19 Eylül 2009 Cumartesi
nazım hikmet - güneşi içenlerin türküsü
Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
o «an»
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenler
döğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
Emret ki ölelim
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!
Nâzım HİKMET
18 Eylül 2009 Cuma
karagöz - kanlı kavak
Kanlı Kavak
Tasvirler
Karagöz
Hacivat
Çarpık Karagöz
Çarpık Hacıvat
Aşık Hasan
Muslu
Cin
Bayram Ağa
Ramazan Ağa
Kavak Ağacı
Nâreke zırıltısı ve tef velvelesi ile göstermelik kalkar, Hacıvat semai söyleyerek gelir
(Semai: Makam Ferahnak) Sözü canları bağışlar
Şarkı bittikten sonra Hacıvat perde gazelini okur, perde gazeli bittikten sonra devamla;
Hacıvat: Huzuru haziran cemiyeti irfan vakt-i safayı merdan, laindir dinsizdir münafıktır şeytan, şeytanın dinsizliğine, rahmanın birliğine, bizi seyre gelen dostların sağlığına, ne olur şu dört köşe perdede bana da bir arkadaş olsa, eli temiz, yüzü temiz, sözleri tatlı
Karagöz: (penceresinden) Hoş geldin ıspanak suratlı
Hacıvat: Bir yâri vefaşiarım olsa, şu dört köşe perde üzre ayak bassa, o söylese ben dinlesem, haddim olmayarak bendeniz söylesem, bizi seyreden dostlar da sefayab olsa, diyelim işimizi mevlam rast getire ah bana bir eğlence medetttttt
Karagöz: (içerden) geliyorum, geliyorum
Hacıvat: Aman bana bir eğlenceeee
Karagöz: (aşağıya tlar, boğuşurlarken) Dur Hacıvat şaka yaptım
Hacıvat: Bırak birader sakalımı yoldun (kaçar)
Karagöz: (yerde sırt üstü yatar) Off amann, öldüm bayıldım, eski hasırlar gibi yerlere yayıldım (ayağa kalkar) seni gidi utanmaz arlanmaz, bacası çökmüş, çatısı yıkılmış, kiremidi kalmamış çingene mutfağı kıyafetli adam seni, hele bir daha gel bak...
Hacıvat: (gelir) Vay Karagözüm, maşallah maşallah akşamı şerifler hayır olsun
Karagöz: Senin de silsileni sansarlar boğsun
Hacıvat: (kızgın) Bak Karagöz böyle gelir gelmez bana vurmaya hakkın yok
Karagöz: Sen de şu yumruğu al da burnuna sok (vurur)
Hacıvat: A birader, ben şuraya gelir gelmez bir vaveyladır koptu
Karagöz: Nerden koptu?
Hacıvat: Ne?
Karagöz: O mor leylak
Hacıvat: Bak Karagözüm bu akşam mübarek Ramazanın on sekizinci gecesi, cenabı hak cemil cümlemizi çok senelere yetiştirsin
Karagöz: Amin
Hacıvat: Sen davul çalmasını bilir misin?
Karagöz: Haydi doğru hapise
Hacıvat: Ne hapsi Karagözüm?
Karagöz: Bekçinin davulunu çalayım da, polisler yakalasın öyle mi?
Hacıvat: Yani Karagözüm ramazan davulcularının çaldığı gibi?
Karagöz: Haaa! Onu yaparım
Hacıvat: Davulun var mı?
Karagöz: Var ya
Hacıvat: Hadi al da gel
Karagöz: Ne olacak?
Hacıvat: Mahalle mahalle dolaşırız, sen davul çalarsın, ben de maniler söylerim, beş on kuruş para kazanırız, haydi git de davulunu al
Karagöz: Olur (eve girer) Yahuuuu
Karagözün Karısı: (içerden) Huuu
Karagöz: (içerden) Şu davulu ver
Karagözün Karısı: (içerden) Aaa, ben onu kırdım, kasnağınla su ısıttım, çocuğun bezlerini yıkadım
Karagöz: (içerden) İyi halt ettin
Karagözün Karısı: (içerden) Ne yapacaktın davulu?
Karagöz: (içerden) Hacıvatla sokaklarda mani söyleyip para kazanacaktık, sana da fistanlık alacaktım
Karagözün Karısı: (içerden) Öyleyse şaka söyledim, kömürlükte duruyor, git de al
Karagöz: Haa şöyle (davulla meydana gelir) Geldim Hacıvat
Hacıvat: Hadi Karagözüm, şurdan aşağı mahalleye gidelim, gel benimle (birkaç kere giderler gelirler)
Karagöz: Daha gidecek miyiz, yoruldum be (yere oturur)
Hacıvat: Kalk Karagözüm işte geldik, haydi başla çalmaya
Karagöz: (hem söyler, hem çalar) Güm be de güm güm, güm bede güm güm
Hacıvat: Size geldim size geldim, İnci mercan dize geldim
Karagöz: (çalar)
Hacıvat: Benim güzel komşularım, Arzulayıp size geldim
Karagöz: (hem söyler, hem çalar) Güm be de güm güm, güm bede güm güm
Hacıvat: Başta sarık büklüm büklüm, Sırtımda davuldur yüküm, Benim güzel komşularım, Hele selamın aleyküm
Karagöz: Aleyküm selam, güm bede güm güm
Hacıvat: Merdane beyim merdane, Altın saatler gerdane, Benim beyimi sorarsanız, Semt ü civarda bir tane
Karagöz: Güm be de güm güm, güm bede güm güm
Hacıvat: Yeni cami direk ister, Söylemeye yürek ister, Benim karnım toktur amma, Arkadaşım börek ister
Karagöz: Amin Hacıvat aminn güm bede güm güm, güm bede güm güm
Hacıvat: Havaya attım fişeği, Döndü dolaştı köşeyi, Arkadaşımı sorarsanız, Paçacının kör eşeği
Karagöz: Bunda halt ettin, tokmak kafana geliyor haaa
Hacıvat: Aman Karagöz çal, bak hanımlar gülüyor
Karagöz: Ben eşek olduktan sonra herkes güler
Hacıvat: Canım sen aldırma çalmana bak
Karagöz: Bir daha böyle halt karıştırma tepelerim haaa Güm be de güm güm, güm bede güm güm
Hacıvat: Kağıttan fener yaparım, Daracık sokaklara saparım, Arkadaşım ayı olmuş,Burnuna halka takarım
Karagöz: (kızgın) Kerata halkayı babanın burnuna tak, şimdi kafana tokmak geliyor haaa
Hacıvat: Sen çal canım. Bak herkes gülüyor, çal sen çal
Karagöz: Olur. (çalar) Güm be de güm bede güm
Hacıvat: Şekerim var ezilecek, Tülbentlerden süzülecek, Bekletmeyin iki gözüm, Çok yerim var gezilecek
Karagöz: (hem söyler, hem çalar) Güm be de güm güm be de güm
Hacıvat: Ayna camlar açılır, Çil paralar saçılır, Beyimin gönlü olunca, Kesenin ağzı açılır
Karagöz: Açılırrrrr..... Güm be de güm güm, güm be de güm güm
Zenne: (içerden) Bekçi baba biraz gelirmisiniz
Hacıvat: Geleyim efendim (gider)
Zenne: (içerden) Alınız şu parayı, size layık değil ama kusura bakmayınız
Hacıvat: Aman efendim, ne zahmet ne zahmet...
Karagöz: Parayı alıyor, bir de kedi gibi ne zahmet ne zahmet diyor.
Hacıvat: Bahşişim aldım bergüzar, Sizleri eylemem inkar, Veren eller dert görmesin, Hak bereket versin settar
Hacıvat: Ben söyledim bahşişimi aldım, sen de söyle sen de al (gider)
Karagöz: Şey... Hacıvat... Gitti kerata (çalar) Güm be de güm güm, güm be de güm güm... Dizimde derman bitti, Kargalar başıma etti, O sahtekar Hacıvat, Bana para vermeden gitti, Güm be de güm güm, güm be de güm gümmmm.......
Zenne: (içerden) Bana bak davulcu, başımız ağrıyor, git başka yerde çal...
Karagöz: Hacıvat paraları aldı, savuştu gitti, bana metelik vermedi
Zenne: (içerden) Sen ne istiyorsun?
Karagöz: Bana da para verin
Zenne: (içerden) Ahçıbaşı o bulAşık tenceresini getir, şunun kafasına dök de gitsin
Karagöz: Hay inayetinizle yerin dibine geçin (gider)
Aşağıdaki türkü söylenirken perdenin ortasına kavak ağacı konur
Esirin oldum ey zülfü kemedim
Karagöz: Aman kolum kanadım, başım gözüm vay vay vay
Hacıvat: (gelir) Ne oldun Karagözüm?
Karagöz: (ayağa kalkarak) Bu ağacı buraya kim dikmiş?
Hacıvat: Ne oldu?
Karagöz: Ne olacak, atlayım dedim, üstüne düştüm, az daha kafam patlayacaktı
Hacıvat: Bunun adına kanlı kavak derler, bu ağaç Serez’le Selanik arasında netameli bir ağaçtır, bunun altından çifte gelen tek gider, tek gelen hiç gider, sen bunun altında çok dolaşma, sonra karışmam (gider)
Karagöz: Hay uydurukçu herif hay, bir alay yalanları uydurdu gitti (ağaca bakarak) Oooo... Burada bir çeşme var. Şundan bir su içeyim. (ağzını çeşmeye yanaştırıken başına vururlar) Aman kafama kim vurdu? (arkasına ve yukarıya bakarak) burda kimseler de yok. Lakin kafama kim vurdu? Belki çocuklar taş atmışlardır. Çeşmenin suyu da soğukmuş, hele biraz daha içeyim.
Karagöz: (tam su içerken vururlar) Ay aman gene vurdular, neme lazım buradan savuşmalı, Hacıvat buralarda durma demişti (gider)
Aşık Hasan oğlu Muslu ile aşağıdaki türküyü söyleyerek gelirler
(Makam: Beyâti) Mor menekşe boynun eğmiş
Aşık Hasan: Bana bak oğlum Muslu, öyle bir yere geldik ki, buradan çift gelen tek gider, tek gelen hiç gider. Sen şöyle önüme geç oğlum.
Muslu: Babacığım arkanızdan geliyorum, hiç küçükler büyüğünün önüne geçer mi?
Aşık Hasan: Sen şimdi beni dinle geç önüme, burası bir netameli yerdir, sonra seni çalarlar (cin gelir Muslu’yu götürür)
Aşık Hasan: Haydi oglum geç önüme, oglum Muslu
Karagöz: (pencereden) Hey hemşehri, burada musluk yok, şurada çeşme var, orada takili musluk (çekilir)
Aşık Hasan: Ah zalim Kavak, budagin kirilsin, yapraklarin solsun, oglum Muslu...
Karagöz: (pencereden) Baba burada musluk falan yok
Aşık Hasan: Musluk degil, benim oglumun adi Muslu, bu zalim kavak oglumu aldi gitti benim cigerimi, dagladi
Karagöz: Yaaa?... Demek bu kantaronlu kavagin hirsizligi da var ha?
Aşık Hasan: Sazimla şu zalim kavaga yalvarayim, belki insafa gelir de oglumu bana bagişlar.
(Saz divan havasi çalar)
Hak dost
Vurma zalim nişterin, lokmana dünya kalmadı,
Şah-i alem hem veli süleymana dünya kalmadı
Hak dost:
Kırılsın dalların yaprakların hazan olsun,
Zalim kavak nittin benim muslumu
Kavak:
Niçin feryad edersin Aşık hasan
Nidelim senin muslunu be hey avanak
Aşık Hasan: Hak dost:
Tutar seni intizarım, kurur dalın budağın
Zalim kavak nittin benim muslumu
Kavak:
Intizar etme Aşık, bende oglun yok
Var yürü git altımdan bende muslun yoktur
(Cin Muslu’yu getirir)
Aşık Hasan: Ah oglum Muslum nerelerdesin acep?
Muslu: Buradayim baba
Aşık Hasan: Oglum nerdesin, geç önüme
Muslu: Peki babacigim (önüne geçer)
Aşık Hasan: nerelere gittin oglum?
Muslu: Beni götürdüler şeker verdiler, şerbet verdiler, tekrar buraya getirdiler
Aşık Hasan: Haydi oglum buralardan gidelim
(Türkü söyleyerek giderler)Senin yazın kışa benzer
Karagöz: Ey kantaronlu kavak, sen adamin muslugunu çalarsin, benim de enseme konarsin. (yilan dallar arasindan; dizssssttttt) (karagöz korkar) kişş kişşş... Aaaaa... Gitmiyor. Ben sana şimdi gösteririm. Şurada bacanin üstündeki leylegi getiririm sen görürsün (gider, leylekle gelir) göreyim seni akbaba, şunu becer (leylek uçar, yilani yakalr, biraz boguşurlar, gagasina alir, uçar gider) Seni gidi muzur hayvan seni, haydi ugurlar olsun, gelelim şimdi kantoronlu kavak sana, seni kökünden keser kişin yakarim (yukardan cin gelir, Karagöz’ü kapar götürür, çarpık olarak geri getirir bırakır gider) Oh çabuk kurtuldum elinden, ne acaip şeymiş o, ama benim kollarım oynamıyor (başını eğip kendine bakarak ağlar) Eyvahhh ben çarpılmışım, Ay Hacıvat geliyor.
Hacıvat: Karagöz, bu halin ne?
Karagöz: Sorma Hacıvat sorma, bir zırıltı geldi beni aldı götürdü, işte bu hâle koydu
Hacıvat: Ben sana demedim mi buralarda dolaşma diye, bu ağaca ilişme diye, var hâlini gör
Karagöz: Kuzum Hacıvat bana bir çare bul
Hacıvat: Öğütle uslanmayanı tekdir ederler, tekdirle de uslanmazsa döverler. Benim öğüdümü tutmadın dayak yedin
Karagöz: Kuzum Hacıvat bana bir çare bul
Hacıvat: Gene senin bu haline acıdım, ben dua ederim sen yalnız amin de, başka lakırdı karıştırma
Karagöz: Olur karıştırmam, yalnız amin derim, haydi amin amiiinnnn
Hacıvat: (Makam ile) El-cinni, melâcinni, Amin desene Karagöz
Karagöz: Amin aminnn
Hacıvat: El cinni, melâcinni, kör cinni Amin deee
Karagöz: Amin topal cinnii
Hacıvat: Aman birader, sen yalnız amin de başka lakırdı karıştırma
Karagöz: Karıştırmam, yalnız amin
Hacıvat: Estane, mestane, kuzu kuzu kestane
Karagöz: Amin, kuzu kebabı şamfıstıkk
Hacıvat: Aman Karagözüm başka lakırdı karıştırma, sonra cinler kızarlar, beni de senin gibi yaparlar
Karagöz: (hafif sesle) İnşallahh! Amin aminnn
Hacıvat: Ne dedin?
Karagöz: Amin dedim amin
Hacıvat: El cinni, mela cinni, kör cinni, estane mestane kuru kuzu kestane
Karagöz: Amin, amin, kabak çekirdeği, sarı leblebi amiinn
Hacıvat: Aman Karagöz başka lakırdı karıştırma, cinler kızarlar, beni de senin gibi yaparlar, sonra ben ne yaparım
Karagöz: Karıştırmam, daha beter olursun inşallah, amin aminnnn
Hacıvat: Gene ağzında bir şeyler dolaşıyor?
Karagöz: Bir şey yok, amin diyorum aminnn
Hacıvat: El cinni, mela cinni, kör cinni, estane mestaneeee
Karagöz: Şu herifi de götür cinni, aminn aminnn
(Cin gelir Hacıvat’ı götürür, çarpık bir halde geri getirir)
Karagöz: (gülerek) Ha haayyy, aman Hacı cav cav kuyu çengeline dönmüşsün
Hacıvat: Sahi mi? (kendine bakarak) Eyvahh, ben ne olmuşum?
Karagöz: Gülme komşuna gelir başına
Hacıvat: Ben sana demedim mi aminden başka lakırdı karıştırma diye, senin yüzünden bakar mısın ne hale geldim
Karagöz: (hafif sesle) Daha beter ol inşallah
Hacıvat: Ne dedin?
Karagöz: Allah beterinden saklasın dedim
Hacıvat: Cinlere yalvaralım, bizi bağışlasın eski halimize koysun
Karagöz: Yalvaralım Hacıvat
Hacıvat: Hadi sen amin de
Karagöz: Olur, amin
Hacıvat: El cinnii, mela cinnnii
Karagöz: Amin aminnn
Hacıvat: Gel cinniii, bizi eski halimize koy cinnii
Karagöz: Amin, amin
(Cin gelir, Hacıvat’ı alır gider, eski haline kor getirir)
Hacıvat: Ohhhhhh! Çok şükür düzeldim, buralardan savuşayım (giderken Karagöz seslenir)
Karagöz: Aman Hacıvat beni unuttun, gel savuşma, ben senin arkadaşın değil miyim? Beni de kurtar
Hacıvat: Senin cezandır çek, öğüt dinlemeyenin hali budur işte
Karagöz: (yalvarırcasına) Bir daha dinlerim, kuzum beni de kurtar
Hacıvat: Bir daha bana el kaldırmayacağına söz ver bakayım
Karagöz: Tekme dururken el kaldırmam
Hacıvat: Ne dedin?
Karagöz: Kaldırmam dedim
Hacıvat: Hadi amin de öyleyse
Karagöz: Olur amin aminnn
Hacıvat: El cinniii, mela cinnniii
Karagöz: Amin aminn, çabuk gel cinniii
Hacıvat: Estaneee mestaneeee
Karagöz: Amin aminnnn
(Cin gelir, Karagöz’ü yukarı kaldırır, perdenin biraz yukarısında durur)
Karagöz: Aman Hacıvat, burda kaldık hadi dua et
Hacıvat: Ne yapalım dua bitti
Karagöz: Şuradan aktardan on paralık daha al
Hacıvat: Aktar dua satar mı hiç?
Karagöz: Kuzum Hacıvat duaya başla
Hacıvat: Estanee mestaneeeee
Karagöz: Amin aminnnnn (cin Karagöz’ü götürür, eski halinde getirir, bırakır gider)
Hacıvat: Hadi Karagözüm geçmiş olsun
Karagöz: Allah müstehakını versin (vurur)
Hacıvat: Yaaa Karagöz, iyiliğe karşı kemlik haa?
Karagöz: Bugün de yarın da, (tokat atar Hacıvat gider) Ey kantoronlu kavak, ben de senin kökünü kurutmazsam bana da Karagöz demesinler (eve girer) Yahuuu
Karagözün Karısı: (içerden) Huuu
Karagöz: (içerden) Benim bir eski baltam vardı şunu ver bakalım
Karagözün Karısı: (içerden) Ne yapacaksın?
Karagöz: (içerden) Sana kışlık odun getireceğim (baltayla gelir) Sen şimdi görürsün kantoronlu kavak (ağaca çıkar türkü söyleyerek ağacı kesmeye başlar)
(Türkü)Kavakta turna sesi var
(Karagöz ağacın tüm dallarını keser, son bir dalın üzerine oturur, keserken Hacıvat gelir)
Hacıvat: Aman Karagöz oturduğun dalı kesiyorsun, düşersin kafan gözün patlar
Karagöz: Sen karışma, defol oradan, şimdi kafana baltayı atarım
Hacıvat: Yazıklar olsun, güzelim ağacı kesmişsin, elin ayağın kesilsin (gider)
Karagöz: Nasıl! Bizi çarpar mı, ben de onu parçalayayım da görsün (ağaca baltayı vurunca dalla beraber aşağı düşer) vay kafam vayyyy
(Korucu Arnavut Bayram ağa gelir)
Bayram Ağa: More çim çesmiştir bu kavaği?
Karagöz: (baltayı arkasına saklar) Ne bileyim ben
Bayram Ağa: Tü allah belasını versin, morey dogru süle çim çesmiştir bu kavayi
Karagöz: Görmedim ben
Bayram Ağa: Sen ne yaparsin burda brey
Karagöz: Ben yolcuyum işime gidiyorum
Bayram Ağa: Ne var o elinde?
Karagöz: Çubuk Çubuk
Bayram Ağa: Ver bana onu bir çekeyim bre
Karagöz: Delikleri tıkalı
Bayram Ağa: Dogru söyle morey nedir o elindeki
Karagöz: Kaval kaval
Bayram Ağa: Ver onu bir çalayım
Karagöz: Çatlak çatlak
Bayram Ağa: (arkadaşı Ramazan ağaya seslenir) Ho more Ramazan
Ramazan Ağa: (karagözün arkasından gelir) Ne var more bayram
Karagöz: (arkasına bakarak) Eyvah arnavutlar ikileşti, şimdi ne halt etmeli?
Bayram Ağa: Ne var bu adamın elinde?
Ramazan Ağa: Balta more kardaş, balta
Karagöz: (kendi kendine) Eyvah şimdi hapı yuttuk
Bayram Ağa: Demek sen çestin bu kavayi
Karagöz: Hayır ben kesmedim bu balta kesmiş
Bayram Ağa: Tüü allah mustehakını versin bee
Karagöz: Tükürme suratıma be
Bayram Ağa: Ho more Ramazan, ne yapalım bu adamı?
Ramazan Ağa: Yakalım more yakalım
Bayram Ağa: Yazıktır more yazıktır
Karagöz: Yazıktır yaa
Bayram Ağa: Yazıktır more, bunu keselim, elindeki balta ile keselim
Ramazan Ağa: Yazıktır more kardaş
Karagöz: Yaa yazıktır
Bayram Ağa: Asalım bunu asalım
Karagöz: Hoppalaaa, beni öldürmek için münakaşa yapıyorlar
Ramazan Ağa: Yazıktır more kardaş yazıktır
Karagöz: Yazıktır yaa
Ramazan Ağa: Bunu kuyuya atalım
Bayram Ağa: Olmaz olmaz, kuyu lazımdır, bağlayalım bir ağaca üzerine biraz bal sürelim bırakalım
Karagöz: Eyvah suratımı arılara sineklere yedirecekler
Ramazan Ağa: Yazıktır more yazıktır
Karagöz: (kendi kendine) Vay köpoğlu herifler, insanı çeşit çeşit öldürüyorlar
Ramazan Ağa: Bunun ayaklarına yüz sopa vuralım
Bayram Ağa: Vuralım more (karagöze) bırak elindeki baltayı, yat aşağıya
(Karagözü yatırırlar, ayaklarını kaldırırlar, bir tutar biri de vurmaya başlar)
Bayram Ağa: Bir imiş, iki imiş
Karagöz: Yavaş vurun be, hay elleriniz kırılsın
Ramazan Ağa: Nasıl, çeser misin kavayi (vurur) bir imiş, iki imiş üç imiş, dört, beş
Karagöz: (ağlamaklı) Vay ayacıklarım vay, yavaş vurun be
Bayram Ağa: More Ramazan kaç oldu bire?
Ramazan Ağa: Bilmem unuttum
Bayram Ağa: (vurur) Baştan bir imiş, iki imiş, altı, yedi, yirmi, otuz
Karagöz: herif hesabı şaşırdı
Bayram Ağa: More şaşırdım kaç idi?
Karagöz: Otuzdu otuz
Ramazan Ağa: More ben de unuttum
Bayram Ağa: (vurur) Baştan bir imiş, iki imiş, üç, dört, elli, altmış
Karagöz: Ha bitiyor
Bayram Ağa: Yetmiş, seksen, doksan
Karagöz: Ha bitiyor haaa
Bayram Ağa: More Ramazan ben şaşırdım, kaç idi?
Ramazan Ağa: More ben de unuttum
Bayram Ağa: (vurur) Baştan bir imiş, iki, üç
Karagöz: Eyvah bu herifler beni sabaha kadar dövecekler
Bayram Ağa: (vurur) Yedi, sekiz, altmış, doksan, doksansekiz, doksandokuz
Karagöz: Ha bir tane kaldı
Bayram Ağa: More Ramazan kaç idi?
Karagöz: Eyvah gene baştan başlayacaklar (ağlamaklı) vay ayacıklarım vay
Ramazan Ağa: More kardaş yeter bu kadar dayak
Karagöz: Hay allah razı olsun
Ramazan Ağa: Takalım boynuna bir ip sokak sokak dolaştıralım herkes suratına tükürsün
Karagöz: Hay inayetinle yerin dibine gir
(Karagözün boynuna bir ip takarlar, perdede dolaştırırlar, birkaç kere dolaştırdıktan sonra Karagöz ellerinden kurtulur)
Karagöz: Oh be ellerinden zor kurtuldum, şimdi bu dalları eve taşıyayım, kışın yakarız (bir dal omuzlar eve götürür) Yahuu, al bakalım sana kışlık odun getirdim
Karagözün Karısı: (içerden) Aaaa! Bu yaş ağacı neden kestin? Allahtan korkmadın mı?
Karagöz: (içerden) Nene gerek kışın ısınırız
Karagözün Karısı: (içerden) Ben allahtan korkarım, yaş ağacı yakamam, götür başkasına ver (karagöz perdeye gelir)
Hacıvat: (perdeye gelerek) Ne yaptın bunun dallarını?
Karagöz: Sen şunu tut, bana yardım et, bizim eve götürelim (ikisi birlikte ağacı tutarlar, sallaya sallaya yerinden sökerler, Ağaçla beraber Hacıvat Karagözün üzerine düşer, karagöz ağacın altında kalır)
Karagöz: Aman Hacıvat, kaldır şu ağacı, altında kaldım
Hacıvat: Dur bakayım (ağacı tekrar kaldırılar, bu defa hacıvatın üzerine düşer) Aman birader altında kaldım, eziliyorum
Karagöz: Geber kerata
Hacıvat: Aman birader kaldır (Kaldırırlar, karagöz ağacı omuzlayıp eve götürür gelir)
Karagöz: Başka bir şey kaldı mı (yere bakar)
Hacıvat: Yaa karagöz işte yaş ağaca balta vuranın hali böyle olur, aman karagözüm nedir bu işler
Karagöz: Kafanı kırsın geyiklerle keşişler
Hacıvat: Aman birader bana ne vurursun elin kırılsın
Karagöz: Ekler kenetler yine yapıştırırım
Hacıvat: Hoş olsun külhani yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman
Karagöz: Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola, ey hacı cav cav bir dahaki oyunda yakan elime geçerse vayyy haline
(Işık söner, oyun biter)
Not:Önemli olan oyunu yazılı olduğu şekliyle ezberleyip oynatmak değildir. Önemli olan karagöz oyunlarının en temel özelliği olan doğaçlama geleneğini kullanarak oyunun temel örgüsünü bozmadan uygun yerlerine güncel espriler ve motifler ekleyerek ilgi çeker bir hale getirmektir. Bu metinde örnek olarak kullanılmış olan müzikler de değiştirilip seyircinin ilgisini çekebilecek güncel müzikler kullanılabilir, ancak kullanılacak müziğin ilgili tiplemelerin genel karakteristiğine uygun olması gerekir.
Karagözün kanlı kavak oyunu Mehmet Muhittin Sevilen (Hayâlî Küçük Ali) tarafından yazılan Milli Eğitim basımevi tarafından 1969 yılında basılan KARAGÖZ adlı kitaptan alınmıştır.
17 Eylül 2009 Perşembe
hasan hüseyin - masal kokusu
MASAL KOKUSU
Ben bu kapıları bir bir açarım açmasına ama kırarım
Şehzadelerle gitti ölü devin altın anahtarları
Masallara dönük yüzlerinizde o hiç eksilmeyen kaygu
O donuk maviliği masal cennetlerinin
Bırakın işte gözleriniz alın işte yumruklarınız
ama siz aptalsınız aptalsınızBirgün masallaşırsam görün işte cüceliğimi
Aktıkca büyüyen sulardı benim şarkılarda aradıklarım
Ben bu kapıları bir bir kırarım kırmasına ama siz korkaksınız
Daha çocuk bile değilsiniz siz
Devler çizersiniz altın sarayların kapılarına
sonra durup ağlarsınız ağlarsınızBu kan sizin kanınız , evet ama ya siz kimsiniz
Neden böyle yorgunsunuz neden böyle aldatılmış
Alıcıkuşlar döner ürpertili etlerınize
Mumyaların gölgesinde piramitler dikersiniz
Atı otu iti eti bırakıp gerçek saraylarda
sürülerle kaçarsınız kaçarsınızAktıkça büyüyen sulardı benim şarkılarda aradıklarım
fikret kızılok - bu kalp seni unutur mu...
BU KALP SENİ UNUTUR MU?
Yıllar geçse de üstünden
Bu kalp seni unutur mu
Kader gibi istemeden
Bu kalp seni unutur mu
Bir hasretlik yüzün vardı
İçimde bir hüzün vardı
Söyleyecek sözün vardı
Bu kalp seni unutur mu
Bu kalp seni unutur mu
Kalbim seni unutur mu
Bir hasretlik yüzün vardı
İçimde bir hüzün vardı
Söyleyecek sözün vardı
Bu kalp seni unutur mu
Bu kalp seni unutur mu
Kalbim seni unutur mu
Anlamı yok tüm sözlerin
Sensiz geçen gecelerin
Yaşanacak senelerin
Bu kalp seni unutur mu
Bambaşka bir halin vardı
Farketmeden beni sardı
Benliğimi benden aldı
Bu kalp seni unutur mu
Bu kalp seni unutur mu
Kalbim seni unutur mu
Bambaşka bir halin vardı
Farketmeden beni sardı
Benliğimi benden aldı
Bu kalp seni unutur mu
Bu kalp seni unutur mu
Kalbim seni unutur muFikret KIZILOK
küçük iskender
Ter içinde uyanıyorum. Ne ailem, ne Re, ne de orospu burada! Hepsi düşmüş! Her şeyi yarım bırakmayı seviyorsunuz. İnsanları, sevgileri, ihanetleri, yaşanılan memleketleri, umutları, kavgaları, onurları!.. Hepsini eksik bırakmayı seviyorsunuz. Bir yağmuru, bir intiharı, bir sevişmeyi ortasında kesmekten çekinmiyorsunuz. Tamamlayarak tamamlanmak ürkütüyor sizleri! Kimselere hesap vermeyeceğinizi bilmenin rahatlığı, boşvermişliği olsa gerek bu! Ama beni, yanlışlarımla bütünlemeye çalışmak: İşte size zevk veren BU! Bunu yapabilecek gücü hissetmeniz, bu gücü depolamış olmanız, doyum için yetiyor! Yeniliyoruz. Önümde duran zamanlardan bir zaman bile seçemiyorum. Hep sizin sunduğunuz duyumsamalarla, savlarla, sıfatlarla yaşamak biçiminde bir piyes oynatıyorsunuz bana. İtiraf ediyorum. Ben de oyuncuyum. Ben en mükemmel Shakespeare karakteriyim. Yaşadığı trajediler karşılığında yüklüce para kazanan bir oyuncu! Ama sahneye çıkma, tiradımı atma sırası bana geldiğinde bütün seyirciler gitmiş olacaklar! Sıkıyönetim, tekste el koyacak! Bir grup köktendinci, kulisteki kostüm dolabımda centilmenliğimi becerecek! Fildişi Kıyıları çok uzak! Artık Japonlar da kola içebiliyorlar!
Alnına spermle gamalıhaç çizilmiş görevlilerle elim sende’cilik meselesine sürüklüyorsunuz beni; ebe, devamlı benim! Sizler gizleniyorsunuz. Elma da desem, armut da desem, dut da desem çıkmıyorsunuz! Sizi bulmak, arkasında durduğunuz anlamı yakalamak için geceyarılarına kadar sokaklarda dolaşıyor, herkese sizi soruyorum. Vizyondan kaldırılmışsınız. Omuzlar silkiliyor, dudaklar bükülüyor, ‘bilemeyiz’ türünden garip el işaretleri yapılıyor!. Sancılarımla başbaşayım. Cezalıyım. Suçumu, bitmeyeceğini hemen algıladığım heyecanlı bir filmi seyrettirerek, kucağıma uzanmış kızın, kopacağını, elimde kalacağını sezdiğim saçlarını sevdirerek ödetiyorsunuz bana. Ödüyorum ödemesine de, yine de çaresizliğime, yalnızlığıma bir başıma sahip çıkamıyorum. İrlandalılar, dünyaca ünlü rock grubu U2 ile özgürlük şarkıları söylerlerken grubun solisti Bono, adımı anmaktan kaçınıyor!
edip cansever - bu gemi ne zamandır burada
BU GEMİ NE ZAMANDIR BURADA
Bu gemi ne zamandır burada
Çoktan boşaltmış yükünü
Gece de olmuş, rıhtım da bomboş
Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa
Arkada, güvertede
Ah, neresinden baksam sessizlik gene.
Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye
İçerde üç beş kişi
Yalnızlık üç beş kişi
Bir kadeh rakı söylerim kendime
Bir kadeh rakı daha söylerim kendime
-Söyle be! ne zamandır burda bu gemi
-Denizin değil hüznün üstünde.
Belki yarın gidecek
Bir anı gelecek bir başka anının yerine.
İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.
Edip CANSEVER
jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 9. bölüm )
deney, 229 deneysel yöntem, 229 Descartes, Rene (1596-1650),
265-277, 283, 375 deus, 170
devlet, 78, 106, 107, 133, 419 devrim, 362 Dickens, Charles (1812-1870)
442
582
din, dinsel, 30, 41, 146, 156, 168,169, 223, 263, 376, 431-434
dinlerin karışımı, 147 dinamik mantık, 417 dinamik, 237, 398 Ding an sich, 372 Diogenes (İÖ
ykl. 400-325), 149 Diotima, 107 Diyalektik, Diyalektizm, 413,
414,446,448 diyalog (konuşma), 76, 96 Diyonisos, 35 DNA molekülü, 478 dogma, 182, 280,
361 doğa, doğa görüşü, 228, 397,
398
doğa ana, 210 doğa filozofu, doğa felsefesi, 40,
73,74, 122,208 doğa merdiveni, 130 doğa tarafından (belirlenen), 75 doğa üstü, 66, 311, 529
doğa yasası, 40, 45, 239, 241,
283,286,312,315,373,474 doğal bilim, 41,358, 521 doğal doğru, 317, 447 doğal güçler, 47
doğal haklar, 361,362 doğal özellik, 77 doğal seci, 461-481 doğal süreç, 36, 40, 41, 65, 121,
150
doğal teoloji, 206 doğaya dönmek, 360
doğurma sanatı, 77 doğuştan gelen, 75, 180 Dostoyevski, Fiodor (1821 -
1881), 434
dönüşüm problemi, 43 duygular, 283, 317, 392, 396 duyu dünyası, 97-101, 122, 153, duyular,
duyumsama, 43, 45,
102, 121, 123,204,229,298,
299, 306, 369 duyularla algılayış, 43 duyunun aldatmacaları, 43 dünya dini, 156, 180 dünya
düzeni, 31 dünya görüşü, 232 dünya tini, 409, 412, 414, 419,
420, 443, 445 dürtü, 458, 487 Dyaus, 169
edinilmiş özellikler, 466 Eko-felsefesi, 522 ekolojik, 469
ekonomi, ekonomik, 443, 453 Elea'iılar, 43, 413 embriyonun gelişmesi, 465 emek, emekçi,
448, 449 Empedokles (İÖ ykl. 494-434),
45,97,413
Empirist, Empirisizm 296, 369 Engels, Friedrich (1820-1895),
444, 458
Epikuros (İÖ 341-270), 151, 443 Epikurosçu, 151, 180 Erasmus (ykl. 1466-1536), 242
583
ereksel neden, 126
Eros, 103
esinlenmek, 499
Eski Ahit, 172, 173,198
estetik, 433, 512
etik,132, 148,157,282,434
Euripides (İÖ ykl. 480-406), 87
evren, 232, 482, 569-578
evrensel, 238, 465
Evrensel Romantizm, 399
evrensel ruh, 155,156 , 397,
400 evrensel us, 45
fakülte, 192
falcılık, 63, 64
Faust, 481
felsefe profesörü, 368
felsefi düşünce, 411
felsefi sistem, 266, 410, 444
felsefi soru, 21
felsefi tanrı, 361
Feodalizm, feodal toplum, 194,
447, 448 Ferisi, 178
Fichte, J.G. (1762-1814), 400 Ficinius, Marsilio (1433-1494),
226
filozof, 80, 103, 368 filozofların projesi,39, 96 fosil, 459, 462, 463, 577 Franklin, Benjamin
(1706-1790),
467 Freud, Sigmund (1856-1939),
458, 487-499
Fröy, 35, 170 Fröya, 32, 170
galaksi, 570-572
Galilei, Galileo (1564-1642), 230,
233
Geç Antikçağ, 146,197 Geç Ortaçağ, 191,202 gelişim, 398, 457-483, 522 gençlik
ayaklanması, 394 genler, 479, 482 geosentrik, 232
Gerekirci, Gerekircilik, 263, 286 gezegen, yörünge, 231, 232, 233,
237
gizem, 154, 198,223 Gizemci, gizemli, mistik, 155-158,
394
gizemsel deneyim, 155, 158 Goethe, J.W. (1749-1832), 183,
395, 481 Gombrovvicz, VVitold (1904-1969),
519
Gotik, 202 Gouges, Olympe de (1748-1793),
363, 365
gök cisimleri, 232, 233, 573 gökbilimci, 49, 147, 195, 233,
571, 572 gölge, 104, 123 gölge dünya, 513 görü biçimleri, 370 gösteriş, 258, 433 Grimm
kardeşler, 399
584
Grundtvig, N.F.S. (1783-1872),
330
Gustav, 3. (1746-1792), 258 güçlerin ayrımı ilkesi, 302 günah, 174
günahın bağışlanması, 177 günahların parayla
bağışlanması, 242 güneş sistemi, 240, 478, 569
halk, halka ait, 193,359,399
halk masalı, 399, 400
halk müziği, 193, 400
halk ruhu, 398
halk söylencesi (anlatısı), 193, 399
halkı eğitmek, 74
halklar birliği, 387
Hamlet, 260
Hamsun, Knut (1854-1952), 207
Hândel, G.F. (1685-1759), 392
havuz, küçük ve sıcak, 480
hayal gücü, 401, 404
hayatın gelişimi, 476
hayatta kalma mücadelesi, 468,
470
haz, 151 Hegel, G.VV.F, (1770-1831), 409-
419,427,443 Heidegger, Martin (1889-1976),
513
Heidelberg, 399, 409 Heimdal, 33 Helenizm, 145, 183 heliosentrik, 232
Hephaistos, 35, 88
Hera, 35
Herakleitos, 44, 4T3
Herakles, 35
Herder, J.G. (1744-1803), 398
Hermes, 73
Herodot (İÖ 484-424), 65
Hesiodos, 35
Hıristiyanlık, 156, 168,172-183,
191,192,376,428,513 Hildegard (1098-1179), 210 Hinduizm, 156, 171 Hint-Avrupa, 168-171
Hippokrates (İÖ ykl. 460-377),
66 Hobbes, Thomas (1588-1679),
262
Hod, 35 Hoffmann, E.T.A. (1776-1822),
400 Holberg, Ludvig (1684-1754)
261
hologram, 48
Homeros (İÖ 700 yılları), 35 hoşgörü, 301 Hume, David (1711-1776), 303,
317 hücre, hücre bölünmesi, 49, 472,
479
Hümanizm, 150, 223, 242, 359, 514
lonesco, Eugene (1912-1994),
519 Isaiah, 176
585
ışık, 569 luppiter, 169 ızdırabı (isa'nın), 179
İbrahim, 172, 174
ibsen, Henrik (1828-1906), 401
içkin, 518
içsel neden, 286
idea öğretisi, 99, 121, 153, 462
ideal, 95, 96
ideal devlet, 105, 106
idealar dünyası, 99,102, 121,
123,153,
idealizm, 262, 443 İkicilik, ikici, 150,273, 284 ilerici, 412 ilerlemeci, 451 ilk günah, 199 ilk
hücre, 477 ilk neden, 131 inanç bildirimi, 182 inanç dünyası, 223 inanç gerçekleri, 204 inanç,
198,204,206,311,376,
431,432
incil, 198,206,242,515 incunabulum, 224 insan, insanlık, 81, 150, 200,
458,514
insan görüşü, 226 insan hakları, 361 ' insanın Çıkışı, 471 insanın doğası, 515 ironi, ironik, 78,
401, 429, 502, 508, 509
Isa, 76, 79,168,176-180 iskenderiye, 147,153,195 israil, 174-176 istek, 149,170,490
Jena, 409, 499
Jeppe, dağdaki, 261, 270
joker, 81
kader, 56, 63, 200
kadın, 39,107, 133, 209, 363,
416,518,519 kadın doğası, 518 kadın-erkek eşitliği, 209, 301,
415
kadın görüşü, 107,133, kadın hakları, 362, 363, 416 kâhin (Delphoi'deki kâhin), 64,"
65,81 kalıp-biçim, 99, 100, 125-128,
373
kalıtım sağlıklılığı, 475 kalıtımla geçen madde, 473,
478-480
kalıtımsal özellik, 479 kanaatkârlık, 148 Kant, Immanuel (1724-1804),
368-383 kaos güçleri, 32 kapitalist, Kapitalizm, 448-453 kâr, 451
Kast sistemi, 107 Kepler, Johannes, 233 kesin buyruk, 380 Kırmızı Başlıklı Kız, 377
586
KibritçiKız, 441,442
Kierkegaard, Sören (1813-1855), 426-435, 513, 515
Kinikler, 148
kip, 285
kitap basma sanatı, 224
kitle insanı, 516
komedi, 87
Komünist Manifesto, 450
Komünizm, komünist, 448, 450, 453
Konstantinopolis (İstanbul), 191, 195
Konstantinus, Roma imparatoru (285-337), 191
kontrpuan, 550
konuşma, konuşma sanatı, 76,
77
kozmik,171,281,574 kozmik bilinç, 157 kozmik ışın, 479 kozmopolit, 150 köle ahlakı, 513
köle toplumu, 448 kötülük problemi, 197 Kralın Yeni Giysileri, 81 kromozom, 478
Ksenofanes (İÖykl. 570-480),
35
Kserkes(İÖ 519-465), 86 Kudüs, 173,177 Kur'an, 172 kurgu, kurgusal, 170 kurtuluş, 53,
168,176-180 kurtuluş kehanetleri, 176
kültür, 168
kültür iyimserliği, 359
La Mettrie (1709-1751), 263 Lamarck, Jean-B. (1744-1829),
462, 466 Landstad, M.B. (1802-1880),
400 Laplace, Pierre S. (1749-1827),
263
Latin, 195, 241 Leibniz. G.W. (1646-1716), 264,
426
Leninizm, 453 Leonardo da Vinci (1452-1519),
243 "Locke, John (1632-1704), 296-
302, 358 logos, 44 Löke, 32 Londra, 457 Louis, 14., 256
Luther, Martin (1483-1546), 242 Lyell, Charles (1797-1875), 463
madde, Maddeci, Maddecilik, 56, 262, 263, 375, 443, 521
mağara benzetmesi, 104, 154
makro kosmos (büyük evren), 149
Malthus, Thomas, (1766-1834), 467
manastır, 171, 192,202,258
Mani, Manicilik, 197
mantık, 129,208
587
mantıksal doğru, 431 Marcus Aurelius, (121-180), 150 Marksizm, Marksist, 444 Marksizm-
Leninizm, 444 Marx, Kari (1818-1883), 443-
455, 457 masal, 399, 400 matematik, matematiksel, 96,
147, 195,230,262,269,283 meditasyon, 171 medyum, 501, 528 Mefistoteles, 481 Mekanik
Dünya Görüşü, 262 mekanik, 56, 262, 267, 273 melekler, 208, 305 memento mori, 258
Mesih, 175-177 mevsim mitleri, 34 Midgard, 31 mikro kosmos (küçük evren),
149
Miletos, 41 Mili, John Stuart (1806-1873),
301 Mirandola, Pico Della (1463-
1494), 226 mit, mitoloji, mitsel dünya
görüşü, 30-36, 170, 171,400 Moe, Jorgen (1813-1882), 399 molekül, 478 Monarşi, 133
Montesquieu (1689-1755),302,
357
Muhammed (570-632), 195 Musa (İÖ ykl. 1400), 174
mutasyon, mutant, 472-473, 501
mutlak doğrular, 410
mutlu, mutluluk, 82, 132,148,
283, 288
mükemmel varlık, 271 Müslümanlık, 156, 172
Naturalist, Naturalizm, 456, 487 neden, nedensellik yasası, 126,
314,316,371 nesnel doğru, 429 nevroz, 488, 490 New Ağe, 525 Nevvton, Isaac (1642-1727),
237,
358 Nietzsche, Friedrich (1844-
1900), 513, 514 Nihilist, 517 Nils Holgersson, 507 niyet ahlakı, 381 Njord, 170 Noel
kutlaması, 193 norm, 75, 96,
Novalis (1772-1801), 393, 395 nöroloji, 487 Nuh, Nuh'un Gemisi, 174, 453,
476
Odin, 32 Oedipus, 65 oksijen, 478 okyanus hissi, 157 olumsuzlama, 414 organizma, 267, 399
Ortaçağ, 190-210,228
588
otomat, 275 otomatik yazı, 500, 528 otuz yıl savaşları, 258 ozon tabakası, 479
ödev ahlakı, 381
ölümsüz ruh, 56,102, 153, 360,
374,376
ölümsüzlük iksiri, 170 örnek resim, 98, 99 öte dünya, 513 öz, 40, 42, 46, 515 Özdek,
Özdekçilik, bkz. Madde,
Maddecilik
özgür irade, 287, 288, 376, 382 özgürlük, 413, 516 öznel doğru, 432
papa, 194 parapsikoloji, 525 Parmenides (İÖ ykl. 540-480),
43
Parthenon, 86 Pavlus (ö. İS ykl. 67), 87, 179-
182,282
PeerGynt, 401,433, 434 penisilin, 475 ¦ Platon (İÖ 427-347), 76, 95-108,
121,153, 155, 195,462 Plotinos (ykl. 205-270), 153-155 pratik sayıltılar,377 pratik us, 382
primat, 476
proleterya diktatörlüğü, 453 Protagoras (İÖ ykl. 487-420), 75
psikanaliz, 458, 487-489 Pythia, 64
Radhakrishnan (1888-1975), 157
Raskolnikov, 434
Rasyonalist, Rasyonalizm, 106
rasyonalize etmek, 494
Ravvls, Jon, 454
Reformasyon, 223, 242 • resim yasağı, 173
retorik, 74
Roma, 146, 153,191, 194,228
Roma dönemi, Roma
İmparatorluğu, 146, 191, 201 Romantik ironi, 401, 420, 429 Romantik, 392-400, 433
Rousseau, Jean-J. (1712-1778),
357
Rönesans insanı, 226 Rönesans, 192, 196, 223-243 ruh, 56, 103, 123, 179, 199, 267 ruh
çözümlemesi, 487 ruh dinginliği, 227 ruh ve beden, 266, 274
ruhsal hastalık, 487
Ruskin, John (1819-1900), 471
Russel, Bertrand (1872-1970),
316 rüya (ve gerçeklik), 261, 270,
322, 393 rüya işçiliği, 496 rüyalar, rüya yorumu, 495-498 rüyanın açığa çıkmış içeriği, 496
589
rüyanın görünmeyen içeriği, 495
saçma, Saçmacılık, 519 sahne (görme), 87 Samanyolu, 570 Sami, Samiler, 172-174 sanat;
sanat eseri, sanatçı, 226,
392, 393, 399, 433, 497-499 sanat müziği, 400 sansür, 486, 496, 498, 499, 501 Sartre, Jean
Paul (1905-1980),
514-517 satış değeri, 451 Saul, 175 Schelling.F.VV.J. (1775-1854),
396, 409
Schiiler, Fr. (1759-1805), 393 Scrooge, 441, 442 seçim, 434, 516 seks, 494
Seneca (İÖ 4-İS 65), 150 sentez, 204, 414 sevgi, 47, 103, 178,281 sezgi (bilgi), 77,170, 434
sezgisel, 289, 301 Shakespeare, W. (1564-1616),
260 Silensius, Angeius (1624-1677),
155
sınıf farkları, 258 sınıf mücadelesi, 448 sınıflar arası zıtlıklar, 443 sınıflı toplum, 453 sınıfsız
toplum,453 Snorre Sturlason (1178-1241),
170
Sofist, 74, 79, 96 Sofokles (İÖ 496-406), 87 Sokrates (İÖ 470-399), 76-84,
96, 265, 429, 443 Sokrates öncesi filozoflar, 73,
413
Solomon (ö. İÖ ykl. 936), 175 Sophia, 210 sorumluluk, 516 Sosyal Demokrasi, 453 sosyalist,
453, 454 sömürü, 451
spekülasyon, spekülatif, 74, 170 Spinoza, Baruch (1632-1677),
280-289, 426 Spiritüalizm, 501, 527 statik, 398 Steffens, Henrik (1773-1845),
397 Stoacı, Stoacılık, 149, 180, 197,
286
suç, suçluluk duygusu, 174, 490 Suç ve Ceza, 434 Sürrealist, Sürrealizm, 498, 500
şehir devleti, 35, 75
şüphe, Şüphecilik, 75, 267, 529
tabula rasa, 298
Tanrı, 44, 127, 131,155, 172-
184, 209, 228, 281, 308, 400,
463
Tanrı görüşü, 241 Tanrı öğretisi, 169
590
Tanrı öldü, 514
Tanrı'nın krallığı, 175-176, 200 Tanrı'nın oğlu, 175-179 Tanrı'nın varlığı, 205, 376, 432
tanrısal, 44, 78, 131,154-158,
197, tanrıtanımaz, tanrıtanımama,
157,311 tarih, tarihsel, 65, 172, 201, 410-
419
Tarihçilik, 427 tarihsel eleştirel, 280 teklik, teklik felsefesi, 48, 155,
171,340,425-427,578 teknoloji, 231, 522 Tektanrıcılık, 172 telepati, 529 teleskop, 225, 233
temel duyumlar, 298 temel tanecik, 55 teoloji, tanrıbilim, 153, 203, 223 tez, 413
Thales (İÖ ykl. 625-545), 41 Thukydides (İÖ ykl. 460-400), 65 tıp ahlakı, 66 tıp bilimi, 66,
226 tiyatro, 87, 259, 260, 520 toplanma, 573 toplum eleştirisi, 75 toplum sınıfı, 448 Tor, 3-1
totaliter, 107
töz, 273, 283, 284, 297, 321 trajedi, 65, 87 travma, 495
Trym, Trymskvida, 33 Tümtanrıcılık, 171, 228, 282,
425
tür, türlerin kökeni, 123, 461-477 Tyr, 169
ulus, ulusal, 398 ulusal din, 146 Ulusal Romantizm, 399 Usçu, 265, 296, 359 , Utgard, 31 , '
uyum, 474 uzay, 569-578 uzaydan gelen ışınlar, 479 Uzlaşımcılık, 147
"üretim biçimi, 448 üst ben, 491 üst yapı, 445, 446 ütopik, 105
varoluş felsefesi, 435, 444, 513-
521 varoluş, varoluşsal, 429-432,
513-515
Varoluşçuluk, 513-519 Veda yazıtları, 169 Venüs, 170 vicdan, 78, 82, 143, 380, 381,
489
video, 171 Vinje, AasmundO. (1818-1870),
417
virüs, 479 Vivekananda, Svvami (1862-
591
1902), 156 vizyon, 171 Voltaire (1694-1778), 357'
Welhaven, Joh. S. (1807-1873),
395 Wergeland, Henrik (519-465),
395
yabancılaşma, yabancılaşmış,
449,515
Yahudi, Yahudilik, 156,168, 174 yanılsama (fantezi icatları), 305 yanılsamayı yıkmak, 401
yanlış fikirler, 306 yanlış tepki, 492 yansıma fikirler, 298 yansıtma, 494 yapay seci, 467
yaradılış anı, 574 ¦
yaşam duygusu, 227 yazınsal masal, 400 Yeni Ahit, 172, 281 Yeni Darvvinizm, 472, 473
Yeni Dincilik, 523 - Yeni Platonculuk, 153,198, 398 yeniden doğuş, 179 yerçekimi, 235, 237,
240 yıldız falcısı, 577 yıldız tozu, 577 yöntem, 229, 269, 283, 410 yüklem, 284 yüksek kültür,
194
zaman ve uzam, 370 Zenon (İÖ ykl. 336-264), 149 Zeus, 35, 169 zorunluluk, 150, 289
SON
jostein gaarder - sofi'nin dünyası ( 8. bölüm )
BAHÇE PARTİSİ
- Evet, hiçbir masraftan sakınılmadı burada, sözlerini misafirler gelmeden defalarca söyledi
annesi.
Sonunda misafirler gelmeye başladı. Önce Sofi'nin sınıf arkadaşları olan üç kız geldi. Yazlık
bluzlar, ince pamuklu hırkalar, uzun etekler giyinmişlerdi. Gözlerine de hafif bir makyaj
yapmışlardı. Biraz sonra da bahçe kapısında utangaçlıkla karışık oğlanlara has bir kendini
beğenmişlik içersinde Jörgen ile Lasse göründüler.
- Yaşgünün kutlu olsun!
- Demek sen de artık koca kız oldun ha!
Sofi, Jorün'le Jörgen'in şimdiden flörte başladıklarını anladı. Mevsim bu işlerin mevsimiydi.
24 Hazirandı bugün.
Herkes bir hediyeyle gelmişti. Bunun felsefi bir parti olduğunu bildikleri için çoğu da
gelmeden önce felsefenin ne olduğunu araştırmıştı birazcık. Felsefi bir hediye
bulamadıklarından hiç değilse hediye kartına felsefi bir şeyler yazmak için epey uğraştıkları
belliydi. Ancak bir felsefe sözlüğüyle üzerinde "KİŞİSEL FELSEFE NOTLARIM" yazılı,
kilitli bir hatıra defteri de vardı hediyelerin arasında.
Misafirler geldikçe onlara beyaz şarap bardakları içersinde elma suyu ikram ediliyordu.
Servisi yapan Sofi'nin annesiydi.
- Hoşgeldiniz... Bu genç adamın ismi ne bakalım?... Seni daha önce hiç görmemiştim
sanırım... Ne iyi ettin de geldin, Cecilie.
Herkes bahçedeki yerini almış ellerinde şarap bardaklarıyla ağaçların altında geziniyordu ki
bahçe kapısının önünde beyaz Mercedes'leri içersinde Jorün'ün annesiyle babası belirdi. Bay
ekonomi danışmanı düzgün kesimli, gri takım elbiseler giyinmişti. Hanıme-fendiyse koyu
kırmızı payetlerle süslenmiş kırmızı bir tunik pantolon takım içersindeydi. Sofi kadının bir
oyuncakçı dükkanına girip bu giysiler içersinde bir Barbi bebeği aldığına, sonra da bebeği alıp
terzisinden bu giysilerin aynısını yapmasını istediğinden yüzde yüz emindi. Ya da bir başka
olasılıkla bebeği ekonomi danışmanı almış, bunu bir büyücüye verip bundan canlı bir kadın
yaratmasını istemiş de olabilirdi. Pek gerçekçi bulmadığı için Sofi bu olasılığı hemen
535
SOFrNİN DÜNYASI
eledi.
Çift, gençlerin hayran bakışları arasında Mercedes'lerinden inip bahçeye girdi. İngebritsen
ailesinin ince, uzun bir paket içerisindeki hediyesini Sofi'ye bizzat verense ekonomi
danışmanı oldu. Sofi hediyeyi görünce kendini zorlukla tutabildi; evet, bir Barbi bebeğiydi
bul Jorün atıldı:
- Delirdiniz mi siz? Sofi bebeklerle oynamaz kil Giysisindeki payetleri ışıl ışıl parlayan Bayan
İngebritsen yanaşarak:
- Evet ama canım, bu sadece bir süs olarak da kullanılabilir, dedi.
- Teşekkür ederim, dedi Sofi havayı yumuşatmaya çalışarak. -Artık ben de Barbi
koleksiyonuna başlayabilirim.
Herkes artık masanın etrafında toplanmaya başlamıştı. Sesindeki endişeli havayı gizlemeye
çalışarak:
- Geriye yalnızca Alberto kaldı, dedi Sofi'nin annesi. Bu özel misafirin ünü misafirler arasında
çoktan yayılmıştı.
- Geleceğim dediyse gelir, dedi Sofi.
- Ama o gelmeden masaya oturamayız ki...
- Tabii ki oturabiliriz. Buyrunl
Helene Amundsen misafirleri teker teker masadaki yerlerine yerleştirmeye koyuldu. Boş
sandalyenin Sofi'yle kendisinin arasında kalmasına özen gösterdi. Yemek hakkında, güzel
hava hakkında ve Sofi'nin artık genç bir kadın olduğu hakkında bir şeyler söyledi.
Masada yarım saat kadar oturmuşlardı ki Yonca Sokağı'ndan çıkıp bahçe kapısından içeri,
siyah top sakallı ve başında beresi olan, orta yaşlı bir adam girdi. Elinde on beş kırmızı gülden
oluşan bir buket tutuyordu.
- Alberto!
Sofi masadan kalkıp Alberto'yu karşılamaya koştu. Boynuna sarılıp buketi aldı. O da bu
karşılama törenine cevap vermek istercesine ceplerini karıştırıyordu. Sonunda cebinden birkaç
tane havai fi-
536
BAHÇE PARTİSİ
şek çıkarıp çevresine attı. Masaya geldiğinde de 24 katlı pastanın üzerine yıldız gibi ışıltılar
saçan küçük bir fişek yerleştirdi ve Sofi'yle annesinin arasındaki boş sandalyeye oturdu.
- Burada bulunmaktan büyük mutluluk duyuyorum, dedi.
Misafirler şaşkına dönmüştü. Bayan İngebrigsten kocasına anlamlı bir bakış fırlattı. Sofi'nin
annesiyse Alberto'nun sonunda ortaya çıkmasından öyle rahatlamıştı ki Alberto'nun her türlü
kusurunu kabul edebilirdi. Yaşgününün sahibiyse içinden yükselen kahkahayı güçlükle
zaptediyordu.
Helene Amundsen kadehini çınlatıp konuşmasına başladı:
• Sayın Alberto Knox, hoşgeldiniz! Sevgili misafirler, belirtmek isterim ki bu bay benim
sevgilim değildir. Kocam çoğu zaman yurt dışında olsa da şu sıralar başka bir sevgilim yok.
Bu bay Sofi'nin felsefe öğretmenidir. Yani havai fişek fırlatmaktan öte meziyetlere sahip bir
kişidir. Örneğin siyah bir şilindir şapkanın içersinden canlı bir tavşan çıkartabilir. Yoksa
karga mıydı Sofi?
- Sağolun, sağolun! diyerek yerine oturdu Alberto. Sofi'nin:
• Şerefe! demesiyle herkes şimdi içinde Coca-Cola olan kadehlerini kaldırdı.
Böyle uzun bir süre oturup tavuk ve salatalarını yediler. Sonra Jorün aniden yerinden kalkıp
kararlı adımlarla Jörgen'e yaklaştı ve tutup onu dudaklarından şiddetle öptü. Jörgen de buna
daha iyi karşılık verebilmek için Jorün'ü döndürüp masanın üzerine yatırdı.
• Aman Allah im, bana birşeyler oluyor! diye haykırdı Bayan İn-gebrigtsen.
Bayan Amundsen'in söylediği tek şeyse:
- Ama masanın üzerinde olmaz ki çocuklar! oldu. Alberto ona dönerek:
- Neden olmasın? diye sordu.
- Ne tuhaf bir soru bu.
• Gerçek bir filozofun soru sorması hiçbir zaman tuhaf değildir.
537
SOFÎ'NIN DÜNYASI
Bu arada öpülmekten nasibini alamayan çocuklardan bazıları tavuk kemiklerini havaya
fırlatmaya başladılar. Sofi'nin annesi bu kez de bu çocuklara seslendi:
- Lütfen çocuklar, yapmayın! Tavuk kemiklerinin evin çatısına yapışması hiç hoş bir şey
olmaz.
- Özür dileriz, dedi çocuklardan biri. Bunun üzerine kemikleri çite fırlatmaya başladılar.
Bayan Amundsen sonunda:
- Sanırım tabakları toplayıp pasta servisi yapmanın zamanı geldi, dedi. - Kimler kahve istiyor?
Bay ve Bayan Ingebrigtsen, Al bert o ve misafirlerden birkaçı ellerini kaldırlar,
- Sofi'yle Jorün bana yardım edebilirler belki de... Mutfağa giderlerken iki arkadaş aralarında
konuştular:
- Niye öptün Jörgen'i?
- Dudaklarına bakarken bir anda içimden onları öpmek geldi. Öyle karşı konulmazlardı ki...
- Tadı güzel miydi bari?
- Düşündüğümden biraz farklıydı ama...
- Yani biriyle ilk kez öpüşüyorsun, öyle mi?
- Evet ama inan ki sonuncu kez değil!
Çok geçmeden kahveler ve pastalar masaya gelmişti. Alberto çocuklara havai fişek
dağıtıyordu ki Sofi'nin annesi bu kez de kahve
fincanını çınlattı:
- Uzun bir konuşma yapmak niyetinde değilim, dedi. - Ama bugün hayattaki tek kızımın
yaşgünü ve doğmasının üzerinden on beş yıl, bir hafta ve bir gün geçtiği bir başka gün bir
daha hiç olmayacak. Pastanın üzerinde 24 tane halka var, yani adam başına en az bir halka
düşüyor. Bu bakımdan acele edip önce davrananlar iki halka da alabilirler. Tepeden
başlandığı için halkalar giderek büyüyecekler. Tıpkı hayatlarımız gibi. Sofi de önceleri küçük
halkalar halinde yürüyordu. Yıllar geçtikçe halkalar büyümeye başladı. Şimdiyse ta şehrin
538
BAHÇE PARTİSİ
göbeğine uzanıp geri geliyorlar. Babası hep yurt dışında olan bir kız olduğu için halkaları
aslında tüm dünyayı dolaşıyor. On beşinci yaş-günün kutlu olsun Sofi!
- Harika! diye bağırdı Bayan İngebrigtsen.
Sofi onun bununla annesini mi, konuşmayı mı, 24 katlı pastayı mı yoksa kendisini mi
kastettiğini anlayamamıştı.
Misafirler bu sözlere alkışla karşılık verdiler. Oğlanlardan biriyse armut ağacına bir havai
fişek fırlattı. Jorün de ayağa kalkıp Jörgen'i sandalyesinden çekiştirmeye başladı. O da buna
izin verdi ve çok geçmeden çimenlerin üzerinde öpüşmeye başladılar. Sonra çimlerin üzerinde
yuvarlana yuvarlana böğürtlen çalılıklarına daldılar.
Ekonomi danışmanı:
- Günümüzde inisiyatifi kadınlar ele alıyor, dedi ve ayağa kalkıp çalılıkların oraya giderek
durumu yakından izlemeye koyuldu. Bunun üzerine herkes ayağa kalkıp onun yaptığını yaptı.
Yalnızca Alberto ile Sofi masada oturmayı sürdürdüler. Çok geçmeden tüm misafirler Jorün'le
Jörgen'in etrafında yarım ay şeklinde toplanmışlar, onlar da bu arada masum öpüşmeleri
bırakıp birbirlerinin vücutla-rıyla oynaşmaya başlamışlardı.
Pek gururlu sayılamayacak bir sesle Bayan İngebrigtsen:
- Yapılacak bir şey yok sanırım, dedi. Kocası da buna:
- Soy soyu izler, diyerek eklemede bulundu. Kendince bu çok isabetli sözlere bir tepki
alamayınca:
- Buna yapılacak bir şey yoktur, diye ekledi.
Sofi oturduğu yerden Jörgen'in Jorün'ün üzerine otlar bulaşmış bluzunun düğmelerini açmaya
çalıştığını gördü. Jorün'ün eli de Jörgen'in pantalonunun kemerindeydi.
- Dikkat edin çocuklar, üşüteceksiniz! dedi Bayan İngebrigtsen. Sofi pes etmiş bir halde
Alberto'ya baktı.
- Her şey sandığımdan hızlı cereyan ediyor, dedi Alberto. - Bir an önce buradan ayrılmaya
bakmalıyız. Kısa bir konuşma yaparak sıra-
539
¦1!
SOFÎ'NİN DÜNYASI
mı savayım.
Bunu üzerine Sofi ellerini çırptı:
- Gelip yerlerinize oturur musunuz lütfen? Alberto konuşma yapacak.
Jorün'le Jörgen'in dışında herkes gelip masaya oturdu.
- Gerçekten bir konuşma mı yapacaksınız? Ne büyük bir incelik! dedi Helene Amundsen.
• İlginize teşekkür ederim.
- Yürüyüş yapmaktan hoşlamyormuşsunuz, öyle mi? İnsanın formda kalması için son derece
önemli bir şey bu. Hele köpeğinizle yürüyüş yapmanız çok hoş. Köpeğinizin adı Hermes'di,
değil mi?
Alberto ayağa kalkıp kahve fincanını çınlattı:
- Sevgili Sofi! diye başladı sözlerine. - Bu felsefi bir parti olduğu için ben de felsefi bir
konuşma yapmayı düşündüm.
Daha ancak bu sözleri söylemişti ki misafirlerden kuvvetli bir alkış yükseldi.
- Bu vidaları gevşemiş partide bir parça mantıklı olmanın zamanı geldi sanırım. Ama yine de
Sofi'nin yaşgününü kutlamak istiyorum tabii.
Alberto sözlerini henüz tamamlamıştı ki gürültüyle yaklaşan bir uçak sesi duyuldu. Uçak
alçaldıkça alca İdi ve bahçenin iyice üzerine geldi. Uçağın arkasında üzerinde "15. yaşgünün
kutlu olsun!" yazılı bir pankart asılıydı.
Bu daha da şiddetli bir alkışa neden oldu.
- Görüyorsunuz, dedi Bayan Amundsen, bu adam havai fişek fırlatmanın çok ötesinde şeyler
de yapabiliyor.
- Teşekkürler, dedi Alberto, bu yalnızca bir ayrıntı. Sofi ile ben son haftalarda felsefi bir
araştırma yürüttük. Şimdi sizlere bu araştırmanın sonucunu bildireceğiz. Size varoluşumuzun
en derin sırrını açacağız.
Ortalık sessizleşmiş, yalnızca kuşların sesleri duyulur olmuştu. Bir de çalılardan gelen
hışırtılar... Sofi:
540
BAHÇE PARTİSİ
- Devam et, dedi.
- İlk Yunan filozoflarından günümüze dek gelen bu derin araştırmanın sonucunda, bizlerin
Lübnan'da görev yapan bir Binbaşının aklında varolduğunu anladık. Bu adam şu anda
Lübnan'da Birleşmiş Milletler gözlemcisi olarak görev yapmakta ve aynı zamanda Lillesand'daki
kızına bizi anlatan bir kitap yazmış durumda. Kızının Adı Hilde Möller Knag ve
15. yaşgününü Sofi'yle aynı günde kutladı. Bizim hakkımızdaki bu kitabı, 15 Haziran sabahı
uyandığında masasının üzerinde buldu. Aslında bu bir kitap değil de büyük bir dosyaydı. Şu
anda da elleriyle yokladığında dosyanın sonuna yaklaşmakta olduğunu anlıyor.
Masanın etrafında sinirli bir hareketlilik başlamıştı.
- Yani bizler Hilde Möller Knag'a eğlence olsun diye varız. Babası bizi kızına verdiği felsefe
dersleri için bir tür arka plan olarak kullanıyor. Yani örneğin şu kapıda duran Mercedes'in
aslında beş kuruşluk değeri yok. Bu yalnızca bir ayrıntı. Böyle beyaz Mercedes'ler, şu an
güneşten korunmak için bir palmiye ağacının altına oturmuş olan Binbaşının kafasında
turlamakta aslında. Bu arada Lübnan'da havaların şu sıra oldukça sıcak olduğunu belirtmek
gerek.
- Saçmalık! diye parladı ekonomi danışmanı. - Hayatımda böyle saçmalık duymadım!
- Herkes istediğini söyleyebilir tabii, dedi Alberto ve sözlerine devam etti:
- Ama esas saçmalık bu partinin ta kendisi. Bu partideki tek mantıklı şey de bu konuşma.
Ekonomi danışmanı bu kez ayağa kalkıp konuşmaya başladı:
- Burada bir adam işlerini elinden geldiğince başarılı bir şekilde yürütmeye, ayrıca geleceğini
sigortalamaya çalışıyor. Sonra çok bilmiş biri çıkıp onun tüm bu çabalarını bir takım "felsefi"
iddialarla yok etmeye kalkıyor. Olacak şey değil doğrusu!
Alberto başını "evet" anlamında sallayarak:
- Böylesi felsefi çıkarımlara karşı hiçbir sigorta işlemez elbette.
541
SOFfNÎN DÜNYASI
Bunlar doğal felaketlerden de beterdir sayın Bay ekonomi danışmanı! Ve de bildiğiniz gibi
sigortalar doğal felaketlerden uğranan zararları karşılamaz.
- Ama bunun doğal bir felaket olduğunu da nerden çıkarıyorsunuz?
- Haklısınız. Bu doğal değil varoluşsal bir felaket. Çalıların oraya bir baksanız ne demek
istediğimi anlarsınız. İnsan tüm varoluş temelinin bir anda ortadan yokolmayacağım garanti
altına alamaz. Tıpkı güneşin bir an gelip sönmeyeceğinin de garantisi olmadığı gibi.
- Buna daha ne kadar dayanmak zorundayız sence? diye karısına sordu Jorün'ün babası.
Karısı ve Sofi'nin annesi bu soruya başlarını sallayarak karşılık
verdiler:
- Yazık! dedi Sofi'nin annesi. - Üstelik hiçbir masraftan da kaçınmamıştık.
Gençlerse Alberto'yu ilgiyle dinlemeye devam ediyorlardı. Zaten her zaman gençlerdir yeni
fikirlere açık olan. Sarı, kıvırcık saçlı, gözlüklü bir oğlan:
- Biz devam etmenizi istiyoruz bayım, dedi.
- Sağolun ama söyleyecek pek fazla şey yok aslında. İnsan bir başkasının bilincinde
yaşadığını, yalnızca bir hayal ürünü olduğunu anlamışsa yapacak tek şeyi vardır: susmak.
Ancak yine de siz gençlere felsefe tarihi üzerine bir kurs almanızı hararetle öneririm. Böylece
içinde yaşadığınız dünyayı eleştirel bir tutum içinde algılayabil-me şansınız olur. Bu, sizden
önceki kuşakların değerlerine karşı eleştirel olabilmeyi de içerir. Sof i'ye öğretmeye çalıştığım
en önemli şey de buydu. Hegel'e göre eleştirel olmak olumsuz olmakla aynı
şeydi.
Ekonomi danışmanı hâlâ ayaktaydı. Parmaklarını sinirli sinirli
oynatıyordu masanın üzerinde:
- Bu kışkırtıcı, okulun, kilisenin ve bizlerin çocuklarımız üzerinde kurmaya çalıştığı tüm
sağlıklı değerleri yok etmeye çalışıyor. Oy-
542
BAHÇE PARTİSİ
sa gelecek çocuklarımızındır. Bir gün gelip bizim mallarımıza onlar sahip olacaklar. Bu adam
bu partiden derhal ayrılmadığı takdirde aile avukatımızı arayacağım. O ne yapacağını bilir.
- Ne yaparsanız yapın, hiçbir önemi yok. Çünkü siz de bir hayal ürünü olmaktan öte bir şey
değilsiniz. Ayrıca Sofi ile ben zaten birazdan buradan ayrılacağız. Çünkü felsefe kursu
yalnızca kuramsal değil, aynı zamanda somut olarak işimize yarayacak bir projeydi. Zamanı
gelince ortadan yokolacağız. Bu şekilde Binbaşının bilincinden de kaybolacağız.
Helene Amundsen Sofi'.yi kolundan tutup:
- Beni bırakmayı düşünmüyorsun, değil mi Sofi? diye sordu. Sofi annesine sarılıp Alberto'ya:
- Annem çok üzülecek... dedi.
- Hayır, hayır! Tüm öğrendiklerini hatırlasana. Annen, Kırmızı Başlıklı Kız'm büyükannesine
götürdüğü sepet dolusu yiyecek kadar tatlı ve iyi bir kadın. Ve olsa olsa biraz önce kutlama
numaraları yapmak için benzine ihtiyacı olan uçak kadar üzgün olabilir bu durumdan.
- Sanırım ne demek istediğini anlıyorum, dedi Sofi ve annesine döndü:
- Alberto'nun dediği gibi yapmalıyım anne. Hem zaten bir gün gelip evden ayrılacaktım nasıl
olsa.
- Seni özleyeceğim, dedi annesi. - Ama bu gökyüzünden öte bir gökyüzü varsa uç
uçabildiğince! Govinda'ya iyi bakacağıma söz veriyorum. Günde bir tane mi yoksa iki salata
yaprağı mı veriliyordu sahi?
Alberto elini Sofi'nin annesinin omzuna koydu.
- Bizi ne siz ne de başkası özleyecek. Nedeni de çok basit. Çünkü aslında sizler yoksunuz.
Böyle olunca da bizi özleyebilmeniz mümkün olamaz.
- Bu şimdiye dek bana yapılmış en büyük hakaret! diye parladı Bayan İngebrigtsen.
543
SOFİ'NÎN DÜNYASI
Ekonomi danışmanı başını salladı:
- En azından hakaret suçundan içeri attırabiliriz bunu. Bence bu adam aynı zamanda bir
komünist. Elimizde ne varsa almak istiyor. Alçak!.. Düzenbaz!..
Alberto da ekonomi danışmanı da yerlerine oturdular. Ekonomi danışmanının yüzü hiddetten
kıpkırmızı olmuştu. Bu arada Jorün'le Jörgen de gelip oturdular. Üstleri başları kırışmış ve
tozlanmıştı. Jorün'ün sarı saçları toz toprak içindeydi.
- Anne, bir çocuğum olacak! dedi Jorün.
- Olabilir, ama eve gidene dek beklesen iyi olur. Ekonomi danışmanı karısını destekledi:
- Beklesin ya! Bu akşam vaftiz filan yapmaya kalkarsa kendisi halleder!
Alberto ciddi bakışlarla Sof i'ye baktı ve:
- Zamanı geldil dedi.
- Gitmeden kahveleri olsun servis yapamaz mısın? diye sordu Sofi'nin annesi.
- Tabii anne, hemen.
Sofi masada duran termosu alıp mutfağa gitti. Kahve makinesinde kahvenin süzülmesini
beklerken kuşlara ve balıklara yemeklerini verdi. Banyoya gidip Govinda'nın önüne bir salata
yaprağı bıraktı. Kedisi ortalıkta yoktu. Yine de koca bir konserve kutusu kedi maması açıp
derin bir kaba koydu. Gözlerinin dolmaya başladığını hissediyordu.
Bahçeye döndüğünde ortalığın bir 15. yaşgünü partisinden çok bir ilkokul bahçesini
andırdığını gördü. Gazoz şişelerinin çoğu masanın üzerinde devrilmiş, masa örtüsünün
üzerine çikolatalı pasta bulaşmış, üzümlü çöreklerin olduğu kap yere yuvarlanmıştı. Tam Sofi
geldiği sırada, çocuklardan birinin yaş pastanın içine koyduğu havai fişek gürültüyle patladı
ve pasta parçaları havalarda uçuşup masanın ve misafirlerin üzerine kondu. Olan en çok da
Bayan İngeb-rigtsen'in kırmızı pantolonuna oldu.
544
BAHÇE PARTİSİ
İşin en ilginç yanı hiç kimsenin olan bitene aldırmamasıydı. Jorün önce elindeki kocaman
çikolatalı pasta dilimini Jörgen'in yüzüne sürmüş, hemen ardından da yüzünü yalamaya
başlamıştı.
Sofi'nin annesiyle Alberto diğerlerinden biraz uzakta salıncağa oturmuşlardı. Sofi'ye el
salladılar.
- Demek sonunda Alberto ile başbaşa kalıp konuşabildiniz anne, dedi Sofi.
• Çok haklıymışsın, dedi annesi. - Alberto harika bir insan. Seni onun koruyucu kollarına
bırakıyorum.
Sofi ikisinin arasına oturdu.
Çocuklardan ikisi çatıya çıkmayı başarmışlardı. Kızlardan biri ortalıkta dolaşıp elindeki saç
tokasıyla balonları patlatıyordu. Bu arada mopediyle davetsiz bir misafir de gelmişti.
Mopedinin arkasında koca bir kasa birayla bir viski şişesi vardı. Bir takım heveslilerin
yardımıyla kasa bahçeye getirildi.
Bu arada ekonomi danışmanı ayağa kalkıp ellerini çırptı ve:
- Oyun oynamaya ne dersiniz, çocuklar? diye sordu.
Bira şişelerinden birini aldı, içindekini boşalttı ve boş şişeyi yere, çimenlerin ortasına koydu.
Sonra masaya gidip pastanın en altındaki beş halkayı aldı ve çocuklara halkaların şişeye nasıl
geçirileceğini gösterdi.
- Son çırpınışlar, dedi Alberto. - Binbaşı son noktasını koymadan ve Hilde dosyasını
kapatmadan, hemen şimdi buradan kurtulmalıyız.
- Tüm bunları yalnız başına toplamak zorunda kalacaksın anneciğim, dedi Sofi.
- Hiç önemli değil yavrum. Hem bu sana göre bir hayat değil zaten. Alberto sana daha iyi bir
hayat verebilirse, bu beni her şeyden Çok mutlu edecektir. Sahi, beyaz bir atı mı var demiştin?
Sofi bahçeye bir baktı. Tanınmayacak hale gelmişti gerçekten. Çimenlerin üstü şişeler, tavuk
kemikleri, çörek ve balonlarla doluydu.
545
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Bir zamanlar burası benim küçük cennetimdi, dedi Sofi.
- Ve şimdi cennetten ayrılma zamanı geldi, diye yanıtladı Alberto.
Çocuklardan biri beyaz Mercedes'e oturmuştu. Bir anda gaza basmasıyla arabanın bahçe
kapısını yere yıkarak son sürat bahçeye girmesi bir oldu.
Sofi kuvvetle kolundan Geçit'e doğru çekildiğini hissetti. Ve Alberto'nun sesini duydu:
- Şimdi!
O anda beyaz Mercedes bir elma ağacına çarparak durdu. Ağaçtaki ham elmalar sapır sapır
yerlere döküldüler.
- Bu kadarı da çok fazla! diye bağırdı ekonomi danışmanı. - Hemen zararımın karşılanmasını
talep ediyorum.
Bu kez de karısı onu destekliyordu:
- Hepsi bu ahlaksız adam yüzünden! Nerede o?
- Sanki yer yarılıp yerin dibine girdiler, derken Helene Amund-sen'in sesi oldukça gururlu
çıkıyordu.
Ayağa kalktı, üstü darmadağın olmuş uzun masaya gidip felsefi bahçe partisinden arta
kalanları toparlamaya başladı ve:
- Bir kahve daha isteyen var mı? diye sordu.
546
KONTRPUAN
... aynı anda ses veren birden çok ezgi...
Hilde yatağında doğruldu. Sofi ile Alberto'nun öyküsü burda bitiyordu. İyi de neler olmuştu
sahiden?
Babası neden bu son bölümü yazmıştı? Yalnızca Sofi'nin dünyasındaki gücünü göstermek için
mi?
Düşünceli düşünceli banyoya gidip giyindi. Kahvaltısını çabucak ettikten sonra bahçeye çıkıp
salıncağa oturdu.
Tüm partideki tek mantıklı şeyin Alberto'nun konuşması olduğu konusunda Alberto'ya
katılıyordu. Babası Hilde'nin dünyasının da Sofi'nin bahçe partisi kadar karmakarışık
olduğunu mu söylemek istiyordu yoksa? Yoksa onun da dünyası sonunda darmadağın mı
olacaktı?
Ya Sofi ile Alberto? Onların gizli planlarına ne olmuştu? Bundan gerisini Hilde mi yazacaktı?
Yoksa onlar öyküden kurtulmayı sonunda başarmışlar mıydı? Ya şimdi neredeydiler?
Birden bir şeyi anladı: Sofi ile Alberto öyküden kurtulmayı başarmışlarsa onlara ne olduğunu
bu dosyada bulamayacağı gün gibi ortadaydı. Çünkü burada yazılı olan her şey babasının çok
iyi bilerek öyküsüne koyduğu şeylerdi.
Acaba her şey satır aralarında mı gizliydi? Bir ara bundan sözediliyordu kitapta. Burada,
salıncakta oturmuş dururken Hilde kitabı bir iki kez daha okuması gerektiğini anladı.
Beyaz Mercedes'in bahçeye daldığı an Alberto Sofi'yi kolundan kapıp Geçit'e sürükledi.
Buradan ormana dalıp Binbaşının Evi'ne
547
SOFİ'NÎN DÜNYASI
koştular.
- Daha hızlı! diye bağırdı Alberto. - Binbaşı bizi aramayı akıl etmeden önce olmalı her şey.
- Artık Binbaşının görüş açısının dışında mıyız? -Hayır, ama tam sınırdayız.
Gölü kayıkla geçip Binbaşının Evi'ne geldiler. Alberto bodruma giden merdivenlerin kapısını
açtı. Sofi'yi merdivenlere doğru İteledi ve sonra her şey kapkaranlık oldu.
Bunu izleyen günlerde Hilde kendi planı üzerinde çalıştı. Kopenhag'daki Anne Kvamsdal'a
birkaç mektup daha yazdı, birkaç kez de telefon etti. Lillesand'daki arkadaşlarından da yardım
istedi. Neredeyse sınıfının yansı planına katılmış bulunuyordu.
Ara sıra "Sofi'nin Dünyasından bölümler okudu. Bu, bir kere okumakla bitirilecek bir öykü
değildi. Okudukça Sofi ile Alberto'nun bahçe partisinden yokolduktan sonra başlarına neler
gelmiş olabileceğine dair yeni fikirler geliyordu aklına.
23 Haziran Cumartesi günü dokuz sıralarında uyandı. Babası Lübnan'daki kamplarından
ayrılmış olmalıydı. Artık beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Babasının bu son günü
dakikası dakikasına planlanmıştı.
Öğlene dek annesiyle birlikte ertesi güne hazırlık yaptılar. Hilde, Sofiyle annesinin bu güne
nasıl hazırlık yaptıklarını düşünmeden edemiyordu. Ama onlar bunu yapmış bitirmişti, değil
mi? Yoksa bu işlerle onlar da şu anda mı uğraşıyorlardı?
Sofi ile Alberto, cephesi kötü görünüşlü havalandırma borularıyla kaplı iki büyük binanın
önündeki çimenlerde oturuyorlardı. Binalardan birinden elinde kahverengi çanta tutan bir
oğlanla, kırmızı askılı çanta taşıyan bir kız çıktılar. Arkadaki küçük yoldan bir
548
KONTRPUAN
araba geçti.
- Neler oldu? diye sordu Sofi.
- Başardık!
- Şimdi neredeyiz peki?
- Burasının adı Binbaşının Evi.
- Binbaşının Evi mi? Ama...
- Oslo'da bir semt burası.
- Emin misin?
- Kesinlikle. Bu binanın adı "Chateau Neuf" ve "yeni saray" anlamına geliyor. Burada müzik
öğretimi yapılıyor. Öteki bina da "İlahiyat Fakültesi". Burada da din eğitimi veriliyor. Daha
arkadaki şu yüksek binalarda da doğal bilimler, edebiyat ve felsefe öğretimi yapılılıyor.
- Şimdi biz Hilde'nin kitabının ve Binbaşının denetiminin tamamen dışında mıyız?
- Evet. Bizi burada asla bulamaz.
- Peki ormanda koşarken neredeydik?
- Binbaşı ekonomi danışmanının arabasını elma ağacına çarptırırken biz Geçit'e saklandık. O
sırada henüz embriyo aşama-sındaydık. Hem yeni hem de eski dünyaya aittik. Binbaşı bizim o
sırada oraya saklanacağımızı asla akıl edemezdi.
- Neden?
- Akıl edebilseydi bizi o kadar rahat bırakmazdı. Her şey bir rüya gibi olup bitti. Ya da belki
de o da oyunun içersindeydi.
- Ne demek istiyorsun?
- Beyaz Mercedes'i çalıştıran oydu. Belki de olup bitenlerden öyle yorgun düşmüştü ki bizi
gözden kaybetmek için aslında kendisi çabaladı...
Oğlanla kız şimdi iyice yanlarına gelmişti. Sofi, orada kendinden oldukça yaşlı bir adamla
oturmaktan biraz utanmıştı. Ayrıca Alberto'nu söylediklerini bir şekilde doğrulamak istiyordu.
Ayağa kalkıp onlara koştu ve:
549
SOFl'NÎN DÜNYASI
- Affedersiniz. Bu semtin adı ne acaba? dedi.
Onlarsa onu ne görmüş ne de söylediklerini duymuş gibi davrandılar.
Sofi kızıp tekrar arkalarından koştu ve:
- Bir soruya cevap vermek o kadar güç bir şey olmasa gerek! dedi.
Genç adam kıza hararetle bir şeyler anlatmakla meşguldü:
- Kontrpuantik kompozisyonlarda iki boyut vardır: yatay ya da ezgisel, ve düşey ya da
armonik. Burada birden çok ezginin aynı anda ses vermesi söz konusudur...
- Sözünüzü kestiğim için özür dilerim ama...
- Bu ezgiler bir arada çıkardıkları sesten bağımsız olarak birbirlerini en iyi tamamlayacak
biçimde bir araya getirilirler. Tabii burada uyum da çok önemlidir. İşte buna kontrpuan
diyoruz. Bu sözcük aslında "notaya karşılık nota" anlamına gelmektedir.
Olacak iş değildi! Ne sağır ne de kördüler oysa. Üçüncü kez deneyip tam karşılarına dikildi.
Ama onu kenara itip geçtiler.
- Rüzgar çıktı galiba, dedi kız. Sofi Alberto'ya dönüp:
- Beni duymuyorlar! dedi ve bunu der demez Hilde ve kolyesini gördüğü rüyasını hatırladı.
- Evet, dedi Alberto. - Bu da bizim ödememiz gereken bedel. Bir kitaptan kurtulmuş olan
bizler kitabın yazarıyla tamamen aynı konumda olmayı bekleyemeyiz. Ama işte buradayız.
Ve şu andan sonra felsefi bahçe partisinde olduğumuzdan bir gün daha yaşlanmayacağız.
- Çevremizdeki insanlarla hiçbir zaman ilişki kuramayacak mıyız yani?
- Gerçek bir filozof hiçbir zaman "hiçbir zaman" demez. Saatin var mı?
- Saat sekiz.
550
KONTRPUAN
- Evet, bu Kaptan Virajı'ndan ayrıldığımız saat.
- Hilde'nin babası Lübnan'dan bugün dönüyor.
- Evet, bu yüzden acele etmemiz gerek.
- Ne demek istiyorsun?
- Binbaşının Bjerkely'e gelişini görmek istemiyor musun?
- Tabii, ama...
- Hadi gel öyleyse!
Şehir merkezine doğru yürümeye başladılar. İnsanlarla karşılaştılar, ama herkes onlara hava
cıva muamelesi yapıyordu.
Yolun kenarında arabalar parketmişti. Alberto birden üstü açık kırmızı bir arabanın yanında
durup:
- Sanırım bunu kullanabiliriz, dedi. Ama önce bunun bizim arabamız olduğundan emin
olmamız gerek.
- Hiçbir şey anlamıyorum.
- Anlatayım: Herhangi bir insana ait bir arabayı alamayız, değil mi? Üstelik sence şöförsüz bir
araba gördüklerinde ne der insanlar? Zaten bizim de böyle bir arabayı sürebileceğimizi hiç
sanmam.
- Bu spor arabanın özelliği ne peki?
- Bu arabayı eski bir filmde gördüm sanıyorum.
- Kusura bakma ama bu esrarengiz laflardan hiçbir şey anlamıyorum.
- Bu, hayal ürünü bir araba Sofi. Tıpkı bizim gibi. Diğer insanlarsa bu arabanın yerinde
yalnızca bir boşluk görüyorlar. Ama işte öncelikle bundan emin olmalıyız.
Durup beklediler. Bir süre sonra kaldırımdan bisikletle bir oğlan gelip arabanın olduğu yerden
yola indi ve yoluna devam etti.
- Gördün mü? İşte bu bizim arabamız! Alberto sağ kapıyı açtı ve:
- Buyurunuz! diyerek Sofi'yi arabaya davet etti.
Kendisi de direksiyona oturdu. Kontak anahtarını döndürdü ve araba çalışmaya başladı.
551
SOFİNİN DÜNYASI
Önce Kilise Caddesi'nden geçip sonra Drammen Yolu'na çık-tılar. Lysaker ve Sandvika'dan
geçtiler. Özellikle Drammen'den sonra 24 Haziran vesilesiyle yakılmış pek çok ateş gördüler.
- Yazın tam ortası, Sofi. Ne harika, değil mi?
- Arabada da ne güzel esiyor. Bizi şimdi kimse göremiyor mu gerçekten?
- Yalnızca bizim gibi olanlar görebiliyor. Belki bunlardan bazı-sıyla karşılaşırız, kim bilir?
Saat kaç?
- Sekiz buçuk.
- Öyleyse biraz hızlanmamız gerekiyor. Şu koca kamyonun arkasından kurtulmalıyız en
azından.
Böyle deyip koca bir mısır tarlasına daldılar. Sofi arkasına dönüp baktığında üzerinden
geçtikleri mısırların yana yatmış olduğunu gördü. Alberto:
- Yarın baktıklarında, "dün kuvvetli bir rüzgar esmiş olmalı" diyecekler... dedi.
Binbaşı Albert Knag, 23 Haziran günü saat dört buçukta Kastrup Havalimanı'na indi. Çok
uzun bir gün olmuştu bu. Yolun son kısmım Roma'dan uçakla gelmişti.
Pasaport kontrolünü, üzerinde taşımaktan hep gurur duyduğu BM üniforması içinde geçti. Bu
haliyle yalnızca kendini ya da yalnızca kendi ülkesini değil, uluslararası bir düzeni, tüm
dünyayı kapsayan yüz yıllık bir geleneği temsil ediyordu.
Yalnızca küçük bir çanta taşıyordu omuzunda. Bagajlarının geri kalanını Roma'da uçağa
teslim etmişti. Kırmızı pasaportunu şöyle bir sallaması yetmişti.
"Nothing to declare" yazılı kapıdan geçti.
Kristiansand'a giden uçağın kalkmasına daha üç saat vardı. Önce havaalanındaki
dükkânlardan ailesine birkaç küçük hediye aldı. Hilde'ye hayatının asıl en büyük hediye-
552
KONTRPUAN
sini iki hafta kadar önce göndermişti. Marit bu hediyeyi sabah uyanınca bulsun diye Hilde'nin
başucundaki masaya koyacaktı. Hilde'yle yaşgünündeki o geç telefon konuşmasından bu yana
bir daha konuşmamıştı.
Albert Norveççe birkaç gazete alıp bara oturdu ve bir kahve ısmarladı. Ancak gazetenin
başlıklarına bakmıştı ki hoparlörden gelen sesi duydu:
"Dikkat, dikkat! Sayın Albert Knag. Sayın Albert Knag. Lütfen SAS enformasyon gişesine
geliniz."
Bu da neydi ki? Sırtından aşağı soğuk terler indiğini hissetti. Tekrar Lübnan'da göreve mi
çağırılıyordu acaba? Yoksa evde bir terslik mi vardı?
Hemen enformasyon gişesine koştu:
- Ben Albert Knag.
- Buyrun. Size acele bir haber var.
Albert Knag kendisine uzatılan zarfı hemen açtı. Zarfın içinde yine bir zarf vardı. Üzerinde:
"Binbaşı Albert Knag, Kastrup Havalimanı SAS enformasyon gişesi eliyle, Kopenhag."
yazıyordu.
Heyecanlanmış bir halde küçük zarfı da açtı. İçinde küçük bir kâğıt vardı:
Sevgili babacığım. Lübnan'dan hoşgeldin. Gördüğün gibi eve gelmeni dahi bekleyemiyorum.
Sana hoparlörden seslenmek zorunda kaldığım için özür dilerim. En kolayı buydu. NOT. Ne
yazık ki ekonomi danışmanı in-gebrigtsen çalınmış bir Mercedes için tazminat davası açmış
bulunuyor. NOT. NOT. Geldiğinde beni muhtemelen bahçede oturuyor bulacaksın. Ama belki
bundan önce de yine haberleşebiliriz. NOT. NOT. NOT. Bahçede uzun süre kalmak artık beni
korkutuyor. Bu tip yerlerde yer yarılıp yerin dibine geçmek çok kolay çünkü. Sev-
553
SOFİ'NIN DÜNYASI
giler... Gelişini planlamak için bir sürü vakti olmuş olan Hilde.
Binbaşı Albert Knag önce bir gülümsedi. Ama sonra bu şekilde yönetilmekten rahatsızlık
duydu. O her zaman kendi varoluşunu kendi denetleyebilen bir kişi olmuştu. Lillesand'da-ki
küçücük kızı tutmuş onun Kastrup Havalimanı'ndaki hareketlerini denetliyordu ha! Peki nasıl
yapabiliyordu bunu?
Zarfı iç ceplerinden birine koyup havaalanındaki iki yanı dükkanlı koridorlarda yürümeye
koyuldu. Danimarka yiyecekleri satan bir dükkâna girmek üzereydi ki dükkânın camına
yapıştırılmış bir başka zarf gördü. Zarfın üzerinde kalın ispirtolu kalemle BİNBAŞI KNAG
diye yazılıydı. Albert zarfı alıp açtı:
Kastrup Havalimanı'ndaki Danimarka Dükkânı eliyle Binbaşı Albert Knag'a mesaj. Sevgili
babacığım. Lütfen benim için büyük, tercihan iki kiloluk bir Danimarka salamı alır mısın?
Annemin de konyak sosisi hoşuna gider sanırım. NOT. Limfjord havyarına da hayır demem
doğrusu. Sevgiler... Hilde.
Albert etrafına bakındı. Hilde buralarda olmasındı sakın? Marit babasını karşılaması için onu
buraya yollamış olabilir miydi? Çünkü bu Hilde'nin el yazısıydı...
Birleşmiş Milletler gözlemcisi bir anda gözlenildiği duygusuna kapıldı. Sanki birisi tüm
yaptıklarım uzaktan denetliyordu. Kendini küçük bir çocuğun elindeki oyuncak bir bebek gibi
hissediyordu.
Dükkâna girip iki kiloluk bir salam, bir konyak sosisi ve üç kutu Limfjord havyan aldı. Sonra
yürümeye devam etti. Hilde'ye bir de doğru dürüst bir yaşgünü hediyesi vermek
554
KONTRPUAN
istiyordu. Bir hesap makinası mı alsaydı acaba? Yoksa küçük bir seyahat radyosu mu? Evet,
evet. Radyo çok iyi fikirdi.
Elektrikli aletler satan dükkâna geldiğinde burada da cama bir zarf yapıştırılmış olduğunu
gördü. Zarfın üzerinde "Kastrup Havalimanı'ndaki en ilginç dükkân eliyle Binbaşı Albert
Knag" diye yazıyordu. Zarfın içindeki beyaz kâğıtta şunlar yazılıydı:
Sevgili babacığım. Soft babasından aldığı o cömert yaşgünü hediyesi, FM radyolu mini
televizyon için sana teşekkür etmemi istedi. Çok harika bir şeydi ama öte yandan bu yalnızca
bir ayrıntıydı. Ancak belirtmeliyim ki ayrıntılara ben de Sofi kadar düşkünüm. NOT. Henüz
gitmemiş olabilirsin diye söylüyorum; yiyecek şeyler satan dükkânda ve içkiyle sigara satan
dükkânda da notlar bulacaksın. NOT. NOT. Yaşgünümde gelen paralar 350 kronu buldu.
Mini televizyonun bir kısmını da ben bu paralarla karşılayabilirim. Sevgiler... Çoktan hindiyi
doldurup Waldorf salatasını hazırlamış olan Hilde.
Mini televizyonun fiyatı 985 Danimarka kronuydu. Kızının direktifleriyle oradan oraya
yöneltilen Albert Knag'ın duygularıyla karşılaştırıldığında bu gerçekten yalnızca bir
ayrıntıydı. Kızı burda mıydı, değil miydi?
O andan sonra gittiği her yere dikkatle bakmaya başladı. Kendini aynı anda hem bir casus
hem de bir kukla gibi hissediyordu. İnsani özgürlüğü elinden mi alınıyordu yoksa?
İçki ve sigara satılan duty-free dükkâna da gitmesi gerekiyordu artık. Burada da ismi yazılı
olan bir zarf vardı. Tüm havalimanı kendisinin imleç olduğu bir bilgisayar oyunuydu sanki.
Kâğıtta şunlar yazılıydı:
555
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Kastrup'daki büyük duty-free dükkânı eliyle Bibaşı Knag. Benim buradan tüm istediğim, bir
paket sakızlı şeker ve birkaç kutu Anthon Berg badem ezmeli çikolata. Unutma ki bunlar
Norveç'te çok daha pahalı! Hatırlayabildiğim kadarıyla annem de Campari sever. NOT. Eve
gelene dek tüm antenlerin açık durmalı. Bu önemli mesajları kaçırmak istemezsin, değil mi?
Sevgiler... Senden çok şey öğrenmiş kızın Hilde.
Albert pes etmiş bir tavırla içini çekti ve dükkândan kendisine ısmarlananları aldı. Elinde üç
torba ve omzunda çantasıyla uçağın kalkacağı 28 numaralı çıkış kapısına yöneldi. Başka
mesaj da varsın olsundu. Bunların hepsini arayacak hali
yoktu ya!
Ama 28 numaralı kapının hemen yanındaki bir sütunda da beyaz bir zarf asılıydı: "Binbaşı
Knag. Kastrup Havalimanı, kapı 28". Bu da Hilde'nin yazısıydı ama sanki kapı numarasını bir
başkası yazmıştı. Yine de bunu kesin olarak söylemek olanaksızdı, çünkü ne de olsa
insanların yazısını sayılardan tanımak pek kolay değildi.
Arkası geniş bir duvara sabitlenmiş olan koltuklardan birine oturdu. Torbalar hâlâ elindeydi.
Sağa sola kuşkuyla bakan bu haliyle gururlu bir binbaşıdan çok ilk kez tek başına yolculuğa
çıkmış küçük bir çocuğu andırıyordu. Hilde buradaysa kendisini önce onun görmesi zevkini
tattırmak istemiyordu ona.
Yolcuları kuşkuyla bir bir izlemeye başladı. Kendisini devletin emniyetine göz dikmiş bir
vatan haini gibi hissediyordu. Yolcuları içeri almaya başladıkları an derin bir nefes aldı.
Uçağa son binen de o oldu.
Biniş kartını vereceği sırada, giriş gişesine yapıştırılmış bir zarf daha buldu.
556
KONTRPUAN
Sofi ile Aiberto Brevik köprüsünü ve Kragerö girişini arkalarında bırakmışlardı.
- 180'le gidiyorsun, dedi Sofi.
- Saat 9'a geliyor. Binbaşının Kjevik Havalimam'na inmesine bir şey kalmadı. Hem nasılsa
bizi aşırı süratten filan durduramazlar.
- Ya çarpışacak olursak?
- Sıradan bir arabayla çarpışırsak hiçbir şey olmaz. Ama bizimki gibi bir arabayla çarpışma
konuşunda...
- Evet?
- İşte o zaman dikkatli olmamız gerek. Biraz önce Uçan Oto-mobil'i geçtiğimizi gördün mü?
- Hayır.
- Vestfold'da bir yerde park etmiş duruyordu.
- Şu önümüzdeki turist otobüsünü geçmek pek kolay olmayacak. Üstelik sağımız solumuz da
orman.
- Hiç sorun değil Sofi. Artık bunu senin de bilmen gerek. Böyle dedikten sonra arabayla
ormana dalıp sık ağaçların
arasından sürmeye devam ettiler. Sofi derin bir nefes aldı.
- Beni korkuttun.
- Korkma, biz çelik bir duvarın içinden bile geçebiliriz.
„ - Yani biz çevremizdeki şeylerle karşılaştırıldığında içi boş ruhlardan başka bir şey değiliz,
öyle mi?
- Hayır, hayır. Her şeyi ters yüz etmiş oluyorsun böyle diyerek. Asıl çevremizdeki her şey
bizim için içi boş bir masaldan ibaret.
- Bununla ne demek istediğini biraz açman gerek.
- Öyleyse iyi dinle. Ruhun su buharından bile daha "boş" bir şey olduğuna inanılır. Oysa
gerçek bunun tam tersidir. Ruh, buzdan bile antta yoğundur
557
SOFfNÎN DÜNYASI
- Bunu hiç düşünmemiştim.
- O halde sana bir öykü anlatayım. Bir zamanlar meleklere inanmayan bir adam varmış. Bir
gün ormanda ağaç keserken yanına bir melek gelivermiş.
- Sonra?
- Bir süre beraber yürümüşler. Sonunda adam meleğe dönüp: "Pekâlâ. Meleklerin
varolduğunu kabul ediyorum. Ama siz bizim gibi gerçek değilsiniz," der. Melek, "Bununla ne
demek istiyorsun?" diye sorar. Adam cevap verir: "Biraz önce bir kayaya geldiğimizde ben
kayanın yanından dolaşmak zorunda kaldım. Sense kayanın içinden geçtin, gittin. Yolu
kütükler kapatmıştı. Ben kütüklerin üzerinden tırmanıp aşmak zorunda kaldım. Sense kütük
yığınının içinden geçip gittin." Melek bu cevaba şaşırır ve: "Nasıl böyle dersin?" der. "Demin
bir bataklıktan geçerken ikimiz de sisin içinden yürüyüp geçtik. Çünkü her ikimiz de sisten
daha yoğunuz."
- Gerçekten de öyle...
- İşte biz de böyleyiz Sofi. Ruhlar çelik kapılardan geçebilirler. Ruhtan oluşan bir şeyi ne
tanklar ne de bombardıman uçakları tahrip edebilir.
- Bu çok ilginç bir düşünce.
- Birazdan Risör'e geleceğiz ve Binbaşının Evi'nden yola çıkalı daha bir saat bile olmadı!
Ama canım da çok fena kahve çekiyor.
Söndeled'den hemen önce Fiane'ye geldiklerinde yolun sol kenarında bir kafeterya gördüler.
Adı "Sinderella" idi. Alberto buraya sapıp arabayı yeşilliklere park etti.
Kafeteryada Sofi içeceklerin durduğu dolabın kapısını açmak istedi ama kapı sanki yerine
mıhlanmış gibi kıpırdamıyordu. Alberto da ilerde, arabada bulduğu bir kâğıt bardağa kahve
doldurmaya çalışıyordu. Tek yapacağı şey kahve makinesinin düğmesine basmaktı ama tüm
gücünü kullanmakla beraber bunu başa-
558
KONTRPUAN
ramıyordu.
Yardım isteyen gözlerle kafeteryadaki müşterilere baktı. Kimse aldırış etmeyince öyle yüksek
bir sesle bağırdı ki Sofi kulaklarını tıkamak zorunda kaldı:
- Kahve istiyorum!
Hemen ardından da ne olduğunu anjayıp bir kahkaha patlattı:
- Bizi duyamıyorlar ki! Onların kafeteryalarında bir şey yiyip içmemiz olanaksız.
Tam dışarı çıkmaya hazırlanıyorlardı ki yaşlı bir kadının yerinden kalkıp kendilerine doğr.u
geldiğini gördüler. Kadının üzerinde kıpkımızı bir etek, buz mavisi bir hırka ve beyaz bir
başörtüsü vardı. Kadının üzerindeki renkler de, hatları da kafeteryadaki diğer kişilerden çok
daha parlaktı.
Alberto'ya gelip:
- O ne biçim bağırış öyle oğjum?
- Özür dilerim efendim.
- Kahve istediğini söylemiştin, değil mi?
- Evet ama...
- Şurada bizim de küçük bir yerimiz var.
Kadının ardından kafeteryadan çıkıp arkadaki bir patikaya girdiler. Yürürlerken:
- Buralarda yenisiniz galiba? diye sordu kadın.
- Doğrusunu söylemek gerekirse öyle, dedi Alberto.
- Öyleyse sonsuzluğa hoşgeldiniz çocuklar!
- Ya siz?
- Ben Grimm kardeşlerin masallarından birindenim. İki yüz yıl oluyor aşağı yukarı. Ya siz
neredensiniz?
- Biz bir felsefe kitabındanız. Ben felsefe öğretmeniyim, Sofi de benim öğrencim.
- Kih kih. İşte bu yeni bir şey.
Çok geçmeden ağaçların arasında bir meydana çıktılar. Etrafta hoş, kahverengi kulübeler
vardı. Kulübelerin arasındaki bir
•559
SOFI'NİN DÜNYASI
bahçede kocaman bir ateş yakılmıştı ve ateşin etrafı pek çok renkli kişilikle doluydu. Sofi
bunlardan çoğunu bir bakışta tanıdı: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Keloğlan, Sherlock
Holmes, Pe-ter Pan ve Pippi Uzunçorap... Kırmızı Başlıklı Kız'la Kül Kedisi de oradaydı.
Ateşin etrafında adı olmayan ama tanıdık pek çok başka karakter de vardı: cüceler, cinler,
devler, cadılar, melekler ve küçük şeytanlar... Sofi'nin gözüne gerçek bir Tirol de ilişti.
- Ne tantana! diye yorumda bulundu Alberto.
- Bugün 24 Haziran da ondan. Valborg Gecesinden bu yana böyle bir araya gelmemiştik. O
zaman da Almanya'daydık. Bense şu an yalnızca ziyaret amacıyla burdayım. Kahve mi
demiştiniz?
- Evet, lütfen.
Sofi ancak o zaman evlerin zencefilli çörekler ve şekerden yapılma olduğunu farketti.
Etraftakiler evlere yaklaşıp istedikleri parçaları yiyorlardı. Fırıncı bir kadın da onların
arkasından evleri tekrar tamir ediyordu. Sofi de bir evden bir parça aldı. Bu şimdiye dek
yediği en tatlı, en güzel şeydi.
Bu arada kadın elinde kahveyle geldi.
- Çok teşekkürler, dedi Alberto.
- Misafirlerimiz bunu nasıl ödeyecekler bakalım?
- Ödemek mi?
- Burada borcumuzu para yerine bir öykü anlatarak öderiz/Sizinki sadece bir kahve olduğu
için kısacık bir öykü anlatsanız da olur.
- Size insanlığın o inanılmaz öyküsünü anlatmak isterdik, dedi Alberto. - Ama ne yazık ki çok
acelemiz var. Borcumuzu bir başka zaman gelip ödeyebilir miyiz?
- Elbette. Ama neden çok aceleniz var?
Alberto kısaca nereye yetişmeye çalıştıklarını anlattı. Kadın dinledikten sonra:
• Evet, gerçekten de buralarda yeni olduğunuz anlaşılıyor. Size tavsiyem bir an önce etten
kemikten olan bu dünyayla ilişkiyi
560
KONTRPUAN
kesmenizdir. Bizler artık buna bağımlı değiliz. Biz "görünmeyen insanlar" grubuna dahiliz.
Biraz sonra Alberto ile Sofi "Sinderella" kafeteryasına geri dönmüşler ve tekrar kırmızı spor
arabaya binmişlerdi. Arabanın hemen yanıbaşında bir anne çocuğunu işetiyordu.
Kestirmeden, taşlar kayalar üzerinden geçerek çok geçmeden Lillesand'a vardılar.
Kopenhag'dan kalkan SK 876 uçuş numaralı uçak 21.35'de Kjevik Havalimanı'na indi..Uçak
Kopenhag'dan kalkmaya hazırlanırken Binbaşı giriş gişesinde bulduğu zarfı açmış,
içindekileri okumaya başlamıştı:
24 Haziran 1990, Kastrup'da uçuş kartını gişeye vermekte olan Binbaşı Knag'a,.
Sevgili babacığım. Beni Kopenhag'da göreceğini sanmış olabilirsin. Oysa benim senin
hareketlerin üzerindeki denetimim bundan çok daha derinlere uzanıyor. Seni nerede olursan
ol, görebilirim ben. Çünkü ben yıllar, yıllar önce büyük büyükanneme sihirli bir ayna satmış
olan çingene ailesini buldum. Onlardan bir de kristal bir küre aldım. Ve işte örneğin şu an
uçakta yerine oturmuş olduğunu görebiliyorum. Unutma ki "fasten seat-belt" yazısı sönene
dek kemerlerin bağlı ve koltuğunun arkası dik bir şekilde oturmalısın. Uçak havalandıktan
sonra koltuğunu arkaya yatırıp şöyle bir güzel dinlenmelisin. Eve geldiğinde iyice dinlenmiş
olmanda yarar var. Lillesand'da hava oldukça güzel olmakla beraber, sanırım sıcaklık
Lübnan'dakinin oldukça altındadır. İyi yolculuklar! Sevgiler... Büyücüler büyücüsü, Aynalar
Kraliçesi ve en büyük ironi koruyucusu, kızın Hilde. , Albert kızgın mı yoksa yalnızca yorgun
ve pes etmiş bir hal-
561
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
de mi olduğuna karar veremiyordu. Ama birden bire gülmeye başladı. Öyle yüksek sesle
gülüyordu ki yolcular dönüp baktılar. Sonra uçak havalandı.
Kendi etmiş, kendi bulmuştu! Ama onunla Hilde arasında sanki önemli bir fark da vardı. O,
yalnızca Alberto ve So-fi'ye yapmıştı yapacağını. Ve onlar... onlar yalnızca bir hayal
ürünüydüler. Oysa kızı kendisini kullanıyordu.
Hilde'nin dediği gibi yaptı. Koltuğunu yatırıp arkasına iyice yaslandı. Sonra da kendine tekrar
ancak pasaport kontrolünü geçip Kjevik Havalimanı yolcu salonuna girdiğinde geldi. Burada
kendisini gösteri yapan bir grup karşıladı.
Grup, çoğu Hilde'nin yaşlarında 8-10 kişiden oluşuyordu. Ellerindeki pankartlarda
"HOŞGELDİN BABA!", "HİLDE SENİ BAHÇEDE BEKLİYOR" ve "İRONİ SÜRÜYOR"
yazıyordu.
İşin kötüsü bavullarının çıkmasını beklemek zorunda olup hemen bir taksiye atlayıp
gidememesiydi. Beklerken Hilde'nin okul arkadaşları etrafında dolaşıp durduğundan
pankartları tekrar tekrar okumak durumunda kaldı. Kızlardan biri yanma yaklaşıp bir gül
demeti uzatınca yelkenleri suya indi. Elini torbalardan birine daldırıp göstericilerden her
birine badem ezmeli birer çikolata verdi. Hilde'ye yalnızca iki tane kalmıştı. Bavulları nihayet
taşıma bandında göründüğünde, yanına genç bir adam yaklaşıp kendisinin Aynalar
Kraliçesi'nin emrinde olup onu Bjerkely'e götürmekle görevlendirildiğini söyledi. Bu arada
göstericiler de gözden kaybolmuşlardı.
E18 karayoluna çıktılar. Bütün köprülerin ve tünel girişlerinin üzerinde pankartlar asılıydı:
"Hoşgeldin baba!", "Hilde seni bekliyor", "Seni görüyorum baba".
Albert Knag taksi nihayet Bjerkely'deki evlerinin kapısında durduğunda derin bir nefes çekip,
şoföre taksi ücreti
562
KONTRPUAN
olan 100 kronla beraber üç kutu Carlsberg Elephant birası verdi.
Evin önünde karısı Marit karşıladı onu. Uzun uzun kucaklaştıktan sonra Albert sordu:
- O nerede?
- İskelede oturuyor.
Alberto ile Sofi kırmızı spor arabayla Lillesand'daki Norveç Otel'in önündeki meydanda
durdular. Saat ona çeyrek vardı. Sahile yakın küçük adalardan birinde büyük bir ateş yakılmış
olduğunu gördüler. Sofi:
- Bjerkely'i nasıl bulacağız? diye sordu.
- Aramaktan başka çare yok. Binbaşının Evi'ndeki resmi hatırlıyorsun, değil mi?
- Evet, ama acele edelim. O gelmeden orada olmak istiyorum. Arabayla hem küçük ara
sokaklardan hem kayalık yollardan
geçtiler. Bildikleri en önemli şey Bjerkely'nin deniz kenarında olduğuydu.
Sofi birden bağırdı:
- İşte! İşte, bulduk!
- Sanırım öyle. Ama ne olursa olsun böyle bağırmamalısın.
- İyi ama nasıl olsa bizi kimse duymuyor ki...
- Sevgili Sofi. Böyle uzun bir felsefe kursundan sonra hâlâ böyle çabuk sonuçlara varabilmen
beni şaşırtıyor doğrusu.
- Ama...
- Etrafta tek bir Tirol, peri ya da orman cini olmadığından nasıl böyle emin olabiliyorsun?
- Ah, haklısın. Özür dilerim.
Arabayla bahçe kapısından geçip evin önündeki yokuşu çıktılar. Alberto arabayı bahçedeki
salıncağın yanına park etti. Biraz aşağıda bir masanın üzerine üç kişilik servis açılmıştı.
- Onu görüyorum, diye fısıldadı Sofi. Tam rüyamdaki gibi is-
563
SOFÎ'NtN DÜNYASI
kelenin ucunda oturuyor.
- Bu bahçenin sizin Yonca Sokağı'ndaki evinizin bahçesine ne kadar çok benzediğini görüyor
musun?
- Evet. Salıncak filan... Yanına gidebilir miyim?
- Elbette. Ben burada oturuyorum...
Sofi koşarak iskeleye gitti. Hilde'ye sarılacaktı ki bunun yerine güzel güzel onun yanına
oturmayı tercih etti.
Hilde iskeleye bağlı bir kayığın ipiyle oynuyordu. Sol elinde de bir kâğıt vardı. Sık sık saatine
bakmasından birini beklediği
belliydi.
Sofi onun çok güzel olduğunu düşündü. Kıvırcık sapsarı saçlı, yemyeşil gözlüydü. Sarı bir
yazlık elbise giymişti. Sofi onu biraz Jorün'e benzetti.
Hiçbir işe yaramayacağını bilmesine rağmen Hilde'nin kulağına fısıldadı:
- Hilde! Benim, Sofi!
Hilde hiçbir tepki göstermedi.
Sofi dizlerinin üzerinde doğrulup Hilde'nin kulağının ta içine bağırdı: "Beni işitiyor musun
Hilde? Hem kör, hem sağır mısın
yoksa?"
Hilde gözlerini mi açmıştı ne? Yoksa yavaş da olsa bir ses
duymuş muydu?
Sonra yana döndü. Başını aniden sağa çevirip Sofi'nin gözlerinin ta içine baktı. Ama bakışları
Sofi'yi görmüyor, onu delip geçiyordu sanki.
- O kadar hızlı bağırma Sofi! diye seslendi kırmızı arabanın içinden Alberto. - Tüm bahçeye
periler dolsun istemem doğrusu.
Birazdan derinden bir erkek sesi duydular: - Hilde!
Bu üniforması ve mavi beresiyle Binbaşıydı. Bahçenin yukar-sında duruyordu.
Hilde ayağa fırlayıp ona koştu. Salıncakla kırmızı arabanın arasında buluşup kucaklaştılar.
Binbaşı Hilde'yi kucağına alıp ha-
564
KONTRPUAN
vada defalarca döndürdü.
Hilde iskelede oturmuş babasını bekliyordu. Kastrup'a vardığı andan itibaren sürekli
babasının nerde olduğunu, ne yaptığını, başına gelenleri nasıl karşıladığını düşünmüştü. Tüm
saatleri elindeki kağıda not etmişti.
Kızmış mıydı acaba? Ama kızına esrarengiz bir kitap yazıp sonra da her şeyin eskisi gibi
olmasını bekleyemezdi ya!
Tekrar saatine baktı. Ona çeyrek vardı. Nerdeyse burda olması gerekiyordu.
Ama o da ne? Sofi'yi gördüğü rüyasmdaki gibi bir ses mi duymuştu ne?
Aniden yanına döndü. Orada bir şey vardı. Emindi bundan. Ama neydi?
Yoksa bu yaz gecesinin bir cilvesi miydi?
Bir kaç saniye süresince kendisinin medyum filan olmasından korktu.
- Hilde!
Öbür yanına dönüp sesin geldiği yöne baktı.Babasıydı bu! Bahçenin yukarsında duruyordu.
Kalkıp babasına doğru koştu. Salıncağın yanında buluştular. Babası Hilde'yi kucağına alıp
havada defalarca döndürdü.
Hilde ağlamaya başlamış, Binbaşının da gözleri dolmuştu.
- Genç bir kız olmuşsun, Hildeciğim!
- Sen de gerçek bir yazar! /
Hilde sarı elbisesinin kollarıyla gözyaşlarını sildi.
- Ödeştik mi? diye sordu Hilde.
- Evet, ödeştik.
Gidip masaya oturdular. Hilde her şeyden önce babasının Kastrup'tan bu yana başından
geçenleri merak ediyordu,
565
SOFİNİN DÜNYASI
Babası anlattıkça gülmekten kırıldılar.
- Kafeteryadaki notumu bulmadın mı yani?
- Oturup bir şey yiyecek halim mi vardı, seni cadı? Bu yüzden şimdi karnım zil çalıyor.
- Zavallı babacığım!
- Yoksa hindi de uydurma mıydı?
- Hayır, hayır. Her şey hazır. Annem şimdi getirir.
Sonra kitaptan, Alberto ile Sofı'den bahsettiler. Çok geçmeden annesi hindi ve VValdorf
salatasıyla bir şişe pembe şarap ve Hilde'nin kendi elleriyle yaptığı ekmeği getirdi.
Babası Platon'la ilgili bir şeyler söylerken Hilde birden onun sözünü kesti: -Hişş...
- Ne var?
- Duymadın mı? Bir gıcırtı gibi bir şey...
- Yoo.
- Ama ben bir şey duyduğuma eminim. Neyse, bir tarla
faresiydi belki de...
Binbaşının yemeğe başlamadan söylediği son şey:
- Ama felsefe kursu henüz tamamen bitmiş değil, oldu.
- Nasıl yani?
- Bu gece sana evrenden bahsedeceğim. Yemeğe başlarlarken:
- Hilde kucağa oturacak yaşı geçti. Ama sen değil... diyerek Albert karısını çekip kucağına
oturttu. Bir süre böyle oturdular.
- Düşünsene, neredeyse kırk yaşındasın artık... dedi Albert.
566
KONTRPUAN
Hilde babasına koşarken Sofi gözlerinin dolduğunu hissetti.
Hilde'ye hiçbir zaman ulaşamayacaktı!
Etten kemikten bir insan olan Hilde'nin yerinde olmak istedi.
Hilde'yle Binbaşı masaya oturduklarında Alberto arabanın kornasını çaldı.
Sofi yukarıya baktı. Hilde de böyle yapmamış mıydı? Alberto'ya koşup arabada tekrar yanına
oturdu.
- Biraz daha durup neler olduğuna bakalım, dedi Alberto. Sofi "evet" anlamında başını eğdi.
- Ağladın mı yoksa? Sofi yine başını salladı.
- Ama niye?
- Hilde gerçek bir insan olduğu için ne kadar şanslı... Büyüyüp gerçek bir kadın olacak.
Mutlaka gerçek çocukları da olacak...
- Ve de torunları... Ama herşeyin iki yüzü var Sofi. Felsefe kursuna başlarken de sana bunu
anlatmaya çalışmıştım.
-Ne gibi?
- Ben de senin gibi onun şanslı olduğunu düşünüyorum. Ama kurada yaşamı çeken, ölümü de
çeker.
- Gerçekten yaşayıp ölmek, doğru dürüst yaşamayıp hiç ölmemekten daha iyi değil mi?
- Bizim Hilde gibi bir hayatımız olmayacak. Ne de Binbaşı gibi... Ama biz de hiç
ölmeyeceğiz. Ormandaki kadının ne dediğini hatırlıyor musun? Biz "görünmeyen insanlar"
grubuna dahiliz. Kadın kendisinin iki yüz yaşında olduğunu da söylemişti. Orada bin yaşından
fazla olan tipler de gördüm...
- Belki de Hilde'nin sahip olduğu bu şeye... bu aile hayatına özeniyorum en çok.
- Senin de bir ailen var. Kedin, kuşların, kaplumbağan var...
- Ama ben o gerçekliği terkettim.
- Hiç de değil. Bu gerçekliği terkeden yalnızca Binbaşı. O noktasını koydu ve bizi artık asla
bulamayacak.
567
SOFI'NÎN DÜNYASI
- Geri dönebileceğimizi mi söylüyorsun?
- Hem de istediğimiz kadar. Ama önce Fiane'deki "Sinderella" kafeteryasının arkasındaki yeni
dostlarımızı ziyaret edeceğiz.
Möller Knag ailesi şimdi yemeklerine başlamıştı. Sofi bir an için bu yemeğin de Yonca
Sokağı'ndaki felsefi bahçe partisine dönmesinden korktu. Binbaşı Marit'i düşürür gibi
birtakım hareketler yapıyordu. Ama hayır, tek yaptığı karısını kucağına oturtmak olmuştu.
Arabaları onların yemek yediği masanın epeyce ötesinde duruyordu. Konuştuklarından sadece
bir kısmı geliyordu ara sıra kulaklarına. Sofi ile Alberto bir süre oturup onları ve bahçeyi
seyrettiler. Oturup uzun uzun felsefi bahçe partisinden ve onun dramatik sonundan bahsettiler.
Gece yarısına doğru masadan kalktılar. Hilde'yle babası salıncağa doğru geliyorlardı. Beyaz
eve girmekte olan annesine el sallayarak:
- Sen git yat anne! diyordu Hilde. - Bizim babamla konuşacaklarımız var.
568
BÜYÜK PATLAMA ...bizler de yıldız tozuyuz...
Hilde salıncakta babasının yanma iyice yerleşti. Saat on ikiye geliyordu. Oturup koyu
seyrederlerken gökyüzünde yıldızlar bir görünüp bir kayboluyorlardı. Dalgalar iskelenin
altındaki kayalara çarparken yumuşak sesler çıkarıyordu. Sessizliği bozan babası oldu:
- Evrende küçücük bir gezegende yaşadığımızı düşünmek ne tuhaf...
- Evet...
- Yer Güneş sistemindektgezegenlerden biri yalnızca. Ama bunların içinde hayat olan tek
gezegen.
- Ya da evrendeki tek gezegen?
- Evet, olabilir. Ama öte yandan evren öyle sınırsız bir şey [ ki evrenin başka köşelerinde de
pekâlâ hayat olabilir. Uzayda
mesafeler öyle büyüktür ki bunları "ışık dakikası" ya da "ışık yı-lı"yla ölçeriz.
- Ne anlama geliyor bunlar?
- Bir ışık dakikası, ışığın bir dakikada aldığı yoldur. Ve bu da oldukça uzun bir mesafedir,
çünkü ışık bir saniyede uzayda 300.000 kilometre yol alır. Bir başka deyişle bir ışık dakikası
300.000 kere 60, yani 18 milyon kilometre eder. Bir ışık yılı da neredeyse on trilyon
kilometre demektir.
- Yer'in Güneş'e uzaklığı ne kadar?
- Sekiz ışık dakikasından biraz fazla. Yani sıcak bir haziran günü yüzümüzü okşayan Güneş
ışınları bize gelmeden önce uzayda sekiz dakika kadar yol alırlar...
- Devam et!
569
SOFİ'NÎN DÜNYASI
i '
- Güneş sistemimizdeki en uzak gezegen olan Plüton'un Yer'e uzaklığı yaklaşık olarak beş ışık
saatidir. Bir gökbilimci teleskopuyla Plüton'u seyrederken gerçekte o andan beş saat gerisini
görmektedir. Veya bir başka deyişle Pluton'nun görüntüsünün bize ulaşması için beş saat
geçmektedir.
- Hayal etmesi biraz zor ama sanırım ne demek istediğini
anlıyorum.
- Çok iyi Hilde. Ama daha işin başındayız, biliyor musun? Bizim Güneş'imiz, Samanyolu diye
bilinen bir "galaksi"deki 400 milyar yıldızdan yalnızca birisidir. Bu galaksi bizim
Güneş'imizin de spiral kollarından birinde yer aldığı büyük bir diski andırır. Havanın açık
olduğu bir kış gecesi başımızı kaldırıp gökyüzüne baktığımızda yıldızlardan bir kuşak
görürüz. Çünkü biz aslında Samanyolu'nun merkezine doğru bakmaktayızdır.
- Demek bu yüzden İsveççede Samanyolu'na "Kış Sokağı"
deniyor.
- Samanyolu'ndaki en yakın komşumuza uzaklığımız dört ışık yılıdır. Şu ilerde, adanın
üzerinde görünen yıldız odur belki de. O yıldızda bize, Bjerkely'e yönelmiş bir teleskop
olduğunu düşünecek olursan, o teleskop buranın dört yıl önceki halini görmektedir. Belki de
bu salıncakta oturup ayaklarını sallayan on bir yaşında bir kız çocuğudur gördüğü.
- İnanamıyorum!
- Ve bu, bize en yakın yıldız konusunda geçerliydi. Tüm galaksi ise 90.000 ışık yılı
genişliğindedir. Bu, ışığın galaksinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek için 90.000 yıl
kullanması gerektiği anlamına gelir. Samanyolu'nda bizim Güneş'imizden 50.000 ışık yılı
ötede bir yıldıza baktığımızda, zamanda 50.000 yıl öncesine bakmaktayız demektir.
- Düşüncesi bile benim küçücük kafam için fazla büyük!
- Yani uzayda bir şey görmemizin tek yolu bakışlarımızı za-
570
BÜYÜK PATLAMA
manda geriye çevirmektir. Evrenin şu anda nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Yalnızca
daha önce nasıl olduğunu bilebiliriz. Binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza baktığımızda, uzay
tarihinde binlerce yıl geriye gidiyoruz demektir.
- Korkunç bir şey!
- Ve tüm gördüklerimiz gözümüze ışık dalgaları halinde ulaşır. Bu dalgalar uzayda hareket
ederken belli bir zaman geçer. Bunu gök gürültüsüne benzetebiliriz. Çoğu zaman gök
gürültüsü şimşek çaktıktan bir süre sonra duyulur. Bunun nedeni ses dalgalarının ışık
dalgalarından daha yavaş hareket etmesidir. Duyduğum gök gürültüsü, bundan bir süre önce
olmuş bir şeyin sesidir. Yıldızlarda da bu böyledir. Bizden binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza
baktığımda, bundan binlerce yıl önce "çakmış bir şimşeği" görmekteyimdir bir bakıma.
- Anlıyorum.
- Ama şu ana dek yalnızca kendi galaksimizden söz ettik. Gökbilimcilere göre evrende bunun
gibi yaklaşık olarak yüz milyar galaksi bulunmaktadır ve bu galaksilerin her birinde yaklaşık
olarak yüz milyar tane yıldız vardır. Samanyolu'nun en yakın komşu galaksisine Andromeda
takımyıldızı diyoruz. Bu galaksi bizim galaksimize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır. Yani
ışığın buradan bize ulaşması iki milyon yıl alır. Yine bu da demektir ki gökyüzünde
Andromeda takımyıldızına baktığımızda iki milyon yıl öncesine bakmakta oluruz. Bu
takımyıldızdaki çok gelişkin bir teleskop (afacan bir ufaklığın böyle bir te-leskobun başına
oturmuş olduğunu gözümün önüne getirebili-yorum!) şu an buraya bakıyorsa bizi göremez.
Görse görse düz alınlı ilk insanları görebilir. *
- Şaşkına dönmüş durumdayım...
- Bugün bilebildiğimiz galaksilerin çoğu bizden yaklaşık olarak on milyar ışık yılı
uzaklıktadır. Yani bu galaksilerden sinyaller alabildiğimizde, uzay tarihinde on milyar yıl
geriye
571
SOFİNİN DÜNYASI
gidiyoruz demektir. Bu bizim güneş sistemimizin uzayda varoluşundan bu yana geçen sürenin
aşağı yukarı iki kaü bir süredir.
- Başımı döndürüyorsun.
- Zamanda böylesi bir geriye dönüşün ne anlama geldiğini kavramak zaten çok güç bir iş.
Ama gökbilimciler evreni algılayışımızı etkileyecek bundan da önemli bir şey keşfettiler.
- Anlat, anlat!
- Uzayda hiçbir galaksinin sabit bir şekilde durmadığı anlaşılmış bulunuyor. Uzaydaki bütün
galaksiler korkunç bir hızla birbirinden uzaklaşıyor. Bizden uzaklaştıkça bu hız daha da
artıyor. Yani galaksiler arasındaki mesafe giderek artıyor.
- Gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.
- Bir balonun üzerine siyah noktalar çizdiğinde, balonu şişirdikçe bu noktalar birbirinden
uzaklaşır. Bu uzaydaki galaksiler için de geçerlidir. Bu yüzden evrenin genişlemekte
olduğunu söylüyoruz.
- Evren neden genişliyor acaba?
- Gökbilimcilerin çoğu bu konuda ortak bir fikre sahip: Bundan aşağı yukarı 15 milyar yıl
önce evreni oluşturan tüm madde küçük bir alanda toplanmış bulunuyordu. Bu madde
öylesine sıkışmış bir durumdaydı ki çekim gücünden ötürü bu kütle aşırı sıcak bir haldeydi.
Zamanla bu kütle öyle sıkıştı, öyle ısındı ki sonunda patladı. Bunabüyük patlama ya da
îngilizce-deki adıyla "the big bang" diyoruz.
- Düşüncesi bile ürkütüyor beni.
- Bu "büyük patlama"dan sonra bu kütle parçalar halinde uzaya yayıldı ve zamanla soğuyan
bu parçalar yıldızları, galaksileri, ayları ve gezegenleri oluşturdu...
- Ama bir de evrenin genişlediğini söylemiştin?
- tşte bunun da nedeninin milyarca yıl önce meydana gelmiş bu patlama olduğu düşünülüyor.
Çünkü evrenin değişmez
572
BÜYÜK PATLAMA
bir coğrafyası yoktur. Evren bir harekettir. Evren bir patlamadır. Galaksiler hâlâ büyük bir
hızla birbirinden ayrılmaya devam etmektedir.
- Sonsuza kadar da böyle mi gidecek?
- Olabilir. Ama başka bir şey de olabilir. Alberto'nun So-fi'ye, gezegenlerin Güneş'in etrafında
kalmasını sağlayan iki kuvvetten bahsedişini hatırlıyor musun?
- Yerçekimiyle atalet değil miydi bunlar?
- Bu yasalar galaksilerin arasında da geçerlidir. Evren genişlemekte olsa da yerçekimi bunun
tersi yönde etki yapmaktadır. Bir gün, belki bundan milyarlarca yıl sonra, büyük patlamanın
etkisi azaldıkça gök cisimleri yerçekiminin etkisiyle yeniden bir araya gelecektir. O zaman
patlamanın tersi, bir "toplanma" yaşanacaktır. Ancak mesafeler çok uzun olduğu için bu ağır
çekim bir film gibi gerçekleşecektir. Balonun ağzını açınca havanın boşalışına benzetebilirsin
bunu.
- Tüm gezegenler yeniden bir kütle mi oluşturacaklar yani?
- Evet, anlamışsın. Peki o zaman ne olacaktır, söyleyebilir misin bana?
- Yeniden bir "patlama" olup evren yeniden genişlemeye başlayacaktır. Çünkü hâlâ aynı doğa
yasaları geçerli olacaktır. Bu şekilde ortaya yeni yıldızlar, yeni galaksiler çıkacaktır.
- Yerinde bir düşünce. Gökbilimciler evrenin geleceği üzerine iki görüş ortaya koyuyorlar: ya
evren giderek büyüyecek ve galaksiler arasındaki mesafeler artacak ya da evren yeniden
küçülüp sıkışacak. Bunu belirleyecek olan evrenin ne kadar ağır veya ne kadar kütlesel
olduğu. Ve gökbilimciler henüz bunu bilemiyorlar.
- Evren çok ağırsa ve küçülmeye başlayacaksa, o zaman belki de bu evrenin şimdiye dek bir
çok kereler sıkışıp bir çok kereler patladığı anlamına gelir...
- Evet, buradan bu sonuca varmak mümkün. Ancak öteki
573
SOFİ'NÎN DÜNYASI
olasılığa göre evren yalnızca bu kez genişlemekte. Ve evrenin sonsuza dek genişlemeye
devam edeceği düşünülecek olursa o zaman herşeyin nasıl başladığı sorusu daha da önemli bir
soru haline geliyor.
- Evet. Aniden patlayan bu kütle nasıl meydana geldi?
- Bir Hıristiyana göre bu "büyük patlama" yaradılış anının kendisidir. İncil'de Tanrı'nm "Ve
ışık olsun!" dediği yazar. Al-berto'nun Hıristiyanlığın "çizgiseF bir tarih anlayışına sahip
olduğunu söylediğini hatırlıyorsundur belki de. Evrenin büyümeye devam edeceği fikri bu
bakımdan Hıristiyanlık görüşüne uygun bir görüştür.
- Öyle mi?
- Doğuda ise "dairesel" bir tarih görüşü egemendir. Bu görüşe göre tarih her zaman tekrardan
ibarettir. Örneğin Hindistan'daki eski bir öğreti evrenin sürekli genişleyip küçüldüğünü söyler.
Hintlilerin deyişiyle "Brahma günü" ile "Brahma gecesi" arasında gidip gidip gelinir. Bu
düşünce de kuşkusuz evrenin sonsuza dek sürecek "dairesel" bir hareket içinde olduğu fikrine
uyar. Bu, bana atıp duran büyük bir kozmik kalbi hatırlatıyor...
- Bence bu teorilerin ikisi de kavraması güç ama son derece
ilginç teoriler.
- Ve bu Sofi'nin bahçesinde oturup düşündüğü sonsuzluk ikilemine benziyor: Evren ya her
zaman varolmuş ya da bir zamanlar şundan veya bundan meydana gelmiş olmalıydı...
-Ah!
Hilde alnını tutuyordu.
-Ne oldu? .
- Alnımı at sineği soktu galiba.
- Belki de Sokrates seni rüyalardan gerçeğe döndürmeye
çalışıyordur...
574
BÜYÜK PATLAMA
Sofi ile Alberto kırmızı spor arabada oturmuş, Binbaşının Hilde'ye evrenle ilgili anlattıklarını
dinliyorlardı.
- Rolleri değiştik, farkında mısın? diye sordu Alberto.
- Nasıl yani?
-Önceden onlar bizi dinliyor ama biz onları göremiyorduk. Oysa şimdi biz onları dinliyoruz
ve onlar bizi göremiyor.
- Bir şey daha var.
- Neymiş o?
- Başlangıçta biz, Hilde ile Binbaşının içinde yaşadığı bir gerçeklik olduğunu bilmiyorduk.
Şimdiyse bizim gerçekliğimizden haberi olmayan onlar.
- Evet, intikamımızı aldık.
- Ama Binbaşı bizim hayatımıza müdahale edebiliyordu...
- Bizim hayatımız onun müdahalesinden başka bir şey değildi ki zaten.
- Ben de onların hayatına müdahale edebileceğimize dair umudumu yitirmemeye çalışıyorum.
- Ama bu olanaksız, biliyorsun. "Sinderella" kafeteryasında işlerin nasıl gittiğini unuttun mu?
Oturup Coca-Cola şişesini çekmeye çalışman hâlâ gözlerimin önünde.
Sofi, Binbaşı "büyük patlama"dan bahsederken bahçeyi seyredip düşünmüştü. Bu sözcüğün
kendisi ona bir fikir veriyordu. Arabada bir şeyler aranmaya başladı.
- Ne var? diye sordu Alberto. -Hiç.
Torpido gözünü açıp orada bir İngiliz anahtarı buldu. Arabadan çıktı, gidip Hilde ile babasının
tam karşısında durdu. Önce Hilde'nin bakışlarını yakalamaya çalıştı ama bu tümüyle
olanaksızdı. Sonunda elindeki İngiliz anahtarını kaldırıp tüm gücüyle Hilde'nin alnına vurdu.
Hilde:
-Ah! dedi.
Sofi sonra İngiliz anahtarını kaldırıp bu kez de Binbaşının al-
575
SOFİ'NIN DÜNYASI
nına vurdu ama o hiçbir şey farketmedi.
- Ne oldu? diye sordu Hilde'ye.
- Alnımı at sineği soktu galiba.
- Belki de Sokrates seni rüyalardan gerçeğe döndürmeye çalışıyordur...
Sofi yere yatıp salıncağı itmeye çalıştı. Ama salıncak mıhlanmış gibi yerinde duruyordu. Ama
galiba sonunda bir milimetrecik olsun oynatmayı başardı.
- Bir esinti çıktı galiba.
- Yok canım, hava oldukça sıcak.
- Sadece bu değil. Burada başka bir şey var.
- Burada olan yalnızca biziz, bir de ılık yaz gecesi.
- Hayır, havada başka bir şey var.
- Ne olabilir ki?
- Alberto'nun gizli planını hatırlıyor musun?
- Hatırlamaz olur muyum hiç?
- Sonra birden partiden yokoldular. Sanki yer yarılıp yerin dibine
girdiler...
- Ama...
- "Sanki yer yarılıp yerin dibine girdiler..."
- Öykünün bir yerde bitmesi lazımdı. Ben de öyle bir şey uydurdum işte.
- Evet, sen öyküyü öyle bitirdin. Sonrasını yazmadın. Peki sonra ne oldu? Düşünsene, ya
buradalarsa...
- İnanıyor musun buna gerçekten?
- Bunu hissediyorum baba. Sofi koşarak arabaya gitti.
- İnanılır gibi değil! dedi Alberto Sofi elinde İngiliz anahtarıyla arabaya otururken. - Bu kızın
inanılmaz yetenekleri var doğrusu.
Binbaşı kolunu Hilde'nin omzuna atmıştı. - Dalgaların sesini duyuyor musun?
576
BÜYÜK PATLAMA
- Evet.
- Yarın motoru suya indirmeliyiz.
- Ya sen rüzgarın sesini duyuyor musun? Kavak yapraklarının nasıl titrediğini görüyor
musun?
<¦ Bu yaşayan bir gezegen, biliyorsun...
- "Satır aralarında" başka bir şeyler olabileceğini yazmıştın bir seferinde, öyle değil mi?
- Yazmış mıydım?
- Belki bu bahçede de "satır aralarında" başka bir şeyler vardır?
- Doğa sırlarla doludur elbette. Ama biz şimdi yıldızlardan bahsediyoruz.
- Birazdan suda da yıldızlar olur.
- Küçükken fosfora böyle derdin. Bir bakıma haklıydın da. Çünkü fosfor da diğer tüm bütün
maddeler de bir zamanlar tek bir yıldızın parçasıydı.
- Bizler de mi?
- Evet, bizler de yıldız tozuyuz.
- Güzel bir laf bu.
- Radyoteleskoplar milyarlarca ışık yılı ötedeki uzak galaksilerden gelen ışınları
yakalayabildiklerinde evrenin "büyük patlama"dan hemen sonraki halini görmektedirler
aslında, insanın uzayda görüp görebileceği tek şey binlerce milyonlarca yıl ötesinden kalma
fosillerdir. Yıldız falcısının yapabileceği tek şey geçmişi bulup çıkarmaktır olsa olsa.
- Çünkü yıldızlardan gelen ışm daha bize ulaşmadan gezegenler birbirinden ayrılmıştır bile.
- Bundan birkaç bin yıl öncesine kadar yıldızların konumu bugünkünden bambaşkaydı.
- Bunu bilmiyordum.
- Bulutsuz bir gecede uzay tarihinde milyonlar, evet hattâ milyarlarca yıl geriye gidebiliriz.
Bir anlamda yüzümüzü yuva-
577 .
SOFÎ'NİN DÜNYASI
ya dönmek anlamına gelmektedir bu.
- Bununla ne demek istiyorsun?
- Sen de ben de "büyük patlama" ile meydana geldik. Çünkü evrendeki her şey organik bir
bütündür. Bundan milyarlarca yıl önce tüm madde öyle yoğun bir kütle halinde bir araya
gelmişti ki bir toplu iğne başı kadar bir alan milyarca ton ağırlığm-daydı. Bu "ilk atom" çok
büyük bu çekim gücünden ötürü patladı. Bir şeyler yokoldu o zaman sanki. Biz de başımızı
gökyüzüne kaldırıp baktığımızda sanki o kaybolan şeyi, kendimize giden yolu bulmak ister
gibiyizdir.
- İlginç bir ifade bu.
( - Uzaydaki tüm yıldızlar ve tüm galaksiler aynı maddeden oluşuyor: Biraz burda, biraz orda.
Galaksiler arasında milyarlarca ışık yıllık mesafe olabilir ama sonuçta hepsi aynı maddeden
oluşuyor...
- Anlıyorum.
- Peki bu madde nedir? Milyarlarca yıl önce patlayan neydP.
Nerden geliyordu?
- İşte asıl büyük bilmece bu.
- Ve bu soru bizi çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü biz de bu maddeden yapılmayız. Biz
milyarlarca yıl önce yakılmış o büyük ateşten etrafa yayılmış kıvılcımlarız.
- Bu da güzel bir laf.
- Ayrıca bu konuda bu büyük sayılara bakmamıza hiç gerek yok. İnsanın elinde bir taş tutması
yeter. Evren yalnızca bir portakal büyüklüğündeki bu taştan da oluşmuş olsaydı bu soruyu
soracaktık: Bu taş nerden geliyor?
Sofi aniden kırmızı spor arabada ayağa kalkıp eliyle koyu göstererek:
- N'olur kayığa binelim! diye haykırdı.
- Kayık bağlı. Üstelik kürekleri kaldırmaya gücümüz yetmez.
578
BÜYÜK PATLAMA
- Bir deneyelim n'olur?
- En azından gidip bir bakabiliriz.
Arabadan inip koşa koşa deniz kenarına indiler.
İskelede kayığın ipini çözmeye çalıştılar ama olanağı yoktu.
- Sanki çiviyle çakılmış gibi, dedi Alberto.
- Nasılsa zamanımız bol.
- Gerçek bir filozof asla pes etmez. Şu ipi... bir jçözebiFsek...
- Gökyüzünde yıldızlar iyice arttı, dedi Hilde.
- Evet, tam bir yaz gecesi.
- Ama kışın yıldızlar daha çok parhyorlar. Lübnan'a gitmeden önceki geceyi hatırlıyor
musun? Yeni yılın ilk günüydü.
- Sana bir felsefe kitabı yazmaya o zaman karar vermiştim. Çünkü Kristiansand'daki
kütüphaneye gitmiş, orada gençler için yazılmış tek bir felsefe kitabı bulamamıştım.
- Şimdiyse beyaz tavşanın tüylerinin en tepesindeyiz bence.
- Bu ışık yılı gecesinde etrafta kimse var mı?
- Kayık yüzmeye başladı!
- Aa, evet...
- Olamaz. Sen gelmeden önce kendim gidip kontrol etmiştim.
- Sahi mi?
- Alberto'nun kayığını alan Sofiyi hatırladım. Kayık nasıl gölde öylece kalmıştı hatırlıyor
musun?
- Belki bu da onun işidir.
- Sen dalga geç bakalım. Bense bütün gece bir tuhaflık olduğunu hissettim.
- Birimizin suya girmesi gerek.
- İkimiz birden girelim baba.
579
DİZİN
Aasen, Ivar (1813-1896), 400
Aasgard, 31
acı, 151
Adem ile Havva, 464, 471,516
Aeskhylos (İÖ 525-456), 87
ağırlık kuvveti, ağırlık yasası,
235,239,312 ahlak, 96, 206, 378-384 ahlak yasası, 379-384, 434 Akademi, 95, 192, 194
Akılcı, Akılcılık, 44, 81 akit, 174,182 Akropolis, 85-87,181 Alaaddin, 402
Alice Harikalar Diyarında, 423 alışkanlık, 27, 313 Allah, 172
alternatif yaşam, 523 altın orta, 132 altyapı, 445, 446, 448 amaç, 127 ana madde, 13, 46, 48,
97, 414,
521 Anaksagoras (İÖ 500-428), 49,
73 Anaksimandros (İÖ ykl. 610- -
547), 42 Anaksimenes (İÖ ykl. 570-526),
42
anatomi, 226 Andersen, H.C. (1805-1875),
400, 426, 443 Andromeda takımyıldızı, 571
anti-tez, 414
antibiyotik, 475
Antisthenes (İÖ ykl. 455-360),
148
Appollon, 35, 65 Aquino'lu Thomas (1225-1274),
203-209
Arap, Arapça, 195, 203, 225 Areopagos, 87, 181 Aristiposs (İÖykl. 439-366), 151 Aristofanes
(İÖ ykl. 450-385), 87 aristokrasi, 133 Aristoteles (İÖ 384-322), 41,
120-133,135,185,194,236,
283, 398, 462, 476 Arkhimedes (İÖ 287-212), 354 Armstrong, Neil (1930), 522 Arnulf
Överland, 505 artı-değer, 451
Asbjörnsen (1812-1885), 399 Asklepios, 35
astrolog, astroloji, 58, 64, 526 astronomi, 49, 147,195, 233,
571,572 aşama, 433 aşkın, 518 atalet, atalet yasası, 233, 239,
573
Ateist, bkz. tanrıtanımama Athene, 35, 86 Atina, 73, 75, 81,85-91,147,
180 atmosfer, 480
580
atom, atom öğretisi, atom teorisi,
54-57,97,152
Augustinus (354-430), 197-203 Aydınlanma Çağı, 303, 354, 359 Aydınlanma düşüncesi, 359
Aydınlanma filozofu, felsefesi,
354-360 ayin, 32 Aziz Peter Kilisesi, 228
Babil Esareti, 175
Bach, J.S. (1685-1750), 392
Bacon, Francis (1561-1626),
230
bağışıklık, 474 bakteri, 475, 479 Balder, 35 barış prensi, 176 Barok, Barok Dönemi, 257-260
bastırmak, 489-491 Beauvoir, Simone de (1908-
1985)514,518-519 Beckett (1906-1989), 519 beden eğitimi, 96 bedensel; alet, işlev, süreç,
267,
274, 275 , Beethoven, Lvan (1770-1827),
392
ben kavramı, 308 Benediktin tarikatı, 192 bereket tanrısı-tanrıçası, 31, 33,
170 Berkeley, George (1685-1753),
320-324, 336 Berlin, 409, 429, 443
beyaz karga, 315, 529 ; beyin epifizi, 274
beyin, 56, 263, 274, 378
big-bang, 572
bileşik fikir, 306
bileşik kavrayış, 299
bilgelik, 106,210
bilgi, 100, 170,196
bilgi teorisi, 208
bilginin maddesi, 373
bilim, 74, 121, 147,195,223, 229, 478
bilimsel, 41,210, 523
bilimsel yöntem, 229
bilinç, 56, 298, 306, 371, 397,
488-501
"bilinçaltı, 489-497, 528 Bilinemezci, 75, 311 Birci, Bircilik, 150,285 birey, 35, 361,418, 426
bireyci, bireycilik, 226, 241, 418,
426
bireyin varoluşu, 429 Birleşmiş Milletler (BM), 364,
387 birleştirici Hıristiyan kültürü, 193,
222
Bizans, 195,225 Björnson, Björstjerne (1832-
1910), 482
Bohr, Niels (1885-1962), 417 Böhme, Jacob (1575-1624), 396 Brahma, 574
Breton, Andre (1896-1600), 498 Bruno, Giordano (1548-1600), 228, 396
581
Buddha, Gotama (İÖ ykl. 565-
485), 310, 430 Budizm, 156, 171 bunaltı, 434 Büyük iskender (İÖ 356-323),
145,149 büyük patlama, 572
cadı avı, 229
Calderon, Pedro (1600-1681), 260
Camus (1913-1960), 519
carpe diem, 261
cennet, 513
cesaret, 105, 132
Chaplin, Charles (1889-1977),
520
Chuangtze (İÖ 365-290), 261 Cicero, (İÖ 106-43), 80, 150 cinsel, cinsellik, 488 cinsiyet,133,
209, 301,518 cogito ergo sum, 270 Coleridge (1772-1834), 394 Condorcet (1743-1794), 362
Copemikus (1473-1543), 232,
371
credo quia absürdüm, 432 cunta, 133
çatışma, 47 çevre, 469 çevre faciası, 474 çevre sorunları, 231, 522 çifte iletişim, 493 Çilecilik,
171
çizgisel (doğrusal), 172, 574 çocuk, çocukluk, 26, 304,359,
360, 488, 495 çocuk cinselliği, 488 Çoktanrıcılık, 169
Dağ vaazı, 178
dairesel, 171, 574
Damaris, 182
Darvvin, Charles (1809-1882),
240, 456-472 Darwin, Erasmus (1731-1802),
462
Dass, Peter (1647-1707), 261 Davud(İÖykl. 1000), 175 değer, 96,106 değer önceliği, 144
deha, dahi, 226, 392, 394 Deizm, 361 dejenerasyon, 475 Delphoi, 64 Demokrasi, 74,133
Demokritos (İÖ ykl. 460-370),
54-57,97,151,311,375,
443
deney, 229 deneysel yöntem,