılar, dinin bölücü yanları üstünde
162/447
değil, birleştirici yanları üstünde dururlar.
Her dinin ortak amacı, tanrısal bir varlığı
yüceltmek olduğuna göre, Utopia tapınaklarında,
ancak bu tanrısal varlığa duyulan
sevgi dile getirilir; böylece değişik dinlerden
insanlar birleştirilir. Törenin sonunda,
kişisel dini ne olursa olsun, herkesin
katılabileceği ortak bir dua okuyup, böylesine
mutlu bir toplumda yaşayabildikleri için
Tanrı'ya şükredilir. Ve Utopia'lılar geleceğin
olasılıklarına her zaman açık olduklarından,
eğer kendi toplumlarından daha mutlusu
varsa, Tanrı'nın bu konuda onlara yol göstermesini
de dilerler. Ada halkını din açısından
birleştiren tek inanç, yalnız bu ortak dua
değildir. Utopia'lıların tümü, beden öldükten
sonra ruhun yaşayacağına inanır. Onları
çağımızın sosyalistlerinden ayıran özelliklerden
biri de bu inançtır. Utopia'lılar, ruhun
bedenle birlikte öleceğini sananları, insanı
hayvan düzeyine indirmiş saydıkları için,
böylelerine yöneticilik görevi vermezler. Ama
163/447
gene de hoşgörülü davranıp cezalandırmazlar
da onları; görüşlerinden
vazgeçmeye de zorlamazlar. İkiyüzlülüğün
her çeşidinden tiksinen Utopia'lılar, bir
kişinin korkudan düşündüklerini gizlemek
zorunda kalmasını; inanmadığı halde inanır
görünmesini istemezler. Hatta ellerinden
geldiği kadar olumlu davranıp, günün
birinde yola gelir umuduyla, ruhun ölümsüzlüğüne
inanmayanların, rahiplerle ve
bilge kişilerle özgürce tartışmasını doğru
bulurlar.
Ruhların yaşayacağına güvendiklerinden,
çoğu Utopia'lılarda ölüm korkusu yoktur.
Varlığına inandıkları öteki dünyaya, sevinç
ve umut içinde göçerler. Bir yakını öldü diye,
hiç kimse ağlayıp sızlanmaz. Ölenin cenazesi,
güle oynaya, neşeli şarkılarla kaldırılır.
Utopia'lılar, ancak ölümden korkanlar için
yas tutarlar. Ancak böyleleri sessizlik ve
gözyaşları içinde toprağa verilir.
164/447
R.W. Chambers'e bakılacak olursa,
Utopia'da din her şeyden önemlidir; adanın
tüm düzeni dinsel coşku üstüne kuruludur.
İnsanların kötü tutkularını, açgözlülüklerini,
ancak Tanrı'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne duydukları
inanç engellemektedir. Ne var ki, biz
bu görüşe katılamıyoruz; çünkü insan
yaşamında ön planda gelen bir konuda, yani
mutluluk konusunda, More'un tutumu,
hangi dinden olurlarsa olsunlar, dinibütün
kişilerin tutumuna kesinlikle ters düşmektedir:
Hıristiyanlıkta da, tek bir Tanrı'ya inanan
öteki dinlerde de, gerçek mutluluk ancak
öteki dünyadan umulduğu için,
yeryüzünde mutlu olmak hiç de önemli
değildir. Hatta yeryüzünde ne denli mutsuz
olursanız, gökyüzünde o denli mutlu olmanız
beklenir. Utopia'lılara gelince, onlar,
Tanrı'ya da, ruhun ölümsüzlüğüne de inanmasına
inanırlar ama, mutluluğu bu
dünyada ve hemen isterler.
165/447
More'a göre, Tanrı bizi bu dünyada da
mutlu olmak üzere yaratmıştır. Ve More,
Utopia'da başlıca amacın mutluluğa erişmek
olduğunu, hiçbir kuşkuya yer bırakmadan,
açık seçik söyler: Utopia'lılar, "gerek insanın
ruhunda ve bedeninde, gerek dış dünyada,
onları mutlu edebilecek şeyleri ararlar." "Asıl
tartıştıkları sorun insan mutluluğunun. .
koşullarını aramaktır." Hatta More, daha da
ileri giderek, Utopia'lıların gözünde haz, "insan
mutluluğunun tümü olmasa bile, bellibaşlı
parçalarından biridir," der. Hem
toplumsal, hem kişisel mutluluğa varmak
isteyen Utopia'lılar, gerçi erdemlidirler ama;
yalnız Püriten'lerde değil, dinlerine ayrıca
bağlı çoğu kişilerde görülen asık suratlı ve
haşin erdemlerden sakınırlar. Kişiliğini anlatırken
söylediğimiz gibi, More, bedenin
isteklerini engellemek amacıyla, sırtına
kıldan gömlekler giyer, zaman zaman uzun
oruçlar tutar, tahtalarda yatıp başının altına
yastık yerine bir odun parçası koyarmış. Ama
166/447
bu tür kaygıları yoktur Utopia'lıların. "Hoş
yaşamak, dünyanın tadını çıkarmak" iyi bir
şeydir; iyi olduğu için de, bunu "hem kendimiz
için, hem başkaları için isteyebiliriz,
istemeliyiz de" diye düşünürler. Utopia'lılara
göre doğa, insanları yaşamın "sevinçli sofrasına
ortakça oturmaya çağırır; ve "en
soylu, en insanca erdem, başkalarının
acılarını dindirmek, onlara umut ve yaşama
sevinci vermek, dünyanın tadına varmalarını
sağlamaktır." O zaman, "başkalarına ettiğimiz
iyiliği, kendimize niçin etmeyelim? Tabiata
aykırı gitmek değil mi bu?" diye sorar
Utopia'lılar. Bedenimiz doğanın bir parçası
olduğuna, gerçek bilgeliğin de doğayla,
dolayısıyla akılla uyumlu yaşamadan
geldiğine inandıkları için, bedene karşı çıkmayı,
doğaya nankörlük sayarlar; çünkü
"keyif dedikleri şey, insanın doğal bir tat
aldığı her ruh ve beden halidir." Tüm Rönesans
insanları gibi, onlar da, "beden güzelliğini,
çevikliği, gürbüzlüğü, yaradılışın en
167/447
hoş, en mutlu bir armağanı sayarak, seve
seve geliştirirler." Keyif içinde yiyebilmek
için ellerinden geleni yaparlar. Akşam yemeklerinde
her zaman müzik vardır. Toplandıkları
oda güzel koksun diye, buhurlar
yakarlar. Çeşitli çerezler, tatlılar, meyveler
sofradan eksik değildir.
Ancak Utopia'lılar, beden hazlarına aşırı
bir düşkünlük duymaktan özenle korurlar
kendilerini; çünkü bu tür hazlarda ölçüyü
kaçırmak, kötü sonuçlar verebilir, insanın
mutluluğunu engelleyebilir er geç. Haz duymak
uğruna kendine zarar vermekten kaçınmak
gerektiği gibi, değil yalnız başka insanlara,
hayvanlara bile zarar vermekten kaçınmak
gerektiğine inanır Utopia'lılar. İşte bu
yüzden, on altıncı yüzyılın ve daha sonraki
çağların başlıca sporu ve eğlencesi olan
avdan tiksinirler. Kan dökmemek için kasaplık
işini kölelere bırakan Utopia'lılar,
avcılığı kasaplıktan daha aşağı bir iş sayarlar.
Çünkü kasaplık eden, hayvanları belirli bir
168/447
yarar için öldürür; avcı ise, sırf haz duymak
için yapar bu pis işi. Mutluluğu, hazzı ve erdemi
birbirinden hiç ayırmayan; ama ancak
erdemli bazlardan yana olan Utopia'lılar için,
en değerli hazlar, bedenle ilgisi olmayanlardır.
Örneğin müzik dinlerken duyulan
haz; özgürce düşünüp, düşünce yeteneğini
sonuna değin geliştirebilme hazzı; doğaya ve
akla uyarak erdemle yaşamanın hazzı; ve
bencillikten tümüyle arınıp başkalarının
mutluluğu uğruna sırasında kendi mutluluğundan
vazgeçebilmenin verdiği haz,
bedenin duyabileceği bazlardan kat kat
üstündür onların gözünde.
Thomas More, kitabını Utopia'nın bir
övgüsüyle bitirir: Gerçek "commonwealth",
yani halkın refahını sağlayan devlet biçimi,
ancak Utopia'da bulunur. Utopia'dan başka
yeryüyüzünün hiçbir yerinde, ne böylesine
erdemli insanlar, ne de böylesine kusursuz
bir toplum vardır. Bunun tek nedeni de özel
mülkiyetin yasaklanması, her şeyin ortaklaşa
169/447
paylaşılmasıdır. Öteki ülkelerde, sözde
halkın yararına söylevler veren yöneticiler,
aslında kendi çıkarlarından başka bir şey
düşünmezler. Yönetilenlere gelince, ulusal
servet eşitlikle bölüşülmediği için, ne denli
bolluk olursa olsun, kendi geleceklerini
güvence altına alamazlar, er geç açlıktan öleceklerini
bilirler. Bu yüzden de öteki
yurttaşları değil, kendilerini düşünmek
zorunda kalırlar. Oysa Utopia'da, hiç kimsenin
parası, toprağı, malı yoktur ama; geçim
derdi de yoktur. Yaşlanıp çalışamaz hale
gelince nasıl yaşayabileceğini düşünmeden,
çoluğunun çocuğunun geleceğine güvenerek,
ancak orada mutlu olabilir insanlar. Utopia
düzeni, yalnız yoksulların değil, zenginlerin
de yararınadır aslında; çünkü bu mutlu
düzende onlar da mutlu olurlar, korkularından,
kaygılarından, "altın çuvallarında
boğulmaktan" kurtulurlar. More, Raphael
Hythloday'e bunları söylettikten sonra, kendi
çağındaki Avrupa'nın durumunu bir kez
170/447
daha kıyasıya yerer: Sosyal adalet diye bir
şey yoktur Avrupa'da. Soylu geçinen ve metelik
etmeyen birtakım aylak, toplumu asıl
ayakta tutanların, yani yoksulluk içinde
sürünen, sonunda açlıktan ölen çiftçilerle
işçilerin sırtından geçinmektedirler.
Avrupa'da devlet denilen şey, zenginlerin
yoksulları öldüresiye sömürmek için düzenledikleri
bir "suikast'tan" başka bir şey
değildir. Yapılan tüm bu haksızlıkların, çekilen
tüm bu acıların temelinde de para hırsı
vardır. "Para ortadan kalkınca, nice acıların
kaynağı kurumuş, nice cinayetlerin kökleri
sökülmüş olmuyor mu?" diye sorar Raphael
Hythloday.
Utopia'nın ikinci bölümünde, birinci
bölümden farklı olarak diyalog yoktur.
Raphael Hythloday anlatır, More ile
arkadaşları da dinlerler. Utopia'dan gelen
gemici sözlerini bitirdikten sonra, More, kitabının
başına eklediği mektuplarda da
gördüğümüz şakacılığıyla, kendi kafasının
171/447
ürünü olan bu kusursuz devleti sözde beğenmediğini
bildirir: Raphael konuşa konuşa
yorgun düştüğü için, onunla bir tartışmaya
girmek istememiştir. Ama Utopia'nın birçok
kurumlarına da aklı pek ermemiştir doğrusu.
Hele bu toplumun temel düşüncesine, yani
varı yoğu paylaşarak parasız pulsuz
yaşamaya kalkmalarına, hiç mi hiç aklı ermemiştir.
Çünkü bir devletin tüm soyluluğu,
tüm görkemi ve şanı şerefi, ancak ve ancak
paraya dayanmaktadır. Bunu da bilmeyen
yoktur.
More'un sosyalist bir düzen önermesinin
yolu olmadığını ille de kanıtlamak isteyenler,
sanki More gibi bir insanın bir devletin onurunu
ve yüceliğini ancak o devletin elindeki
paranın çok ya da az olmasına göre değerlendirmesi
olasıymış gibi, yazarın bu türden
alaycı tümcelerine dört elle sarılmakta bir
sakınca görmediler. Oysa More, para hayranlığıyla
böylece alay ettikten sonra, özlemini
dile getiren ağırbaşlı bir tümceyle bitirir
172/447
kitabını: "Şunu da saklamayacağım ki, Utopia
devletinin birçok özelliklerini bizim
kentlerimizde görmeyi isterdim: Bir umuttan
çok bir dilektir bu."