10 Kasım 2015 Salı
attila ilhan - hangi atatürk önsöz
ÖNSÖZ YERİNE..
Mustafa Kemal’in, iç içe üç büyük eylemi var: Emperyalizme
karşı kurtuluş savaşı, padişaha karşı demokratik
devrim, toplumun ümmet aşamasından ‘millet’ aşamasına
dönüşümü...
‘Kuva-yı Milliye’, aslında XX. yüzyılın gördüğü ilk
‘Halk Kurtuluş Ordusu’dur; nasıl ki ‘Müdafaa-i Hukuk’,
‘mazlum milletler’in hepsi için ilk kurtuluş öğretisi;
Bandung Konferansının (ya da Sultan Galiyev’in
tasarladığı ‘Mazlum Milletler Beynelmileli’nin) ilk bildirgesidir.
Savaşın emperyalizme karşı verilişi, ‘ulusallık’
bilincini pekiştirmiş; Padişah ve Halife’nin emperyalizmle
işbirliği, hareketin ‘demokratlaşmasını’ sağlamıştır.
Mustafa Kemal, İstanbul’daki hükümete baş
kaldırdığı zaman ‘ihtilâlci’; devraldığı toplumu dönüş-
türmeye koyulunca, ‘inkılâpçı’dır. Devrim, anti-emperyalist
kurtuluş savaşıyla eşzamanlı yürüdüğünden, ‘kurtarıcılığı’
ağır basmış, ‘devrimciliğinin’ gerçek boyutları
gözden kaçırılmıştır.
Oysa, ‘Milli Mücadele’ kadrosunun çoğunluğu, ‘müstevliyi
defettikten sonra’ işlerinin biteceğine inanıyordu.
Düzen değişmeyecekti. Pek pek, Mustafa Kemal Paşa,
Talat ya da Enver Paşa’nın yerini alacaktı. O kadar. Daha
1919 yılının Aralık ayında, ‘Kuva-yı Milliye’nin amil,
irade-i milliye’nin hâkim’ olacağını söylemenin, tarihsel
düzeyde, bireysel ve teokratik bir iktidara karşı, ulusal
15
ve demokratik bir devrimi içerdiğini, acaba kaç kişi kestirebilmişti?
Kestiremeyenler, yolda dökülmüşlerdir.
Mustafa Kemal ‘meşrutiyeti’ yetersiz bulur. Bunu gizlememiştir
de: “ 10 Temmuz devrimi, müstebit bir hü
kümdarla millet arasında, en nihayet kayıt ve koşullarla
denge arayan bir zihniyeti elde etmeyi amaçlıyordu.
Oysa bizim devrimimiz, hürriyet ve istiklâl için, meşrutiyet
yöntemini dahi yeterli saymaz, egemenliği kayıtsız
şartsız milletin elinde tutan, sağlam bir ilkeye dayanır.
Bu ilkenin bağlı olduğu şekil, hiçbir vakit eski şekillerle
karşılaştırılamaz. Bu iki devrin arasındaki fark, tarif
olunamayacak kadar büyüktür zannederim. Birincisi,
milletin doğal olarak aradığı hürriyet havasını teneffüs
ettirdiğini zanneden bir harekettir. Fakat İkincisi milletin
hürriyet ve egemenliğini fiilen ve maddeten tespit ve
ilân eden mutlu bir devrimdir.”
Gerçekte 10 Temmuz’la 23 Nisan arasındaki fark, ilkinde
Padişah’ın halka bazı haklar ‘lütfetmesi’, İkincisinde
halkın doğrudan doğruya Padişah’ın yerini almasıdır.
Bunun ne müthiş bir dönüşüm olduğunu, gençlere nasıl
anlatacağız? Acaba şöyle mi: Hangimiz, başarısızlığa
uğrasaydı, Mustafa Kemal’in sırtında beyaz gömlek,
‘hain’ diye asılacağını doğru dürüst düşünmüştür? İnkı
lâp tarihimiz, İstanbul Hükümeti’ni daha başından Ankara’ya
mahkûm gibi anlatır. Tarihen böyleydi ama, fiilen
değil. Hele ‘hukuken’, asla! Devlet ve hükümet, İstanbul’dur;
Mustafa Kemal’se, merkezî, üstelik teokratik
otoriteye başkaldıran bir ‘asi’. İdamına fetva çıkması,
yarım yüzyıl sonra, bize tatsız bir şaka gibi mi gö
rünüyor? Dürrizade’ye öyle görünmüyordu. Hele Vahdettin’e,
hiç! Çünkü o, ‘meşruluğunu’ var olan iktidarın
yasa ve fermanlarından almıyordu, tarihten ve halktan
alıyordu. Bütün büyük devrimciler de öyle yapmışlardı.
16
Mustafa Kemal'in gözünde, eylemin ‘meşruluğu’ demek,
halkça onaylanmış olması demektir. Yoksa Kongreleri,
Büyük Millet Meclisi’ni anlamak ve açıklamak
mümkün olamazdı. Şu sözlerini de: "... Bir devreye yetiştik
ki, onda her iş meşru olmalıdır. Millet işleri de ancak
milli kararlara dayanmakla, milletin genel duygularına
tercüman olmakla gerçekleşir.” Siz Osmanlı ülkesinde,
‘milli kararlara dayanmak’, ‘meşruluğu’ bunda
aramak ne demektir bilir misiniz? Padişahı ve Halifeyi
silmek, hiçe saymak demektir! Mustafa Kemal, Amasya
Tamimi’nden itibaren, Osmanlı meşruluğunu reddetmiş,
tarihsel meşruluğu önemsemiştir. Buysa, ‘ihtilâl’in
ta kendisidir.
O da farkında bunun, devrimin gelişme sürecini bakın
ne güzel anlatıyor: "... Beliren ulusal savaşın tam
amacı, yurdu dış saldırıdan korumak olduğu halde, bu
savaşın, başarıya ulaştıkça, ulus iradesine dayanan yö
netiminin bütün ilkelerini ve şekillerini, evre evre, bugünkü
döneme değgin gerçekleştirmesi, olağan ve kaçınılmaz
bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını, gelenekten
gelen alışkanlığı ile hemen sezinleyen padişah
soyu, ilk andan başlayarak ulusal savaşın amansız düş
manı oldu. Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben de
gördüm ve sezinledim. Ama baştan sona bütün evreleri
kapsayan sezgilerimizi, ilk anda, bütünüyle açığa ‘vurmadık
ve söylemedik. İlerde olabilecekler üzerinde çok
konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddesel savaşa boş
kuruntular niteliği verebilirdi. (...) Başarı için pratik ve
güvenilir yol, her evreyi vakti geldikçe uygulamaktı.
Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu bu
idi. Ben de öyle yaptım.”
Bunları Söylev’de söylemiş; her şey olup bittikten
sonra. Oysa, daha işin başında, ‘Dünyada hükümet için
17
meşru yalnız ve tek bir esas vardır, o da meşveretten ibarettir.
Hükümet için şart-ı esasi, şart-ı evvel, yalnız ve
yalnız meşverettir’ diyen odur, daha 1921 Martı’nda,
Roma tarihinden çevresindekilere demokrasi dersi veren
de o. Türkiye Büyük Millet Meclisi’yle, klâsik çağın dolaysız
demokrasisini bakın nasıl bir tutuyor: "... Egemenlik
gerçekte yalnız bir şekilde belirir. O da bu egemenliğin
sahibi olan insanların doğrudan doğruya bir
araya gelerek yasama, yürütme ve yargılama görevlerini
‘bizzat’ yerine getirmesiyle olasıdır. Ve söylediğimiz şey,
efendiler, tarihte ‘fiilen’ mevcut olmuş şeylerdendir. Tabii
tarihi incelemiş arkadaşlarımız bileceklerdir ki, Roma’da,
Isparta’da, Atina’da, Kartaca’da var olmuş genel
meclisler, gerçekte bizim yaptığımız şeyleri yapıyorlardı.
Efendiler, yasa yaparlardı, memur atarlardı, mahkeme
ederlerdi, ceza verirlerdi. Ve her şey yaparlardı...”
Böyle bir düşüncenin, ‘irade-i milliye’yi, 'irade-i şâ-
hâne’nin karşısına koyduğu besbellidir de, acaba neden
Mustafa Kemal’in kullandığı irade-i milliye, hâkimiyet-i
milliye kavramlarının, Fransız Devrimi’nin ‘babaları
na, Marat, Robespierre, Saint-Juste üzerinden tâ J.J.
Rousseau’ya uzandığı, bir türlü açıklığa kavuşturulamamıştır?
Kitabı okudukça, Mustafa Kemal’in Anadolu
İhtilâli’nin Fransız ‘ihtilâl-i kebiri’nden esinlendiğini
söylediğini göreceksiniz; ama M arat’nın 15 Eylül
1789’da, gazetesi I ’Ami de Peuple'de (Halkın Dostu)
verdiği şu demokrasi reçetesini, Mustafa Kemal’in verdiğiyle
karşılaştırmamız fena mı olur?
“ ... Tutarlı bir hükümette iktidarın mutlak hâkimi,
gerçek egemen, halkın kendisidir; en yüce otorite onundur,
güç, ayrıcalık, öncelik diye ne varsa, ondadır. Yaygın
bir devlette, herkesin her şeye katılması olası sayılamayacağından,
halkın temsilcileriyle etkili olması, ‘biz
18
zat’ çözümleyemediği işleri önderleri, bakanları, subaylarıyla
düzenlemesi gerekir. Bu yüzden vatandaş kısmı
nın, çıkarlarını gözetmek, kamu işlerini düzene koymak,
temsilcilerini seçmek amacıyla, gerektikçe toplanabilmesi
devletin ilk ve temel yasası olmalıdır. Eğer gerçek
egemen halkın kendisi ise her şey ondan sorulmalı, egemenlik
hakkını bizzat kullanamazsa, vekilleriyle kullanmalıdır.
(...) Ne var ki mutlak ve sınırsız egemenlik erki
yalnız ve yalnız halkın kendisindedir, zira genel iradenin
(irade-i milliye) bir sonucudur bu, ayrıca halkın
toplu halde kendini satması, kendine ihaneti, ya da kö
tülük etmesi düşünülemez...”
Peki şimdi hanginiz, Marat’nın ‘mutlak ve sınırsız
egemenlik, yalnız ve yalnız halkın kendisindedir’ formü
lüyle, Mustafa Kemal’in ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’
formülü arasında bir fark olduğunu savunabilecek?
Mustafa Kemal, bal gibi Jacobin’di. (Yaraya Tuz
Basmak'ta belirtmiştim), onun kuşağının ilericileri
Fransız Devrimi’nden esinlenirlerdi, onun devrimci ki
şiliğinde, kullandığı yöntemlerde Robespierre’le Saint
Juste’ün rüzgârını bulmuşumdur hep, aynı radikallik,
aynı kararlılık, aynı sertlik.
Söz burada, sanırım, ‘devrimci şiddet’ sorununa dolaşıyor.
Mustafa Kemal sık sık ‘diktatörlükle’ suçlanmış
tır. Hâlâ suçlanır. Halk egemenliği adına halka acımasız
davrandığı, büyük yasaklar koyduğu ileri sürülmüş
tür. Hâlâ sürülür. Ne hikmetse hiç kimse, ister demokratik
olsun, ister sosyalist, her devrimin tarihten edindi
ği meşruluğu sürdürmek için, yine tarihten şiddet kullanma
yetkisini aldığını söylemez. Devrimci şiddet, tarihsel
meşruluk kavramının içindedir. Ondan ayrılamaz
ki! Devrim, devirdiği iktidarın güçlerine yasallık tanıyamayacağı
gibi, onu devirmek isteyenlere de hoşgörüyle
19
bakamaz. Hiçbir devrim de bakamamıştır. Fransız Devrimi’nin
ilkeleri neydi? ‘Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’
öyle mi? İyi ama, şu yukarda andığımız Marat’nın ‘devrimin
selâmeti için’ yüz bin kafa kesilmesi gerektiğini,
gazetesinde çatır çatır savunduğunu bilir miydiniz? Fransız
Devrimi’ni kurcalamış olanlar, dönemleri arasında
önemli yer tutan Terör/Tedhiş Dönemi’ni hatırlayacaklardır.
Devrim, akıl almaz bir tutkuyla engel gördüğü
her şeyi ezip geçer. Giyotin sepetlerine düşen kafalardan
piramitler kurabilirsiniz. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik devrimi
bu. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri doğuran
ana. Rus Devrimi, daha farklı olamadı: Kızıl ve beyaz
terörler hem birbirlerini, hem kendi kendilerini yiyip
bitirmişlerdir. Yalnız Stalin’in ‘kestiği’ komünist sayısı
on binlerin üstündedir deniyor.
Mustafa Kemal, devrimini ciddiye alıyordu. İlginçtir,
baskı altında tuttuğu gruplar, Fransız Devrimi’nin baskı
görmüş gruplarının aynıdır: Dinci gericilik, saraya
bağlı işbirlikçi ihanet! Rasih Nuri’nin şu yazdıklarını
okumuş muydunuz? Hele bir göz atın, ben son derece ilginç
buldum: "... Atatürk döneminde eski ittihatçı liderlerden
asılanlar oldu. Albay (Ayıcı) Arif Bey ve Rüş
tü Paşa (Zorlu) bunlardandı. Sarıklı yobazlar asıldı.
Şapka ‘devrimine’ ve reformlara karşı gelenlerden ası
lanlar oldu. Nakşibendiler asıldı. Bu sert tutum Atatürk
devriminin gerçeklerindendi. Ancak asılan ya da ağır cezaya
uğratılan sol eğilimli tek bir kişi yoktur.”
‘İstiklâl Mahkemelerinin hukukiliği hâlâ tartışılır.
Ne saçmalık! Bu mahkemelerin Fransız ve Sovyet devrimlerinin
‘halk mahkemelerinden’ çok mu farkı var?
Anadolu İhtilâli’nin tarihsel meşruluğu elbette tarihsel
şiddetle pekiştirilmiştir. Mustafa Kemal, gizler mi bunu?
Yooo! Hadi bir göz atalım, isterseniz; "... Egemenlik ve
20
saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gere
ğidir diye, görüşülerek, tartışılarak verilmez. Egemenlik,
saltanat, güçle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları
zorla Türk ulusunun egemenliğine ve saltanatına el
koymuşlardı. Bu tasallutlarını altı yüzyıldır sürdürmüş
lerdir. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganların hadlerini
bildirerek, egemenlik ve saltanatını isyan ederek, kendi
eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu
olan, ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mı
yız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun zaten
olupbitti olmuş bir gerçeği açıklamaktan ibarettir. Bu
‘behemahal' olacaktır. Burada toplananlar, meclis ve
herkes sorunu tabii görürse fikrimce uygun olur. Aksi
takdirde, yine gerçek, usulü dairesinde açıklanacaktır.
Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Başka bir vesileyle, bakın ne kadar ağır konuşuyor:
“ ... Derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların
olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel
inancıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım
benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım ulusumun hayatına
karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş
zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı bi
çimde düşünen arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve
mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere, bunun da
üstünde bir söz söyleyeyim. Eğer bunu sağlayacak yasalar
olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz
adımlar atanlar karşısında herkes çekilse, ben kendi
başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürü
rüm.” Çok mu acımasız? İyi ya, Robespierre’in iç ayaklanmalar
ve yabancı işgallerle karşılaşınca, 1793’te ‘ge
çici bir süre için’ diktatörlük gereğini savunduğunu, bu
ülkede kimse okumamış mıdır? Dahası, ‘kökü dışardaki’
sağ ve sol tehlikeye karşı, ‘devrimin çocuklarından
21
Hebert’çileri de, Danton’u ve Danton’cuları da, gözünü
kırpmadan idam ettirdiği unutuldu mu? Ya Sovyet devrimi
sırasında, dizi dizi kurşuna dizilenler? Mustafa Kemal
de, Halife’yi ve Şeriat’ı kullanan emperyalizme (Kürt
İsyanları ‘şeriat ve halife’ istiyordu) son derece azimli
davranmış; ucunun yine emperyalizme uzandığı gittik
çe daha iyi anlaşılan ittihatçı muhalefetiniyse acımasızca
ezmiştir. Bunu yapmasaydı, o kadar üzerine titredi
ği bağımsızlık da, halk egemenliği de, daha o zamandan
gümbürdeyecekti. İdamına karar çıkan, eski İttihatçı Cavit
Bey’i kurtarmak için, İngiltere Kralı V. George’un
Çankaya’dan af istediğini bir hatırlayın, bütün i’lerin
noktaları kendiliğinden yerini bulur.
O Cavit Bey ki, Selanik komprador burjuvazisinin
‘evladı’, ‘sivil’ ittihatçıların önderi, Osmanlı masonlu
ğunun ‘büyük üstadı’ idi. Hem, Mustafa Kemal’in ittihatçılara
tepkisini, sadece Enver Paşa’yla rekabetine bağ
lamak, yüzeysel olmuyor mu biraz? Osmanlı’nın batış
çağında, tutucular kadar devrimciler de dışa bağımlıdır.
Önce Edward Mead Earle’in, Dr. Rohrback’tan aktardığı
şu saptamayı okur musunuz?
"... Her tonda liberal olan Jöntürkler, Almanya’nın,
Sultan Hamit rejiminin coşkulu bir destekleyicisi oldu
ğuna inanıyorlardı. Bu yüzden Alman nüfuzunu yeni liberalizm
dönemi için bir tehlike olarak görüyorlardı.
Jöntürkler’in liberalizmi, işin başından beri Anglomania
belirtileri gösteriyordu. Hürriyet, parlamento, halk
hükümeti ve ülkesi olarak, İngiltere, gündelik gazetelerde
övülüyordu. ”
Oysa Kaiser Wilhelm, 14 Ağustos 1908’de, Kont Von
Metternich’in, olaya ilişkin raporunun altına, aynen şu
notu düşmüştür:
“ ... İhtilâl, Paris ya da Londralı Jöntürkler tarafın
22
dan değil, ordu tarafından, ve de ‘Alman subaylar’ olarak
bilinen, Almanya’da eğitim görmüş Türk askerleri
tarafından yapılmıştır. Tümüyle askeri bir ihtilâldir. Her
şeyi denetimleri altına almış olan subaylar, kesinlikle Alman
dostudurlar.”
Bu iki saptamanın ikisi de, tarihsel gerçeğin bir par
çasını içeriyordu. 31 Mart’tan sonra duruma ve İttihat
ve Terakki’ye askerler egemen olmuş, olayların gelişmesi
Kaiser Wilhelm’i haklı çıkarmıştır. Zaten İttihatçı İtilafçı
uyuşmazlığı, ‘son tahlilde’, İngilizcilik ya da Almancılığa
indirgenemez mi? Mustafa Kemal’in devrimciliği
-ki emperyalizme karşı net bir milliyetçiliği içerir-,
ittihatçılardan ve itilafçılardan tam bağımsız oluşuyla
ayrılıyor. Yalnız bununla mı? Kozmopolit Osmanlıcılı
ğa karşı uluslaşmak bilinciyle de. İmparatorluk çokuluslu
değil mi ya, Selanik komprador burjuvazisi, ‘meş
rutiyeti’ Osmanlılık bileşkesine oturtmuştur. Gerçekte
bu sav, Selanik Yahudi ve ‘dönmelerinin’ savıydı; M akedonya’da
Bulgar, Sırp ve Rum chauvin’liği güdenlere
karşı geliştirilmişti. Sivil ittihatçılar bu savı benimsemişlerdir.
Ne var ki, ardı arkası kesilmeyen silâhlı Balkan
komitacılığı, ister istemez, onu izleyen subaylarda
Türk milliyetçiliğinin filizlenmesine yol açıyor. Bazı aydınlarda
da. ‘Türkçülük’ hareketinin Selanik’te belirmesi,
‘Genç Kalemler’in orada çıkması tesadüf olabilir mi?
Milliyetçilik, artık herkes biliyor, bir burjuva ideolojisidir,
ülke tek bir pazar olacak da, derebeylerin yöresel
kısıtlama ve sınırlamalarından kurtulacak! Gel gelelim,
Osmanlı burjuvazisi hem gayr-i müslim, hem komprador:
Bu da, Türk milliyetçiliğinin sınıfsal düzeyde boş
lukta kalmasına neden oluyor. Mustafa Kemal boşlu
ğu asker/sivil bürokrasi, aydınlar, kısmen eşraf, kısmen
halkla doldurmayı bilmiş, gerçekleştirdiği ‘tarihsel blo-
23
ku’ ustalıkla bir ‘ulusal kurtuluş cephesi’ne dönüştürmüştür.
Müdafaa-i Hukuk, bunun o zamanki adı; uluslaşma
sürecine girildikten sonra, ‘resmi’ ideolojinin ‘Atatürk
Devrimleri’ adını verdiği üstyapısal iyileştirme çabaları,
tarihsel anlamda ‘kültür devriminden’ başka bir
şey de değil. Kültür devrimi mi? O da ne? Altyapıdaki
dönüşümler, toplumlann üstyapısına ‘şipşak’ yansımaz;
devrimci iktidarlar, bir yandan altyapıdaki üretimsel
dönüşümü gerçekleştirirken; bir yandan da, üstyapıda
kültürel devrim atılımları yapmak zorundadırlar: Böylece,
yeni toplumun tutarlılığı elde edilecektir.
‘Az gelişmiş’ toplumda devrim, sınıfsal tabanını bulamadığından,
‘merkeziyetçi bürokrasi diktasına’ dö
nüşüyor; bu diktalar, tarihsel misyonlarına ihanet etmek
istemiyorlarsa, sınıfsal tabanlarını ‘yaratmak’, bu
sınıfsal tabana denk düşen kültürel/üstyapısal dönü
şümü sağlamak zorundadırlar. Sözgelişi Çin, buna gü
zel bir örnek: Harıl harıl endüstrileşmek isterken, ger
çekte rejimin tabanını oluşturacak proletaryayı yaratmaya,
‘kültür devrimi’yle de, ülkenin kültürel ortamı
nı derebeylik (mandarin) üstyapısından arındırmaya
uğraşmaktadır. Mustafa Kemal ulusal demokratik bir
devrim yaptı, bu devrimin sınıfsal tabanı ulusal burjuvazidir,
onun içindir ki, Anadolu İhtilâli bir yandan ulusal
burjuvazi yaratmak peşine düşmüş, bir yandan ‘Atatürk
Devrimleriyle’ kültürel ortamı feodal ümmet üstyapısından
arındırmaya çabalamıştır. Sonraları ‘kültür
devrimine’ (başka deyişle ‘Atatürk Devrimlerine’) ağırlık
verilmesi, iktidardan hoşlanan merkeziyetçi bürokrasinin,
yarattığı burjuvaziyi de denetim altında tutmak
istemesinden kaynaklanıyor ki, bu devrimin ikinci aşamasıdır,
İnönü dönemi.
Daha da ilginci Mustafa Kemal’in, devrimin başlan
24
gıcında, (yine jacobin’ler gibi) ‘imtiyazsız sınıfsız’ bir
toplum idealini benimsemesi ve savunması. Mustafa Kemal
öğretisinde, sonraları bazı ‘hızlı’ toplumcuların dalga
geçtiği ‘imtiyazsızlık sınıfsızlık’ Marksist değil, ansiklopedist
anlamda kullanılmıştır: Teokratik feodal toplum,
hukuk düzeyinde eşit olmayan, yasalar karşısında
bir sürü ayrıcalıklının yaşadığı bir toplumdur ya, demokratik
burjuva toplumu bunu siler, zira o özgürlük,
eşitlik ve kardeşlik ideallerine bağlıdır, kökeni doğal hukuktadır,
ne var ki eşitlik anlayışı ekonomi düzeyine
ulaşamaz, hukuksal düzeyde kalır; bunun içindir ki, liberal
burjuva toplumları içinde, sosyalizm serpilip bü
yüye bilmiştir. Mustafa Kemal’in anladığı ‘imtiyazsız sı
nıfsız’ Türk toplumu, Padişah ‘veletlerinin’ daha on ya
şında I. Ferik olamayacağı, ‘vüzerayla’ ortak Galata bankerlerinin
Beyoğlu’nda cirit atamayacağı, ‘hakiki müstahsil
olan köylünün’ nihayet insan onuruna kavuşaca
ğı bir toplumdur. Hukuk düzeyinde, dediklerini yapmadı
diyebilir miyiz? Demediklerini niye yapmadığını sormak,
bilmem doğru olur mu?
Kaldı ki, okudukça göreceksiniz, anti-emperyalizmin
1920’ler aşamasında Mustafa Kemal, ‘mazlum milletler’de
sınıfsal çelişkinin ikinci plana itilebileceği kanısında,
Sultan Galiyev’le beraberdir; nasıl ki, Türkiye’deki
sınıfsal durumun irdelenmesinde Şefik Hüsnü ile beraberse.
1920’ler Türkiyesi’nde, gayr-i müslim ve komprador
burjuvazi tasfiye edilir, hele Rum, Ermeni tüccar
ve ağalarının Anadolu’da bıraktığı mal ve mülk, ahaliye
paylaştırılırsa, klâsik anlamda bir sınıfsal karşıtlıktan
söz edilebilir mi, şüpheli. M ustafa Kemal Balıkesir’deki
bir söylevinde siyasal partilerin, gerçekte, sınıfsal
çıkarları ‘temsilen’ kurulduklarını belirtmiş, Anadolu’da
bu bağlamda çıkarları çatışan toplumsal sınıfların
25
tam anlamıyla oluşmadıklarını, bu yüzden de hepsinin
‘halk’ kavramının kapsamı içinde düşünülebileceğini
varsaymıştır. Başka deyişle, emperyalizme karşı ‘ulusal
kurtuluş cephesiyle’ kazanılan siyasal bağımsızlık sava
şından sonra, ‘ulusal emek cephesiyle’ (Sây Misak-ı Millisi)
ekonomik bağımsızlık savaşına yönelmek istemiştir.
Yanlış hatırlamıyorsam, İzmir iktisat Kongresi’nde
şunları söyler: "... Geçmişte, özellikle Tanzimat döneminden
sonra, ecnebi sermayesi memlekette ayrıcalıklı
bir yere sahip oldu. Ve bilimsel anlamda denilebilir ki,
devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından
başka bir şey yapmamıştır. Artık, her uygar ülke gibi,
yeni Türkiye’de buna muvafakat edemez. Burası tutsaklar
ülkesi yapılamaz.” Peki buna nasıl karşı konulabilecektir,
nasıl bir programla? Cevap hazır: "... Programdan
söz edildiği zaman, âdeta denilebilir ki, bütün
halk için bir sây misak-ı millisidir. Ve böyle bir Sây Misak-ı
Millisi etrafında toplanmaktan hasıl olacak siyasal
şekil ise, alelade bir parti niteliğinde düşünülmemek
lâzım gelir.” Son cümleye dikkat isterim. Ulusal Emek
Cephesi şundan belli ki, her türlü halkın toplanacağı örgütü,
‘alelade bir parti niteliğinde’ düşünmüyor; karşıtlıkları
aşırı keskinleşmemiş toplumsal sınıfların, emperyalizmle
savaş halinde bir ülkede, birleşecekleri ortaklaşa
bir cephe olarak düşünüyor. Bu tavır ve bu tutum,
yeryüzündeki bir sürü ‘ilerici’ liderin, kırk yıl kadar sonra,
zar zor ulaşabilecekleri bir bilinç aşamasıdır.
Bize övünmek düşer.
Attilâ İlhan
Kavaklıdere (Ankara)
Kasım, 1980