5 Aralık 2015 Cumartesi

edip cansever - şiir üstüne söyleşi notları

ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ NOTLARI 1.
        Benden veya benim kuşağımdan önce yazılmış şiirleri kendi değerleriyle başbaşa bırakarak araya kesin bir çizgi çizdiğime inanıyorum. Bu çizginin başlangıç noktasına, oluşumuna, bugüne gelişine, kısacası belli bir şiir sürecinin ayrıntılarına değinmek istemiyorum.
       Oteller kenti, şiirimin vardığı son durak değil elbette. Ne var ki, bundan sonra şunu şunu amaçlıyorum da demiyorum. Çünkü amaçlamak, özel olsun, biçimsel olsun şematizmin şiirde geçerli olduğunu kanıtlamak anlamına gelir ki, bu da şiirin özgül işleyişine ters düşer.
2.      
       Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak cabasındayım.
3.
       Şiirle düşünmek! yalnızca buna inanırım. Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. Felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar. Gene felsefe duygusallığa da karşıdır.
       Şu da var: Uzun şiirlerimde hiçbir sorunsalı yanıtlamaya kalkışmam. Sorular sormaya, bu soruları çoğaltmaya (ama yanıtsız bırakmaya) çalışırım hep. Nedeni, yazdıkça bilmediklerime, tanımadıklarıma, daha önce duyup düşünmediklerime rastlarım da ondan. Zaten insanın iç dünyasını kesin olarak tanıtlamak demek, saltık insanı yokken var etmek anlamına gelmez mi?
4.
       Büyük büyük sorunlara el atmak şiiri küçültebilir kanımca. (Ayrıca büyük sorunlar nedir, küçük sorunlar nedir, bu da başlı başına bir tartışma konusudur.) Örneğin pek yaygın olan Hamlet tipini günümüz aydınıyla karşılaştırdığımızda , Hamlet'in kişiliğinde daha bir büyüklük ya da derinlik bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Şair yetinmesini bilmeli; büyüklüğü, derinliği dilde aramalıdır.
5.
       Bütün sanatların şiire, şiirin de sanatlara katkısı vardır elbette. Örneğin Oteller Kenti' nin "Sera Oteli" bölümündeki düzyazısal şiirler dikkatle okunduğunda görülecektir ki, dizelerden daha yoğun bir dizeler bireşimi ön plana geçmektedir. Bu böyleyse, bir düzyazı örgüsü, bir düzyazı dokusu şiiri çerçevelemiyor, bunaltmıyor, onun özgür yapısını kısıtlamıyor demektir.
       Uzun şiirlerimdeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir "anlatma" söz konusudur burada da. Ayrıca her şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir "anlatma" değilse nedir?
       Ekleyeyim : Sait Faik' in "Hişt Hişt" öyküsünde ne kadar şiir varsa, benim şiirlerimde de o kadar öykü vardır.
       Diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler.
6.
     Dünya yazınında bütün yazın türleri iç içe geçebiliyor. Bizde ise bu tutum yadırganıyor  nedense. Bence bu karşılıklı trafiği yadsımak, şiirimizi alışkanlıklardan kurtararak çeşitlendirememekten, onu dünya şiirinin süreci dışında düşünmekten başka hiçbir anlama gelmiyor.
7.
     Şiirlerimdeki kişiler satranç taşlarına benzerler. Onlar, düşsel ya da gerçek, bende olup bitenlerin toplamıdırlar olsa olsa.
     Gene de...
     Şair kendi özel kişiliğini şiirinin ardında gizlemesini iyi bilmelidir. Forster, "Yazarın yüzü okuyucunun yüzüne çok yaklaşıyor," der.
8.
     Güzellik düşündürücüdür. Bu yüzden  de lirizmle hiçbir ilişkim olmadı diyebilirim. "Liriği söyleyen kimse, kendi duygulanışının bilincinden çok, duygu anının bilincindedir," der James Joyce.
9.
     Oteller Kenti'inde  yalnızca insanlar insanlara yaklaşıp kopmuyor. Onların yedeğinde nesneler de aynı işlemi sürdürüyorlar.
     Üçüncü bölümdeki üç kavas, zaman kavramını ortadan kaldırmakla görevli. Acılarını iyi tanıyan Bayan Sara ise, cin kadehlerinin  eşliğinde değişik bir orkestraya katılıyor; "Dişi bir İsa gibi" kendi kendini yaşama ya da ölüme çiviliyor. Doğrusu iyi bilmiyorum, yaşama mı, ölüme mi? Bütün bildiğim bilemediklerimden sızan bir kan gibi kitabı kendi rengine boyuyor.
10.
      Köklerinden aldığı suyun yeterliliğini ya da yetersizliğini bir ağaç ne kadar bilebilirse...
                                                                                         

Edip CANSEVER

kazak abdal - taşlama

ORMANDA BÜYÜYEN ADAM AZGINI


Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez
Medrese kaçkını softa bozgunu
Selâm vermek için kesen beğenmez

Âlemi ta'n eder yanına varsam
Seni yanıltır bir mesele sorsan
Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan
Câmiye gelir de erkân beğenmez

Elin kapısında kul kardaş olan
Burnu sümüklü hem gözü yaş olan
Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berbere gelir de dükkân beğenmez

Dağlarda bayırda gezen bir yörük
Kimi tımar sipah kimi ser-bölük
Bir elife dili dönmeyen hödük
Şehristâna gelir ezân beğenmez

Bir çubuğu vardır gayet küçücek
Zu'm-ı fâsidince keyif sürecek
Kırık çanağı yok ayran içecek
Kahvede fağfuri fincân beğenmez

Yaz olunca yayla yayla göçenler
Topuz korkusundan şardan kaçanlar
Meşe yaprağını kıyıp içenler
Rumeli bohçasını duhân beğenmez

Aslında neslinde giymemiş hâre
İş gelmez elinden gitmez bir kâre
Sandığı gömleksiz duran mekkâre
Bedestene gelir kaftan beğenmez

Kazak Abdal söyler bu türlü sözü
Yoğurt ayran ile hallolmuş özü
Köyden şehre gelen bir köylü kızı
İnci yakut ister mercân beğenmez







Kazak Abdal

16 Kasım 2015 Pazartesi

can yücel - sevgi duvarı

SEVGİ DUVARI

                  sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
                 kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
                  dilimizde akşamdan kalma bir küfür
                    salonlar piyasalar sanat sevicileri
               derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
                      yakanda bir amonyak çiçeği
                   yalnızlığım benim sidikli kontesim
                    ne kadar rezil olursak o kadar iyi

                   kumkapı meyhanelerine dadandık
              önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
                aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
                  sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
                     öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
                    çöpçülerin elleriyle okşardın beni
                    yalnızlığım benim süpürge saçlım
                   ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

                    baktım gökte bir kırmızı bir uçak
                      bol çelik bol yıldız bol insan
                      bir gece sevgi duvarını aştık
                     düştüğüm yer öyle açık seçik ki
                 başucumda bir sen varsın bir de evren
                  saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
                   yalnızlığım benim çoğul türkülerim
                 ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

                                            
Can YÜCEL

attila ilhan - an gelir

AN GELİR
an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
 gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
  o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
 çalgılar susar heves kalmaz
  şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
 çünkü fena kırmızıdır
  kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
 karakollar taranır
  yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
 her ölen pişman ölür
  hep yanlış anlaşılmıştır
   hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
 direkler çatırdar yalnızlıktan
  sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
 kaf dağı'nın ardındaki
  ne selam artık ne sabah
   kimseler bilmez nerdeler
    namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
 kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
 çeşmelerden akar sinan
  an gelir
   -lâ ilâhe illallah-
    kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
 şairler dolaşır saf saf
  tenhalarında şiir söyleyerek
   kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
 saatli bir bombadır patlar
  an gelir
   Attila ölür





Attila İLHAN

ahmed arif- otuz üç kurşun

OTUZ ÜÇ KURŞUN  
   1.
   Bu dağ Mengene dağıdır
   Tanyeri atanda Van'da
   Bu dağ Nemrut yavrusudur
   Tanyeri atanda Nemruda karşı
   Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur    
   Bir yanın seccade Acem mülküdür
   Doruklarda buzulların salkımı
   Firari guvercinler su başlarında
   Ve karaca sürüsü,
   Keklik takımı...
  
   Yiğitlik inkar gelinmez
   Tek'e - tek döğüşte yenilmediler
   Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
   Gel haberi nerden verek
   Turna sürüsü değil bu
   Gökte yıldız burcu değil
   Otuzüç kurşunlu yürek
   Otuzuç kan pınarı
   Akmaz,
   Göl olmuş bu dağda...

   2.
   Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
   Sırtı alaçakır
   Karnı sütbeyaz
   Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
   Yüreği ağzında öyle zavallı
   Tövbeye getirir insanı
   Tenhaydı, tenhaydı vakitler
   Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı
  
   Baktı otuzüçten biri
   Karnında açlığın ağır boşluğu
   Saç, sakal bir karış
   Yakasında bit,
   Baktı kolları vurulu,
   Cehennem yürekli bir yiğit,
   Bir garip tavşana,
   Bir gerilere.

   Düştü nazlı filintası aklına,
   Yastığı altında küsmüş,
   Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
   Perçemi mavi boncuklu,
   Alnında akıtma
   Üç topuğu ak,
   Eşkini hovarda, kıvrak,
   Doru, seglavi kısrağı.
   Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

   Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
   Böyle arkasında bir soğuk namlu
   Bulunmayaydı,
   Sığınabilirdi yüceltilere...
   Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,     
   Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
   Yanan cıgaranın külünü,
   Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
   Engereğin dilini,
   İlk atımda uçuran
   Usta elleri...

   Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
   Çığ bekleyen boğazların kıyametini
   Karlı, yumuşacık hıyanetini
   Uçurumların,
   Önceden bilen gözleri...
   Çaresiz
   Vurulacaktı,
   Buyruk kesindi,
   Gayrı gözlerini kör sürüngenler
   Yüreğini leş kuşları yesindi...

   3.
   Vurulmuşum
   Dağların kuytuluk bir boğazında
   Vakitlerden bir sabah namazında
   Yatarım        
   Kanlı, upuzun...

   Vurulmuşum
   Düşüm, gecelerden kara
   Bir hayra yoranım çıkmaz
   Canım alırlar ecelsiz
   Sığdıramam kitaplara
   Şifre buyurmuş bir paşa
   Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

   Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
   Rivayet sanılır belki
   Gül memeler değil
   Domdom kurşunu
   Paramparça ağzımdaki...


   4.
   Ölüm buyruğunu uyguladılar,
   Mavi dağ dumanını
   ve uyur-uyanık seher yelini
   Kanlara buladılar.
   Sonra oracıkta tüfek çattılar
   Koynumuzu usul-usul yoklayıp
   Aradılar.
   Didik-didik ettiler
   Kirmanşah dokuması al kuşağımı
   Tespihimi, tabakamı alıp gittiler
   Hepsi de armağandı Acemelinden...

   Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
   Karşıyaka köyleri, obalarıyla
   Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
   Komşuyuz yaka yakaya
   Birbirine karışır tavuklarımız
   Bilmezlikten değil,
   Fıkaralıktan
   Pasaporta ısınmamış içimiz
   Budur katlimize sebep suçumuz,
   Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
   Kaçakçıya
   Soyguncuya
   Hayına...

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
   Rivayet sanılır belki
   Gül memeler değil
   Domdom kurşunu
   Paramparça ağzımdaki...

 
   5.
   Vurun ulan,
   Vurun,
   Ben kolay ölmem.
   Ocakta küllenmiş közüm,
   Karnımda sözüm var
   Haldan bilene.
   Babam gözlerini verdi Urfa önünde
   Üç de kardaşını
   Üç nazlı selvi,
   Ömrüne doymamış üç dağ parçası.
   Burçlardan, tepelerden, minarelerden
   Kirve, hısım, dağların çocukları
   Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

   Bıyıkları yeni terlemiş daha
   Benim küçük dayım Nazif
   Yakışıklı,
   Hafif,   
   İyi süvari
   Vurun kardaş demiş
   Namus günüdür
   Ve şaha kaldırmış atını.

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
   Rivayet sanılır belki
   Gül memeler değil
   Domdom kurşunu
   Paramparça ağzımdaki... 


                                                         Ahmed ARİF



                             Seni,  anlatabilmek seni
                                                Fotoğraf: Çerkes Karadağ  

karacaoğlan - koşma

BAĞLANDI YOLLARIM, KALDIM ÇARESİZ

Bağlandı yollarım, kaldım çaresiz
Gayrı dünya bana aralandı, gel
Derildi dertlerim, artsız arasız
Üst üste dizildi, sıralandı gel

Yârı görse idim haftada, ayda
Sevip ayrılmaktan ne buldum fayda
Azrail göğsümde, canım hay hayda
Ciğerimin başı yaralandı, gel

Karac'oğlan der ki, başa yazıldı
Gözüm yaşı Ceyhun oldu, süzüldü
Kefenim biçildi, kabrim kazıldı
Mezarım üstü kar'alandı, gel





KARACAOĞLAN

ceyhun atuf kansu - bağımsızlık gülü

BAĞIMSIZLIK GÜLÜ

Yerden alıp o gülü
Hangi gülü?
Bir topçu neferinin
Sakaryalı yaz toprağında
Sıcak kan gülü.

Alıp koklamak o gülü
Hangi baharda?
Türkçenin özgür kırlarında
Türkülerde burcu burcu,
Bilgeliğin ana gülü!

Bir basmadan alıp o gülü,
Hangi basmadan?
Nazilli fabrikasından
Pamuğumuzdan, emeğimizden,
Dokuduğumuz halk gülü.

Hoyrat ellerinden alıp o gülü
Hangi ellerden?
Uzak Teksaslı çobanların

Bilmediği, uğruna can vermediği
Türkiyeli o çileler gülü.

Yerine koymak, kutsamak o gülü,
Hangi yerine?
Mustafa Kemal'in bahçesine
Bir ulusun suladığı beslediği
Yediveren bağımsızlık gülü!

Ceyhun Atuf KANSU

14 Kasım 2015 Cumartesi

çorak ülke - t.s. eliot

Çorak Ülke / Thomas Stearns Eliot


1922

`Nam Sibyllam quidem Cumis ego ipse
oculis meis vidi in ampulla pendere,
et cum illi pueri dicerent: Sibulla ti thelis;
respondebat illa: apothanein tehelo.' (1)

Ezra Pound için
il miglior fabbro (2)


I. ÖLÜLERİN GÖMÜLÜŞÜ

Nisan en zalim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur
Anılarla istekleri, uyarır
Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.
Kış, sıcacık tuttu bizi, örter
Toprağı unutkan karla, sürdürür
Kısır bir hayatı kuru köklerle.i
Yaz şaşırttı bizi, Starnbersee'ye gelince
Deli bir sağnakla; sığındık sıra kolonlara,
Derken yeniden güneş, uzandık Hofgarten'a,
Birer kahve içip konuştuk bir saat kadar.
Bin gar keine Russin, stamm' aus Litauen, echt deutsch. (3)
Ve çocukluğumuzda, arşidüklerde kalırken,
Yeğenimgillerde, kızakla gezdirirdi beni,
Ve ben korkardım. Ama o, Marie, derdi,
Sıkı tutun Marie! Ve yamaçtan kayardık.
Dağlardaysan, orada özgür bulursun kendini.
Çoğu geceler okurum, kışın da güneye giderim.

Hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer
Buradaki taş yığınını? Ey insanoğlu
Bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız
Bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur
Ve ona ne ölü ağaç gölge, ne cırcırböceği erinç,
Ne de kuru taş su sesi verir. Yalnız
Burası gölge, altı bu kızıl kayanın,
(Sığın gölgesine bu kızıl kayanın),
Ve ben öyle bir şey göstereceğim ki sana,
Ne seni durmadan izleyen sabahki gölgendir,
Ne kalkıp seni karşılayan akşamki gölgendir,
Sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.

Frisch weth der Wind
Der Heimat zu
Mein Irisch Kind,
Wo weilest du? (4)

"Bana sümbülleri ilk verişin bir yıl önceydi,
Sonra sümbül kız koydular adımı."
- Ama döndüğümüzde, gün sonu, sümbül bahçesinden,
Kolların dolu, saçların ıslak, bir türlü
Konuşamadım, gözlerim de seçmedi, sanki
Ne diriydim, ne ölü, ne de bir şey biliyorum,
Sırf bakıyordum ışığın gözüne, sessizlik.
Oed' und leer das Meer. (5)

Madam Sosostris, şu ünlü falcı,
İyice üşütmüştü kendini ama
En akıllı kadın diye bilinir Avrupa'da
Elinde bir deste hayın kağıtla. İşte, dedi,
Senin kağıdın, boğulmuş Finikeli gemici,
(Şu inciler onun gözleriydi bir zamanlar, Bak!)
İşte Belladonna, Kayalıkların Ecesi,
Durumların ecesi.
İşte üç değnekli adam, işte Çarkıfelek,
Ve işte tek gözlü tüccar, bu kağıda gelince,
Bu boş kağıt, tüccarın sırtındaki şeydir,
Onu da görmem yasaktır. Peki nerede
Asılmış Adam! Suda ölümden sakın.
Kalabalıklar görüyorum halka olmuş yürüyor.
Falınız tamam. Sayın Mrs. Equitone'u görürseniz,
Deyin ki yıldız falını kendim getiririm:
Öyle zamandayız ki su uyur düşman uyumaz.

Düşçül Kent,
Kirli sisi altında bir kış sabahının,
Bir kalabalık aktı Londra Köprüsünden, sürüyle,
Ummazdım, ölüm çökertsin insanları sürüyle.
Duyulan, kesik ve seyrek, iç çekişlerdi,
Ve gözleri kendi adımlarındaydı her adamın.
Aşıp tepeyi aktılar King William Caddesinden
Saint Mary Woolnoth Kilisesine, kulede çan
Ölü bir sesle tınlarken son vuruşunda dokuzun.
Bir tanış görüp durdurdum haykırarak, "Stetson!
"Sen ha! Gemilerdeki yoldaşım benim, Mylae'de!
"Şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene,
"Filiz verdi mi? Bu yıl durur mu çiçeğe?
"Yoksa o beklenmedik don bozdu mu tarhını?
"Öyleyse uzak tut köpeği, insanların dostudur,
"Yoksa tırnaklarıyla kazıp çıkarır gene!
"Sen! hypocrite lecteur! - mon semblable, - mon frère!" (6)


II. BİR SATRANÇ PARTİSİ

Kadının koltuğu, yaldızlı bir taht gibi,
Çil Çil yansıdı mermerde ve ayna
- Destekleri salkımlı asmalarla bezenmiş
Birisinden bir altın Küpidon baka kalmış,
(Biri de gizlemiş gözlerini kanadıyla) -
Çiftleyip alevlerini yedi kollu şamdanın
Yansıttı ışığı masanın üzerine, tam da
Yükselirken mücevherlerinin parıltısı
Öbek öbek atlas döşeli kutulardan;
Fildişi ve renkli camdan şişeciklere,
Tapasız, sinmiş acayip, sentetik parfümleri,
Macun, toz ya da sıvı - bunalttı, şaşırttı
Ve boğdu duyuları kokularla; tedirgin olup
Pencereden gelen esinle, kokular yükseldi
Besleyerek upuzun alevlerini şamdanın
Ve savurdu dumanları bölmeli tavana,
Tedirgin edip desenlerini oymalı tavanın.
Geniş kızılağaç kaplama, renkli taşlarla çevrili,
Bakır kakmalı, bir yeşil, bir turuncu yanıyor
Ve bu içli ışıltıda oyma bir yunus yüzüyordu.
Antik şömine üstündeki tabloda anlatılan,
Sanki bir pencereydi ormana açılan,
Değişimiydi Philomel'in, o barbar kralın
Onca zorladığı; ama bülbül kesilmiş orda,
Sarmıştı tüm çölü kirletilemez bir sesle,
Ve hala ağlıyordu ve dünya hala o yolda,
"Cik cik!" kös dinlemiş kulaklara.
Ve zamanın öbür solgun artıkları da
Anlatılmıştı duvarlarda; ısrarla bakan biçimler
Dört yönden sarkmış, eğilip susturuyordu odayı.
Sürüklendi merdivende adımlar.
Ocağın ışığında, fırçanın altında, saçları
Alevli oklar gibi dağılmış
Işıl ışıl konuşurken, artık zalimce susacaktı.

"Sinirlerim bozuk bu gece. Çok bozuk. Gitme kal.
"Bir şeyler anlat. Neden konuşmazsın hiç. Konuş.
"Ne düşünüyorsun? Ne düşüncesi bu? Ne?
"Ne düşünürsün böyle bilmem ki hiç. Düşün bakalım."

Sanırım biz dönekler geçidindeyiz,
Ölü adamlar orda yitirmişti kemiklerini.

"Nedir bu gürültü?"
Eşikten esen yel.
"Peki ya bu gürültü? Zoru nedir bu yelin?"
Hiçbişey gene hiçbişey.
"Bilmez
"misin hiçbişey? Görmez misin hiçbişey? Hatırlamaz mısın
"Hiçbişey?"
Hatırlarım
Şu incilerdi adamın gözleri bir zamanlar.
"Diri misin, değil misin? Hiçbişey yok mu kafanda?"
Ama
O O O O şu Şekispiyerimsi cümbüş-
Hem ne incelik
Ne yetkinlik
"Ne yaparım şimdi ben? Ne yaparım ben?
"Öyleyse hemen fırlayıp sürterim sokaklarda,
"Saç baş darmadağın. Peki ne yaparız yarın?
"Ve her günü Tanrının?"
Sıcak su saat onda.
Yağmur varsa, kapalı bir araba saat dörtte.
Sonra bir el satranç oynayacağız,
Kapaksız gözlerimiz kısılmış, kulağımız kapıda.

Kocası terhis edildiğinde Lil'e dedim ki -
Esirgemedim sözümü, hem yüzüne söyledim,
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
Bak Albert dönüyor, çekidüzen ver kendine biraz.
Bilmek ister n'aptın sana verdiği parayı,
Dişlerini yaptırman için. Verdi, hem de yanımda.
Gel çektir tümünü, Lil, güzel bir takım yaptır,
İnan ki, demişti, yüzüne bakasım gelmiyor.
Al benden de o kadar, dedim, Albert'ciği düşün bir,
Dört yıldır askerdeydi, gününü gün etmek ister,
Bunu sende bulamazsa, başkaları var, dedim.
Ya, öyle mi dedi. Olabilir a, dedim.
O zaman bir kapı bulurum, dedi, ama açık konuşsana.
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
O işten hoşlanmasan da dayanmalısın, dedim.
Yok, yapamam, dersen, başkaları seçip kapar.
Albert çekip giderse, bilir miydim? deme sakın.
Utanmalısın, dedim, böyle yaşlı görünmekten.
(Oysa ancak otuz birinde.)
Elimden ne gelir, dedi, suratını asarak,
Hep aldığım o haplar, düşürmek için, dedi.
(Beş tane vardı, minik George'da az kalsın ölüyordu.)
Ezzacı her şey düzelir, dedi, ama nerde eski halim.
Sen eni konu aptalmışsın, dedim,
Ya Albert rahat bırakmazsa, sil baştan, dedim.
Çocuk istemiyordun da niye evlendin?
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
Neyse, Albert geldi o pazar, sofrada sıcak domuz budu,
Yemeğe bırakmadılar beni, tatmalıymışım sıcacık -
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
İğgeceler Bill. İğgeceler Lou. İğgeceler May. İğgeceler.
Haydi eyvallah. İğgeceler. İğgeceler.
İyi geceler leydiler, iyi geceler sevimli leydiler,
iyi geceler, iyi geceler.


III. ATEŞ TÖRENİ

Irmağın tentesi çökmüş: damar parmaklarıyla
Son yapraklar kavrayıp gömülür ıslak setlere. Yel
Arşınlar kavruk ülkeyi duyulmadan. Su perileri gitmiş.
Nazlı Thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm.
Üstünde ne boş şişeler, sandviç kağıtları,
Ne ipek mendiller, karton kutular, izmaritler,
Ne de başka izi yaz gecelerinin. Su perileri gitmiş.
Ve dostları, kent kodamanlarının aylak mirasçıları,
Gitmişler, adres filan bırakmadan.
Leman gölünün kıyısında oturdum da ağladım.
Nazlı Thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm,
Nazlı Thames, usulca ak, sessiz ve kısadır sözüm.
Ama ansızın soğuk bir yel ve duyarım ardımda
Kemik takırtıları ve kikirdemeler, kulaktan kulağa.
Bir sıçan otların arasından usulca süzüldü
Yapış yapış karnını toprağa sürterek,
Avlanırken ben durgun sularında kanalın
Havagazı fabrikasının ardında, bir kış akşamı,
Aklımda kral kardeşimin uğradığı deniz kazası
Ve kral babamın ölümü, ondan önce.
Aşağıda ıslak toprakta çıplanmış ak gövdeler
Ve basık ve kuru tavanarasındaki kemikleri
Yıllardır takırdatan ayaklarıydı sıçanların.
Ama ben ardımdan, zaman zaman, duyarım
Korno-motor seslerini ki getirirler nasılsa
Sweeney'i Mrs. Porter'a baharda.
Ooo! Dolunay doğup üstüne parlasın
Mrs. Porter'la kızının
Onlar sodalı suda yıkar ayakların'
Et O ces voix d'enfants, chantant dans la coupole! (7)

Cik cik cik
Cık cık cık cık cık cık
Onca zorlanmış
Tereu (8)

Düşçül Kent
Boz sisi altında bir kış öğlesinin
Mr. Eugenides, İzmirli tüccar,
Tıraşsız, bir cebi kuşüzümü dolu,
CIF Londra: Belgeler para ödenince,
Kaba bir Fransızcayla, ne dersin, dedi,
Canon Street Otelinde öğle yemeğine,
Sonra hafta sonu tatiline Metropole'de.

Erguvanımsı saatte ki bakışlar ve sırt
Doğrulur masadan ve insan makinesi bekler
Avara çalışan, bekleyen bir taksi gibi,
Ben Tiresias, iki hayat arası bocalayan, kör,
Pörsük dişi memeli yaşlı adam, nasıl sezmem,
Erguvanımsı saatte, akşam saatinde ki çırpınır
Yuvaya doğru, gemicileri yuvaya getirir denizden,
Daktilo kız çay zamanı yuvada, sabah sofrasını tpolar,
Sobasını yakar, düzenler hazır yiyecekleri masada.
Pencerenin dışına korkusuzca astığı
İç çamaşırları güneşin son ışınlarıyla yanar,
Ve yığılmış üstüne divanın (geceleri yatağı)
Çoraplar, terlikler, kombinezonlar, korseler.
Ben Tiresias, pörsük hayvan memeli kocamışa yeter
Yeter de artardı bu sahne, gerisine gelince -
Yolu gözlenen konuğu bekledim ben de.
Adam, iğrenç suratlı bir gençtir, gelir,
Sıradan bir emlakçı katibi, küstah bakışlı,
Aşağı kesimden biri ki kurumlu hali sırıtır
Bir Bradford milyonerinin ipek şapkası gibi.
Umduğu gibi, zaman en uygun zamandır,
Yemek bitmiş, kadın oyalamaya çalışır,
İstemese bile engel de olmaz kadın.
Ateşlenmiş ve kararlı, adam hemen saldırır;
Hiçbir engele rastlamaz yoklayan eller;
Karşılık mı bekler adamdaki kör gurur,
Kayıtsızlığı da hoş karşılar.

(Ve ben, Tiresias, önceden acısını çekmiş
Aynı yatak-divanda oynanan oyunların,
Ben ki Thebai surlarına sırtımı dayamış,
Yürümüşüm safında en aşağılık ölülerin.)
Adam son bir öpücüğe daha kıyar,
El yordamıyla iner ışıksız merdiveni.

Kadın döner, bir an pencerede görünür,
Sanki habersizdir aşığının gittiğinden,
Kafasından puslu bir düşünce geçer:
"Neyse bu da bitti, iyi ki bitti hem."
Bir gün gelir düşer de yosma kadın
Yalnızken gene dolanırsa odasında,
Eli saçlarına gider kendiliğinden
Ve bir plak koyar gramafona.

"Sulardaydım, bu ezgi çalındı kulağıma"
Ve Strand boyunca, Queen Victoria Caddesine dek.
Kent, ey Kent! arasıra duyarım
Lower Thames Caddesinde bir meyhaneden
Bir mandolinin hoşa giden dertlenişini
Ve öğle yemeğindeki gürültüsüyle sohbetini
Balıkçıların ki orda yaşar duvarlarında
Magnus Martyr Kilisesinin,
Büyülü görkemi İyon beyazıyla altın renginin.

Irmağın terlediği
Yağ ve katran,
Mavnalar sürüklenir
Alçalan sularda,
Al yelkenler
Dopdolu
Yelle, yelpirder koca serende.
Mavnalar yıkar
Sürüklenen paraketeleri
Varırlar Aşağı Greenwich'e
Köpekler Adasından ileri.
Weialala leia
Wallala leialala

Elizabeth'le Leicester
Çekilen kürekler,
Teknenin kıçı
Yaldızlı deniz kabuğu
Al ve altın,
Sert soluğanlar
Yıkadı kıyıları,
Güneybatı yeli
Çan seslerini
Ak kulelerin
Weialala leia
Wallala leialala

"Tramvaylar tozlu ağaçlar.
Highbury'denim. Richmond'la Kew idi
Beni mahveden. Bir kanodaydı, dapdar,
Richmond'un yanında kaldırdım dizlerimi."

"Moorgate'in gediklisiyim ve gönlüm
kırık dökük. Her şey olup bitince
Ağladı adam ve sözerdi 'yeni bir yarın'.
Ses etmedim. Nemeydi benim gücenme."

"Margate kumsalındayım.
Bağlayamam ki
Hiçbir şeyi hiçbir şeyle.
Ucu kırık turnakları kirli ellerin.
Benim halkım gönülsüz halk, ummaz ki
Hiçbir şey."
la la

Sonra vardım Kartaca'ya

Yanıyor yanıyor yanıyor yanıyor
Ey Tanrım Sen kurtar beni
Ey Tanrım Sen kurtar

yanıyor


IV. SUDA ÖLÜM

Fenikeli Phlebas, öleli iki hafta olmadan
Unuttu martı çığlıklarını, soluğanları
ve kâr ile zararı.
Bir akıntı, deniz altında,
Sıyırdı kemiklerini fısıltılarla. Yüksele alçala
Yeniden yaşadı evrelerini yaşlılığıyla gençliğinin
Kapılırken burgaçlara.
Yahudi ol, olma
Sen, ey çarkı çevirirken yelden yöne bakan!
Düşün Phlebas'ı, o da yakışıklı ve boyluydu eskiden.


V. GÖK GÜRÜLTÜSÜNÜN DEDİKLERİ

Vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere
İnince dondurucu sessizlik bahçelere
Başlayınca can çekişme taşlık ülkede
Bağıranlar ve ağlayanlar
Mapusane ve saraylar ve yankıması
Gök gürlemesinin, bharda, uzak dağlarda
O adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür
Bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz
Sabrımız tükenmiş

Burada su yok yalnız kaya var
Kaya ve susuzluk ve kumlu yol
Yol döne döne tırmanıyor dağlara
Dağlar ki sırf kaya, su yüzü görmemiş
Su olsaydı durup içerdik birer birer
Kayalar arasında kim durur, kim düşünür
Ter kupkuru, ayaklarsa kuma gömülü
Hiç olmazsa su olsaydı arasında kayaların
Ki ölü dağın çürük dişli ağzıdır, tüküremez
Kişi burda dikilemez, oturamaz, yatamaz
Üstelik sessizlik de yok bu dağlarda
Ama kuru kısır gök gürlemesi var, yağmursuz,
Üstelik çile yerleri de yok bu dağlarda
Ama asık mor suratlar sırıtır ve hırlar
Çatlak duvarlı evlerin kapılarından
Su olsaydı
Kaya olmasaydı
Kaya olsaydı ama
Su da olsaydı
Ve su
Bir pınar
Bir gölcük kayalar arasında
Hiç olmazsa su sesi olsaydı
Değil ağustosböceği
Ve türküyen kuru otlar
Ama bir su sesi kayalardan
Şakırken yalnızgezer ardıç kuşu orada çamlarda
Şıp şıp şip şıp şıp şıp
Ama ne gezer su

Kimdi o üçüncü, hep yanında yürüyen?
Sayınca bir sen varsın, bir de ben
Ama ne zaman uzayıp giden ak yola baksam
Birisi daha var daima yanında yürüyen
Akıyor sanki boz harmanisiyle, kukuletalı,
Bilemem artık erkek mi, kadın mı
- Ama kimdir öbür yanında yürüyen?

Yücelerden gelen şu ses de nedir
Anaların yaktığı ağıdın mırıltısı,
Nedir şu kukuletalı insan yığını, kaynaşır
Sonsuz ovalarda, tökezler çatlak toprakta,
Ki kuşatılmış dümdüz bir ufukla yalnız,
Hangi kenttir şu dağların üstündeki
Çatırdı ve sessizlik ve patlamalar erguvan gökte
Yıkılan kuleler
Kudüs Atina İskenderiye
Viyana Londra
Düşçül
Bir kadın uzun kara saçlarını gerdi eliyle
Ve zırıldattı tellerinde bir ezgiyi
Ve bebek yüzlü yarasalar erguvan ışık içre
Islık çaldılar ve kanatlarını çırptılar
Ve kara bir duvardan aşağı sarktılar başaşağı
Ve havada tepetaklaktı kuleler
Çalarak hatırlatan çanları ki saatleri vurur
Ve boş sarnıçlarla kör kuyulardan yükselen türküler.

Dağlar arasındaki bu kokmuş çukurda
Solgun ayışığında, otlar türkü yakıyor
Çökmüş mezarlar üzre, kilise avlusunda
Bomboş bir kilise, yelin cirit attığı,
Cam çerçeve yok, kapı gıcırdar durur,
Kuru kemikler incitmez ki kimseyi.
Sırf bir horoz kurulmuş çatı direğine
Ku ku riku ku ku riku
Bir şimşeğin yalazında. Sonra çileyen bir bora
Yağmur getiren.

Ganj cılızlaşmıştı ve bitkin yapraklar
Yağmur bekliyordu, kara kara bulutlar
Yığılırken çok uzaklarda, Himalayalarda.
Cengel sinmiş, kamburlaşmıştı sessizce.
Derken konuştu gök gürültüsü

DA

Datta: Verdiğimiz nedir?
Dostum, tutkuyla titremekte yüreğim,
Bir anlık kapılışın korkunç ataklığı,
Ki bir sakınganlık çağı da onaramaz bunu,
Bununla ama sırf bu tutkuyla varolduk
Ve bu, ne ölüm ilanlarımızda izlenebilir
Ne iyiliksever örümceğin sardığı anılarda
Ne de mühür altında, sıska dava vekili kırar
Bomboş odalarımızda

DA

Dayadhvam: Duydum anahtarlar
Bir kez döner kapıda, ve yalnız bir kez döner
Düşünürüz anahtarı, herkes kendi zindanında
Düşünmekte anahtarı, bir zindanı onar herkes
Ancak akşam saatinde, göksel söylentiler
Bir an için umutsuz bir Coriolanus yaratır

DA

Damyata: Tekne yanıtladı
Neşeyle, yelken ve kürekte usta ellere
Deniz durgundu, yüreğin yanıtlayacaktı
Neşeyle, çağrılsaydı bir, usulca atarak
Altında yoklayan ellerin

Oturmuş kıyıda
Avlanıyordum, ardımda çorak düzlükler,
Topraklarımı işleyebilecek miyim hiç olmazsa?
Londra Köprüsü yıkılıyor yıkılıyor yıkılıyor
Pi s'ascose nel foco che gli affina (9)
Quando fiam uti chelidon - Ey kırlangıç kırlangıç (10)
Le Prince d'Aquitaine à la tour abolie (11)
Bu parçalarla yıkıntılarımı payandaladım
Ya, siza uyarım öyleyse. Hieronymo delirdi gene.
Datta. Dayadhvam. Damyata. (12)
Shantih shantih shantih (13)







T.S. Eliot,
Çeviren: "Eliot" Suphi Aytimur,
"T.S. Eliot / Çorak Ülke, Dört Kuartet ve başka şiirler", Adam Yayınları.

(1)
Sibyl'i Cumae'de kendi gözlerimle gördüm
cam bir kavanoz içinde yaşıyordu,
oğlanlar sorunca, "Sibyl ne oldu?"
yanıtı hep şuydu, "Ölümü özlüyorum."
Petronius'dan
Satiricon, Bölüm 48
(Çevirenin notu: Sibyl'e (kahin kadın) sonsuz hayat verilmiştir ama sonsuz
gençlik değil. Yüzyıllar boyu kocadıkça gövdesi küçüle küçüle bir çekirge
kadar kalır. Daha da büzülecek ama ölemiyecektir. Yani hem zamanın, hem de
doğum-ölüm-yeniden doğum halkasının dışına itilmiştir.)

(2) Daha iyi usta

(3) Hayır Rus değilim, Litvanyalıyım, Alman kökenli.

(4)
Dağlarından yurdunun
Yel eser serin serin
İrlandalım, çocuğum
Gurbet elde neylersin?
R. Wagner (Tristan ile İsolde)

(5) Boş ve ıssız gene deniz.
R. Wagner (Tristan ile İsolde)

(6) Sen! dönek okur! - benzerim, kerdeşim benim!
C. Baudelaire

(7) Ve ey çocuk sesleri, kubbelerde çınlayan!
Verlaine

(8) Tereu: Bülbül sesine öykünmede kullanılır.
Tereus: Philomel'i kirleten kral.

(9) Sonra kendilerini arıtan alevlere daldı.
Dante, Araf

(10) Ne zaman kırlangıç gibi olacağım.
Pervigilium Veneris

(11) Aquitane Prensi yıkık kulede
Gerard de Nerval

(12) Ver. Duyuları paylaş. Denetle.
Upanishad'dan

(13) Barış. Barış. Barış.


Şiirin orijinali için buraya tıklayın.


Çorak Ülke,  Thomas Stearns Eliot (Şiir - Tam)
Kaynak: 'T.S. Eliot / Çorak Ülke, Dört Kuartet ve başka şiirler', Adam Yayınları

10 Kasım 2015 Salı

attila ilhan - hangi atatürk önsöz

ÖNSÖZ YERİNE.. Mustafa Kemal’in, iç içe üç büyük eylemi var: Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı, padişaha karşı demokratik devrim, toplumun ümmet aşamasından ‘millet’ aşamasına dönüşümü... ‘Kuva-yı Milliye’, aslında XX. yüzyılın gördüğü ilk ‘Halk Kurtuluş Ordusu’dur; nasıl ki ‘Müdafaa-i Hukuk’, ‘mazlum milletler’in hepsi için ilk kurtuluş öğretisi; Bandung Konferansının (ya da Sultan Galiyev’in tasarladığı ‘Mazlum Milletler Beynelmileli’nin) ilk bildirgesidir. Savaşın emperyalizme karşı verilişi, ‘ulusallık’ bilincini pekiştirmiş; Padişah ve Halife’nin emperyalizmle işbirliği, hareketin ‘demokratlaşmasını’ sağlamıştır. Mustafa Kemal, İstanbul’daki hükümete baş­ kaldırdığı zaman ‘ihtilâlci’; devraldığı toplumu dönüş- türmeye koyulunca, ‘inkılâpçı’dır. Devrim, anti-emperyalist kurtuluş savaşıyla eşzamanlı yürüdüğünden, ‘kurtarıcılığı’ ağır basmış, ‘devrimciliğinin’ gerçek boyutları gözden kaçırılmıştır. Oysa, ‘Milli Mücadele’ kadrosunun çoğunluğu, ‘müstevliyi defettikten sonra’ işlerinin biteceğine inanıyordu. Düzen değişmeyecekti. Pek pek, Mustafa Kemal Paşa, Talat ya da Enver Paşa’nın yerini alacaktı. O kadar. Daha 1919 yılının Aralık ayında, ‘Kuva-yı Milliye’nin amil, irade-i milliye’nin hâkim’ olacağını söylemenin, tarihsel düzeyde, bireysel ve teokratik bir iktidara karşı, ulusal 15 ve demokratik bir devrimi içerdiğini, acaba kaç kişi kestirebilmişti? Kestiremeyenler, yolda dökülmüşlerdir. Mustafa Kemal ‘meşrutiyeti’ yetersiz bulur. Bunu gizlememiştir de: “ 10 Temmuz devrimi, müstebit bir hü­ kümdarla millet arasında, en nihayet kayıt ve koşullarla denge arayan bir zihniyeti elde etmeyi amaçlıyordu. Oysa bizim devrimimiz, hürriyet ve istiklâl için, meşrutiyet yöntemini dahi yeterli saymaz, egemenliği kayıtsız şartsız milletin elinde tutan, sağlam bir ilkeye dayanır. Bu ilkenin bağlı olduğu şekil, hiçbir vakit eski şekillerle karşılaştırılamaz. Bu iki devrin arasındaki fark, tarif olunamayacak kadar büyüktür zannederim. Birincisi, milletin doğal olarak aradığı hürriyet havasını teneffüs ettirdiğini zanneden bir harekettir. Fakat İkincisi milletin hürriyet ve egemenliğini fiilen ve maddeten tespit ve ilân eden mutlu bir devrimdir.” Gerçekte 10 Temmuz’la 23 Nisan arasındaki fark, ilkinde Padişah’ın halka bazı haklar ‘lütfetmesi’, İkincisinde halkın doğrudan doğruya Padişah’ın yerini almasıdır. Bunun ne müthiş bir dönüşüm olduğunu, gençlere nasıl anlatacağız? Acaba şöyle mi: Hangimiz, başarısızlığa uğrasaydı, Mustafa Kemal’in sırtında beyaz gömlek, ‘hain’ diye asılacağını doğru dürüst düşünmüştür? İnkı­ lâp tarihimiz, İstanbul Hükümeti’ni daha başından Ankara’ya mahkûm gibi anlatır. Tarihen böyleydi ama, fiilen değil. Hele ‘hukuken’, asla! Devlet ve hükümet, İstanbul’dur; Mustafa Kemal’se, merkezî, üstelik teokratik otoriteye başkaldıran bir ‘asi’. İdamına fetva çıkması, yarım yüzyıl sonra, bize tatsız bir şaka gibi mi gö­ rünüyor? Dürrizade’ye öyle görünmüyordu. Hele Vahdettin’e, hiç! Çünkü o, ‘meşruluğunu’ var olan iktidarın yasa ve fermanlarından almıyordu, tarihten ve halktan alıyordu. Bütün büyük devrimciler de öyle yapmışlardı. 16 Mustafa Kemal'in gözünde, eylemin ‘meşruluğu’ demek, halkça onaylanmış olması demektir. Yoksa Kongreleri, Büyük Millet Meclisi’ni anlamak ve açıklamak mümkün olamazdı. Şu sözlerini de: "... Bir devreye yetiştik ki, onda her iş meşru olmalıdır. Millet işleri de ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel duygularına tercüman olmakla gerçekleşir.” Siz Osmanlı ülkesinde, ‘milli kararlara dayanmak’, ‘meşruluğu’ bunda aramak ne demektir bilir misiniz? Padişahı ve Halifeyi silmek, hiçe saymak demektir! Mustafa Kemal, Amasya Tamimi’nden itibaren, Osmanlı meşruluğunu reddetmiş, tarihsel meşruluğu önemsemiştir. Buysa, ‘ihtilâl’in ta kendisidir. O da farkında bunun, devrimin gelişme sürecini bakın ne güzel anlatıyor: "... Beliren ulusal savaşın tam amacı, yurdu dış saldırıdan korumak olduğu halde, bu savaşın, başarıya ulaştıkça, ulus iradesine dayanan yö­ netiminin bütün ilkelerini ve şekillerini, evre evre, bugünkü döneme değgin gerçekleştirmesi, olağan ve kaçınılmaz bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını, gelenekten gelen alışkanlığı ile hemen sezinleyen padişah soyu, ilk andan başlayarak ulusal savaşın amansız düş­ manı oldu. Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben de gördüm ve sezinledim. Ama baştan sona bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi, ilk anda, bütünüyle açığa ‘vurmadık ve söylemedik. İlerde olabilecekler üzerinde çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddesel savaşa boş kuruntular niteliği verebilirdi. (...) Başarı için pratik ve güvenilir yol, her evreyi vakti geldikçe uygulamaktı. Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu bu idi. Ben de öyle yaptım.” Bunları Söylev’de söylemiş; her şey olup bittikten sonra. Oysa, daha işin başında, ‘Dünyada hükümet için 17 meşru yalnız ve tek bir esas vardır, o da meşveretten ibarettir. Hükümet için şart-ı esasi, şart-ı evvel, yalnız ve yalnız meşverettir’ diyen odur, daha 1921 Martı’nda, Roma tarihinden çevresindekilere demokrasi dersi veren de o. Türkiye Büyük Millet Meclisi’yle, klâsik çağın dolaysız demokrasisini bakın nasıl bir tutuyor: "... Egemenlik gerçekte yalnız bir şekilde belirir. O da bu egemenliğin sahibi olan insanların doğrudan doğruya bir araya gelerek yasama, yürütme ve yargılama görevlerini ‘bizzat’ yerine getirmesiyle olasıdır. Ve söylediğimiz şey, efendiler, tarihte ‘fiilen’ mevcut olmuş şeylerdendir. Tabii tarihi incelemiş arkadaşlarımız bileceklerdir ki, Roma’da, Isparta’da, Atina’da, Kartaca’da var olmuş genel meclisler, gerçekte bizim yaptığımız şeyleri yapıyorlardı. Efendiler, yasa yaparlardı, memur atarlardı, mahkeme ederlerdi, ceza verirlerdi. Ve her şey yaparlardı...” Böyle bir düşüncenin, ‘irade-i milliye’yi, 'irade-i şâ- hâne’nin karşısına koyduğu besbellidir de, acaba neden Mustafa Kemal’in kullandığı irade-i milliye, hâkimiyet-i milliye kavramlarının, Fransız Devrimi’nin ‘babaları­ na, Marat, Robespierre, Saint-Juste üzerinden tâ J.J. Rousseau’ya uzandığı, bir türlü açıklığa kavuşturulamamıştır? Kitabı okudukça, Mustafa Kemal’in Anadolu İhtilâli’nin Fransız ‘ihtilâl-i kebiri’nden esinlendiğini söylediğini göreceksiniz; ama M arat’nın 15 Eylül 1789’da, gazetesi I ’Ami de Peuple'de (Halkın Dostu) verdiği şu demokrasi reçetesini, Mustafa Kemal’in verdiğiyle karşılaştırmamız fena mı olur? “ ... Tutarlı bir hükümette iktidarın mutlak hâkimi, gerçek egemen, halkın kendisidir; en yüce otorite onundur, güç, ayrıcalık, öncelik diye ne varsa, ondadır. Yaygın bir devlette, herkesin her şeye katılması olası sayılamayacağından, halkın temsilcileriyle etkili olması, ‘biz­ 18 zat’ çözümleyemediği işleri önderleri, bakanları, subaylarıyla düzenlemesi gerekir. Bu yüzden vatandaş kısmı­ nın, çıkarlarını gözetmek, kamu işlerini düzene koymak, temsilcilerini seçmek amacıyla, gerektikçe toplanabilmesi devletin ilk ve temel yasası olmalıdır. Eğer gerçek egemen halkın kendisi ise her şey ondan sorulmalı, egemenlik hakkını bizzat kullanamazsa, vekilleriyle kullanmalıdır. (...) Ne var ki mutlak ve sınırsız egemenlik erki yalnız ve yalnız halkın kendisindedir, zira genel iradenin (irade-i milliye) bir sonucudur bu, ayrıca halkın toplu halde kendini satması, kendine ihaneti, ya da kö­ tülük etmesi düşünülemez...” Peki şimdi hanginiz, Marat’nın ‘mutlak ve sınırsız egemenlik, yalnız ve yalnız halkın kendisindedir’ formü­ lüyle, Mustafa Kemal’in ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ formülü arasında bir fark olduğunu savunabilecek? Mustafa Kemal, bal gibi Jacobin’di. (Yaraya Tuz Basmak'ta belirtmiştim), onun kuşağının ilericileri Fransız Devrimi’nden esinlenirlerdi, onun devrimci ki­ şiliğinde, kullandığı yöntemlerde Robespierre’le Saint Juste’ün rüzgârını bulmuşumdur hep, aynı radikallik, aynı kararlılık, aynı sertlik. Söz burada, sanırım, ‘devrimci şiddet’ sorununa dolaşıyor. Mustafa Kemal sık sık ‘diktatörlükle’ suçlanmış­ tır. Hâlâ suçlanır. Halk egemenliği adına halka acımasız davrandığı, büyük yasaklar koyduğu ileri sürülmüş­ tür. Hâlâ sürülür. Ne hikmetse hiç kimse, ister demokratik olsun, ister sosyalist, her devrimin tarihten edindi­ ği meşruluğu sürdürmek için, yine tarihten şiddet kullanma yetkisini aldığını söylemez. Devrimci şiddet, tarihsel meşruluk kavramının içindedir. Ondan ayrılamaz ki! Devrim, devirdiği iktidarın güçlerine yasallık tanıyamayacağı gibi, onu devirmek isteyenlere de hoşgörüyle 19 bakamaz. Hiçbir devrim de bakamamıştır. Fransız Devrimi’nin ilkeleri neydi? ‘Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ öyle mi? İyi ama, şu yukarda andığımız Marat’nın ‘devrimin selâmeti için’ yüz bin kafa kesilmesi gerektiğini, gazetesinde çatır çatır savunduğunu bilir miydiniz? Fransız Devrimi’ni kurcalamış olanlar, dönemleri arasında önemli yer tutan Terör/Tedhiş Dönemi’ni hatırlayacaklardır. Devrim, akıl almaz bir tutkuyla engel gördüğü her şeyi ezip geçer. Giyotin sepetlerine düşen kafalardan piramitler kurabilirsiniz. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik devrimi bu. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri doğuran ana. Rus Devrimi, daha farklı olamadı: Kızıl ve beyaz terörler hem birbirlerini, hem kendi kendilerini yiyip bitirmişlerdir. Yalnız Stalin’in ‘kestiği’ komünist sayısı on binlerin üstündedir deniyor. Mustafa Kemal, devrimini ciddiye alıyordu. İlginçtir, baskı altında tuttuğu gruplar, Fransız Devrimi’nin baskı görmüş gruplarının aynıdır: Dinci gericilik, saraya bağlı işbirlikçi ihanet! Rasih Nuri’nin şu yazdıklarını okumuş muydunuz? Hele bir göz atın, ben son derece ilginç buldum: "... Atatürk döneminde eski ittihatçı liderlerden asılanlar oldu. Albay (Ayıcı) Arif Bey ve Rüş­ tü Paşa (Zorlu) bunlardandı. Sarıklı yobazlar asıldı. Şapka ‘devrimine’ ve reformlara karşı gelenlerden ası­ lanlar oldu. Nakşibendiler asıldı. Bu sert tutum Atatürk devriminin gerçeklerindendi. Ancak asılan ya da ağır cezaya uğratılan sol eğilimli tek bir kişi yoktur.” ‘İstiklâl Mahkemelerinin hukukiliği hâlâ tartışılır. Ne saçmalık! Bu mahkemelerin Fransız ve Sovyet devrimlerinin ‘halk mahkemelerinden’ çok mu farkı var? Anadolu İhtilâli’nin tarihsel meşruluğu elbette tarihsel şiddetle pekiştirilmiştir. Mustafa Kemal, gizler mi bunu? Yooo! Hadi bir göz atalım, isterseniz; "... Egemenlik ve 20 saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gere­ ğidir diye, görüşülerek, tartışılarak verilmez. Egemenlik, saltanat, güçle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenliğine ve saltanatına el koymuşlardı. Bu tasallutlarını altı yüzyıldır sürdürmüş­ lerdir. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganların hadlerini bildirerek, egemenlik ve saltanatını isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan, ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mı­ yız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun zaten olupbitti olmuş bir gerçeği açıklamaktan ibarettir. Bu ‘behemahal' olacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu tabii görürse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulü dairesinde açıklanacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” Başka bir vesileyle, bakın ne kadar ağır konuşuyor: “ ... Derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı bi­ çimde düşünen arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere, bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Eğer bunu sağlayacak yasalar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adımlar atanlar karşısında herkes çekilse, ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürü­ rüm.” Çok mu acımasız? İyi ya, Robespierre’in iç ayaklanmalar ve yabancı işgallerle karşılaşınca, 1793’te ‘ge­ çici bir süre için’ diktatörlük gereğini savunduğunu, bu ülkede kimse okumamış mıdır? Dahası, ‘kökü dışardaki’ sağ ve sol tehlikeye karşı, ‘devrimin çocuklarından 21 Hebert’çileri de, Danton’u ve Danton’cuları da, gözünü kırpmadan idam ettirdiği unutuldu mu? Ya Sovyet devrimi sırasında, dizi dizi kurşuna dizilenler? Mustafa Kemal de, Halife’yi ve Şeriat’ı kullanan emperyalizme (Kürt İsyanları ‘şeriat ve halife’ istiyordu) son derece azimli davranmış; ucunun yine emperyalizme uzandığı gittik­ çe daha iyi anlaşılan ittihatçı muhalefetiniyse acımasızca ezmiştir. Bunu yapmasaydı, o kadar üzerine titredi­ ği bağımsızlık da, halk egemenliği de, daha o zamandan gümbürdeyecekti. İdamına karar çıkan, eski İttihatçı Cavit Bey’i kurtarmak için, İngiltere Kralı V. George’un Çankaya’dan af istediğini bir hatırlayın, bütün i’lerin noktaları kendiliğinden yerini bulur. O Cavit Bey ki, Selanik komprador burjuvazisinin ‘evladı’, ‘sivil’ ittihatçıların önderi, Osmanlı masonlu­ ğunun ‘büyük üstadı’ idi. Hem, Mustafa Kemal’in ittihatçılara tepkisini, sadece Enver Paşa’yla rekabetine bağ­ lamak, yüzeysel olmuyor mu biraz? Osmanlı’nın batış çağında, tutucular kadar devrimciler de dışa bağımlıdır. Önce Edward Mead Earle’in, Dr. Rohrback’tan aktardığı şu saptamayı okur musunuz? "... Her tonda liberal olan Jöntürkler, Almanya’nın, Sultan Hamit rejiminin coşkulu bir destekleyicisi oldu­ ğuna inanıyorlardı. Bu yüzden Alman nüfuzunu yeni liberalizm dönemi için bir tehlike olarak görüyorlardı. Jöntürkler’in liberalizmi, işin başından beri Anglomania belirtileri gösteriyordu. Hürriyet, parlamento, halk hükümeti ve ülkesi olarak, İngiltere, gündelik gazetelerde övülüyordu. ” Oysa Kaiser Wilhelm, 14 Ağustos 1908’de, Kont Von Metternich’in, olaya ilişkin raporunun altına, aynen şu notu düşmüştür: “ ... İhtilâl, Paris ya da Londralı Jöntürkler tarafın­ 22 dan değil, ordu tarafından, ve de ‘Alman subaylar’ olarak bilinen, Almanya’da eğitim görmüş Türk askerleri tarafından yapılmıştır. Tümüyle askeri bir ihtilâldir. Her şeyi denetimleri altına almış olan subaylar, kesinlikle Alman dostudurlar.” Bu iki saptamanın ikisi de, tarihsel gerçeğin bir par­ çasını içeriyordu. 31 Mart’tan sonra duruma ve İttihat ve Terakki’ye askerler egemen olmuş, olayların gelişmesi Kaiser Wilhelm’i haklı çıkarmıştır. Zaten İttihatçı İtilafçı uyuşmazlığı, ‘son tahlilde’, İngilizcilik ya da Almancılığa indirgenemez mi? Mustafa Kemal’in devrimciliği -ki emperyalizme karşı net bir milliyetçiliği içerir-, ittihatçılardan ve itilafçılardan tam bağımsız oluşuyla ayrılıyor. Yalnız bununla mı? Kozmopolit Osmanlıcılı­ ğa karşı uluslaşmak bilinciyle de. İmparatorluk çokuluslu değil mi ya, Selanik komprador burjuvazisi, ‘meş­ rutiyeti’ Osmanlılık bileşkesine oturtmuştur. Gerçekte bu sav, Selanik Yahudi ve ‘dönmelerinin’ savıydı; M akedonya’da Bulgar, Sırp ve Rum chauvin’liği güdenlere karşı geliştirilmişti. Sivil ittihatçılar bu savı benimsemişlerdir. Ne var ki, ardı arkası kesilmeyen silâhlı Balkan komitacılığı, ister istemez, onu izleyen subaylarda Türk milliyetçiliğinin filizlenmesine yol açıyor. Bazı aydınlarda da. ‘Türkçülük’ hareketinin Selanik’te belirmesi, ‘Genç Kalemler’in orada çıkması tesadüf olabilir mi? Milliyetçilik, artık herkes biliyor, bir burjuva ideolojisidir, ülke tek bir pazar olacak da, derebeylerin yöresel kısıtlama ve sınırlamalarından kurtulacak! Gel gelelim, Osmanlı burjuvazisi hem gayr-i müslim, hem komprador: Bu da, Türk milliyetçiliğinin sınıfsal düzeyde boş­ lukta kalmasına neden oluyor. Mustafa Kemal boşlu­ ğu asker/sivil bürokrasi, aydınlar, kısmen eşraf, kısmen halkla doldurmayı bilmiş, gerçekleştirdiği ‘tarihsel blo- 23 ku’ ustalıkla bir ‘ulusal kurtuluş cephesi’ne dönüştürmüştür. Müdafaa-i Hukuk, bunun o zamanki adı; uluslaşma sürecine girildikten sonra, ‘resmi’ ideolojinin ‘Atatürk Devrimleri’ adını verdiği üstyapısal iyileştirme çabaları, tarihsel anlamda ‘kültür devriminden’ başka bir şey de değil. Kültür devrimi mi? O da ne? Altyapıdaki dönüşümler, toplumlann üstyapısına ‘şipşak’ yansımaz; devrimci iktidarlar, bir yandan altyapıdaki üretimsel dönüşümü gerçekleştirirken; bir yandan da, üstyapıda kültürel devrim atılımları yapmak zorundadırlar: Böylece, yeni toplumun tutarlılığı elde edilecektir. ‘Az gelişmiş’ toplumda devrim, sınıfsal tabanını bulamadığından, ‘merkeziyetçi bürokrasi diktasına’ dö­ nüşüyor; bu diktalar, tarihsel misyonlarına ihanet etmek istemiyorlarsa, sınıfsal tabanlarını ‘yaratmak’, bu sınıfsal tabana denk düşen kültürel/üstyapısal dönü­ şümü sağlamak zorundadırlar. Sözgelişi Çin, buna gü­ zel bir örnek: Harıl harıl endüstrileşmek isterken, ger­ çekte rejimin tabanını oluşturacak proletaryayı yaratmaya, ‘kültür devrimi’yle de, ülkenin kültürel ortamı­ nı derebeylik (mandarin) üstyapısından arındırmaya uğraşmaktadır. Mustafa Kemal ulusal demokratik bir devrim yaptı, bu devrimin sınıfsal tabanı ulusal burjuvazidir, onun içindir ki, Anadolu İhtilâli bir yandan ulusal burjuvazi yaratmak peşine düşmüş, bir yandan ‘Atatürk Devrimleriyle’ kültürel ortamı feodal ümmet üstyapısından arındırmaya çabalamıştır. Sonraları ‘kültür devrimine’ (başka deyişle ‘Atatürk Devrimlerine’) ağırlık verilmesi, iktidardan hoşlanan merkeziyetçi bürokrasinin, yarattığı burjuvaziyi de denetim altında tutmak istemesinden kaynaklanıyor ki, bu devrimin ikinci aşamasıdır, İnönü dönemi. Daha da ilginci Mustafa Kemal’in, devrimin başlan­ 24 gıcında, (yine jacobin’ler gibi) ‘imtiyazsız sınıfsız’ bir toplum idealini benimsemesi ve savunması. Mustafa Kemal öğretisinde, sonraları bazı ‘hızlı’ toplumcuların dalga geçtiği ‘imtiyazsızlık sınıfsızlık’ Marksist değil, ansiklopedist anlamda kullanılmıştır: Teokratik feodal toplum, hukuk düzeyinde eşit olmayan, yasalar karşısında bir sürü ayrıcalıklının yaşadığı bir toplumdur ya, demokratik burjuva toplumu bunu siler, zira o özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerine bağlıdır, kökeni doğal hukuktadır, ne var ki eşitlik anlayışı ekonomi düzeyine ulaşamaz, hukuksal düzeyde kalır; bunun içindir ki, liberal burjuva toplumları içinde, sosyalizm serpilip bü­ yüye bilmiştir. Mustafa Kemal’in anladığı ‘imtiyazsız sı­ nıfsız’ Türk toplumu, Padişah ‘veletlerinin’ daha on ya­ şında I. Ferik olamayacağı, ‘vüzerayla’ ortak Galata bankerlerinin Beyoğlu’nda cirit atamayacağı, ‘hakiki müstahsil olan köylünün’ nihayet insan onuruna kavuşaca­ ğı bir toplumdur. Hukuk düzeyinde, dediklerini yapmadı diyebilir miyiz? Demediklerini niye yapmadığını sormak, bilmem doğru olur mu? Kaldı ki, okudukça göreceksiniz, anti-emperyalizmin 1920’ler aşamasında Mustafa Kemal, ‘mazlum milletler’de sınıfsal çelişkinin ikinci plana itilebileceği kanısında, Sultan Galiyev’le beraberdir; nasıl ki, Türkiye’deki sınıfsal durumun irdelenmesinde Şefik Hüsnü ile beraberse. 1920’ler Türkiyesi’nde, gayr-i müslim ve komprador burjuvazi tasfiye edilir, hele Rum, Ermeni tüccar ve ağalarının Anadolu’da bıraktığı mal ve mülk, ahaliye paylaştırılırsa, klâsik anlamda bir sınıfsal karşıtlıktan söz edilebilir mi, şüpheli. M ustafa Kemal Balıkesir’deki bir söylevinde siyasal partilerin, gerçekte, sınıfsal çıkarları ‘temsilen’ kurulduklarını belirtmiş, Anadolu’da bu bağlamda çıkarları çatışan toplumsal sınıfların 25 tam anlamıyla oluşmadıklarını, bu yüzden de hepsinin ‘halk’ kavramının kapsamı içinde düşünülebileceğini varsaymıştır. Başka deyişle, emperyalizme karşı ‘ulusal kurtuluş cephesiyle’ kazanılan siyasal bağımsızlık sava­ şından sonra, ‘ulusal emek cephesiyle’ (Sây Misak-ı Millisi) ekonomik bağımsızlık savaşına yönelmek istemiştir. Yanlış hatırlamıyorsam, İzmir iktisat Kongresi’nde şunları söyler: "... Geçmişte, özellikle Tanzimat döneminden sonra, ecnebi sermayesi memlekette ayrıcalıklı bir yere sahip oldu. Ve bilimsel anlamda denilebilir ki, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık, her uygar ülke gibi, yeni Türkiye’de buna muvafakat edemez. Burası tutsaklar ülkesi yapılamaz.” Peki buna nasıl karşı konulabilecektir, nasıl bir programla? Cevap hazır: "... Programdan söz edildiği zaman, âdeta denilebilir ki, bütün halk için bir sây misak-ı millisidir. Ve böyle bir Sây Misak-ı Millisi etrafında toplanmaktan hasıl olacak siyasal şekil ise, alelade bir parti niteliğinde düşünülmemek lâzım gelir.” Son cümleye dikkat isterim. Ulusal Emek Cephesi şundan belli ki, her türlü halkın toplanacağı örgütü, ‘alelade bir parti niteliğinde’ düşünmüyor; karşıtlıkları aşırı keskinleşmemiş toplumsal sınıfların, emperyalizmle savaş halinde bir ülkede, birleşecekleri ortaklaşa bir cephe olarak düşünüyor. Bu tavır ve bu tutum, yeryüzündeki bir sürü ‘ilerici’ liderin, kırk yıl kadar sonra, zar zor ulaşabilecekleri bir bilinç aşamasıdır. Bize övünmek düşer. Attilâ İlhan Kavaklıdere (Ankara) Kasım, 1980

attila ilhan - hangi atatürk

"... Hangi istiklâl vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?” Mu s t a fa Kem a l  6 Mart 1922



"... Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiş­ tir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra, Peşte ve Belgrad’ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya’da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir. “ ...B ir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat gö­ renler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak birleşmiş, ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, âdeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uy­ 11 gulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmış­ lardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir. “ ... Oysa bu güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sı­ vı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin, en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklâl vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir; tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür. "... Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu ‘maneviyatı’yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı’nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı’ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan Doğu ‘maneviyatından tamamiyle soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki, bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka bir sonuç beklenemez (bundan). "... Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, sus­ 12 maya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi âtıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, âdeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.” Mustafa Kemal 6 Mart 1922

a. kadir - koru kendini

KORU KENDİNİ

Kaldırınca tabancasını
Nişan almak için sarı saçlıya
Parıldayıverdi gözleri
Koru kendini
Kırlangıçlar uçuştular
Korkudan çığrışıp
Kanat çırparak koru kendini.

Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.

İşte nişan aldı tam
Kemanının üstüne
Iskalamaz iyi nişancıdır
Koru kendini
Ama teller gene şakıdılar
Doldular havayı titrek titrek hiç umursamadan.

Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.

"Havasız bir delikte
Gıcırdayan somya üstünde yatakta
Yakalanmışsın berbat bir öksürüğe
Gel de şarkı söyle.
Ama yine de sarı saçlı adam
Devam etti kemanı çalmaya
Dirildi içimizde ölü düşler."
 


A. KADİR

cezmi ersöz -aşkta yarın yoktur

 Aşkta Yarın Yoktur Sevgili
  Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir 
ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur... 
    Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında. 
    Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de... 
    Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan... 
    Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye... 
    Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya... 
    İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi... 
    İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu... 
    Birazdan sabah olacak... 
    Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım... 
    Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek... 
    Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak... 
    Aşkta yarın yoktur sevgili... 
 
Cezmi ERSÖZ

köroğlu

KÖROĞLU

Türk Edebiyatında Köroğlu iki kimlikle karşımıza çıkar. Sazşairi ve hikâye kahramanı olarak Köroğlu destanının kahramanı Ruşen Ali gözlerine mil çekilen babasının intikamını almak; halkı ezen, sömüren beyleri cezalandırmak ve varsılları, bezirganları soyup topladığı parayı, malı yoksullara dağıtmak amacıyla dağa çıkar. Hikâyelerden öğrendiğimize göre, bir can yoldaşına gerek duyduğundan önce Ayvaz'ı kaçırır, sonra da başına toplanan adamlarla Çamlıbel'e yerleşir: "Gel haberi nerden verek? Çamlıbel'den, Çardaklıgöl'den, Köroğlu Hüruşan Ali'den. Bu Köroğlu denilen kendisi bir adamdı, fakat 366 beyi var idi, 700 deli atlısı var idi. Herhangi bir kola hücum etmek dilerdiyse, tavuk cücüğünden, beşik kundağından kimse kalmazdı."

Köroğlu hikayelerinde Çamlıbel, eşkiyaların sığındığı bir dağbaşı değil, neredeyse bir kent gibi tasvir edilir. Burası, Köroğlu ve beyle­rinin bağımsız bir cumhuriyetidir sanki. Bu cumhuriyetin halkını 366 kolbeyi ve 700 atlıyla onların çoluk çocuğu, ayrıca seyisler, uşaklar oluşturur Tavlaları, köşkleri, sık sık uğrayan ve uzun süre kalan âşıkları, gelip geçici konuklarıyla sosyal adaletin egemen olduğu bir yerdir Çamlıbel. Soygunlardan sağlanan gelirler, varsıllardan alman haraçlar paylaşılır, yemek bir kazanda pişer. Köroğlu yoksulların koruyucusu haksızlıkların, zulmün düşmanıdır. Ama halkı soyuyor diye padişaha arzuhal gönderilir zaman zaman. Oysa bunu yapan Köroğlu değildir: "Çünkü: meşhur bir cevaptır ki, kurdun adı çıkmış, tilki dünyayı yıkmış Bir kerre Köroğlu nam takınıp dağlarda harami­lik ediyor. (Çünkü Köroğlu fukaraya dokunmazdı. Bunlar Köroğlu'nu lekelediler."


Asıl üstünde durulması gereken nokta, halkın yaratıcı düşgücünün ürünü olan destansı kahraman Köroğlu'nun, ilk Celâlî beylerin­den biri olması, bu adda bir eşkıyanın yaşadığının belgelerle kanıtlanmış bulunmasıdır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Başvekâlet Arşivi'ndeki araştırmaları sırasında rastladığı, Pertev Naili Boratav'ın kopye ettirip açıkladığı belge şudur:


"Bolu Beyine ve Gerede kadısına hüküm ki:


Sen ki kadısın, südde-i saadetime mektup gönderip kaza-yı mezbura (adı geçen kazaya) tâbi Hayalık nam karyede (köyü) Köroğlu demekte maruf kimesne daima evler basıp ve iki nefer kimesneyi mecruh edip ve bir emred (tüysüz) oğlan çekip deflatla ele geçirilmek ikdam olundukta ehl-i vilâyet anda âciz olmuşlardı." (Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği 1946).


Ayrıca, H. 988 M. 1580 tarihini taşıyan bu hükümden başka Mustafa Akdağ'ın bulduğu iki hükümde de aynı talihlerde Bolu-Gerede arasında eşkıyaya baş olmuş Köroğlu Ruşen ve arkadaşları-cezalandırılması isteniyor. İçel beyine yazılan üçüncü bir hükümde ise (1602-1604) o yörede baş kaldıran bir sancak beyine katılmış Celâlîler arasında Köroğlu'nun da adı geçiyor.

XII. yüzyıl tarihçilerinden Tebrizli - Arakel'in Ermeni Tarihi'nde Celâliler arasında adını andığı Köroğlu'nun yaşadığı böylece tarihsel belgelerle de kanıtlanmış oluyor. Efsaneyle gerçeğin birleştiği nokta, Bolu tarafında zuhur eden Köroğlu'nun bir Celâlî olduğu, geniş bir alanda eyleme geçtiğidir. Kuşkusuz halkın gönlünde yaşayan ve bir destanın inalı olan Köroğlu bir eşkıyadan çok bir kahramandır. Ama hikâyeye geçmeden önce sazşairi Köroğlu'ndan da söz etmek gereki­yor.

Bilindiği gibi halk hikâyesinde göze çarpan en önemli özellik, anlatanın olayı yer yer şiirlerle süslemesidir. Hikâyeyi düzen âşık konunun gidişine uygun olarak serpiştirir bu şiirleri. Hikâyenin en az değişen yanı da şiir bölümleridir. Genellikle bu şiirler, hikâyeye konu olan kişinin —bu kişi bir âşıktır— şiirleridir. Aktarda aklanla küçük değişikliklere uğrasa, ekler yapılsa da hikâyenin ilk çıkışı şiir bölümlerinden saptanabilir. Burada karşımıza çıkan sorun şudur: Hikayelerdeki şiirlerin hepsi Köroğlu'nun mudur? Bu Celâli beyi sık sık sazını eline alıp duygularını dile getiren bir âşık olarak anlatıldı­ğına göre sazşairi Köroğlu'nun varlığını kanıtlayan başka şiirler var mıdır? Varsa, sazşairi Köroğlu ile destanlaşan Köroğlu arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?

Ahmet Kutsi Tecer'in bulup yayımladığı iki şiirden Özdemiroğlu Osman Paşa'nın İran seferine katılan (H. 985/M. 1577) Köroğlu adlı bir sazşairinin yaşadığını biliyoruz. Bu şiirlerden,

Osman Paşa eydür devletli! hünkâr
İnşallah sultanım Şirvan bizümdür ,
Sen himmet eyle inâyet Allahtan
Mürvet Ali'nindir meydan bizümdür

dörtlüğüyle başlayanında Osman Paşa'nın Tebriz'i fethedişi (H. 992/M. 1584).

Osman Paşa Tebriz'de(e) ölür ölünce
Malın teslim eylen Sultan Murad'a
Biribirin yoldu arşın yüzünde
Zarım teslim eylen Sultan Murad'a
dörtlüğüyle başlayanında ise onun Tebriz'de ölüşü (H. 993/M 1585) dile getirilmektedir.

Ayrıca Evliya Çelebi,
IV. Mehmed'in Anadolu Celâlîlerini sindir­mek için çıktığı seferde (1658) İznik gölü çevresinde karargâh kuru­lup Celâlîlerin boynu vurulduğu sırada huzura getirilen Itâkî adlı saz şairinden söz ederken Köroğlu'nun da adını anar (seyahatname, c. V.) Evliya Çelebi'ye göre Anadolu'nun kuzeybatısındaki Celâlîlerden olan Köroğlu çöğür çalıp şiir düzen bir saz şairidir.

Bütün bunlar, saz şairi Köroğlu ile Celâli Köroğlu'nun aynı kişi olduğunu gösteriyor. Ama burada asıl vurgulanması gereken şudur: Halkın düşgücü, Köroğlu ister bir Celâli beyi ister bir saz şairi olsun, halkla yönetici sınıf farklılaşmasını doğuran feodal ilişkilerin belir­ginleştiği, zulmün, haksızlığın kol gezdiği, toplumsal kargaşalığın egemen olduğu bir dönemde,, sözlü gelenekten de yararlanarak onun kişiliğinde eşitliği, adaleti sağlayan, ezilenlerden yana destansı bir kahraman yaratmıştır.


Nitekim, Köroğlu hikâyelerinin ana motifi olan "gözleri kör edil­miş bir adamın oğlunun kahramanlığı" motifi ta İskitler'den başlaya­rak (M. Ö. V. ve FV. yüzyıllar) destansı tarihlerde yer alır. Sonraki yüzyıllarda, özellikle Kafkasya'da yaşayan kavimlerin folklorunda aynı motife değişik biçimde rastlanır. Gürcülerin destansı kahramanı Amiran, gözü bir dev tarafından çıkarılmış İsman'ın oğulluğudur. Ermeni vassal'ı Arsak, bir at yüzünden gözü kör edilen Ermeni kralı Tiran'ın oğludur. Ama Anadolu'daki Köroğlu hikâyeleri, biçimsel benzerliklere rastlansa da öz olarak bu rivayetlerden ayrılır: Kahramanın kişiliğinde görülür temeldeki bu ayrılık, Boratav'ın 21 kolunu saptadığı, "Anadolu ve Anadolu-dışı bütün anlatmalarda, sadece kolların adlarına" dayanarak 34'ü bulduğunu söylediği Köroğlu hikayelerinin hepsinde, haksızlığa baş kaldıran bir kahra­mandır Köroğlu.

Halk Şiiri Antolojisi
Burhan GÜNEŞ, İlke Kitabevi Yayınları, 1996

sunay akın - devrim

DEVRİM

Temiz kalan tek yerdir devrim
bütün bir yıl
kirlenen duvarda
ama görebilmek için
asıldığı çividen indirilmelidir
yaprakları biten takvim

Zorbalara direnmektir devrim
bir çocuğun
annesinin çantasından aldığı paraları
altına gizlediğini
söylememiştir dövülen
hiçbir halı

İçinde yaşamaktır devrim
dikiş kutusunun
ve topluiğneler gibi
bir arada olmayı gerektirir
karşı koyabilmek için zulmüne
makas denilen patronun

Gece ışıklar arasında koşmaktır devrim
ateş böceklerini
yakalamak isteyen çocukların
peşine takılır gün gelir
yanıp sönen mavi ışıkları
polis arabalarının

Kağıt bir gemidir devrim
bütün gemiler
hurdaya çıksa da sonunda
taşıdığı özgürlük şiiriyle
batmadan yüzer nicedir
dünya sularında

Kim bilir kaç yunus görmüş
kaç deniz gezmiş...


             Sunay AKIN

9 Kasım 2015 Pazartesi

10 kasım Atamızı anıyoruz...



                                            10 KASIM 1938

cahit sıtkı tarancı - çeviri şiir

I WANT A COUNTRY
I want a country 
let the sky be blue, the bough green, the cornfield yellow 
let it be a land of birds and flowers 

I want a country 
let there be no pain in the head, no yearning in the heart 
let there be an end to brothers' quarrels 

I want a country 
let there be no rich and poor, no you and me 
on winter days let everyone have hose and home 

I want a country 
let living be like loving fromthe heart 
if there must be complaint, let it be of death

Cahit Sıtkı TARANCI Translated by Bernard LEWIS

melih cevdet anday -kolları bağlı odysseus

KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 
1. 
Kara gemi Okeanos ırmağının  
Akıntısından kurtulup tanrısal 
Denizde Ayaye adasına varınca 
Onu kumsala çektik ve uykuya 
Dalarak tanrısal şafağı bekledik. 
Sabah sisi içinde doğan 
Gül parmaklı şafak 
Elpenor' un yüzüstü yatan ölüsünü 
Bulmuştu ilk önce kıyıda. 
Martı  leşleri ve deniz kabukları arasına 
Törenle gömdük onu kederli 
Gönülle ve yanık yüzlü şaraptan 
İçerek dinledik Kirke'yi. 
2. 
Tanrıçaların en tanrısalı 
Güzel belikli Kirke eyitti : 
"Sen Odysseus iki ölümlüsün 
Hades'i gördün daha yaşarken 
Güneş doğmayan neşesiz ülkeyi 
Günlerce karanlıkta kaldın 
Çünkü İthaca yaşatıyordu seni 
Tanrısal denizde ordan oraya 
Bin yıldır aradığın ada... 
Konağının sarsılmaz temeli 
İkarios kızı Penelopeia 
Ve erdemli dölün Telemakhos 
Bütün ülkün ve sevgin olan İthaca." 
3.  
İyi dinle söyleyeceklerimi 
Her şeyi olduğu gibi anlatacağım sana 
Ki yeni uğursuzluklar yüzünden 
Denizler ortasında kalma bir daha. 
Önce Sirenlere rast geleceksiniz 
Koruyun onlardan kendinizi 
Yabansı ezgilerle büyüleneceksin 
Ordan çarçabuk uzaklaşmalı ki 
Büsbütün yok  olmasın İthaca. 
Sirenleri aştıktan sonra kürekçilerin 
İki yol çıkacak karşına birden 
Acaba bunlardan hangisi? 
Artık onu orda sen bileceksin!" 
4. 
Oysa İthaca'yı hiç görmemiştim 
Penelopeia yoktu, Telemakhos da, 
Ama İthaca kafamda onlardan kurulu idi. 
Tanrıçaların en tanrısalı 
Kirke'nin bile söyleyemediği 
Bu yolu bulup geçeceğim; 
Ama ne denli güç olursa olsun 
Bilerek varmak istiyorum şimdi 
Sirenlerin ezgilerini dinleyeceğim 
Dedim ve büyük bir mum peteğini 
Tunç hançer ucu ile ezdim çabucak 
Tıkadım kürekçilerin kulaklarını bir bir 
Orta direğe bağlattım kendimi. 
5. 
Kürekçilerim hasatsız denizi 
Köpürttüler kürekleriyle, 
Tez yürüyüşlü gemi gün batarken 
Ulaştı Sirenlerin adasına, 
Yüreğim kopacak gibiydi 
Kanatlanıp uçacak gibiydi, ama 
Sirenlerin izi bile yoktu ortada. 
Yalnız bir ezgi, ta derinden 
Ta içerimden gelen bir ezgi 
Başladı yavaş yavaş yükselmeye; 
O yabansı, o büyülü türküleri ben 
Söylüyordum sağır gemicilere 
Yalnız ben duyuyordum Sirenleri. 
Kirke, bilge tanrıça, selam sana! 
Sağ salim geçtim kendimi. 
  
                         Melih Cevdet ANDAY

melih cevdet anday ingilizce çeviri şiir

REMEMBRANCE
Wish a couple of doves rise
Carnations smell piteously
This is an unmentionable thing
Suddenly comes to my mind

Sun was almost rising
You would get up usually
Perhaps you were still drowsy
Your night comes to my mind

Like the names of flowers I love
Like names of streets I love
Like the names of all my love
Your names come to my mind

That's why comfortable beds shame
That lethargy during the kiss
Joining across the wire fence
Your fingers come to my mind

I have seen so many loves, allies
Read heroes in history
Suiting well to age solemn, simple
Your manners come to my mind

Wish a couple of doves rise
Carnations smell piteously
This is an unforgettable thing
Inevitably comes to my mind

Melih Cevdet ANDAY

Translated by Hüseyin ERGEN

Note:
Julius and Ethel Rosenberg, as they were executed on 19 June 1953, became first US citizens executed for espionage. A very long debate was hold upon their guiltiness. Today their execution was attributed to oppressive atmosphere of the McCarthy days.

pir sultan abdal - ötme bülbül

ÖTME BÜLBÜL ÖTME
Ötme bülbül ötme, şen değil bağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Tükendi fitilim eridi yağım
Dost senin derdinden ben yana yana

Deryadan bölünmüş sellere döndüm
Ateşi kararmış küllere döndüm
Vakitsiz açılmış güllere döndüm
Dost senin derdinden ben yana yana

Haberin duyarsın peyikler ile
Yaramı sarsınlar şeyikler ile
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Dost senin derdinden ben yana yana

Abdal Pir Sultan'ım, doldum eksildim
Yemeden içmeden sudan kesildim
Zülfün kemendine kondum asıldım
Dost senin derdinden ben yana yana

Pir Sultan ABDAL