I. TEORİ
A. Edebî Metin ve Özellikleri
Edebiyat kelimesinin,
Arapça “edeb”ten kaynaklandığı söylenmektedir. Başlangıçta ‘davet ’
anlamında kullanılan bu söz, zamanla halk arasında gözlemlenen en güzel ahlâk,
insanı kötülüklerden koruyan iyiliğe sevk eden meleke, güzel huy anlamlarını
kazanır. Daha sonra da söz söyleme ve ifadeyle ilgili her türlü çalışmanın
genel adı olarak kullanılmıştır. Kişilerin sözlü ve yazılı ifadelerinde hataya
düşmelerine engel olmak için öğrenilen ve kullanılan kurallar bütünü bu
kelimeyle ifade edilmiştir. XIX. yüzyılda bile edebiyat iyi huy öğreten, ahlâk
kazandıran bir disiplin olarak değerlendirilmiştir. Günümüzde de edebiyatın her
şeyden önce bir güzel sanat etkinliği olduğu dile getirilmektedir.
Günümüzde edebiyat;
tarihsel, sosyal ve kültürel olandan hareketle, dille gerçekleştirilen güzel
sanat etkinliklerine ve eserlerine verilen genel addır. Burada asıl olan edebî
metindir. Çünkü edebiyatla ilgili her türlü etkinliğin merkezinde edebî metin
bulunmaktadır.
Edebiyat ile ilgili çalışma alanları
Edebiyat tarihi, edebî
metinlerin ortaya konuldukları dönemi, onların yazarlarını tarihî metotla ele
alır, inceler ve değerlendirir. Edebî eleştiri, edebî metinleri benimsenen
anlayış, düşünce ve zevke göre değerlendirme gayretlerinin ürünüdür. Edebî
çözümleme (edebî tahlil) yine benimsenen bir düşünceden, anlayıştan yola
çıkarak edebî metinleri oluşturan birimler arasındaki ilişkiyi belirleyip
açıklamayı ve onu meydana getiren farklı kategoriler arasındaki ilişkiyi gözler
önüne sermeyi amaç edinmiştir. Edebî yorum, sanat metinlerinin okuyucu
tarafından anlaşılıp yorumlanması ile ilgili teklif, düşünce ve teorilerle
ilgili çalışmalar bütününü kapsamı içine alır. Edebiyat teorisi, kısaca edebî
metinlerin oluşumu, gerçeklik, yazar, okuyucu ve daha önce yazılmış her türlü
eserlerle ilişkileri üzerinde düşünce üretme etkinliğidir.
Görülüyor ki,
edebiyatla ilgili etkinliklerin merkezinde edebî metin bulunmaktadır. Bu
metinler, ortaya konulduktan sonra belli oranda bağımsızlık kazanırlar. Farklı
seviyelerde kalıplaşmalara zemin hazırlayacağı düşüncesiyle edebî metni
tanımlamaya gayret etmeyeceğiz. Zaten edebî metin, zamanın akışına paralel
olarak her an değişmekte, zenginleşmekte farklı görünümler kazanmaktadır. Bu
değişme ve oluşma akış hâlinde zenginleşerek varlığını sürdürmedir. Edebî
metin, değişerek devam etmekte ve oluşarak zenginleşmektedir. Tanımlar, daha
çok zaman ve mekânda değişmez olanı ele alırlar. Ancak edebî metinlerin
özelliklerinden söz edilebilir. Edebî metnin özelliklerine geçmeden metinlerin
oluşumundan bahse ihtiyaç var sanıyorum.
Metin
Metin, çok farklı düzeylerde dille iletişimde
bulunmak amacıyla oluşturulan anlatma ve anlaşma aracıdır. Cümle, yalnız başına
eksiksiz bir anlaşmayı sağladığı zaman kullanıldığı bağlamda metin
değerindedir. Ancak bir cümle ile herhangi bir konuda soruya gerek duyulmadan
ve şüpheye yer bırakmadan anlaşma sağlanamaz. Öyleyse metin, cümlelerden
oluşan, daha yerinde bir söyleyişle cümlelerle örülen bir anlatma ve anlaşma
aracıdır. Sesten paragrafa uzanan çizgide her dil birliği metnin oluşmasına
hizmet eder. Amaç dille anlatma ve anlaşmadır. Anlatma ve anlaşmanın amacı,
konusu, kullanılan iletişim kanalı ve hedef kitle, metnin türünü, boyutunu,
anlatım biçimini ve dil özelliklerini belirler. Bilimsel, felsefî ve edebî
metinlerle günlük hayatın akışını düzenleyen metinler birbirlerinden farklıdır.
Hedef alınan okuyucu kitlesi de metnin yapısı ve anlatımı üzerinde etkili olur.
Böyle bir açıklamadan
sonra, cümlelerin dilbilimin sınırları içinde kaldığı, metnin ise anlatma aracı
olarak daha çok anlambilimle ilişkili olduğu söylenebilir. Ama metin şüphesiz
bir iletişim aracıdır. Bu araç dil malzemesi ile örülür, dokunur veya sağlam
biçimde kurulur. Zaten sözlük anlamlarında da bu hususlar bulunmaktadır. Metin,
Arapçada sağlam ve dayanıklı anlamına gelen bir kökten türetilmiştir.
Fransızcada ve diğer birçok batı dillerinde ise dokumak (örülmek) anlamına
gelen “texte” kelimesiyle karşılanmaktadır. Türkçede kullanılan tekstil
bu hususu açıkça ortaya koyar. Bunun için metin kelimesi dille
gerçekleştirilmiş sağlam ve anlamlı örgüyü düşündürmektedir.
Dil göstergelerinin
ses ve anlam kaynaşmasından oluştuklarını, onların bu unsurlardan birine
indirgenemeyeceğini söyledik. Bu, her düzeydeki metinler de böyledir. Onların
da bir gösteren bir de gösterilen yönü vardır. Bunlar birbirinden ayrılamazlar,
hatta ayrı ele alınamazlar. Ancak inceleme amacıyla her birinden ayrı ayrı söz
edilir. Örgüyü meydana getiren kelime ve cümlelerin de aynı özelliğe sahip olduğu
açıkça ortadadır.
Metinlerde,
cümlelerden oluşan anlamlı birimler, kuralı ancak kullanıldığı metinde ortaya
çıkan bir düzene bağlı olarak bir araya getirilirler. Bu bir örgüdür, bir
sistemdir. Bu örgünün veya sistemin birimleri arasında çok yönlü ilişkilerin
bulunabileceği hissedilir. Bu ilişkiler de metnin amacına, oluşturulduğu ve
kullanıldığı bağlama göre değişebilir. Ancak her metindeki temel iki ilişki
ağının, örgünün veya yapının gerçekleşmesinde, büyük payı olduğunu söylemek
gerekir. Cümleler kelimelerin bir düzene ve kurala bağlı kalınarak bir araya
gelmesi sonucu oluştuğu gibi metinler de cümlelerden oluşan birimlerin yukarıda
belirtildiği gibi, bir düzen içinde bir araya gelmesiyle ortaya çıkarlar. Art
arda gelen veya aynı düzlemde bir arada bulunan birimler, her şeyden önce dil
bilgisi kurallarıyla birbirine bağlanırlar. Buna bağlaşıklık denir. Metinlerde
birimleri birleştiren bir başka kuralda anlamla ilgilidir. Metni meydana
getiren parçalar arasındaki anlam ilişkisine de bağdaşıklık adı verilir. Hem
metinde hem de metni meydana getiren parçalarda sözü edilen kurallar çevresinde
oluşan ilişki ağını izlemek mümkündür. Metinlerin anlaşılabilir ve tutarlı
olması bu ilişki ağlarının niteliği ile yakından ilgilidir. Bazı metinlerde ses
benzerliği ve uyumu ile ifadenin çağrışım değeri sözü edilin ilişki ağlarını
zenginleştirir. Metinler de birer göstergedir. Bu göstergelerin gösterge
yönüyle ilgili kurallar dil bilgisinin imkânlarından hareketle düzenlenir;
gösterilenle ilgili kuralların merkezinde kelimelerin ve ifadelerin anlam
tarafları bulunmaktadır. Şüphesiz bu iki unsuru birbirinden ayrı düşünmek
mümkün değildir. Zaten her metin bir yapı, yani bir sistem olarak karşımıza
çıkar. Bu sistemi oluşturan parçalar, metnin tamamına birlikte yeni bir değer
ve anlam kazandırırlar.
Öyleyse metni meydana
getiren kendi içinde anlamlı bir birim olan parçalar arasındaki ilişki ağını
belirlemek ve sorgulamak bizi onun varlık sebebi sayılabilecek hususa götürür.
Bunun için yapıyı oluşturan birimler arasındaki ilişkiyi belirleme ve açıklama
önemlidir.
Metinleri yazılış amaçları, hedef kitleleri,
anlatım biçimleri, gerçeklikle ilişkileri bakımlarından gruplandırmak
mümkündür. Ancak bunlar arasında en geçerli ve yararlı gruplandırma, metinleri
öğretici ve sanat metinleri olmak üzere önce ikiye ayırmak, sonra da her metni
kendi özellikleri ve benzerleriyle tanımaya ve açıklamaya çalışmaktır. Sanat
metinlerine yaygın ve benimsenmiş adıyla edebî metinler adı verilmektedir.
Bunlar da edebiyat denilen güzel sanat dalı içinde düşünülür ve
değerlendirilir. Hiçbir metin kendi alanında her şeyi anlatmaz, her metin
kendinden daha geniş bir sistemin yapıcı unsurlarından biridir. Bunun için bir
metnin tamamında her şeyi anlatmaya kalkışmak hiçbir şey anlatmamaktır. Ayrıntılar
bir tarafa bırakılıp asıl olanı, farklı olanı ön plana çıkarmak; anlam ve
estetik ile ilgili değerlerin okuyucu ile metin arasındaki kültür, zevk ve
anlayış birliği yardımıyla anlaşılması gerektiği düşünülmelidir. Bunlar aynı
zamanda anlam birlikleri arasında bütünlüğü de sağlarlar.
Her metnin kendine
özgü anlamı, anlatım biçimi ve hatta sesi vardır. Bazı metinler öğretmeyi,
bazıları düşündürmeyi, kimileri sezdirip duygulandırmayı amaçlar. Bu çalışmada
bizim konumuz, öğretici ve açıklayıcı metinler değil sanat metinleridir.
Bunlara edebî metinler denmektedir.
Güzel sanatlar ve Edebî Metin
Edebî metin, bir güzel
sanat etkinliğidir. Öyleyse her şeyden önce güzel sanat nedir sorusuna cevap
aramak gerekir. Sanat nedir sorusuna verilecek ilk cevap, onun insan
etkinliklerinden biri olduğudur. Bu dünyada yaşayan insan, doğal varlıkların
özelliklerini ve doğanın işleyişini kavramak ister. Onun bu isteği ile ilgili
gayretleri, biyoloji, fizik ve kimya bilimlerinin oluşmasını ve gelişmesini
sağlamıştır. İnsanı insan olarak hayatını sürdürürken kendi iradesi, aklı,
zevki ve hayal gücüyle maddi dünyada olmayan ancak insanın istek, arzu ve
bireysel ve sosyal hayatındaki ihtiyaçlarını karşılayan birçok etkinliklerde
bulunur. Bunlar, insanın insan olması bakımından gerçekleştirdiği
etkinliklerdir. Hareket noktası, insanın psikolojik ve sosyolojik bir varlık
olmasında aranmalıdır. İnsan, sözü edilen istek ve ihtiyaçlarını karşılamak
üzere bir kültür tabakası oluşturur. Öyleyse insan etkinlikleri, doğa ile
ilgili olanlar ve insanın insan olması bakımından kendisiyle ilgili olanlar
üzere iki gruba ayrılmaktadır.
Bunun için doğa
ilimleri, insanın doğayı anlama, kavrama ve açıklama isteği ve merakına cevap
vermek üzere gelişmiştir. Kültür alanıyla ilgili her türlü çalışmanın
merkezinde düşünen, birlikte yaşayan, inanan, eğiten ve eğitilen, değerleri
duyan, konuşan, sanatı yapan insan vardır. Kültür alanının problemlerini
incelemek hedeftir. Söz konusu bilimlerle ilgili olgular belli bir zamanda bir
defa yaşanmıştır, tekrarı yoktur. Aynı koşulların bir araya gelmesi mümkün
değildir. Bu bilim dalları dil aracılığıyla gerçekleşirler ve varlıklarını
sürdürürler. Açıklama değil anlama ve yorumlama esastır. İnsan etkinliklerini
daha iyi anlayabilmek için somut insanı kavramaya ihtiyaç vardır.
Bütün bunlar, “sanatı
yapan varlık olarak insan” söz grubuyla ifade edilen varlık şartının gereği
olarak ortaya konulan etkinlikler bütününe, güzel sanatlar adı verildiğini
düşündürmektedir. Burada “varlık şartı” söz grubu üzerinde durmak gerekir.
Modern ontoloji, insan adı verilen varlığı somut olarak onun yapıp etmelerinde
bulur. İnsan olan her yerde ve her zamanda ortaya konulan, dile getirilen olay
ve görünümlerden yola çıkılarak varlık şartları belirlenmiştir. Bu konuda
Takiyettin Mengüşoğlu’nun İnsan Felsefesi adlı eserinden şu cümleleri
alıntılamak yerinde olacaktır: “…ontolojik temellere dayanan antropoloji,
insan problemlerini yeni bir görüşten kalkarak ele alıyor. Yeni bir görüşle
insan fenomenlerini inceleyecek olan bir antropoloji, artık ne metafizik bir
geist kavramından, ne Darwinist bir gelişme kavramından, ne herhangi bir psişik
yetenekten insanda bulunduğu kabul edilen organ-eksikliğinden, bir organ-
ilkelliğinden, bir gecikmişlik(retardasyon) olayından, ne de sınırlandırılması
güç olan bir kültür kavramından hareket ediyor. Bu antropoloji, önyargısız,
yalın naif bir görüşten kalkar; herhangi bir ön varsayıma başvurmadan
saptanabilen, temelini insanın somut varlığında, somut yapıp etmelerinde bulan
fenomenleri ele alır. Bu fenomenler ne sadece psişik, ne de biyolojiktirler.
Bir bütün olarak incelenmesi istenilen somut insan ne demektir? Bunun anlamı
şudur: İnsan bilim tarafından uydurulmuş bir kavram değildir; o bütün
yapıp-etmeleriyle birlikte öteki var olan şeyler yanında yerini alan bir varlık
alanıdır. Bir bütün olarak somut insanla nerede karşılaşırız? Bir bütün olarak
somut insanla günlük hayattaki en yalın işlerde, bilim, teknik, sanat gibi en
karmaşık eylemlerde karşılaşırız. Gerçekten bir bütün olarak somut insan, ancak
yapıp etmeleriyle gerçekleştirdiği başarılarında ortaya çıkar. Ancak bu
fenomenlerde ve başarılarında insanı somut bir bütün olarak kavrayabilir,
anlayabiliriz. İnsanın bütünlüğü ile ortaya çıktığı fenomen ve başarılar
şunlardır: Bilen, yapıp-eden, değerleri duyan, tavır takınan, önceden gören ve
önceden belirleyen, isteyen, özgür ve tarihsel bir varlık olan, ideleştiren,
bir şeye kendisini veren, çalışan, eğiten ve eğitilebilen, inanan, sanat ve
tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, disharmonik, biyopsişik bir varlık olan
insan. Bunlardan birinin olmaması mümkün müdür? Bu sorunun cevabı aynı
sayfada şu cümlelerle verilmektedir: “Bu fenomen ve başarılar, insan
varlığının taşıyıcısıdır; hiç olmazsa, şimdi ve tarihte karşılaştığımız
şekliyle yaşayamaz. Bundan dolayı bu fenomen ve başarılara Fr. Nietzsche’nin
bir deyimi ile insanın varlık şartları adını veriyoruz. Çünkü onlar insanın
bulunduğu her yerde vardırlar. Nerede insanla karşılaşırsak, orada bu fenomen
ve başarılarla da karşılaşırız”[1](
T. Mengüşoğlu, a. g. e. , s. 49. Bu uzun alıntıya, sanatın insan ve toplum
hayatındaki yeri ve değeri konusunda akla gelen her türlü soruya cevap verme
düşüncesiyle yer verdik. Sanata ayrı işlev aramak, onun asıl işlevini dikkate
almamak olur. İnsan eğiten-eğitilen veya inanan bir varlık olmasa ne olur
sorusuyla insan sanat yapmasa ne olur sorusu birbirinden farklı değil. İnsan,
insan olduğu için inanır, insan olduğu için sanat eseri ortaya koyar, insan
olduğu için tekniği geliştirir. Bu varlık şartları, insanın ve insanlığın vazgeçilemez,
yok sayılamaz yönlerini ortaya koymaktadır. Bunlardan biri de “sanatı yapan
varlık olarak insan” söz grubuyla ifade edilen varlık şartıdır. Diğer sanat
etkinlikleri gibi edebiyat da bu varlık şartına bağlı olarak varlığını
sürdürmektedir.
Güzel sanatların
amacı, doğa bilimlerinden de kültür bilimlerinden de farklıdır. Sanat, öğretmez
sezdirir, hissettirir, çağrıştırır; sanatın kendine özgü bir düşündürme,
hatırlatma biçimi vardır. Birçok düşünür sanat nedir sorusuna cevap arar.
Herkes dönemine, kültür birikimine, anlayışına göre cevap verir. Bu demektir
ki, sanatın tanımı yapılamaz. Çünkü insanlığın var olduğu dönemden beri
varlığını sürdürmesine rağmen, sanat etkinliği henüz tamamlanmamış ve
kalıplaşmamıştır. Her an genişlemekte, değişmekte ve zenginleşmektedir. Sanatın
ilk özelliği bu olmalıdır. Öyleyse sanat her an değişen, genişleyen bir insan
etkinliğidir denilebilir. Ancak bu bir tanım değildir, sanatın özelliklerini
belirtme çabasının ürünüdür. Sanatçı, insanın tüm olanaklarını kullanır. Söz
konusu etkinlikte, insanın kendisine özgü tüm yetenekleriyle varlıkları ve
olayları duyguları, aklı ve hayal dünyasının imkânlarıyla değerlendirmesi söz
konusudur. Öyleyse sanat etkinliğinde bireyin iç dünyasında kendisine özgü
olanla dış dünyada bulunanlar birleşerek yeni ve özgün bir görünüş kazanırlar.
Sanat “mevcut malzemeden bir düzen ve şekle yükselme hamlesidir. ” “Sanat,
ruhun madde içinde görünüşüdür” ifadesi sanatta hayal gücü ve yaratıcı
yeteneğin kullanıldığını belirtir. Demek ki; sanat etkinliğinde, insana özgü
yetenekler ile doğada bulunanlar sanatçının hayal dünyasında, belki de
kişiliğinde yeni ve farklı bir oluşumda birleşirler. Yeni ve farklı bir
varlığın veya etkinliğin ortaya çıkmasına sebep olurlar.
Öyleyse bu etkinliğin
bir başka özelliği “yeni bir yapı kurma ve şekil verme girişimidir.”
İnsan sanatta bir evren yaratır veya daha doğrusu kendi kurduğu tarza göre
kendi evrenini yaratır. Bu, taklit midir?. Dış dünyada var olan bir varlığı,
eşyayı veya gerçekleşen bir olayı olduğu gibi anlatmak, tespit etmek, taklit
etmek sanat etkinliği olmaz. Araya sanatçının duygusu, yorumu, birikimi,
kişiliğinin girmesi gerekir. Sanatçı dış dünyayı olduğu gibi anlatmaz, taklit
edemez ve gösteremez. İşte bunun için “sanat, doğaya ilave edilmiş insandır”
denilmiştir. Sanatçı “kendine özgü bakış açısı” ve duyarlılığıyla var
olanı seçer, ayıklar, yorumlar sonra da yine dönemine ve kendisine özgü bir
teknikle bu malzemeden yeni bir yapı ortaya çıkarır. Ancak bu kurgu inandırıcı,
çağrıştırıcı, düşündürücü olmalıdır. Bunun için sanat eserinin bir başka
özelliği kurgu olmasıdır, buna kurmaca da denir. Bu kurgu kullanılan ifade
vasıtasına göre ad kazanır. Kurgu çizgi veya renkle gerçekleşmişse resim; taş,
ahşap, mermer vb. maddeler aracılığıyla ortaya konmuşsa heykel; dil ile ifade
edilmişse edebî metin; sesle duyurulmuşsa müzik alanındaki sanat eserleri
ortaya çıkar.
Sanat eserinde sözü
edilen duygular yalnız değildir. İnsanın iç dünyasının ve hayatının her türlü
zenginliği bu duyguyla eşlik eder ve destekler. Bir yapı ve ifade biçimi
kazanmış sanat eseri, kendisine özgü bir iletişim aracıdır. Kullanılan malzeme
ile ifade edilmek istenilen husus birleşerek bir bütün oluşturur. Artık bir
bütün olan bu yeni varlığın benzeri olsa da eşi yoktur. Öyleyse sanat eseri,
bağımsız ve özgürdür. Artık bu iletişim aracının kendisine göre bir anlatım
gücü ve tavrı vardır. Doğal dilden daha farklıdır. Sanat eserinin anlamı değil
okunduğu, seyredildiği ve duyulduğu yerde kazandığı anlamlar vardır denilir. Bu
da onun başka özelliğidir. Dış dünyadan alınan gerçekliği; sanatçının duygusu,
iç dünyası, birikimi ve döneminin istekleriyle yoğrularak böyle bir yapının
ortaya çıkması sanat eserinin gerçekliğini yorumlayıp, dönüştürdüğünü ortaya
koyar… Dış dünyanın dönüştürülüp yorumlanması üzerinde dikkatle durmak gerekir.
Sanat eseri, tikelde
tümeli ifade eder. Bu da ayrı bir niteliktir. Ama ne demektir?. Sanat eserinin
dile getirdiği gerçeklik bir kişiye ait değildir. Yalnız tek bir olaya, bir âna
da özgü değildir. Farklı dönemlerin, birçok görünüş ve kişinin bu yapı ve
söyleyişte temsil edilmesi söz konusudur. Sanat, kavramların ve gözlemlerin
değil sezginin öne çıktığı eserler ortaya koyar Öğretmez, açıklamaz, göstermez.
Sezdirir, çağrıştırır, hissettirir, duyurur, hatırlatır ve bunlara bağlı olarak
ve bunlar çevresinde düşündürür. Bütün bunlar okuyucuda, seyircide ve
dinleyicide farklı bir yaşantı hâlinin yaşanmasına sebep olur.
Dil ve edebî metin
.
Dil, yalnız bir
iletişim aracı değildir. İnsanı insan kılan bir alan dille gerçekleşir. Buna
kültür alanı, manevi alan demek de mümkündür. Bu alan daha önce üzerinde
durduğumuz varlık şartlarından hareketle dil aracılığıyla gerçekleştirilir.
Sanat, edebiyat, hukuk, sosyoloji, felsefe, psikoloji ve benzeri kültür
ilimleri bu alanda vücut bulur. İnorganik, organik ve psişik tabakaların
üstünde ve onlardan hareketle oluşturulan bu alanda ortaya konan her türlü
etkinlik, insanı diğer varlıklardan farklı ve onlara hâkim kılar. Bu alan, dil
aracılığıyla oluşturulur. Dil, kişinin kimliğidir. O; dille düşünür, dille
nefret eder, dille sever, dille tiksinir, dille güler ve ağlar. İnsanın dilsiz
ve dilden ayrı hiçbir anı yoktur. İşte sanat olarak edebiyat, daha yerinde bir
ifadeyle edebî metin dille oluşturulması sebebiyle diğer güzel sanatlardan daha
farklı konumdadır. Her insan kendi kültürü, mizacı zevki ve yaşama tarzı içinde
edebî metinle doğal olarak ilgilenmektedir. Ancak edebî metnin dili , hangi
seviyede ve şartlarda olursa olsun doğal dilden farklıdır. Nasıl bir ilim dili
varsa, bir felsefe dili varsa bir de edebiyat dili vardır. İlimde terimler,
felsefede kavramlar, sanat olarak edebiyatta imgeler bu alanlarda kullanılan
dillerin karakteristik yönlerini gözler önüne serer. Terimler söylenilmek
istenilen hususu kesin olarak ifadeye, kavramlar düşüncelerin geliştirilmesine
ve imgeler bireysel duyarlılıkların dile getirilmesine hizmet ederler. Bunun
için edebî metinlerde Saussure’ün dil-söz ayrımındaki söz terimiyle ifade
edilen husus son derece önemlidir. Edebî dilde, bireysel olan ön plândadır; bu
kullanılan doğal dilden hareketle yeni bir dil oluşturma gayretini beraberinde
getirir. Günlük hayatta geçerli iletişimde ve bilimsel dilde metinler dilin
göndergesel işlevi hakimiyetinde düzenlenir. Amaç öğretmektir, göstermektir,
açıklamaktır, bildirmektir. Bu, öğretici metinlerde kullanılan iletişim
biçimidir. Sanat metinlerinde ise amaç sezdirmektir, hissettirmektir,
duyurmaktır, düşündürmektir. Bu metinler alıcı durumundaki kişide tamamlanır.
Yani okuyucu, dinleyici, seyirci metni kendi kültür birikimi, zevki, içinde
bulunduğu ruh hâline göre yorumlayıp kendince anlamlandırmadan gayelerine
ulaşamazlar. Bunun için edebî metinlerde metin bağlamı ile okuyucu bağlamı
arasında farklılıkların bulunması doğal karşılanmaktadır. Pratik hayatta kullanılan
metinlerle, bilimsel metinlerde alıcı belli oranda kendisini metnin yazıldığı
bağlama yerleştirir. Sanat metinlerinde ise alıcı kendi bağlamında elindeki
veya karşısındaki eseri kendi imkânlarıyla yorumlayıp değiştirip dönüştürerek
bir bakıma yeni bir metin kurar. Öyleyse sanat metinleri, bu arada doğal olarak
konumuz olan edebî metinler kendileri kalarak yorumlanıp yeniden kurulmaya
uygun düşen bir dille kaleme alınırlar, ama bu dil, hayatın akışı içinde
herkesin kullandığı dilden alınan unsurlarla gerçekleşir. Bunun için edebî dil
doğal dilden farklı olmak zorundadır. Zaten edebî metinlerde bir dil
göstereninin birden çok gösterileni vardır. Bütün bunlardan sonra edebî
metinlerin dilin “poetique” işlevi hakimiyetinde düzenlendiğini söylemek
durumundayız. “Poetique” kelimesi dilimize ‘şiiriyet’,
‘yazınsallık(edebîlik)’ kelimeleriyle aktarılabilir. Kasd edilen husus yukarıda
açıklanmıştır. Bu işlevde, dil göstergeleri mesaj-obje durumundadırlar. Yani
ifade edilmek istenilen hususu kendilerinde taşırlar, eserde yalnızca ifade
aracı değil onu oluşturan öğelerden biri olma özelliği kazanmışlardır. Dil
göstergeleri yalnız anlamları ile değil sesleri, söyleyişleri,
çağrıştırdıkları, hissettirdikleri ve düşündürdükleriyle metin içinde yer
alırlar. Bunun için de, dil göstergelerinin sözlük anlamlarından değil,
kullanıldıkları yerde kazandıkları değerlerden söz etmek yerinde olur.
Az önce edebî
metinlerde doğal dilden bir sapmanın olduğunu söyledik. Bu, dil göstergelerinin
ilk anlamlarından çok mecaz anlamlarıyla ve yan anlam değerleriyle
kullanıldıklarını da ifade eder. Yan anlam değerinin kelimeden çok ifadede
aranması gerektiğini de belirtmeye ihtiyaç duymaktayız. Bütün bunlar da edebî
metinlerde imgenin kullanılmasını zorunlu kılar. İmge, görülen duyulan yaşanılan
nesnel gerçekliğin bireysel ifadesidir. Yani kişi bir görünüşü kendince
gözlemler, onda bilinen kelimelerle ifadesi imkânsız hususlar belirler,
hisseder. Bunu ifade etmek için kültürü, zevki, duyarlılığı ve ruh halinin
imkânlarıyla dilden hareketle yeni bir ifade kalıbı oluşturur. Bu yalnız
gözlemden hareketle gerçekleşmez. Diğer duyu alanlarında aynı bireysel dil
yaratma ve kurma işlemine başvurulur. Birliktelik ve benzerlikten hareketle
geliştirilen söz sanatları bu ihtiyaca cevap vermek üzere, dillerin doğal
akışına paralel olarak gelişmiş ve geliştirilmiştir. Bunun için imgeleri görme,
işitme, tatma dokunma gibi duyu organlarından hareketle sınıflandırma
denemeleri vardı. Ateş, su, toprak ve hava kelimeleriyle ifade edilen
varlıklardan hareketle imgelerin ve imgelemin epistemolojisi üzerinde
durulmaktadır. Bu iki dikkat, imgenin kişi ve evren arasındaki ilişki
çevresinde, sanata özgü bir duyarlılıkla oluştuğunu düşündürmektedir. Her insan
etkinliğini olduğu gibi imgeler de tarih ve dil içinde gelişmişlerdir. Her
dilin geliştirdiği imge servetinden söz edilebilir. Edebî dil bu birikimden
geniş ölçüde yararlanır. Türkçenin imge birikimi, başlangıçtan günümüze Türk
dilinin ve edebiyatının gelişme seyri içinde incelenebilir.
Edebî metin ve gerçeklik
Edebî metin; diğer
sanat eserleri gibi yaşanan, düşünülen, tasarlanan gerçekliği eserin ortaya
konulduğu dönemin zihniyeti, zevki ve anlayışından hareketle yorumlayıp
dönüştürerek insana ait bir özelliği somut biçimde ifade eder. Yani edebi metin
gerçeklikten hareketle daha kapsayıcı ve kuşatıcı bir gerçeklik kurar. Böylece
de insana özgü bir hâli somut olarak gözler önüne serer. Edebî metin ile
gerçeklik ilişkisi her zaman problem olmuş, çeşitli bakımlardan ele alınmıştır.
Ancak edebiyat eserinin gerçeklik dışına çıkabileceğini söylemek imkânsız
gibidir. Çünkü sanat, en geniş anlamıyla gerçekliğin yorumudur; onu
anlamlandırma, değerlendirme gayretidir.
Gerçek ve gerçeklik
kelimelerinin anlam alanları son derece geniştir. Bu iki kelime başlangıçtan
günümüze her dönemde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bilimde, gündelik
hayatta ve sanatta da farklı kullanım değerleriyle karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca anlayışa ve dünyaya bakış biçimine göre de gerçek ve gerçeklik yeni
anlam değerleri kazanmaktadır.
Sanat ve edebiyat, her dönemde ve her yerde
gerçekliğin sanat yoluyla ifadesidir denilebilir. Çünkü somut ve nesnel olanı,
yani yalnızca duyu organlarıyla algılanabilen varlık, görünüş ve olayları
hiçbir etkinlikte bir tarafa bırakmak mümkün olmaz. Gerçeğin ve gerçekliğin
farklı tarzlarda ele alınması, farklı metinlerin ortaya çıkmasına sebep olur.
Sanat, insanın doğayla ve insanla ilişkilerinin insana özgü özelliklerinden
hareketle, dönüştürülüp değiştirilerek yorumlanması ve anlatılmasıdır. Burada
gerçek ve gerçekliğin insana özgü bir özellikten yola çıkılarak dönüştürülmesi,
değiştirilmesi ve anlatılması söz konusudur; gerçek ve gerçekliğin dışına
çıkmak söz konusu değildir. Öyleyse sanat, gerçeğin ve gerçekliğin bilimsel ve
günlük olandan farklı anlatılması sonucu ortaya çıkar. Bu anlatmada değiştirme,
dönüştürme ve yorumlama vardır. Gerçek ve gerçeklik bir tarafa bırakılırsa:
"Ne değiştirilecek, ne dönüştürülecek ve ne yorumlanacak?" sorularına
cevap vermek mümkün değildir. Değiştirme, dönüştürme ve yorumlamanın amacı,
insanî ilişkiler bütünü içinde daha iyi anlama ve yorumlamadır. Bunun için her
sanat eseri, insana özgü bir özelliği daha iyi ve daha güzel somutlaştırmak,
yani görünür, anlaşılır, yorumlanır kılma gayretinin ürünüdür. Bunda da gerçek
ve gerçekliğe ait madde ve prensiplerden yola çıkılır.
Edebî metnin yapısını
meydana getiren bütün öğeler somut olarak vardır. Gerçek ve gerçeklik, günlük
hayatta çok farklı görünüş ve kılıklarda karşımıza çıkar. Biraz da kendisini
görünmez kılar. Bu farklı görünüş ve kılıklarda karşımıza çıkan, gerçek ve
gerçekliğin soyut olarak ifade edilebilen bir özü vardır. Kurmaca metinlerde bu
soyut öz ele alınır, bunun özelliklerini somut biçimde ortaya koymak amacıyla
bir olay örgüsü düzenlenir veya bir yapı kurulur. Düzenlenen bu olay örgüsü
belirli kişiye, mekâna ait olmadığı için yeniden yorumlanma ve farklı
bağlamlarda yeni anlamlar kazanma özelliğini de yapısında taşır. Şiir de, bir
başka tarz düzenlemedir, onun da gerçek anlamda modeli yoktur, her şiir kendi
modeliyle doğar. Ancak kurmaca metinlerin hareket noktası ve malzemesi
gerçeklik dışında aranmamalıdır. Bütün bunlar sanat ve edebiyatta gerçekliğin,
yaşanan ve günlük hayatı oluşturan her türlü hususu kuşatacak, onların varlık
sebeplerini kendinde ifade edebilecek üst bir gerçeklik olduğunu düşündürür.
Söz konusu kuşatıcı bu üst gerçekliğin anlatılmasında sanat eserinin kurulduğu,
yazıldığı dönemin sahip olduğu bütün teknik ve kültür imkânlarından
yararlanılır. Soyut olan gerçek ve gerçeklik özünün somutlaştırılması bir
bakıma onun bir sanat geleneği içinde yorumlanmasıdır. Bu yorum ve anlatmada
dönemin dili, felsefe ve bilim alanındaki tartışmaları, her türlü siyasî,
sosyal ve kültürel olayları malzeme olarak kullanılır. Bunun için edebiyat, her
türlü bilimden ve bilgi alanlarından yararlanarak gerçekliği sanata özgü
duyarlılıkla kullanmaktadır.
Görülüyor ki edebî
metin, kendi gerçekliğini dile getirmede, geçmişin ve döneminin her türlü
birikiminden yararlanma, onları malzeme olarak kullanma hakkına sahiptir. Çünkü
sanatın gerçekliği tikel olanda tümeli ifade edecek bir güce ve imkâna
sahiptir. Yani o, kendi cinsinden bütün tekleri adeta özümser, kuşatır. Bu da
sanatı ve edebiyatı, diğer bilgi ve bilim alanlarıyla ilişkilendirir. Edebî
metin doğa bilimlerinden ve onların ortaya koyduğu her türlü veriden
yararlanması ve onların kendi dünyasında değerlendirmesi son derece doğaldır.
Kurmaca olarak edebî metin
Az önce edebi metnin
daha kapsayıcı, kuşatıcı tikelde tümeli ifade eden bir gerçeklik kurduğunu
söyledik. Bu edebi metnin kurmaca olduğunu açıkça dile getirmektir. Edebi metin
kurmacadır. Hiçbir edebi metinde yaşanan gerçeklik olduğu gibi anlatılmaz.
Anlatılırsa tarih olur, hatıra olur, kısacası öğretici metin olur. Bilimsel
yazı ve eserlerin göndergesi dış dünyada veya insanda vardır. Bu yazı ve
eserler bir insandan, bir varlıktan, söz ediyorlarsa o varlık veya insan hacmi,
ağırlığı ve görünüşüyle vardır; bir kavram ve olaydan söz ediyorsa bunların da
görülmesi, deneyle gerçekliğinin kavranması veya anlaşılmasıyla mümkündür. Oysa
edebî metinlerde anlatılanlar yalnız anlatıldıkları metin içinde vardırlar;
bunlar adetâ kağıttan ve mürekkepten varlıklardır. Yani onlar, gerçeklikten
hareketle kurulmuş ve düzenlenmiş yapılardır. Bu demek değildir ki sanat
eserlerinin modelleri diş dünyada bulunmaktadır. Yukarıda sanatı, “sanatı
yapan varlık olarak insan” varlık şartına bağlamak gerektiğini söyledik. Bu
şartın gereği insan, başlangıçtan beri var olanı, kendi hayal dünyasının ve
sanat yapma yeteneğinin imkânlarıyla değiştirip dönüştürerek hem kendisini
ifade etmekte, hem de zamanı ve varlık âlemini yorumlayarak zenginleştirmekte
insana ve insanlığa yeni ufuklar açarak hizmet etmektedir. Ancak sanat
eserinin, bu arada edebî metnin gayesini bu hizmetlerden birine indirgemek onun
varlık sebebine uygun düşmez. Kurmaca kavramını daha iyi kavrayabilmek için
filmlerdeki kahramanların, tiyatrolardaki oyuncuların rol gereği
hastalandıklarını, öldüklerini birbiriyle kavga ettiklerini düşünmek yerinde
olur. Kendileri gibi, film veya oyunda canlandırdıkları ve temsil ettikleri de
sanatçılar tarafından kurulmuşlardır, düzenlenmişlerdir. Hiçbir kahramanın
nüfusta kaydı yoktur. Hiç kimse filmde ve oyunda rol gereği işlediği suçtan
dolayı yargılanmaz. Sanat eserlerinde yaşanan değil bir gayeden hareketle
düzenlenen ile karşı karşıyayız Kurmaca olanın gerçeklik ile ve döneminin
değerleriyle ilişkisi üzerinde söz söylemek ayrı bir iştir. Edebî metin ve
gerçeklik üzerinde dururken bu problemden söz edildi.
Edebî metin estetik yaşantı uyandırır
Edebî metin, okuyucuda
bir izlenim bırakmak, bir anlayış, bir duyuş uyandırmak kısacası onda estetik
yaşantı adı verilen bir hâlin ortaya çıkmasını sağlamak amacıyla düzenlenir.
Amaç yalnızca bu estetik yaşantı uyandırmak mı? Bu soruya olumlu cevap vermek,
sanat eserini ve bu arada doğal olarak edebî metni, bir işlevle sınırlamak
olur. Bu sınırlama gayreti, sanat eserinin varlık sebebine ters düşer ve çok
yönlü değer dünyasıyla uyuşmaz. Ancak edebî metnin estetik yaşantı uyandırması
önde gelen özelliklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Edebî metinle
sağlanan iletişimin amacı okuyucu, dinleyici veya seyircide estetik yaşantı
uyndırmaktır.
Edebî metin tamamlanmış bir yapıdır
Her edebi metin
tamamlanmış bir sistem hüviyetiyle karşımıza çıkar. Yani kendisini oluşturan
birimler yalnızca o eserde görülen bir kurala uyularak bir araya gelirler. Bu
birimler arasındaki ilişki ağı, metindeki farklı parçaları birleştirerek onun
bir sistem hüviyeti kazanmasını sağlar. Bunun için edebî eser, yapı bakımından
çözümlenmeden tema ve anlam bakımlarından sağlıklı olarak değerlendirilemez
Edebî metinde yapı birimleri tema etrafında birleşirler
Metni meydana getiren birimler arasındaki
ilişki ağının en kısa ve kesin iadesi okuyucuyu tema ile karşı karşıya getirir.
Yani birimler, tema etrafında birbirlerini tamamlayarak birleşirler; böylece de
organik bir bütüne vücut verirler. Her eserin bir teması vardır. Bu tema, az
önce sözü edilen birimlerdeki yan temalarla beslenir. Tema, eser dışında soyut
bir kavramdır. Yaşama sevinci, ölüm korkusu, gurbet duygusu. Kadın aşkı, hayvan
sevgisi, geçmiş özlemi, gelecek endişesi, kıskançlık, mertlik, cömertlik ve
benzeri kavramlara tema denir. Bunlar insanın insan olması bakımından yaşadığı
ve tanıdığı ortak hallerin genel adıdır. Bunlardan her hangi birinin belli
kişi, yer, zaman ve duruma bürünerek ifadesi konu olur. Ölüm korkusu temasında
sayısız eser yazılabilir. Ancak belli bir kişinin, belli bir zaman diliminde
belli bir mekânda ve yine belli bir durumda yaşadığı ölüm korkusunun, bu
unsurlar yardımıyla somutlaştırılarak anlatılması hâlinde, ölüm korkusu
konusundan söz etmek yerinde olur.
Her edebî metin, yan
anlam değeri bakımından zengindir. Yan anlam kelimede değil ifadede veya eserde
aranmalıdır. Çünkü o, dil göstergelerinin çağrışım ve duygu değerleri
aracılığıyla okuyucunun zihninde ve gönlünde oluşur. Yan anlam üzerinde
dururken metindeki dil göstergeleri arasındaki ilişkiye, ses ve söyleyişe bütün
bunların çağrışım değerlerine bakmak gerekir
Edebî metnin anlamı değil anlamları vardır
Edebi metin, her
okunduğunda veya söylendiğinde yeniden kurulup anlamlandırılacak biçimde
düzenlenir. Bunun için anlamı değil anlamları vardır denilir.
Edebî metin bir iletişim aracıdır
Edebi metin, kendine özgü bir iletişim
aracıdır. Böyle bir iletişimden yararlanmak için o aracın özelliklerini bilmeye
ihtiyaç olduğu açıktır.
.
Edebî metin yazıldığı dönemi temsil eder
Her edebi metin
oluştuğu dönemi temsil eder. Çünkü o dönemde ortaya konulmuş insan
başarılarının ve bilgi birikiminin tümünden yararlanarak oluşur. Ayrıca
yazıldığı veya oluştuğu dönemin dilinin özellikleri edebi metinde açıkça
görülür. Kısaca edebi metin, teması, işlenişi, dili, yansıttığı zevk ve
anlayışla tarihi belge özelliği de taşır.
Edebî metnin her iki ufkunda sayısız eserler vardır
Her
edebi metin kendisinden önce ortaya konulmuş eserlerden yararlanır sonra
yazılacaklara malzeme verir ve zemin hazırlar.
Edebiyatta üç anlatma formu
Edebî metinler ele
aldıkları temayı üç anlatma biçiminden yararlanarak sanat eseri haline
getirirler. Üç anlatma biçimi insanın kendisini ifade de başvurduğu temel ve
vazgeçilmez formlardır. Bunlardan ilki anlatma-nakletme; ikincisi coşkuyla dile
getirme; üçüncüsü de göstermedir. Bunlar:
Anlatma-nakletme: İnsan duyduğunu,
düşündüğünü, tasarladığını hissettiğini anlatan bir varlıktır. Anlatmadan,
nakletmeden duramaz. Anlattıklarını bir olay çevresinde somut halde sunma hem
anlaşılmayı kolaylaştırır; hem de dinleyici veya okuyucu da merak uyandırır.
Zaten anlatılmaya, nakledilmeye değer her şey de bir olay çevresinde
oluşmuştur, temelinde bir olay vardır. İnsan anlatılarla kuşatılmıştır,
anlatılar dünyasında hayatını sürdürür. Bu anlatılardan her dönemde sanat
eserleri çıkarılmıştır. Her dönem, her uygarlık çevresi zihniyet, zevk, anlayış
ve farklı imkânlarıyla kendi anlatma şeklini oluşturur. Bu metinlerde bir
anlatıcı anlatılmak istenilen hususu kendi bakış açısından gözler önüne serer.
Hedef kitlenin anlayışı, zevki ve her türlü beklentisi de gözden uzak tutulmaz.
Kısacası anlatma ihtiyacı eksen alınarak bir sanat etkinliği sürdürülür. Masal,
destan, halk hikâyesi, mesnevi, manzum hikâye, Avrupaî hikâye ve her türlü
roman anlatmaya bağlı edebî metinler kümesini oluşturur.
Coşkuyla dile getirme: İnsan heyecanlanan,
acı duyan, hayret eden, beklentileri, ümitleri olan, sevinen, coşan ve benzeri
özellikleri olan bir varlıktır. Bunları dille ifade ederek dışa vurmadan,
paylaşmadan edemez. Başlangıçtan günümüze her türlü şiir, bu coşku ve heyecanla
dile getirme ihtiyacı ve isteği çevresinde oluşmuştur. Dönemlerinin zihniyeti
zevk ve anlayışları, tarihi birikim ve gelecek endişeleri bu anlatma formunu
şekillendirir. Başlangıçtan günümüze sözlü ve yazılı her türlü şiir bu eksen
etrafında oluşmuştur.
Gösterme yoluyla
anlatma:
Gösterme de, temel anlatma formlarından biridir. İnsan gördüğünü, şahit
olduğunu, düşündüğünü ve hissettiğini çeşitli hareketlerle karşısındakine
gösterir ve böylece gösterme yoluyla anlatmayı gerçekleştirir. Bu anlatma
biçiminin gerçekleşmesi için anlatanla dinleyicinin aynı mekânda bulunması
zorunluluğu vardır. Tiyatro, bu anlatma biçimi ekseninde oluşmuştur.
Bu üç temel anlatma
formu, belirli ölçülerde her edebi metinde kullanılarak yeni oluşumlar ortaya
çıkar. Yakın dönemde gelişen metinler farklı anlatma biçimine özgü birikimleri
kullanarak bir anlatım orkestrası özelliği kazanmışlardır.
Bütün bunlardan
hareketle edebî metinleri, “Anlatma esasına bağlı edebî metinler”; Coşku ve
heyecanı dile getiren edebî metinler” ve “Gösterme esasına bağlı edebî
metinler” olmak üzere gruplandırmak gerektiğini düşünmekteyiz.
B. ŞİİR İNCELEME YÖNTEMİ ÜZERİNE
Edebî
metinlerin, özellikle şiirlerin çözümlenmesi, incelenmesi ve
değerlendirilmesinde mutlak manada bir yöntemden söz etmek doğru değil. Ancak
bu, şiir karşısında herkesin kendince söylediklerini ve sezdiklerini inceleme
ve çözümleme olarak kabul etmek gerektiğini de ifade etmez. Şüphesiz her
okuyucu şiiri kendi zevki, bilgi birikimi ve ruh haline göre anlamlandırmakta
serbesttir. Bu, okuyucunun işidir. Edebî metnin ve özellikle şiirin farklı
okuma tarzları olduğunu kabul etmek gerekir. Bunlardan ilki zevk için
okumaktır. Bu normal ve doğal okuyucu tavrıdır. Buna sınır koymak kimsenin
hakkı değildir. Okuyucu eser karşısında serbesttir; kimseye de verilecek hesabı
yoktur. Ancak bu doğal ve normal okuyucu, eseri daha iyi kavramak ve ondan daha
derin ve yüksek zevk almak, onu daha iyi değerlendirmek istediği takdirde, onun
farklı bilgi ve becerilere sahip alması gerektiği söylenmelidir. Güzel
sanatları anlama ve değerlendirmenin ayrı bir gayret gerektirdiği hatırdan
çıkarılmamalıdır. Emek sarf etmeden, gayret göstermeden ve dinleme alışkanlığı
kazanılmadan musikî eserlerinden de zevk alınmaz. Ayrıca metin çözümlemeyle
meslekleri gereği uğraşan insanların, bu işin bir yöntemi olduğunu bilmeleri
gerekir. Herhangi bir yönteme başvurmadan gerçekleştirilen çözümleme ve yorumlama
gayretlerinin kişisel duyarlılıkların ifadesi olmaktan öte geçemeyeceği açıkça
ortadadır. Bu düşüncelerle, daha önce gerçekleştirilmiş çalışmaları da dikkate
alarak şiirleri şu başlıklar altında çözümlemenin yerinde olacağı
kanaatindeyiz: Şiir ve Zihniyet, Şiirin Yapısı, Şiirin Teması, Şiirin Dili,
Ahengi (ses akışı, söyleyiş, ritim), Şiirin Geleneği, Şiirin Gerçeklikle
İlişkisi, Şiirin Anlamı, Şiirin Yorumu, Şair ve Metin. Bu sıraya uyarak
şiirlerin nasıl çözümlenmesi üzerindeki düşüncelerimizi ifadeden önce, manzume
ile şiir arasındaki farklıklardan kısaca söz etmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Manzume ve Şiir
Her
türlü anlatım iki yolla gerçekleşir. Bunlardan biri nesir, diğeri nazımdır.
Nesirde (düz yazı) dil bilgisi kurallarına uyularak amacın doğal dille
anlatılması esastır. Eski dönemlerde düz yazılarda da ifade sanatlarına yer
verilirdi.
Nazım
da ise anlam ilişkileri yanında ritim, ölçü ve ses benzeşmeleri metni meydana
getiren birimleri birbirine bağlar. Nazımla yazılmış eserlere manzume adı da verilir.
Düz yazı düşünceleri anlatmaya, bilgi vermeye daha uygundur. Manzum yazılara
ise duyguların ifadesinde başvurulur.
Eskiden
bütün manzum yazılara şiir gözüyle bakılmaktaydı. Günümüzde ise; okuyucuda
yoğun duygu hali ve heyecan uyandıran, söyleyiş ve âhenkle kendisini meydana
getiren parçaları birleştiren, çağrışım ve duygu değerleriyle yeni ve farklı
anlamlandırmalara imkân yaratan, yan anlam bakımından zengin metinlere şiir
denilmektedir. Düz yazıyla şiirin ilişkisi yoktur. Şiir düz yazıya çevrildiğinde
ona şiir özellikleri kazandıran her şey yok olur. Ancak bazı düz yazılarda da
şiire özgü söyleyiş ve değerlerle karşılaşılmaktadır.
Ayrıca
her manzum yazı şiir değildir. Manzumeler ölçü ve ritim bakımından bazı
kurallara uyularak düzenlenir. Bir coğrafya, bir tarih kitabı, bir matematik
kitabı manzum olarak yazılabilir. Bir tarihî ve sosyal olay da manzum olarak
anlatılabilir. Çok sayıda manzum olarak yazılmış hikâyeler de vardır. Nazım da
ise anlam ilişkileri yanında ritim, ölçü ve ses benzeşmeleri metni meydana
getiren birimleri birbirine bağlar. Nazımla yazılmış eserlere manzume adı da
verilir. Düz yazı düşünceleri anlatmaya, bilgi vermeye daha uygundur. Manzum
yazılara ise duyguların ifadesinde başvurulur.
Şiir,
yalnız kendisine özgü bir söyleyiş ve kendi şartlarında bir iletişim aracıdır.
Şiirin kendine özgü bir sesi ve yapısı vardır. Şiirde insana özgü coşku,
heyecan ve duygusallık kendi dilini ve söyleyişini bulur. Bu cümleleri şiirin
tanımı olarak algılamak son derece hatalı olur. Çünkü şiir edebî metin
tarzlarından biridir. Biz edebî metinleri de tanımlamaktan kaçındık, onların
bugün için belirlenen özelliklerinden söz ettik.
Şiirde
lirik, epik, dramatik, satirik (mizahî) ve pastoral gibi anlatım türleri
kullanılır. Bu anlatım türleri düz yazıda da vardır. Ancak bütün şiirler
liriktir. Lirik anlatım (coşkulu anlatım) şiirin ayırıcı özelliklerinden
biridir. Çünkü şiir insanın kendisini coşku ve heyecanla ifade etmesi üzerinde
kurulmuştur. Bu ifade biçiminin kendine özgü yapısı, dili, anlatımı ve anlamı
vardır.
Manzum
yazılmış görgü kurallarını konu alan bir eser, coğrafya kitabı, tarihî olayı
anlatan bir metin şiir olmadığı gibi, manzum hikâye de şiir değildir. Çünkü
manzum hikâyenin yapısı ve anlatım biçimi şiirden çok farklıdır. Manzume, yapı,
dil ve anlatım bakımlarından hikâyeye daha yakındır. Manzum hikâyeler olay
örgüsünden, kronolojik olmasalar da zaman bakımından yan yana dizilmiş metin
parçalarından oluşurlar. Bu metin parçaları arasındaki ilişki de hikâyeye özgü
ilişkidir. Bunun için manzum hikâyeleri olay örgüsü bakımından incelemek
gerekir. Şiir böyle değildir Onda olay örgüsü olmaz, ancak bazı şiir metinleri
tamamı anlatılmayan bir olay izlenimi üzerine kurulur.
Şiir ve Zihniyet
İnsan
tarafından meydana getirilen her eser ortaya çıktığı zaman dilimine ait
özelliklerden yararlanır ve dönemini farklı bakımlardan temsil eder. Çünkü o,
döneminin ürünüdür. Metnin ortaya konulduğu döneme hâkim zevk ve anlayış eserin
yapı, tema ve anlatımında kendisini hissettirir. Öyleyse metnin örgüsünde ve
ifadesinde yazıldığı döneme ait her türlü güç ve insanî imkânların birlikte
oluşturduğu bir zevk ve anlayış eserde varlığını sürdürür. Bu zevk ve anlayışı
metindeki haliyle anlamak, eseri daha yakından tanımaya ve değerlendirmeye
hizmet eder. Hatta onun anlamı bu zevk ve anlayıştan hareketle ifade
edilmelidir. Sanat eserinin, bu arada şiirin, zaman içinde kazandığı yeni anlam
ve değerler onun yorumuyla ilgilidir. Zihniyet, metnin yazıldığı veya
söylendiği anda mevcut ve hâkim olan güçlerin birlikte oluşturduğu ama bunların
hepsinden farkı bir zevk ve anlayıştır. Hiçbir tarih, sosyoloji, psikoloji ve
benzeri kitap ve çalışma eserde ve metinde olduğu gibi zihniyeti ortaya
koyamaz. O; düşünce, hayal, tasarı, bilgi birikimi gibi hususların dille
birleştiği ve ifade edildiği anda bir defaya mahsus olmak üzere ortaya çıkar.
Metin söylendiği ve yazıldığı anda metnin bünyesine siner, onunla bütünleşir.
Bu şiirde daha açık hissedilir. Buna ideoloji diyenler de vardır. Selahattin
Hilav, Edebiyat Yazıları adlı eserinde Tanpınar Üzerine Notlar başlıklı
yazısının ilk dipnotunda bu hususu şu cümlelerle ifade etmektedir: “İdeoloji
deyince, tarih ve toplum hakkında ileri sürülen, kitaplarda kalmayıp
yaygınlaşarak günlük ve somut bir gerçek haline gelen, kişilerin bilincine
yerleşen ve onların dünya görüşüyle duygu hayatını şu veya bu biçime sokan,
belirleyen, ama bilimsel olmayan bütün görüşleri kast ediyorum” (Selahattin
Hilav, Edebiyat Yazıları, İstanbul, 19. s 105)
Edebî metinlerin çözümlenmesinde, ele alınan metinlerin
hangi şartlar altında ve niçin yazıldığını öğretici kitaplardan alarak inceleme
metnin başına yerleştirmek, çözümleme ve değerlendirme gayretinin gayesine ve
ruhuna pek de uygun düşmez sanırım.
Ancak çözümleme ve değerlendirme işini gerçekleştirecek
kişinin, eserin yazıldığı dönemin en geniş anlamda kültür değerleri, yaşama
tarzı, insanlar arası ilişkileri düzenleyen güç ve kurallar bütünü hakkında
bilgisi olması gerekir. O, bu bilgi birikimiyle çözümlemek ve değerlendirmek
üzere ele alınan metnin, hangi zihniyete bağlı kalınarak yazıldığını metinden
anlayabilecektir. Kısacası zihniyeti oluşturan güçler hakkında inceleme ve
çözümleme yapan kişinin yeterli bilgi birikimine sahip olması gerekmektedir. Bu
olmazsa eserin zihniyetini ifade eden göstergelerin anlam ve değerlerini sezmek
ve anlamak son derece güçleşir, hatta imkânsız hale gelir. Şiirin ortaya
çıktığı zihniyet anlaşılmadan, onunla ilişki kurulmadan iletişim gerçekleşmez.
Bu bütün güzel sanatlar için geçerlidir.
Tarihsel
ve sosyal alandan hareketle, dille gerçekleştirilen edebî metinler de, diğer
güzel sanat eserleri gibi, dönemlerinin izlerini taşır. Çünkü, döneminde hâkim
olan ahlak ve estetik anlayışının hazırladığı şartlar içinde söylenmiş veya
kaleme alınmışlardır. Ayrıca edebî eserde, o dönemde kullanılan dil
kurallarından yararlanılmıştır. Şiirde yeğlenen estetik beğeniler, temalar,
şiire özgü ses, söyleyiş, yapı; kullanılan imgeler de zihniyet terimiyle ifade
etmek istediğimiz hususlarla iç içedir. Onlar, yapı ve söyleyiş gibi
özelliklerle de metnin yazıldığı dönemi adeta temsil ederler. Michel Butor’un
roman için söylediğini şiir için de söylemek, her dönem kendi şiirini birlikte
getirir demek, pek hatalı olmaz sanıyorum. Kavmi dönem şiiri ile dinin hakim
olduğu zaman diliminde yazılmış ve söylenmiş şiirler arasında farlılıklar
olduğu gibi modern dönemde ortaya konulan eserlerin daha önceki dönemlerin
şiirlerinden farklı olduğu bilinmektedir. Bu farklılıkların temelinde insanın
kendisine ve evrene bakışı, var olanı değerlendirme gayreti, yaşadığı dönemi
belirleyen çeşitli faktörlerin oluşturduğu zevk ve anlayış bulunmaktadır.
Zihniyet terimiyle ifade etmek istediğimiz hususun bu zevk ve anlayış olduğunu
bir daha belirtelim.
Şiirde Yapı Hakkında
Her metin gibi şiirlerin de yapısı vardır. Şiirdeki yapı,
ses ve anlam kaynaşmasından oluşan birimlerin bir tema etrafında birleşmesiyle
oluşur. Bu birimler bir düzen içinde birleşirler. Sözü edilen düzeni, dönemin
sanat zevki ve anlayışı belirler. Dönemin sanat zevk ve anlayışının da,
şüphesiz, mensup olunan, yaşanılan medeniyet ve kültür dairesiyle yakından
ilişkisi vardır. Bütün bunları gözden uzak tutmadan, metnin kendi içinde ayrı
bir varlık, benzerleriyle birlikte daha büyük bir sisteme vücut veren bir
sistem olduğunu düşünmek isabetli olur. Şiirdeki birimleri birleştiren
kuralları metinden hareketle belirlemek, sonra da bu kuralların uygulandığı
şiiri yapı yönünden incelemek gerekir. Bu durum, şiiri içerik ve biçim olarak
ele almanın getirdiği karışıklığı da önler. Metinler içerik ve biçim olarak ayrılmamalıdır;
çünkü şiirdeki içerik o biçimle ifadesini bulmuştur. Bütün metinler gibi her
şiir de kendi yapısıyla vardır.
Şiiri meydana getiren birimler de yalnız başına biçime ve
içeriğe indirgenemez. Çünkü ses ve anlam kaynaşmasından oluşan birimler, şiirde
bir düzene bağlı olarak bir araya gelirler. Türk şiir tarihinde bu birimlere;
dize, beyit, dörtlük, kıt'a, bent adları verilmektedir. Serbest nazımla
yazılmış şiirlerde de, şiiri meydana getiren birimlere şiir cümlesi, metin
parçası denilmektedir.
Şiirleri meydana getiren birimlerin oluşumu ve metinlerde
bir araya gelişlerini düzenleyen kurallar ana hatlarıyla dönemlere ve şiir
geleneklerine göre değişmektedir.
Tema Hakkında
Şiirde yapı ve temayı birbirinden ayırmak bir göstergede,
gösteren ile gösterileni ayırmaya kalkmaktan farksızdır. Şiir metninde ele
alınan tema o yapıyla birlikte vardır. Onları birbirinden ayırmak cidden
kelimenin yazılışı ve sesiyle anlamını ayırmaktır. Bu da mümkün değildir. Ama
inceleme ve öğretme alanlarında buna ihtiyaç vardır. "Ağaç"
göstergesinin gösterileni soyuttur, bu gösterge belli bir ağacı ifade ettiği
zaman somutlaşır. Metin düzeyinde tema da böyledir. Belli bir şiirde, şiirin
yapısı ve anlatımıyla somutlaşır. Bir şiirin temasını bulmak için gösteren durumundaki
yapı ve anlatımdan yola çıkmak, bu yapıyı oluşturan birimleri neyin bir araya
getirdiğini; bu birimlerin niçin bir araya geldiğini sormak ve düşünmek
gerekir. Öyleyse yapıyı meydana getiren birimlerin kesiştiği, birleştiği anlam
değerinin en kısa ve yalın ifadesi temadır, bu da soyuttur. Bu soyut anlam
metindeki birimlerin merkezindedir, onlarla vardır, onların varlığında somutluk
kazanır. Öyleyse yapıyı meydana getiren ses ve anlam kaynaşmasından oluşan
birimlerin tümünün birleştiği anlam değerini belirlemek temayı bulmaktır.
Temayı bulmak için metnin yapı bakımından çözümlenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü
bir metinde, kendi içinde anlam değeri olan yapıyı meydana getiren birimler
tema etrafında birleşirler. Böyle bir birleşme gerçekleşmiyorsa söz yığını vardır
ama metin yoktur denilebilir. Aynı tema etrafında sayısız eser yazılabilir.
Yalnızlık duygusu, vatan sevgisi, karşı cinse aşırı ilgi, kahramanlık duygusu,
olduğundan farklı görünmek isteği, merhamet etme, zavallıları acıma, bir
başkasını kıskanma, cömertlik, cimrilik, nesil çatışması, tabiat sevgisi,
hayvanları koruma ve sevme…. gibi kelimeler tema adlarıdır. Bunlar her dilde
vardır. Bazı dönemlerde bazı temalara daha çok iltifat edilebilir. Her tema,
insan ve insanlığın bir yönünü, bir özelliğini dile getiren soyut bir
kavramdır. Ancak ele alındığı ve işlendiği metinde bu soyut kavram kullanıldığı
bağlamda somutlaşır. Yani soyut tema; olay örgüsü, mekân, kişiler, zaman
kategorileriyle; insana ve diğer varlıklara özgü çeşitli halleri dikkatlere
sunan sözler, davranışlar ve hareketlerle somutlaşır. Böylece somutlaşan temaya
konu adı verilebilir. Aynı konuda bir eser yazılır, yapılır veya ortaya konur.
O, artık soyut bir kavram değil somut bir varlıktır. Somut olarak bir birinin
aynı olan insandan, görünüşten, olaydan ve zaman diliminden söz etmek mümkün
değildir. Yukarıdaki cümleler tema ile konu arasındaki farklılığı açıkça ortaya
koymaktadır. Şiirde tema, yapıyı meydana getiren birimler arasındaki ilişki
sorgulanarak bulunur; metnin söylenişi, âhengi gibi dil ve anlatımla ilgili
hususlardan da, nadirde olsa, temanın tespitinde yararlanılabilir.
Şiir Dili Hakkında
Şiirde,
coşku ve heyecanlar, kişiye özgü duygu ve duyarlılıklar dile getirilir. O,
şartları kendisinde olan bir iletişim tarzıdır, bir iletişimde bulunan bütün
unsurlar, coşku, heyecan, duygu ve çağrışım uyandıracak biçim ve değerde şiirde
yer alırlar. Duygu halleri ve duyarlılıklar kişiden kişiye değişir. Aynı nesne,
görünüş ve olay karşısında bireysel olan duygu, duyarlık ve heyecanların farklı
olması doğaldır. Çünkü her insanda algı ve sezgi farklıdır. Bütün bunlar doğal
dilin şiirde niçin ve nasıl değiştiğini hissettirir. Duygu ve duyarlılıkları
ifade etmek için günlük hayatta kullandığımız dildeki kelimeler ve söz
kalıpları çoğu zaman yetmez. Ancak bunları dille ifade etmek için de doğal dil
göstergelerinden başka araç yoktur. Doğal dili şiire özgü iletişimin dili
haline getirmek için dil göstergelerine yeni anlam ve ses ve söyleyiş değerleri
yüklemeye ihtiyaç duyulur. Bu yeni değerlerin kuralı ve sözlüğü yok denilse
yeridir. Bunlar döneme, kişiye, ruh haline, hareket noktası olarak kullanılan
dilin ses ve kültür birikimine, diğer diller ve kültürlerle ilişkilerine göre
oluşur ve şekil kazanırlar. İnsan, seyrettiği bir manzarada kendince belirlediği
bir farklılığı, bir güzelliği dile getirmek için kendine göre gösterge icat
edemez; etse de bunu kimse anlamaz. Dildeki kelimeler ve söyleyiş kalıpları bu
farklılığı ifade edecek biçimde kullanılır. Böylece dil göstergelerine yeni
anlam değerleri yüklenir. Ruh hallerinin ifadesinde de aynı yola başvurulur.
Zaten şiirin bağlamı da diğer metinlerin bağlamından farklıdır. Duygu, coşku,
heyecan ve çağrışımın hâkim olduğu bir bağlamda dil göstergeleri yalnız anlam
bakımından değil ses ve söyleyiş bakımlarından da yeni değerler kazanır.
İnsanların duygu, izlenim, tasarım, sezgi ve coşkuları, kişiye, zamana, mekâna,
psikolojik duruma göre değişir. Şiirde de duygu, izlenim, tasarım, sevinç ve
coşkular, dil ve sesle ifade edilmektedir. Sözü edilen değişikliğin dili
kendine göre değiştirmesi doğaldır. Ancak dil göstergeleri sınırlıdır. Sınırlı
olan dil göstergeleriyle belirlenmesi mümkün olmayan duyarlılıkların,
sezgilerin ifade edilmesi söz konusudur. Bu durum kullanılan dilden hareketle
ve onun malzemeleriyle yeni bir dil kurmayı gerektirir. Özel bir duyarlılığı,
duyguyu, sezgiyi, algıyı, durumu; daha doğru, daha canlı, daha güzel ve daha
tesirli ifade etmek; bunları bilinen başka şeylerle ilişkilendirerek anlatmak,
göstermek, sezdirmek için gereklidir. İlişkilendirerek anlatmak bir yönüyle
anlatan kişinin zevki, kültürü, amacı, bir yönüyle de kullandığı dilin
imkânlarıyla ilgilidir.
İşte bu ilişkilendirerek anlatma, gösterme, duyurma,
hissettirme ve çağrıştırmada bilinen ve kullanılan dil göstergelerinden
yararlanılarak oluşturulan ses ve söz kalıplarına imge denir. İmgelerin oluşturulmasında da mecazlardan yararlanılır.
Bir sözün kendi anlamı dışında kullanılması mecazdır. Söz sanatlarını ayrıntılı
anlatmak ve özellikleri üzerinde durmak bu çalışmanın sınırlarını zorlar. Ancak
bazı hususları kısaca hatırlatmakla yetineceğiz. Bir kelime; ilk anlam dışında
bir hayali, bir düşünceyi, bir tasarımı, bir izlenimi ve benzerlerini ifade
etmek üzere kullanılırsa ve arada o sözün gerçek anlamını düşündürmeye bir
engel varsa, kelime mecaz anlamda kullanılmıştır. "Ahmet'in arabası
uçuyor.", "Ali sobayı yaktı." cümlelerinde böyle bir kullanım
vardır. Çünkü araba uçmaz, kuş değildir; soba yanmaz, içindekiler yanar.
Mecazların
bir kısmında benzerlik ve karşılaştırma ilişkisiyle bir söz başka bir söz
yerine kullanılır. Benzetme (teşbih) ve eğretileme (istiare) böyledir. Bir
kısmında da birliktelik esastır. Bunlar da mürsel mecaz olarak adlandırılır.
Bir
kelimenin gerçek anlamını düşünmeye engel olmayan unsurlar bulunmamak şartıyla
da bir söz kendi anlamı dışında kullanılır. Bu biçimde gerçekleşen mecaz
tiplerinden biri kinayedir. "Ahmet'in hem eli uzun, hem de gözü açıktır.
Onun babası da mahallesinde dişli adamdı." Bu cümlelerde Ahmet'in elinin
hem yapı bakımından uzunluğu hem de hırsızlığı ifade edilmiştir. Gözü açık söz
grubuyla, babanın dişli olmasını dile getiren kelimeler de böyledir. "Alnı
açık, yüzü ak, evinin kapısı açık" sözleri de mecaz olarak kullanılır. Bir
sözün açık söylenmesinin uygun düşmediği yerlerde kinaye yolu seçilir.
Kinaye
ile birlikte üzerinde durulması gereken söz sanatlarından yani mecaz
biçimlerinden biri de tarizdir. İfadeyi kendi anlamı dışında zarif bir biçimde
kullanmaktır. Söylenmek istenilenden güzel ve düşündürücü biçimde sapma söz
konusudur. Tariz, dokundurma, dokunaklı söz söylemedir. Para harcamasını
sevmeyen birine "Çok cömert davrandınız."; tembel bir memura
"Çok gayretlidir, masasında kâğıt beklemez."; gösterişli giyen birine
"Dünyaya çıplak geldiğini unutma." demek bu biçimdeki mecazlara örnek
olacak ifadelerdir.
Mecazlar
benzetme, kişileştirme ve birliktelik ilişkileriyle bir sözün kendi anlamı
dışında kullanılması sonucu oluşur. Mecazlar; benzetme, eğretileme (istiare),
kişileştirme (teşhis ve intak) ve mürsel mecaz (düz değişmece) başlıkları
altında incelenir. Benzetme, eğretileme ve kişileştirme sanatlarında benzetme
esastır. Bir sözün benzetme ilişkisiyle bir başka söz yerine kullanılması için
iki sözün anlam birimcikleri arasında ilişki olması gerekir. Mürsel mecazın
hemen her türünde, iki sözün ifade ettiği kavram ve obje arasında
"birliktelik" ilişkisi vardır.
Kelimelerin
yazılı ve sözlü metinlerde her türlü mecazlardan yararlanılarak kullanılması
sayılı dil birlikleriyle sayısız anlam, düşünce, hayal, tasarı, izlenim, düş ve
benzerlerini ifade etmek zorunluluğundan kaynaklanır. Bunun için de bilinen ve
kullanılan kelimeler yukarıda üzerinde durulan mecazlar yoluyla yeni anlamlar
kazanır. Böylece dil göstergeleri birden çok anlamda kullanılabilir.
Bu
hususun, şiir dilinin oluşmasında önemli rolü vardır. Yukarıda şiir dilinin
özelliklerinden biri de dil göstergelerinin (kelime, kelime grubu, cümleler)
birlikte hazırladıkları çağrışımlar ve duygu değerleridir dedik. . Şiirde ses,
anlam ve söyleyiş; okuyucuda şairin de düşünmediği yeni, farklı duygu, izlenim
ve sezgilerin uyanmasına sebep olur. Şiir de diğer edebî metinler gibi dille
gerçekleştirilen sanat eseri olduğu için her okunuşunda yeniden anlam ve değer
kazanır. Çünkü iletişimin oluştuğu bağlam değişir. Bu hususları yakın dönem edebiyatımızdan
aldığımız bazı parçalar üzerinde gösterelim.
Desem
ki
Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır.
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim.
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm.
Sende tattım yemişlerin cümlesini
Cahit
Sıtkı Tarancı
Günlük
dilin doğal kullanılışında bir insana: "Rüzgârların en ferahlatıcısı
senden esiyor. " denilmez. Yine: "Sende seyrediyorum denizlerin en
mavisini", "Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim.", “Senden
tattım yemişlerin cümlesini.", "Toprakların en bereketlisini sende
sürdüm" gibi ifadeleri de kullanmayız. Ama bu cümlelerdeki kelimelerin hepsini
farklı bağlamlarda kullanırız. Bunun için şiir dilindeki sapmalar burada
aranmalıdır.
İnsanı
rahatlatan rüzgâr nereden eser? Yerine göre bir dağdan veya bir denizden.
Şiirde; "Bunaltıcı yaz sıcaklığında 'sen' varlığınla serin bir rüzgâr gibi
beni rahatlatıyorsun.", "Sen bende uyandırdığın tesirle serinletici
rüzgârın kaynağı gibisin." denilmek isteniyor. Ama böyle bir açıklama yok.
Bu durum şiir dilinin özelliğidir.
Denizlerin
mavisi insana huzur verir. Ormanların en yoğunu ve en kuytusunda gezmekten zevk
duyulur. Çiçek bahçelerinin güzelliğini ve bu bahçedeki solmaz çiçeklerin,
toprakların en bereketlisini, yemişlerin tadını düşünmek insanda değişik
duygular uyandırır. Şiirde "sen" zamiriyle sevgiliden söz edilmiştir.
Sevgili, rüzgârıyla insanı ferahlatan dağ; mavi rengiyle gözleri dinlendiren
deniz; tabiat, gezilen orman ve çiçeklerin en solmazının yetiştiği bahçedir;
toprakların en bereketlisi, yemişlerin hepsinin tadını veren bir varlıktır. Bu
dizeler benzetme üzerinde kurulmuştur. Yukarıdaki şiir parçası tek bir imge
çevresinde oluşmuştur. Doğada bulunan bütün güzellikler sevgilide vardır. Ancak
bu, böyle bir cümleyle söylenirse okuyucu ve dinleyicinin dikkatini çekmez.
Ayrıca okuyucuda tesirli de olmaz. Sevgili bütün doğal varlıkların görünüşünü,
rengini, verimliliğini, kokusunu ve tadını veren bir varlığa benzetilmiştir. Bu
benzetmenin yukarıda görüldüğü gibi kısaca ve yoğun biçimde dile getirilmesi,
üzerinde durulan sevgili aracılığıyla gerçekleştirilmiştir.
İmge,
şairin gördüklerini ve hissettiklerini her okunduğunda yorumlanabilecek şekilde
yoğun olarak dile getirilmesini sağlamıştır.
"Desem
ki" şiirinin alınan bu bölümünde "Desem ki" sözünü
"senden" ve "sende" zamirinin yer aldığı cümleler
izlemektedir. Bu cümlelerin hepsinde "ben" sevgili karşısında, kendi
duyarlılığını haber cümleleriyle ifade etmektedir. "Sen" zamiri her
dizede bir başka yerde ifade edilmiş, böylece şiire olumsuzluk katacak
"sen" tekrarından kaçınılmış; "ben", "sen"
karşısında duygularını konuşma dilinin doğallığı içinde ifade etmiştir.
Gel
Bahar
Gel bahar erit bu yolun karını
Geçen seneleri anmayalım hiç.
Dinle bülbüllerin şarkılarını,
Güllerin kıpkızıl şarabını iç.
……
Saçında baygın bir gül kokusu var.
Dudakların kızıl karanfil gibi
Gözlerinde gülsün yine ışıklar
Sesinle büyüle çarpan her kalbi
Bu hayat zaten bir efsanedir, gel!
Halide
Nusret Zorlutuna
Bu
şiir, kişileştirme (teşhis) ile gerçekleştirilen bir imge etrafında oluşmuştur.
"Gel", "anmayalım", "dinle bülbülün şarkılarını",
"şarabını iç", "saçında gül kokusu var", "gözlerin
gülsün", "sesinle büyüle", "dudakların karanfil gibi",
"seneleri anmayalım" söz ve söz grupları insana özgü durumları ifade
etmektedir.
Şiirin
tamamı kişileştirme yoluyla gerçekleştirilen bir imgenin üzerine kurulmuştur.
"Bahar güzel bir kadına benzer." cümlesiyle, yukarıdaki şiirdeki
ifadeler, düz yazıyla şiir arasındaki farkı göz önüne serer.
"Gel
bahar erit." söz grubu konuşma diline özgü söyleyiş kalıbına uygun
düzenlenmiştir. Şiirin ilk dörtlüğündeki söz gruplarının ve dizelerin konuşma
diline özgü cümle kuruluşuna uygun olduğu görülmektedir.
Anneciğim
Ak saçlı başını alıp eline
Kara hülyalara dal anneciğim
O titrek kalbini bahtın yeline
Bir ince tüy gibi sal anneciğim
Necip
Fazıl Kısakürek
Şiirde
karşılaştığımız bazı söz gruplarının üzerinde durmak, şiirin dilinin doğal
dilden farklılıklarını ortaya koyar. "Ak saçlı başını alıp eline" söz
grubunda baş ele alabilecek basit bir madde olarak düşünülmüştür. Ele almak,
incelemek, gözden geçirmek anlamına da gelir.
"Kara"
kelimesi maddelerin rengini bildiren bir sıfattır. Hülyanın beyazı, karası,
sarısı, kırmızısı olmaz. "Kara" kelimesi, "Kara hülyalara
dal" söz grubunda da renk anlamında kullanılmamıştır. Bu söz grubundaki
"hülya" maddî bir varlık olarak düşünülmüş "dal" sözüyle bu
maddî varlığın içine dalınabileceği tasarlanmıştır. Oysa hülya içine dalınacak
sıvı bir nesne değildir. Ancak içine dalınılan nesne nasıl dalan objeyi
bütünüyle sarıp sarmalıyor onu sımsıkı kuşatıyorsa hülyalarında insanı öyle
sarması düşünülmekte veya istenmektedir. “O titrek kalbini bahtın yeline / Bir
ince tüy gibi sal anneciğim” mısralarında “titrek kalp”, “bahtın yeli”,
“kalbini bir ince tüy gibi sal” gerçek
anlamlarına ve metinde kazandıkları değerlere dikkat etmek gerekir. Ayrıca bu
dil göstergelerinin nerede, nasıl ve ne zaman bu değerleri kazandıklarını,
sanatkârın bunları seçmede ve kullanmadaki maharetinin derecesi ve özellikleri
üzerinde düşünmek şiir dilinin oluşumunu ve kullanılışını kavramak için
vazgeçilemez, ihmal edilemez hususlardır.
Şiir
metinlerinin dili üzerinde çalışırken bu metinlerde dilin hangi işlev ile
kullanıldığını ve bu işlevde amacın ne olduğunu belirtmekte yarar var.
Yukarıdaki şiir parçalarında her hangi bir husus hakkında açıklama yapılmıyor,
bilinmeyen bir husus açıklanmıyor ve öğretilmiyor. Bir hukukî ve ticarî
işlemden de söz edilmiyor; felsefe de yapılmıyor. Yaşanılan bir duygu hali, bir
heyecan, bireysel zevkin ikliminde dil göstergeleriyle duyuruluyor,
hissettiriliyor. Amaç ne öğretmek ne göstermek, ne açıklamak. Konuşan veya
yazan insanın bir çıkar beklediği de düşünülemez. Okuyanın da maddi bir çıkar
sağlayacağını düşünmek dilin bu işlevinin tabiatına terstir. Bu metinlerde dil
“poetique” (şiiriyet-yazınsallık) işleviyle kullanılmaktadır. Ancak bu demek
değildir ki bu işlevin insan ve doğa gerçekliği ile ilişkisi yoktur. İnsanın
farklı hal ve görünüşler, yaşantılar, olaylar, düşünceler ve benzeri karşısında
hayal kurması, yaşadığı, gözlemlediği, öğrendiği her hangi bir gerçekliği
kendince yeniden yaşaması, kurması ve hayal etmesi ihmal edilmez insanî gerçeklik
değil mi?
İnsanları
bu gerçeklik dışında düşünmek, biraz da insanı insan kılan bazı hususları
inkâra yol açmaz mı? Öyleyse dil şiiriyet işleviyle kullanıldığında maddi
olandan farklı bir gerçekliği ifade etmekte, düşündürmekte, hissettirmektedir.
Böylece anlam dondurulmaz, dil farklı bağlamlarda farklı kişiler karşısında ve
farklı zamanlarda yeni değerler kazanır. Dil/söz ayrımı, ilk anlam-yan anlam
konusunda söylenenleri hatırlamakta yarar var sanıyorum. İletişim yalnızca
öğretmek, açıklamak, yol göstermek, inandırmak, tartışmak, tanıtmak için
oluşturulan bir etkinlik değildir. Yukarıda sözü edilen bireysel gerçekliği;
duygu, heyecan ve sezgileri merkeze alarak ifadesi bir başka iletişim tarzına
vücût verir. Bu iletişim tarzında estetik endişe ve sanat yapma ihtiyacı
bağlamı, dili ve iletişim tarzını belirleyen önemli faktör durumundadır. Bunun
için edebî metinlere, özellikle de şiire kendine özgü bir iletişim tarzı
gözüyle bakmak hiç de hata olmaz.
Şiirde Âhenk Hakkında
Şiiri
diğer edebî metinlerden ayıran en önemli özelliklerden biri de âhenktir. Çünkü
kelime ve kelime grupları dil kurallarından çok şiire özgü söyleyişle âhenk
etrafında bir araya gelir. Dil öğelerinin seçiminde, ele alınan temanın
ifadesinde ahengin rolü her dönemde ve her şiirde hemen hissedilir. Ezgisiz
müzik olmadığı gibi âhenksiz şiir de yoktur. Ancak şiirdeki âhenk müzikteki
ezgi değildir. Birinin ses değeri nota ile ifade edilir, bu ayrı bir sanattır,
ayrı bir iştir. Şiirde âhenk kaynağını konuşma diline özgü tonlama ve söyleyişten
alır. Tonlama ve söyleyiş de, dile getirilmek istenen duygu ve duygu haline
dönüştürülmüş düşünce ve izlenimlerin anlam değerine, dinleyen veya okuyanda
uyandırılmak istenilen estetik yaşantıya göre şekillenir. Ses, söyleyiş ve
anlam birlikte âhenge vücut verir. Âhengi yalnızca mısra sonlarında veya
ortalarındaki ses benzerliği olarak düşünmek elbette doğru değildir. Anlamdan
soyutlanmış bir âhenkten söz etmek isteniyorsa şiirin sözlerine hiç baş
vurmadan âhengini dile getirsinler demek pek hata olmaz. Şiirde âhengi yalnız
ses benzerliğine indirgemek biraz işin dışında olmak demektir.
Şiirde
âhenk; anlam, ses akışı, söyleyiş, ritim ve ses benzerliği ile sağlanır. Ancak
âhenk bunlardan birine indirgenemez. Zaten âhenk; tema çevresinde dille ses ve
söyleyişi şiire özgü yapıda birliğe ulaştıran temel öğelerden biridir. Her
insanın, her topluluğun, her kültür ve yaşama seviyesinin, belki de her dünya
görüşünün beraberinde getirdiği bir âhenk zevki ve tercihi var. Kahramanlık
şiiri okur gibi aşk şiiri okumak sanat zevki olan insanların pek hoşuna gitmez.
Hürriyet kasidesini okur gibi Makber’i okumak, makberdeki ses ve söyleyişle
Ömr–i Muhayyel’i seslendirmek pek hoş ve doğru olmaz sanıyorum. Her halde her
şiir kendi sesiyle gelir. Bu ses, kelimeleri birleştirerek yeni birimler ortaya
çıkarır. Şiirin ahengi hissedilmeden, anlaşılmadan, tespit edilmeden onu okumak
doğru değil dersek hata eder miyiz? Sanmıyorum. Çünkü burada okumak sözüyle
şiiri içten veya duyulacak tarzda seslendirmeyi kast ediyoruz.
Yukarıda
söylediklerimizi daha yalın ifadeyle tekrar etmekte yarar görüyoruz. Günlük
konuşmadaki vurgu ve tonlama, şiirdeki temaya uygun biçimde yorumlanarak şiire
özgü ses akışıyla söyleyişe ulaşır. Böylece söyleyişe, temaya uygun duygu
değeri verilerek ses dilin şiirsel işleviyle yorumlanır. Bu duygu değeri
konuşma esnasında da vurgu ve tonlamayla cümleye yüklenmektedir. Şiirde ise bu
daha da işlenir, temayı sesle sezdirecek bir değer kazanır.
Şiire
özgü söyleyiş yazı dilinden çok konuşma dilinden hareketle düzenlenir. Bu
söyleyiş ölçüden gücünü alan ritim ve ses benzerlikleriyle zenginleştirilip
tamamlanarak, şiire özgü âhenk oluşturulur. Âhenk, sözü edilen öğelerin dilin
şiirsel işlevi çevresinde bir tema etrafında sanata özgü hüner ve
duyarlılıkların birleştirilmesi sonucu elde edilir. Şiirdeki âhenk musikideki
âhenkten farklıdır. Şiire özgü duyarlılığın seslendirilişidir.
Şiirde
âhenk öğeleri o kadar iç içedir ki tema, yapı, dil, ses ve söyleyiş ahengi
birlikte oluşturur. Birinin diğerine önceliği yoktur. Ancak inceleme esnasında
her birinden ayrı ayrı söz edilir. Şiirde kafiye ve aliterasyondan başka ahengi
sağlamak amacıyla kelime tekrarlarına rastlanmaktadır. Cahit Sıtkı'nın
"Kar ve Hatıralar" şiirinden alınmış aşağıdaki dizelerde tekrar ile gerçekleştirilen
âhenk dikkati çekmektedir. .
…
Beyaz bir sükût işte, kar yağıyor, kar, kar, kar
Sanırım ki uçuyor gözümde hatıralar.
Beyaz bir sükût işte, kar yağıyor, kar, kar, kar...
Bu
mısralarda tekrar edilen sesler yalnızca ses değil anlam ve söyleyiş değerlerine
de sahiptirler. Birinci ve üçüncü mısralardaki kar sözü bir defa okunduğunda
metnin anlamında çağrışım ve duygu değerlerinde değişiklik olur.
Şiirde
ahengi sağlayan öğelerden biri de ritimdir. Ritim, uzun müddet ölçü ile
sağlanmıştır. Türk şiirinde hece ölçüsü millî ölçümüz olarak kabul edilir.
Çünkü Türkçenin ses ve söylenişine yani yapısına uygundur. Şiirimizin Arap ve
İran şiirinden etkilendiği dönemde seslerin uzun ve kısa söylenişine dayanan
aruz ölçüsü kullanılmıştır. Şiirde ritim; hecelerin gruplanmasıyla veya
seslerin düzenli dizilişiyle sağlanır. Son dönem şiirimizde ritmin önceden
belirlenmiş bir düzeni ve ölçüsü yoktur. Bunun için serbest nazımdan ve serbest
ölçüden söz edilir. Vezinsiz (ölçüsüz) şiir olur ama ritimsiz şiirden söz
edilemez. Ritim, söyleyiş ve sesle ilgili bir husus olarak düşünülmelidir. Asıl
olan vezin değil ritimdir, vezin ritim için bir araçtır.
Ahengi
sağlamada söyleyişin de büyük önemi vardır. Günlük konuşma dilinden yararlanan
şiir, kendine özgü bir söyleyişe ulaştığı takdirde başarılı olur. Söyleyişin
önemini kavramak için şu iki cümleyi art arda okumak yeter: Ahmet Haşim,
"Bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın. " yerine "Ağır ağır
çıkacaksın bu merdivenlerden" cümlesini tercih etmiştir? İkinci cümledeki
söyleyiş şiirseldir.
Yahya Kemal, "Kürekleri aheste çek mehtap
uyanmasın." yerine "Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın."
şeklindeki söyleyişi; Ahmet Muhip Dıranas, "Hava keskin bir kömür
kokusuyla dolar, güneş batmadan kapılar kapanırdı. " yerine "Hava
keskin bir kömür kokusuyla dolar, kapanırdı daha gün batmadan kapılar"
söyleyişini tercih etmiştir.
Söyleyiş
konusunda ihmal edildiğini sandığımız bir husus üzerinde durmak istiyoruz: Her
şiirde, belki de sanatkâr düşünmeden bir söyleyici yaratmaktadır. Bu söyleyici
kendisi değildir. Yalnızca o şiir için yaratılmış kişidir. Görevi ve varlığı o
şiir metnini söylemekten ibarettir. Konuşma esnasında konuya, hitap edilen
kişiye, yere ve zamana göre ses tonu, vurgu ayarlandığı, kelimeler seçildiği
gibi, şiirde de bu söyleyici, konuşma dili sentaksından hareketle, kendi
kimliğine, zevkine ve anlayışına göre bir söyleyiş tarzı belirler. Bu söyleyiş
tarzı metindeki birçok öğeyi şekillendirir ve etrafında toplar. Tema söyleyiş
ile birlikte gelir, zaten standart ve doğal dilin şiir dili seviyesine
yükseltilmesi de söyleyişle gerçekleşir. Çözümleme örnekleri üzerinde dururken
bu hususu vurgulamaya çalışacağız.
Şiirin
kendine özgü bir ses akışı ve duygu değeri vardır. Şiirdeki âhenk öğelerinden
biri de budur. Bir robotun konuşmasıyla, insan konuşması bu yönüyle birbirinden
ayrılır Robot sesinde duygu değeri yoktur. Vurgu ve tonlamalar aynı olduğu için
ses akışı da yoktur. Şiirdeki ses akışı gücünü duygu değeri vurgu ve tonlamadan
alır. Düz yazıda da bu ses akışına şiirdeki şekliyle rastlanmaz.
Bütün
bunlar, şiirin kendisini meydana getiren unsurların orijinal bir terkibi
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu terkip tanımlanamaz, onun formülü de
yoktur. Belli kalıpları olduğunu söylemek de şiiri ve şiir dilini dondurmak,
yani sanat etkinliğini süreyle sınırlandırmak ve zamandan koparmak olur. Ayrıca
her şiir her zaman yenidir. Çünkü o, sesi, anlamı, söylenişi, ritmi ve
ahengiyle bütündür. Her an yeniden kurulmaya hazır bir sistemdir.
Şiir çözümlemesini ve incelemesini yukarıda
üzerinde durulan hususlarla sınırlamak elbette doğru değil. Bunların, zamanın
getirdiği dikkat, kültür ve dil bilimleri çevresinde kabul edilen ve tartışılan
bilgi ve teorilerle zenginleştirilmesi mümkün. Belki de gerekli. Ancak
zihniyet, yapı, tema, dil, âhenk üzerinde durulmadan metnin çözümlendiğini
söylemek de son derece güç. Bize bunlar, şiir çözümlemesinde vazgeçilemez
hususlar olarak görülmekte. Elbette metnin anlamı ve yorumu üzerinde durmak
gerekir denilecektir. Zaten bütün bunlar, metnin daha iyi anlaşılmasına ve
yorumlanmasına hizmet eder. Anlama yorumlama ve değerlendirme işi, çözümlemenin
sonucu olarak gerçekleştirilen bir etkinliktir. Bunlar, okuyucunun inceleme ve
çözümleme sonucu kendi kültür birikimi ve zevk seviyesine göre, okuyucunun
zihin ve hayal dünyasında gerçekleşecek hususlardır. Anlama ile yorumlama
arasındaki sınırı belirlemek de bize pek mümkün görünmemektedir. Bu arı bir
iştir. İnceleyiciden çok okuyucuyu ilgilendirir. Zaten okuyucu ve seyirciyi
esas alan sanat ve edebiyat teorileri bu alanlarla ilgili problemler üzerinde
durmaktadırlar. Biz burada, metnin nasıl çözümlenmesi gerektiğini ifadeyle
kendimizi sınırladık.
Çalışmamızın
bundan sonraki kısımlarında bu söylediklerimizi Türk Edebiyatı tarihinden
seçilmiş metinlere uygulamaya çalışacağız, teorik bilgi ve birikimlerin gözden
kaçan ayrıntıları üzerinde uygulama anında durulabileceğini de hatırlatmakta
yarar görmekteyiz. Ancak teorik bir ön hazırlık olmadan da metinleri
çözümlemeye kalkışmak, şiir metinleri çevresinde, kültür bilimlerinin
dünyasında seyahat etmek gibi bir şey olmalıdır. Bunun yararsız olduğunu
söylemek doğru olmaz. Ancak zamanımızda böylesi çalışmalara şiir çözümlemesi
veya incelemesi demek bize iddia gibi görünmektedir. İnceleme ve çözümlemenin
metodu, en azından ana hatlarıyla, önceden belirlenmelidir düşüncesindeyiz.
Türk
edebiyatındaki bütün şiirleri çözümlemenin mümkün olmadığını söylemeye ihtiyaç
yok. Aynı metotla, her dönemden seçilen birkaç şiir üzerinde durarak metin
çözümlemesinin bir döneme özgü etkinlik olmadığını sezdirmeye çalıştık. Gaye,
Türk edebiyatındaki bütün metinleri çözümlemek değil, onların nasıl
çözümlenmesi gerektiğini göstermek ve sezdirmektir. Bu düşünceyle kavmî
dönemden, dinî dünya görüşünün hâkim olduğu çağlardan seçilmiş birkaç metin üzerinde
durduktan sonra geçiş döneminin karakteristiğini gözler önüne seren birkaç şiir
üzerinde durmak istiyoruz. Sonra da xx. yüzyıl şiiri üzerinde durmayı
düşünmekteyiz