8 Aralık 2018 Cumartesi

anadolu humanizmi - aydın durdu

LOGOS(KELAM-SÖZ), BEKTAŞİLİK, MEVLEVİLİK, AHİLİK VE ANADOLU HÜMANİZMİ  
Hacı Bektaş Veli
İsa’dan beş yüz yıl önce Ege kıyılarında yaşayan Herakleitos “Nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler ateşlenir, uzaklaştırılınca da sönerse, ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından giderse logostan giderse, logostan pay alır, ayrılırsa logossuz kalır. Us ile konuşmak isteyenler herkesle ortaklaşa olan ile kendini güçlendirmelidir. Dünya birdir, ne bir tanrı tarafından ne de insan tarafından yaratılmamıştır. Bir yasaya göre yanan, bir yasaya göre sönen ve başı sonu olmayan bir ateştir.”  diyerek evrenin sürekliliğini ve birliğini ifade etmiştir. Evren, Herakleitos’a göre logoslu ve “us”ludur. Bizler tanrısal logosu nefes alırken içimize çekiyor ve sonra nefes verirken de evrenin ruhuna dönüyor. Herakleitos’un bu düşüncesi Hıristiyanlıkta dinsel bir nitelik kazanmıştır. Aziz Jean’ın İncil’i şu sözlerle başlar: “Başlangıçta söz vardı ve söz tanrı ile beraberdi ve söz tanrı idi” Logos kavramının Anadolu’da bir din felsefesine dönüşmesinde ise Anadolu’ya İran’dan gelen ve Bektaşi inançlarının şekillenmesinde katkısı olan Hurufilerin etkisiyle olmuştur. Hurufilere göre Tanrı gizli bir hazinedir, varlığı ve özü sesten oluşur. Sesin ortaya çıkmasıyla evren meydana gelmiştir. Tanrı kendi silüetini insanda göstermiştir. İnsanı tanrıdan ayıran sözdür. Hurufilik ve Tanrıya ulaşmanın tek yolunun gerçek anlamda sevgiyle mümkün olacağını savunan Yeni Platoncuların etkisiyle oluşan Tasavvuf inancının özü yoktan varolma değil, tanrının evrende tezahür etmesidir. İnsan ve tanrı birdir, tanrı insanın ağzından konuşur, insan da konuşan bir tanrıdır (en-el Hak). Dinler, tanrının yüceliğini ulaşılmaz kılar ve insanın tanrı tarafından yoktan yaratılmasını ön plana çıkarır. Tasavvufa göre ölüm yoktur, sürekli varoluş vardır. Tasavvufta din, korku üzerine değil sevgi üzerine kurulmuştur. Klasik din anlayışlarında tanrı doğayı yaratmış ve insanı en öne koymuştur. Tasavvuf ise canlı cansız bütün varlıkları tanrının kendisi olarak görür. Bu görüşlerin en önde gelen savunucularından birisi Hacı Bektaş Veli’dir.  Hacı Bektaş-ı Veli M.Ö.1248’de İran Horasan’ının Nişabur kentinde doğmuş ve çocukluğu, gençliği Horasan’da geçmiş, Hoca Ahmet Yesevi Ocağı’nda; felsefe, sosyal ve fen bilimleri öğrenmiş ve İran, Irak, Arabistan’ı gezip inceledikten sonra M.Ö. 1275/80 tarihinde Anadolu’ya gelip eski ismi Sulucakarahöyük olan bugünkü Hacıbektaş’a yerleşmiştir. Bu tarihte Anadolu, bir yandan Moğol istilası altında ezilirken bir yandan da büyük bir siyasi ve ekonomik buhran ile beraber taht kavgalarına sahne oluyordu. İşte böylesi bir ortamda Sulucakarahöyük’e yerleşen Hacı Bektaş-ı Veli burada felsefesini geliştirmiş ve öğrenci yetiştirmeye başlamıştır. Hoşgörü ve insan sevgisine dayalı düşünce sistemi kısa bir sürede, Hıristiyanlığın büyük bir merkezi durumundaki Kapadokya’da geniş halk yığınlarına ulaşmış ve benimsenmiştir.
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,
Kadınları okutunuz,
Eline, beline, diline sahip ol!
Okunacak en büyük kitap insandır,
Doğruluk dost kapısıdır,
Mürşitlik, alıcılık değil vericiliktir,
Alem Adem,Adem de Alem içindedir,
İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır,
Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur,                                        
Oturduğun yeri pak et, kazandığın parayı hak et,
Bir olalım, iri olalım, diri olalım,
İncinsen de incitme,
Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme,
Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız,
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu,
Ara bul,
İnsanın cemali sözünün güzelliğidir,
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız,
En büyük keramet çalışmaktır,
Erkek, dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde.
Hak’ın yarattığı, her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok.
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde.
Onun felsefi düşüncesinin temelinde İnsanın varoluşu ve insan sevgisi vardır. Bu dünya görüşü, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile aynı anlayışı yansıtmaktadır.
Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet hırkada, taçda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.
“Din ayrılığı gereksiz. Dinler insanlar arasında anlaşmazlıklara neden oluyorlar. Aslında tüm dinler dünyada barış ve kardeşliği sağlamak içindir” diyen Hacı Bektaş-ı Veli bu görüşlerini Velayetname adlı eserinde ortaya koymaktadır. Hacı Bektaş-ı Velinin bu düşünce sisteminden yola çıkarak halifesi Balım Sultan tarafından kurulan ve sistemleştirilen Bektaşiliğin öncelikli hedefi, temelini sevginin oluşturduğu “Evren-Tanrı-İnsan” birliğini kavramaktır. İnsan bir sevgi varlığıdır. İnsan tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk aşaması kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir; çünkü insan kendisinde tanrısal bir öz taşır ve kendini seven insan tanrıyı da sever. Bektaşilikteki tanrı sevgisinin en güzel ifadesi aşağıdaki şu dörtlükte en güzel şekilde ifade edilmektedir:
Şakirdleri taş yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Calabın adın anarlar
O taşın her paresinde.
İnsan yaşadığı ortamda bağımsız bir varlıktır. Onun görevi alçak gönüllü davranmak, özünü arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten uzak durmak ve tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani bedenler amaç için sadece birer araçtır. Bu nedenle insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına ve ya ırklarına bakarak küçük görmek yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek tüm insanlar eşittir.
Bektaşiliğin eşitlik, kardeşlik ve sosyal adalete verdiği büyük önem aynı zamanda Bektaşiliğin Batıni karakterini de belirlemektedir. Bu özelliğinden dolayı çok uzun zaman Bektaşilikle ilgili yeterince bilgi sahibi olunamamasından dolayı bir çok önyargı da oluşmuştur. Bektaşiliğin ancak tarikata bağlı olanların bildiği sırları bulunmaktaydı.  Tarikatın ilkelerine göre her insan yeterince bilgiye erişememiştir; ancak bu bilgiye erişenler “kutup” lardır. Nasıl değirmen taşı kutupların çevresinde döner ise dünya da bu “kutup”ların çevresinde dönmektedir. Çok sayıda olan bu “kutup”ların içlerinde en yetkin olanı “kutuplar kutbu”dur. Kutuplar kutbunun sağ ve sol yanında iki tane yetkin insan daha oturur ki bunlardan sonra gelen ve evreni yöneten dört direk gelir. Bu rütbenin ardından abdallar en yetkili organı oluştururlar ve dört direkle birlikte beşler adını alırlar. Bunların ardından yediler ve üçyüzler en yetkili organları oluştururlar.
Bektaşilikte tarikata girecek olan kişi talip ismini alır. Rehber(yol gösterici)in kılavuzluğunda mahfilin kapısına getirilir. Kapının dışında harici muhafız denilen bir dış bekçi ve içeride olan dahili muhafız denilen bir iç bekçi bulunur. Talibin üzerinde dünya malı olarak değerlendirilen para vb. tüm şeyler dışarıda bırakılarak başı açık ve gözleri bağlı bir şekilde içeri alınır. Talibin boynuna tığ-ı bend denilen bir ip bağlanır ve bu ipe eline, beline, diline sahip olmasını simgelemek için üç düğüm atılır. Rehber, tarikata yeni girecek olan talibin o ana kadar işlemiş olduğu günahlardan arınması amacıyla abdest aldırır. Talibin elleri yıkatılırken “bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin”, ağzını yıkatırken “bu ağız bundan sonra yalan söylemesin”, ayaklar yıkatılırken “bu ayaklar doğru yoldan şaşmasın”, havlu verilip yüzü kurulanırken de “bu ana kadar işlediğin bütün günahlardan yüzünü sil” denilir. Daha sonra Rehber “Bismişah, Allah, Allah, eli erde, yüzü yerde, özü darda, erenlerin dar-ı mansurunda, Muhammed Ali divanında, Pir huzurunda, boynu bağlı, başı açık, canı kurban, teni terceman, müteehhil ikrarı vermek isteyen falanca isimli bir koç kuzulu kurbanımız var. Hanedan-ı ehl-i beyte tevella ve teberra kılmak şartıyla pirimiz, hünkarımız Hacı Bektaş Veli Efendimizin katarına katılmak ister. Getirelim mi? Ne buyrulur şahım erenler?” diyerek içeri alınması için izin ister. Bektaşi babası topluluğun iznini ister, topluluk tarafından izin verildiği takdirde talip içeriye üç adımda bir durarak, peymançeye geçerek girer. (Peymançe, çocuğun ana karnındadaki duruşuna benzer. Bu duruş şekliyle tarikata giren kişinin yeni bir hayata doğduğu simgelenir.) Daha sonra rehber talipyi mürşide teslim eder. Mürşit talipye “Ey talip, Hacı Bektaş Efendimizin yoluna girmek istiyorsun, bu yol çetindir, kıldan ince, kılıçtan keskindir.Erenler gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı, dönenin canı buyurmuşlar. Erenlerin nasihatıyla hareket edecek azmi kendinde buluyor musun?” diye seslenir. Talip mürşidin bu sorusuna Allah Eyvallah diyerek karşılık verir. Mürşit bu sözleri duyunca talibe “nefsinle mücadele et, herkese iyilikte bulun, batıla uyma, kudretin varsa affet, eline, diline, beline sahip ol, hakikat sırlarını açık etme” der. Daha sonra talibin başına taç giydirilerek kulağına “şeriatta üstün olması, tarikattan haberdar olması, marifete payidar olması ve gerçeğe ulaşması” dilenir. Daha sonra rehber talibi yere oturtarak sol eline bir kap su, sağ eline bir tutam tuz verir. (Su, bilgeliği ve saflığı, tuz ise erdemi simgeler) Daha sonra rehber “Halil İbrahim Peygamber Tanrı’ya itaat ederek nefsini rahmana, malını konuklara, cesedini ateşe, oğlunu kurban olmaya teslim ettiği halde genede hamdetmekte kusur etmedi. Lanet olsun ahtini bozana” diye seslenerek acı tuzu tatlı suya atar ve talibe içirir. Su kabı elden ele dolaştırılarak orda bulunan herkes bu sudan bir yudum alır. En son mürşitte bir yudum alarak “bu kişi teslim oldu ve erenler yoluna itaat kıldı, huzurunuzda tuza ve suya and verdi ki yüz döndürmeye, her zaman bu yolda ve kapıda ola” der. Bu şekilde talip tarikata girmiş kabul edilir.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin görüşleri günümüzde de varlığını devam ettirmekte ve her yıl 15-16-17 Ağustos tarihlerinde Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş ilçesinde gerçekleştirilen törenlerle büyük bir coşku içerisinde kutlanmaktadır.
AHİ EVRAN VE AHİLİK
Anadolu halklarının siyasi ve ekonomik anlamda ortak bir kültür oluşturmasında çok önemli katkısı olan görüşlerden birisi de din ve mezhep farkı gözetmeyen Ahiliktir. Ahiler, meslek sahibi olmaları nedeniyle kırsal alanlardan çok kentsel alanlara yerleşmişlerdir. Ahilik, bir meslek örgütü olmasının yanı sıra, giriş-davranış töreleri ve sırları olan Batıni bir kuruluştur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini, yine Hacı Bektaş-ı Veli gibi Anadolu Erenlerinden olan Ahi Evran Veli sağlamıştır. Ahi Evran’ın karısı Fatma Bacı Kadın Ana olarak tanınmış ve dünyanın ilk kadın örgütü olan “Bacıyan-ı Rum” teşkilatını kurmuştur. Bu, ilk kadın örgütü Tasavvuf düşüncesinin özüne uygun olarak kadın-erkek ayrımını reddetmiş ve kökleri Anadolu’nun binlerce yıl öncesine dayanan anaerkil yapıyı savunmuştur. Ahi Evran’ın şeyhliği altında 13. Yüzyılda Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahiler kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayıldılar. Osmanlı devletinin kuruluşunda Ahiler oldukça önemli bir rol oynamış ve bazı kaynaklara göre Osmanlının kurucusu Osman Gazi’yi, oğlu Orhan Gazi’yi ve 3. Sultan Birinci Murad’ı saflarına katmışlardı.
Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların mutlak eşitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardeşidir. Ancak, aşama bakımından küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı vardır. Üyelik için kişinin, örgüt bünyesinden birisi tarafından önerilmesi gerekir. Küçültücü işlerle uğraşanlar, çevresinde olumsuz tanınanlar, örgüte kötü söz getirebileceği düşünülenler Ahi olamazlar. Örneğin insan öldürenler, hayvan öldürenler(kasaplar), hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamazlar. Örgüte giriş Bektaşilikte olduğu gibi özel bir törenle ile olur. Törende Ahi adayına Şed kuşanılır ve tüm insanlara karşı sevgi dolu, saygılı olması, doğruluktan ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık ve örgüte karşı sonsuz itaat istenir. Dinsizler örgüte kesin olarak giremezler ancak sofuların da Ahiler arasında işi yoktur. Ahilikte de Mevlevilik ve Bektaşilikte olduğu gibi bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması, sadakat, dostluk, hoşgörü gibi özelliklerin kazandırıldığı aşamalardan geçilir. Bu özelliklere sahip olmanın yanı sıra Ahiliğin önemli olan altı ilkesi şunlardır:
1-Elini açık tut,
2-Sofranı açık tut,
3-Kapını açık tut,
4-Gözünü bağlı tut,
5-Beline sahip ol,
6-Diline sahip ol.
Hak ile sabır dileyip
Bize gelen bizdendir.
Akıl ve ahlak ile çalışıp
Bizi geçen bizdendir.
Ahilikte belli aşamalardan geçilir. Bu aşamalarda müride mesleki beceriler, tasavvuf ve dinsel bilgiler, okuma-yazma, Türkçe, Arapça, Farsça, müzik, matematik ve askeri bilgiler ile Ahiliğin anayasası niteliğindeki Fütüvvetname öğretilir. Ahilikte dokuz dereceli bir sistem bulunmaktadır. Bunlar:
1-Yiğit,
2-Yamak,
3-Çırak,
4-Kalfa,
5-Usta,
6-Ahi,
7-Halife,
8-Şeyh,
9-Şeyh ül Meşayıh.
MEVLEVİLİK
“Körün ayağına bir engel takıldı, yaygıyı yayan iyi yaymamış dedi.
Yaygıyı yayan da , a kör dedi, kimseye suç yükleme.
Ses tutacağın yolu görmüyorsun.”  
İnsanlığa ışık tutan diğer bir Anadolu Ereni de Mevleviliğin fikir babası Mevlana Celaleddin Rumi’dir. Mevleviliğin kurucusu ise Mevlana’nın oğlu Sultan Velet’tir. Mevlana 1207’de Horasan’da doğdu, 1273’de Konya’da öldü. İlk derslerini bilginler sultanı ismiyle anılan babası ve Bahaeddin Veled’ten aldı. Tasavvuf düşüncesiyle iç içe büyüyen Mevlana bir Ahi olan Şems Tebrizi ile karşılaşınca kendi düşünceleri de şekillenmeye başlamıştır. Mevlana’nın bu gün dahi tüm dünyada tanınmasını sağlayan tasavvuf düşüncesini şiirle anlatma yeteneğidir. Semazen
Dalı öncesizliktedir aşkın, kökü sonrasızlıkta.
Bu ululuk, şu akla, ahlaka yakışır değil.
Yok ol, varlığından geç. Varlığın cinayettir.
Aşk doğru yolu buluştan başka bir şey değildir.
Mevlana’ya göre tanrıya ulaşmak için gerekli olan en önemli şey aşktır. Bir bitki hayvan da sevebilir; ancak, hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşüncesiyle, hem de belleğiyle sevebilen tek varlık insandır. Mevlana bir kadına duyulan aşkı yüceltir; çünkü, bir başkasını seven insan kendisini, tüm insanlığı, evreni ve tanrıyı sevebilir. Ve aşkların en güzeli bu bilince ulaşıldığı zaman başlayan “Hakikat” aşkıdır.
Batıni inanca göre evren, göklerin ve yıldızların dönmeleriyle oluşmuştur. Mevlevilikte de Tanrıya ulaşma, hakikati görme, dönülerek ve müzik eşliğinde yapılan semayla mümkün olabileceği savunulmaktadır. Olduğu yerde dönülerek yapılan sema insanı vecde getirir. İnsan bu baş dönmesiyle, vecdle tanrılaşır. Bunun yanında insanın olgunlaşması çileyle ve hizmetle gerçekleşir.  Çile rıza sözcüğünün ebced hesabında tutarı olan 1001 gün sürer. Mevlevilikte Muhib, Derviş, ve Şeyh dereceler bulunmaktadır. Muhib, şeyhe bağlanmak isteyen kişidir, henüz Mevlevi olmamıştır. Muhibe, en başta sema dönmesi ve isterse ney çalması, ilahi okuması öğretilir. Belli zamanlarda bir dede kontrolünde Mevlevi törenlerine katılması sağlanarak eğitimi sağlanır. Çile doldurduktan sonra dede ya da derviş mertebesine yükselir. Çile çıkarmayı kabul eden muhibe aşık ve nevniyaz denir. Aşık önce mutbak kapısından içeri alınır, sol yanda bulunan saka postuna dizleri üstüne çöker ve bu durumda üç gün sessizce oturur, buna murakaba denir, kendi kendine düşünecek ve bir karara varacaktır. İsteğinde kararlıysa üç gün sonra kendisine bir tennure (yakasız, kolsuz, etekleri çok geniş ve ağır bir giysi) giydirilir, beline elifnamet(kuşak)  bağlanır, sırtına ve tennurenin üstüne destegül (kollu ve kısa hırka), başına da bir sikke (başlık) giydirilir. Bu kılığa girmeye Mevlevilikte soyunmak denir. Artık çileye girmiştir ve mutfağa gerekli şeyleri pazardan taşımaya başlayacaktır.
Mevlevilerin dönerek yaptıkları sema tüm dünyayla aşkta birleşmek, onun evrensel dönüşüne ayak uydurmaktır. Ellerin birinin gökyüzüne dönük, diğerinin yeryüzüne bakar olması da, tanrıdan aldığı aşkı tüm dünyaya sunmaktır. Ruh tanrıdan fışkıran bir özdür, ölümsüzdür. Ruh ilk çıktığı kaynağa, tanrıya dönmenin özlemi içerisindedir. “Ney”den çıkan ses, ruhun acı dolu, ilk kaynağa dönme özleminin sesidir. Mevlana “Ey tanrıyı arayan, aradığın sensin...” diyerek evrenin tanrının sonsuz varlık alanı olduğunu ve insanın da bu bütünün bir parçası olarak kendisinde bir tanrısal öz taşıdığını ifade etmiştir. Nesimi’nin “en-el Hak” görüşüne benzeyen Mevlana’nın insanı ve Tanrı’yı birbirinden ayırmayan Batıni görüşlerini en güzel ifade edecek olan tanınmış anlatım şöyledir: “Mevlana’nın öğrencileri arasında Süryanos adında, açık sözlü bir Rum delikanlısı varmış. Uluorta konuşmalarından dolayı yakalayıp Kadının önüne götürmüşler. Kadı, sen Mevlana’ya Tanrı diyormuşsun, doğru mu? Diye sormuş. Süryanos hep o açık sözlülükle yalan demiş, ben Mevlana’ya Tanrı demedim, Tanrı’yı yaratandır dedim. Tanrı benim ama yıllardır bunu bilmiyordum, bana Tanrı olduğumu Mevlana öğretti. Süryanos’u iyice delirmiş sanarak bırakmışlar. O da gelip olanı biteni Mevlana’ya anlatmış. Mevlana Süryanos’u dinledikten sonra kadıya deseydin ki yazıklar olsun sana, eğer sen de Tanrı olamadıysan.”
Mevleviler, varlıkbirliğini yani vahdet-i vücudu savunurlar. Buna göre Tanrı yaratan değil evrende, doğada tezahür edendir.
 Gel ne olursan ol, gel
İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,
İster bin kez tövbeni bozmuş ol
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Gel ne olursan ol, gel
Yukarıdaki dizelerde de görülebileceği gibi Mevlana tüm insanlığın kardeşliğine inanmakta ve dinler arasındaki ayrılığın tanrısal varlıkla bağdaşmayacağını düşünmekteydi.
Hazırlayan: Aydın DURDU