31 Ekim 2015 Cumartesi
30 Ekim 2015 Cuma
29 Ekim 2015 Perşembe
fuzuli - gazel
GAZEL / Fuzulî
31/10/2009BENİ CANDAN USANDIRDI…
Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı?Felekler yandı âhımdan, murâdım şem’i yanmaz mı?
Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan,
Niçin kılmaz bana derman, beni bîmâr sanmaz mı?
Şeb-i hicran yanar cânım, döker kan çeşm-i giryânım,
Uyarır halkı efgânım, kara bahtım uyanmaz mı?
Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı akar su,
Habîbim, fasl-ı güldür bu, akar sular bulanmaz mı?
Gamım pinhan tutardım ben, dediler yâre kıl rûşen
Desem ol bi-vefâ bilmem, inanır mı inanmaz mı?
Değildim ben sana mâil, sen ettin aklımı zâil
Bana ta’neyleyen gâfil, seni görgeç utanmaz mı?
Fuzûlî rind-i şeydâdır, hemişe halka rüsvâdır,
Sorun kim bu ne sevdâdır, bu sevdâdan usanmaz mı?
FUZULÎ
nef'i - gazel
GAZEL / NEF’Î
GAZEL
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönülEhl-i aşkın hâsılı sâhib-mezâkıdır gönül
Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ etsem n’ola
Nice demlerdir esîr-i iştiyâkıdır gönül
Dildedir mihrin ko hâk olsun yolunda cân u ten
Ben ölürsem âlem-i ma’nâda bâkîdir gönül
Zerredir ammâ ki tâb-ı âfitâb-ı aşk ile
Rûzigârın şemse-i tâk u revâkıdır gönül
Etse Nef’î n’ola ger gönlüyle dâ’im bezm-i hâs
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
NEF’Î
Günümüz Türkçesiyle:
Hem kadeh hem şarap hem bir şûh sâkidir gönül
Kısaca aşk ehlinin en keyiflisidir gönül
Bir anlık yâr yüzü için hem bin can versem n’ola
Nice zamandan beri hasret esiridir gönül
Sevgin gönüldedir toprak olsun bırak can ve ten
Ben ölürsem mânâ âleminde bâkidir gönül
Zerredir amma aşk güneşinin ışığı ile
Vaktin kemer ve saçağında bir şemsedir gönül
Kursa Nef’î n’ola her dem gönlüyle mey bezmi
Hem kadeh hem şarap hem bir şûh sâkidir gönül
(Dil içi çeviri: Ahmet Necdet)
baki - gazel
BÂKÎ
(1526 -1600)
GAZEL
Söylemez küsmüş bana cânâne söylen söylesin
N’eyledim ol yâr-ı âlî-şâne söylen söylesin
N’eyledim ol yâr-ı âlî-şâne söylen söylesin
Nâz ile güftâre gelmezse helâk eyler beni
Ol cefâ vü cevri bî-pâyâne söylen söylesin
Ol cefâ vü cevri bî-pâyâne söylen söylesin
Derd-i aşkı gayrdan sorman ne bilsin çekmeyen
Ânı yine âşık-ı nâlâne söylen söylesin
Ânı yine âşık-ı nâlâne söylen söylesin
Hâr zahmından neler çektiğimi gülzârda
Bâğbân-ı bülbül-i giryâne söylen söylesin
Bâğbân-ı bülbül-i giryâne söylen söylesin
Baki’yâ dil durmasın güftâra takat kalmadı
Vaktidir ol husrev-i devrâne söylen söylesin
Vaktidir ol husrev-i devrâne söylen söylesin
hoca dehhani - gazel
Hoca DEHHÂNÎ
(13. yy.)
GAZEL
Sabreyle gönül derdine dermân ere umma
Cân atma oda bî-hude cânân ere umma
Cân atma oda bî-hude cânân ere umma
Gözüm sadefinden nice dürdâne dökersin
Sol dişi güher dudağı mercân ere umma
Sol dişi güher dudağı mercân ere umma
Gel vasl dilersen ko bu feryadı i bülbül
Gül gönce gibi ağzı gülistân ere umma
Gül gönce gibi ağzı gülistân ere umma
İnceldise hecr ile karınca gibi belin
Firkat nice bir ola Süleymân ere umma
Firkat nice bir ola Süleymân ere umma
Feryâd ü figân etme i bülbül dahi ağzın
Yum gönce gibi yine gülistân ere umma
Yum gönce gibi yine gülistân ere umma
Maksûd anın kim ele düşvâr erişir
Yırtma yakanı eline âsân ere umma
Yırtma yakanı eline âsân ere umma
nef'i - gazel
NEF’Î
(1582 – 1635)
ÂŞIKA TÂN ETMEK OLMAZ…
Âşıka ta’n etmek olmaz mübtelâdır n’eylesin
Âdeme mihr ü mahabbet bir belâdır n’eylesin
Âdeme mihr ü mahabbet bir belâdır n’eylesin
Gönlü dilberden kesilmezse acep mi âşıkın
Gamzesiyle tâ ezelden âşinâdır n’eylesin
Gamzesiyle tâ ezelden âşinâdır n’eylesin
N’ola ta’yin etse zabt-ı mülk-i hüsnü gamzeye
Zülfü bir âşüfte-i ser-der-hevâdır n’eylesin
Zülfü bir âşüfte-i ser-der-hevâdır n’eylesin
Zülfüne kalsa perîşân eylemezdi dilleri
Anı da tahrîk eden bâd-ı sabâdır n’eylesin
Anı da tahrîk eden bâd-ı sabâdır n’eylesin
N’ola olsa muztarib hâl-i dil-i uşşâkdan
Sînesi âyîne-i âlem-nümâdır n’eylesin
Sînesi âyîne-i âlem-nümâdır n’eylesin
Olmasa Nef’î n’ola dil-beste zülf-i dilbere
Tab’-ı şûhu dâma düşmez bir Hümâdır n’eylesin
Tab’-ı şûhu dâma düşmez bir Hümâdır n’eylesin
ahmed paşa - şarkı
AHMED PAŞA
(? -1497)
ŞARKI
Gül yüzünde göreli zülf-i semensây gönül
Karasevdâda yeler bî-ser ü bî-pây gönül
Demedim mi sana dolaşma ana hây gönül
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül
Karasevdâda yeler bî-ser ü bî-pây gönül
Demedim mi sana dolaşma ana hây gönül
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül
Dil dilerken yüzünün vaslına candan dahi yeğ
Bir demin görür iken iki cihandan dahi yeğ
Aktı bir serve dahi âb-ı revandan dahi yeğ
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül
Bir demin görür iken iki cihandan dahi yeğ
Aktı bir serve dahi âb-ı revandan dahi yeğ
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül
Ahmed’em kim okunur nâmım ile nâme-i aşk
Germdir sözlerimin sûzile hengâme-i aşk
Dil elinden biçiliptir boyuma câme-i aşk
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül
Germdir sözlerimin sûzile hengâme-i aşk
Dil elinden biçiliptir boyuma câme-i aşk
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül
nedim - gazel
NEDÎM
(1681-1730)
GAZEL
Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni
Kim yetiştirdi bu gûnâ servden bâlâ seni
Kim yetiştirdi bu gûnâ servden bâlâ seni
Bûydan hoş rengden pâkizedir nâzik tenin
Beslemiş koynunda gûya kim gül-i ra’nâ seni
Beslemiş koynunda gûya kim gül-i ra’nâ seni
Güllü dîbâ giydin amma korkarım âzâr eder
Nazenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni
Nazenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni
Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ
Hangisin alsam gülü yûhut ki câmı yâ seni
Hangisin alsam gülü yûhut ki câmı yâ seni
Sandım olmuş ceste bir fevvâre-i âb-ı hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesnâ seni
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesnâ seni
Sâf iken âyîne-i endâmdan sînem dirîğ
Almadım bir kerrecik âgûşa ser-tâ-pâ seni
Almadım bir kerrecik âgûşa ser-tâ-pâ seni
Ben dedikçe böyle kim kıldı Nedîm’i nâtüvân
Gösterir engüşt ile meclisteki mînâ seni
Gösterir engüşt ile meclisteki mînâ seni
nabi - gazel
NÂBÎ
GAZEL
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz
Çok da mağrûr olma meyhâne-yi ikbâlde
Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz
Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâl-i pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i cangüdâz-ı ahdır sermâyesi
Biz bu maydânın nice çâbük süvârın görmüşüz
Biz bu maydânın nice çâbük süvârın görmüşüz
Bir gün eyler dest-i beste pâygâhı câygâh
Bî-aded mağrûr-ı sadr-ı îtibarın görmüşüz
Bî-aded mağrûr-ı sadr-ı îtibarın görmüşüz
Kâse-i deryûzede tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâdehârın görmüşüz
Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâdehârın görmüşüz
naili - gazel
NÂİLÎ-İ Kadîm
GAZEL
Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb
Şehnâme-hânlık eyledi Keyhusrev-i güle
Destân-serâ-yı sebz ü bahâr oldu andelîb
Destân-serâ-yı sebz ü bahâr oldu andelîb
Feryâda başladı yine her perri hârdan
Dîvân-serâ-yı gülde hezâr oldu andelîb
Dîvân-serâ-yı gülde hezâr oldu andelîb
Gül gördü pâre pâre ciger gonca gark-ı hûn
Memnûn-ı zahm-ı hancer-i hâr oldu andelîb
Memnûn-ı zahm-ı hancer-i hâr oldu andelîb
Ey Nâilî vedâ’-ı gül ü bâğ u râğ idüp
Mehcûr-ı yâr u dâr u diyâr oldu andelîb
Mehcûr-ı yâr u dâr u diyâr oldu andelîb
fuzuli - gazel
GAZEL
Her gören ayb etti âb-ı dîde-i giryânımı
Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı
Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı
Lâhza lâhza hûblar gördüm ki dil kasdındadır
Pâre pâre eylerim men hem dil-i sûzânımı
Pâre pâre eylerim men hem dil-i sûzânımı
Çoh yetirme göklere efgânım ey kâfir sakın
İncinir nâ-geh Mesîhâ işidip efgânımı
İncinir nâ-geh Mesîhâ işidip efgânımı
Kılma her sâ’at beni rusvâ-yı halk ey berk-i âh
Eyleme rûşen şeb-i gam külbe-i ahzânımı
Eyleme rûşen şeb-i gam külbe-i ahzânımı
Çıkma ey dîvâne bâzâr-ı melâmetten deyu
Muttasıl çâk-i girîbanım tutar dâmânımı
Muttasıl çâk-i girîbanım tutar dâmânımı
Hansı bütdür bilmezem îmânımı gâret kılan
Sende îmân yok ki sen aldın diyem îmânımı
Sende îmân yok ki sen aldın diyem îmânımı
Ey Fuzûlî câna yetmiştim gönülden şükr kim
Bağladım bir dilbere kurtardım andan cânımı
Bağladım bir dilbere kurtardım andan cânımı
FUZÛLÎ
fuzuli - gazel
GAZEL
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâkî olan kimdir mey û sahbâ nedir
Ben kimem sâkî olan kimdir mey û sahbâ nedir
Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir
Vasldan çün âşık-ı müstâğni eyler bir visal
Âşıka mâşukdan her dem bu istiğnâ nedir
Âşıka mâşukdan her dem bu istiğnâ nedir
Hikmet-i dünyâ vü mâfihâ bilen ârif değil
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâfihâ nedür
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâfihâ nedür
Ah u feryâdın Fuzûlî incidibdir âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedir
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedir
Fuzûlî
nedim - müstezad
MÜSTEZAD (Şarkı)
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan
Mâ’-i tesnîm içelim Çeşme-i nev-peydâdan
Görelim âb-ı hayât akdığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Mâ’-i tesnîm içelim Çeşme-i nev-peydâdan
Görelim âb-ı hayât akdığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Geh varıb havz kenarında hırâmân olalım
Geh gelib Kasr-ı Cinân seyrine hayran olalım
Gâh şarki okuyub gah gazelhân olalım
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Geh gelib Kasr-ı Cinân seyrine hayran olalım
Gâh şarki okuyub gah gazelhân olalım
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
İzn alıb Cum’a namazına deyû mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıb iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıb iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Bir sen ü bir ben ü bir mutrib-i pâkîze-edâ
İznin olursa eğer bir de Nedîm-i şeydâ
Gayrı yârânı bugünlük edib ey şûh fedâ
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
İznin olursa eğer bir de Nedîm-i şeydâ
Gayrı yârânı bugünlük edib ey şûh fedâ
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Nedîm
şarkı - şeyh galib
Şarkı
Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek
Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni
Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır
Rişte-i cem’iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır
Hastayım ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır
Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni
Ey hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu
Sûy-i mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu
Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu
Yâ savâb olmuş veya olmuş hatâ sevdim seni
Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine
Sıhhatim rûh-i lebindendir helâk olsam yine
Tîğ-i gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine
Hâsılı beyhûde cevr etme bana sevdim seni
Gâlib-i dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn’a salâ
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana ben bir yana
Şem’ine pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana
Anlasın bîgâne bilsin âşinâ sevdim seni
Şeyh Gâlib
Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek
Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni
Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır
Rişte-i cem’iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır
Hastayım ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır
Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni
Ey hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu
Sûy-i mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu
Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu
Yâ savâb olmuş veya olmuş hatâ sevdim seni
Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine
Sıhhatim rûh-i lebindendir helâk olsam yine
Tîğ-i gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine
Hâsılı beyhûde cevr etme bana sevdim seni
Gâlib-i dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn’a salâ
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana ben bir yana
Şem’ine pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana
Anlasın bîgâne bilsin âşinâ sevdim seni
Şeyh Gâlib
esrar dede - gazel
Azm-i sefer ettin dil-i nâçârı unutma
Gittin güzel ammâ bu dil-efkârı unutma
Gâhîce uyandıkça şebistân-i safâda
Şol gice olan sohbet-i hemvârı unutma
Vardıkça şeker-hâba girip bister-i nâza
Ne zehr içer dîde-i bîdârı unutma
Ben sabr edeyim derd ü gam-i hecrine ammâ
Sen de güzelim ettiğin ikrârı unutma
Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma
Yok tâkati hicrânına lutf eyle efendim
Dil-haste-i aşkın olan Esrârı unutma
Esrâr Dede
Gittin güzel ammâ bu dil-efkârı unutma
Gâhîce uyandıkça şebistân-i safâda
Şol gice olan sohbet-i hemvârı unutma
Vardıkça şeker-hâba girip bister-i nâza
Ne zehr içer dîde-i bîdârı unutma
Ben sabr edeyim derd ü gam-i hecrine ammâ
Sen de güzelim ettiğin ikrârı unutma
Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma
Yok tâkati hicrânına lutf eyle efendim
Dil-haste-i aşkın olan Esrârı unutma
Esrâr Dede
nef'î - gazel
Ne tende cân ile sensiz ümîd-i sıhhat olur
Ne cân bedende gam-i firkatinde râhat olur
Ne çâre var ki firâkınla eğlenem bir dem
Ne tâli’im meded eyler visâle fırsat olur
Ne şeb ki kûyuna yüz sürmesem ol şeb ölürün
Ne gün ki kâmetini görmesem kıyâmet olur
Dil ise gitti kesilmez hevâ-yı aşkından
Nasîhat eylediğimce beter melâmet olur
Belâ budur ki alıştı belâlarınla gönül
Gamın da gelse dile bâis-i meserret olur
Nedir bu tâli’ ile derd-i Nef’i-i zârın
Ne şûhu sevse mülâyim dedikçe âfet olur
Nef’î
Ne cân bedende gam-i firkatinde râhat olur
Ne çâre var ki firâkınla eğlenem bir dem
Ne tâli’im meded eyler visâle fırsat olur
Ne şeb ki kûyuna yüz sürmesem ol şeb ölürün
Ne gün ki kâmetini görmesem kıyâmet olur
Dil ise gitti kesilmez hevâ-yı aşkından
Nasîhat eylediğimce beter melâmet olur
Belâ budur ki alıştı belâlarınla gönül
Gamın da gelse dile bâis-i meserret olur
Nedir bu tâli’ ile derd-i Nef’i-i zârın
Ne şûhu sevse mülâyim dedikçe âfet olur
Nef’î
ahmed arif - adiloş bebe
Adilos Bebenin Ninnisi | |
Doğdun,
Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu,namustur Künyemize kazılmış, Bu da sabır, Agulardan süzülmüş. Sarıl bunlara, Sarıl da büyü. | |
Ahmed ARİF |
28 Ekim 2015 Çarşamba
murathan mungan - manşet
MANŞET
Hayatıma manşet istiyorum.
Birkaç manşete ihtiyacım var, günler tekdüze
Karton filmlerden yapılma bütün serüvenlerin
içinden geçtiğimiz karanlık tünel bizim olmayan gündelik
Büyük bir köy artık bana tanınan, dünya!
ölüm tek ticaretin
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
sanal gerçeklikler için vurguna inmiş manşet
Gözlerimize attıkları bandın sakladığı karanlık
kimsenin ofsetinde kazınmıyor yalan sarmal grafik
kendine çevriniyor
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
Rekabetten başka yapacak bir şey bırakmıyorlar bize
Şerefin, haysiyetin, adaletin ve ümidin
eski moda öyküsüne bir biletim var, alıp cezalı bir biletle
değiştiriyorlar. Sesim hiçbir metinde tanınmayacak böyle
giderse.
Aşık olmak istiyorum.
Kendileri koyuyorlar kuralları. Naklen yayınlamak
istiyorlar bütün duygularımı. Güzel pişmanlıklar yaşamak
istiyorum, bırakmıyorlar, sterilize ediyorlar hemen yaşadığım
her anı. Hilesiz kuşlar bile kartpostallarda tuzağa düşürülüyor,
Tebrik ediliyor; poz verdiriliyor kanatlarına.
Pozdan putlar yaratılıyor her yanda, afişlerde, ekranlarda,
vitrinlerde, sokak pozlara tapmaya zorlanıyor insanlar.
Zorlandıklarını hiç anlamıyorlar.
Her yerde bela var. Olmayacak yerlerde üşüyorum.
Çarşaflarımı denetliyorlar ben yokken. Pencereme konan kuşları
takibe alıyorlar. Tek kişilik bir içbükey zaman bile
bırakmıyorlar bana.
Çıkmasam odam gömleğim oluyor. Çıkmasam sokaklar tundra.
Aynaya bile şebekemi gösteriyorum.
Bakın kimseyi dövmek istemiyorum. Aktör de olmak
istemiyorum. Vücuduma ve ruhuma muhtacım. Rahat
bırakmıyorlar. Yerimi bilmeliyim gitmeden önce. İzmarit olmak
istemiyorum. Gençken ve yeniyken bir şeyler denemeliyim. Önce
bir manşet bulmalıyım kendime, her şeye bir manşetten
başlamalıyım.
O zamanları anlatmak istiyorum.
Zamanı öğrenmeye çalışırken yitirdiğimiz zamanları.
Ölümden anlayan bir yanımız vardı gene de
Sesimiz açılırdı. Uyurken korkardık. Sıçrardık uyku
arasında ya da birinin elini tutardık
Gecenin koyu kibrinde gölgelense de erden masumiyetimiz
gelip geçerdik her şeyin yanı başından
derinleşmekti en büyük tehlike
Bağışlanırdık. Gençtik. Gençlik kaba cephane.
hiçbir şeyin içimize fazla işlemesine izin vermezdik
kahkahayla baş etmeye çalışırdık gözümüzle göremediğimiz
her şeyle, ölesiye korkardık
kendi içimizden tanımadığımız biri çıkacak diye günün
birinde
anonim bakış için rehin verdiğiniz gözler
önünde
geçip giden yazıp duran söyleyip eyleyen
ben değilim
duru suyun arı mantığın dingin optiğin
önünde
görülmek görünmek gözükmek isterim
çok mu zor çok mu olanaksız bilmek isterim
karşı durduğum şeyler vardır hayatta
manifestoya varmadan daha kısa mesafelerde
çözgüsü atkıya daha kolay dolanabilecek bir dolu yol
derin çözümsüzlükte
adı konmamış gizli bir sözleşme saklı madde
imha ve imla
ne çöllerde yiten geç dönemin mecnunları
ne teneke kutularda biriktirdiğim madeni paralar
en büyük günahımı işlemedim daha
elementlerin minimal kullanımı
daha yolun başındayım, yakında
şimdiki zaman yalnızca çarşı
pop ve popcorn zulmün bütün ayları
iki bin yıllık kadim şehirlerde işkenceciler emniyet
müdürü, katiller vali, Bağdat naklen bombalanıyor tarih ekrana
çıkıyor, şifreli çantalarda taşınıyor parçalanmış haritalar, zulme
çalışıyor devletin ve sermayenin bütün kanalları, polisler
gazeteci, sarı kartlı muhbirler, satılık şeref koltukları,
eski bir alınlık: Geçmişi anlamayan onu bir daha yaşamak
zorundadır
hem ortadoğudayız hem viyana kapılarında
kuşe bir gravürde dağılıyor kimlikler değerler özsu; katil
hep başkası çıkıyor kara piyasada kapalı iktisat
her yıl geriye çalışıyor infilaka kadar körlük
infilaka kadar kötülük
herkes birbirine düşman olursa sistem mümkün oluyor ve
buna, hayat işte, deniyor
şairler biliyor sonuna geliyoruz büyük duvara
herkes bir manşet bulmalı parçalandığı fragmanlara
bugünlerden bir gün çıkacaksak eğer, çıkılacaksa,
gömdüğümüz şeyler olmalı bugünlere, bir gün başka gözler
bugünleri yeniden okuduğunda bizi görsünler diye, birkaç
manşetlik kaba cephane
ne yalnızca siper ne barikatta verdiğimiz ölüler
şiir gizimizi herkesin gözleri önünde kaçırır geleceğe
kolay kirlenmeyecek mecralar deltalara vurur akıntısı
çıkarız çıkmalıyız acemi şiirler büyür başkalarının okuduğu
olduğu yerde
bizi de oldurur derin teorisiyle
tekin olmayan şiirlerin kotuma altına aldığı yarınlar
saklar kendi çocuklarını da
eski ve kara bir şarkı yineler kendini başkalarının
kaderlerinde:
"kendini ele verdiğin yerde
başkasına ihanet etmiş olursun
yapma n'olursun!
bizi almazken bizim kurduğumuz şehirler
biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
varsın olsun sen gene de
yapma n'olursun!"
yarım bırakılmış bir fragman gibi,
parçalanmışlığın sunduğu acemilikler gibi
mükemmel olmaktan özellikle kaçınmış şiirler gibi
söylenebilecek binlerce sözden yalnızca birkaçı gibi
kirletilmiş kayıtsızlığın her vahşeti mümkün kıldığı bir
dünyada
hayatımızın başına çekin kendi manşetinizi
1991-1994 Ludwigshafen-İstanbul
Murathan MUNGAN
Hayatıma manşet istiyorum.
Birkaç manşete ihtiyacım var, günler tekdüze
Karton filmlerden yapılma bütün serüvenlerin
içinden geçtiğimiz karanlık tünel bizim olmayan gündelik
Büyük bir köy artık bana tanınan, dünya!
ölüm tek ticaretin
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
sanal gerçeklikler için vurguna inmiş manşet
Gözlerimize attıkları bandın sakladığı karanlık
kimsenin ofsetinde kazınmıyor yalan sarmal grafik
kendine çevriniyor
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
Rekabetten başka yapacak bir şey bırakmıyorlar bize
Şerefin, haysiyetin, adaletin ve ümidin
eski moda öyküsüne bir biletim var, alıp cezalı bir biletle
değiştiriyorlar. Sesim hiçbir metinde tanınmayacak böyle
giderse.
Aşık olmak istiyorum.
Kendileri koyuyorlar kuralları. Naklen yayınlamak
istiyorlar bütün duygularımı. Güzel pişmanlıklar yaşamak
istiyorum, bırakmıyorlar, sterilize ediyorlar hemen yaşadığım
her anı. Hilesiz kuşlar bile kartpostallarda tuzağa düşürülüyor,
Tebrik ediliyor; poz verdiriliyor kanatlarına.
Pozdan putlar yaratılıyor her yanda, afişlerde, ekranlarda,
vitrinlerde, sokak pozlara tapmaya zorlanıyor insanlar.
Zorlandıklarını hiç anlamıyorlar.
Her yerde bela var. Olmayacak yerlerde üşüyorum.
Çarşaflarımı denetliyorlar ben yokken. Pencereme konan kuşları
takibe alıyorlar. Tek kişilik bir içbükey zaman bile
bırakmıyorlar bana.
Çıkmasam odam gömleğim oluyor. Çıkmasam sokaklar tundra.
Aynaya bile şebekemi gösteriyorum.
Bakın kimseyi dövmek istemiyorum. Aktör de olmak
istemiyorum. Vücuduma ve ruhuma muhtacım. Rahat
bırakmıyorlar. Yerimi bilmeliyim gitmeden önce. İzmarit olmak
istemiyorum. Gençken ve yeniyken bir şeyler denemeliyim. Önce
bir manşet bulmalıyım kendime, her şeye bir manşetten
başlamalıyım.
O zamanları anlatmak istiyorum.
Zamanı öğrenmeye çalışırken yitirdiğimiz zamanları.
Ölümden anlayan bir yanımız vardı gene de
Sesimiz açılırdı. Uyurken korkardık. Sıçrardık uyku
arasında ya da birinin elini tutardık
Gecenin koyu kibrinde gölgelense de erden masumiyetimiz
gelip geçerdik her şeyin yanı başından
derinleşmekti en büyük tehlike
Bağışlanırdık. Gençtik. Gençlik kaba cephane.
hiçbir şeyin içimize fazla işlemesine izin vermezdik
kahkahayla baş etmeye çalışırdık gözümüzle göremediğimiz
her şeyle, ölesiye korkardık
kendi içimizden tanımadığımız biri çıkacak diye günün
birinde
anonim bakış için rehin verdiğiniz gözler
önünde
geçip giden yazıp duran söyleyip eyleyen
ben değilim
duru suyun arı mantığın dingin optiğin
önünde
görülmek görünmek gözükmek isterim
çok mu zor çok mu olanaksız bilmek isterim
karşı durduğum şeyler vardır hayatta
manifestoya varmadan daha kısa mesafelerde
çözgüsü atkıya daha kolay dolanabilecek bir dolu yol
derin çözümsüzlükte
adı konmamış gizli bir sözleşme saklı madde
imha ve imla
ne çöllerde yiten geç dönemin mecnunları
ne teneke kutularda biriktirdiğim madeni paralar
en büyük günahımı işlemedim daha
elementlerin minimal kullanımı
daha yolun başındayım, yakında
şimdiki zaman yalnızca çarşı
pop ve popcorn zulmün bütün ayları
iki bin yıllık kadim şehirlerde işkenceciler emniyet
müdürü, katiller vali, Bağdat naklen bombalanıyor tarih ekrana
çıkıyor, şifreli çantalarda taşınıyor parçalanmış haritalar, zulme
çalışıyor devletin ve sermayenin bütün kanalları, polisler
gazeteci, sarı kartlı muhbirler, satılık şeref koltukları,
eski bir alınlık: Geçmişi anlamayan onu bir daha yaşamak
zorundadır
hem ortadoğudayız hem viyana kapılarında
kuşe bir gravürde dağılıyor kimlikler değerler özsu; katil
hep başkası çıkıyor kara piyasada kapalı iktisat
her yıl geriye çalışıyor infilaka kadar körlük
infilaka kadar kötülük
herkes birbirine düşman olursa sistem mümkün oluyor ve
buna, hayat işte, deniyor
şairler biliyor sonuna geliyoruz büyük duvara
herkes bir manşet bulmalı parçalandığı fragmanlara
bugünlerden bir gün çıkacaksak eğer, çıkılacaksa,
gömdüğümüz şeyler olmalı bugünlere, bir gün başka gözler
bugünleri yeniden okuduğunda bizi görsünler diye, birkaç
manşetlik kaba cephane
ne yalnızca siper ne barikatta verdiğimiz ölüler
şiir gizimizi herkesin gözleri önünde kaçırır geleceğe
kolay kirlenmeyecek mecralar deltalara vurur akıntısı
çıkarız çıkmalıyız acemi şiirler büyür başkalarının okuduğu
olduğu yerde
bizi de oldurur derin teorisiyle
tekin olmayan şiirlerin kotuma altına aldığı yarınlar
saklar kendi çocuklarını da
eski ve kara bir şarkı yineler kendini başkalarının
kaderlerinde:
"kendini ele verdiğin yerde
başkasına ihanet etmiş olursun
yapma n'olursun!
bizi almazken bizim kurduğumuz şehirler
biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
varsın olsun sen gene de
yapma n'olursun!"
yarım bırakılmış bir fragman gibi,
parçalanmışlığın sunduğu acemilikler gibi
mükemmel olmaktan özellikle kaçınmış şiirler gibi
söylenebilecek binlerce sözden yalnızca birkaçı gibi
kirletilmiş kayıtsızlığın her vahşeti mümkün kıldığı bir
dünyada
hayatımızın başına çekin kendi manşetinizi
1991-1994 Ludwigshafen-İstanbul
Murathan MUNGAN
murathan mungan - omayra
YALNIZ BİR OPERA
ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin
Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.
Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.
Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını
Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.
Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.
Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz
kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.
Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...
Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarıda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha
Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla
Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar
denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar
Bana Zamandan söz ediyorlar
Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir
gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.
Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini
kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.
Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda
Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
unuttuklarını hatırlamaktan
uzak uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
Bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.
Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
Aşk... Bitti. Soldu şiir.
Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden
Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani çoğalarak
tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri... panayır yerleri...
ölü kelebekler... ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?
ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey
şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden
Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren
ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin
Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.
Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.
Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını
Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.
Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.
Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz
kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.
Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...
Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarıda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha
Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla
Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar
denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar
Bana Zamandan söz ediyorlar
Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir
gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.
Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini
kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.
Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda
Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
unuttuklarını hatırlamaktan
uzak uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
Bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.
Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
Aşk... Bitti. Soldu şiir.
Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden
Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani çoğalarak
tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri... panayır yerleri...
ölü kelebekler... ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?
ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey
şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden
Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren
Murathan MUNGAN
orhan veli kanık
25 Ekim 2015 Pazar
lale müldür - destina
Destina / Lale Müldür
Dün gece sen uyurken
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç
Öykülerini anlattım
Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara
Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana
DESTİNA
Sen öyle umarsız uyusan da bir köşede
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için
Seni bu denli yıktıkları için DESTİNA
Yaşamımın gizini vereceğim sana
Dün gece sen uyurken
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç
Öykülerini anlattım
Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara
Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana
DESTİNA
Sen öyle umarsız uyusan da bir köşede
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için
Seni bu denli yıktıkları için DESTİNA
Yaşamımın gizini vereceğim sana
karacaoğlan
Üryan geldim gene üryan giderim / Karacaoğlan
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mi var
Azrail gelmiş de can talep eder
Benim can vermeye dermanım mi var
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-u mahşerde divan dudurlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mi var
Karacoglan der ki, ismim öğerler
Zehir oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye itham ederler
Benim Hak'tan öte sevdiğim mi var
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mi var
Azrail gelmiş de can talep eder
Benim can vermeye dermanım mi var
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-u mahşerde divan dudurlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mi var
Karacoglan der ki, ismim öğerler
Zehir oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye itham ederler
Benim Hak'tan öte sevdiğim mi var
mayakovski
Sonsöz / Vladimir Mayakovski
Sizi düşündüm de yazdım
Bütün bunları
Bahtıkara sıçanlar !.
Acıdım evet size..
Göğsümde meme yok..
Yoksa
bir sütana gibi emzirirdim sizleri.
Kupkuru kesildim işte:
Vücutsuz bir vücudum tüm zaferlerimle.
Ama bu karşı-vücuda karşı
Kim
Hangi çağ ve hangi ülkede
Bu insanüstü hür gelişmeyi
Sundu düşüncelere?
Ben.
Diktim gökyüzüne parmağımı
İki kere iki dört eder gibi ispat ettim:
Tanrı bir hırsızdır !
Bazen bana
Bir Hollanda horozu olmuşum gibi gelir
Yada Pskov kentinde bir hükümdar yada Çar.
Ama bazan da
Bütün bunlardan çok daha fazla hoşuma giden bir isimdir
Kendi ismim:
Vladimir Mayakovski.
1913
Sizi düşündüm de yazdım
Bütün bunları
Bahtıkara sıçanlar !.
Acıdım evet size..
Göğsümde meme yok..
Yoksa
bir sütana gibi emzirirdim sizleri.
Kupkuru kesildim işte:
Vücutsuz bir vücudum tüm zaferlerimle.
Ama bu karşı-vücuda karşı
Kim
Hangi çağ ve hangi ülkede
Bu insanüstü hür gelişmeyi
Sundu düşüncelere?
Ben.
Diktim gökyüzüne parmağımı
İki kere iki dört eder gibi ispat ettim:
Tanrı bir hırsızdır !
Bazen bana
Bir Hollanda horozu olmuşum gibi gelir
Yada Pskov kentinde bir hükümdar yada Çar.
Ama bazan da
Bütün bunlardan çok daha fazla hoşuma giden bir isimdir
Kendi ismim:
Vladimir Mayakovski.
1913
sabahattin ali - rüzgar
Rüzgar / Sabahattin Ali
Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve sözler kulaklarıma sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
Tanrıların başı gibi başları diktir,
Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
Ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
Bakıyorum aşağlarda kalan hiçliğe.
Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, «o»na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar kanatlarını,
Ve anlatır mâbutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.
«Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr!
Benim arık yalnız sana itimadım var.
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
Etrafımın sözlerine asla aklım ermedi,
Etrafımda bana asla kulak vermedi.
Senelerden beri hâlâ anlaşamadık,
Bende kestim anlaşmaktan ümidi artık.
Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla.
Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asîl şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fânî bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi herkes cılızdır.
Ne hakikî aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük bir cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.
Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlûp olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgâr, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asîl şey seni buldum bu kâinatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne süse, gösterişe bir baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.
Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
Rüzgâr! Bu dağ başlarında çırpınan serin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azamete âşıkım ben de.
İşte rüzgâr! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgâr! Sana, yalnız sana benzemeliyim.»
1931 (Atsız Mecmua, s. 2, 1931)
Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve sözler kulaklarıma sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
Tanrıların başı gibi başları diktir,
Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
Ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
Bakıyorum aşağlarda kalan hiçliğe.
Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, «o»na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar kanatlarını,
Ve anlatır mâbutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.
«Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr!
Benim arık yalnız sana itimadım var.
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
Etrafımın sözlerine asla aklım ermedi,
Etrafımda bana asla kulak vermedi.
Senelerden beri hâlâ anlaşamadık,
Bende kestim anlaşmaktan ümidi artık.
Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla.
Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asîl şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fânî bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi herkes cılızdır.
Ne hakikî aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük bir cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.
Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlûp olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgâr, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asîl şey seni buldum bu kâinatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne süse, gösterişe bir baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.
Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
Rüzgâr! Bu dağ başlarında çırpınan serin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azamete âşıkım ben de.
İşte rüzgâr! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgâr! Sana, yalnız sana benzemeliyim.»
1931 (Atsız Mecmua, s. 2, 1931)
platon - şölen
Şölen / Platon
Başkası için ölmek, bunu yalnız sevenler yapabilir, erkekler değil
yalnız, kadınlar bile. Pelias'ın kızı Alkestis(21) Yunanlılara bu dediğimin
örneğini verdi: Kocası için ölmeyi bir o göze aldı, oysa ki anası da vardı,
babası da. Ama Sevgi, kadına öyle bir yürek verdi ki, onun yanında ana baba,
oğullarına sadece isimle bağlı birer yabancı gibi kaldılar. Bir kadın yaptı
bunu, hem öylesine yaptı ki, yalnız insanlar değil, tanrılar bile şaştı kaldı
ve o kadar güzel buldular ki yaptığını, Hades'ten yukarı çıkmasına izin
verdiler. Oysa bu yetkiyi tanrılar nice nice güzel işler yapmış nice nice
insanlar arasında pek az kimselere vermişlerdir. Demek tanrılar da Sevginin
insana kazandırdığı gücü ve erdemi her şeyden üstün tutuyorlar. Buna karşılık,
Oiagros'un oğlu Orpheus(22), Hades'ten elleri boş dönüyor, almaya geldiği
karısının kendisini değil, sadece hayaletini götürüyor. Çünkü, tanrılara göre
Orpheus, yumuşak davranmış, - ne de olsa bir çalgıcı - Alkestis gibi ölmeyi
gözüne alacak yerde, binbir çareye başvurup, Hades'e ölmeden girmenin yolunu
bulmuş. İşte bu yüzden tanrılar cezasını veriyor, ölümü kadın eliyle oluyor.
Ama Thetis'in oğlu Akhilleus'a(23), Mutlular Adalarına(24) gitmek şerefini
veriyorlar. Neden, çünkü annesi diyor ki ona: Hektor'u öldürürsen, sen de
öleceksin, öldürmezsen, yurduna dönüp uzun uzun yaşayacaksın. O gene, sevdiği
Patroklos'un yardımına koşmak, öcünü almak yiğitliğini gösteriyor, onun için
ölmeyi değil yalnız, o öldükten sonra ardından gitmeyi de göze alıyor. İşte
bundan ötürü, yani kendini sevene böylesine değer verdiği için, tanrılar
yaptığına hayran, hem de nasıl hayran kalıp, ona görülmedik şerefler
bağışlıyorlar.
Şunu söyleyeyim ki, Patroklos, Akhilleus'un sevgilisiydi demekle
saçmalıyor Aiskhylos(25). Akhilleus, yalnız Patroklos'tan değil, bütün
yiğitlerden daha güzelmiş bir kere; Homeros'un dediği gibi, daha saklı
terlememiş, yani Patroklos'tan daha gençmiş. İşin doğrusu şu ki, sevgiden
gelen erdeme en çok değer veren tanrıların asıl hoşlandıkları, hayran
oldukları şey, sevenin sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene
bağlayan sevgidir. Çünkü seven, tanrılara daha yakındır, özünde tanrılık
vardır; işte bu yüzden Akhilleus'u Alkestis'ten daha fazla beğenmiş ve onu
Mutlular Adalarına göndermişlerdi.
(...)
İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü insan,
her zaman bugünkü gibi değil, bir başka türlüydü. İnsan soyu ilkin üç çeşitti.
Şimdiki gibi erkek, dişi diye ikiye ayrılmıyordu, her ikisini içine alan bir
üçüncü çeşit daha vardı. Bu çeşidin kendi kayboldu, sadece adı kaldı:
Androgynos denilen bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek, hem dişiydi; bugün
sözü edilmesi bile ayıp sayılır. İşte bu insanlar yuvarlak sırtları ve
böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da
bacağı vardı. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit, ama ters
yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa, dört kulak; edep yerleri ve herşeyleri de
ona göre hep ikişer. Yürürken istedikleri öne doğru, bizim gibi, düpedüz adım
atabilir, koşmak istedikleri zaman da, tepetaklak, havaya fırlayan
bacaklarıyla bir tekerlek olur, sekiz kola, bacağa birden dayandıkları için,
döne döne uçar giderlerdi. Peki ama, neden insanlar üç çeşitti, neden dediğim
gibiydiler? Çünkü erkek, aslında güneşten gelmeydi, dişi bu dünyadan, ikisini
birleştiren cins de aydan; ay hem güneş, hem de dünyaya bağlı ya. Toparlak
olmaları, döne döne gitmeleri de bu gezegenlere çektikleri içindir, Homeros'un
anlattığı Ephialtes ile Otos(33), bu cins insanlar olacak. Hani göğe
tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.
Bunun üzerine Zeus ve öbür tanrılar görüşmüş, konuşmuşlar, ne
yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek, devler gibi
soylarını yıldırımla yakıp, kül etmek istemiyorlarmış (çünkü o zaman
insanların kendilerine sundukları kurbanlar bitermiş), öte yandan da
küstahlığın bu derecesine göz yumamazlardı. Zeus uzun uzun düşündükten sonra,
"Galiba bir çare buldum," der, "insanlar hem kalsın, hem de kuvvetten düşüp
hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem
de sayıları artıp, bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki bacak
üstünde doğru düsürst yürüyecekler. Yine de hadlerini bilmez, uslu
durmazlarsa, yeniden ikiye bölerim, bu kez tek bacak üzerinde zıplaya zıplaya
giderler."
Böyle der Zeus ve der demez de insanları tutar ikiye böler, tıpkı bir
meyveyi kışa saklamak için ikiye böler gibi, ya da bir yumurtayı ince bir
kılla ortasından keser gibi.
Zeus, kestiği adamların yüzünü boyunlarıyla Apollon'a tersine
çevirtmiş ki, kesilen yerlerini görsünler ve akılları başlarına gelsin.
Yaralarını iyi etmesini de buyurmuş. Apollon da yüzlerini tersine çevirmiş,
derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi
birleştirmiş, orta yeri sıkı sıkı üzmüş ve bir tek delik bırakmış. İşte biz
buna, göbek diyoruz. Sonra bakmış buruşuklukları var, onları düzeltmiş,
ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir araçla
göğüslerine bir biçim vermiş; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve
göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakmış.
İnsanın yapısı böylece ikileşince, her yarı öbür yarısını özleyip,
üstüne atlıyor, kollarını birbirine sarıp, yeniden bir bütün haline gelmek
arzusuyla kucaklaşıyor, birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemeyerek,
açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan,
bir başkasını arıyor, ona sarılıyormuş, rasgele sarıldığı bir insan bir erkek
yarısı da olabiliyormuş, dişi yarısı da (ki bugün bir bütün olan bu dişi
yarıya kadın diyoruz). Bu yüzden insan soyu azalıp gidiyormuş. Zeus, hallerine
acımış, bir başka çare bulmuş, ayıp yerlerini önlerine getirmiş, çünkü arkada
olunca, çiftleşerek değil, ağustosböcekleri gibi, toprağa yumurta döküp
çoğalıyorlarmış. Ayıp yerleri öne alınınca, dişi-erkek birleşip çoğalmaya
başlamışlar. Maksadı şu imiş: Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan
soyunun çoğalmasını sağlamış olacak, yok eğer erkekle erkek arasında olursa,
arzularına kanarak, başka işlere yönelecekler, yani hayatlarında başka
amaçları olacak. Demek ki insanın kendi benzerine duyduğu sevgi, çok eski bir
zamandan kalmadır, Sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı bir
tek varlık haline getiriyor, kısacası insanın yaradılışındaki bir derde deva
oluyor.
Her birimiz bir insanın symbolon'u(34), tamamlayıcı parçasıyız, pisi
balıkları gibi bir bütünün yarısına benzeriz, onun için de hep tamamlayıcı
parçamızı arar dururuz. Demin Androgynos dediğimiz katışık varlığın bir
parçası olan erkekler, kadınlara düşkündür, bir kadınla yetinmeyen erkeklerin
çoğu da bunlardan gelmedir; erkeklere düşkün, kocalarıyla yetinmeyen kadınlar
da bunlardandır. Fakat bir dişiden kesilme kadınlar, erkeklere hiç yüz
vermezler ve daha çok kadınlara meylederler, seviciler de bunlar arasından
çıkar. Bir erkekten kesilme erkeklere gelince, onlar de erkek yarılarını
ararlar ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler;
onlarla düşüp kalkmaktan, kucaklaşmaktan hoşlanırkar. Çocuklar ve delikanlılar
arasında en iyileri bunlardır, çünkü yaradılışlarından erkeklik en çok
onlardadır. Oysa birçokları bunları edepsiz diye ayıplarlar. Yanlış! Çünkü bu
işi edepsizlikten yapmazlar, içlerinde atılganlık, mertlik, erkeklik olduğu
için kendilerine benzeyene bağlanırlar. Bunu ortaya koyan bir olay da şudur:
Yalnız onlar yetiştikleri zaman, tam adam olur ve devlet işlerine girerler.
Olgun çağlarında onlar da erkek çocukları severler ve yaradılışları gereği
evlenmeye, çocuk yapmaya heves etmezler, bu işi sırf adet yerini bulsun diye
yaparlar. Ömür boyunca kendi aralarında bekar yaşamak, bol bol yeter onlara.
Kısacası bu türlü insanlar hep kendi cinsinden olanlara bağlı kalır, erkekleri
sever yalnız.
İnsanların karşısına demin sözünü ettiğim kendi yarısı çıktı mı, ister
erkek çouklara, ister başkalarına düşkün olsun, derin bir dostluk, akrabalık,
sevgi duygusuyla vurulmuşa döner, bir an için bile ondan ayrılmak istemez.
Bütün ömürlerini bir arada geçiren bu insanlar birbirinden ne istediklerini
anlatamazlar size. Kimse diyemez ki, onlar bu kadar coşkunlukla birleştiren
zevk sadece bir cinsel arzu ortaklığıdır. Bu iki candan her birinin aradığı
bambaşka bir şeydir, istediklerini duyar, sezer de anlatamazlar. Onları şimdi
bir yatakta uzanmış olarak düşünün, Hephaistos bütün aletleriyle karşılarına
dikilip soruyor: "Ey insanlar! Birbiriniz için dilediğiniz nedir?" Bu soru
karşısında sevgililer susacak. Hephaistos bir daha soracak: "Şu mu yoksa
candan dilediğiniz; öylesine kaynaşmak, bir tek varlık olmak ki, artık ne
gece, ne gündüz sizi birbirinizden ayıramasın. Eğer bu ise istediğiniz, sizi
bir arada eriteyim ve körükleye körükleye kaynatayım sizi birbirinize. İkiyken
bir olur, ömrünüz boyunca bir tek insan gibi aynı hayatı yaşarsınız. Öldükten
sonra da, öbür tarafta Hades'te iki olacağınıza bir olur, aynı ölümü
paylaşırsınız. Düşünün, bu mudur arzuladığınız? Böyle bir kadere razı
mısınız?" Hangi sevgililer bunu duyar da, hayır der, başka bir şey
isteyebilir? Tersine, bu sözde çoktandır özledikleri bir şey dile gelmiş olur:
Sevdiğine kavuşmak, onda erimek, iki ayrı varlıkken bir tek olmak.
(...)
Bunun üzerine Sokrates söze başlamış:
- Evet, sevgili Agathon, sen söze güzel başladın sanırım. Önce
Sevginin ne olduğunu anlatmak sonra neler yaptığını ortaya koymak gerektiğini
söylemekte haklıydın. Bu başlangıca hiç diyeceğim yok. Peki, madem Sevginin ne
olduğunu bu kadar güzel, bu kadar parlak sözlerle anlattın, şunu da söyle
bize: Sevgi kendiliğinden bir başka şeyin sevgisi midir, yoksa, hiçbir şeyin
sevgisi değil midir? Sevgi, bir ananın ya da babanın sevgisi midir diye
sormuyorum, gülünç olur böyle bir soru, ama tut ki, baba, baba olarak nedir
diye düşündük de, ben sana sordum: Baba bir başkasının babası mıdır, yoksa
kimsenin babası değil midir? Ne cevap vereceksin? İster istemez: Baba bir
oğlun ya da bir kızın babasıdır diyeceksin, değil mi?
- Elbette, demiş Agathon.
- Ana için de öyle demez misin?
Bunu da kabul etmiş.
- Şimdi bir şeyler daha sorayım da, ne demek istediğimi daha iyi anla.
Bir kardeş, kardeş olarak birinin kardeşi midir, değil midir? diye sorsam.
- Evet, birinin kardeşidir, derim.
- Bir erkek ya da bir kız kardeşin kardeşi?
- Evet.
- Şimdi sevgi için aynı şeyi düşün ve söyle: Sevgi, bir şeyin sevgisi
midir, yoksa bir şeyin sevgisi değil midir?
- Elbette bir şeyin sevgisi olacak.
- Peki bunu aklında tut: Sevgi bir şeyin sevgisidir. Şunu da söyle
bakalım: Sevgi, sevdiği şeyi arzular mı, arzulamaz mı?
- Arzular tabii.
- Kendinde olan bir şeyi mi arzular, sever; yoksa kendinde olmayan bir
şeyi mi?
- Kendinde olmayanı herhalde.
- Herhaldeyi bırak da, kesin olarak söyle: Arzulamak bizde olmayanı
istemek midir, değil midir? Bizde olan bir şeyi arzu eder miyiz, etmez miyiz?
Bana öyle geliyor ki, bunun başka türlü olması düşünülemez. Sen ne dersin,
Agathon?
- Bana da öyle geliyor.
- Güzel. Gerçekten, büyük olan büyük, güçlü olan güçlü olmayı
isteyebilir mi?
- Söylediklerimize göre isteyemez.
- Demek insan, kendinde olan şeylerden yoksun olamaz.
- Doğru.
- Ya güçlü olan güçlü olmayı arzu ederse, çevik olan çevik olmayı,
sağlam olan sağlam olmayı?.. Öyle ya, biri çıkar der ki; kendinde bunlar ve
buna benzer değerler bulunan kimse bu değerleri arzu da edebilir. Bir
yanlışlık yapmamamız için, bu nokta üzerinde duruyorum. Bir insan düşün ki,
Agathon, bugün istese de, istemese de, bu değerler elinde. Bu insan, kendinde
ister istemez olan bir şeyi nasıl arzu edebilir? Ama birisi bize diyebilir:
Ben sağlamım, sağlam olmak da istiyorum, zenginim, zengin olmak da istiyorum,
demek ki bende olanı arzu edebiliyorum. Ona şöyle cevap verebiliriz: Be adam,
sen zenginliği, sağlığı, gücü, gelecek için istiyorsun, çünkü bugün için
istesen de, istemesen de bunlar sende var. Bende olanı arzu ediyorum dediğin
zaman, acaba demek istediğin şu olmasın: Bugün elimde olanı yarın için de
arzuluyorum: Bunu doğru bulmaz mı o adam?
- Bulur.
- Bütün bu değerlerin ileride bizim olmasını, elimizde kalmasını
istemek, henüz elimize geçmemiş bir şeyi sevmek değil midir?
- Öyledir.
- Demek bu adam da, her arzu eden gibi, henüz elinde, emrinde olmayanı
istiyor: Arzunun, sevginin aradığı, erişmediğimiz bir durum, yoksun olduğumuz
bir şey değil mi?
- Budur.
- Haydi öyleyse, ne üstüne anlaştığımızı bir düşünelim şimdi.
Birincisi sevgi bir şeyin sevgisi midir, ikincisi de sevgi henüz bizde olmayan
bir şeyin sevgisi midir?
- Evet.
- İstersen ben sana hatırlatayım. Aldanmıyorsam, senin dediğin şuydu:
Tanrıları uzlaştıran, güzellik sevgisidir, çirkinlik sevgisi diye bir şey
yoktur. Bu değil miydi söylediğin?
- Buydu.
- Ha şöyle, ağzına sağlık, dostum! Demek sevgi yalnız güzelliğin
sevgisidir, çirkinliğin değil.
- Kabul.
- Peki, sevmek bizde olmayanı istemektir demedik mi?
- Dedik.
- Öyleyse sevgi, güzellikten yoksundur.
- İster istemez.
- İyi, ama güzellikten yoksun, güzelliğe kavuşmamış bir şeye sen güzel
der misin?
- Diyemem elbet.
- Böyleyken, sen hala sevginin güzel olduğu düşüncesinde misin?
- Belki de ne söylediğimi bilmiyordum demin konuşurken.
- Ama yine de parlaktı konuşman, Agathon. Bir küçük sorum daha var:
İyi dediğin şey sence güzel midir?
- Bence öyledir.
- Madem sevgi, güzellikten yoksundur, güzellik de iyilik olduğuna
göre, sevigi iyilikten de yoksundur.
- Ben seninle başa çıkamam, Sokrates, dediğin gibi olsun.
- Senin başa çıkamadığın, doğruluk, iki gözüm, yoksa Sokrates'le başa
çıkmak hiç de zor değil.
Ama şimdi seni rahat bırakıp, vaktiyle sevgi üstüne Diotima ile,
Mantineia'lı bir kadınla konuştuklarımıza geleceğim. Bu konuda, daha birçok
konularda bilgili bir kadındı, vebaya karşı kestirdiği bir kurbanla on sene
Atinalıları bu beladan korumuştu. Sevgi üstüne ne biliyorsam, ondan öğrendim.
Bu kadının bana söylediklerini anlatmaya, Agathon'la giriştiğimiz yoldan
yürümeye çalışacağım, elimden ne kadarı gelirse. Senin söylediğin gibi,
Agathon, sevgi kimdir, nedir, önce onu anlamak, sonra gördüğü işlere geçmek
lazım. Bana en rahat gelen, size yabancı kadının sorularını sırasıyla
anlatmak. Çünkü benim söylediklerim aşağı yukarı şimdi Agathon'un bana
söyledikleri oldu: Sevgi, büyük bir tanrıdır, güzelin sevgisidir. Kadın,
söylediklerimi benim şimdi Agathon'a ileri sürdüğüm düşüncelerle çürüttü,
kendi sözlerimle sevginin ne iyi, ne de güzel olduğunu ortaya koydu.
- Ne diyorsun, Diotima? dedim o zaman. Demek sevgi çirkin, kötü bir
şey.
- Ölçülü konuş, dedi. Güzel olmayan sence ister istemez çirkin midir?
- Elbette.
- Bilgin olmayan mutlaka bilgisiz mi demektir? Bilginlikle
bilgisizliğin bir ortası yok mu sence?
- O da neymiş?
- İnsan hesabını veremeden de doğru düşünebilir. Buna bilgi diyebilir
misin, diyemezsin, (çünkü bilgi, mantığa dayanmadı mı, bilgi olmaz),
bilgisizlik de diyemezsin, (çünkü bilgi, rasgele de olsa bilgisizlik
sayılmaz), demek ki bilmekle bilmemek arasında doğru düşünmek diye bir şey
vardır.
- Haklısın, dedim.
-Öyleyse, güzel olmayan çirkin, iyi olmayan kötüdür deme. Sevgi de
böyle. Onun için iyidir, güzeldir demediğine göre, çirkindir, kötüdür de deme,
ikisi arası bir şey olarak düşün sevgiyi.
- Evet ama, sevgiyi büyük bir tanrı sayıyor herkes.
- Herkes dediğin bilenler mi, bilmeyenler mi?
- Hepsi birden.
- Nasıl olur, dedi Diotima gülerek. Sevgiyi bir tanrı bile saymayanlar
ona, büyük tanrı diyebilirler mi?
- Onlar da kim?
- Biri sen, biri de ben.
- Olur mu böyle şey?
- Olur elbet. Sence bütün tanrılar mutlu ve güzel değil midir?
Onlardan birinin güzel ve mutlu olmadığını söylemeye dilin varır mı?
- Varmaz, Zeus hakkı için!
- Mutlu dediklerin iyiliğe, güzelliğe varmış olanlar, değil mi?
- Elbette.
- Ama demin dedin ki, sevgi iyi ve güzel şeyler ister, çünkü onlardan
yoksundur.
- Evet, öyle dedim.
- İyiliği, güzelliği olmayan, hiç tanrı olabilir mi?
- Olamaz gerçekten.
- Görüyorsun ya, sen de sevgiyi tanrı saymıyorsun.
- Nedir öyleyse sevgi? Ölümlü bir varlık mı?
- Hiç de değil.
- Nedir öyleyse?
- Demin dedim ya, ikisi ortası, ölümlü ile ölümsüz arası bir şey.
- Evet, ama, ne?
- Büyük bir cin(48), Sokrates, çünkü cin dediğimiz, tanrı ile insan
arası bir varlıktır.
- Ne iş görür bu cinler?
- İnsanlardan tanrılara, tanrılardan insanlara haberler, sözler
götürüp getirirler, dileklerimizi, adaklarımızı onlar ulaştırır tanrılara,
onlar getirir bize tanrıların buyruklarını, kurbanlarımızın karşılığı. Tanrı
ile insan arasındaki boşluğu dolduran cinler, böylece bütünün bütünlüğünü
kurarlar. Onlardan gelir bilicilerin büyük bilgisi, rahiplerin kurbanları,
kehanetleri, falları, büyüleri, üfürükleri gereğince başarma sanatı. Aslında
tanrı, insana karışmaz, bu cinler araya girer, uykuda olsun, uyanıkken olsun,
tanrılarla insanların buluşmalarını, konuşmalarını sağlarlar. Bütün bunları
bilende tanrı soluğu vardır(49). Bunları değil de, başka şeyleri bilen, işi,
sanatı ne olursa olsun, bir zanaatçi olmakla kalır. Bu cinler, hem pek çok,
hem de pek çeşitlidir. Sevgi de onlardan biridir.
- Peki, dedim, hangi anadan, hangi babadan gelmiş?
- Uzun sürer bunu sana anlatması, ama bir deneyeyim. Aphrodite
dünyaya geldiği gün, bütün tanrılar bir şölendeymiş. Zeka'nın oğlu Bolluk da
aralarındaymış. Yemekten sonra Yoksulluk(50), şölenden payını istemeye gelmiş,
kapının önünde durmuş, beklemiş. Tanrı şerbeti(51) ile sarhoş Bolluk (daha
şarap yokmuş o zaman), Zeus'un bahçelerine çıkmış ve bir yerde sızmış.
Çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk'tan bir çocuğu olmasını kurmuş,
gitmiş yanına yatmış ve Sevgi'ye gebe kalmış. Aphrodite'nin doğduğu gün, ana
karnına düştüğü için Sevgi, bu tanrının kulu, yoldaşı olmuş. Aphrodite güzel,
o da yaradılıştan güzele düşkünmüş.
Bolluk ile Yoksulluk'tan doğan Sevgi'nin talihi de ona göre olmuş.
Sevgi, her şeyden önce ve her zaman yoksuldur, çoklarının sandığı gibi, hiç de
öyle ince ve zarif değildir, tersine, kabadır, pistir, evsiz barksız,
yalınayaktır, açıkta, dağda, bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar
kalkar. Ne yapsın, anasına çekmiş, yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken
tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır,
yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, ömrü kafa
yormakla geçer, bilicilikte, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de
ölümsüzdür. Bakarsın, aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de
ölür; sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir
şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Sevgi, hiçbir zaman ne
yokluk içindedir, ne de varlık içinde.
Bilgi ve bilgisizliğin de ortasındadır. Bakın niçin: Tanrıların
hiçbiri bilgiyle uğraşmaz, bilgeliğe özenmez (çünkü zaten bilgedir); bilgeliğe
ermiş bir insan da artık bilgiyle uğraşmaz; bilgisizler de öyle, ne bilgiyle
uğraşırlar, ne bilge olmaya özenirler. Bilgisizlik neden kötüdür? Cahil kişi
güzellikten, iyilikten, akıldan yoksunken, hepsini kendisine toplamış sanır da
ondan. Yoksun olduğunu bilmeyen kimse, ne diye kendinde olmayanın peşine
düşsün!
---------------
(21) Euripides'in "Alkestis" adlı tragedyasının baş kişisi. Alkestis, kocası
Admetos yerine ölmeyi gözüne alan bir kadındır. Eceli gelen Admetos'a tanrı
Apollon bağışta bulunmuş, yerine ölecek birini bulabilirse, kendinin sağ
kalacağına söz vermişti. Admetos'un ne annesi, ne de yaşlı babası, oğulları
için ölmek istemeyince, Alkestis, kendini feda eder. Alkestis, Yunan tragedya
kişilerinin en sevimlilerinden biridir.
(22) Efsaneye göre, ozan Orpheus, tatlı nağmeleriyle vahşi hayvanları bile
büyülermiş. Günün birinde karısı Eurydike ölünce, Orpheus yeraltı dünyasının
bekçisi köpek Kerberos'u çalgısıyla uyutmuş, böylece Hades'e girip, Hades
tanrıdan karısını geri istemiş. Tanrı da yeryüzüne varıncaya dek arkasına
dönüp bakmamak şartıyla Eurydike'yi Orpheus'a vermiş, ama Orpheus dayanamamış,
tam aydınlığa çıkacakken, arkasına dönüp bakmış. O anda Eurydike yine duman
olup karanlığa dalmış. Bundan sonra bir türlü avunamaan Orpheus da Trakya
ormanlarında gece gündüz şarkı söylemiş. Tanrı Dionysos ayinlerini kutlayan
Bakkhalara yüz vermediği içindir ki, bu kadınlar onu parçalamışlar.
(23) Homeros, "İlyada" destanında şöyle anlatır: Agamemnon ile kavga eden
Akhilleus, savaştan çekilir, ama Troyalı Hektor, dostu Patroklos'u öldürünce,
onun öcünü almak için yine savaşa katılır ve Hektor'u öldürür. Tanrıça
Thetis'in oğlu olan Akhilleus'un bedenine silah işlemez, ancak topuğundan
yaralanabilirdi. Hektor'u öldürdükten sonra, Paris'in bir oku ile topuğundan
vurulur ve ölür.
(24) Efsaneye göre, dünyanın batısında bulunan Mutlular Adaları, yararlık
gösteren yiğitlerin ve bilgelerin öldükten sonra göçtükleri bir çeşit
cennettir.
(25) Aiskhylos'un kaybolmuş "Myrmidones" adlı tragedyasında.
(...)
(33) Ephialtes ile Otos, Zeus dünya üzerine egemenliği ele alınca, dağları üst
üste yığıp Olympos'a saldırmaya kalkışan iki devdir.
(34) "Symbolon" ilk anlamdan, ikiye bölünen bir çanak parçasıdır. İki insan
birbirine konuk oldu mu, bu çanak parçalarından birini dostluklarının
belirtisi olarak alır saklarlar, kendileri ölünce, çocuklarına bırakırlardı.
Sembol anlamı oradan gelmektedir.
(...)
(48) Sokrates'in "daimon" dediği varlık; "cin" sözü ile çevirdik. Homeros'un
destanlarında daimon, insan biçimine girmiş bir tanrı buyruğudur. Sonraları
daimon kavramı soyutlaşır. Hesiodos'a göre daimonlar ya da heroslar bu dünyada
erdemle yaşamış insanların ölümsüzlüğe ermiş canlarıdır. Bu yarı tanrısal
varlıklar, insanlarla tanrı arasındaki alışverişi sağlar. Miletoslu Thales de
kainatı bu gibi daimonlarla dolu görür. Herakleitos daimonların insanlara
bekçilik ettiklerine inanır. Pisagor da öyle düşünür. Yunan dünyasında iyi,
yararlı bir varlık sayılan daimon Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla kötülüğün
sembolü olmuş, daimon şeytana denmiştir. Eflatun, Sokrates'ten önceki
filozofların daimon-heros kavramı üstündeki görüşlerini "Şölen"de
derinleştirir.
(49) Aslında "daimonlu adam" deniyor.
(50) Diotima'nın anlattığı bu masalın iki kahramanı Poros ile Penia'dır. Penia
yoksulluk demek. Çare, yol anlamına gelen Poros için Türkçe tam karşılık
bulamadık. Poros'a çare, Penia'ya da çaresizlik diyebilirdik, ama yoksulluğun
karşıtı olan bolluk sözünü kullanmayı daha uygun bulduk.
(51) Tanrıların içkisi olan "nektar".
Başkası için ölmek, bunu yalnız sevenler yapabilir, erkekler değil
yalnız, kadınlar bile. Pelias'ın kızı Alkestis(21) Yunanlılara bu dediğimin
örneğini verdi: Kocası için ölmeyi bir o göze aldı, oysa ki anası da vardı,
babası da. Ama Sevgi, kadına öyle bir yürek verdi ki, onun yanında ana baba,
oğullarına sadece isimle bağlı birer yabancı gibi kaldılar. Bir kadın yaptı
bunu, hem öylesine yaptı ki, yalnız insanlar değil, tanrılar bile şaştı kaldı
ve o kadar güzel buldular ki yaptığını, Hades'ten yukarı çıkmasına izin
verdiler. Oysa bu yetkiyi tanrılar nice nice güzel işler yapmış nice nice
insanlar arasında pek az kimselere vermişlerdir. Demek tanrılar da Sevginin
insana kazandırdığı gücü ve erdemi her şeyden üstün tutuyorlar. Buna karşılık,
Oiagros'un oğlu Orpheus(22), Hades'ten elleri boş dönüyor, almaya geldiği
karısının kendisini değil, sadece hayaletini götürüyor. Çünkü, tanrılara göre
Orpheus, yumuşak davranmış, - ne de olsa bir çalgıcı - Alkestis gibi ölmeyi
gözüne alacak yerde, binbir çareye başvurup, Hades'e ölmeden girmenin yolunu
bulmuş. İşte bu yüzden tanrılar cezasını veriyor, ölümü kadın eliyle oluyor.
Ama Thetis'in oğlu Akhilleus'a(23), Mutlular Adalarına(24) gitmek şerefini
veriyorlar. Neden, çünkü annesi diyor ki ona: Hektor'u öldürürsen, sen de
öleceksin, öldürmezsen, yurduna dönüp uzun uzun yaşayacaksın. O gene, sevdiği
Patroklos'un yardımına koşmak, öcünü almak yiğitliğini gösteriyor, onun için
ölmeyi değil yalnız, o öldükten sonra ardından gitmeyi de göze alıyor. İşte
bundan ötürü, yani kendini sevene böylesine değer verdiği için, tanrılar
yaptığına hayran, hem de nasıl hayran kalıp, ona görülmedik şerefler
bağışlıyorlar.
Şunu söyleyeyim ki, Patroklos, Akhilleus'un sevgilisiydi demekle
saçmalıyor Aiskhylos(25). Akhilleus, yalnız Patroklos'tan değil, bütün
yiğitlerden daha güzelmiş bir kere; Homeros'un dediği gibi, daha saklı
terlememiş, yani Patroklos'tan daha gençmiş. İşin doğrusu şu ki, sevgiden
gelen erdeme en çok değer veren tanrıların asıl hoşlandıkları, hayran
oldukları şey, sevenin sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene
bağlayan sevgidir. Çünkü seven, tanrılara daha yakındır, özünde tanrılık
vardır; işte bu yüzden Akhilleus'u Alkestis'ten daha fazla beğenmiş ve onu
Mutlular Adalarına göndermişlerdi.
(...)
İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü insan,
her zaman bugünkü gibi değil, bir başka türlüydü. İnsan soyu ilkin üç çeşitti.
Şimdiki gibi erkek, dişi diye ikiye ayrılmıyordu, her ikisini içine alan bir
üçüncü çeşit daha vardı. Bu çeşidin kendi kayboldu, sadece adı kaldı:
Androgynos denilen bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek, hem dişiydi; bugün
sözü edilmesi bile ayıp sayılır. İşte bu insanlar yuvarlak sırtları ve
böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da
bacağı vardı. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit, ama ters
yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa, dört kulak; edep yerleri ve herşeyleri de
ona göre hep ikişer. Yürürken istedikleri öne doğru, bizim gibi, düpedüz adım
atabilir, koşmak istedikleri zaman da, tepetaklak, havaya fırlayan
bacaklarıyla bir tekerlek olur, sekiz kola, bacağa birden dayandıkları için,
döne döne uçar giderlerdi. Peki ama, neden insanlar üç çeşitti, neden dediğim
gibiydiler? Çünkü erkek, aslında güneşten gelmeydi, dişi bu dünyadan, ikisini
birleştiren cins de aydan; ay hem güneş, hem de dünyaya bağlı ya. Toparlak
olmaları, döne döne gitmeleri de bu gezegenlere çektikleri içindir, Homeros'un
anlattığı Ephialtes ile Otos(33), bu cins insanlar olacak. Hani göğe
tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.
Bunun üzerine Zeus ve öbür tanrılar görüşmüş, konuşmuşlar, ne
yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek, devler gibi
soylarını yıldırımla yakıp, kül etmek istemiyorlarmış (çünkü o zaman
insanların kendilerine sundukları kurbanlar bitermiş), öte yandan da
küstahlığın bu derecesine göz yumamazlardı. Zeus uzun uzun düşündükten sonra,
"Galiba bir çare buldum," der, "insanlar hem kalsın, hem de kuvvetten düşüp
hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem
de sayıları artıp, bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki bacak
üstünde doğru düsürst yürüyecekler. Yine de hadlerini bilmez, uslu
durmazlarsa, yeniden ikiye bölerim, bu kez tek bacak üzerinde zıplaya zıplaya
giderler."
Böyle der Zeus ve der demez de insanları tutar ikiye böler, tıpkı bir
meyveyi kışa saklamak için ikiye böler gibi, ya da bir yumurtayı ince bir
kılla ortasından keser gibi.
Zeus, kestiği adamların yüzünü boyunlarıyla Apollon'a tersine
çevirtmiş ki, kesilen yerlerini görsünler ve akılları başlarına gelsin.
Yaralarını iyi etmesini de buyurmuş. Apollon da yüzlerini tersine çevirmiş,
derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi
birleştirmiş, orta yeri sıkı sıkı üzmüş ve bir tek delik bırakmış. İşte biz
buna, göbek diyoruz. Sonra bakmış buruşuklukları var, onları düzeltmiş,
ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir araçla
göğüslerine bir biçim vermiş; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve
göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakmış.
İnsanın yapısı böylece ikileşince, her yarı öbür yarısını özleyip,
üstüne atlıyor, kollarını birbirine sarıp, yeniden bir bütün haline gelmek
arzusuyla kucaklaşıyor, birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemeyerek,
açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan,
bir başkasını arıyor, ona sarılıyormuş, rasgele sarıldığı bir insan bir erkek
yarısı da olabiliyormuş, dişi yarısı da (ki bugün bir bütün olan bu dişi
yarıya kadın diyoruz). Bu yüzden insan soyu azalıp gidiyormuş. Zeus, hallerine
acımış, bir başka çare bulmuş, ayıp yerlerini önlerine getirmiş, çünkü arkada
olunca, çiftleşerek değil, ağustosböcekleri gibi, toprağa yumurta döküp
çoğalıyorlarmış. Ayıp yerleri öne alınınca, dişi-erkek birleşip çoğalmaya
başlamışlar. Maksadı şu imiş: Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan
soyunun çoğalmasını sağlamış olacak, yok eğer erkekle erkek arasında olursa,
arzularına kanarak, başka işlere yönelecekler, yani hayatlarında başka
amaçları olacak. Demek ki insanın kendi benzerine duyduğu sevgi, çok eski bir
zamandan kalmadır, Sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı bir
tek varlık haline getiriyor, kısacası insanın yaradılışındaki bir derde deva
oluyor.
Her birimiz bir insanın symbolon'u(34), tamamlayıcı parçasıyız, pisi
balıkları gibi bir bütünün yarısına benzeriz, onun için de hep tamamlayıcı
parçamızı arar dururuz. Demin Androgynos dediğimiz katışık varlığın bir
parçası olan erkekler, kadınlara düşkündür, bir kadınla yetinmeyen erkeklerin
çoğu da bunlardan gelmedir; erkeklere düşkün, kocalarıyla yetinmeyen kadınlar
da bunlardandır. Fakat bir dişiden kesilme kadınlar, erkeklere hiç yüz
vermezler ve daha çok kadınlara meylederler, seviciler de bunlar arasından
çıkar. Bir erkekten kesilme erkeklere gelince, onlar de erkek yarılarını
ararlar ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler;
onlarla düşüp kalkmaktan, kucaklaşmaktan hoşlanırkar. Çocuklar ve delikanlılar
arasında en iyileri bunlardır, çünkü yaradılışlarından erkeklik en çok
onlardadır. Oysa birçokları bunları edepsiz diye ayıplarlar. Yanlış! Çünkü bu
işi edepsizlikten yapmazlar, içlerinde atılganlık, mertlik, erkeklik olduğu
için kendilerine benzeyene bağlanırlar. Bunu ortaya koyan bir olay da şudur:
Yalnız onlar yetiştikleri zaman, tam adam olur ve devlet işlerine girerler.
Olgun çağlarında onlar da erkek çocukları severler ve yaradılışları gereği
evlenmeye, çocuk yapmaya heves etmezler, bu işi sırf adet yerini bulsun diye
yaparlar. Ömür boyunca kendi aralarında bekar yaşamak, bol bol yeter onlara.
Kısacası bu türlü insanlar hep kendi cinsinden olanlara bağlı kalır, erkekleri
sever yalnız.
İnsanların karşısına demin sözünü ettiğim kendi yarısı çıktı mı, ister
erkek çouklara, ister başkalarına düşkün olsun, derin bir dostluk, akrabalık,
sevgi duygusuyla vurulmuşa döner, bir an için bile ondan ayrılmak istemez.
Bütün ömürlerini bir arada geçiren bu insanlar birbirinden ne istediklerini
anlatamazlar size. Kimse diyemez ki, onlar bu kadar coşkunlukla birleştiren
zevk sadece bir cinsel arzu ortaklığıdır. Bu iki candan her birinin aradığı
bambaşka bir şeydir, istediklerini duyar, sezer de anlatamazlar. Onları şimdi
bir yatakta uzanmış olarak düşünün, Hephaistos bütün aletleriyle karşılarına
dikilip soruyor: "Ey insanlar! Birbiriniz için dilediğiniz nedir?" Bu soru
karşısında sevgililer susacak. Hephaistos bir daha soracak: "Şu mu yoksa
candan dilediğiniz; öylesine kaynaşmak, bir tek varlık olmak ki, artık ne
gece, ne gündüz sizi birbirinizden ayıramasın. Eğer bu ise istediğiniz, sizi
bir arada eriteyim ve körükleye körükleye kaynatayım sizi birbirinize. İkiyken
bir olur, ömrünüz boyunca bir tek insan gibi aynı hayatı yaşarsınız. Öldükten
sonra da, öbür tarafta Hades'te iki olacağınıza bir olur, aynı ölümü
paylaşırsınız. Düşünün, bu mudur arzuladığınız? Böyle bir kadere razı
mısınız?" Hangi sevgililer bunu duyar da, hayır der, başka bir şey
isteyebilir? Tersine, bu sözde çoktandır özledikleri bir şey dile gelmiş olur:
Sevdiğine kavuşmak, onda erimek, iki ayrı varlıkken bir tek olmak.
(...)
Bunun üzerine Sokrates söze başlamış:
- Evet, sevgili Agathon, sen söze güzel başladın sanırım. Önce
Sevginin ne olduğunu anlatmak sonra neler yaptığını ortaya koymak gerektiğini
söylemekte haklıydın. Bu başlangıca hiç diyeceğim yok. Peki, madem Sevginin ne
olduğunu bu kadar güzel, bu kadar parlak sözlerle anlattın, şunu da söyle
bize: Sevgi kendiliğinden bir başka şeyin sevgisi midir, yoksa, hiçbir şeyin
sevgisi değil midir? Sevgi, bir ananın ya da babanın sevgisi midir diye
sormuyorum, gülünç olur böyle bir soru, ama tut ki, baba, baba olarak nedir
diye düşündük de, ben sana sordum: Baba bir başkasının babası mıdır, yoksa
kimsenin babası değil midir? Ne cevap vereceksin? İster istemez: Baba bir
oğlun ya da bir kızın babasıdır diyeceksin, değil mi?
- Elbette, demiş Agathon.
- Ana için de öyle demez misin?
Bunu da kabul etmiş.
- Şimdi bir şeyler daha sorayım da, ne demek istediğimi daha iyi anla.
Bir kardeş, kardeş olarak birinin kardeşi midir, değil midir? diye sorsam.
- Evet, birinin kardeşidir, derim.
- Bir erkek ya da bir kız kardeşin kardeşi?
- Evet.
- Şimdi sevgi için aynı şeyi düşün ve söyle: Sevgi, bir şeyin sevgisi
midir, yoksa bir şeyin sevgisi değil midir?
- Elbette bir şeyin sevgisi olacak.
- Peki bunu aklında tut: Sevgi bir şeyin sevgisidir. Şunu da söyle
bakalım: Sevgi, sevdiği şeyi arzular mı, arzulamaz mı?
- Arzular tabii.
- Kendinde olan bir şeyi mi arzular, sever; yoksa kendinde olmayan bir
şeyi mi?
- Kendinde olmayanı herhalde.
- Herhaldeyi bırak da, kesin olarak söyle: Arzulamak bizde olmayanı
istemek midir, değil midir? Bizde olan bir şeyi arzu eder miyiz, etmez miyiz?
Bana öyle geliyor ki, bunun başka türlü olması düşünülemez. Sen ne dersin,
Agathon?
- Bana da öyle geliyor.
- Güzel. Gerçekten, büyük olan büyük, güçlü olan güçlü olmayı
isteyebilir mi?
- Söylediklerimize göre isteyemez.
- Demek insan, kendinde olan şeylerden yoksun olamaz.
- Doğru.
- Ya güçlü olan güçlü olmayı arzu ederse, çevik olan çevik olmayı,
sağlam olan sağlam olmayı?.. Öyle ya, biri çıkar der ki; kendinde bunlar ve
buna benzer değerler bulunan kimse bu değerleri arzu da edebilir. Bir
yanlışlık yapmamamız için, bu nokta üzerinde duruyorum. Bir insan düşün ki,
Agathon, bugün istese de, istemese de, bu değerler elinde. Bu insan, kendinde
ister istemez olan bir şeyi nasıl arzu edebilir? Ama birisi bize diyebilir:
Ben sağlamım, sağlam olmak da istiyorum, zenginim, zengin olmak da istiyorum,
demek ki bende olanı arzu edebiliyorum. Ona şöyle cevap verebiliriz: Be adam,
sen zenginliği, sağlığı, gücü, gelecek için istiyorsun, çünkü bugün için
istesen de, istemesen de bunlar sende var. Bende olanı arzu ediyorum dediğin
zaman, acaba demek istediğin şu olmasın: Bugün elimde olanı yarın için de
arzuluyorum: Bunu doğru bulmaz mı o adam?
- Bulur.
- Bütün bu değerlerin ileride bizim olmasını, elimizde kalmasını
istemek, henüz elimize geçmemiş bir şeyi sevmek değil midir?
- Öyledir.
- Demek bu adam da, her arzu eden gibi, henüz elinde, emrinde olmayanı
istiyor: Arzunun, sevginin aradığı, erişmediğimiz bir durum, yoksun olduğumuz
bir şey değil mi?
- Budur.
- Haydi öyleyse, ne üstüne anlaştığımızı bir düşünelim şimdi.
Birincisi sevgi bir şeyin sevgisi midir, ikincisi de sevgi henüz bizde olmayan
bir şeyin sevgisi midir?
- Evet.
- İstersen ben sana hatırlatayım. Aldanmıyorsam, senin dediğin şuydu:
Tanrıları uzlaştıran, güzellik sevgisidir, çirkinlik sevgisi diye bir şey
yoktur. Bu değil miydi söylediğin?
- Buydu.
- Ha şöyle, ağzına sağlık, dostum! Demek sevgi yalnız güzelliğin
sevgisidir, çirkinliğin değil.
- Kabul.
- Peki, sevmek bizde olmayanı istemektir demedik mi?
- Dedik.
- Öyleyse sevgi, güzellikten yoksundur.
- İster istemez.
- İyi, ama güzellikten yoksun, güzelliğe kavuşmamış bir şeye sen güzel
der misin?
- Diyemem elbet.
- Böyleyken, sen hala sevginin güzel olduğu düşüncesinde misin?
- Belki de ne söylediğimi bilmiyordum demin konuşurken.
- Ama yine de parlaktı konuşman, Agathon. Bir küçük sorum daha var:
İyi dediğin şey sence güzel midir?
- Bence öyledir.
- Madem sevgi, güzellikten yoksundur, güzellik de iyilik olduğuna
göre, sevigi iyilikten de yoksundur.
- Ben seninle başa çıkamam, Sokrates, dediğin gibi olsun.
- Senin başa çıkamadığın, doğruluk, iki gözüm, yoksa Sokrates'le başa
çıkmak hiç de zor değil.
Ama şimdi seni rahat bırakıp, vaktiyle sevgi üstüne Diotima ile,
Mantineia'lı bir kadınla konuştuklarımıza geleceğim. Bu konuda, daha birçok
konularda bilgili bir kadındı, vebaya karşı kestirdiği bir kurbanla on sene
Atinalıları bu beladan korumuştu. Sevgi üstüne ne biliyorsam, ondan öğrendim.
Bu kadının bana söylediklerini anlatmaya, Agathon'la giriştiğimiz yoldan
yürümeye çalışacağım, elimden ne kadarı gelirse. Senin söylediğin gibi,
Agathon, sevgi kimdir, nedir, önce onu anlamak, sonra gördüğü işlere geçmek
lazım. Bana en rahat gelen, size yabancı kadının sorularını sırasıyla
anlatmak. Çünkü benim söylediklerim aşağı yukarı şimdi Agathon'un bana
söyledikleri oldu: Sevgi, büyük bir tanrıdır, güzelin sevgisidir. Kadın,
söylediklerimi benim şimdi Agathon'a ileri sürdüğüm düşüncelerle çürüttü,
kendi sözlerimle sevginin ne iyi, ne de güzel olduğunu ortaya koydu.
- Ne diyorsun, Diotima? dedim o zaman. Demek sevgi çirkin, kötü bir
şey.
- Ölçülü konuş, dedi. Güzel olmayan sence ister istemez çirkin midir?
- Elbette.
- Bilgin olmayan mutlaka bilgisiz mi demektir? Bilginlikle
bilgisizliğin bir ortası yok mu sence?
- O da neymiş?
- İnsan hesabını veremeden de doğru düşünebilir. Buna bilgi diyebilir
misin, diyemezsin, (çünkü bilgi, mantığa dayanmadı mı, bilgi olmaz),
bilgisizlik de diyemezsin, (çünkü bilgi, rasgele de olsa bilgisizlik
sayılmaz), demek ki bilmekle bilmemek arasında doğru düşünmek diye bir şey
vardır.
- Haklısın, dedim.
-Öyleyse, güzel olmayan çirkin, iyi olmayan kötüdür deme. Sevgi de
böyle. Onun için iyidir, güzeldir demediğine göre, çirkindir, kötüdür de deme,
ikisi arası bir şey olarak düşün sevgiyi.
- Evet ama, sevgiyi büyük bir tanrı sayıyor herkes.
- Herkes dediğin bilenler mi, bilmeyenler mi?
- Hepsi birden.
- Nasıl olur, dedi Diotima gülerek. Sevgiyi bir tanrı bile saymayanlar
ona, büyük tanrı diyebilirler mi?
- Onlar da kim?
- Biri sen, biri de ben.
- Olur mu böyle şey?
- Olur elbet. Sence bütün tanrılar mutlu ve güzel değil midir?
Onlardan birinin güzel ve mutlu olmadığını söylemeye dilin varır mı?
- Varmaz, Zeus hakkı için!
- Mutlu dediklerin iyiliğe, güzelliğe varmış olanlar, değil mi?
- Elbette.
- Ama demin dedin ki, sevgi iyi ve güzel şeyler ister, çünkü onlardan
yoksundur.
- Evet, öyle dedim.
- İyiliği, güzelliği olmayan, hiç tanrı olabilir mi?
- Olamaz gerçekten.
- Görüyorsun ya, sen de sevgiyi tanrı saymıyorsun.
- Nedir öyleyse sevgi? Ölümlü bir varlık mı?
- Hiç de değil.
- Nedir öyleyse?
- Demin dedim ya, ikisi ortası, ölümlü ile ölümsüz arası bir şey.
- Evet, ama, ne?
- Büyük bir cin(48), Sokrates, çünkü cin dediğimiz, tanrı ile insan
arası bir varlıktır.
- Ne iş görür bu cinler?
- İnsanlardan tanrılara, tanrılardan insanlara haberler, sözler
götürüp getirirler, dileklerimizi, adaklarımızı onlar ulaştırır tanrılara,
onlar getirir bize tanrıların buyruklarını, kurbanlarımızın karşılığı. Tanrı
ile insan arasındaki boşluğu dolduran cinler, böylece bütünün bütünlüğünü
kurarlar. Onlardan gelir bilicilerin büyük bilgisi, rahiplerin kurbanları,
kehanetleri, falları, büyüleri, üfürükleri gereğince başarma sanatı. Aslında
tanrı, insana karışmaz, bu cinler araya girer, uykuda olsun, uyanıkken olsun,
tanrılarla insanların buluşmalarını, konuşmalarını sağlarlar. Bütün bunları
bilende tanrı soluğu vardır(49). Bunları değil de, başka şeyleri bilen, işi,
sanatı ne olursa olsun, bir zanaatçi olmakla kalır. Bu cinler, hem pek çok,
hem de pek çeşitlidir. Sevgi de onlardan biridir.
- Peki, dedim, hangi anadan, hangi babadan gelmiş?
- Uzun sürer bunu sana anlatması, ama bir deneyeyim. Aphrodite
dünyaya geldiği gün, bütün tanrılar bir şölendeymiş. Zeka'nın oğlu Bolluk da
aralarındaymış. Yemekten sonra Yoksulluk(50), şölenden payını istemeye gelmiş,
kapının önünde durmuş, beklemiş. Tanrı şerbeti(51) ile sarhoş Bolluk (daha
şarap yokmuş o zaman), Zeus'un bahçelerine çıkmış ve bir yerde sızmış.
Çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk'tan bir çocuğu olmasını kurmuş,
gitmiş yanına yatmış ve Sevgi'ye gebe kalmış. Aphrodite'nin doğduğu gün, ana
karnına düştüğü için Sevgi, bu tanrının kulu, yoldaşı olmuş. Aphrodite güzel,
o da yaradılıştan güzele düşkünmüş.
Bolluk ile Yoksulluk'tan doğan Sevgi'nin talihi de ona göre olmuş.
Sevgi, her şeyden önce ve her zaman yoksuldur, çoklarının sandığı gibi, hiç de
öyle ince ve zarif değildir, tersine, kabadır, pistir, evsiz barksız,
yalınayaktır, açıkta, dağda, bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar
kalkar. Ne yapsın, anasına çekmiş, yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken
tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır,
yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, ömrü kafa
yormakla geçer, bilicilikte, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de
ölümsüzdür. Bakarsın, aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de
ölür; sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir
şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Sevgi, hiçbir zaman ne
yokluk içindedir, ne de varlık içinde.
Bilgi ve bilgisizliğin de ortasındadır. Bakın niçin: Tanrıların
hiçbiri bilgiyle uğraşmaz, bilgeliğe özenmez (çünkü zaten bilgedir); bilgeliğe
ermiş bir insan da artık bilgiyle uğraşmaz; bilgisizler de öyle, ne bilgiyle
uğraşırlar, ne bilge olmaya özenirler. Bilgisizlik neden kötüdür? Cahil kişi
güzellikten, iyilikten, akıldan yoksunken, hepsini kendisine toplamış sanır da
ondan. Yoksun olduğunu bilmeyen kimse, ne diye kendinde olmayanın peşine
düşsün!
---------------
(21) Euripides'in "Alkestis" adlı tragedyasının baş kişisi. Alkestis, kocası
Admetos yerine ölmeyi gözüne alan bir kadındır. Eceli gelen Admetos'a tanrı
Apollon bağışta bulunmuş, yerine ölecek birini bulabilirse, kendinin sağ
kalacağına söz vermişti. Admetos'un ne annesi, ne de yaşlı babası, oğulları
için ölmek istemeyince, Alkestis, kendini feda eder. Alkestis, Yunan tragedya
kişilerinin en sevimlilerinden biridir.
(22) Efsaneye göre, ozan Orpheus, tatlı nağmeleriyle vahşi hayvanları bile
büyülermiş. Günün birinde karısı Eurydike ölünce, Orpheus yeraltı dünyasının
bekçisi köpek Kerberos'u çalgısıyla uyutmuş, böylece Hades'e girip, Hades
tanrıdan karısını geri istemiş. Tanrı da yeryüzüne varıncaya dek arkasına
dönüp bakmamak şartıyla Eurydike'yi Orpheus'a vermiş, ama Orpheus dayanamamış,
tam aydınlığa çıkacakken, arkasına dönüp bakmış. O anda Eurydike yine duman
olup karanlığa dalmış. Bundan sonra bir türlü avunamaan Orpheus da Trakya
ormanlarında gece gündüz şarkı söylemiş. Tanrı Dionysos ayinlerini kutlayan
Bakkhalara yüz vermediği içindir ki, bu kadınlar onu parçalamışlar.
(23) Homeros, "İlyada" destanında şöyle anlatır: Agamemnon ile kavga eden
Akhilleus, savaştan çekilir, ama Troyalı Hektor, dostu Patroklos'u öldürünce,
onun öcünü almak için yine savaşa katılır ve Hektor'u öldürür. Tanrıça
Thetis'in oğlu olan Akhilleus'un bedenine silah işlemez, ancak topuğundan
yaralanabilirdi. Hektor'u öldürdükten sonra, Paris'in bir oku ile topuğundan
vurulur ve ölür.
(24) Efsaneye göre, dünyanın batısında bulunan Mutlular Adaları, yararlık
gösteren yiğitlerin ve bilgelerin öldükten sonra göçtükleri bir çeşit
cennettir.
(25) Aiskhylos'un kaybolmuş "Myrmidones" adlı tragedyasında.
(...)
(33) Ephialtes ile Otos, Zeus dünya üzerine egemenliği ele alınca, dağları üst
üste yığıp Olympos'a saldırmaya kalkışan iki devdir.
(34) "Symbolon" ilk anlamdan, ikiye bölünen bir çanak parçasıdır. İki insan
birbirine konuk oldu mu, bu çanak parçalarından birini dostluklarının
belirtisi olarak alır saklarlar, kendileri ölünce, çocuklarına bırakırlardı.
Sembol anlamı oradan gelmektedir.
(...)
(48) Sokrates'in "daimon" dediği varlık; "cin" sözü ile çevirdik. Homeros'un
destanlarında daimon, insan biçimine girmiş bir tanrı buyruğudur. Sonraları
daimon kavramı soyutlaşır. Hesiodos'a göre daimonlar ya da heroslar bu dünyada
erdemle yaşamış insanların ölümsüzlüğe ermiş canlarıdır. Bu yarı tanrısal
varlıklar, insanlarla tanrı arasındaki alışverişi sağlar. Miletoslu Thales de
kainatı bu gibi daimonlarla dolu görür. Herakleitos daimonların insanlara
bekçilik ettiklerine inanır. Pisagor da öyle düşünür. Yunan dünyasında iyi,
yararlı bir varlık sayılan daimon Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla kötülüğün
sembolü olmuş, daimon şeytana denmiştir. Eflatun, Sokrates'ten önceki
filozofların daimon-heros kavramı üstündeki görüşlerini "Şölen"de
derinleştirir.
(49) Aslında "daimonlu adam" deniyor.
(50) Diotima'nın anlattığı bu masalın iki kahramanı Poros ile Penia'dır. Penia
yoksulluk demek. Çare, yol anlamına gelen Poros için Türkçe tam karşılık
bulamadık. Poros'a çare, Penia'ya da çaresizlik diyebilirdik, ama yoksulluğun
karşıtı olan bolluk sözünü kullanmayı daha uygun bulduk.
(51) Tanrıların içkisi olan "nektar".
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)