Çorak Ülke / Thomas Stearns Eliot
1922
`Nam Sibyllam quidem Cumis ego ipse
oculis meis vidi in ampulla pendere,
et cum illi pueri dicerent: Sibulla ti thelis;
respondebat illa: apothanein tehelo.' (1)
Ezra Pound için
il miglior fabbro (2)
I. ÖLÜLERİN GÖMÜLÜŞÜ
Nisan en zalim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur
Anılarla istekleri, uyarır
Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.
Kış, sıcacık tuttu bizi, örter
Toprağı unutkan karla, sürdürür
Kısır bir hayatı kuru köklerle.i
Yaz şaşırttı bizi, Starnbersee'ye gelince
Deli bir sağnakla; sığındık sıra kolonlara,
Derken yeniden güneş, uzandık Hofgarten'a,
Birer kahve içip konuştuk bir saat kadar.
Bin gar keine Russin, stamm' aus Litauen, echt deutsch. (3)
Ve çocukluğumuzda, arşidüklerde kalırken,
Yeğenimgillerde, kızakla gezdirirdi beni,
Ve ben korkardım. Ama o, Marie, derdi,
Sıkı tutun Marie! Ve yamaçtan kayardık.
Dağlardaysan, orada özgür bulursun kendini.
Çoğu geceler okurum, kışın da güneye giderim.
Hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer
Buradaki taş yığınını? Ey insanoğlu
Bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız
Bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur
Ve ona ne ölü ağaç gölge, ne cırcırböceği erinç,
Ne de kuru taş su sesi verir. Yalnız
Burası gölge, altı bu kızıl kayanın,
(Sığın gölgesine bu kızıl kayanın),
Ve ben öyle bir şey göstereceğim ki sana,
Ne seni durmadan izleyen sabahki gölgendir,
Ne kalkıp seni karşılayan akşamki gölgendir,
Sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.
Frisch weth der Wind
Der Heimat zu
Mein Irisch Kind,
Wo weilest du? (4)
"Bana sümbülleri ilk verişin bir yıl önceydi,
Sonra sümbül kız koydular adımı."
- Ama döndüğümüzde, gün sonu, sümbül bahçesinden,
Kolların dolu, saçların ıslak, bir türlü
Konuşamadım, gözlerim de seçmedi, sanki
Ne diriydim, ne ölü, ne de bir şey biliyorum,
Sırf bakıyordum ışığın gözüne, sessizlik.
Oed' und leer das Meer. (5)
Madam Sosostris, şu ünlü falcı,
İyice üşütmüştü kendini ama
En akıllı kadın diye bilinir Avrupa'da
Elinde bir deste hayın kağıtla. İşte, dedi,
Senin kağıdın, boğulmuş Finikeli gemici,
(Şu inciler onun gözleriydi bir zamanlar, Bak!)
İşte Belladonna, Kayalıkların Ecesi,
Durumların ecesi.
İşte üç değnekli adam, işte Çarkıfelek,
Ve işte tek gözlü tüccar, bu kağıda gelince,
Bu boş kağıt, tüccarın sırtındaki şeydir,
Onu da görmem yasaktır. Peki nerede
Asılmış Adam! Suda ölümden sakın.
Kalabalıklar görüyorum halka olmuş yürüyor.
Falınız tamam. Sayın Mrs. Equitone'u görürseniz,
Deyin ki yıldız falını kendim getiririm:
Öyle zamandayız ki su uyur düşman uyumaz.
Düşçül Kent,
Kirli sisi altında bir kış sabahının,
Bir kalabalık aktı Londra Köprüsünden, sürüyle,
Ummazdım, ölüm çökertsin insanları sürüyle.
Duyulan, kesik ve seyrek, iç çekişlerdi,
Ve gözleri kendi adımlarındaydı her adamın.
Aşıp tepeyi aktılar King William Caddesinden
Saint Mary Woolnoth Kilisesine, kulede çan
Ölü bir sesle tınlarken son vuruşunda dokuzun.
Bir tanış görüp durdurdum haykırarak, "Stetson!
"Sen ha! Gemilerdeki yoldaşım benim, Mylae'de!
"Şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene,
"Filiz verdi mi? Bu yıl durur mu çiçeğe?
"Yoksa o beklenmedik don bozdu mu tarhını?
"Öyleyse uzak tut köpeği, insanların dostudur,
"Yoksa tırnaklarıyla kazıp çıkarır gene!
"Sen! hypocrite lecteur! - mon semblable, - mon frère!" (6)
II. BİR SATRANÇ PARTİSİ
Kadının koltuğu, yaldızlı bir taht gibi,
Çil Çil yansıdı mermerde ve ayna
- Destekleri salkımlı asmalarla bezenmiş
Birisinden bir altın Küpidon baka kalmış,
(Biri de gizlemiş gözlerini kanadıyla) -
Çiftleyip alevlerini yedi kollu şamdanın
Yansıttı ışığı masanın üzerine, tam da
Yükselirken mücevherlerinin parıltısı
Öbek öbek atlas döşeli kutulardan;
Fildişi ve renkli camdan şişeciklere,
Tapasız, sinmiş acayip, sentetik parfümleri,
Macun, toz ya da sıvı - bunalttı, şaşırttı
Ve boğdu duyuları kokularla; tedirgin olup
Pencereden gelen esinle, kokular yükseldi
Besleyerek upuzun alevlerini şamdanın
Ve savurdu dumanları bölmeli tavana,
Tedirgin edip desenlerini oymalı tavanın.
Geniş kızılağaç kaplama, renkli taşlarla çevrili,
Bakır kakmalı, bir yeşil, bir turuncu yanıyor
Ve bu içli ışıltıda oyma bir yunus yüzüyordu.
Antik şömine üstündeki tabloda anlatılan,
Sanki bir pencereydi ormana açılan,
Değişimiydi Philomel'in, o barbar kralın
Onca zorladığı; ama bülbül kesilmiş orda,
Sarmıştı tüm çölü kirletilemez bir sesle,
Ve hala ağlıyordu ve dünya hala o yolda,
"Cik cik!" kös dinlemiş kulaklara.
Ve zamanın öbür solgun artıkları da
Anlatılmıştı duvarlarda; ısrarla bakan biçimler
Dört yönden sarkmış, eğilip susturuyordu odayı.
Sürüklendi merdivende adımlar.
Ocağın ışığında, fırçanın altında, saçları
Alevli oklar gibi dağılmış
Işıl ışıl konuşurken, artık zalimce susacaktı.
"Sinirlerim bozuk bu gece. Çok bozuk. Gitme kal.
"Bir şeyler anlat. Neden konuşmazsın hiç. Konuş.
"Ne düşünüyorsun? Ne düşüncesi bu? Ne?
"Ne düşünürsün böyle bilmem ki hiç. Düşün bakalım."
Sanırım biz dönekler geçidindeyiz,
Ölü adamlar orda yitirmişti kemiklerini.
"Nedir bu gürültü?"
Eşikten esen yel.
"Peki ya bu gürültü? Zoru nedir bu yelin?"
Hiçbişey gene hiçbişey.
"Bilmez
"misin hiçbişey? Görmez misin hiçbişey? Hatırlamaz mısın
"Hiçbişey?"
Hatırlarım
Şu incilerdi adamın gözleri bir zamanlar.
"Diri misin, değil misin? Hiçbişey yok mu kafanda?"
Ama
O O O O şu Şekispiyerimsi cümbüş-
Hem ne incelik
Ne yetkinlik
"Ne yaparım şimdi ben? Ne yaparım ben?
"Öyleyse hemen fırlayıp sürterim sokaklarda,
"Saç baş darmadağın. Peki ne yaparız yarın?
"Ve her günü Tanrının?"
Sıcak su saat onda.
Yağmur varsa, kapalı bir araba saat dörtte.
Sonra bir el satranç oynayacağız,
Kapaksız gözlerimiz kısılmış, kulağımız kapıda.
Kocası terhis edildiğinde Lil'e dedim ki -
Esirgemedim sözümü, hem yüzüne söyledim,
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
Bak Albert dönüyor, çekidüzen ver kendine biraz.
Bilmek ister n'aptın sana verdiği parayı,
Dişlerini yaptırman için. Verdi, hem de yanımda.
Gel çektir tümünü, Lil, güzel bir takım yaptır,
İnan ki, demişti, yüzüne bakasım gelmiyor.
Al benden de o kadar, dedim, Albert'ciği düşün bir,
Dört yıldır askerdeydi, gününü gün etmek ister,
Bunu sende bulamazsa, başkaları var, dedim.
Ya, öyle mi dedi. Olabilir a, dedim.
O zaman bir kapı bulurum, dedi, ama açık konuşsana.
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
O işten hoşlanmasan da dayanmalısın, dedim.
Yok, yapamam, dersen, başkaları seçip kapar.
Albert çekip giderse, bilir miydim? deme sakın.
Utanmalısın, dedim, böyle yaşlı görünmekten.
(Oysa ancak otuz birinde.)
Elimden ne gelir, dedi, suratını asarak,
Hep aldığım o haplar, düşürmek için, dedi.
(Beş tane vardı, minik George'da az kalsın ölüyordu.)
Ezzacı her şey düzelir, dedi, ama nerde eski halim.
Sen eni konu aptalmışsın, dedim,
Ya Albert rahat bırakmazsa, sil baştan, dedim.
Çocuk istemiyordun da niye evlendin?
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
Neyse, Albert geldi o pazar, sofrada sıcak domuz budu,
Yemeğe bırakmadılar beni, tatmalıymışım sıcacık -
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
İğgeceler Bill. İğgeceler Lou. İğgeceler May. İğgeceler.
Haydi eyvallah. İğgeceler. İğgeceler.
İyi geceler leydiler, iyi geceler sevimli leydiler,
iyi geceler, iyi geceler.
III. ATEŞ TÖRENİ
Irmağın tentesi çökmüş: damar parmaklarıyla
Son yapraklar kavrayıp gömülür ıslak setlere. Yel
Arşınlar kavruk ülkeyi duyulmadan. Su perileri gitmiş.
Nazlı Thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm.
Üstünde ne boş şişeler, sandviç kağıtları,
Ne ipek mendiller, karton kutular, izmaritler,
Ne de başka izi yaz gecelerinin. Su perileri gitmiş.
Ve dostları, kent kodamanlarının aylak mirasçıları,
Gitmişler, adres filan bırakmadan.
Leman gölünün kıyısında oturdum da ağladım.
Nazlı Thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm,
Nazlı Thames, usulca ak, sessiz ve kısadır sözüm.
Ama ansızın soğuk bir yel ve duyarım ardımda
Kemik takırtıları ve kikirdemeler, kulaktan kulağa.
Bir sıçan otların arasından usulca süzüldü
Yapış yapış karnını toprağa sürterek,
Avlanırken ben durgun sularında kanalın
Havagazı fabrikasının ardında, bir kış akşamı,
Aklımda kral kardeşimin uğradığı deniz kazası
Ve kral babamın ölümü, ondan önce.
Aşağıda ıslak toprakta çıplanmış ak gövdeler
Ve basık ve kuru tavanarasındaki kemikleri
Yıllardır takırdatan ayaklarıydı sıçanların.
Ama ben ardımdan, zaman zaman, duyarım
Korno-motor seslerini ki getirirler nasılsa
Sweeney'i Mrs. Porter'a baharda.
Ooo! Dolunay doğup üstüne parlasın
Mrs. Porter'la kızının
Onlar sodalı suda yıkar ayakların'
Et O ces voix d'enfants, chantant dans la coupole! (7)
Cik cik cik
Cık cık cık cık cık cık
Onca zorlanmış
Tereu (8)
Düşçül Kent
Boz sisi altında bir kış öğlesinin
Mr. Eugenides, İzmirli tüccar,
Tıraşsız, bir cebi kuşüzümü dolu,
CIF Londra: Belgeler para ödenince,
Kaba bir Fransızcayla, ne dersin, dedi,
Canon Street Otelinde öğle yemeğine,
Sonra hafta sonu tatiline Metropole'de.
Erguvanımsı saatte ki bakışlar ve sırt
Doğrulur masadan ve insan makinesi bekler
Avara çalışan, bekleyen bir taksi gibi,
Ben Tiresias, iki hayat arası bocalayan, kör,
Pörsük dişi memeli yaşlı adam, nasıl sezmem,
Erguvanımsı saatte, akşam saatinde ki çırpınır
Yuvaya doğru, gemicileri yuvaya getirir denizden,
Daktilo kız çay zamanı yuvada, sabah sofrasını tpolar,
Sobasını yakar, düzenler hazır yiyecekleri masada.
Pencerenin dışına korkusuzca astığı
İç çamaşırları güneşin son ışınlarıyla yanar,
Ve yığılmış üstüne divanın (geceleri yatağı)
Çoraplar, terlikler, kombinezonlar, korseler.
Ben Tiresias, pörsük hayvan memeli kocamışa yeter
Yeter de artardı bu sahne, gerisine gelince -
Yolu gözlenen konuğu bekledim ben de.
Adam, iğrenç suratlı bir gençtir, gelir,
Sıradan bir emlakçı katibi, küstah bakışlı,
Aşağı kesimden biri ki kurumlu hali sırıtır
Bir Bradford milyonerinin ipek şapkası gibi.
Umduğu gibi, zaman en uygun zamandır,
Yemek bitmiş, kadın oyalamaya çalışır,
İstemese bile engel de olmaz kadın.
Ateşlenmiş ve kararlı, adam hemen saldırır;
Hiçbir engele rastlamaz yoklayan eller;
Karşılık mı bekler adamdaki kör gurur,
Kayıtsızlığı da hoş karşılar.
(Ve ben, Tiresias, önceden acısını çekmiş
Aynı yatak-divanda oynanan oyunların,
Ben ki Thebai surlarına sırtımı dayamış,
Yürümüşüm safında en aşağılık ölülerin.)
Adam son bir öpücüğe daha kıyar,
El yordamıyla iner ışıksız merdiveni.
Kadın döner, bir an pencerede görünür,
Sanki habersizdir aşığının gittiğinden,
Kafasından puslu bir düşünce geçer:
"Neyse bu da bitti, iyi ki bitti hem."
Bir gün gelir düşer de yosma kadın
Yalnızken gene dolanırsa odasında,
Eli saçlarına gider kendiliğinden
Ve bir plak koyar gramafona.
"Sulardaydım, bu ezgi çalındı kulağıma"
Ve Strand boyunca, Queen Victoria Caddesine dek.
Kent, ey Kent! arasıra duyarım
Lower Thames Caddesinde bir meyhaneden
Bir mandolinin hoşa giden dertlenişini
Ve öğle yemeğindeki gürültüsüyle sohbetini
Balıkçıların ki orda yaşar duvarlarında
Magnus Martyr Kilisesinin,
Büyülü görkemi İyon beyazıyla altın renginin.
Irmağın terlediği
Yağ ve katran,
Mavnalar sürüklenir
Alçalan sularda,
Al yelkenler
Dopdolu
Yelle, yelpirder koca serende.
Mavnalar yıkar
Sürüklenen paraketeleri
Varırlar Aşağı Greenwich'e
Köpekler Adasından ileri.
Weialala leia
Wallala leialala
Elizabeth'le Leicester
Çekilen kürekler,
Teknenin kıçı
Yaldızlı deniz kabuğu
Al ve altın,
Sert soluğanlar
Yıkadı kıyıları,
Güneybatı yeli
Çan seslerini
Ak kulelerin
Weialala leia
Wallala leialala
"Tramvaylar tozlu ağaçlar.
Highbury'denim. Richmond'la Kew idi
Beni mahveden. Bir kanodaydı, dapdar,
Richmond'un yanında kaldırdım dizlerimi."
"Moorgate'in gediklisiyim ve gönlüm
kırık dökük. Her şey olup bitince
Ağladı adam ve sözerdi 'yeni bir yarın'.
Ses etmedim. Nemeydi benim gücenme."
"Margate kumsalındayım.
Bağlayamam ki
Hiçbir şeyi hiçbir şeyle.
Ucu kırık turnakları kirli ellerin.
Benim halkım gönülsüz halk, ummaz ki
Hiçbir şey."
la la
Sonra vardım Kartaca'ya
Yanıyor yanıyor yanıyor yanıyor
Ey Tanrım Sen kurtar beni
Ey Tanrım Sen kurtar
yanıyor
IV. SUDA ÖLÜM
Fenikeli Phlebas, öleli iki hafta olmadan
Unuttu martı çığlıklarını, soluğanları
ve kâr ile zararı.
Bir akıntı, deniz altında,
Sıyırdı kemiklerini fısıltılarla. Yüksele alçala
Yeniden yaşadı evrelerini yaşlılığıyla gençliğinin
Kapılırken burgaçlara.
Yahudi ol, olma
Sen, ey çarkı çevirirken yelden yöne bakan!
Düşün Phlebas'ı, o da yakışıklı ve boyluydu eskiden.
V. GÖK GÜRÜLTÜSÜNÜN DEDİKLERİ
Vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere
İnince dondurucu sessizlik bahçelere
Başlayınca can çekişme taşlık ülkede
Bağıranlar ve ağlayanlar
Mapusane ve saraylar ve yankıması
Gök gürlemesinin, bharda, uzak dağlarda
O adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür
Bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz
Sabrımız tükenmiş
Burada su yok yalnız kaya var
Kaya ve susuzluk ve kumlu yol
Yol döne döne tırmanıyor dağlara
Dağlar ki sırf kaya, su yüzü görmemiş
Su olsaydı durup içerdik birer birer
Kayalar arasında kim durur, kim düşünür
Ter kupkuru, ayaklarsa kuma gömülü
Hiç olmazsa su olsaydı arasında kayaların
Ki ölü dağın çürük dişli ağzıdır, tüküremez
Kişi burda dikilemez, oturamaz, yatamaz
Üstelik sessizlik de yok bu dağlarda
Ama kuru kısır gök gürlemesi var, yağmursuz,
Üstelik çile yerleri de yok bu dağlarda
Ama asık mor suratlar sırıtır ve hırlar
Çatlak duvarlı evlerin kapılarından
Su olsaydı
Kaya olmasaydı
Kaya olsaydı ama
Su da olsaydı
Ve su
Bir pınar
Bir gölcük kayalar arasında
Hiç olmazsa su sesi olsaydı
Değil ağustosböceği
Ve türküyen kuru otlar
Ama bir su sesi kayalardan
Şakırken yalnızgezer ardıç kuşu orada çamlarda
Şıp şıp şip şıp şıp şıp
Ama ne gezer su
Kimdi o üçüncü, hep yanında yürüyen?
Sayınca bir sen varsın, bir de ben
Ama ne zaman uzayıp giden ak yola baksam
Birisi daha var daima yanında yürüyen
Akıyor sanki boz harmanisiyle, kukuletalı,
Bilemem artık erkek mi, kadın mı
- Ama kimdir öbür yanında yürüyen?
Yücelerden gelen şu ses de nedir
Anaların yaktığı ağıdın mırıltısı,
Nedir şu kukuletalı insan yığını, kaynaşır
Sonsuz ovalarda, tökezler çatlak toprakta,
Ki kuşatılmış dümdüz bir ufukla yalnız,
Hangi kenttir şu dağların üstündeki
Çatırdı ve sessizlik ve patlamalar erguvan gökte
Yıkılan kuleler
Kudüs Atina İskenderiye
Viyana Londra
Düşçül
Bir kadın uzun kara saçlarını gerdi eliyle
Ve zırıldattı tellerinde bir ezgiyi
Ve bebek yüzlü yarasalar erguvan ışık içre
Islık çaldılar ve kanatlarını çırptılar
Ve kara bir duvardan aşağı sarktılar başaşağı
Ve havada tepetaklaktı kuleler
Çalarak hatırlatan çanları ki saatleri vurur
Ve boş sarnıçlarla kör kuyulardan yükselen türküler.
Dağlar arasındaki bu kokmuş çukurda
Solgun ayışığında, otlar türkü yakıyor
Çökmüş mezarlar üzre, kilise avlusunda
Bomboş bir kilise, yelin cirit attığı,
Cam çerçeve yok, kapı gıcırdar durur,
Kuru kemikler incitmez ki kimseyi.
Sırf bir horoz kurulmuş çatı direğine
Ku ku riku ku ku riku
Bir şimşeğin yalazında. Sonra çileyen bir bora
Yağmur getiren.
Ganj cılızlaşmıştı ve bitkin yapraklar
Yağmur bekliyordu, kara kara bulutlar
Yığılırken çok uzaklarda, Himalayalarda.
Cengel sinmiş, kamburlaşmıştı sessizce.
Derken konuştu gök gürültüsü
DA
Datta: Verdiğimiz nedir?
Dostum, tutkuyla titremekte yüreğim,
Bir anlık kapılışın korkunç ataklığı,
Ki bir sakınganlık çağı da onaramaz bunu,
Bununla ama sırf bu tutkuyla varolduk
Ve bu, ne ölüm ilanlarımızda izlenebilir
Ne iyiliksever örümceğin sardığı anılarda
Ne de mühür altında, sıska dava vekili kırar
Bomboş odalarımızda
DA
Dayadhvam: Duydum anahtarlar
Bir kez döner kapıda, ve yalnız bir kez döner
Düşünürüz anahtarı, herkes kendi zindanında
Düşünmekte anahtarı, bir zindanı onar herkes
Ancak akşam saatinde, göksel söylentiler
Bir an için umutsuz bir Coriolanus yaratır
DA
Damyata: Tekne yanıtladı
Neşeyle, yelken ve kürekte usta ellere
Deniz durgundu, yüreğin yanıtlayacaktı
Neşeyle, çağrılsaydı bir, usulca atarak
Altında yoklayan ellerin
Oturmuş kıyıda
Avlanıyordum, ardımda çorak düzlükler,
Topraklarımı işleyebilecek miyim hiç olmazsa?
Londra Köprüsü yıkılıyor yıkılıyor yıkılıyor
Pi s'ascose nel foco che gli affina (9)
Quando fiam uti chelidon - Ey kırlangıç kırlangıç (10)
Le Prince d'Aquitaine à la tour abolie (11)
Bu parçalarla yıkıntılarımı payandaladım
Ya, siza uyarım öyleyse. Hieronymo delirdi gene.
Datta. Dayadhvam. Damyata. (12)
Shantih shantih shantih (13)
T.S. Eliot,
Çeviren: "Eliot" Suphi Aytimur,
"T.S. Eliot / Çorak Ülke, Dört Kuartet ve başka şiirler", Adam Yayınları.
(1)
Sibyl'i Cumae'de kendi gözlerimle gördüm
cam bir kavanoz içinde yaşıyordu,
oğlanlar sorunca, "Sibyl ne oldu?"
yanıtı hep şuydu, "Ölümü özlüyorum."
Petronius'dan
Satiricon, Bölüm 48
(Çevirenin notu: Sibyl'e (kahin kadın) sonsuz hayat verilmiştir ama sonsuz
gençlik değil. Yüzyıllar boyu kocadıkça gövdesi küçüle küçüle bir çekirge
kadar kalır. Daha da büzülecek ama ölemiyecektir. Yani hem zamanın, hem de
doğum-ölüm-yeniden doğum halkasının dışına itilmiştir.)
(2) Daha iyi usta
(3) Hayır Rus değilim, Litvanyalıyım, Alman kökenli.
(4)
Dağlarından yurdunun
Yel eser serin serin
İrlandalım, çocuğum
Gurbet elde neylersin?
R. Wagner (Tristan ile İsolde)
(5) Boş ve ıssız gene deniz.
R. Wagner (Tristan ile İsolde)
(6) Sen! dönek okur! - benzerim, kerdeşim benim!
C. Baudelaire
(7) Ve ey çocuk sesleri, kubbelerde çınlayan!
Verlaine
(8) Tereu: Bülbül sesine öykünmede kullanılır.
Tereus: Philomel'i kirleten kral.
(9) Sonra kendilerini arıtan alevlere daldı.
Dante, Araf
(10) Ne zaman kırlangıç gibi olacağım.
Pervigilium Veneris
(11) Aquitane Prensi yıkık kulede
Gerard de Nerval
(12) Ver. Duyuları paylaş. Denetle.
Upanishad'dan
(13) Barış. Barış. Barış.
Şiirin orijinali için buraya tıklayın.
Çorak Ülke, Thomas Stearns Eliot (Şiir - Tam)
Kaynak: 'T.S. Eliot / Çorak Ülke, Dört Kuartet ve başka şiirler', Adam Yayınları
14 Kasım 2015 Cumartesi
10 Kasım 2015 Salı
attila ilhan - hangi atatürk önsöz
ÖNSÖZ YERİNE..
Mustafa Kemal’in, iç içe üç büyük eylemi var: Emperyalizme
karşı kurtuluş savaşı, padişaha karşı demokratik
devrim, toplumun ümmet aşamasından ‘millet’ aşamasına
dönüşümü...
‘Kuva-yı Milliye’, aslında XX. yüzyılın gördüğü ilk
‘Halk Kurtuluş Ordusu’dur; nasıl ki ‘Müdafaa-i Hukuk’,
‘mazlum milletler’in hepsi için ilk kurtuluş öğretisi;
Bandung Konferansının (ya da Sultan Galiyev’in
tasarladığı ‘Mazlum Milletler Beynelmileli’nin) ilk bildirgesidir.
Savaşın emperyalizme karşı verilişi, ‘ulusallık’
bilincini pekiştirmiş; Padişah ve Halife’nin emperyalizmle
işbirliği, hareketin ‘demokratlaşmasını’ sağlamıştır.
Mustafa Kemal, İstanbul’daki hükümete baş
kaldırdığı zaman ‘ihtilâlci’; devraldığı toplumu dönüş-
türmeye koyulunca, ‘inkılâpçı’dır. Devrim, anti-emperyalist
kurtuluş savaşıyla eşzamanlı yürüdüğünden, ‘kurtarıcılığı’
ağır basmış, ‘devrimciliğinin’ gerçek boyutları
gözden kaçırılmıştır.
Oysa, ‘Milli Mücadele’ kadrosunun çoğunluğu, ‘müstevliyi
defettikten sonra’ işlerinin biteceğine inanıyordu.
Düzen değişmeyecekti. Pek pek, Mustafa Kemal Paşa,
Talat ya da Enver Paşa’nın yerini alacaktı. O kadar. Daha
1919 yılının Aralık ayında, ‘Kuva-yı Milliye’nin amil,
irade-i milliye’nin hâkim’ olacağını söylemenin, tarihsel
düzeyde, bireysel ve teokratik bir iktidara karşı, ulusal
15
ve demokratik bir devrimi içerdiğini, acaba kaç kişi kestirebilmişti?
Kestiremeyenler, yolda dökülmüşlerdir.
Mustafa Kemal ‘meşrutiyeti’ yetersiz bulur. Bunu gizlememiştir
de: “ 10 Temmuz devrimi, müstebit bir hü
kümdarla millet arasında, en nihayet kayıt ve koşullarla
denge arayan bir zihniyeti elde etmeyi amaçlıyordu.
Oysa bizim devrimimiz, hürriyet ve istiklâl için, meşrutiyet
yöntemini dahi yeterli saymaz, egemenliği kayıtsız
şartsız milletin elinde tutan, sağlam bir ilkeye dayanır.
Bu ilkenin bağlı olduğu şekil, hiçbir vakit eski şekillerle
karşılaştırılamaz. Bu iki devrin arasındaki fark, tarif
olunamayacak kadar büyüktür zannederim. Birincisi,
milletin doğal olarak aradığı hürriyet havasını teneffüs
ettirdiğini zanneden bir harekettir. Fakat İkincisi milletin
hürriyet ve egemenliğini fiilen ve maddeten tespit ve
ilân eden mutlu bir devrimdir.”
Gerçekte 10 Temmuz’la 23 Nisan arasındaki fark, ilkinde
Padişah’ın halka bazı haklar ‘lütfetmesi’, İkincisinde
halkın doğrudan doğruya Padişah’ın yerini almasıdır.
Bunun ne müthiş bir dönüşüm olduğunu, gençlere nasıl
anlatacağız? Acaba şöyle mi: Hangimiz, başarısızlığa
uğrasaydı, Mustafa Kemal’in sırtında beyaz gömlek,
‘hain’ diye asılacağını doğru dürüst düşünmüştür? İnkı
lâp tarihimiz, İstanbul Hükümeti’ni daha başından Ankara’ya
mahkûm gibi anlatır. Tarihen böyleydi ama, fiilen
değil. Hele ‘hukuken’, asla! Devlet ve hükümet, İstanbul’dur;
Mustafa Kemal’se, merkezî, üstelik teokratik
otoriteye başkaldıran bir ‘asi’. İdamına fetva çıkması,
yarım yüzyıl sonra, bize tatsız bir şaka gibi mi gö
rünüyor? Dürrizade’ye öyle görünmüyordu. Hele Vahdettin’e,
hiç! Çünkü o, ‘meşruluğunu’ var olan iktidarın
yasa ve fermanlarından almıyordu, tarihten ve halktan
alıyordu. Bütün büyük devrimciler de öyle yapmışlardı.
16
Mustafa Kemal'in gözünde, eylemin ‘meşruluğu’ demek,
halkça onaylanmış olması demektir. Yoksa Kongreleri,
Büyük Millet Meclisi’ni anlamak ve açıklamak
mümkün olamazdı. Şu sözlerini de: "... Bir devreye yetiştik
ki, onda her iş meşru olmalıdır. Millet işleri de ancak
milli kararlara dayanmakla, milletin genel duygularına
tercüman olmakla gerçekleşir.” Siz Osmanlı ülkesinde,
‘milli kararlara dayanmak’, ‘meşruluğu’ bunda
aramak ne demektir bilir misiniz? Padişahı ve Halifeyi
silmek, hiçe saymak demektir! Mustafa Kemal, Amasya
Tamimi’nden itibaren, Osmanlı meşruluğunu reddetmiş,
tarihsel meşruluğu önemsemiştir. Buysa, ‘ihtilâl’in
ta kendisidir.
O da farkında bunun, devrimin gelişme sürecini bakın
ne güzel anlatıyor: "... Beliren ulusal savaşın tam
amacı, yurdu dış saldırıdan korumak olduğu halde, bu
savaşın, başarıya ulaştıkça, ulus iradesine dayanan yö
netiminin bütün ilkelerini ve şekillerini, evre evre, bugünkü
döneme değgin gerçekleştirmesi, olağan ve kaçınılmaz
bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını, gelenekten
gelen alışkanlığı ile hemen sezinleyen padişah
soyu, ilk andan başlayarak ulusal savaşın amansız düş
manı oldu. Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben de
gördüm ve sezinledim. Ama baştan sona bütün evreleri
kapsayan sezgilerimizi, ilk anda, bütünüyle açığa ‘vurmadık
ve söylemedik. İlerde olabilecekler üzerinde çok
konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddesel savaşa boş
kuruntular niteliği verebilirdi. (...) Başarı için pratik ve
güvenilir yol, her evreyi vakti geldikçe uygulamaktı.
Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu bu
idi. Ben de öyle yaptım.”
Bunları Söylev’de söylemiş; her şey olup bittikten
sonra. Oysa, daha işin başında, ‘Dünyada hükümet için
17
meşru yalnız ve tek bir esas vardır, o da meşveretten ibarettir.
Hükümet için şart-ı esasi, şart-ı evvel, yalnız ve
yalnız meşverettir’ diyen odur, daha 1921 Martı’nda,
Roma tarihinden çevresindekilere demokrasi dersi veren
de o. Türkiye Büyük Millet Meclisi’yle, klâsik çağın dolaysız
demokrasisini bakın nasıl bir tutuyor: "... Egemenlik
gerçekte yalnız bir şekilde belirir. O da bu egemenliğin
sahibi olan insanların doğrudan doğruya bir
araya gelerek yasama, yürütme ve yargılama görevlerini
‘bizzat’ yerine getirmesiyle olasıdır. Ve söylediğimiz şey,
efendiler, tarihte ‘fiilen’ mevcut olmuş şeylerdendir. Tabii
tarihi incelemiş arkadaşlarımız bileceklerdir ki, Roma’da,
Isparta’da, Atina’da, Kartaca’da var olmuş genel
meclisler, gerçekte bizim yaptığımız şeyleri yapıyorlardı.
Efendiler, yasa yaparlardı, memur atarlardı, mahkeme
ederlerdi, ceza verirlerdi. Ve her şey yaparlardı...”
Böyle bir düşüncenin, ‘irade-i milliye’yi, 'irade-i şâ-
hâne’nin karşısına koyduğu besbellidir de, acaba neden
Mustafa Kemal’in kullandığı irade-i milliye, hâkimiyet-i
milliye kavramlarının, Fransız Devrimi’nin ‘babaları
na, Marat, Robespierre, Saint-Juste üzerinden tâ J.J.
Rousseau’ya uzandığı, bir türlü açıklığa kavuşturulamamıştır?
Kitabı okudukça, Mustafa Kemal’in Anadolu
İhtilâli’nin Fransız ‘ihtilâl-i kebiri’nden esinlendiğini
söylediğini göreceksiniz; ama M arat’nın 15 Eylül
1789’da, gazetesi I ’Ami de Peuple'de (Halkın Dostu)
verdiği şu demokrasi reçetesini, Mustafa Kemal’in verdiğiyle
karşılaştırmamız fena mı olur?
“ ... Tutarlı bir hükümette iktidarın mutlak hâkimi,
gerçek egemen, halkın kendisidir; en yüce otorite onundur,
güç, ayrıcalık, öncelik diye ne varsa, ondadır. Yaygın
bir devlette, herkesin her şeye katılması olası sayılamayacağından,
halkın temsilcileriyle etkili olması, ‘biz
18
zat’ çözümleyemediği işleri önderleri, bakanları, subaylarıyla
düzenlemesi gerekir. Bu yüzden vatandaş kısmı
nın, çıkarlarını gözetmek, kamu işlerini düzene koymak,
temsilcilerini seçmek amacıyla, gerektikçe toplanabilmesi
devletin ilk ve temel yasası olmalıdır. Eğer gerçek
egemen halkın kendisi ise her şey ondan sorulmalı, egemenlik
hakkını bizzat kullanamazsa, vekilleriyle kullanmalıdır.
(...) Ne var ki mutlak ve sınırsız egemenlik erki
yalnız ve yalnız halkın kendisindedir, zira genel iradenin
(irade-i milliye) bir sonucudur bu, ayrıca halkın
toplu halde kendini satması, kendine ihaneti, ya da kö
tülük etmesi düşünülemez...”
Peki şimdi hanginiz, Marat’nın ‘mutlak ve sınırsız
egemenlik, yalnız ve yalnız halkın kendisindedir’ formü
lüyle, Mustafa Kemal’in ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’
formülü arasında bir fark olduğunu savunabilecek?
Mustafa Kemal, bal gibi Jacobin’di. (Yaraya Tuz
Basmak'ta belirtmiştim), onun kuşağının ilericileri
Fransız Devrimi’nden esinlenirlerdi, onun devrimci ki
şiliğinde, kullandığı yöntemlerde Robespierre’le Saint
Juste’ün rüzgârını bulmuşumdur hep, aynı radikallik,
aynı kararlılık, aynı sertlik.
Söz burada, sanırım, ‘devrimci şiddet’ sorununa dolaşıyor.
Mustafa Kemal sık sık ‘diktatörlükle’ suçlanmış
tır. Hâlâ suçlanır. Halk egemenliği adına halka acımasız
davrandığı, büyük yasaklar koyduğu ileri sürülmüş
tür. Hâlâ sürülür. Ne hikmetse hiç kimse, ister demokratik
olsun, ister sosyalist, her devrimin tarihten edindi
ği meşruluğu sürdürmek için, yine tarihten şiddet kullanma
yetkisini aldığını söylemez. Devrimci şiddet, tarihsel
meşruluk kavramının içindedir. Ondan ayrılamaz
ki! Devrim, devirdiği iktidarın güçlerine yasallık tanıyamayacağı
gibi, onu devirmek isteyenlere de hoşgörüyle
19
bakamaz. Hiçbir devrim de bakamamıştır. Fransız Devrimi’nin
ilkeleri neydi? ‘Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’
öyle mi? İyi ama, şu yukarda andığımız Marat’nın ‘devrimin
selâmeti için’ yüz bin kafa kesilmesi gerektiğini,
gazetesinde çatır çatır savunduğunu bilir miydiniz? Fransız
Devrimi’ni kurcalamış olanlar, dönemleri arasında
önemli yer tutan Terör/Tedhiş Dönemi’ni hatırlayacaklardır.
Devrim, akıl almaz bir tutkuyla engel gördüğü
her şeyi ezip geçer. Giyotin sepetlerine düşen kafalardan
piramitler kurabilirsiniz. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik devrimi
bu. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri doğuran
ana. Rus Devrimi, daha farklı olamadı: Kızıl ve beyaz
terörler hem birbirlerini, hem kendi kendilerini yiyip
bitirmişlerdir. Yalnız Stalin’in ‘kestiği’ komünist sayısı
on binlerin üstündedir deniyor.
Mustafa Kemal, devrimini ciddiye alıyordu. İlginçtir,
baskı altında tuttuğu gruplar, Fransız Devrimi’nin baskı
görmüş gruplarının aynıdır: Dinci gericilik, saraya
bağlı işbirlikçi ihanet! Rasih Nuri’nin şu yazdıklarını
okumuş muydunuz? Hele bir göz atın, ben son derece ilginç
buldum: "... Atatürk döneminde eski ittihatçı liderlerden
asılanlar oldu. Albay (Ayıcı) Arif Bey ve Rüş
tü Paşa (Zorlu) bunlardandı. Sarıklı yobazlar asıldı.
Şapka ‘devrimine’ ve reformlara karşı gelenlerden ası
lanlar oldu. Nakşibendiler asıldı. Bu sert tutum Atatürk
devriminin gerçeklerindendi. Ancak asılan ya da ağır cezaya
uğratılan sol eğilimli tek bir kişi yoktur.”
‘İstiklâl Mahkemelerinin hukukiliği hâlâ tartışılır.
Ne saçmalık! Bu mahkemelerin Fransız ve Sovyet devrimlerinin
‘halk mahkemelerinden’ çok mu farkı var?
Anadolu İhtilâli’nin tarihsel meşruluğu elbette tarihsel
şiddetle pekiştirilmiştir. Mustafa Kemal, gizler mi bunu?
Yooo! Hadi bir göz atalım, isterseniz; "... Egemenlik ve
20
saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gere
ğidir diye, görüşülerek, tartışılarak verilmez. Egemenlik,
saltanat, güçle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları
zorla Türk ulusunun egemenliğine ve saltanatına el
koymuşlardı. Bu tasallutlarını altı yüzyıldır sürdürmüş
lerdir. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganların hadlerini
bildirerek, egemenlik ve saltanatını isyan ederek, kendi
eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu
olan, ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mı
yız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun zaten
olupbitti olmuş bir gerçeği açıklamaktan ibarettir. Bu
‘behemahal' olacaktır. Burada toplananlar, meclis ve
herkes sorunu tabii görürse fikrimce uygun olur. Aksi
takdirde, yine gerçek, usulü dairesinde açıklanacaktır.
Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Başka bir vesileyle, bakın ne kadar ağır konuşuyor:
“ ... Derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların
olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel
inancıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım
benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım ulusumun hayatına
karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş
zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı bi
çimde düşünen arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve
mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere, bunun da
üstünde bir söz söyleyeyim. Eğer bunu sağlayacak yasalar
olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz
adımlar atanlar karşısında herkes çekilse, ben kendi
başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürü
rüm.” Çok mu acımasız? İyi ya, Robespierre’in iç ayaklanmalar
ve yabancı işgallerle karşılaşınca, 1793’te ‘ge
çici bir süre için’ diktatörlük gereğini savunduğunu, bu
ülkede kimse okumamış mıdır? Dahası, ‘kökü dışardaki’
sağ ve sol tehlikeye karşı, ‘devrimin çocuklarından
21
Hebert’çileri de, Danton’u ve Danton’cuları da, gözünü
kırpmadan idam ettirdiği unutuldu mu? Ya Sovyet devrimi
sırasında, dizi dizi kurşuna dizilenler? Mustafa Kemal
de, Halife’yi ve Şeriat’ı kullanan emperyalizme (Kürt
İsyanları ‘şeriat ve halife’ istiyordu) son derece azimli
davranmış; ucunun yine emperyalizme uzandığı gittik
çe daha iyi anlaşılan ittihatçı muhalefetiniyse acımasızca
ezmiştir. Bunu yapmasaydı, o kadar üzerine titredi
ği bağımsızlık da, halk egemenliği de, daha o zamandan
gümbürdeyecekti. İdamına karar çıkan, eski İttihatçı Cavit
Bey’i kurtarmak için, İngiltere Kralı V. George’un
Çankaya’dan af istediğini bir hatırlayın, bütün i’lerin
noktaları kendiliğinden yerini bulur.
O Cavit Bey ki, Selanik komprador burjuvazisinin
‘evladı’, ‘sivil’ ittihatçıların önderi, Osmanlı masonlu
ğunun ‘büyük üstadı’ idi. Hem, Mustafa Kemal’in ittihatçılara
tepkisini, sadece Enver Paşa’yla rekabetine bağ
lamak, yüzeysel olmuyor mu biraz? Osmanlı’nın batış
çağında, tutucular kadar devrimciler de dışa bağımlıdır.
Önce Edward Mead Earle’in, Dr. Rohrback’tan aktardığı
şu saptamayı okur musunuz?
"... Her tonda liberal olan Jöntürkler, Almanya’nın,
Sultan Hamit rejiminin coşkulu bir destekleyicisi oldu
ğuna inanıyorlardı. Bu yüzden Alman nüfuzunu yeni liberalizm
dönemi için bir tehlike olarak görüyorlardı.
Jöntürkler’in liberalizmi, işin başından beri Anglomania
belirtileri gösteriyordu. Hürriyet, parlamento, halk
hükümeti ve ülkesi olarak, İngiltere, gündelik gazetelerde
övülüyordu. ”
Oysa Kaiser Wilhelm, 14 Ağustos 1908’de, Kont Von
Metternich’in, olaya ilişkin raporunun altına, aynen şu
notu düşmüştür:
“ ... İhtilâl, Paris ya da Londralı Jöntürkler tarafın
22
dan değil, ordu tarafından, ve de ‘Alman subaylar’ olarak
bilinen, Almanya’da eğitim görmüş Türk askerleri
tarafından yapılmıştır. Tümüyle askeri bir ihtilâldir. Her
şeyi denetimleri altına almış olan subaylar, kesinlikle Alman
dostudurlar.”
Bu iki saptamanın ikisi de, tarihsel gerçeğin bir par
çasını içeriyordu. 31 Mart’tan sonra duruma ve İttihat
ve Terakki’ye askerler egemen olmuş, olayların gelişmesi
Kaiser Wilhelm’i haklı çıkarmıştır. Zaten İttihatçı İtilafçı
uyuşmazlığı, ‘son tahlilde’, İngilizcilik ya da Almancılığa
indirgenemez mi? Mustafa Kemal’in devrimciliği
-ki emperyalizme karşı net bir milliyetçiliği içerir-,
ittihatçılardan ve itilafçılardan tam bağımsız oluşuyla
ayrılıyor. Yalnız bununla mı? Kozmopolit Osmanlıcılı
ğa karşı uluslaşmak bilinciyle de. İmparatorluk çokuluslu
değil mi ya, Selanik komprador burjuvazisi, ‘meş
rutiyeti’ Osmanlılık bileşkesine oturtmuştur. Gerçekte
bu sav, Selanik Yahudi ve ‘dönmelerinin’ savıydı; M akedonya’da
Bulgar, Sırp ve Rum chauvin’liği güdenlere
karşı geliştirilmişti. Sivil ittihatçılar bu savı benimsemişlerdir.
Ne var ki, ardı arkası kesilmeyen silâhlı Balkan
komitacılığı, ister istemez, onu izleyen subaylarda
Türk milliyetçiliğinin filizlenmesine yol açıyor. Bazı aydınlarda
da. ‘Türkçülük’ hareketinin Selanik’te belirmesi,
‘Genç Kalemler’in orada çıkması tesadüf olabilir mi?
Milliyetçilik, artık herkes biliyor, bir burjuva ideolojisidir,
ülke tek bir pazar olacak da, derebeylerin yöresel
kısıtlama ve sınırlamalarından kurtulacak! Gel gelelim,
Osmanlı burjuvazisi hem gayr-i müslim, hem komprador:
Bu da, Türk milliyetçiliğinin sınıfsal düzeyde boş
lukta kalmasına neden oluyor. Mustafa Kemal boşlu
ğu asker/sivil bürokrasi, aydınlar, kısmen eşraf, kısmen
halkla doldurmayı bilmiş, gerçekleştirdiği ‘tarihsel blo-
23
ku’ ustalıkla bir ‘ulusal kurtuluş cephesi’ne dönüştürmüştür.
Müdafaa-i Hukuk, bunun o zamanki adı; uluslaşma
sürecine girildikten sonra, ‘resmi’ ideolojinin ‘Atatürk
Devrimleri’ adını verdiği üstyapısal iyileştirme çabaları,
tarihsel anlamda ‘kültür devriminden’ başka bir
şey de değil. Kültür devrimi mi? O da ne? Altyapıdaki
dönüşümler, toplumlann üstyapısına ‘şipşak’ yansımaz;
devrimci iktidarlar, bir yandan altyapıdaki üretimsel
dönüşümü gerçekleştirirken; bir yandan da, üstyapıda
kültürel devrim atılımları yapmak zorundadırlar: Böylece,
yeni toplumun tutarlılığı elde edilecektir.
‘Az gelişmiş’ toplumda devrim, sınıfsal tabanını bulamadığından,
‘merkeziyetçi bürokrasi diktasına’ dö
nüşüyor; bu diktalar, tarihsel misyonlarına ihanet etmek
istemiyorlarsa, sınıfsal tabanlarını ‘yaratmak’, bu
sınıfsal tabana denk düşen kültürel/üstyapısal dönü
şümü sağlamak zorundadırlar. Sözgelişi Çin, buna gü
zel bir örnek: Harıl harıl endüstrileşmek isterken, ger
çekte rejimin tabanını oluşturacak proletaryayı yaratmaya,
‘kültür devrimi’yle de, ülkenin kültürel ortamı
nı derebeylik (mandarin) üstyapısından arındırmaya
uğraşmaktadır. Mustafa Kemal ulusal demokratik bir
devrim yaptı, bu devrimin sınıfsal tabanı ulusal burjuvazidir,
onun içindir ki, Anadolu İhtilâli bir yandan ulusal
burjuvazi yaratmak peşine düşmüş, bir yandan ‘Atatürk
Devrimleriyle’ kültürel ortamı feodal ümmet üstyapısından
arındırmaya çabalamıştır. Sonraları ‘kültür
devrimine’ (başka deyişle ‘Atatürk Devrimlerine’) ağırlık
verilmesi, iktidardan hoşlanan merkeziyetçi bürokrasinin,
yarattığı burjuvaziyi de denetim altında tutmak
istemesinden kaynaklanıyor ki, bu devrimin ikinci aşamasıdır,
İnönü dönemi.
Daha da ilginci Mustafa Kemal’in, devrimin başlan
24
gıcında, (yine jacobin’ler gibi) ‘imtiyazsız sınıfsız’ bir
toplum idealini benimsemesi ve savunması. Mustafa Kemal
öğretisinde, sonraları bazı ‘hızlı’ toplumcuların dalga
geçtiği ‘imtiyazsızlık sınıfsızlık’ Marksist değil, ansiklopedist
anlamda kullanılmıştır: Teokratik feodal toplum,
hukuk düzeyinde eşit olmayan, yasalar karşısında
bir sürü ayrıcalıklının yaşadığı bir toplumdur ya, demokratik
burjuva toplumu bunu siler, zira o özgürlük,
eşitlik ve kardeşlik ideallerine bağlıdır, kökeni doğal hukuktadır,
ne var ki eşitlik anlayışı ekonomi düzeyine
ulaşamaz, hukuksal düzeyde kalır; bunun içindir ki, liberal
burjuva toplumları içinde, sosyalizm serpilip bü
yüye bilmiştir. Mustafa Kemal’in anladığı ‘imtiyazsız sı
nıfsız’ Türk toplumu, Padişah ‘veletlerinin’ daha on ya
şında I. Ferik olamayacağı, ‘vüzerayla’ ortak Galata bankerlerinin
Beyoğlu’nda cirit atamayacağı, ‘hakiki müstahsil
olan köylünün’ nihayet insan onuruna kavuşaca
ğı bir toplumdur. Hukuk düzeyinde, dediklerini yapmadı
diyebilir miyiz? Demediklerini niye yapmadığını sormak,
bilmem doğru olur mu?
Kaldı ki, okudukça göreceksiniz, anti-emperyalizmin
1920’ler aşamasında Mustafa Kemal, ‘mazlum milletler’de
sınıfsal çelişkinin ikinci plana itilebileceği kanısında,
Sultan Galiyev’le beraberdir; nasıl ki, Türkiye’deki
sınıfsal durumun irdelenmesinde Şefik Hüsnü ile beraberse.
1920’ler Türkiyesi’nde, gayr-i müslim ve komprador
burjuvazi tasfiye edilir, hele Rum, Ermeni tüccar
ve ağalarının Anadolu’da bıraktığı mal ve mülk, ahaliye
paylaştırılırsa, klâsik anlamda bir sınıfsal karşıtlıktan
söz edilebilir mi, şüpheli. M ustafa Kemal Balıkesir’deki
bir söylevinde siyasal partilerin, gerçekte, sınıfsal
çıkarları ‘temsilen’ kurulduklarını belirtmiş, Anadolu’da
bu bağlamda çıkarları çatışan toplumsal sınıfların
25
tam anlamıyla oluşmadıklarını, bu yüzden de hepsinin
‘halk’ kavramının kapsamı içinde düşünülebileceğini
varsaymıştır. Başka deyişle, emperyalizme karşı ‘ulusal
kurtuluş cephesiyle’ kazanılan siyasal bağımsızlık sava
şından sonra, ‘ulusal emek cephesiyle’ (Sây Misak-ı Millisi)
ekonomik bağımsızlık savaşına yönelmek istemiştir.
Yanlış hatırlamıyorsam, İzmir iktisat Kongresi’nde
şunları söyler: "... Geçmişte, özellikle Tanzimat döneminden
sonra, ecnebi sermayesi memlekette ayrıcalıklı
bir yere sahip oldu. Ve bilimsel anlamda denilebilir ki,
devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından
başka bir şey yapmamıştır. Artık, her uygar ülke gibi,
yeni Türkiye’de buna muvafakat edemez. Burası tutsaklar
ülkesi yapılamaz.” Peki buna nasıl karşı konulabilecektir,
nasıl bir programla? Cevap hazır: "... Programdan
söz edildiği zaman, âdeta denilebilir ki, bütün
halk için bir sây misak-ı millisidir. Ve böyle bir Sây Misak-ı
Millisi etrafında toplanmaktan hasıl olacak siyasal
şekil ise, alelade bir parti niteliğinde düşünülmemek
lâzım gelir.” Son cümleye dikkat isterim. Ulusal Emek
Cephesi şundan belli ki, her türlü halkın toplanacağı örgütü,
‘alelade bir parti niteliğinde’ düşünmüyor; karşıtlıkları
aşırı keskinleşmemiş toplumsal sınıfların, emperyalizmle
savaş halinde bir ülkede, birleşecekleri ortaklaşa
bir cephe olarak düşünüyor. Bu tavır ve bu tutum,
yeryüzündeki bir sürü ‘ilerici’ liderin, kırk yıl kadar sonra,
zar zor ulaşabilecekleri bir bilinç aşamasıdır.
Bize övünmek düşer.
Attilâ İlhan
Kavaklıdere (Ankara)
Kasım, 1980
attila ilhan - hangi atatürk
"... Hangi istiklâl vardır ki
yabancıların nasihatlarıyla,
yabancıların planlarıyla
yükselebilsin?”
Mu s t a fa Kem a l 6 Mart 1922
"... Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiş tir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra, Peşte ve Belgrad’ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya’da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir. “ ...B ir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat gö renler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak birleşmiş, ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, âdeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uy 11 gulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmış lardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir. “ ... Oysa bu güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sı vı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin, en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklâl vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir; tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür. "... Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu ‘maneviyatı’yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı’nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı’ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan Doğu ‘maneviyatından tamamiyle soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki, bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka bir sonuç beklenemez (bundan). "... Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, sus 12 maya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi âtıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, âdeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.” Mustafa Kemal 6 Mart 1922
"... Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiş tir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra, Peşte ve Belgrad’ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya’da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir. “ ...B ir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat gö renler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak birleşmiş, ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, âdeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uy 11 gulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmış lardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir. “ ... Oysa bu güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sı vı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin, en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklâl vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir; tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür. "... Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu ‘maneviyatı’yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı’nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı’ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan Doğu ‘maneviyatından tamamiyle soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki, bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka bir sonuç beklenemez (bundan). "... Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, sus 12 maya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi âtıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, âdeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.” Mustafa Kemal 6 Mart 1922
a. kadir - koru kendini
KORU KENDİNİ
Kaldırınca tabancasını
Nişan almak için sarı saçlıya
Parıldayıverdi gözleri
Koru kendini
Kırlangıçlar uçuştular
Korkudan çığrışıp
Kanat çırparak koru kendini.
Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.
İşte nişan aldı tam
Kemanının üstüne
Iskalamaz iyi nişancıdır
Koru kendini
Ama teller gene şakıdılar
Doldular havayı titrek titrek hiç umursamadan.
Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.
"Havasız bir delikte
Gıcırdayan somya üstünde yatakta
Yakalanmışsın berbat bir öksürüğe
Gel de şarkı söyle.
Ama yine de sarı saçlı adam
Devam etti kemanı çalmaya
Dirildi içimizde ölü düşler."
Kaldırınca tabancasını
Nişan almak için sarı saçlıya
Parıldayıverdi gözleri
Koru kendini
Kırlangıçlar uçuştular
Korkudan çığrışıp
Kanat çırparak koru kendini.
Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.
İşte nişan aldı tam
Kemanının üstüne
Iskalamaz iyi nişancıdır
Koru kendini
Ama teller gene şakıdılar
Doldular havayı titrek titrek hiç umursamadan.
Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.
"Havasız bir delikte
Gıcırdayan somya üstünde yatakta
Yakalanmışsın berbat bir öksürüğe
Gel de şarkı söyle.
Ama yine de sarı saçlı adam
Devam etti kemanı çalmaya
Dirildi içimizde ölü düşler."
A. KADİR
cezmi ersöz -aşkta yarın yoktur
Aşkta Yarın Yoktur Sevgili
Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir
ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...
İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...
İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...
Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...
Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili...
Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir
ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...
İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...
İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...
Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...
Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili...
Cezmi ERSÖZ
köroğlu
KÖROĞLU
Türk Edebiyatında Köroğlu iki kimlikle karşımıza çıkar. Sazşairi ve hikâye kahramanı olarak Köroğlu destanının kahramanı Ruşen Ali gözlerine mil çekilen babasının intikamını almak; halkı ezen, sömüren beyleri cezalandırmak ve varsılları, bezirganları soyup topladığı parayı, malı yoksullara dağıtmak amacıyla dağa çıkar. Hikâyelerden öğrendiğimize göre, bir can yoldaşına gerek duyduğundan önce Ayvaz'ı kaçırır, sonra da başına toplanan adamlarla Çamlıbel'e yerleşir: "Gel haberi nerden verek? Çamlıbel'den, Çardaklıgöl'den, Köroğlu Hüruşan Ali'den. Bu Köroğlu denilen kendisi bir adamdı, fakat 366 beyi var idi, 700 deli atlısı var idi. Herhangi bir kola hücum etmek dilerdiyse, tavuk cücüğünden, beşik kundağından kimse kalmazdı."
Köroğlu hikayelerinde Çamlıbel, eşkiyaların sığındığı bir dağbaşı değil, neredeyse bir kent gibi tasvir edilir. Burası, Köroğlu ve beylerinin bağımsız bir cumhuriyetidir sanki. Bu cumhuriyetin halkını 366 kolbeyi ve 700 atlıyla onların çoluk çocuğu, ayrıca seyisler, uşaklar oluşturur Tavlaları, köşkleri, sık sık uğrayan ve uzun süre kalan âşıkları, gelip geçici konuklarıyla sosyal adaletin egemen olduğu bir yerdir Çamlıbel. Soygunlardan sağlanan gelirler, varsıllardan alman haraçlar paylaşılır, yemek bir kazanda pişer. Köroğlu yoksulların koruyucusu haksızlıkların, zulmün düşmanıdır. Ama halkı soyuyor diye padişaha arzuhal gönderilir zaman zaman. Oysa bunu yapan Köroğlu değildir: "Çünkü: meşhur bir cevaptır ki, kurdun adı çıkmış, tilki dünyayı yıkmış Bir kerre Köroğlu nam takınıp dağlarda haramilik ediyor. (Çünkü Köroğlu fukaraya dokunmazdı. Bunlar Köroğlu'nu lekelediler."
Asıl üstünde durulması gereken nokta, halkın yaratıcı düşgücünün ürünü olan destansı kahraman Köroğlu'nun, ilk Celâlî beylerinden biri olması, bu adda bir eşkıyanın yaşadığının belgelerle kanıtlanmış bulunmasıdır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Başvekâlet Arşivi'ndeki araştırmaları sırasında rastladığı, Pertev Naili Boratav'ın kopye ettirip açıkladığı belge şudur:
"Bolu Beyine ve Gerede kadısına hüküm ki:
Sen ki kadısın, südde-i saadetime mektup gönderip kaza-yı mezbura (adı geçen kazaya) tâbi Hayalık nam karyede (köyü) Köroğlu demekte maruf kimesne daima evler basıp ve iki nefer kimesneyi mecruh edip ve bir emred (tüysüz) oğlan çekip deflatla ele geçirilmek ikdam olundukta ehl-i vilâyet anda âciz olmuşlardı." (Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği 1946).
Ayrıca, H. 988 M. 1580 tarihini taşıyan bu hükümden başka Mustafa Akdağ'ın bulduğu iki hükümde de aynı talihlerde Bolu-Gerede arasında eşkıyaya baş olmuş Köroğlu Ruşen ve arkadaşları-cezalandırılması isteniyor. İçel beyine yazılan üçüncü bir hükümde ise (1602-1604) o yörede baş kaldıran bir sancak beyine katılmış Celâlîler arasında Köroğlu'nun da adı geçiyor.
XII. yüzyıl tarihçilerinden Tebrizli - Arakel'in Ermeni Tarihi'nde Celâliler arasında adını andığı Köroğlu'nun yaşadığı böylece tarihsel belgelerle de kanıtlanmış oluyor. Efsaneyle gerçeğin birleştiği nokta, Bolu tarafında zuhur eden Köroğlu'nun bir Celâlî olduğu, geniş bir alanda eyleme geçtiğidir. Kuşkusuz halkın gönlünde yaşayan ve bir destanın inalı olan Köroğlu bir eşkıyadan çok bir kahramandır. Ama hikâyeye geçmeden önce sazşairi Köroğlu'ndan da söz etmek gerekiyor.
Bilindiği gibi halk hikâyesinde göze çarpan en önemli özellik, anlatanın olayı yer yer şiirlerle süslemesidir. Hikâyeyi düzen âşık konunun gidişine uygun olarak serpiştirir bu şiirleri. Hikâyenin en az değişen yanı da şiir bölümleridir. Genellikle bu şiirler, hikâyeye konu olan kişinin —bu kişi bir âşıktır— şiirleridir. Aktarda aklanla küçük değişikliklere uğrasa, ekler yapılsa da hikâyenin ilk çıkışı şiir bölümlerinden saptanabilir. Burada karşımıza çıkan sorun şudur: Hikayelerdeki şiirlerin hepsi Köroğlu'nun mudur? Bu Celâli beyi sık sık sazını eline alıp duygularını dile getiren bir âşık olarak anlatıldığına göre sazşairi Köroğlu'nun varlığını kanıtlayan başka şiirler var mıdır? Varsa, sazşairi Köroğlu ile destanlaşan Köroğlu arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?
Ahmet Kutsi Tecer'in bulup yayımladığı iki şiirden Özdemiroğlu Osman Paşa'nın İran seferine katılan (H. 985/M. 1577) Köroğlu adlı bir sazşairinin yaşadığını biliyoruz. Bu şiirlerden,
dörtlüğüyle başlayanında Osman Paşa'nın Tebriz'i fethedişi (H. 992/M. 1584).
Ayrıca Evliya Çelebi, IV. Mehmed'in Anadolu Celâlîlerini sindirmek için çıktığı seferde (1658) İznik gölü çevresinde karargâh kurulup Celâlîlerin boynu vurulduğu sırada huzura getirilen Itâkî adlı saz şairinden söz ederken Köroğlu'nun da adını anar (seyahatname, c. V.) Evliya Çelebi'ye göre Anadolu'nun kuzeybatısındaki Celâlîlerden olan Köroğlu çöğür çalıp şiir düzen bir saz şairidir.
Bütün bunlar, saz şairi Köroğlu ile Celâli Köroğlu'nun aynı kişi olduğunu gösteriyor. Ama burada asıl vurgulanması gereken şudur: Halkın düşgücü, Köroğlu ister bir Celâli beyi ister bir saz şairi olsun, halkla yönetici sınıf farklılaşmasını doğuran feodal ilişkilerin belirginleştiği, zulmün, haksızlığın kol gezdiği, toplumsal kargaşalığın egemen olduğu bir dönemde,, sözlü gelenekten de yararlanarak onun kişiliğinde eşitliği, adaleti sağlayan, ezilenlerden yana destansı bir kahraman yaratmıştır.
Nitekim, Köroğlu hikâyelerinin ana motifi olan "gözleri kör edilmiş bir adamın oğlunun kahramanlığı" motifi ta İskitler'den başlayarak (M. Ö. V. ve FV. yüzyıllar) destansı tarihlerde yer alır. Sonraki yüzyıllarda, özellikle Kafkasya'da yaşayan kavimlerin folklorunda aynı motife değişik biçimde rastlanır. Gürcülerin destansı kahramanı Amiran, gözü bir dev tarafından çıkarılmış İsman'ın oğulluğudur. Ermeni vassal'ı Arsak, bir at yüzünden gözü kör edilen Ermeni kralı Tiran'ın oğludur. Ama Anadolu'daki Köroğlu hikâyeleri, biçimsel benzerliklere rastlansa da öz olarak bu rivayetlerden ayrılır: Kahramanın kişiliğinde görülür temeldeki bu ayrılık, Boratav'ın 21 kolunu saptadığı, "Anadolu ve Anadolu-dışı bütün anlatmalarda, sadece kolların adlarına" dayanarak 34'ü bulduğunu söylediği Köroğlu hikayelerinin hepsinde, haksızlığa baş kaldıran bir kahramandır Köroğlu.
Halk Şiiri Antolojisi
Burhan GÜNEŞ, İlke Kitabevi Yayınları, 1996
Türk Edebiyatında Köroğlu iki kimlikle karşımıza çıkar. Sazşairi ve hikâye kahramanı olarak Köroğlu destanının kahramanı Ruşen Ali gözlerine mil çekilen babasının intikamını almak; halkı ezen, sömüren beyleri cezalandırmak ve varsılları, bezirganları soyup topladığı parayı, malı yoksullara dağıtmak amacıyla dağa çıkar. Hikâyelerden öğrendiğimize göre, bir can yoldaşına gerek duyduğundan önce Ayvaz'ı kaçırır, sonra da başına toplanan adamlarla Çamlıbel'e yerleşir: "Gel haberi nerden verek? Çamlıbel'den, Çardaklıgöl'den, Köroğlu Hüruşan Ali'den. Bu Köroğlu denilen kendisi bir adamdı, fakat 366 beyi var idi, 700 deli atlısı var idi. Herhangi bir kola hücum etmek dilerdiyse, tavuk cücüğünden, beşik kundağından kimse kalmazdı."
Köroğlu hikayelerinde Çamlıbel, eşkiyaların sığındığı bir dağbaşı değil, neredeyse bir kent gibi tasvir edilir. Burası, Köroğlu ve beylerinin bağımsız bir cumhuriyetidir sanki. Bu cumhuriyetin halkını 366 kolbeyi ve 700 atlıyla onların çoluk çocuğu, ayrıca seyisler, uşaklar oluşturur Tavlaları, köşkleri, sık sık uğrayan ve uzun süre kalan âşıkları, gelip geçici konuklarıyla sosyal adaletin egemen olduğu bir yerdir Çamlıbel. Soygunlardan sağlanan gelirler, varsıllardan alman haraçlar paylaşılır, yemek bir kazanda pişer. Köroğlu yoksulların koruyucusu haksızlıkların, zulmün düşmanıdır. Ama halkı soyuyor diye padişaha arzuhal gönderilir zaman zaman. Oysa bunu yapan Köroğlu değildir: "Çünkü: meşhur bir cevaptır ki, kurdun adı çıkmış, tilki dünyayı yıkmış Bir kerre Köroğlu nam takınıp dağlarda haramilik ediyor. (Çünkü Köroğlu fukaraya dokunmazdı. Bunlar Köroğlu'nu lekelediler."
Asıl üstünde durulması gereken nokta, halkın yaratıcı düşgücünün ürünü olan destansı kahraman Köroğlu'nun, ilk Celâlî beylerinden biri olması, bu adda bir eşkıyanın yaşadığının belgelerle kanıtlanmış bulunmasıdır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Başvekâlet Arşivi'ndeki araştırmaları sırasında rastladığı, Pertev Naili Boratav'ın kopye ettirip açıkladığı belge şudur:
"Bolu Beyine ve Gerede kadısına hüküm ki:
Sen ki kadısın, südde-i saadetime mektup gönderip kaza-yı mezbura (adı geçen kazaya) tâbi Hayalık nam karyede (köyü) Köroğlu demekte maruf kimesne daima evler basıp ve iki nefer kimesneyi mecruh edip ve bir emred (tüysüz) oğlan çekip deflatla ele geçirilmek ikdam olundukta ehl-i vilâyet anda âciz olmuşlardı." (Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği 1946).
Ayrıca, H. 988 M. 1580 tarihini taşıyan bu hükümden başka Mustafa Akdağ'ın bulduğu iki hükümde de aynı talihlerde Bolu-Gerede arasında eşkıyaya baş olmuş Köroğlu Ruşen ve arkadaşları-cezalandırılması isteniyor. İçel beyine yazılan üçüncü bir hükümde ise (1602-1604) o yörede baş kaldıran bir sancak beyine katılmış Celâlîler arasında Köroğlu'nun da adı geçiyor.
XII. yüzyıl tarihçilerinden Tebrizli - Arakel'in Ermeni Tarihi'nde Celâliler arasında adını andığı Köroğlu'nun yaşadığı böylece tarihsel belgelerle de kanıtlanmış oluyor. Efsaneyle gerçeğin birleştiği nokta, Bolu tarafında zuhur eden Köroğlu'nun bir Celâlî olduğu, geniş bir alanda eyleme geçtiğidir. Kuşkusuz halkın gönlünde yaşayan ve bir destanın inalı olan Köroğlu bir eşkıyadan çok bir kahramandır. Ama hikâyeye geçmeden önce sazşairi Köroğlu'ndan da söz etmek gerekiyor.
Bilindiği gibi halk hikâyesinde göze çarpan en önemli özellik, anlatanın olayı yer yer şiirlerle süslemesidir. Hikâyeyi düzen âşık konunun gidişine uygun olarak serpiştirir bu şiirleri. Hikâyenin en az değişen yanı da şiir bölümleridir. Genellikle bu şiirler, hikâyeye konu olan kişinin —bu kişi bir âşıktır— şiirleridir. Aktarda aklanla küçük değişikliklere uğrasa, ekler yapılsa da hikâyenin ilk çıkışı şiir bölümlerinden saptanabilir. Burada karşımıza çıkan sorun şudur: Hikayelerdeki şiirlerin hepsi Köroğlu'nun mudur? Bu Celâli beyi sık sık sazını eline alıp duygularını dile getiren bir âşık olarak anlatıldığına göre sazşairi Köroğlu'nun varlığını kanıtlayan başka şiirler var mıdır? Varsa, sazşairi Köroğlu ile destanlaşan Köroğlu arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?
Ahmet Kutsi Tecer'in bulup yayımladığı iki şiirden Özdemiroğlu Osman Paşa'nın İran seferine katılan (H. 985/M. 1577) Köroğlu adlı bir sazşairinin yaşadığını biliyoruz. Bu şiirlerden,
Osman Paşa eydür devletli! hünkâr
İnşallah sultanım Şirvan bizümdür ,
Sen himmet eyle inâyet Allahtan
Mürvet Ali'nindir meydan bizümdür
dörtlüğüyle başlayanında Osman Paşa'nın Tebriz'i fethedişi (H. 992/M. 1584).
Osman Paşa Tebriz'de(e) ölür ölüncedörtlüğüyle başlayanında ise onun Tebriz'de ölüşü (H. 993/M 1585) dile getirilmektedir.
Malın teslim eylen Sultan Murad'a
Biribirin yoldu arşın yüzünde
Zarım teslim eylen Sultan Murad'a
Ayrıca Evliya Çelebi, IV. Mehmed'in Anadolu Celâlîlerini sindirmek için çıktığı seferde (1658) İznik gölü çevresinde karargâh kurulup Celâlîlerin boynu vurulduğu sırada huzura getirilen Itâkî adlı saz şairinden söz ederken Köroğlu'nun da adını anar (seyahatname, c. V.) Evliya Çelebi'ye göre Anadolu'nun kuzeybatısındaki Celâlîlerden olan Köroğlu çöğür çalıp şiir düzen bir saz şairidir.
Bütün bunlar, saz şairi Köroğlu ile Celâli Köroğlu'nun aynı kişi olduğunu gösteriyor. Ama burada asıl vurgulanması gereken şudur: Halkın düşgücü, Köroğlu ister bir Celâli beyi ister bir saz şairi olsun, halkla yönetici sınıf farklılaşmasını doğuran feodal ilişkilerin belirginleştiği, zulmün, haksızlığın kol gezdiği, toplumsal kargaşalığın egemen olduğu bir dönemde,, sözlü gelenekten de yararlanarak onun kişiliğinde eşitliği, adaleti sağlayan, ezilenlerden yana destansı bir kahraman yaratmıştır.
Nitekim, Köroğlu hikâyelerinin ana motifi olan "gözleri kör edilmiş bir adamın oğlunun kahramanlığı" motifi ta İskitler'den başlayarak (M. Ö. V. ve FV. yüzyıllar) destansı tarihlerde yer alır. Sonraki yüzyıllarda, özellikle Kafkasya'da yaşayan kavimlerin folklorunda aynı motife değişik biçimde rastlanır. Gürcülerin destansı kahramanı Amiran, gözü bir dev tarafından çıkarılmış İsman'ın oğulluğudur. Ermeni vassal'ı Arsak, bir at yüzünden gözü kör edilen Ermeni kralı Tiran'ın oğludur. Ama Anadolu'daki Köroğlu hikâyeleri, biçimsel benzerliklere rastlansa da öz olarak bu rivayetlerden ayrılır: Kahramanın kişiliğinde görülür temeldeki bu ayrılık, Boratav'ın 21 kolunu saptadığı, "Anadolu ve Anadolu-dışı bütün anlatmalarda, sadece kolların adlarına" dayanarak 34'ü bulduğunu söylediği Köroğlu hikayelerinin hepsinde, haksızlığa baş kaldıran bir kahramandır Köroğlu.
Halk Şiiri Antolojisi
Burhan GÜNEŞ, İlke Kitabevi Yayınları, 1996
sunay akın - devrim
DEVRİM Temiz kalan tek yerdir devrim bütün bir yıl kirlenen duvarda ama görebilmek için asıldığı çividen indirilmelidir yaprakları biten takvim Zorbalara direnmektir devrim bir çocuğun annesinin çantasından aldığı paraları altına gizlediğini söylememiştir dövülen hiçbir halı İçinde yaşamaktır devrim dikiş kutusunun ve topluiğneler gibi bir arada olmayı gerektirir karşı koyabilmek için zulmüne makas denilen patronun Gece ışıklar arasında koşmaktır devrim ateş böceklerini yakalamak isteyen çocukların peşine takılır gün gelir yanıp sönen mavi ışıkları polis arabalarının Kağıt bir gemidir devrim bütün gemiler hurdaya çıksa da sonunda taşıdığı özgürlük şiiriyle batmadan yüzer nicedir dünya sularında Kim bilir kaç yunus görmüş kaç deniz gezmiş... Sunay AKIN
9 Kasım 2015 Pazartesi
cahit sıtkı tarancı - çeviri şiir
I WANT A COUNTRY
I want a country
let the sky be blue, the bough green, the cornfield yellow
let it be a land of birds and flowers
I want a country
let there be no pain in the head, no yearning in the heart
let there be an end to brothers' quarrels
I want a country
let there be no rich and poor, no you and me
on winter days let everyone have hose and home
I want a country
let living be like loving fromthe heart
if there must be complaint, let it be of death
Cahit Sıtkı TARANCI
Translated by Bernard LEWIS
melih cevdet anday -kolları bağlı odysseus
KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1. Kara gemi Okeanos ırmağının Akıntısından kurtulup tanrısal Denizde Ayaye adasına varınca Onu kumsala çektik ve uykuya Dalarak tanrısal şafağı bekledik. Sabah sisi içinde doğan Gül parmaklı şafak Elpenor' un yüzüstü yatan ölüsünü Bulmuştu ilk önce kıyıda. Martı leşleri ve deniz kabukları arasına Törenle gömdük onu kederli Gönülle ve yanık yüzlü şaraptan İçerek dinledik Kirke'yi.
2. Tanrıçaların en tanrısalı Güzel belikli Kirke eyitti : "Sen Odysseus iki ölümlüsün Hades'i gördün daha yaşarken Güneş doğmayan neşesiz ülkeyi Günlerce karanlıkta kaldın Çünkü İthaca yaşatıyordu seni Tanrısal denizde ordan oraya Bin yıldır aradığın ada... Konağının sarsılmaz temeli İkarios kızı Penelopeia Ve erdemli dölün Telemakhos Bütün ülkün ve sevgin olan İthaca."
3. İyi dinle söyleyeceklerimi Her şeyi olduğu gibi anlatacağım sana Ki yeni uğursuzluklar yüzünden Denizler ortasında kalma bir daha. Önce Sirenlere rast geleceksiniz Koruyun onlardan kendinizi Yabansı ezgilerle büyüleneceksin Ordan çarçabuk uzaklaşmalı ki Büsbütün yok olmasın İthaca. Sirenleri aştıktan sonra kürekçilerin İki yol çıkacak karşına birden Acaba bunlardan hangisi? Artık onu orda sen bileceksin!"
4. Oysa İthaca'yı hiç görmemiştim Penelopeia yoktu, Telemakhos da, Ama İthaca kafamda onlardan kurulu idi. Tanrıçaların en tanrısalı Kirke'nin bile söyleyemediği Bu yolu bulup geçeceğim; Ama ne denli güç olursa olsun Bilerek varmak istiyorum şimdi Sirenlerin ezgilerini dinleyeceğim Dedim ve büyük bir mum peteğini Tunç hançer ucu ile ezdim çabucak Tıkadım kürekçilerin kulaklarını bir bir Orta direğe bağlattım kendimi.
5. Kürekçilerim hasatsız denizi Köpürttüler kürekleriyle, Tez yürüyüşlü gemi gün batarken Ulaştı Sirenlerin adasına, Yüreğim kopacak gibiydi Kanatlanıp uçacak gibiydi, ama Sirenlerin izi bile yoktu ortada. Yalnız bir ezgi, ta derinden Ta içerimden gelen bir ezgi Başladı yavaş yavaş yükselmeye; O yabansı, o büyülü türküleri ben Söylüyordum sağır gemicilere Yalnız ben duyuyordum Sirenleri. Kirke, bilge tanrıça, selam sana! Sağ salim geçtim kendimi.
Melih Cevdet ANDAY
melih cevdet anday ingilizce çeviri şiir
REMEMBRANCE
Wish a couple of doves rise
Carnations smell piteously
This is an unmentionable thing
Suddenly comes to my mind
Sun was almost rising
You would get up usually
Perhaps you were still drowsy
Your night comes to my mind
Like the names of flowers I love
Like names of streets I love
Like the names of all my love
Your names come to my mind
That's why comfortable beds shame
That lethargy during the kiss
Joining across the wire fence
Your fingers come to my mind
I have seen so many loves, allies
Read heroes in history
Suiting well to age solemn, simple
Your manners come to my mind
Wish a couple of doves rise
Carnations smell piteously
This is an unforgettable thing
Inevitably comes to my mind
Carnations smell piteously
This is an unmentionable thing
Suddenly comes to my mind
Sun was almost rising
You would get up usually
Perhaps you were still drowsy
Your night comes to my mind
Like the names of flowers I love
Like names of streets I love
Like the names of all my love
Your names come to my mind
That's why comfortable beds shame
That lethargy during the kiss
Joining across the wire fence
Your fingers come to my mind
I have seen so many loves, allies
Read heroes in history
Suiting well to age solemn, simple
Your manners come to my mind
Wish a couple of doves rise
Carnations smell piteously
This is an unforgettable thing
Inevitably comes to my mind
Note:
Julius and Ethel Rosenberg, as they were executed on 19 June 1953, became first US citizens executed for espionage. A very long debate was hold upon their guiltiness. Today their execution was attributed to oppressive atmosphere of the McCarthy days.
pir sultan abdal - ötme bülbül
ÖTME BÜLBÜL ÖTME
Ötme bülbül ötme, şen değil bağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Tükendi fitilim eridi yağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Deryadan bölünmüş sellere döndüm
Ateşi kararmış küllere döndüm
Vakitsiz açılmış güllere döndüm
Dost senin derdinden ben yana yana
Haberin duyarsın peyikler ile
Yaramı sarsınlar şeyikler ile
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Dost senin derdinden ben yana yana
Abdal Pir Sultan'ım, doldum eksildim
Yemeden içmeden sudan kesildim
Zülfün kemendine kondum asıldım
Dost senin derdinden ben yana yana
Pir Sultan ABDAL
pir sultan abdal ingilizce çeviri
THE ROUGH MAN ENTERED THE LOVER'S GARDEN
The rough man entered the lover's garden
It is woods now, my beautiful one, it is woods,
Gathering roses, he has broken their stems
They are dry now, my beautiful one, they are dry
In this square our hide is stretched
Blessed be, we saw our friend off to God
One day, too, black dust must cover us
We will rot, my beautiful one, we will rot
He himself reads and He also writes
God's holy hand has closed her crescent eyebrows
Your peers are wandering in Paradise
They are free, my beautiful one, they are free
Whatever religion you are, I'll worship it too
I will be torn off with you even the Day of Judgment
Bend for once, let me kiss you on your white neck
Just stay there for a moment, my beautiful one, just stay there
I'm Pir Sultan Abdal, I start from the root
I eat the kernel and throw out the evil weed
And weave from a thousand flowers to one hive honey
I am an honest bee, my beautiful one, an honest bee.
Pir Sultan ABDAL
Translated by Murat-Nemet NEJAT
nazım hikmet - orada tanıdıklarım I
ORADA TANIDIKLARIM
I
Bir kafes.
Bir kanarya kuşu.
Sarı kanatların
tellere vuruşu.Kitaplar, kitaplar,Puşkinden Mayakofskiye kadar
şiir kitapları..Kitaplar, kitaplar,
Felsefe - Diyalektik Materyalizm.İktisat - Dört cilt Kapital.Bir keman - yeni doğmuş bir çocuk gibi yatıyor kutusunda.
Pencere açık.
Dışarda şehir -
ayışıklı uykusunda...Gözler.
Kocaman, berrak, iri,
iki mavi damla gibi gözleri..
Kumral kıvırcık bir sakal.
Yüzü beyaz...Pencere açık.Gece.
Yaz....
Odada ikimiz.Konuşuyor o:
-"İsterdim ki ben,
Şarkılarımı söylesinler benim
el ele tutuşup dönerken
çocuk bahçelerinde çocuklarımız..
Duyduğum seslerin en güzelidir -bir yaz gecesi - dizimde yatan bir çocuğun
bana yıldızları soruşu.." Bir kafes.Bir kanarya kuşu.Bir keman - yeni doğmuş bir çocuk gibi yatıyor kutusunda.
Pencere açık.
Dışarda şehir -
ayışıklı uykusunda.Odada ikimiz.Konuşuyor o:
-"İsterdim ki ben,
bir kitap bekçisi olayım
camları güneşli bir kitap evinde.Duyduğum zevklerin en doyulmazıdır -
yıldızlı cenup denizlerinin alevinde sabahlar gibisevilen bir kitap başında sabahlamak...." Kitaplar, kitaplar,Puşkinden Mayakofskiye kadar
şiir kitapları.Felsefe - Diyalektik Materyalizm.İktisat - Dört cilt Kapital.Gözler.
Kocaman, berrak, iri,
iki mavi damla gibi gözleri.
Duvarda bir tabanca -
N A G A N T ..Pencere açık.
Dışarda yaz.Gözler.
Yüzü beyaz.İkimiz.
Konuşuyor o:-"Öldürüyorum.
Öldürüyorum.
Öldürüyorum. Boşalan bir çuval gibi devrildiklerini görüyorum. İş ağır. Fakat...."
Duvarda bir tabanca -
N A G A N T ..İkimiz.
Konuşuyor o:
-"Kalbini, kellesini, bağrını
- TEK KELİME - inkilaba verenlertaşırlar bizde yükün en ağırını.Öldürüyorum.
Devrildiklerini görüyorum...
Halbuki bençocuklarımız el ele tutuşup dönerken
şarkılarımı....Ben..
Bir kitap evinde...Yıldızlı cenup denizlerinin alevinde sabahlar gibisevilen bir kitap başında sabahlayım..." Yüzü beyaz.Pencere açık.Gece.
Yaz..
N.Hikmet
I
Bir kafes.
Bir kanarya kuşu.
Sarı kanatların
tellere vuruşu.Kitaplar, kitaplar,Puşkinden Mayakofskiye kadar
şiir kitapları..Kitaplar, kitaplar,
Felsefe - Diyalektik Materyalizm.İktisat - Dört cilt Kapital.Bir keman - yeni doğmuş bir çocuk gibi yatıyor kutusunda.
Pencere açık.
Dışarda şehir -
ayışıklı uykusunda...Gözler.
Kocaman, berrak, iri,
iki mavi damla gibi gözleri..
Kumral kıvırcık bir sakal.
Yüzü beyaz...Pencere açık.Gece.
Yaz....
Odada ikimiz.Konuşuyor o:
-"İsterdim ki ben,
Şarkılarımı söylesinler benim
el ele tutuşup dönerken
çocuk bahçelerinde çocuklarımız..
Duyduğum seslerin en güzelidir -bir yaz gecesi - dizimde yatan bir çocuğun
bana yıldızları soruşu.." Bir kafes.Bir kanarya kuşu.Bir keman - yeni doğmuş bir çocuk gibi yatıyor kutusunda.
Pencere açık.
Dışarda şehir -
ayışıklı uykusunda.Odada ikimiz.Konuşuyor o:
-"İsterdim ki ben,
bir kitap bekçisi olayım
camları güneşli bir kitap evinde.Duyduğum zevklerin en doyulmazıdır -
yıldızlı cenup denizlerinin alevinde sabahlar gibisevilen bir kitap başında sabahlamak...." Kitaplar, kitaplar,Puşkinden Mayakofskiye kadar
şiir kitapları.Felsefe - Diyalektik Materyalizm.İktisat - Dört cilt Kapital.Gözler.
Kocaman, berrak, iri,
iki mavi damla gibi gözleri.
Duvarda bir tabanca -
N A G A N T ..Pencere açık.
Dışarda yaz.Gözler.
Yüzü beyaz.İkimiz.
Konuşuyor o:-"Öldürüyorum.
Öldürüyorum.
Öldürüyorum. Boşalan bir çuval gibi devrildiklerini görüyorum. İş ağır. Fakat...."
Duvarda bir tabanca -
N A G A N T ..İkimiz.
Konuşuyor o:
-"Kalbini, kellesini, bağrını
- TEK KELİME - inkilaba verenlertaşırlar bizde yükün en ağırını.Öldürüyorum.
Devrildiklerini görüyorum...
Halbuki bençocuklarımız el ele tutuşup dönerken
şarkılarımı....Ben..
Bir kitap evinde...Yıldızlı cenup denizlerinin alevinde sabahlar gibisevilen bir kitap başında sabahlayım..." Yüzü beyaz.Pencere açık.Gece.
Yaz..
N.Hikmet
nazım hikmet - mor menekşe...
MOR MENEKŞE, AÇ DOSTLAR
VE ALTIN GÖZLÜ ÇOCUK
Abe şair,
bizim de bir çift sözümüz var
«aşka dair.»
O meretten biz de çakarız
biraz..
Deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti yaz
sarı
tahta vagonları
ter, tütün ve ot kokan
bir tren gibi.
Halbuki ben
istiyordum ki gelsin o
kırmızı bakır bakracında bana
sıcak süt getiren gibi...
Fakat neylersin,
yaz böyle gelmedi,
yaz böyle gelmiyor,
böyle gelmiyor, hay anasını... şey!..
EEEEEEEEEY...
kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk,
altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!
Ne haltedek,
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına!
1930
VE ALTIN GÖZLÜ ÇOCUK
Abe şair,
bizim de bir çift sözümüz var
«aşka dair.»
O meretten biz de çakarız
biraz..
Deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti yaz
sarı
tahta vagonları
ter, tütün ve ot kokan
bir tren gibi.
Halbuki ben
istiyordum ki gelsin o
kırmızı bakır bakracında bana
sıcak süt getiren gibi...
Fakat neylersin,
yaz böyle gelmedi,
yaz böyle gelmiyor,
böyle gelmiyor, hay anasını... şey!..
EEEEEEEEEY...
kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk,
altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!
Ne haltedek,
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına!
1930
edip cansever - soyut somut
SOYUT SOMUT
Şiirin soyutluğu somutluğu sorunu çok tartışıldı. Gene de belli bir sonuca varılamadı. Kapalı şiir için soyut, "anlamsız şiir" için soyut, toplumcu olmayan şiir için soyut, hatta yeni şiirlerin tümü için soyut denildi. Gerçi soyut şiirle, somut şiir arasındaki ayrım kesin olarak belirlenmiş değil. Değil ama, işe bu yönden bakanlar da yok denecek kadar az. Soyut kavramı, giderek, sanatta, felsefede kullanılan anlamından da soyutlanarak, konuşma dilimize yerleşen bir basitlik simgesi oluverdi. Yergiler, suçlamalar bile hep aynı kavrama başvurularak yapılıyor.
Bir şiirin "nedir"liği, "nasıl"lığı kadar, o şiire bakan kişinin şiir ekini, algısı, deneyleri, yorum gücü de önemlidir. Yani şiirin soyut ya da somut bir izlenim bırakması, yazarı kadar okuyucuyu da ilgilendirir. Ama ben bu konuyu ters yönden, yalnızca ozanın tutumu bakımından incelem istiyorum. Yapacağım iş -ama doğru, ama yanlış - soyut-somut ikilemesini kaldırmayı denemek...
İlkin şöyle bir soru soralım kendimize : Şiiri şiirden soyutlamak mümkün müdür? Yani ilk günden bugüne dek yazılmış şiirlerle ortak bir düzen kurulmuştur da, bu düzenin dışında kalabilen şiirler olmuş mudur? Olmuşsa, bunlar canlılıklarını, etkinliklerini, işlevlerini sürdürebilmişler midir? Hiç sanmıyorum. Yıkıcı bir şiir akımı bile yıktığı değerlerle beslenmek, geride bıraktığı dil, biçim, yapı özelliklerini kaynak yaparak güçlenmek zorundadır. Bırakalım dünya şiirini, kendi ozanlarımızı, örneğin bir A.Haşim'i, Y.Kemal'i yadsıyarak, onlarla ilgimizi büsbütün keserek ozanlık katına erişebilirmiyiz? Şiir tarihi içinde yer alan, çağdan çağa uygulanabilen, kendi öz gerçeğini yitirmeden değişebilen bütün şiirler, canlı, yaşaması olan örgensel (organik) bir bütünlük kurarlar. Şiirin somutluğu da önce bu örgensel bütünlüğe bağlılığıyla oranlıdır. İşte şiirin şiirden soyutlanması, ozanın bu bütünlüğe boşvermesi; şaşırtıcılıkla, dayalı bir gösteriyle yetinmesi demektir.
Ayrıca şiirler şiirlere eklenerek, dil, yapı v.b. bakımından nasıl bir düzen yaratılıyorsa; çeşitli şiirlerdeki çeşitli öğeler de, duygular, düşünüler de birbirleriyle kaynaşıp çözülerek bu düzenle çakışırlar. Örneğin daha önceki dönemlerde yazılmış bir şiirin anlamını, bugün için küçümseyebiliriz ama, o anlamdan koptuğumuzu, hiç mi hiç etkilenmediğimizi söyleyemeyiz kolayca. Çünkü ozanlar salt yeni duygular, yeni heyecanlar peşinde değillerdir. Onların gerçek çabaları, kamusal duyguya, kamusal isterlere bir yön vermek, buna bir çeşitlilik, yeni bir biçim, en önemlisi de yeni bir kişilik kazandırmaktır. Diyeceğim, örgensel bütünlük adına yapılan ya da yapılacak her türlü işlem, kendiliğinden bir somutlama eylemine geçiştir.
Şiir, insani değerlerden, ölümsüz özlerden, yaşam koşullarından, çağını yansıtmaktan kopmazlığıyla da somut bir olgudur. Ama kimi dönemlerde şiirin bu niteliği farkedilmeyebilir. Dil zorluğu, soyut araçlar, yeni şiir öğeleri bir engel olarak dikilebilir karşımıza. Soyut araçlar dedik; evet, bu bizim çelişmeye düştüğümüz sanısını uyandırmamalı. Bilimler bile, insanın salt bir yanıyla ilgilenmekte , insanı insandan soyutlayarak, gerçekte ona somut bir nitelik kazandırmıyorlar mı? Felsefe için de durum aynı : o da yaşamımıza yepyeni anlamlar katmakla kalmıyor, ortaya attığı düşünce biçimlerinin dizgelerinin birbirlerini etkileyip değerlendirmesiyle somut bir görünüme kavuşuyor. Soyut araçlardan yararlanması bakımından şiir de, bu mantık kurgusunun dışında kalamaz. İşte şiirin şiiri, düşüncenin düşünceyi somutlaması da budur, bence.
"Örgensel bütünlük" diye betimlediğimiz bu şiir ortamı, dural bir durum da değildir. Çünkü sürekli olarak şiirler arası bir savaştan söz açılabilir; tıpkı canlı varlıklarda olduğu gibi, şiirler de zamanla ya birbirlerini yok ederler, ya düzeltip değerlendirirler. Başka şiirlerin hışmına uğramış bir şiir ya tükenip yerini boşaltır, ya da yıllar sonra ötekilere baskın çıkabilir. Bu aynı zamanda bir somutlaşma savaşıdır - kimi dönemlerde soyut diye nitelendirdiğimiz şiirlerin, sonradan somut bir nitelik kazanması gibi -. Bu işlem, bu arınma bir ozanın kendi şiirleri arasında da olabilir.
Öyleyse soyut dediğimiz şiirler ne kapalı, ne anlamsız, ne de toplumcu olan şiirlerdir. Soyut şiir olsa olsa daha yazılmamış bir şiirdir; bir de dediğimiz gibi yazılmış görünüp de, belli bir şiir düzeninde yer almamış, geleneğinden kopuk, geleceğe yönelmemiş, salt ozanını ilgilendiren her türlü şiir soyuttur.
Şiirin soyutluğu somutluğu sorunu çok tartışıldı. Gene de belli bir sonuca varılamadı. Kapalı şiir için soyut, "anlamsız şiir" için soyut, toplumcu olmayan şiir için soyut, hatta yeni şiirlerin tümü için soyut denildi. Gerçi soyut şiirle, somut şiir arasındaki ayrım kesin olarak belirlenmiş değil. Değil ama, işe bu yönden bakanlar da yok denecek kadar az. Soyut kavramı, giderek, sanatta, felsefede kullanılan anlamından da soyutlanarak, konuşma dilimize yerleşen bir basitlik simgesi oluverdi. Yergiler, suçlamalar bile hep aynı kavrama başvurularak yapılıyor.
Bir şiirin "nedir"liği, "nasıl"lığı kadar, o şiire bakan kişinin şiir ekini, algısı, deneyleri, yorum gücü de önemlidir. Yani şiirin soyut ya da somut bir izlenim bırakması, yazarı kadar okuyucuyu da ilgilendirir. Ama ben bu konuyu ters yönden, yalnızca ozanın tutumu bakımından incelem istiyorum. Yapacağım iş -ama doğru, ama yanlış - soyut-somut ikilemesini kaldırmayı denemek...
İlkin şöyle bir soru soralım kendimize : Şiiri şiirden soyutlamak mümkün müdür? Yani ilk günden bugüne dek yazılmış şiirlerle ortak bir düzen kurulmuştur da, bu düzenin dışında kalabilen şiirler olmuş mudur? Olmuşsa, bunlar canlılıklarını, etkinliklerini, işlevlerini sürdürebilmişler midir? Hiç sanmıyorum. Yıkıcı bir şiir akımı bile yıktığı değerlerle beslenmek, geride bıraktığı dil, biçim, yapı özelliklerini kaynak yaparak güçlenmek zorundadır. Bırakalım dünya şiirini, kendi ozanlarımızı, örneğin bir A.Haşim'i, Y.Kemal'i yadsıyarak, onlarla ilgimizi büsbütün keserek ozanlık katına erişebilirmiyiz? Şiir tarihi içinde yer alan, çağdan çağa uygulanabilen, kendi öz gerçeğini yitirmeden değişebilen bütün şiirler, canlı, yaşaması olan örgensel (organik) bir bütünlük kurarlar. Şiirin somutluğu da önce bu örgensel bütünlüğe bağlılığıyla oranlıdır. İşte şiirin şiirden soyutlanması, ozanın bu bütünlüğe boşvermesi; şaşırtıcılıkla, dayalı bir gösteriyle yetinmesi demektir.
Ayrıca şiirler şiirlere eklenerek, dil, yapı v.b. bakımından nasıl bir düzen yaratılıyorsa; çeşitli şiirlerdeki çeşitli öğeler de, duygular, düşünüler de birbirleriyle kaynaşıp çözülerek bu düzenle çakışırlar. Örneğin daha önceki dönemlerde yazılmış bir şiirin anlamını, bugün için küçümseyebiliriz ama, o anlamdan koptuğumuzu, hiç mi hiç etkilenmediğimizi söyleyemeyiz kolayca. Çünkü ozanlar salt yeni duygular, yeni heyecanlar peşinde değillerdir. Onların gerçek çabaları, kamusal duyguya, kamusal isterlere bir yön vermek, buna bir çeşitlilik, yeni bir biçim, en önemlisi de yeni bir kişilik kazandırmaktır. Diyeceğim, örgensel bütünlük adına yapılan ya da yapılacak her türlü işlem, kendiliğinden bir somutlama eylemine geçiştir.
Şiir, insani değerlerden, ölümsüz özlerden, yaşam koşullarından, çağını yansıtmaktan kopmazlığıyla da somut bir olgudur. Ama kimi dönemlerde şiirin bu niteliği farkedilmeyebilir. Dil zorluğu, soyut araçlar, yeni şiir öğeleri bir engel olarak dikilebilir karşımıza. Soyut araçlar dedik; evet, bu bizim çelişmeye düştüğümüz sanısını uyandırmamalı. Bilimler bile, insanın salt bir yanıyla ilgilenmekte , insanı insandan soyutlayarak, gerçekte ona somut bir nitelik kazandırmıyorlar mı? Felsefe için de durum aynı : o da yaşamımıza yepyeni anlamlar katmakla kalmıyor, ortaya attığı düşünce biçimlerinin dizgelerinin birbirlerini etkileyip değerlendirmesiyle somut bir görünüme kavuşuyor. Soyut araçlardan yararlanması bakımından şiir de, bu mantık kurgusunun dışında kalamaz. İşte şiirin şiiri, düşüncenin düşünceyi somutlaması da budur, bence.
"Örgensel bütünlük" diye betimlediğimiz bu şiir ortamı, dural bir durum da değildir. Çünkü sürekli olarak şiirler arası bir savaştan söz açılabilir; tıpkı canlı varlıklarda olduğu gibi, şiirler de zamanla ya birbirlerini yok ederler, ya düzeltip değerlendirirler. Başka şiirlerin hışmına uğramış bir şiir ya tükenip yerini boşaltır, ya da yıllar sonra ötekilere baskın çıkabilir. Bu aynı zamanda bir somutlaşma savaşıdır - kimi dönemlerde soyut diye nitelendirdiğimiz şiirlerin, sonradan somut bir nitelik kazanması gibi -. Bu işlem, bu arınma bir ozanın kendi şiirleri arasında da olabilir.
Öyleyse soyut dediğimiz şiirler ne kapalı, ne anlamsız, ne de toplumcu olan şiirlerdir. Soyut şiir olsa olsa daha yazılmamış bir şiirdir; bir de dediğimiz gibi yazılmış görünüp de, belli bir şiir düzeninde yer almamış, geleneğinden kopuk, geleceğe yönelmemiş, salt ozanını ilgilendiren her türlü şiir soyuttur.
Edip CANSEVER
8 Kasım 2015 Pazar
hasan hüseyin - benden size
Benden Size / Hasan Hüseyin
İstanbul'da bir fabrika
Fabrikayı ben koymadım oraya
Ben diyorum ki size
İstanbul'da bir fabrika
Fabrikayı işçiler çalıştırır
İşçileri bir milyoner
Ben diyorum ki size
Fabrikayı işçiler çalıştırır.
Grev gittikçe büyüyor
Grevi ben istemiyorum
Ben diyorum ki size
Grev gittikçe büyüyor.
Bini boşaldıkça biri iri doluyor
Binini ben boşaltmıyorum
Ben diyorum ki size
Bini boşaldıkça biri doluyor.
Bu düzen beyler düzeni
Bu düzeni ben yapmadım
Ben diyorum ki size
Bu düzen beyler düzeni.
Ortalık gitgide karşıyor
Ortalığı karıştıran ben değilim
Ben diyorum ki size
Ortalık gitgide karışıyor.
Bir gün kıyamet koparsa
Kıyamet kopsun istemiyorum
Ben diyorum ki size
Bir gün kıyamet koparsa.
Gençler kuytularda öpüşüyorlar
Marulun vakti geçti
Şimdi karpuzlar kızaracak
Ardından fındık fıstık
Ardından ayva
Ayvayı sarartan ben değilim
Ben diyorum ki size
Gençler kuytularda öpüşüyorlar
Ayva vakti.
Benden Size, Hasan Hüseyin (Şiir - Tam)
İstanbul'da bir fabrika
Fabrikayı ben koymadım oraya
Ben diyorum ki size
İstanbul'da bir fabrika
Fabrikayı işçiler çalıştırır
İşçileri bir milyoner
Ben diyorum ki size
Fabrikayı işçiler çalıştırır.
Grev gittikçe büyüyor
Grevi ben istemiyorum
Ben diyorum ki size
Grev gittikçe büyüyor.
Bini boşaldıkça biri iri doluyor
Binini ben boşaltmıyorum
Ben diyorum ki size
Bini boşaldıkça biri doluyor.
Bu düzen beyler düzeni
Bu düzeni ben yapmadım
Ben diyorum ki size
Bu düzen beyler düzeni.
Ortalık gitgide karşıyor
Ortalığı karıştıran ben değilim
Ben diyorum ki size
Ortalık gitgide karışıyor.
Bir gün kıyamet koparsa
Kıyamet kopsun istemiyorum
Ben diyorum ki size
Bir gün kıyamet koparsa.
Gençler kuytularda öpüşüyorlar
Marulun vakti geçti
Şimdi karpuzlar kızaracak
Ardından fındık fıstık
Ardından ayva
Ayvayı sarartan ben değilim
Ben diyorum ki size
Gençler kuytularda öpüşüyorlar
Ayva vakti.
Benden Size, Hasan Hüseyin (Şiir - Tam)
umberto eco - de bibliotheca
De Bibliotheca / Umberto Eco
Böylesine saygın bir yerde, tıpkı dinsel bir törende olduğu gibi, Kitap tan bir bölüm okuyarak söze başlamanın uygun olacağı kanısındayım, bilgi verme amacıyla değil, çünkü kutsal kitap okunduğunda herkes kitabın söylediklerini zaten bilmektedir, amaç bir ayin işlevini görmesi bu okumanın, ruhsal bütünleşmeyi sağlaması. Öyleyse:
Evren (kimileri kitaplık diye anıyorlar) birbirinden engin hava sütunlarıyla ayrılmış, çok alçak parmaklıklarla çevrili, sayısı belirsiz, belki de sonsuz, altıgen dehlizlerden oluşmuştur. Altıgenin hangisinden bakılsa uçsuz bucaksız üst katlarla alt katlar görülebilir. Dehlizlerin dağılış düzeni de değişmezdir. Her yanda beşer uzun raftan toplam yirmi beş raf, biri dışında bütün duvarları kaplamaktadır. Rafların yüksekliği, tavandan zeminedir, sıradan bir kitaplığınkini pek aşmaz. Açıktaki kenarlardan biri dar bir geçide, ilk geçidin ve ötekilerin tıpkısı bir başka dehlize açılır. Geçidin sol ve sağ yanında iki küçücük hücre vardır. Bunlardan birinde, ayakta uyuklanabilir; ikincisinde dışkılama gereksinimi karşılanabilir. İkisinin arasında, döner bir merdiven dipsizliklere inerek tepelere doğru akar. Geçitte, her görünüşün aslına bağlı bir suretini çıkaran bir ayna bulunur. (...) Altıgenin duvarlarının her birine beş raf düşmektedir; her rafta genel düzeni aynı olan otuz iki kitap bulunur; her kitap, dört yüz on sayfadır; her sayfa kırk satırlık, her satır da yaklaşık seksen siyah harfliktir. Ayrıca her kitabın sırtında da harfler vardır; bu harfler sayfalarda yazılanları belirlemezler, yansıtmazlar: Bir zamanlar bu tutarsızlığın gizemli sayıldığını biliyorum. (...) Beş yüz yıl önce, üst kat altıgenlerinden birinin başkanı en az ötekiler kadar akıl karıştıran bir kitaba rastlamıştır, yalnız bu kitapta yaklaşık iki sayfa süreyle bağdaşık satırlar yer alıyordu, görünüşe göre okunabilir nitelikteydi bu satırlar. Bulgusunu gezgin bir şifre - çözücüye gösterdi, başkaları Yidiş dediler. Yüzyıla kalmadan dil kesinlik kazandı: Klasik Arapça çekimleriyle Guarani nin bir Lituanya lehçesiymiş söz konusu. İçeriği de çözüldü: sınırsız sayıda yinelenen çeşitlemelerle örneklendirilmiş birtakım birleştirici çözümleme, kavramları. Bu örnekler öfke, bir kütüphanecinin, Kitaplık ın yasasını keşfetmesine yol açtı. (...) Kafirler, Kitaplık ta saçmanın kurallaştığını, sağduyuyu bölümlerin (en yalın, saf tutarlılıkların bile) handiyse tansık soyundan bir kural-dışı sayıldığını ileri sürüyorlar. Konuşma sırasında (biliyorum) sapıtmış bir ilahı andıran rastlantısal ciltler her an başka ciltlere dönüşme, her şeyi evetleme, değilleme, birbirine karıştırma tehlikesiyle yüzyüze olan hummalı Kitaplık tan söz ediyorlar. Bu sözler, düzensizliği açığa vurmakla kalmıyor, düpedüz örnekliyor, yazarın tiksinç beğenisini ve onulmaz bilisizliğini de elegüne kanıtlıyor. Aslında Kitaplık ta söz yapılarının tümü, yirmi beş yazım simgesinin elverdiği çeşitlemelerin tümü vardır da katışıksız saçmaya tek örnek bulamazsınız. (...) Konuşmak, bir şey söylemek değildir. Bu lafazan ve yararsız risaleyi, sayısız altıgenden birinin beş rafından birinin otuz cildinden birinde bulabilirsiniz zaten karşı savıyla birlikte. (n sayıda olası dil, aynı sözcük dağarcığını kullanmaktadır; kiminde kitaplık simgesi, doğru tanımıyla yer almıştır: altıgen dehlizlerden oluşan, her zaman her yerde süregelen bir düzenleme, gelgelelim kitaplık, ekmek de olabilir, piramit de, başka bir şey de ve onu tanımlayan şu yedi sözcük, başka bir değer üstlenir. Beni okuyan, sen, dilimi anladığına emin misin?)Amen!
Parça, herkesin bildiği gibi, Jorge Luis Borgesin Babil Kitaplığı öyküsünden bir bölüm; kendi kendime soruyorum da burada bulunan kitaplık müdavimleri, kitaplık yöneticileri, kitaplık çalışanları olarak pek çoğumuz, bu sayfaları yeniden duyup, yeniden düşündüğümüzde, uzun koridorlar ve uzun salonlarda yaşadığımız gençlik yada olgunluk yıllarının kişisel deneyimlerini anımsamıyor muyuz? Daha doğrusu şu soruyu sorabiliriz kendimize: Evren in imgesi ve örneğine bağlı olarak kurulan Babil Kitaplığı, aynı zamanda olası bir çok kitaplığında imgesi ve örneği değil mi? Bütünüyle düş ürünü örnekler geliştirerek, mevcut kitaplıkların bugününden yada geleceğinden söz edilip edilemeyeceğin soruyorum kendime. Ben edilebileceğine inanıyorum. ...
De Bibliotheca, Umberto Eco (Düzyazı - Kısmi)
Kaynak: Günlük Yaşamdan Sanata, Umberto Eco, Çeviren Kemal Atakay, Adam Yayınları, 1991
Gönderen: Özalp Balaban, 08/09/2001
Böylesine saygın bir yerde, tıpkı dinsel bir törende olduğu gibi, Kitap tan bir bölüm okuyarak söze başlamanın uygun olacağı kanısındayım, bilgi verme amacıyla değil, çünkü kutsal kitap okunduğunda herkes kitabın söylediklerini zaten bilmektedir, amaç bir ayin işlevini görmesi bu okumanın, ruhsal bütünleşmeyi sağlaması. Öyleyse:
Evren (kimileri kitaplık diye anıyorlar) birbirinden engin hava sütunlarıyla ayrılmış, çok alçak parmaklıklarla çevrili, sayısı belirsiz, belki de sonsuz, altıgen dehlizlerden oluşmuştur. Altıgenin hangisinden bakılsa uçsuz bucaksız üst katlarla alt katlar görülebilir. Dehlizlerin dağılış düzeni de değişmezdir. Her yanda beşer uzun raftan toplam yirmi beş raf, biri dışında bütün duvarları kaplamaktadır. Rafların yüksekliği, tavandan zeminedir, sıradan bir kitaplığınkini pek aşmaz. Açıktaki kenarlardan biri dar bir geçide, ilk geçidin ve ötekilerin tıpkısı bir başka dehlize açılır. Geçidin sol ve sağ yanında iki küçücük hücre vardır. Bunlardan birinde, ayakta uyuklanabilir; ikincisinde dışkılama gereksinimi karşılanabilir. İkisinin arasında, döner bir merdiven dipsizliklere inerek tepelere doğru akar. Geçitte, her görünüşün aslına bağlı bir suretini çıkaran bir ayna bulunur. (...) Altıgenin duvarlarının her birine beş raf düşmektedir; her rafta genel düzeni aynı olan otuz iki kitap bulunur; her kitap, dört yüz on sayfadır; her sayfa kırk satırlık, her satır da yaklaşık seksen siyah harfliktir. Ayrıca her kitabın sırtında da harfler vardır; bu harfler sayfalarda yazılanları belirlemezler, yansıtmazlar: Bir zamanlar bu tutarsızlığın gizemli sayıldığını biliyorum. (...) Beş yüz yıl önce, üst kat altıgenlerinden birinin başkanı en az ötekiler kadar akıl karıştıran bir kitaba rastlamıştır, yalnız bu kitapta yaklaşık iki sayfa süreyle bağdaşık satırlar yer alıyordu, görünüşe göre okunabilir nitelikteydi bu satırlar. Bulgusunu gezgin bir şifre - çözücüye gösterdi, başkaları Yidiş dediler. Yüzyıla kalmadan dil kesinlik kazandı: Klasik Arapça çekimleriyle Guarani nin bir Lituanya lehçesiymiş söz konusu. İçeriği de çözüldü: sınırsız sayıda yinelenen çeşitlemelerle örneklendirilmiş birtakım birleştirici çözümleme, kavramları. Bu örnekler öfke, bir kütüphanecinin, Kitaplık ın yasasını keşfetmesine yol açtı. (...) Kafirler, Kitaplık ta saçmanın kurallaştığını, sağduyuyu bölümlerin (en yalın, saf tutarlılıkların bile) handiyse tansık soyundan bir kural-dışı sayıldığını ileri sürüyorlar. Konuşma sırasında (biliyorum) sapıtmış bir ilahı andıran rastlantısal ciltler her an başka ciltlere dönüşme, her şeyi evetleme, değilleme, birbirine karıştırma tehlikesiyle yüzyüze olan hummalı Kitaplık tan söz ediyorlar. Bu sözler, düzensizliği açığa vurmakla kalmıyor, düpedüz örnekliyor, yazarın tiksinç beğenisini ve onulmaz bilisizliğini de elegüne kanıtlıyor. Aslında Kitaplık ta söz yapılarının tümü, yirmi beş yazım simgesinin elverdiği çeşitlemelerin tümü vardır da katışıksız saçmaya tek örnek bulamazsınız. (...) Konuşmak, bir şey söylemek değildir. Bu lafazan ve yararsız risaleyi, sayısız altıgenden birinin beş rafından birinin otuz cildinden birinde bulabilirsiniz zaten karşı savıyla birlikte. (n sayıda olası dil, aynı sözcük dağarcığını kullanmaktadır; kiminde kitaplık simgesi, doğru tanımıyla yer almıştır: altıgen dehlizlerden oluşan, her zaman her yerde süregelen bir düzenleme, gelgelelim kitaplık, ekmek de olabilir, piramit de, başka bir şey de ve onu tanımlayan şu yedi sözcük, başka bir değer üstlenir. Beni okuyan, sen, dilimi anladığına emin misin?)Amen!
Parça, herkesin bildiği gibi, Jorge Luis Borgesin Babil Kitaplığı öyküsünden bir bölüm; kendi kendime soruyorum da burada bulunan kitaplık müdavimleri, kitaplık yöneticileri, kitaplık çalışanları olarak pek çoğumuz, bu sayfaları yeniden duyup, yeniden düşündüğümüzde, uzun koridorlar ve uzun salonlarda yaşadığımız gençlik yada olgunluk yıllarının kişisel deneyimlerini anımsamıyor muyuz? Daha doğrusu şu soruyu sorabiliriz kendimize: Evren in imgesi ve örneğine bağlı olarak kurulan Babil Kitaplığı, aynı zamanda olası bir çok kitaplığında imgesi ve örneği değil mi? Bütünüyle düş ürünü örnekler geliştirerek, mevcut kitaplıkların bugününden yada geleceğinden söz edilip edilemeyeceğin soruyorum kendime. Ben edilebileceğine inanıyorum. ...
De Bibliotheca, Umberto Eco (Düzyazı - Kısmi)
Kaynak: Günlük Yaşamdan Sanata, Umberto Eco, Çeviren Kemal Atakay, Adam Yayınları, 1991
Gönderen: Özalp Balaban, 08/09/2001
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)