ANTİK ÇAĞ TİYATROSU
Tiyatro ilk kez IO 6. yüzyılda Yunan toplumunda dinsel törenden özerkleşerek
bir sanat türü haline geldi; dinsel ya da pratik ölçütlerle değil, estetik
ölçütlerle değerlendirilen bir "oyun" a dönüştü. Yunan toplumunda
tiyatronun öncülü, şarap, bereket ve bitkiler tanrısı Dionysos'u kutsamak için
yapılan Bacchanolia şenliklerinde bir koronun söylediği dithyramboy
şarkılarıydı. Koro, bu şarkılarda, farkı kişilerin konuşmasını canlandırmak
için söz ve tavır değişikliğinden yararlanıyordu. Daha sonra, oyuncu ve oyun
yazarı Thespis, koronun karşısına, farklı kişilikleri farklı maskelerle temsil
eden bir oyuncu koydu. Böylece daha karmaşık konular ele alınabiliyor, farklı
anlatım biçimleri denenebiliyordu. İÖ 534'te Atina'daki ilk tiyatro şenliğinde,
Thespis'in bir tragedyası ödül kazandı. Bu tarihten sonrada tragedyalar
Dionysos şenliklerinin bir parçası olarak gelenekselleşti.
İÖ 5 . yüzyılın ilk yarısında, Aiskhylos, koroyu 50 kişiden 12 kişiye indirerek
ve ikinci bir oyuncu ekleyerek bugünkü Batı tiyatrosunun da temelini attı.
Artık birden fazla kişi arasında yaşanan bir olayın, bir ilişkinin, sahnede
canlandırılması olanağı doğmuştu. Aiskhylos, tragedyayı Dionysos cümbüşündeki
azgın ve utançsız kökeninden de kopardı. Tiyatro önemli kişilerin başından
geçen önemli olayları yüceltmiş bir üslupya temsil etme sanatı haline geldi.
Efsaneleri, mitleri ve efsaneleşecek kadar eski olayları işleyen tragedyanın
dinsel, ahlaki ya da siyasi bir mesaj vermesi, toplumu ve evreni bir bütün
olarak temsil etmesi bekleniyordu. Hiyerarşik bir evrendi bu: En üstte tanrılar
katı yer alıyor, altta ölümün, sürgünün ve cezanın yurdu bulunuyor, bu ikisinin
ortasında da oyunun, dramatik eylemin gerçekleştiği yuvarlık sahneyle temsil
edilen insanların dünyası duruyordu. Tragedya, daha sonra Sophokles ve
Euripides tarafından daha da geliştirildi, gerçekçi gözlem öğeleri katılarak
Aiskhylos'taki soyutluğundan bir ölçüde uzaklaştırıldı.
Komedya ise İÖ 486'dan başlayarak Atina'da Lenia kış şenliğinde yapılan
yarışmalarla yaygınlık kazandı. Yunanca Komos sözcüğünden türeyen komedya,
Dionysosçu kökenlerine tragedyadan çok daha bağlı kaldı. İÖ 6. yüzyıldan sonra
Yunan egemen sınıfları arasında gözden düştüğü halde köylülerin ve yoksul
halkın yaşamında önemini koruyan soytarılık, hokkabazlık, herkesin birbiriyle
utançsızca çiftleştiği bahar ayinleri gibi avam öğeler, komedyada önemli yer
tutuyordu. Dili de konuşma diline yakındı. Eski Komedya'nın en büyük temsilcisi
Aristophanes'in oyunları, siyasal ve toplumsal yergicilikleriyle ahlaki bir
görev de üstlenmişlerdir. Euripides'in İÖ 406'da ölümünden ve Atina'nın İÖ
404'te yenilgisinden sonra tragedya iyice geriledi ve komedya en popüler tür
haline geldi. İÖ 320'den sonra, Büyük İskender döneminde ortaya çıkan Yeni
Komedya eskisinden oldukça farklıydı. Mitolojik öğelerin yerini genç
Atinalıların erotik serüvenleri ve aile yaşamları almış, eski şen, cümbüşlü ve
grotesk üslup da daha gerçekçi ve yumuşak bir anlatıma dönüşmüştür. Bu dönemden
günümüze yalnızca Menandros'tan bazı parçalar kalmıştır.
Eski Yunan tiyatrosunun önemli bir özelliği kamusallığıdır. Oyunları ortalama
10 bin ile 20 bin seyirci aynı anda izleyebiliyordu. Eski Yunan oyunları,
Sofokles'in trajedileriyle teknik yetkinliğe ulaşmıştır. Sofokles oyunlarında
dekor kullanan ilk tiyatro yazarıdır. Aiskhylos, Sofokles ve Euripides
konularını mitolojisinden alan oyunlar yazmıştır. Bu üç yazar, sonradan
Aristo'nun Poetika adlı yapıtında belirlediği kurallara uygun oyunlar
yazmışlardır. Bu kurallardan biri zaman, yer ve eylemde birliktir. Eski Yunan
komedisinin tanınmış yazarlarından Aristofanes, oyunlarında dönemin siyaset
adamlarının ve düşünürlerinin yanlış tutumlarını alaya almıştır.
ROMA TİYATROSU
Roma, tiyatroya özgü bir katkı yapmaktan çok Yunan tiyatrosuna öykünmekle
yetinmiştir. Bununla birlikte, Roma toplumunun estetik bir eşiği aşamayan, ama
belli bir canlılığı sürdüren yöresel bir oyun geleneği vardır. Bunlardan biri,
yöresel hasat şenlikleri ve evlilik törenlerinde hokkabaz-oyuncu- şarkıcıların
söylediği ve belli bir temsil öğesini de barındıran carmina Fescenninay'dı.
Güney İtalya'da doğan ve IO 3. yüzyılda Roma'da yaygınlaşan bir başka yöresel
türde fabula Atellanay'dı. Fars, parodi ve siyasal taşlama öğelerini içeren bu
oyunlar, İtalyan tiyatrosuna palyaço Maccus ve budala Bucca gibi tipler
kazandırdı.
Bir Yunana oyununu Latinceye çevirerek Yunan tiyatrosunu Roma'ya tanıtan kişi
Yunanlı Livius Andronicus'tur. İlk Romalı oyun yazarı olan Naevius, fabula
palliata adı verilen türün de kurucusudur. İÖ 2. yüzyılda Roma tiyatrosunun en
önemli iki temsilcisi, Plautus ve Terentius, Yunan, Yeni Komedyası'nı, Roma
toplumuna uyarladı. Ama Roma'da tiyatroya gidenler, özelliklede Terentius'un
daha düşünsel içerikli oyunlarını izleyenler nüfusun sınırlı bir kesimini
oluşturuyordu. Roma tiyatrosu, en baştan beri, Yunan kentlerinden daha büyük
bir nüfusun incelmemiş, zevklerine cevap vermeye yönelikti.
İzleyici çekmeyen oyunlara ayrılmış ödeneğin şenlik yöneticisince iptal
edilebildiği bir ortamda, oynanan oyunlarda da gösteri öğeleri öne çıktı.
Senecan'ın bu gelişmeye bir tepki olarak yazdığı oyunlar (IS 1.yy) oynanmaktan
çok, yüksek sesle okunmak için yazılmıştır.
Roma döneminde tiyatro sanatı ile ilgili en önemli eser, Horatius'un Ars
Poetika'sıdır. Ars Poetika'da, tiyatronun eğitici işlevi ve biçimsel düzeni
hakkında açıklamalar yapılmıştır. Roma tiyatrosunun iki büyük komedya yazarı
Plautus ve Terentius, Atina Yeni Komedyasından aldıkları konuları Romalının
günlük yaşantısına, aile ilişkilerine uyarlamışlardır. Amaç, seyirciyi, günlük
ilişkilerini yöneten kurallar korusunda eğitmektir.
ORTA ÇAĞ TİYATROSU
Hristiyanlık, geleneğin sürekliliğinin parçalandığı bir ortamda,
kendi tiyatrosunu yoktan var etti, kendi inançlarından yeni bir tiyatro
türetti. Ortaçağ, kilise tiyatrosunun yanı sıra akrobatların, soytarıların,
hokkabazların tek kişilik yada grup halinde yaptığı gösterilerde hem halk
arasında hem de saraylarda ilgi görüyordu. Ama tiyatroyu yeniden kurallı bir
oyuna, yani sanata dönüştüren, oyunun yazılı öğesini vurgulayan kilise oldu.
Bunun ilk örnekleri, Kitabı Mukaddes'ten belli bölümlerin sahne etkileri de
gözetilerek seslendirilmesiydi. Bu seslendirme daha sonra 10. yüzyılda
oyuncular ve diyaloglarla gerçek bir canlandırmaya dönüştü. 13. yüzyıldan
sonrada manastırların dışına yayıldı; artık kent yönetimleri de yapım
giderlerini üstleniyordu. Dinsel tiyatronun manastır dışında gelişen birbirine
bağlı bir dizi kısa oyunlardan oluşan dizilerdi ve 2-3 gün boyunca oynanıyordu.
Gizem oyunlarının sahnelenmesini de loncalar gibi özel kentsel örgütler
üstlenmiştir. Her lonca, kendi zaanatıyla ilişkili olan bir oyunun giderlerini
karşılıyordu. Başlangıçta, oyunlar, "ev" adı verilen süslenmiş tahta
platformlar üzerinde oynanıyordu. İtalya'da bir alanın ortasında oturan seyirciler,
alanın çevresine yerleştirilmiş platformlar üzerinde oynanan oyunu izliyordu.
İngiltere'de ise oyunlar araba gibi çekilen pagent adı verilen tekerlekli
sahnelerde oynanıyordu. Gizem oyunları başlangıçta Latince diyaloglardan
oluşurken, sonradan yerel diller yaygınlaştı. Bu da oyunların halk geleneğinden
ve mizahi öğelerden yana zenginleşmesini sağladı. Dinsel tiyatronun öteki iki
türünden biri mucize oyunları, öbürü ise ibret oyunlarıdır. İbret oyunları ilk
kez İngiltere'de ortaya çıkmıştır.
Ortaçağ tiyatro düşüncesi yeni bir görüş üretmemiş, türlerin ayrımı, ahlak
eğitimi gibi antik dönem kuramcılarının düşüncelerini yinelemiş, tragedyada
yıkımın yazgı olduğunu vurgulamıştır. Tiyatro düşüncesinin gelişmemiş olmasının
nedeni, ortaçağda tiyatronun yasaklanması, din adamlarının tiyatronun zararları
üzerinde bildiriler yayımlamış olmalarıdır.
RÖNESANS TİYATROSU
Rönesans tiyatrosu İtalya'da başladı, ama en önemli ürünlerini Rönesans'ı
geç yaşayan İngiltere gibi ülkeler verdi. 15. yüzyılda İtalya'da Plautus, Terentius
ve Seneca'nın oyunları yeniden okunmaya başlamıştır. Yüzyılın sonuna doğru bu
yazarların oyunları önce Roma, sonra Ferrara'da sahnelenmiştir. İtalyan
Rönesans tiyatrosu, mimarlık açısından da klasik tiyatroya öykünüyordu.
1414'te, Romalı mimar Vitruvius'un Mimarlık Üzerine adlı kitabı keşfedildi ve
Avrupa dillerine çevrildi. Bu yapıta dayanılarak İtalya'da Roma tiyatroları
inşa edilmeye başladı. Bu çalışmaların ürünü olan Venedikli mimar Andrea
Palladio'nun tasarlayıp 1585'te Vincenzo Scamozzi'nin tamamladığı Vicenzo'da ki
Olimpico Tiyatrosu, Avrupa'nın günümüze ulaşan en eski kapalı tiyatrosudur.
Scamozzi, geri plandaki kemerlerin arkasına, sokak sahnelerini gösteren üç
boyutlu perspektif panoları yerleştirmişti. Rönesans tiyatrosunun en özgün
yönlerinden bir de perspektife verdiği önemdir.
Rönesans döneminin başında İtalyan tiyatrosu fazla kuralcı bir yola sapmış,
klasik ölçülere ve Aristoteles'in zaman, mekan ve eylem birliği ölçütüne bağlı
kalma adına uzun bir süre cansız ürünler vermiştir. Gene de Plautus'un açık
saçık komedyaları, bu dönemde, Aristo ve Ruzzante gibi iki önemli yazara esin
kaynağı oldu. İtalyan tiyatrosuna ulusal bir dil ve yerel karakterler
kazandıran bu iki yazardan sonra, İtalyan'ın dünya tiyatrosuna en önemli
katkısı olan Commedia dell'arte doğdu. Canlı bir halk tiyatrosu geleneğine
dayanan ve farklı öğeleri bütünleştiren Commedia dell'arte edebi bir metne
değil, doğaçlama oyunculuğuna dayanan bir tiyatro türüydü. Kökenleri ortaçağ
cambazlığına, mime ve fabula Atellana'ya değin götürülebilecek olan Commedia
dell'arte'nin yeniliği, topluluk oyununa dayanmasıydı. Sürekli bir arada
çalışan ve çok uzun bir süre aynı rolü oynayan oyuncular, daha öncesi eşi
görülmemiş bir virtüözlük düzeyine ulaşabiliyordu. Oyunlarda senaryo vardı, ama
her oyuncu diyalogun kendine düşen bölümünü zaman içinde istediği gibi
geliştirebiliyordu. Venedikli pinti tüccar Pantalone gibi bütün tiyatroya mal
olacak tipleri Commedia dell'arte yarattı. Profesyonel kadın oyuncu kullanan
ilk tiyatroda Commedia dell'arte'ydi.
İtalyan tiyatrosu 16. yüzyılda sahneyi edebiyattan arındırırken, İspanya da tam
tersini yaptı; tiyatroyu yeniden edebileştirdi, en önemli edebiyat ürünlerini
tiyatro alanında verdi. İspanya Reform hareketinden etkilenmediği için, eski
dinsel tiyatro, auto sacramental (ayin oyunu) adıyla devam etti. Bu tek
perdelik oyunlar, öteki ülkelerde dinsel tiyatroyu gülünçleştiren öğelerden
arındırıldığı için, İspanya'nın en iyi şairleri de bu alanda yeteneklerini
denemekten çekinmediler. Ülkenin ilk sabit tiyatroları da, İspanyol
edebiyatının Altın çağ olarak anılan bu dönemde yapıldı. İspanyol tiyatrosu,
kendini klasikçiliğin kurallarıyla sınırlamamasıyla İtalyan tiyatrosundan
farklıydı. Duyguya, lirizme, tutkulu eylemlere yer veriyordu. En önemli yazarları,
orta sınıf törelerini ve entrikalarını konu alan özgün bir İspanyol türü olan
perdelerin ve kılıç oyunu tarzında binden çok yapıt yazmış olan Lope de Vega
ile İspanyol barok üslubunun en tipik temsilcisi olan Calderon'dur.
İtalyan Rönesansı'nın etkisi İngiltere'de daha geç ve daha zayıf hissedildi. Bu
yüzden, Elizabeth dönemi (1558- 1603) yalnızca tiyatroda değil, genel olarak
edebiyatta özgün İngiliz geleneğinde kurulduğu yıllar oldu. Aslında bu dönemde
İngiliz tiyatrosu karşıt etkilere açık durumdaydı: Bir yandan Protestan
kilisesinin nüfuzunu kırmak için Corpus Christi Yortusu'nu kutlamak
yasaklanmış, bu da gizem ve ibret oyunlarının gerilemesine yol açmıştır. Öte
yandan , saray tiyatroyu İngiliz ulusak kimliğini pekiştirmek içinde kullanmak
istiyordu. Bütün bunlara karşı, Avrupa'daki düşünsel, ahlaki ve dinsel
çatışmaların özgürleştirici etkisi de 16. yüzyılın sonuna doğru şiddetlendi.
Bunun sonucunda ortaya tiyatro da bu gerilimli, yeniliklere açık ruh halini
yansıtıyordu. İngiliz tiyatrosu, kendi özgün ortaçağ geleneğinden aldığı mirası
kara Avrupa'sının daha incelmiş buluşlarıyla kaynaştırarak, saray tiyatrosunun
sınırlarını aşan, toplumun her kesimine seslenebilen bir sanat türü yarattı.
Marlovu'un, Shakespeare'nin, Beaumant ve Fletcher'in oyunlarını herkes
izleyebiliyordu. İngiltere'de de ilk tiyatrolar, 1576'dan başlayarak Elizabeth
döneminde kuruldu. Bu ilk tiyatrolar, daha önce oyunların sahnelendiği han
avlularının biraz daha geliştirilmiş biçimiydi; seyirciler, üstü açık bir yapı
içinde, yükseltilmiş bir tahta platformdan oluşan sahnenin üç yanında bulunan
sıralarda oturuyordu. İzleyicilerle oyuncular arasındaki alış veriş, İtalyan
tiyatrosundan daha fazlaydı. Buna karşılık biletler de daha ucuzdu. 1590'larda
her tiyatro soylu bir kişinin desteğiyle işletiliyordu. İtalyan tiyatrosundan
bir farkı da, kadın oyuncuların olmamasıdır. Kadın rollerini çoğu zaman erkek
oyuncular üstleniyordu. Elizabeth'ten sonra gelen James döneminde (1603-25),
tiyatro içerik olarak klasikçiliğe daha çok yaklaşırken, konu zenginliğini ve
ufuk genişliğini de yitirmeye başladı. Bu dönemde, Ben Janson, John Ford, John
Webster ve John Lyly gibi yazarlar zaman, mekan ve eylem birliği kurallarına
önem verirken, trajedi ve komediyi de birbirinden daha kesin çizgilerle ayırdılar.
17. yüzyılın ortalarına doğru İngiliz tiyatrosu, maske ve dekor gibi görsel
öğelere daha çok yer vermeye başlamıştı. 1642'deki burjuva devriminden sonra
tiyatrolar kapatıldı ve sahne sanatı çok uzun bir süre eski canlılığına
kavuşamadı.
Fransa'da düzenli tiyatro toplulukları 16. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Bunların
repertuvarında, ibret ve mucize oyunları kadar, kaba bürlesk ve parodiler de
yer alıyordu. Ama Fransa'nın öbür Avrupa ülkeleri gibi özgün bir yerel tiyatro
geleneği yoktu. Bu yüzden İtalyan Rönesansı'nın etkisini kolayca benimsedi. 17.
yüzyılda ülkenin güçlü bir merkezi yönetim altında birleşmesini sağlayan
Başbakan Kardinal Richeliu, en gelişmiş sahne teknolojisini içeren bir tiyatro
binası yaptırdı. Richeliu, trajedi ile komedinin birbirinden ayrılması,
tiyatrodan traji-komik öğelerin atılması içinde çalıştı. Ama dönemin üç önemli
yazarından biri olan Corneille'in Le Cid'i Kardinalin yerleştirmeye çalıştığı
klasik birlik kurallarını hiçe sayan bir trajikomediydi. Corneille'in rakibi
Racine ise klasikçi kuralların içinde kalarak trajediye romantik bir ton
kazandırdı. Konularını Yunan-Roma mitolojisinden ve tarihten alan bu iki yazara
karşılık Moliere, Fransız toplumunun gündelik yaşamından aldığı tiplerle kendi
çağını aşan bir modern komedi anlayışının kurucusu oldu. Üstelik, dönemin en
sevilen oyun yazarıydı.
17. yüzyılda Avrupa'nın başka ülkelerinde de ulusal tiyatrolar kuruldu. Ama,
bunların çoğu, sınırlı bir izleyici kesimine seslenebilen saray tiyatroları
olarak kalacaktı. Opera ve balede gene aynı dönemde, soylu sınıfın seyirlik
sanatları olarak gelişmişti.17. yüzyılın ikinci yarısında, İngiliz Restorasyon
dönemi (1660-85) tiyatrosu Elizabeth dönemine geri dönmek istediyse de, İngiliz
aristokrasisinin soğuk mizah anlayışını yansıtan bir töre komedisinden öteye
gidemedi. Restorasyon tiyatrosunun en başarılı örneği sayılan William
Congreve'in The Way of the World'ü (Dünyanın Hali) bile günümüzde
sahnelenmektedir. İtalyan tiyatrosunun en önemli yazarı 18. yüzyılın ortasında
bir çok komedi kaleme alan Carlo Goldoni'dir.
ORTA SINIF TİYATROSUNUN DOĞUŞU
18. yüzyılın Avrupa tiyatrosuna getirdiği en büyük yenilik,
yükselmeye başlayan orta sınıf için üretilen burjuva oyunlarıydı. Bu türün
öncülüğünü Fransa'da Diderot, Almanya'da da Lessing yaptı. Orta sınıf
tiyatrosu, ahlakçılığıyla Rönesans öncesi dinsel tiyatroyu andırıyor, ama
konularını aile yaşamından alması ve duygusallığı ile daha modern bir ruh
halini yansıtıyordu. İngiltere'de Georg Lillo, The London Merchant:or, the
History op George Barnwell (1731; Londralı Tüccar yada George Barnwell'in
öyküsü) adlı yapıtında orta sınıftan kişilere yer vererek bir orta sınıf
trajedisi yaratmayı denemiş, İtalya'da da Vittorio Alfieri oyunlarında eski
Yunan öykülerinin içini güncel orta sınıf tutkularıyla doldurmuştu. Bu dönemde,
klasik trajedi ve komedi, varlıklarını daha çok operada sürdürdüler. John
Gay'in The Beggar's Opera'sı (1728; Dilenci Operası) popülerliğini daha sonra
da koruyan bir şarkılı komediydi.
Komedi, 18. yüzyılın en başarılı tiyatro yapıtlarının verildiği türdür.
İngiltere'de Richard Steele'in, Nivelle de La Chausee'nin acıklı komedileri
bugün de bulvar tiyatrolarınca sürdürülen bir türün ilk örnekleriydi. Buna
karşılık, Oliver Goldsmith ve Richard Sheridan, Elizabeth dönemi ve sonrasının
töre komedisini geliştiridiler. Eski canlılığı yitiren commedia dell'arte
geleneği ise Fransa'da Marivaux, İtalya'da da Goldoni ve Gozzi'nin oyunlarıyla
daha edebi ve düşünsel bir yaşama kavuştu. 18. yüzyıldan günümüze kalan en
popüler komediler, Fransız oyun yazarı Beaumarchais'nin Le Barber de Seville'i
(1775; Sevil Berberi, 1944) ile Le Mariage de Figaro'sudur.
19. YÜZYIL ve ROMANTİZM
19. Yüzyıl romantizm çağıydı. Romantizmin başarılı olduğu edebiyat
türü ise tiyatro değil, şiirdi. Bununla birlikte, Almanya'da daha 18. yüzyılın
sonlarından başlayarak oldukça iddialı bir romantik tiyatro ortaya çıktı. Yeni
tarzın en başarılı değilse bile en sevilen örneklerini Friedrich Schiller
verdi. Goethe de başlangıçta bu akım içinde yer almış ve ilk oyunu Götz von Berlichingen
(1773; Demir Elli Şövalye von Berlichingen, 1933) ile coşkunluk akımının, yeni
ruh halini yansıtan en güçlü belgelerden birini ortaya koymuştu. Kleist'in
Prinz Fiedrich von Homburg'u da Alman romantik tiyatrosunun tipik ürünlerinden
biriydi. Romantizm, tiyatroda güncel konuların, orta sınıf yaşamına özgü
konuların yerini tarihin almasına yol açtı. Fransa'da Hugo'nun Hermani'si ve
Alfred de Musset'nin bazı oyunları, bu tarihsel duyarlığı yansıtıyordu.
Almanya'da yüzyılın ikinci yarısında Wagner'in bütün sanatları birleştirmeyi
amaçlayan müzik dramları da tarihselciliğin atavizme doğru gerileme eğilimini
temsil eder. Gerek Hugo'nun, gerekse Wagner'in yapıtlarında, sahnelemeyi son
derece güçleştiren bir "insanüstü hacimler yaratma" tutkusu görülür.
19. yüzyılda tiyatroda daha hafif tarzlar da ortaya çıktı. Bürlesk, burletta
(şarkılı fars) ve vodvil bu dönemin en yaygın türleriydi. Eugene Scribe
karakter gelişiminden çok entrikaya uyarak yazdığı için "iyi kurulu
oyun" olarak adlandırılan 400'e yakın yapıtıyla Paris sahnelerinde geniş
bir seyirci kalabalığı toplayabildi. Eugene-Marin Labiche aynı yöntemi fars
türüne uyguladı, Scribe'in bir başka öğrencisi Victorien Sardou da oyunlarının
yüzeyselliğine karşın ünlü oyuncu Sarah Bernhardt'ın oyunculuğundan
yararlanabildi.
19. yüzyılda tiyatro sanatını sürdürenler yazarlardan çok,
oyuncu-yönetmenlerdi. Bernhardt'ın yanı sıra, Charles Kean ve "sir"
unvanını alan ilk oyuncu olan Henry Irving gibi oyuncular, yalnızca sıradan
oyunlara değil, Shakespeare ve Racine'in yapıtlarına kendi damgalarını basarak
bir yorum olduğunu kanıtladılar.
19. yüzyıl sonunda tiyatroda yeniden daha "ciddi" eğilimler ortaya
çıktı. Norveç'te Ibsen'in, İsveç'te Strindberg'in, Rusya'da Çehov'un
oyunlarıyla tiyatro edebi değerini yeniden kazandı. Her üç yazar da edebiyata
gerçeklik akımının içinde başlayıp daha sonra simgecilik, izlenimcilik ve
dışavurumculuk gibi modernist akımların ilk örnekleri sayılan yapıtlar
verdiler. Gene aynı dönemde Almanya'da Gerhart Hauptmann ile Rusya'da Maksim
Gorki, kapitalizmin insan yaşamında yol açtığı yıkımı gösteren oyunlarıyla
tiyatroda doğalcılığın başlıca temsilcisi oldular.
Varoluşun karanlık yüzüne işaret eden bu tür oyunlar kolayca seyirci çekmediği
için, 19. yüzyılda Fransa, Almanya ve İngiltere'de, gişe hasılatını gözetmeyen
bir "bağımsız tiyatro" hareketi doğdu. 1887'de Fransa'da Andre
Antoine'ın kurduğu Theatre-Libret (Özgür Tiyatro), Almanya'da Otto Brahm'ın
Frei Bühne'si (Özgür Sahne) ve İngiltere'de Jacob Grein'ın Independent Theatre
Club'ı (Bağımsız Tiyatro Kulübü) başta Ibsen olmak üzere, Hauptmann,
Strindberg, Lev Tolstoy ve George Bernard Shaw gibi eleştirel ve karamsar
yazarların oyunlarını sahnelemeyi üstlendi.
Tiyatroda doğalcılığın bir başka önemli ürünü de Rusya'da 1898'di kurulan
Moskova Sanat Tiyatrosu'ydu. Çehov'un oyunlarını sahnelemesiyle ünlenen bu
tiyatronun kurucusu Konstantin Stanislavski, son derece ayrıntılı ve planlı bir
hazırlığa ve uzun prova süresine dayalı yönetim anlayışıyla tiyatroda
"gerçeklik yanılsamasını" kusursuzlaştırdı.
ÇAĞDAŞ TİYATRO
Batı tiyatrosu bugün de genel olarak Stanislavski'nin sahne düzeni ve
oyunculuk anlayışına dayalı bir gerçekciliği sürdürmekle birlikte, 20. yüzyılın
ilk yarısında dışavurumculuk, gelecekçilik ve Bertolt Brecht'in epik tiyatrosu
gibi gerçekçilik karşıtı akımlar da etkili oldu. Bu akımların hepsi farklı
amaçlar ve yöntemlerle de olsa, sanatın gerçeği yansıttığı düşüncesine karşı
çıktılar; doğallık yanılsamasını kırarak sanatın doğal değil yapılmış bir şey
olduğunu savundular. Geliştirdikleri deneysel teknikler tiyatroyu bir vakit
geçirme ve eğlenme aracı olmaktan çıkardığı için de çoğu zaman seyirci
çekemedi, hatta skandallara yol açtı. Bu yeni akımların bir başka özelliği de,
oyun yazarları kadar sahne tasarımcıları ve yönetmenlerin de öne çıkması,
kuramcı kimliğini kazanmalarıydı. Deneysel tiyatro üzerinde etkili olmuş
kuramcıların başında, İsveçli tasarımcı Adolphe Appia gelir. Appia, sahnenin
bir gerçeklik atmosferi veren "sahici" dekor öğeleriyle
doldurulmasına karşı çıkıyor, bunun yerine yapıtın "ruhunu" ortaya
koyacak yalın bir sahne düzeni öneriyordu. Doğalcı ayrıntıların yerine, dikkati
oyuncunun jestleri üzerinde toplayacak ve dramatik gerilimi çıplak bir biçimde
dışa vuracak basit bir dekor gerekliydi. Appia'nın dışavurumcu görüş leri,
İngiliz yönetmen Gordon Craig tarafından daha da geliştirildi. Craig, sahnede
soyutlamayı uç noktasına götürdü; duygusal ve görsel değil, tinsel ya da
zihinsel bir etki yaratmak için son derece öznel bir ışıklandırma yöntemi
yarattı. Tek bir gotik sütunun, sahneye bir kilise havası vermekte ayrıntılı
bir mukavva kilise dekorundan çok daha etkili olacağını düşünüyordu. Craig'e
göre, tiyatro ve oyunculuk simgesel düzeni bozmamalıydı. Craig ve Appia'nın
görüşleri, çok geniş bir uygulama alanı bulamadı. Yalnızca Avusturyalı yönetmen
Max Reinhardt, Craig'in soyutlamaya dayalı dışavurum anlatımıyla canlı ve
renkli bir oyun anlayışı arasında bir uzlaşma noktası yakalayabildi.
Rusya'da da 1917 Devrimi'nden sonra, kısa bir süre için, Stanislavski'nin
doğalcı anlatımına karşı olan deneysel anlayışlar tiyatroya egemen oldu. Bu
dönemde en etkili yönetmen, daha önce Stanislavski'nin yanında oyunculuk yapan
Vsevolod Meyerhold'du. Craig'in izinden giden Meyerhold, dekorda soyutluğu daha
işlevselci bir yöne çekti. Biyomekanik oyunculuk adını verdiği yöntemle
oyuncuların özel kişiliklerini silmeye ve oynuculuğu bir dizi kimliksiz
fiziksel harekete indirgemeye çalıştı. Sahnenin doğal bir ortam değil, tiyatro
amacıyla kurulmuş yapma bir düzen olduğunu açıkça belirtmek için, vida ve
çivileri gizlenmemiş dekor öğeleri kullandı. 1918'de, ilk Sovyet oyunu olan,
gelecekçi şair Mayakovski'nin Misteriya-buff'uru (Kutsal Güldürü) sahneleyen de
Meyerhold'du. Gelecekçilik, Rusya'dakinin tam karşıtı bir siyasal görüşü savunmakla
birlikte, İtalya'da da ektiliydi. İtalyan gelecekçileri, makine çağının hızını,
şiddetini, mekanikliğini kutsayan ve seyirciyle oyun arasındaki görünmez duvarı
yıkmaya yönelen kışkırtıcı gösteriler düzenlediler. 1921'de Bağımsız Deneysel
Tiyatro'yu kuran Anton Giulio Bragaglia deneysellikle izlenebilirlik arasında
bir denge oluşturmaya çalıştı.
Modernizmin Almanya'daki biçimi, dışavurumculuktu. Bu akım ilk örneklerini
Strindberg'in son oyunlarında, Frank Wedekind'in sahne ve kabare için yazdığı
ve bestelediği şarkılı oyunlarda vermişti. Dışavurumculuk, hem bireyin kendi
ruhsal potansiyelini topluma karşı gerçekleştirmesini önerdiği, hem de bunun
olanaksız olduğunu söylediği için, sahnede gerilimi, çatışmayı ifade eden
öğelere önem veriyordu. Sanatın gösterdiği gerçeklik, dış dünyanın değişmez
yüzü değil, insanın gerilen ve kaynaşan iç dünyasıydı. Bu akımın daha siyasal
bir kolu da vardı; 1918 ayaklanmasına aktif olarak katılan sosyalist şair Ernst
Toller'in Die Maschinenstürmer (1922; Makine Kırıcıları) bu eğilimin en tipik
örneğiydi. Dışavurumcu tiyatro, yazarlardan çok, yönetmenlerle etkili oldu.
Daha sonra Brecht'le birlikte epik tiyatro deneyine katılan Erwin Piscator,
1920'lerde, makineleri hem birer dekor öğesi hem de sahne teknolojisi olarak kullandığı
oyunlarda, insanın artık yaşamadığını, ama mekanik dünyanın bir tür insani
(daha doğrusu, şeytani) canlılık kazandığını gösterebilmişti.
Fransa'da ise deneysel tiyatro fazla gelişmedi. Bunun bir nedeni, modernizmin
Fransa'ya özgü biçimi olan gerçeküstücülüğün tiyatroya fazla önem vermemesi ve
sanatını da zaten seyirlik bir gösteri biçiminde gerçekleştirmesiydi. Öte
yandan, yeni akımlardan etkilenen oyun yazarları ve yönetmenler de, Almanya ve
Rusya'da olduğu gibi oyunculuk sanatını sarsmaya çalışmıyorlar, tam tersine
oyuncuyu öne çıkaran eski commedia dell'arte geleneğini sürdürüyorlardı.
Fransa'da, 20. yüzyılın ilk yarısında Georges Feydeau'nun bulvar komedileri
popülerdi. Buna karşılık, Jacques Copeau, Louis Jouvet, Charles Dullin ve
Georges Pitoeff gibi yönetmenler, seyircisiz kalma noktasına düşmeden,
tiyatronun da bir sanat olduğu iddiasını elden bırakmadılar. Özellikle
Pitoeuff, Almanya'dakine koşut bir biçimde, dikkati oyunun düşünsel içeriği
üzerinde toplamak amacıyla dekor ve oyunculuğu süsleme öğelerinden arındırdı.
İngiliz tiyatrosu, kara Avrupa'sındaki deneylerden uzak durdu. Yüzyıl başında,
Bernard Shaw'un sahneyi bir felsefi ve siyasal tartışma arenasına dönüştüren
oyunları ilgi çekiyordu. Granville-Barker da Shakespeare oyunlarını sadeleştirdi,
geleneksel yorumlardaki tumturaklı ve ağır havayı eledi. Amerikan tiyatrosu bu
dönemde aslında bir eğlence endüstrisi durumundaydı; gene de ülkenin ilk önemli
oyun yazarı olan Eugene O'Neill'in yapıtları 1920'lerde sahnelenmeye başladı.
İrlanda'da da J. M. Synge ve Seah O'Casey'in oyunları, yüzyıl başlarındaki
toplumsal ve ruhsal çalkantıyı yansıtıyordu.
20. tiyatrosunun en etkili adı, hiç kuşkusuz Bertolt Brecht'ti. Brecht'in epik
tiyatro anlayışı ve ADC'de 1949'da kurduğu Berliner Ensemble, John Arden ve
Edward Bond gibi İngiliz yönetmenleri de etkiledi. Tiyatroda yanılsamaya ve
edebi anlatıma karşı tepkinin bir ifadesi de belgesel tiyatro ya da olgu
tiyatrosu adı verilen anlayıştı. Burada, yaşanmış bir olay fazlaca
değiştirilmeden ve belgelerle desteklenerek sahneye konuyordu. Peter Weiss'ın
Ermittlung'u (1965; Soruşturma, 1971) bu tarzın en başarılı örneğiydi.
1980'lerde de İskoçya'da John McGrath'ın 7:84 adlı topluluğu bu anlayışı
sürdürmektedir.
20. yüzyıl tiyatrosundaki bir başka önemli eğilim de , insanla dünya arasındaki
uyumsuzluğu hem insanın, hem de dünyanın anlamının silindiği noktaya kadar
götüren uyumsuzluk tiyatrosuydu. Beckett'in sıkıntılı ve hüzünlü kuklalara
dönüşmüş insanların dünyasını anlatan tiyatrosu, Arthur Adamov ve Eugene
Ionesco'nun daha fantastik denemeleri, İngiltere'de Harold Pinter'ın oyunları,
eleştirmenlerce bu akım içinde değerlendirilir. Tarzın kökenleri, Fransız
yazarı Alfred Jarry'nin 15 yaşındayen yazdığı kukla oyunu Ubu roi'ya (1896;
Übü, 1963) değin götürülebilir.
Uyumsuzluk tiyatrosu sahnedeki bütün görsel ve duyusal öğeleri en aza
indirmişti. Buna karşılık, Antonin Artaud'nun vahşet tiyatrosu bu duyusal
etkileri insanların bastırılmış güdülerini ayaklandırmak için kullanır. Bazı
eleştirmenlerce uyumsuzluk tiyatrosu içinde değerlendirilen Jean Genet ve
Fernando Arrabal'ın oyunları da kamçılayıcı gerginlikleriyle Artaud çizgisine
daha yakındır. 1960'ladan sonra İngiltere ve ABD'de de seyirciyle oyuncu
arasındaki mesafeyi kaldırmaya, tiyatronun dokunulmazlığını parçalamaya yönelen
"alternatif tiyatro" hareketleri yaygınlaştı. Bunların en etkilileri,
ABD'de Julian Beck ve Judith Malina'nın Living Theatre'ı (Yaşayan Tiyatro) ile
İngiltere'de epik tiyatro uygulamasını sürdüren George Devine'in İngiliz Sahne
Topluluğuy'du. Arnold Wesker, John Osborne ve John Arden gibi yeni oyun
yazarlarının yapıtları Devine'in tiyatrosunda sahnelendi. Deneysel tiyatronun
Avrupa'daki öncülerinden biri ise, seyircinin oyuna katılmasını savunarak hem
Avrupa, hem de ABD'deki deneysel tiyatro topluluklarını etkileyen Polonyalı
yönetmen Jerzy Grotowski'ydi.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere'de Laurence Olivier ve John Gielgud gibi
Shakespeare yorumcuları, geleneksel tiyatroyu sürdürerek yeni bir klasik oyuncu
kuşağının yetişmesini sağladılar. 1961'de Kraliyet Shakespeare Topluluğu'nu
kuran Peter Book da, deneycilikle seyirci zevkini uzlaştırabilmiş
yönetmenlerden biridir. Aynı dönemde Fransa'nın önemli yönetmenleri arasında,
yönetmenin yaratıcılığına ağırlık veren tümel tiyatro anlayışını geliştiren
oyuncu ve yönetmen Jean Vilar'ı anmak gerekir. Almanca konuşan ülkelerde ise
1960'lar ve sonrasında Max Frisch, Friedrich Dürrenmatt, Peter Weiss ve Peter
Handke gibi yazarlar karamsar bir dünya görüşünü ilerici bir siyaset
anlayışıyla birleştirmeye çalıştılar.
WILLIAM SHAKESPEARE
1564-1616 , Biyografisi
En büyük oyun yazarlarından biri olarak değerlendirilen İngiliz şair William
Shakespeare, yarattığı karakterlerde insan doğasının en değişmez özelliklerini
benzersiz bir şiir diliyle yansıtması dolayısıyla, yaşadığı yüzyıldan bu yana
her çağda ve her ülkede en sık sahnelenen oyunlar yazarıdır. Warwickshireda
Stratford-upon-Avon'da doğan Shakespeare'in bunca ününe karşın, yaşamına
ilişkin bilgiler çok azdır.
Babası ticaretle uğraşan bir işadamıydı. Shakespeare büyük bir olasılıkla
Stratford'daki ortaokulda öğrenim gördü. 18 yaşındayken, kendisinden yaklaşık
sekiz yaş büyük olan Anne Hathaway ile evlendi ve bu evlilikten önce bir kızı,
sonra biri oğlan öbürü kız ikizler dünyaya geldi. Bu sıralarda Stratford'u terk
eden Shakespeare'in bundan sonra 1592'ye kadarki yaşamına ilişkin bilgi yoktur.
Bu tarihte bir oyun yazarının yazdığı bir kitapçıkta Shakespeare değinilmesi,
hatta onun başkalarının oyunlarını çalmakla suçlaması dolayısıyla,
Shakespeare'in bu sırada bir tiyatro topluluğunda yazar ve oyuncu olarak
çalıştığı bilinmektedir. Yılda ortalama iki oyun yazan Shakespeare kendi
oyunlarında da küçük roller alıyordu. 1594e gelindiğinde Chamberlain
Topluluğu'nun önde gelen bir oyuncusuydu. Aynı yıl oyunları yayımlanmaya
başladı. Yazdığı oyunların başarısı üzerine kazancı gittikçe artan Shakespeare'in
Kraliçe I. Elizabeth döneminin sonlarında varlıklı bir yaşam sürdüğü, kendi
oyuncu topluluğu için 1599'da Londra'da yaptırılan Globe Tiyatrosunun
hisselerinin bir bölümünü satın aldığı bilinmektedir. Londra'da birkaç yıl daha
kalan Shakespeare, daha sonra Stratford'a dönerek burada yaşamaya başladı ve
büyük bir olasılıkla son oyunlarını da burada yazdı. Shakespeare'in, bir bölümü
soylu bir genci öven, bir bölümü de bir kadına duyduğu sevgiyi dile getiren
Soneler'i son derece duyarlı ve zengin bir dille kaleme alınmış
şiirlerdir.
Shakespeare her biri birbirinden değişik komedi ve trajediler kaleme aldı. Bir
Yaz Gecesi Rüyası adlı komedisinde, bazı kendi halinde kişilerin dükü
eğlendirmek için bir oyun sahnelemeye kalktıktan sonra iki lafı bir araya getirememeleri
Shakespeare'in benzersiz güldürü yeteneğini ortaya koyar. Trajedilerinde ise
izleyicilerin tüylerini diken diken eden bir gerilim yaratabilmiştir. Birçok
başka yazar ince esprili komediler, romantik oyunlar, ürkütücü cinayet ve öç
alma trajedileri, büyük öyküleri yazmakta ustaydı. Ama hiçbiri bunların tümünde
birden Shakespeare kadar başarılı olamadı.
Bu olağanüstü çeşitliliğin yanı sıra, izleyicilerin ve okuyucuların
Shakespeare'in oyunlarında en çok hayranlık duydukları şeylerden biri, onun yapıtlarındaki
karakterlerin "kitap karakterleri" gibi gözükmemesiydi. Tersine, bu
karakterler bir oyunda değil de yaşamda karşılaşıldığında görünür görmez
tanınacak kadar gerçek kişilerdir. Aslında Shakespeare'in kahramanlarından
bazıları, o kahramanın yer aldığı oyunu görmeyen kişilerce bile bilinir.
İriyarı, hoşsohbet, cana yakın bir adam olan, eğlenceyi ve şarabı seven Sir
John Falstaff bunlardan biridir. Yazarın Henry IV adlı oyununun birinci ve
ikinci bölümlerinde geçen Prens Halin arkadaşlarıdır. Shakespeare Henry V'te
Falstaff'ın nasıl öldüğünü anlatan bir sahneye yer vermiş, ama Kraliçe I.
Elizabeth'in bu karakteri başka bir oyunda gene görmek istemesi üzerine de
Windsor'un Şen Kadınları adlı komedisinde Falstaff yeniden ortaya çıkmıştır.
Shakespeare'in karakterleri arasında özellikle ünlü olanlardan biri de, tıpkı
gerçek yaşamda olduğu gibi, hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan, her çağda
yoruma açık bir kişiliği olan Danimarka Prensi Hamlet'tir. Acı çekmek ya da
kendini öldürerek bu acıyı dindirmek arasında bocalayan Hamlet'in ikilemini,
Shakespeare ünlü "Olmak ya da olmamak! İşte bütün sorun bu!"
dizesiyle dile getirmiştir.
Shakespeare'in Hamlet, Macbeth ve Kral Lear gibi trajedilerinde kahramanların
asıl sorunu kendi kusurları ya da zayıflıklarıdır. Bunlar çoğunlukla
acımasızlık, hırs, kıskançlık, bencillik gibi hoş olmayan özelliklerdir. Öte
yandan Shakespeare gene de öyle canlı karakterler yaratır, onların iç dünyasını
ve acılarını öylesine sevecenlikle sergiler ki, izleyiciler onlara yakınlık duyar,
başlarına gelenlere üzülür. Shakespeare'in böyle canlı karakterler yaratması,
oyunun öyküsü gerçek dışı bile olsa, kişilerin inandırıcı olduğu anlamına
gelir. Karakterlerin şiir diliyle konuşmaları bile onların inandırıcılığını
zedelemez.
Komediler
Bir Yaz Gecesi Rüyası bir büyü ve yanlışlıklar komedisidir. Atina
yakınlarındaki bir koruda yollarını şaşıran dört sevgili, Periler Kralı Oberon
ile kavgacı hizmetkârı Puck'ın büyüsüne kapılırlar. Kentten bir grup işçi de,
gözden uzak bir yerde oyunlarını prova etmek için koruya gelir. Onlar da
perilere katılırlar ve ortaya bir sürü karışıklık ve komik durum çıkar. Sonunda
her şey düzelirse de, en komik sahne işçilerin Dük Theseus'un düğün şöleninde
oyunlarını oynadıkları sahnedir.
On İkinci Gece de bir yanlışlıklar komedisidir. Kadın kahraman Viola'nın gemisi
yabancı bir ülkenin açıklarında batar. Erkek kılığına giren ve
"Cesario" adını alan Viola, ülkenin yöneticisi Dük Orsinonun
hizmetine girer. Erkek kılığındayken Dük'e aşık olur. Orsino'nun aşık olduğu
zengin Kontes Olivia da "Cesario"ya tutulunca durum karışır. Gene en
komik sahneler, neşeli Sir Tobby Belch ve arkadaşlarının Olivia'nın kendini
beğenmiş ve süslü uşağı Malvolio'yu kandırmak için oyun oynadıkları
sahnedir.
Venedik Taciri de bir komedi olmakla birlikte ciddi bölümler de içerir.
Oyundaki kötü adam Yahudi tefeci Shylock'tur. Borç aldığı parayı ödeyemeyen
tüccar Antonio'dan, kendi vücudundan kesilecek yarım kilogram et ister.
Shylock'un açgözlülükle bıçağını bilediği gerilimli bir duruşmadan sonra
Antonio kendisini savunan genç bir avukatın zekâsı sayesinde kurtulur.
Trajediler
Shakespeare'in tüm oyunları arasında en çok sahnelenen Romeo ile Juliet' tir.
İtalya'nın Verona kentinde yaşayan birbirlerine düşman ailelerin çocukları olan
Romeo ile Juliet'in, aileleri arasındaki nefret yüzünden son bulan aşkları
anlatılır.
Hamlet'te, babası öldükten sonra annesiyle evlenen amcasının aslında babasının
katili olduğunu öğrenen Danimarka Prensi Hamlet derin bir acıya kapılarak öç
almaya karar verirse de, bunu bir türlü gerçekleştiremez. Oyun, yalnızca amcası
Claudius'un değil, kraliçe ve Hamlet'in de öldükleri bir sahneyle biter.
Kral Lear Shakespeare trajedilerinin en korkuncu, ama belki de en önemlisidir.
Gururlu ve bencil olan yaşlı Kral Lear, sadık ve sevgili kızı Cordelia'nın
kendisini ne kadar sevdiğini ablaları gibi abartmalı bir dille açıklamaması
üzerine, öfkeye kapılarak onu sürgüne gönderir ve tüm servetini öbür kızları
Goneril ve Regan arasında paylaştırır. Oysa iltifat dolu sözlerine karşın bu
iki kardeş zalim ve haindir. Çok geçmeden Lear onların gerçek yüzlerini görür.
Fırtınalı bir gecede sokağa atılan Lear, Cordelia'ya yaptığı haksızlığın
acısıyla çıldırmaya başlar. Sonunda onu kurtarmak için geri dönen Cordelia da
düşmanları tarafından öldürülür. Üzüntüden perişan olan kral kızının ölüsüne
sarılarak son nefesini verir.
Tarihsel Oyunlar
Shakespeare konuların İngiliz tarihindeki olaylardan alan birkaç oyun da yazdı.
Bunlardan ilki, rakiplerine ve düşmanlarına acımasız davranan kötü ruhlu ve
kambur Kral III. Rıchard'ı anlatan Kral Üçüncü Rıchard'ın Tragedyası'dır.
Kurbanları arasında Londra Kulesi'nde öldürülen iki genç prens de vardır.
Yaşamını yitirdiği Bosworth Field çarpışmasından bir gece önce prenslerin ve
öteki kurbanlarının hayaletleri uykusunda Richard'a görünür.
Tarihsel oyunlarından bazıları bir dizi oluşturur: The Tragedy of King Richard
II, Henry Ivün iki bölümü ile Henry V. The Tragedy of Richard I'ı da güçsüz
kral tahtından vazgeçerek tacını IV. Henry adını alan Henry Bolingbroke'a
bırakır. Öbür iki oyunda, yeni kralın yönetimi sırasında sorunlar ve
ayaklanmalar baş gösterir; bu sırada kralın öz oğlu Prens Hal avare ve savurgan
bir yaşam sürer. Ama babasının ölümüyle tahta geçerek V. Henry adını alan Prens
Halin döneminde düzen yeniden kurulur. V. Henry'nin orduları Fransa'da büyük
zafer kazanır. Henry'nin Fransız prensesiyle evlenmesi her iki ülkeye de barış
getirir.
Shakespeare'in, konularını Eski Yunan ve Roma tarihinden alan oyunlarından en
ünlüsü ise Julius Caesar'dır. Bu oyunda dürüst ve erdemli bir kişiliği olan
Brutus, Jül Sezar'ın kendisini Roma imparatoru ilan etmesini önlemek amacıyla,
arkadaşlarıyla birlik olup çok sevdiği Jül Sezar'ı özgürlük adına öldürür. Ama
bunun cumhuriyetin yok olmasını önleyememesi üzerine de kendi canına
kıyar.
"Mutlu Son"la Biten Oyunlar
Shakespeare yaşamının sonlarına doğru kötülük ve acıyı içerdikleri için tam
olarak birer komedi sayılmayan, ama ölümle değil de bağışlama ve mutlu sonla
bittikleri için trajedi de sayılmayan birkaç oyun yazdı. Bu oyunlardan biri
olan Kış Masalı'nda, Leontes adlı bir kral hiçbir neden yokken karısı
Hermione'yi kıskanır, karısıyla tüm ilişkisini keser ve bebek yaşındaki Perdita
adlı kızının yabani hayvanlara yem olsun diye ıssız bir yere bırakılmasını
emreder. Perditayı bir çoban kurtarır ve büyütür. Sonunda kız, babasına geri
döner. Kralın uzun yıllar boyunca pişmanlıkla andığı ve öldü diye yas tuttuğu
Hermione de geri döner, böylece sonunda geçmişin hataları bağışlanır.
Fırtına'da ise olay, düklüğü elinden alınan Prospero'nun yönetimindeki bir
adada geçer. Büyü gücüne sahip Prospero, hava perisi Ariel'i ve yarı insan yarı
canavar Caliban'ı yönetmektedir. Yıllar önce hileyle düklüğü ele geçiren
Prospero'nun kardeşi Antonio, adanın yakınında bir deniz kazası geçirir.
Prospero büyü gücüyle kendisine haksızlık edenleri cezalandırır. Ama daha sonra
onları bağışlar ve kızı Miranda'nın Antonio'nun oğlu Prens Ferdinand ile
evlenmesine izin verir. Oyun Prospero'nun büyülü değneğini kırması, büyü kitabını
denize atması ve tüm grubun düşmanlıkları geride bırakıp büyüyle onarılmış
gemiyle İtalya'ya yelken açmasıyla sona erer.
MOLIERE 1622-1673 ,
Biyografisi
Fransız oyun yazarı ve oyuncu. Moliere, sarayın döşemelerini yapan bir
mobilyacının oğluydu. Paris'in en iyi okullarından College de Clermont'da
öğrenim gördü. 1643'te Illustre- Theatre adlı bir tiyatro topluluğu kurdu,
sahne adı olarak Moliere'i seçti. Moliere'in bilinen ilk yapıtları, 1655'te
Lyon'da sahnelenen L'Etourdi ou contretemps (oynanışı Savruk, 1876; yayımlanışı
Şaşkın yahut Beklenmedik Engeller, 1944). Moliere ve topluluğunun ilk başarılı
temsili ise 1658'de Louvre Sarayı'nda Kral XIV. Louis önünde oynanan
Corneille'in Nicomede'iydi. Moliere, ertesi yıl ilk önemli komedisi sayılan ve
Paris'te sahnelenen ilk oyunu olan Les Precieuses'ü (oynanışı Dudukuşları,
1876; yayımlanışı Gülünç Kibarlar, 1943) yazdı. Sosyetenin kibar davranışlarına
özenen iki taşralı genç kızı konu alan bu oyun, Moliere'in bütün yapıtlarında
öne çıkan bir temanın ilk işlenişiydi: Moliere burada, toplumsal kuralların
gerektirdiği yüzeysel kibarlıkla altta yatan içgüdüsel davranış arasındaki
uyumsuzluğun yarattığı gülünçlüğü ele alıyordu. Moliere'in topluluğu 1661'de,
Kardinal Richelieu'nün bir tiyatro binası olarak yaptırdığı Palais Royal'deki
(Kraliyet Sarayı) bir salona taşındı. Moliere'in bütün "Paris"
oyunları burada sahnelenecekti. 1662'de sahneye konan ünlü oyunu L'Ecole des
femmes (oynanışı Kadınlar Mektebi, 1876; yayımlanışı Kadınlar Mektebi, 1941) daha
ilk gecesinde skandal yarattı. Seyirciler ve yetkililer, artık hiçbir değere
saygısı kalmamış bir komedyenle karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardı. Oyun,
kadınlardan çekinen ve bu yüzden de saf, gözü açılmamış bir genç kızla
evlenerek onu kendi ilkeleri doğrultusunda yönetmek isteyen bir erkeği konu
alıyordu. Oyunun sonunda adam genç eşine aşık oluyor, ama aşkı dile getirmesini
ve kadınlara bir sevgili gibi yaklaşmasını bilmediği için gülünç durumlara
düşüyordu. Moliere oyuna gelen eleştirilere 1663'te La Critique de L'Ecole des
femmes (Kadınlar Mektebinin Tenkidi, 1944) ve L'Impromptu de Versailles
(Versailles Tulûatı, 1944) adlı tek perdelik oyunlarıyla karşılık verdi.
Bunlardan ilkinde komedi anlayışını yansıtıyor, ikincisinde ise oyuncuların
dinlenme odasını ve prova sırasında sahne arkasındaki konuşmaları çok gerçekçi
bir bakışla anlatıyordu. Moliere 1662'de Armande Bejart'la evlendi. Üç çocuğu
oldu, ama bunlardan yalnızca biri yaşadı. 1664'te sahnelenen Le Tartuffe, ou
I'imposteur (oynanışı Tartüf, 1876 ve Riyanın Encamı, 1881; yayımlanışı
Tartuffe, 1944) adlı oyunun Kadınlar Mektebi'nden de daha büyük bir gürültünün
kopmasına yol açtı. Oyun kilisenin baskısıyla yasaklandı ve ancak 1669'da
yeniden oynanma olanağı buldu. Tartuffe, bir tür danışmanlık ve eğitmenlik
rolüyle bir burjuvanın evine kapağı atmış, dindar görünüşlü bir sahtekarın
serüvenleri üzerine kuruluydu. Moliere Tartuffe'ün yasaklanmasına karşın, daha
da kışkırtıcı bir oyun olan Dom Juan, ou le festin de Pierre'i (oynanışı Don
Civani, 1876; yayımlanışı Don Juan, 1943) sahneye koydu. Don Juan, aristokratik
bağımsızlık ilkesini hiçbir borç ya da yükümlülük tanımamak ve Tanrı'yı da hiçe
saymak noktasına kadar vardıran, ama herkesin kendisine karşı yükümlülüklerini
yerine getirmesini de istemekten geri kalmayan tipik bir Moliere kahramanıydı.
Uşağı Sganarelle ise gerçekliği, dindarlığı ve ürkekliğiyle her bakımdan
efendisinin tersiydi. Bu iki kahraman, Cervantes'in Don Quijote ile Sancho
Panza'sının Fransız edebiyatındaki karşılığı olarak da görülebilir. Ama Don
Quijote'nin saf hayalciliğinin yerini, Don Juan'da edepsizlik almıştır. Sonunda
Don Juan, tanrıtanımazlığından ötürü cehenneme gönderilir; ama bu arada
seyirciyi eğlendirmeyi ve onların ikiyüzlülüklerini de açığa çıkarmayı
başarmıştır. Moliere, 1666'da da en başarılı oyunlarından sayılan Le
Misanthrope'u (oynanışı Adamcıl, 1876; yayımlanışı İnsandan Kaçan, 1976)
sahneye koydu. Komedinin kahramanı Alceste, ilkelerine sımsıkı bağlı, hiç
kimseyi beğenmeyen, ama bu arada kendi kusurlarının hiç farkına varamayan yeni
tip bir budalaydı. Moliere'in en ünlü oyunlarından biri olan L'Avare (Cimri,
1938, 1991) ilk kez 1668'de sahnelendi. Yapıt, şiiri andıran bir düzyazıyla
yazılmıştı. Geleneksel komedinin bütün kalıplarının dönüşüme uğratılarak
kullanıldığı bu oyun, kahramanının çelişkisini fazla sert ve çıplak bir tarzda
göz önüne serdiği için önceleri pek tutulmamıştı. Cimrinin para tutkusu, oyunun
bazı sahnelerinde gaddarlık, patolojik bir yalnızlık, hatta açıkça çılgınlık
noktasına varıyordu. Sonradan Goethe Cimri'nin bir komedi değil, bir trajedi
olduğunu öne sürmüşse de bu yorum abartılı sayılabilir. Çünkü komediye özgü
olan temel çelişki, insanca olmayan amaçlarla insani içgüdüler arasındaki
karşıtlık, burada da ortaya çıkar; ama Moliere seyirciye neşeli bir gülünçlüğü
değil, saçmalık ve sakinliği hissetirir. Moliere'in 1668'de sahnelenen öteki
oyunu George Dandin (oynanışı Kıskanç Herif, 1873; yayımlanışı George Dandin,
1943) uzun süre bir fars olarak değerlendirilmiştir. Günümüzdeki bazı
eleştirmenlere göreyse, Moliere'in belki de en özgün, en gözüpek yapıtıdır.
Komedinin kahramanı Dandin, kendi budalalığını kabul eden, ama her şeyin ters
gittiği bu dünyada akıllı olmanın da işe yaramadığını öne süren ironik bir
tiptir. Haklı olduğu sezilmekte, ama kendisi haklı olduğunu bir türlü açıkça
kanıtlayamamaktadır. Moliere'in sağlığı 1669'dan sonra giderek bozuldu. Gene de
1670'te başyapıt sayılan Le Bourgeois gentilhomme'u (oynanışı Köylü Asilzade ve
Burjuva Jantilom, 1927; yayımlanışı Kibarlık Budalası, 1937) sahnelemeyi
başardı. Bu, Moliere'in en sevinçli, en mutlu komedilerinden biriydi. Orta
sınıf içindeki yükselme ve sınıf atlama çabalarını konu alan oyunun kahramanı
Jourdain, boş ve anlamsız sözleriyle sözlerin gerçekten boş olduğunu ister
istemez hissettiren, cömert yaradılışlı ama bundan da utanç duyan, sevimli bir
tipti. Hastalığına karşın, ömrünün son yıllarında Moliere üç önemli oyun daha
sahneledi. 1671'de sahnelenen Les Fourberies de Scapin (Scapin'in Dolapları,
1944), 1672'de sahnelenen Les Femmes savantes (oynanışı Okumuş Kadınlar, 1876;
yayımlanışı Bilgiç Kadınlar, 1944) ve 1673'teki sahnelenen Le Malade imaginaire
(Hastalık Hastası, 1940, 1982). Bu son oyun, ölümünden ve doktorlarından korkan
bir hastalık hastasının kuruntularıyla birlikte tıp mesleğini ve doktorların
bilgiçliğini de alaya alıyordu. Oyunun üçüncü gecesinde Moliere sahnede fenalık
geçirdi ve evine götürüldükten hemen sonra öldü. Moliere'in ayna zamanda bir
oyuncu olması yazdıklarını da etkilemiştir. Oyunlarının karakterleri, kendi tiyatro
topluluğunun oyuncularını andırır. Kendisi de genellikle, çabuk kızan adam,
uşak, aldatılmış koca, dar kafalı burjuva ve "Moliere denen herife"
söven yobaz ihtiyar gibi rollere çıkmıştır. Gerçek yaşamda, hatta provalarda
yaşadığı durumları kolayca bir oyun malzemesi haline getirmekte ustadır. Bu
yüzden çoğu oyunlarında bir doğaçlama havası görülür; modeli önceden
belirlenmiş bir oyun yazmaz, o anda bulduğu, eline geçen konuyu ya da insan
tipini oyunlaştırır. Oyunlarının konuları ve olay örgüleri, belli bir
tartışmayı başlatmak için çoğu zaman yalnızca bir araç işlevi görür. Bu
konuşmalar içinde, oyun kişileri, birbirlerinin görüş ve sözlerindeki
yanlışlık, anlamsızlık ya da çelişkiyi ortaya çıkarırlar. Roller sık sık
değişir, akıllı adam aptal duruma düşer, budalanın da derinde yatan bir
mantığın sözcüsü düzeyine yükseldiği olur. Bu nedenle, Moliere'in oyunlarını
bir akılcılık savunusu olarak görmek yanlış olur: Moliere de akılla akılsızlık
birbirine çok yakındır; bu yakınlık, Moliere komedisinin çağı için çok yeni bir
kavramı, saçmalık kavramını öne çıkarmasını sağlar. Eğer bir söz ya da olay,
her türlü akılcılık sınırını aştığı halde bizi güldürüyorsa, Moliere'e göre
burada akılla budalalık sürekli yer değiştiriyor demektir. Moliere, klasik
çağın ve günümüzün ölçülerine göre, profesyonel bir yazar ya da edebiyatçı
değildi. Oyunlarının tümünü, yayımlamak amacıyla değil, oynanmak amacıyla
yazmıştır
Dünkü yaşamın popüler bir tipi, omuzunda
mendili, elinde bastonuyla simgeleşmiş, öyküler, masallar, menkıbeler,
kıssalar, letâifler anlatan, arada destanlar, maniler okuyan meddahlardı. Bugün
yaşasa 'şovmen' olarak niteleyebileceğimiz bir meddahın yapamayacağı taklit,
çıkaramayacağı ses, canlandıramayacağı 'vak'a' söz konusu değildi. Gerçi
'meddah' sözcüğü, 'öven, övücü' anlamına gelse de, kendi üstün yeteneklerini
keşfedip bu işe soyunanlar, toplumu rahatsız eden olayları, beceriksiz
yöneticileri, sahtekârları... şakayla karışık tarzda eleştirip hicvetmekten de
geri kalmazlardı.
Kimi zaman sarayda, padişahın katında da hünerlerini sergilemelerine karşılık
meddahların asıl mekânları kahvehanelerdi. Hatta, saray divanhanelerini
andıran, ocaklı, havuzlu selâtin kahvehanelerde meddahlar için hazırlanmış
köşeler vardı. Diyar diyar gezen; hanlarda, kervansaraylarda, çemenzarlarda,
çayhanelerde, bahçelerde, ama çoğunlukla kahvehanelerde, köşedeki peykeye veya
bir iskemleye oturup 'icra-yı sanat' eden meddahlara, anlatım tarzlarına,
değindiklerikonulara göre mudhik, kıssahan, muarrif, mukallit; büyük ustalarına
da 'pehlivan', 'üstad-ı kâmil' denilir; bunlar musahip olarak saraya
alınırlardı. Okur-yazar meddahlar yanlarında 'kıssa', 'menakıp', 'letaif',
'destan', 'gazavat' kitapçıkları bulundurur; en az altmış-yetmiş anlatılık
repertuvarlarını, bunlardan güncel konulara uyarlamalar yaparak
zenginleştirirlerdi. Binbir Gece Masalları, Hamzanâme, Battalnâme,
Bahtiyarnâme, Şehnâme, Tutinâme, Heft Peyker, Ebu Ali Sina gibi Doğu öyküleri,
İstanbul'a özgü Hançerli Hanım, Tayyarzade, Tıflî öyküleri, Köroğlu kolları,
her meddahın dağarcığında mevcuttu. Bir meddah omzundaki mendil, elindeki
değnekle her türlü canlandırmayı yapabilirdi. Yaşlı bir kadın için sesini
ayarlar, yüzünü buruşturur, mendili başörtüsü yapıverir, bastona da dayanırdı.
Genç hanımlara öykünürken mendili yaşmak, bastonu şemsiye yapardı. Yerine göre
bu mendil, bayrak, yelken, atın yelesi; baston da at, kaval, kılıç veya tüfek
olurdu. Meddahın geldiği duyulunca meraklıları çevresini sarar; yerine oturan
sanatkâr, kimileriyle selamlaşır, sonra; "Edeyim meclise bir kıssa beyan /
Kıssadan hisse ala ârif olan!" dizeleriyle veya bir dörtlük okuyarak adeta
sahne perdesini açar; "Râviyan-ı ahbar ve nakilânı âsâr şöyle rivayet ve
bu gûnâ hikâyet ederler ki..." dedikten sonra, topluluğun kavrayış
düzeyini de dikkate alarak öyküye geçerdi. Dinleyicilerin, benzerlikler bulup
alınmamaları için de "İsim isime, meslek mesleğe, semt semte benzer.
Geçmiş zaman söylenir, yalan gerçek dinlenir," der; öyküsünü "Her ne
kadar sürç-i lisan ettikse affola. İnşaallah gelecek defa daha güzel bir hikâye
söyleriz!" diyerek noktalardı. Osmanlı dünyasında iz bırakan ünlü
meddahların ilkleri olarak Fatih'in (1451-1481) sarayındaki bir Kıssahan ile
Balaban Lâl ve Ömer adlı iki nedim saptanıyor. 16. yüzyılın en meşhur
meddahları ise Lâlin Kaba diye ünlenen Bursalı Mustafa Baba, Meddah Eğlence ve
Derviş Hasan imiş... Meddah Eğlence ve Cenanî Efendi, III. Murad'ı (1574-1595)
kahkahaya boğar; Nakkaş Hasan ile Çokyedi Reis ise ölüyü güldürecek taklitler
yaparlarmış. 1601'de Bursa'da ölen Lâlin Kaba'yı, tipik meddah kıyafetiyle
gösteren bir minyatür günümüze ulaşmıştır. 17. yüzyılın ünlü meddahları Kurbanî
Ali Hamza, Şerif Çelebi ve Tıflî'dir. IV. Murad'ın nedimlerinden olan 'Sansar
Mustafa' adlı meddah öyküsünde Tıflî Çelebi şöyle tanıtılıyor: "Sultan Murad
hazretlerinin Tıflî Efendi namında bir akıllı musahibi vardı. Padişah her daim
onunla işret eder; tebdile çıkmak istediklerinde beraber tebdile giderdi.
Anlattığı sergüzeştlerden Sultan Murad ferah ve şad olurdu." Tıflî'yi
bütün zamanların en mahir meddahı gösteren, serüven anlatmada çağdaşı
Kırımî'nin de Tıflî'den geri kalmadığını yazan kaynaklar vardır. Osmanlı
meddahları ve bunların hüner sergileyişleri konusunda, Evliya Çelebi'nin, 17.
yüzyıl ortalarında yazdığı 'Seyahatname' önemli bilgiler içermektedir.
"Esnaf-ı hoşsohbet mukallitler" bahsinde, Kör Hasanzade Mehmed
Çelebi'yi, Şebek Çelebi'yi, Şengül Çelebi'yi, kardeşi Surnâ Çelebi'yi, oğlu
Ablak Çelebi'yi tanıtarak, bunların köpeğin köpekle, kedinin kediyle, sıçanın
gelincikle kavgalarını, horozun, kazın, turnanın, ördeğin, tavuğun, serçenin,
bülbülün ötüşlerini, cümle yaratıkların seslerini kusursuz taklit ettiklerini;
Çakırcızade Süleyman Çelebi'nin, kadı huzurunda bir davayı canlandırırken on
bir kişiye ayrı ayrı öykündüğünü, izleyenlerinse gülmekten burunlarının
kanadığını anlatır. 18. yüzyılda Şermî, Sandalcı Halil, Şekerci Salih, Zülüflü
İbrahim Çelebi, nükteli menkıbeler anlatarak meclisleri eğlendirmişlerdir. 19.
yüzyılın unutulmayan meddahları Kör Osman, Aşık Hasan, Piç Emin, Nazif, Sadık
Efendi, Emin Efendi, Kız Ahmed, Camcı İsmail, Sürurî, Aşkî, İsmet, Lüleci
Mehmed, Tevfik Bey olmuştur. Kör Hafızlar denen iki meddah 'Alâ sergüzeşt
nakleder, münasip beyitler okurlarmış'. Hacı Müezzin, Arap, Laz, Arnavut,
Frenk, Rum, Ermeni, Yahudi taklitlerinden başka Türk şivelerinin her türlüsüne,
Rumeli çıtaklarına, Boşnaklara da öykünürmüş. Ayvazoğlu'nu dinleyenler,
yanlarında değirmen döndüğünü zannedermiş. Bu sanatı, 20. yüzyıl başına kadar
taşıyan son meddahlardan 'Yağcı İzzet'in Galata Köprüsü'nü, üzerinden
geçenleri, dilencileri, memurları, satıcıları, sırık hamallarını, tramvayları,
iskelelerine yanaşan kalkan vapurları sesleri, gürültüleri, düdükleri ile
canlandırışı meşhurmuş.