MEMLEKET HIKAYELERI HAKKİNDA YAZİLANLAR
Ben edebiyata biraz meraklıyımdır. Eskiden bu merakım
estetiğin sınırı içinde kalırdı, şimdi biraz daha derine gidip kitaplardan
yazarlarına, yazarlardan devirlerin zihniyetine ve toplumların davranışlarına
doğru uzanmak ister. Meselâ çok eskiden büyük üstad
Refik
Halid'in Memleket Hikâyeleri'ni, sadece bir güzel yazı okumak keyfi katkısız
bir edebi zevk için hatmetmiştim, şimdi
onları
yeniden okuyor ve her birinde, o edebi keyfin ötesinde, bambaşka hazineler keşfediyorurn.
Bana onlar, vatan
Anadoln'nun
yarım asır içinde değişen ve değişmeyen davranışlarına en keskin ışığı tutuyor.
Onlar sayesinde üstad Refik
Halid'in
öze varmaktaki büyük kudretine ve zamanı yenen eşsiz görüş ve anlayışına
bambaşka bir idrakle hayran oluyorum.
Bana o hikâyeler, bugün, Anadolu'nun insan ve cemiyet hayatı hakkında yazılmış ve
yazılaçak en azametll psikoloji ve sosyoloji
eserlerinden
daha etraflı, daha derin, daha dolu ve daha gerçek geliyor. Öyle sanıyorum ki,
bu hikhyeleri okumadan Anadolu'yu anlamanın, anlatmaya başlamanın imkânı yok.
Bavuluna kamerasına, not defterini, Mahmut Makal ve Fakir Baykurt'un
eserlerini
doldurarak Anadolu'yu keşfe hazırlananlara, haritaya bakmadan ve yola çıkmadan
önce, o yarım asırlık Memleket
Hikâyeleri'ni
okumalarını tavsiye ederim. Ne yalın
söyleyeyim, ben insanları iyi anlatan ve sevdiren edebiyatın taraflısıyım.
Hâdiselere
ve zamana, asıl o duru kafa ve engin insan aşkıyle yazılmış eserler
dayanabiliyor da, ondan.
Prof. Sabri Esad SIYAVUŞGIL 1964
Türk
endüstrisi yenidir ve son yıllarda
kurulmuştur. Daha bir işçi problemi yokken Refik Halld 1920 de yayınladığı
Memleket Hikâyelerinde - bu hikaye kitapta 1909 tarihini
taşımaktadır - Ilk sosyal hikâyeyi yazdı.
Refik Halid'in Memleket Hikâyeleri'nde ulaştığı yüksek sanat örneğine
bir daha erişilmemiştir. Dil, üslup
ve edebi yönden bugün de aşılamayan bu hikayeler modern Türk
Edebiyatının en güzel mahsulleridir.
Profesör Otto SPIES Bonn 1963
Refik
Halid'in Memleket Hikâyeleri'nde yer'alan Yatık Emine, Cer Hocası, Sari Bâl vesaire Anadoluyu ve orada
yaşayan yerli tipleri özel
havası içinde o zamana kadar görülmemiş bir canlılık ve aydınlıkla bize
tanıtır.
Bunlar hep bizim
hayatımızın hikâyeleridir.
Agâh Sırrı LEVEND
Refik
Halid Memleket Hikâyeleri'nde hiçbir siyasi akide
gözetmeden serapa beşerin ıstıraplarını tahlil etmiştir. Yatık Emine, Koca
Öküz, Hakkı Süküt, Kuvvete Karşı, Cer Hocası ayrı ayrı birer ıstırap
tahlilleridir.
Refi' Cevad ULUNAY
Memleket
Hikâyeleri Türk Edebiyatında Anadolu'nun ilk hakiki hikâyeleridir. Anadolu
Memleket
Hikâyelerinde bütün gerçek
varlığı ve iç âlemi ile karşımıza getirilmiştir.
Nihad Sami BANARLI
Memleket Hikâyeleri gerçekten öz
hikAyelerdir. Ondan sonra ne kadar gayretliler çıktı. Bu
yolda uğraştılar,
fakat gözlerindeki kalın perdeyi sıyıramadılar. kabukta
kaldılar, cevhere varamadılar.
Refik Halid'in san'at menşurundan
süzdüğü manzaralar, tabiat ve şahıslar altın suyuna batırılmış zincirler gibi
âteşin kıvılcımlı bir parıltı ile göz alırlar.
şeftali Bahçeleri, Sarı Bal, Yatık Emine hikâyeleri,
hikâyeye memleketin girişidir. Bunlarda yazıldığı çağın
manzarası, psikolojisi, mantığı, iç, ve dış varlığı ile
bütün memleket yaşar.
Hakkı Süha
GEZGİN
YATIK EMİNE
Akşam üzeri, geç vakit, jandarma mülâzımı (teğmen) kalemden
çıkarken çavuş odaya girdi: selâm verip bir kâğıt uzattı:
Merkezi vilâyette mütevali
vak'alar hudusuna sebebiyet veren uygunsuz takımından Yatık
Emine, kaza dahilinde ikâmet ettirilmek ve âhar bir
mahalle azimetine muhalefet olunmak üzere edildiğinden
icrayı icabı emrediyordu. Kaymakam bu tezkerenin arkasına lâal
mürekkebe batmış kamış kalemle yazdığı havalede
Kasabanın ahlâk-ı umumiyesini ifsada meydan verilmemek
için lâzım gelen tedabirin jandarma
bölük kumandanlığınca ittihazı» demişti.
Mülazım daha
yeni mektepten çıkmış, pembe, sarışın, tüy gibi ince, güzel endamlı bir
delikanlıydı.
Mektepte
adı Dal Sabri idi. Bunu okuyunca garip bir utangaçlıkla hafifçe kızardı; daha
bu cinsten bir işe ilk rastlıyordu. Fakat
çavuşa
acemiliğinden renk vermemek ve çapkın görünmemek için kaşlarını biraz çatarak
çok ciddî yapmak istediği bir sesle:
- Getirin onu buraya!
Dedi. Ne yapacağını
kendisi de pek iyi bilmiyordu. Önce şu kadını bir görecekti; sonra, sonra da
belki korkutacak, ona bazı
emirler verecekti. Dirseklerini masasına dayadı, önüne
kâğıdı çekti ve bekledi.
Burası Ankara'ya iki gün öte, ana yollardan aykırı küçük bir kasabaydı. İki
gün bitmez tükenmez yokuşlar çıkılarak bin
zahmetle takatı tüken miş ve eıilmiş bir halde gelindiği
halde orada oturulacak bir kahve, yatacak bir han bulunmaz; şu
çıplak kuru memlekete varmak için neden bu kadar yollar
aşıp zahmetler çekildiğini insan bir türlü anlamazdı. Soğuk, barınılmaz
bir kışı; susuz,: dayanılmaz bir yazı vardı. Civara nisbetle o kadar yolsuz ve yüksekti ki, sanki buraya insanlar
yokuşları tırmana tırmana değil, gökten serpilerek
gelmişler ve inmeğe iz bulanıayarak öyle, dünyadan alâkasız bir küme
halinde kalmışlardı. Haymana ovasının ortasında, en yüksek
bir yerde gözcü gibi bekleyen kasaba, kerpiç evleri ve
ağaçsız sokaklarıyle ne kadar zevksiz, kasvetliydi. Bütün
ömürlerini netice vermiyen davalar arkasında büyük ümitlerle
koşa didişe geçirip nihayet umduklarını bulamadan yıkılıp
ölen adamlar gibi buraya nihayet tırmananlar da hiç şüphesiz
arayıp beklediklerini bulamamaktan ileri gelme bir kederle
düşüp kalmışlardı.
ilk insanlar o, yanık ovaları, sarp
dağları aşarak buraya çıkmaya neden lüzum görmüşlerdi? Tufan gibi nasıl bir
tehlike
önünden kaçarak bura ya yerleşmişlerdi? O, şimdi bilinmiyordu,
fakat her halde, bu derece zorluğa katlanabilmek için
mühim sebepler olmalıydı. Zaten civardaki halk He kolayca buluşup münasebete girişememek yüzünden bu hesaba gayet
geri, gayet uyuşuk, şevksiz kalmıştı. Ne gençlerin de
hayatın ilk tadlarını duymaktan gelen bir iştah, bir sıcaklık; ne de
ihtiyarlarında rahat bir yaşlılığın verdiği çubuklu, hikâyeli bir
keyif... Kadınlar ise
taş gibi hissiz, kütük kadar hareketsiz ve
dönuktular; fakat hepsinin de ne kadar gürbüz, ne dinç, ve sağlam
vücutları vardı... sıtmaların tırmanamadığı, hastalıkların
barınamadığı bu dağ sırtında çınarlar gibi gelişe genişleye uzun,
bıktırıcı bir ömür sürüyorlardı. Ne kadar heyecansız, ne
derece uyuşuk bir ömür! Hayatın aşağı tabakalarda insanları kavuran,. çarpışıp didiştiren fırtınaları
burasını tutmuyordu.
Burada mâneviyat itibariyle de durgun, tahavvülsüz (Değişikliksiz)
bir hava, karları lapa lapa yağan, sakin bir dağ iklimi vardı. Köylerinde ahali
apaçık, kaç göçsüz gezip yaşadıkları halde bu kasabada kadınların iki gözünü
birden görmek
imkânsızdı. Gelin bir evde, kayın babasından kaçar, güvey baldızının
yüzünü tanımazdı. Sazsız, sözsüz; düğünsüz derneksiz
bir ölü hayatı geçiriyorlardı. Bol bol evlenmekten ve sık sık doğurmaktan başka
ömürlerinin tadı, acısı yoktu. Kadınlarında
ne oynaklık, erkeklerinde ne bir haşarılık.. Kaçma, kaçırma gibi
hâdiselere tektük rastlanırdı; ahlâksızca vak'alar da binde
bir görülürdü. İşte vilâyet merkezinde bitip tükenmez uygunsuzluklara
sebebiyet veren Yatık Emine ahlâkını ıslâh etmek için
bu donuk kasabaya gönderilmişti. Jandarma kumandanı kapının önünde sesler duyunca tavrını büsbütün
ciddileştirdi. İçeri,
arkasında rengi atmış siyah bol çarşaf, yazma peçesi inik, elleri
pelerininin altında saklı ufak tefek, mahçup ve korkak bir
kadın girdi; hemen oracıkta, eşiğin yanında durdu.
11
Mülâzım bunu
beklemiyordu. O zannediyordu ki, İstanbul sokaklarında bazan rasgeldiği gibi
sigarası parmaklarında,
allıkları yüzünde, peçesi açık, dişleri çürük, yürüyüşü kıvrımlı, tıknaz
bir kadın girecek, yayvan yayvan hemen konuşmaya
başlıyarak nihayet jandarmalarla tutturulup dışarı attırılacaktı. Karşılıklı
duruyorlardı. Mülâzım bekleyip hazırlandığının
çıkmamasından dolayı büsbütün durgunlaşıp kızardı; neden sonra, okur gibi
yaptığı kâğıda başını eğerek sordu:
- Emine sen misin?... Yatık Emine!...
Obürü hiç cevap vermedi; kımıldamıyordu bile... Sıkı sıkı
yüzüne çekip çenesinin altından iğnelemiş olduğu, üzeri mor ve beyaz
dallı yazma peçesinin arkasında gözlerinin canlılığı,
dikkatli dikkatli baktığı farkolunuyor, bu gergin tülbendin bastırdığı
burnunun ucu da beyaz, toparlak bir benekle yüzünün tam
ortasında göze çarpıyordu:
Sabri şimdi yan gözle onu tetkik ediyor; o kadar kapalı,
şekilsizdi ki insana ne iğrenme, ne beğenme, hiç bir his vermiyordu.
Ökçeleri çarpık, uçları kalkık yamru yumru ayakkabıları
toz içindeydi; çarşafının kumaşı da yer yer akmış ve buruşmuştu.
-
Söylesene be!... Sen misin?
Kadın biraz
kımıldadı, sonra o vücuttan çıktığına inanılmayacak kadar boğuk, kalın bir
ihtiyar, şişman Lehli kadın sesiyle:
- Benim, dedi, adım Emine, babamın adı Abdullah, anamınki
Hürmüz... Üç yüz yirmide doğmuşum, rum! hesap,
hamidiyemde öyle kayıtlıymiş, kağıdıma Yanık Emine
yazmışlar amma o yanlış, bana Yatık Emine derler...
Karakoilarda, mahkemelerde tekrar
ede ede öğrenmiş, ezberlemiş olduğu bu sözleri bir bir arasından
kayıtsızca
söylüyordu. Mülâzım sözünü keserek:
- Bana bak dedi. Yatık Emine misin, Yanık Emine
mi, her ne herze ise, bana onun lüzumu yok; burası Ankara değil, aklını
başına al, uslu slu otur, ufak bir münasebetsizliğini duyarsam seni
karakola çeker, eşek sudan gelinceye kadar döverim,
kemiklerin kırılır anladın mı? Şimdi arş!
Kadın hiç cevap vermedi; ezile büzüle, sıska bir yavru köpek
gibi duvara, kapının pervazına sürünerek dışarı çıktı.
İyi mal
olsa buraya gönderirler miydi ?Kavruk murdarın biri... Çavuşu çağırdı: Alın
onu, kadınlar hapisanesine misafir
edin!
emrini verdi, kı lıcını taktı, avluya yürüdü. Emine orada etrafını alan yılışık
jandarma halkası ortasında sırtını duvara
verip
çömelmiş, peçesini açmış, hararetli hararetli konuşuyor:
- Taşlar ayaklarımı daladı, bu ne cehennemin bucağı yermiş... Diye yılgın bir
tavırla yolda çektiği sıkıntıları anlatıyordu.
Kasabada kimse Yatık Emine'ye ev vermek istemiyor, hiç bir mahalle onu
almaya katlanamıyordu. Memlekette içten içe
kaynayan
bir hiddet, bir hoşnutsuzluk vardı. Kahvelerde toplanan erkekler, çeşme
başlarında biriken kadınlar hep bu işi
konuşuyorlar:
- Hele hükümatın ettiğine bak, kötü karıları gönderecek bizim memleketi
mi bulmuşlar?...
12
13
Diye söyleniyorlardı. Vilâyetin bu kirli hediyesi onurlarına dokunmuştu. Hatta halkın
sıkıştırması üzerine Belediye âzası
kaymakamın yanına çıkıp şikâyet bile etmişlerdi. Fakat
aldıkları cevap sertti; mademki vilâyetin emriyle gelmişti, geri
çevrilmesine imkân yoktu; hem bu memleketleri için bir
şerefti; vali burasının ne kadar ahlâklı bir kasaba olduğunu
bildiğinden ıslahı haletsin diye onu göndermişti. Hiç
şüphe yoktu ki günah yoluna sapan bu kadın, memleketlerinde ahlâkını
değiştirecek, doğru yolu bulacaktı; bunun hayrı, sevabı
onlara idi. Kirk yıl kötü, bir gün tövbekâr...Bu izahat eşrafı pek de
ikna edemedi, daha ziyade zorlamaya çekinmişlerdi. «Hele
bir zaman bekleyelim! » karariyle dağıldılar. Ahali hala sert,
merhametsiz davranayordu,.
Kaymakam, Yanık Emine'nin kadınlar hapishanesinde usul dışı uzun müddet kalmasından
ürküyor,
jandarmaya «ille eve çıkmalı» diyordu.
Bir gün Emine'yi kanlar içinde
hapishanenin avlusunda yatar buldular. Emine oradan memnundu; dostunu baltalayan bir
yörük karısıyla komşusunun sandığından beşibiryerdeler aşıran bir göçmen kadını
arasında külfetsiz, zahmetsiz yaşıyor,
başını dinliyor, yorgunluğunu alıyordu. Lakin bir gün, hapishane
bahçesindeki ağaçta dutlar doldu.
Yarı ham, yarı olmuş
silkip yere düşenlerin beraberce yenmesine önce ses
çıkarmadılar, fakat yemişler pişip tatlılaşınca iş değişti. Hepsi girmeğe hakkı
olmadığı halde aralarına sokulup kısmetlerini yiyen bu kadın da kimdi? İki
mahpus başbaşa verip konuştuktan sonra hiç
yoktan bir kavga çıkardılar; Emine'yi bir iyi dövdüler.Vak'a haberini alan kaymakam, mülâzımı çağırttı:
- Haspa orada rahat durmamış, bir gün
yörük karısı kızıp gırtlağından sıkarsa neden hapishanede duruyordu diye bizi
mes'ul
ederler. Bugün
çıkacak, anlaşıldı mı? Emrini
verdi Emine sokak ortasında kaldı. Nerede yatıracaklardı? Nihayet kalem
odacılarından bir ihtiyar, evinde alıkoymağa razı oldu.
Kasaba kadınları bunu haber alınca kafile kafile yollara düzülüp
seyre, odacının evine geliyorlardı.Orak biçmek için kasaba cıvarında çadır kuran çingene kadınları bile kulaktan kulağa işi
duymuşlar, onlar da bir kafile olarak odacının evine
misafir gelmişlerdi. Evi dolup dolup boşalıyor, bir düğüne gelir gibi
feslerine inci, boyunlarına beşibiryerde takmış, yüzlerine
düzgünler sürmüş irf kuvvetli ve bu, yeni dişiye karşı kıskanç
kadınlar arasında Yatık Emine, şakağındaki taze yarası,
sol ayağına topallık veren beresi ile dolaşıyor, kovulmamak, dışarı
atılmamak için her şeye razı, kendini seyrettiriyordu. Kadınlar ona baktıkça
şaşırıyorlardı. Ankara'da bu cılız, sıska için mi
adamlar birbirini vurmuş, kocalar karılarını boŞamış,
kasaba karmakarışık olmuştu? Manalı manalı birbirine işaretler yaparak, göz kaş
süzerek Emine'ye uzun uzun bakıyorlar, fiskos gülüşüyorlardı. Erkeklerde merak daha fazladır: «Acep ne biçim karıymış ki bu... diye toplaştıkları dere boyunda
konuşurlar, fakat evlerinde sormaya cesaret edemiyerek zihinlerinde
Emine'yi 14
15
büyütürlerdi. Işi gidip jandarmalardan tahkike kadar varan daha meraklıları ise:
- Kor gibi sıcak ama bir sıkımlık canı var... dan başka daha
tafsilâtlı cevap alamamışlardı. Emine, zayıf çelimsiz bir
kadındı; fakat çirkin değildi. Duru beyaz, birbirine uygun, ufacık
çehresi üstünde insanı şaşırtacak kadar kara, kapkara ve
parıl parıl iki gözü vardı. İnsan gözünden ziyade bunlar kafese konmuş
vahşi, yırtıcı hayvanların içleri hırs, haşinlik ve
ürkeklikle dolu heybetli, fakat zebun (zayıf,güçsüz) gözlerine
benziyordu.Bu gözlerin en ehemmiyetli hassası
dişiliği idi;
hırsını bir türlü yenemiyen, bir türlü cinsiyeti bastırılamıyan bir
kısrak bakışıyle erkekleri süzerken insanın, damarlarına bir
ılık duygu yayardı. Bu tesiri kendinde duymıyan yoktu. Serseri
müşterilerinden sık sık işinin düştüğü komiserlerle jandarma
zabitlerine
(subay) ve hatta mutasarrıf (Kaymakam
ile vali arası idare amiri) valilere kadar kimin karşısına çıkarsa peçesini
kaldırınca
gözlerinin izini bırakır, birkaç gün arasıra kendini düşündürür, hatırlatırdı.
O harap, hasta, zebun vücudunun
üstünde
bu gözler ne kadar sağlam, ne kadar sıhhatli ve kudretli dururdu... İnsan,
onların böyle bir kadına nasip oluşuna
acır,
bayıltıcı olması lâzım gelen keyiften ancak birtakım serserinin tattığına
kızardı. Emine'nin dudakları da kendiliğinden
fazla kırmızı, âdeta boyalı gibiydi. Dudağa allık
sürmesini bilmeyen bu memlekette duru beyaz çehre üzerindeki kırmızılık
da çok
tesirli oluyordu. Sonra onun endamsız, zayıf vücudunda ısınmış bir tuğla gibi çok âdi, fakat işleyici,
devamlı, bir
sıcaklık da vardı. Hülâsa, hangi tabakadan olsalar
köylü veya memur, bütün erkekler Emine'nin karşısında, yürekleri
üzerine
arzunun bir kanat gibi sürünüp geçtiğini duyarlardı.
Odacının
karısı şimdi memlekette şöhretli, mevkiliydi. Sokaklardan geçerken her kapıdan
bir kadın fırlıyor, onu lâfa tutarak
Emine hakkmda, malûmat alıyordu. İçlerinden bazıları da
kocasınâ mukayyed olmasını, kara gözlü büyücü kadına
görünmemesini söylüyorlardı. Bu nasihatlerin tesirine
tutulan kadın artık gelip giden misafirlerin şerefinden, Emine'nin
gördüğü işlerden de vazgeçmeğe razı oluyordu. Bir gün, kendi de evde yokken, hiç âdeti olmadığı halde kocası
kalemi
bırakıp eve gelmişti. Bunu komşulardan haber alınca
kıyamet koptu; hırsından pencereleri açıp sokağa bağırıyor, üstünü
başını
parçalıyordu. Fakat öğle üzeri olduğundan erkekler işte idi; kapının önü,
başına döşemesini (Bir çeşit baş örtüsü)
şöyle
iğreti örtüp evinden fırlamış kadınlar, entarilerinin etekleri yerlerde sürünen
çocuklarla, doldu. Bir aralık kadınlar hep,
bir
ağızdan:
- Hele at dışarı, at dışarı!..Diye bağırdılar. İçeri girenler oldu. Biraz sonra Emine'nin bohça
gibi dışarı fırlatıldığı görüldü.
O hiç ses
çıkarmıyor, elleriyle başını esirgemeğe alışarak yerde yatıyordu. Öbürleri,
sanki bu sessiz, hareketsiz vücut
onları
ısırıyor, sokuyormuş gibi korka korka haykırışarak, ara vermeden nalınlı
ayaklarıyle vuruşturuyorlardı.
16
17
Bereket Hükûmet konağı uzak değildi; haber aldılar, gelip Emine'yi kaldırdılar. Nereye
götüreceklerdi? Hapishanede
ölmesine razı olmıyan kaymakam şimdi:
-
Geberseydi de kurtulsaydı!Diyordu. Nihayet hastahaneyi muvafık buldular.
Bu karar
verilinceye kadar Emine, eczanenin kapısı önünde peçesi inik, inliye inliye
sekiz saat beklemişti. İhtiyar Rum
eczacı
yaralarını yıkayıp sarmıştı. Eczacı parasını nereden alacaktı? Belediyenin
vereceği şüpheliydi; hapishanenin çoktan
tahsisatı
bittiğinden zaten artık ölüm halindeki mahpuslara bile ilâç verilemiyordu. Nihayet akşama doğru
elinde pusulasıyle
bir
jandarma geldi, kımıldamıya mecali olmıyan Emine'yi ite, söve önüne kattı,
şehrin dışındaki hastaneye götürdü. Yolda iki
defa
düşmüş, fakat jandarmanın akıl almaz bir ahlâksızlıkla şurasına burasına attığı
çizmelerin tekmeleri altında, kamçı
zoruyla
kalkan bir lâğar (Acıma)
at gibi burnundan korkunç sesler çıkarıp soluyarak kendini
toparlıyabilmişti. Daha iki saat
evvel, içinde ölü yatan temizlenmemiş bir yatağa onu
soktular. Bayıldı, kaldı... Işte bunun için böyle her zora katlanıp ne
yapılsa
sızıltısız rıza gösterdiğinden dolayı Emine'ye Yatık Emine derlerdi. Hükûmet memurlarınca âdetti; akşam üstü
kalemden çıkanlar eczanede
toplaşırlar, memlekete ve işlerine dair sonu gelmez dedikodular yaparlardı. Kaymakamın
yolsuz
icraatı, hususi hayatı hep burada konuşulur, kasabanın olup biten işleri hep
burada öğrenilirdi. Rum eczacı, biri
kırmızı,
diğeri mor boyalı ve şiş karınlı iki cam kavanoz arasında yarı gizlenerek
gözlüklerinin ardında dikkat kesilen
gözleriyle
bu lâkırdıları dinler, sigara yakmak istiyenlere kibrit yetiştirir, kendi
eliyle yaptığı zencefil liköründen arasıra
ikramlarda
bulunurdu. Lâkin memlekette her türlü fenalıkların artmasını beklediği halde
lâkırdıya karışmaz, ufak bir mütalâa
yürütmez,
pek mecbur kaldığı zaman da sade:
- Çok şaştı bu ise!..
Derdi. Bu cümle her yeni habere, her yeni dedikoduya yaraşır ve ona hiç bir mes'uliyet getirmezdi. Gene böyle bir akşam
kaza
kodamanları eczaneye toplaşmışlardı. İki ay evvel izinli gittiği vilâyetten
yeni dönen tapu memuru bir aralık sordu.
- Ayol, dedi, buraya bir kadın göndermişler,
Emine mi, Ayşe mi, ne... Merkez komiseri Hacı Bekir Efendi bana, «Git de
gözü onda gör, adamın yüreğini gıcıklıyor!» dedi, doğru
mu?
Jandarma zabiti hastahane memuruna döndü.
- Sahi ne oldu Emine'ye, hala yatıyor mu? diye sordu. Hastane idare memuru sürmeli gözlü, yanık yüzlü
Urfalı bir kırklık adam,
hafifçe kızardı.
Sonra arap şivesine uygun sıcak bir sesle:
- Yok,
kalktı, fakat hastanede; hademe kadın çocuk düşürdü de onun
işlerine bakıyor! dedi. Eczanede herkes,
birdenbire,
şüphe ve tereddütle dolu bir ağır sükûta daldı. Acaba hastane memuru 18
Yatık Emine'ye mi tutulmuştu? Kâfir Urfalı, daha yeni de
evlenmişti, fakat ona bir karı, beş karı yetişir mi?
Dal Sabri'nin yüreği âdeta burkuldu; «Sıcağa, faydalıdır, hararet keser diye
eczacının uzattığı zencefil likörünü bir hamlede
yutup kalktı; kılıcını daha azametle, âdeta bir tehdit gibi şakırdatarak
askerce selâm verdi, çıktı. Bir şeye canı sıkıldığı
zaman o böyle yapar, selâmını askerce verir, kılıcını şakırdatırdı.
Eczanede kalanlar bir müddet daha sustular; sonra tapu
memuru, gitti çubuk sahibi mihnetsiz bir yerli:
- Ne oldu bu tüysüze? Canı sıkıldı, hele hastaneci söyle bakalım. Emine'ye takılıyor
musun? Çocuğu
şüphelendirdin...Diye alay etti. Urfalı:
- Yok a canım,
benim o tarafa uğradığım yok, gardiyan Gürcü Server meşgul. İkisini de atacağım
ya bir yakalarsam... dedi.
Dal Sabri o hiddetle çarşı boyunu geçti; etrafına bakmıyor, bir vak'aya yetişir
gibi acele acele yürüyordu. Yolda
rasgelenlerin selâmını bile görmezliğe geliyordu. Burada
jandarma zabiti olsun da daha bir defa, Ankara'da
şöhret salmış olan o, gözleri görmesin... Hay aptal hay,
işte hastane memuru işini yoluna bile koymuştu; hem bana haber
vermeden, danışmadan nasıl oluyor da jandarma nezareti
altında bulunan bir kadını iyileştiği hald hastanede
alıkoyuyordu: Yarın kaymakama müzekkere (Bir iş hakkında amire
sunulan yazı) verecekti...
Önlerinde, ev boyunda gübre yığılı, bahçelerine çit yerine ölmüş hayvan kemikleri örtülü dış
19
mahallelere gelmişti. Hazır hastane de şurada idi. Bir defa uğrasa, tahkikat yapsa fena
olmazdı. Fakat ilk önce erkekler tarafına
girdi. Lâf yaparlar diye korkmuştu; şöyle, çabuk çabuk
odalara baktı, havasız, kirli yerlerdi; batmaya başlayan güneşin ışıkları
sık demir parmaklıklı küçük pencerelerden içeri
giremediğinden her tarafı loşluk bürümüştü. Avlu biraz asitfenik, biraz da
aptesane ve çirkef kokuyordu; hava değiştirmeğe gelen askerlerden ölen çoktu; delik
tıkandığından teneşirin sabunlu suları
etrafa taşıyor, her zaman yenisi döküldüğünden batak bu
kızgın güneş altında bile kurumuyordu. Sabri karsısında ellerini
göğüslerine kapayıp bir nevi divan duran hastabakıcılara!
«Açın! Süpürün Yıkayın.. gibi emirler verdikten sonra bahçe içindeki
tel kapıdan öbür tarafa geçti, merdivenleri çıktı. Sofada, çarşafının
pelerinini omuzlarına atıp başına beyaz bir tülbent örtmüş,
yüzü açık bir kadın vardı; iskemleye oturmuş, hareketsiz
duruyordu, ayağa bile kalkmadı, acaba Sabri'nin çizme seslerini
duymamışmıydı? Yoksa uyuyormuydu? Evet uyuyordu. Ağzı
biraz çarpılmış, gözünün biri yarı açık, rahat bir teneffüsle derin
derin uyuyordu. Kapıdan giren kızıl bir aydınlık altında
hiç de fena görünmüyordu; yüzü ne kadar beyaz ve dudakları ne kadar
kırmızıydı, haspa burada bile muhakkak düzgününü sürüyor,
allığını unutmuyordu. Sabri'nin üzerine dikip kalan bakışları altında
Emine uyandı; hemen ayağa kalktı. Gözleri şaşkınlıkla,
korkaklıkla doluydu, kendisini çarşaflı20
21
zannederek elini hemen peçesine attı; fakat
hatırlayarak tülbendin ucunu çekti; ağzının üstüne kapattı;
Sabri dik,
ürkütücü bir sesle:
- Başka kimse yok mu burada? Diye
sordu. Emine'ye, nedense, doğrudan doğruya bakamıyor ve
bunu sorarken
içeriye,boş
bir koridora sesleniyordu. Öbürü, kalın, boğuk sesle anlattı:
- Hanife kadın hastalandı; şimdi, o gelinceye kadar işlerini ben
yapıyorum; çamaşır yıkadım da yorulmuşum, şöyle içim
geçmiş...Sabri, etrafın
sessizliğinden, binanın loşluğundan cesaret aldı, birden başını çevirip
gözlerini Emine'nin tâ gözlerine
dikerek:
- Nasıl, artık iyileştin mi? Dedi. Bu cümlede, bu seste istemiyerek fazla bir rikkat (samimiyet) vardı; hemen değiştirdi.
- Bir
dayak daha yersen geberirsin ha..! Diye ilâve etti. Mülâzımın yüreğinden geçen
bu rikkat Emine'nin gözünden
kaçmamıştı.
Tecrübelerinin bilgisiyle şimdi karşısındaki şu ince, güzel delikanlının
kendisine istemiye istemiye sokulduğunu,
sokulmaya
mecbur kaldığını, anlamıştı. Yüzünün gül destesi gibi ne de elvan renkleri
vardı... Ya endamı? Emine istekli, aç
gözleriyle
şimdi, korkusuzca, zevk ala ala bakıyordu; karşılıklı bakışıyorlardı. Bu, iki
taraf için de sıcak, sokulgan bir
bakıştı. Sabri fazla ileri gittiğini an'ladı, başını kapıya döndürüp:
- Hastane memuru sık sık
gelir mi buraya? Diye sordu. Konuşa konuşa, biri arkada itaatli, ezgin, öbürü önde hâkim ve
dik, merdivenleri indiler. Kapının önünde Sabri döndü, tesirini duyduğu o iştahlı
gözlere şimdi bir daha, kaçamaksızca
baktı sonra hiç bir şey demeden, yeni bir karar almış gibi
sert, çıkıp gitti.
Kaymakam ertesi günü hastane memurunu çağırdı:
- Hani, dedi; Ankara'dan
gelme bir kadın vardı; jandarma dairesi ona bir ev bulmuş, artık
hastanede kalması caiz
değil, elin aşiftesini biz mi besliyeceğiz; onu gönderin de yerine namus
ehli bir başkasını kullanın!
Emine'ye bu kararı bildirdikleri zaman gene, âdeti üzere, hiç itiraz etmedi. Fakat yüreği
sızlamıştı. Ömründe bu kadar, hiç
bir yerde rahat görmemişti, vücudu yerlerde sürüklenmeden,
hırpalanmadan Allah rızkını veriyordu. İçinden:
«Ah o jandarma, diyordu, beni hastane memurundan kıskandı
da buradan attırıyor! »
Ona buldukları ev kasabanın ucunda, göçmenlere ayrılmış ücra mahallenin en izbe bir
köşesindeydi. Bomboştu, ne minder,
ne şilte, ne perde... İçeri girdi; komşunun kuyusundan
taşma bir su ayağından kuvvet alan bodur kabaklar dizili bir bahçesi
ve iki yer odası vardı. Ne yiyip ne yakacak, nasıl
geçinecekti? Kenarda hasır eskileri kalmıştı, onları bahçeye bakan pencereden
önüne çekti, üstüne kıvrıldı, düşündü. Ah hastane! Ne rahat, amma ne rahattı...
Şimdi, bu saatte, çorba ve ekmek
dağıtılırdı. Gürcü gardiyan Server duvardan.
- Emine,
kâseleri yakala da gel!
22MEMLEKET HiKAYELERİ
YATIK EMİNE 23
Diye seslenir, sonra onun tabağına bir kepçe fazla dökerek:
-Ye de biraz et, can tut, yüreğim gibi
kavrulup gidiyorsun be kız... Diye takılırdı.
Şimdi, güneş kaybolduğundan bu çukur odaya karanlık, batan
bir geminin ambarına su nasıl dolarsa, öyle her taraftan
taşkın bir halde giriyor; koyulaşıp ağırlaşıyordu. Emine, rahatın tadını aldıktan sonra ilk defa şu değişiklikten, şu
yoksulluktan eza duymuştu! Sabri'yi hatırlayarak:
-Ah
gidinin köpeği! Dedi; fakat tesirinden de kendisini kurtaramıyarak:
«Amanın ne körpe
çocuk...» diye söyleniyor, düşünüyordu.
-IV-
Hükûmet konağının yan
sokaklarında bir sıra ufak dükkân vardı, arzuhalci ve avukat dükkânları...
Küçük bir çekmecenin
önüne geçip bol sigara ve çay içerek sohbet eden bu dükkâncılara arasıra
köylüler uğrar, arzuhal yazdırır, dâva havale
ederlerdi. Bunların çoğu arazi sahibi, zengince adamlardı; eşraf ile
düşer, kalkar, onlarla bir teşrifata tâbi olur, itibarlı
yaşarlardı; fakat memurluktan ayrılma arzuhalciler de vardı ki kalem
odalarından kovula atıla, azarlana sövüle şunun bunun
işini kurtarıp beş on para çıkarmaya çalışırlar, bu parayı da içki ile
bitirirlerdi.
Emine, günlerce beklemiş, ne komşulardan,ne de başvurduğu jandarma çavuşundan bir yardım görmüştü. Ne
yapacaktı? Bir
gün sıkıca örtündü, arzubalcilere birer birer baş vurdu.
İtibarlıları derhal bu yabancı ve çarşaflı kadının kim olduğunu seziyorlardı
ve mevkilerinin şerefini korumak için daha lâkırdı
söylemesine meydan vermeden (Başka dükkâna, bizim vaktimiz dar! »
bahaneyle başlarından savuyorlardı öbürleri ise halk
nazarında kirlenip söylenmekten, müşteri kaçırmaktan korkarak:
-Fayda etmez kadın, pul parasına yazık... nasihatiyle atlatıyorlardı. O,
böyle bir cevap alınca hiç sızlanmadan, kızmadan
dükkândan çıkıyor, sabırla öbürüne dalıyordu. Nihayet birisi:
-Üç kuruş pul parası, on para kâğat, bir çeyrek de yazma
hakkı, hadi çıkar, ben sana okunaklı bir arzuhal yazıvereyim... Dedi.
Bu, reji kantarcılığından kovulmuş serseri ve yarı meczup bir adamdı.
Emine göğsünün altından çıkardığı rutubetli bir meşin
çantanın orta gözünü açtı, hesapladı; kırk para çıkışmıyordu. Öbürü ısrar
ediyordu, başka türlü yazamazdı; canı isterse, hem
onun yazacağı çok tesirli, firakla (Acıklı) olurdu, muhakkak istediğini
yaparlardı. Kadın, iri, derin gözlerini karşısındaki bu
göğsü açık, bıyıkları dağınık kaba herife dikmiş:
-Ne etsek
ki, vallahi yok, olsaydı saklar mıydım ayol! diye söyleniyordu. Dükkânda
yalnızdılar; sokak öğle güneşinin
altında tenhalaşmış; gübreleri eşen serçelerle arasıra
haykıran horozlardan başka meydanda canlı kalmamıştı. Erkek
24
düşünüyor.
Emine de merhamete getiririm, diye mütemadiyen anlatıyordu:
- Dört gündür sıcak
yemek yemedim, günah değil mi, beni buraya gönderdilerse açlıktan ölsün
demediler a; Ankara'da hiç olmazsa
karnım doyardı...
Gözlerim kararıyor!
Bir aralık
arzuhalci düşündü:
- Haydi git, put getir!
Dedi; sonra tuttu, uzun bir dilekçe yazdı,
Emine kalan parayı vermek istiyordu; öteki almıyordu; «Sende kalsın, kebap ye!
» diyordu. İki serseri bu merhamet hissiyle
birbirlerine ne
kadar yaklaşmışlardı... Emine çıkmakta acele etmedi; tahta kanepenin bir
kenarına ilişti, arzuhalci de
mürekkebin
kurumasını bekledi. Konuşuyorlardı. Kadın :
- Bu memleketten misin?
Diye sordu. Öbürü Rumeli'nden geldiğini, dört yüz kuruş aylıkla rejide
çalışıp giderken kafasına bir sızı yapıştığını, hastalanıp
kaldığını, şimdi,
işte gördüğü gibi, arzuhalcilikle geçindiğini anlattı. Hükûmet konağını işaret
ederek:
- Bunlarda akıllıca
iş arama... Seni sürerler, nasıl geçineceğini düşünmezler; açlık bu, ne
yapacaksın, gene önüne gelenle düşüp
kalkacaksın...
Yarın hadi bir vak'a buradan da bilmem nereye; oradan da başka bir cehennemin
bucağına...
Diye söyleniyordu. Nihayet: «Hele götür bakalım şu kâğıdı, ne
buyuracaklar?» cümlesiyle bir türlü kalkıp gitmeye arzu göstermiyen
Emine'yi harekete
getirdi.
Kâğıt,
tekrar, aidiyeti cihetiyle, jandarmaya
25
havale edilmişti.
Emine'nin kapıdan içeri girdiğini görünce Dal Sabri:
- Gene ne var, artık
her iş bitti, Yatık Emine'yle uğraşacağız!
Diye haykırdı;
arzuhali okuduktan sonra büsbütün kızdı:
- Ne o, dedi, hastane hoşuna mı gittiydi? Ye, iç, keyfini de getir, âlâ...
Ben sana bir şey söyliyeyim mi? Bir daha hükûmet tarafına
ayağını attığını
duyarsam karakola tıkarım! Çamaşıra git, hizmetçilik et, çorap ör, dikiş dik,
geçin, anlaşıldı mı? Yallah!
Sabri, âdeta hoşlandığı
Em ine'ye için için kızgındı; gözlerini unutamıyordu; fakat o kadar seviyesi
düşük, âdi bir kadındı ki, elini
sürebilmesine
imkân yoktu; işte bu imkânsızlık onu böyle hain ve hasetçi ediyordu.
Emine çıktı;
beş, altı senelik sokak kahpesi ömründe ne acı zamanlar geçirmişti... İşte bu
da onlardan biriydi; bu da elbette
geçecekti. Fırına
uğradı, kocaman, has bir pide aldı; kalan paranın yarısını peynire, yarısını da
karpuza verdi; yolunun üstünde bir
bostan vardı;
sulak, serin, gölge bir yere geçip oturdu, iştiha ile karnını doyurdu. Henüz
yemeğini bitirmişti, arkadan biri:
- Ne o, Emine, seyrana mı çıktın kız!
Diye seslendi. Bu, hastanedeki Gürcü Server'di; meşe gibi sağlam,
gürbüz bir delikanlı... Hiç pervasız (çekinmeksizin) gelip setin
üstüne, Emine'nin
yanına oturdu. O, ne şehirler görmüş, sergüzeştler (serüven) geçirmiş, yiğit
bir adamdı; bu memlekette
zevksizlikten bunalmıştı;
kaçıp başka bir tarafa gidecekti amma askerliğini bitirememişti. Emine dedi ki:
- Bizi görürler, lâf olur...
Server:
- Öyle ise gel, nah şuracıkta kireç ocağı var, siper yer, rahat rahat
konuşuruz...
Kalkıp
yürüdüler; hakikaten orası hem izbe, hem de serindi. Server bir sigara da
Emine'ye sardı. Dumanları savura savura sıcaktan
bunalmış bir
tabiat ortasında, akşama, hatta geceye kadar konuşup kaldılar.
Ertesi gün Gürcü Server Ermeni kuyumcuya uğradı, o güne yetişmek üzere
savatlı bir bilezik ısmarladı; sonra çarşıyı dükkân dükkân
dolaştı, pembe
papatyalı, kocaman dallı ince bir kumaştan dokuz endaze entarilik (orada
fistanlık derlerdi) birkaç gaz boyaması aldı,
biraz da nevale
(Yiyecek, içecek) düzdü; bunların hepsini iki çıkın yaparak akşam karanlığında
Emine'nin evine götürdü.
Kapıyı
çaldığı vakit kadın çoktan uyumuştu; bir türlü duyuramıyordu; geri dönecek
değildi ya, elini aralıklardan sokarak mandalı
çevirdi, açtı,
bahçeye girdi. Cama evvelâ fiskeyle vurdu; işittiremedi, sonra parmaklarının
tersiyle sert sert, bir darbuka gibi öttürdü.
Emine:
- O kim? Ne istersin? Diye soruyordu. Beriki:
- Benim, Server, al şunları...
Diyordu.
YATIK EMİNE 27
Fakat kadın
başka başka adamlar tarafından sık sık uyandırılmaya alışık olduğundan ve
kafasında birbirine karışmış birçok erkek
isimleri
dolaştığından birden gelenin kim olduğunu ve nerede bulunduğunu hatırlıyamıyor,
hâlâ Server'i tanıyamıyordu Nihayet anladı,
kapıyı açmıya
cesaret edemiyerek pencereyi sürdü. Dışarıda çok yıldızlı bir gecenin, yüksek
dağ gecelerinin durgun, huzurlu
aydınlığı vardı.
Odanın ve uykunun karanlığından çıkan Emine'ye bahçe âdeta sabah alacası içinde
gittikçe açılır gibi göründü, gittikçe
kıyıyı, köşeyi,
Server'in yüzünü daha iyi seçiyordu. Orada, komşülara
duyurmamak için fısıl fısıl konuşmıya başladılar. Ne Server içeri
girmek arzusu
gösteriyor, ne de öbürü gelmesini teklif ediyordu. Çıkınlar pencereden uzanınca
Emine şasaladı, sevinçli bir sesle:
- Neye masraf
ettin a kız! Diye söylendi.
O, böy le sevindiği
zaman erkeklere de tıpkı kadınlarla konuşur gibi «A kız!» diye hitap ederdi.
Memnun,koruyucu tavırla:
- Paranı
tüketmişsin sen... Neler var bunların içinde?.. Diye hem fazla masrafa taraftar olmadığını anlatıyor, hem de çok memnun
olduğunu,
meraktan çatladığını gösteriyordu. Server:
- Kaç kuruşluk
iş ki... Ye,kuşan! Diye cevap veriyordu.
Pencereden içeriye yıldızlı gecenin keskin soğuğu doluyordu. Bir aralık
söz bitti, gökteki yıldızlar gibi bunların da gözleri karanlığın
içinde keskin bir aydınlıkla
parıldaşıyor, birbirlerinden alma ışıkla yanıyordu.28
ikisi de zihinlerinden geçen asıl düşüncelerine dalmış öyle, sessiz
duruyorlar, bekliyorlardı. Server omuzlarını oynatarak: «Ayaz
yapıyor be!) diye
söylendi. Emine bu fırsatın üzerine bir kedi gibi atılarak:
-Gir içeri, kendini soğuklatırsın!..
Diye cevap verdi. Sanki soğuk birden, yıldırım süratiyle Server'in
üzerine düşerek, ve onu yakacakmış gibi telâş ederek hemen koştu,
iç kapının
sürmesini çekti. Şimdi Emine'nin sıcak nefesleriyle âdeta ılıklaşmış olan odada
kapalı, emin bir yerde idiler. Lamba yoktu
ki yaksın...
Server bir kibrit çaktı; fakat etrafına,, odaya değil, karşısındaki kadına,
daha doğrusu kadının derin kara gözlerine baktı.
Sonra birden
tekrar karanlığa, daha koyu, daha kapanık bir karanlığa gömüldüler. Gecenin sesleri büyülten durgunluğu içinde
pencerenin
yavaşcacık indiği duyuldu. Server, Emine'ye iyi
bakıyordu.
Tütün kaçakçılığyila hastane mutfağından hissesine düşen kârı
hep ona
sarfediyor, şurada burada ne bulursa hemen çikın yapıp gece, bir yavrulu köpek
gibi duvarlara sürüne sürüne zehiren miskin
ve korkak, fakat
için için azılı ve hücuma hazır, hep ona taşıyordu. Tereke ve mezadlardan
minder, şilte gibi, çanak çömlek gibi ev
eşyası da
almıştı. Şimdi oda, döşeli, pencere perdeliydi; ocakta ateş, duvarda lâmba
vardı. Emine ne kadar rahattı... Bohçasını
hazırlayıp sık
sık hamama gidiyor, bir koca kalıp sabunla yıkandığını, fildişi tarakla tarandığını
gören kadınları kıskanıyordu. Ona
Server, hamamdan
başka, dışarıya çıkmasını menetmişti. Bütün gün yapayalnız canı sıkılıyordu,
ama, katlanmaktan başka çare
bulamıyordu. Lâkin eve gelip gitmesini aleniyete vuran Server'e düşmanlar peyda olmuştu.
Komşu Tatarlar kendi cinslerinden olmıyan
bu iki uslu
insanla çok meşgul olmuyorlardı, ama arasıra de elinde dolu sepet ve mendil ile
Gürcü uşağın içeri girdiğini gördükçe
alınıyorlardı.
Bereket güz mevsimi gelmişti; kasaba kışlık tedarikiyle uğraşıyordu. Bu sırada
hastanedeki çavuş, bir gece Server
çekilip gittikten
sonra, yüreğindeki kıskançlığın arttığını duydu, yanındaki arkadaşına açıldı:
-Hele ettiğine
bak Gürcünün... Bizi, çağırsa ya!.
Diye söylendi. O gün, kasabadan gelirken yan sokakta hamamdan dönen
Emine'ye rastlamıştı;
salına salına, oynak oynak
gidiyormuş, onu
tanımış ama aldırmamış... Öbürü çavuşun hoşuna gitsin diye kızar görünüyor:
-İndireydin
kafasına kasaturayı:
Diyordu. Böyle saatlerce söyleştiler. Sonra bölük eminine (Bölük yazıcısı)
işi haber vermek karariyle yattılar. Ertesi gün Server köprü
nöbetçiliğiyle
iki günlük uzağa atıldı; Emine'yi görmesine bile meydan vermemişlerdi; vak'ayı
haber alan Dal Sabri:
-Kahpe bize de göz yumdurttu be, hele bir payını vereyim!...
Diye bağırmış,
Emine'yi çağırtmıştı. İki jandarmaya tutturup kılıcının
kabzasile onu bir iyi döverken:30
-Geldiğin
gün sana uslu otur, yoksa kemiklerini kırarım dedimdi; al işte...
Diye söyleniyordu. Her vuruşta biraz daha sakinleşiyor, yatamadığı
bu kadını dövmekten lezzet alıyordu. Sızıltısız, sessiz
dayağı
yedikten sonra
Emine'yi bıraktılar, doğru arzuhalciye gitti; onu kendisine candan bir ahbap
sayıyor, o günkü dostluğunu
unutamıyordu.
Kollarını bacaklarını acele acele, açarak berelerini gösterdi.
-Bak, bana ne etti o oğlan?..
Dedi. Fakat memnun
gibiydi, sesinde keder yoktu, sanki kendisine eziyet ettiği halde elinde
olmayarak hoşlandığı bu güzel
delikanlıdan
dayak yemek ona lezzetli gelmiş, sinirlerini yatıştirmıştı. Bunu yarı yarıya
farkeden öbürü, filozof tavriyle:
-Onlar öyledir, adamın posasını çıkarırlar. Dedi. Emine, iyiliğini gördüğü bu
adamı mükâfatsız, mukabelesiz bırakmıya razı değildi;
çantasından iki
çeyrek çıkardı, cömertliği, keyfi üzerindeydi: «Al borcunu, yarın ahrette Allah
benden sorar!» dedi. Arzuhalci hâlâ
inad ediyordu:
-Geç kız,
var işine, ben para mara istemem! Diye söyleniyor, gözlerini yumuyordu. Lakin
kadın dayağın lezzetinden âdeta
şımarmıştı. Donuk
yüzü pembeleşmiş, o her zamanki kıpkırmızı dudakları ise aksine uçuk bir renk
alrnıştı, gözlerinin siyahlığı şimdi
yorgun, dumanlı,
fakat ateşliydi; yari sarhoş gibiydi, arzuhalciye:
-Alıver
be kız! ...
Diye israr ediyor, arasıra da kendi kendine söylenir gibi;
-Hay gidinin oğlanı,
bedenimi bere etti... Diyordu. Bunu söylerken sanki tatlı bir şeyden bahseder
gibi süzülüyor, yutkunuyordu.
Çoktandır erkek
dayağı yememişti. Onu şimdi çok lezzetli bulmuştu... Arzuhalci birden kızdı;
ikindiden çıkanlardan üç dört kişi
durmuş,
yazıhanenin camekânından bunları seyrediyordu. Maskara olacaktı, bu ne belâlı
karıydı, yerinden fırladı, onun böyle birdenbire
tutan delilikleri
vardı. Emine'yi yakaladı, kapının önüne götürdü omuzlarından tuttu, sonra
bacağını olanca kuvvetiyle kaldırıp nişanlıyarak
tâ arkasına bir
tekme vurdu... Bu vak'a, sözü kahvelere düşürdü. Gürcü
Server'in işinden haber alan yerlilerin ayaktakımı bir zamandır
geceleri
Emine'nin evi önünde dolaşmayı Adet etmişlerdi. Hatta güpegündüz iki
delikanlının kapıyı zorlayıp içeri girdiklerini iddia edenler
vardı. Güya eve
dadananlar sade bunlardan ibaret de değildi; o, Urfalı memur da arasıra.
uğruyordu. Halbuki bunlardan Emine'nin haberi
yoktu, hepsi yalandı. İşin doğrusu bir gün kendisi yokken
Tatar karıları eve girmişler, buldukları eşyayı minderlere kadar aşırmış,
taşımışlardı. polis şikâyet, dinlemiyordu: «Hangi eşya be? Sende
mal ne arar,
jandarmanın önünde kolunu sallıya sallaya geldiğini daha unutmadık!»
diyorlardı. Emine, Sabri'nin yanına girmek istedi,
fakat devre
çıktığını haber aldı. Evi soyulduğu zaman yarı kederlenmişti, fakat bu fırsatla
jandarma mülâzımının yanına gireceğini
düşünmüş,
sevinmişti. Şimdi bu ümidin boşa çıktığını anlayınca birden ye'se kapıldı: Kuru
tahtada kaldım. Fildişi tarağı da aşırmışlar,
asıl buna canım
yandı! diye tutup jandarmalara bir
32
müddet derdini döktü; hiç acımayarak hatta alay ederek dinliyorlardı.
Nihayet, kalemlerin boşalmıya başladığını, memurların birer
birer çıktığını
görünce korktular. Emine'yi kovdular.
Boş evde sıkıntılı
bir gece geçirdi. Arasıra, bir teselli gibi: «Mü'lâzım gelince çıkar anlatırım,
isterse beni gene dövsün..» diye
söyleniyordu.
Fakat mülâzım bir türlü gelmiyor. Emine de bu sefer büsbütün aç çıplak,
fırınlar bakkallar önünde çarşıyı
kovula, sövüle
dolaşıyor, bazan da bostanlarda, kırlarda yatıp kalkıyordu. Arasıra sataşanlar
oluyordu; açlıktan gözleri kararan bu
mecalsiz, bitkin
kadına sadaka vereceklerine laf atıp geçiyorlar, gülüşüyorlardı.
Artık
soğuklar da başlamıştı; yağmurların ardı arkası kesilmiyor, bazan sulu sepken
kar bile
düşüyordu.
Mahalle aralarında dolaşan Emine fırını tüten evlerin kapısını çalıyor, ekmek
dileniyordu; 'lâkin ekmek yerine «Daha
çıkmadı», yahut
«Fırına salmadık» gibi ters cevaplar alıyordu. Bir gün sabahtan akşama kadar
polis komiserinin kapısında bekledi.
Kapı,
aralığından, Yatık Emine'nin şekli gözüne iliştikçe herif içerden:
-Kirk gün beklesen nafile... diye haykırıyordu.
Bir aralık
polislerden biri, yeni kaydolmuş bir delikanlı, merhamete geldi çantasını açtı,
bir kuruş çıkardı. Bir kuruş koca bir ekmek
demekti. Lâkin
nasılsa bu sadaka hazırlığı komiserin gözüne ilişti; tutuşmuş gibi bir hamlede
gözleri dönmüş, kendisini dışarı attı:
-Verme, verme! diye bağırdı...33
Emine'nin uzattığı
el boşta kaldı. Hayatın dayanılmaz bir sarsıntısı bu kadını bir defa yere kapatmış,
sonra her halkası başka biçim eza ve mihnetlerden yapılma bir uzun, ağır zincir
vücuduna dolanarak onu yaralıya, bereliye sürüklemiş, paramparça etmişti. Bu,
manevi değil
âdeta maddi bir zincirdi.. Bu, teşbih
değil, vak'a idi. O bunlara ne derin bir tevekkülle katlanmıştı. Fakat
bu derece
hainliğe daha rasgelmemişti. Gözlerini çevirdi, içinden on beş senelik
müsibetlerin hazmedilmemiş acısı taşan bir bakışla
komiseri uzun
uzun seyretti. Sonra gene bir şey demeden, aç bir kurt gibi atılıp ısırması
iktiza eden bu vücuda karşı hâlâ isyan
etmek arzusu
duymadan salına salına hükûmet avlusundan çıkıp gitti.
Emine'nin böyle çarşıda, pazarda düşe kalka, dilene kovula gezdiğini
gören eşraftan bazı nüfuzlular sarıklarını bastırap kaymakama
çıktılar. Burası
namuslu bir kasabaydı, o karı açlıktan geberir, fakat kimseden yardım görmezdi;
günahtı, başka bir yere defetmek
için bir defa
vilâyete yazılsa muvafık olurdu... Kaymakam: «Nasıl olur canım? diyordu, ben
nasıl kendiliğimden yazarım.» Maamafih,
başka çare
olmadığını görerek razı oldu. Mutasarrıflığa tezkere yazıldı, kâğıt buradan
vilâyete gidecek, sonra gene uğraya uğraya,
kimbilir kaç
ayda, o da izin çıkarsa buraya gelecekti. Devirden dönen Dal Sabri bir aralık
merhamete geldi, kendi tayınından günde bir
ekmek yemek üzere
fırıncıya emir gönderdi. Emine, mülâzımın 3435
bu ekmeğinden
sanki ayrı bir lezzet buluyordu. Önüne gelene, tablakâra, çıraklara:
-Bir yiyip bin şükür
ediyorum, ömrüne ömür bereketi, yavuz çocuk...
Diye şükranını
anlatıyordu. Fakat tablakâr hile ediyor, fırına uğrayan Emine'ye bazı günler:
-Kız demin verdik ya, ne arsız şeysin, defol!...
Diye haykırıyordu.
Etraftaki adamlar da buna inanarak: (Hay çirkef hay, sıkılmasa fırını
götürecek! » diye ona sahabet (Arka çıkma)
ediyorlardı.
Gitgide,vermediği günler çoğalıyordu. Emine'de itiraz,
şikâyet hakkı, müdafaa kudreti yoktu. Böyle bir cevap alınca dönüp
gidiyordu. Bir
gün cesarete geldi, iki gündür, komşusunun bahçesinden çaldığı lâhana
yapraklarından başka midesine bir şey
girmemişti;
fırıncının:
-Demin aldın
ya, günde beş çift mi yiyeceksin?
Demesi üzerine elini uzattı, tezgâhın üzerinden sıcak, beyaz bir
okkalık yakaladı, ortasından böldü, iri bir parçayı hemen ağzına attı.
Çıraklar,koştular
elinden almıya, ağzındakini çıkarmıya. uğraşıyorlardı. O sırada biri yetişti,
çocuklara birkaç tokat attı fırıncıya bir
küfür fırlattı:
-Hele itlere bak, aç olmasa karı ekmeği kaparmıydı be...
Diye bağırdı.
Bu, arzuhalci idi, geçerken görmüş, dayanamamış, işe karışmıştı. Emine, elinde
kalan ekmeği sıkıca yakalamış, şimdi
kaçıyordu. Ahali delişmen
bir adam olduğundan arzuhalciden çekinirdi; sessizce
dinliyorlardı;
o muttasıl bağırıyor:
-Ulan
ambarlarınız zahire dolu; bir ordu beslenir, elin sıska karısına bir dilim
ekmek vermez misiniz? Siz ne alçak adamsınız!
Diye söylemediğini
bırakmıyordu. Nihayet daha ileri gitti, bütün halka sövdü. O zaman
sarıklılardan biri:
-Hadi nene lâzım,
İsmail efendi, bizi de belaya Sokma...
Diyerek arzuhalcinin arkasını sıvaya sıvaya, yarı tehdit, yarı
nezaket sokaktan çıkardı. Meydanı boş bulan fırıncı şimdi:
-Kahpenin gözlerine mi tutulmuş ne, Sahabetçi çıkıyor, aha uyuz, küreği
kafana indirirdim amma Hatip Efendi'ye dua et! Diyordu.
Biraz sonra peştemalını
toplayıp kuşak gibi beline doladı, doğru jandarma kumandanına çıktı,
izzetinefsi kırılmış bir adam edâsıyle:
-Paşam,
dedi, affet, o kötü karıya, ben artık ekmek mekmek vermem, çarşı ortasında
haysiyetimi bir paralık ediyor.
Dal Sabri o sırada
eşkiya işleriyle çok meşguldü; öfkeliydi:
-Kes, dedi, gebersin kahpe!
Ertesi gün süklüm püklüm fırına uğrıyan Emine'ye bağırdılar:
-Başka
kapıya, senin tayınını kestiler
Ekim ayı
içinde yağmurun kar parçalarına dönerek rüzgârlar önünde savrula harmanlana
yağdığı sert bir geceydi. Server'in evvelce
yattığı koğuştaki
çavuşla arkadaşı önlerine mangalı çekmişler,
karanlığında sigara içerek konuşuyorlardı;38
nefeslerinin buharı kömürlerin kızıl ışığı üzerinden geçerken pembemsi bir
çiçek gibi açılıyor,,sonra birbirlerine yüzlerine çarpıp
dağılıyordu. Doğruca
gidip kapıyı çalsalar sanki ne lâzım gelirdi? Gürcünün girdiği gibi bunlar da
girerlerdi, elin kahpesi, ne diyecekti
ki? Bu kararla
kalktılar, başlarına örtülerini sıkıca dolayarak sokağa çıktılar. Bastıkları
yeri görmüyorlar, bataklara, su birikintilerine dala çıka, konuşmadan acele
acele yürüyorlardı. Nihayet soğuğa ragmen terlemiş bir halde evin önüne
geldiler; çavuş kapıya abandı;
mandalı bile inik
değildi, acaba iç kapı ne tarafta idi? Elleriyle duvarı yoklaya yoklaya biraz
gittiler; çehrelerine iri iri, yumuşak kar
parçaları
çarpıyor, yapışıyordu.
-Sabaha kadar bastıracak...
Diye söylendiler. Sonra ellerine kerpiçin yerine tahta iliştiğini
anlayınca:
-Hah, kapıyı
bulduk... Dediler; kancasını yokladılar.
Bu da açıktı, acaba karı evde değil miydi? İçeri girdiler. Nefeslerini tıkayan
rüzgârdan burada
eser yoktu.
-Behey, Emine! ... Diye içlerinden birisi seslendi; fakat cevap veren olmadı.
Çavuş, kibrit kutusunu bulmak için
ceplerini
karıştırıyor, tütün tabakasına anahtar veya çakı gibi şeylerin çarptığı
duyuluyordu. Nihayet yarı boş bir şamalı kutusunun
yoklandığı
kibritin zimpara kâğıdına sürtüldüğü duyuldu; rutubet aldığından galiba
yanmıyordu. Böyle dört beş kibrit sürttüler,
fosfordan birkaç
çizgi kapkaranlık odanın ortasında maviye yakın bir aydınlıkla ışıldıyordu.37
Nihayet tembel, isteksiz; çok dumanlı bir alev belirdi... Köşede, ikiye
katlanmış bir hasır parçası üstünde bir şekil uzanmış,
yatıyordu.
Sevinçle:
-Hah, burada!... Dediler, Kibrit sönmüştü,
fakat artık lüzum var mıydı ya? Çavuş, karanlıkta hesapladığı köşeye yürüdü,
elini uzattı, fakat ürkek bir sesle:
-Aha, karı
buz kesmiş!...
Diye haykırdı.
Yatık Emine açlıktan ve soğuktan öleli galiba günler geçmişti. Tüh, bu ne aksi
işti... Nefer de, işi daha ziyade sağlam tutmak için, bir defa yokladı:
-Yetişemedik
be, gebermiş!..
Dedi. Bir müddet, zihinIerinden fena şeyler geçirerek durdular. Sonra «Hadi,
gidek!» ikaziyle birbirlerini iterek gecenin karlı
rüzgârlarına
karışıp küfür ede ede uzaklaştılar.
Feneryolu, 191J
39
ŞEFTALİ BAHÇELERİ
Irmağa
giden yol, kasabadan kurtulunca, göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali
bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile
taşkın dere ayaklarının
çamuru, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden
yeniye sürer, kızgın güneş,
ağaçların
tepelerinde meyvaları pişirirken, rutubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar
fışkırır, çayırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot
kokusu, gölgelik
ve bereket içinde bahar bu bahçelerde tâ kışa kadar uzanıp giderdi. Her tarafta taşkın
bir şeftali rayihasının (koku)
dolup silindiği
durgun sıcak günlerde işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta
yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde
yatarlardı.
Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun,
yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine,
yatanların
üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökülürdü. Toplamakla biter tükenir şey
değildi; mahsülün yarısı ağaçlarda kalır,
böyle, pişip
oldukça âheste, âheste toprağa düşer,
karışır, kaybolurdu.
Kasabanın
çocuk çığlığıyla dolu, gübre kokulu kızgın sokaklarından kurtulanlara; bu
kuytu, log, rayihalı yerler ne tatlı gelirdi. Akşam
üzerleri hükûmet memurları
heybelerine rakılarını koyar, merkeplere binip bu bahçelere gelirlerdi... Yer
yer içki sofraları kurulur,
sohbetler edilir,
gazeller okunurdu. şeftali bahçelerinin zevki tâ uzak diyarlara bile şöhretini salmış,
dillere destan olmuştu. Onun için
ne kadar zevkine
düşkün, keyfine meraklı memurlar varsa hep burasını ister buraya yerleşirdi.
Çapkın mutasarrıflarla (vali ile
kaymakam arası
mülkiye amiri) rind meşrep (hoşgörülü) kadınların uğrağı olmaktan kasaba öyle
serbeslemiş, ahalisi öyle açılıp
zevke, safaya
dalmıştı ki artık mubah (yapılması uygun) görülmeyen günah kalmamıştı.
Burası
Anadolu'nun Saadâbadı idi. Tıpkı Saadâbad gibi burada da mütemadiyen sazlar
çalınıp çengiler oynar; gazeller okunup şiirler
yazılırdı. İçki
düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde çoğu şairdi. Nedimnâme gazeller
yazarlar; aruzdan tasavvuftan bahisler ederler,
mevlevilikten
melâmilikten dem vururlardı. Ömürleri sazla, sözle tatlı geçerdi. Bu keyif
düşkünü memurlar suya sabuna dokunan
işlere
karışmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar, âdeta kasabayı benimseyip
evler yaptırırlar, havuzlar açtırıp kameriyeler
kurdururlardı.
Zaten ekserisi devrin hog görmediği, başından savdığı kimselerdi. Terfi
ümidinde olmadıklarından resmî işlere
ehemmiyet
vermezler, zevklerine bakarlardı, Sıcak, ağır bir
yaz günü idi. Yeni gelen Tahrirat Müdürü (özel kalem müdürü) ikindi vakti
kalemlerin
boşalıp dairelerde kimsenin kalmadığına pek şaştı, hükûmetkonağının
iç avlusuna dizili kadife palanlı, dinç, gürbüz40
merkeplerden birine atlıyan şeftali bahçelerinin yolunu tutuyordu. Kâtiplere
kadar herkes, böyle birbirlerine selâmlar dağıtarak, lâtifeler
yaparak, kabarık,
taşkın heybelerinin ortasına gömülü, keyifli, keyifli, koşa koşa uzaklaşıp
gidiyarlardı. Şehrin açığında, tâ ova ile
bahçeler arasında
güneşe karışmış, gittikçe büyüyen, genişleyen bir toz bulutu geçtikleri yolu
gösteriyordu.
Agâh Bey dünya ahvalinden habersiz, nazariyatla büyümüş dik başlı, kuru
zevkli bir adamdı. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa'ya
kaçmış, fakat
nüfuzlulardan birinin tavassutile (aracılık) İstanbul'a dönmüştü. Tam dört ay
zaptiye Nezareti (emniyet genel müdürlüğü)
tevkifhanesinde
sebepsiz alıkonulduktan sonra nihayet buraya Tahrirat Müdürlüğüyle atılmıştı.
Anadolu içinden hanlarda kalıp köylerde yatarak memuriyetine gelirken
yüreğini keder, gam kaplamış, memlekete ciddî hizmet
etmek kararını
almıştı. Başının içinde kasabaya indiği gün ıslahat, teşkilât, imarat gibi ağır
düşünceler doluydu. Bu küçük beldede
kocaman işler
göreceğini, herkese parmak ısırtacak eserler çıkaracağını zannediyordu.
Durmıyacak, dinlenmiyecek, çalışacaktı.
Cür'et lâzım
diyordu, mutasarrıftan tutarak âmir ve memurların hepsini yola getireceğine
emindi. Memleketi kaplıyan tembelliği,
durgunluğu kafası
almıyordu. (Bu uyuşukluk, bu kayıtsızlık ne?» diye kendi kendine soruyor,
cevabını bulamıyordu.
Hayır,
kendisi büsbütün başka türlü bir memur, Avrupalı bir hükûmet adamı
olacaktı...41
Işte şu ufak
memuriyet ne iyi bir deneme meydanıydı. Fakat ilk günü ümitsizliğe düştü.
Mutasarrıf ona bu memlekette işlerin az
olduğundan,
rahatına bakmasından, yorgunluk alrnasından bahsetti. Kadı Yahya'dan beyitler
okuyarak yerden temennalar, gevrek
kahkahalar arasında
vesile getirip kuru üzümden iki çekilmiş, yirmi iki grado sert rakısını
methetti. Bal ile yapılmış baklavanın envaını
sayıp döktü.
Evkaf memuru daha ileri varmış, bekâr olduğunu anlayınca burada yokluk
çekilmeyeceğini müjdelemişti. Alaybeyi,
(albay) altmış
beşlik iri yarı bir bunak, kötü, kaba lisaniyle onu; «Safa âmedi, safa âmedi!
(hoşgeldiniz) » diye pek laübali karşılamış,
hiç sebepsiz,
birdenbire saat meydanındaki mermerden geniş göbek taşlı, yüksek kubbeli
selâtin hamamını tarif etmişti. Önüne
gelen de şeftali
bahçelerini söylüyor, keyiften zevkten dem vuruyordu. Agâh Bey şaşkına
dönmüştü. Muhasebecinin Arzu
buyurursanız
bahçelere gidelim, merkep hazırlattık, eğleniriz! » teklifini derhal sert bir
yüzle reddetti. Hükûmet konağında bir başına
kalmıştı. Ikindi güneşinin
gözler alan çiy aydınlığı içinde bilmediği sokakları yabancı yabancı dolaşmaya
nıecbur oldu. Kasabanın iç
mahalleleri
şenlik günlerine mahsus bir boşlukla sessiz, durgundu. Çeşmelerden su taşıyan
tek tük adamlarla birkaç ihtiyar nineden
başka kimseye
rasgelmemişti. Onlar da kendisine acayip bir gözle bu saatte, herkes42
bahçelerde iken neden kızgın, dumanlı bir gurup oldu; ezan sesleri arasında
buralarda dolaştığına şaşar gibi bakmışlardı... Sonra
kısık, uyuşuk
lâmbalar birer birer yanıp kasabayı kasvetli bir gece sardı. Erkenden
yatmıştı... Lâkin aradan birkaç saat geçmişti ki
uykusundan şen
seslerle uyandı, pencereye koştu. Dar sokakları kızıl alevli meşaleler
aydınlatıyor, gündüz hükûmet avlusunda
gördüğü
kadife palanlı merkeplerde memurlar yarı keyif şakalaşa gülüşe geçiyordu. Geç
kalanların uzaklardan gürültüsü duyuluyordu.
Agâh Bey
öfkelendi. Zevk, safa bu adamları bir deniz gibi, gırtlaklarına kadar sarmıştı,
içinde rahat, sakin bir balık hayatı geçiriyorlar,
dünya ile meşgul
olmuyorlardı. Ertesi günden itibaren daha ciddi daha azimli görünme, bu bayağı
duygulu, âdi ömürlü adamlara daha sert daha kaba muamele etmek karariyle
yumrukları kısılı, yüreği kinli, tekrar uyudu...
Her gün bir düğün
evi neş'esiyle çalkalanan bu şehirde yeni Tahrirat Müdürü sıkıntıdan
boğuluyordu. Evvelâ işiyle uğraşıp boş vakti
kalmayacağını
zannetmişti, fakat vazifesi kıttı. Esniye esniye odasında gevşiyor, uyuyordu.
Mutasarrıfa ilk hevesle beldenin imarına,
sapan ve
tırpanlarının ıslâhına, kağnı arabalarının değiştirilmesi lüzumuna dair
mufassal lâyihalar vermişti. Hiç bir netice çıkmıyordu.
Daima terakkiden
medeniyetten lâkırdı açıp uzun, sinirli, yeisle dolu nutuklarını erkân,
nezaketin bile örtemediği öyle manasız, hiçten
bakışlarla uyuşuk
dinliyorlardı ki ağlıyacağı geliyordu. Hayır, hiç bir iş yapmak, bir hizmet
görmek kabil olamıyacaktı..43
Tahsisatın
azlığı, arkadaşlarının tembelliği her teşebbüse engeldi. Yüreğinde köpüren gayret, hizmet arzusu yavaş yavaş
sönüyor,
yatışıyordu. Bu,
tahammül edilmez bir ömürdü... Zaten hükûmetteki arkadaşları da ondan bezmişler; yola gelmiyen, zevkten
anlamıyan bu
adamdan yüz çevirmişlerdi. Eski tahrirat Müdürü gözlerinde tütüyordu.
Ne çapkın bir İzmir'liydi... Kasabaya ilk geldiği
gece onu bir
ziyafete götürmüşlerdi. Içip içip öyle
coşmuştu ki parmaklarına tahta kaşıklar takmış, daha yeni tanıdığı adamlar
arasında
takırdata takırdata saatlerce «Adanalıyı» «Konyalıyı»
oynamıştı. Şairdi de... Sabahleyin geceki âlemi tasviren «kat ender
kat» matla'lı
(kaside veya gazelin ilk beyiti) gazel yazıvermiş, mutasarrıfın takdirine nail olmuştu,
hatta kadı: «Aziz, sen devrin
Fuzulî'sisin!»
hitabiyle onu gözlerinden öpmüştü: Şimdi müdür ne gazelden anlıyordu, ne de
rakıdan... Nereden de buraya gelmiş,
âlemin başına
dert kesilmişti? Aradan iki ay geçtiği halde, hâlâ şeftali bahçelerinin
akşamcılığına onu götürememişlerdi. Kafasına
zevk, eğlence
düşüncesi sokamıyorlardı. Muhasebeci beyhude yere yirmi iki grado şeftali
rakısını ballandırıyor, Evkaf memuru arasıra evine aşırdığı benâtı Havva'yı (kadın)»
beyhude yere methediyordu.
Bir gün muhasebeci ısrar
etti, hatırını kırarsa gucenecekti, pek geç kalmazlar, onu rahatsız etmezlerdi;
şöyle bir kır gezintisi yapacaklardı. Kadı,
evkaf memuru, posta müdürü, dört, beş kişi, kalabalık değil. Artık büsbütün
kabalık olur diye Agâh Bey korktu44
«peki» dedi. Kasabada kimsesizlikten, işsizlikten de boğuluyordu. Bir
defa eğlenip şu âlemi görmesi elbette muvafık olurdu. belki de
eğlenirdi;
tabiatın güzelliğine bu kadar çekingen durmak saçmaydı., .
İkindi üzeri
merkeplere bindiler, rahvan yürüyüşlü, yumuşak palanlı rahat hayvanlardı;
kendilerine mahsus ufak adımla acele ve
muntazam
salıntılı tuhaf bir yürüyüşleri vardı. Agâh Bey hoşlandı. İlle şeftali
bahçelerinin arasına girip de tozdan, güneşten
kurtuldukları
zaman yosun gibi koyu yeşil, yarı ıslak yoncalar ve su sesi büsbütün keyfine
gitti. İğdeler, böğürtlenlerle örtülü iki
yüksek çit
arasından dolana dolana uzun bir yol gittiler. Şeftalilerin kokusu sinirlerini
gevşetmişti. Eğile kalka meyva devşiren kızlara
şimdi tuhaf,
istekli bir gözle bakıyordu. Arasıra elleri bohçalı, yüzleri terli takım takım
kadınlara rasgeliyorlardı. Bunlar ırmaktan
dönüyorlardı.
Memleketin âdetiydi; yazın hepsi açıkta dereye girerler, oynaşa haykırışa uzun
uzun yıkanırlardı. Ne de iri kalçalı,
endamlı
kadınlardı... Yüreğe fazla bir sıcak gibi çarpıntılar getiren sarıcı, iştahlı
bakışlari da vardı.
Muhasebeci Bey, pembeye yakın bulanık renkli bir cins şeftali
rakısına düşkündü; «Bakalım benim âbi hayatı (hayat suyu) nasıl
bulacaksınız?»
diye kadehi uzattı: Agâh Bey içti; biraz buruk lâkin baygın kokulu, tuhaf
lezzetli, hoş bir içkiydi. Ötede kalem
efendileri rakı
sofrasmı kurmak, mezeleri, salataları hazırlamakla meşguldü; odacılar kenarda
ateş yakmışlar, kebap çeviriyorlardı.
Şeftali
rayihasına karışan bu pişmiş et kokusu akşamın serinliği içinde insana keyifli bir iştah veriyordu;45 mütemadiyen içiyorlar,
üzerlerine yoğurt
dökülmüş sıcak patlıcan kızartmalarından, taratorlu semizotu salatalarından
kaşık kaşık yiyorlardı.
Tâ geç vakit döndüler; dağların ardından yarısı kopuk kırmızı bir ay karanlığı
yararak hüzünlü hüzünlü yükseliyordu; arka kafilede biri
«Tahammül mülkünü
yıktın Hülâgû Han mısın kâfir diye haykırırken daha uzaklardan, Boğaziçi'nin
durgun gecelerinde suları döven bir
uskur sesi gibi
davulun gümbürtüsü vakit vakit duyuluyordu.
Agâh Bey, yarı keyifti, onu evine kadar getirdiler. Hemen sayundu yattı. Her
gecekine benzemiyen bu kurşun gibi ağır uyku, dimağın
değil, midenin
vücudun yorgunluğunu dinlendiren bu kaba uyku ne hoştu...
Ertesi gün cuma idi. Erkenden arkadaşları haber gönderdiler, ırmağa,
yıkanmaya gideceklerdi. Dönüşte değirmende öğle yemeği
yiyecekler, akşam
rakısını mutasarrıfın yeni yaptırdığı havuz başında içeceklerdi. Gitmemek istedi. Fakat bu gübreli, tozlu kasabada
tek başına
uzun bir gün nasıl geçerdi? Hem de ırmağa kadar inmemişti. Yıkanmasa bile bir
kere görmek lâzım değil miydi? Merkeplere atladılar, şeftali bahçelerinden
geçtikten sonra tımar g'örmemiş, sık gür bir ayvalığa daldılar. Suyun iki tarafında
da
dalların
örgülerle çevrilip gölgeleriyle kuytulaşmış birçok ufak havuzlar vardı.
Yüksekten dökülen su, buraları oymuş, derinleştirmiş,
sanki yıkanması
kolay olsun diye özenip hazırlamıştı, Agâh Bey yıkanmak fikrinde değildi.
Bir zaman yalnız seyretti. Fakat baktı46
ki bu hiç te fena
bir iş değil; akşamki ispirto ile zehirlenmiş şu sıcak terli vücudu serin Sudan
elbette zevk duyacak, fayda görecekti.
Ona ince kumlu,
kapanık derin bir havuz buldular, ferah ferah, zevkli zevkli yıkandı,şimdi dönerlerken, iştihaya gelmiş olan derisinden
bu güzel kokulu
hava kolayca giriyor, sanki kanına bile rayiha katıyor, ciğerlerini şeftalili
serin bir nefis hava dolduruyordu.
Değirmende,
daha sabahtan gönderilip hazırlanan yağlı bir oğlak çevirmesini tam kıvammda
buldular. Daha beş on türlü yemek
yaptırılmıştı. O kadar yemişlerdi
ki yola çıkmaya mecalleri kalmamıştı. Dere kenarında, dalları sarkık koca
söğütlerin altında birer
birer serilip
uyudular. Mutasarrıfın evinde gece, daha kibarca, daha
zarifce geçmişti. Rakı billûr sürahilerle kesme kadehlerden
sunuluyor, balık
yumurtası, siyah havyar gibi Anadolu için nâdide
mezeler yeniliyordu. Izinle livaya (kazaile il arası idari bölümü
mutasarrıflık) gelen bir malmüdürü güzel keman çalmış, bir tapu memuru da
İstanbul'daki Mahmutpaşa başının (mahmutpaşa
çarşısının giriş
kısımları) mükemmel bir taklidini yapmıştı. Çok eğlenmişlerdi. Agâh şimdi
hemen her eğlentiye giriyordu. Nihayet ona,
kendisi için bir
merkep alması lâzım geldiğini söylediler. Köylere, pazarlara adamlargönderildi. İri
boylu, sağlam yürüyüşlü, rahat bir
eşek bulduruldu,
bir de kadifeli, mor püsküllü,şeritli, saçakh yeni palan yaptırıldı. Akşamları,
Tahrirat Müdürünün de merkebi
öbürleriyle artık
hükûmet konağmın iç avlusuna sıralanıyordu. Lâyihalar, kararlar çoktan ihmal
edilmişti. Zaten çalışmıya, kendisini
dinlemeğe vakti
kalmıyordu. Ağustos içinde av başladı, erkenden kalkıp bağlara yayılıyorlar,
çil, keklik vuruyorlardı. Bütün kasaba,
memurlarının
zevkine hizmetle mükellef idi... Günlerce köylerden jandarmalarr, şöhretli
ağalar getiriyorlar, kış için tavşan avına tazılar
peyliyorlardı. Bu
mükemmel bir damat hayatıydı. Eğlence
meclislerinde bir kenara çekilip kahve fincaniyle yarı gizli rakı atıştıran
Ceza Reisi,
Agâh'ı zorluyor. «Seni evlendirelim oğlum, bumemlekette bekâr durulmaz! » diyordu. Sahi, bu güç işti. !Için için
eridiğini,
zorluk çektiğini
o da duyuyordu. Karanlık bir gecede,
Evkaf memuru onu arka kapıdan evinin zemin katında basık bir odaya soktu.
İçeride iki kadın
vardı. İkisi de şöhret kazanmış, güzel, dolgun kadınlardı, erkeğe alışkın görgülü tavırla sigara
içiyorlar, uzun bir
memur nesline
böyle yarı gizli hizmet etmekten şiveleri nazikleşmiş, ince lisanlarıyle ferah
ferah konuşuyorlardı. Biri esmer, uzun
boylu, endamlıydı;
göğsü dar yeleğinin altında genç, gürbüz duruyor, insan dalgın tatlı gözlerle
derin derin bakıyordu. Öbürü sarışın,
büsbütün iri,
gösterişliydi. Uzun saçlarını elli altmış örgü yapıp sırtından aşağı, nâdide
bir atkı gibi koyuvermişti. Başlarına oyaları
aynı örnek
yemeniler bağlamışlar, üzerlerine kenarları aynı
gergef iğnesiyle işlenmiş gömlekler giymişlerdi;48 ayaklarında da gül
resimli çoraplar,
sari meşinden kunduralar vardı. Esmeri temkinli, tok,
dolu bir sesle türküler söyledi, sarışanı kırıla döküle, çocuksu
tavırlarla
oyunlar oynadı. Agâh Bey, bu âlemi ümidinden fazla iyi bulmuştu. «Vallahi hoş,
lâtif şeyhı diye arkadaşına teşekkürler
ediyordu. Öbürü,
kasabaya ait tafsilât veriyordu. Bazan azılılar bu cins kadınların evleri önüne
toplaşırlar, ağızdan dolma pis barutlu
hantal tabancalar
patlatarak gece yarısı mahalleyi korkuya verirlerdi. Ertesi günü jandarmalar
kabahatlileri yakalar, koğuşta bir temiz
döverlerdi;
mesele de kapanmış olurdu. Kış gelince gece
toplulukları başladı. Helva sohbetleri yaparlar, arasıra da o meşhur, ihtişamlı
hamamı halvet (tenhalaştırmak yabancıları uzaklaştırmak) edip turşulu yemekler
yerlerdi. Payıtahtta, vilâyet merkezinde yasak olan
içtimalara,
eğlencelere burada mesağ (imkan) vardı... Herkes ucuza, kolayca
eğlenebildiğinden başkasının keyfini çok görmüyor,
çekememezlik
etmiyordu. Agâh Bey yavaş yavaş ihtiyatlarını (alışkanlık)
değiştirmişti. Simdi rakısız yapamıyor, gözü önünde toprak
bir imbikten
halis cibre çektiriyordu. Kadınsız da
duramamıştı, sık sık arka kapıdan eve ziyaretçiler girerdi. Entari ile püfür
püfür, rahat
rahat gezmeğe
vücudu alışmıştı; eve gelir gelmez soyunuyor, bahçe üstündeki odaya nargilesini
kurup köşeye geçiyordu. Gelsin
sohbet... Kabarık
şilteli rahat köşe minderlerinin, yan yastıklarının,
arasında vücudu gevşiyor; gitgide genişliyordu.49
İşe gönlünde hiç
de arzusu kalmamıştı. Hattâ Kadı Efendi ile satranç oynamak, fıskıyeli kahvede
muhasebeci beyle tavla atmak gibi
eğlenceleronu ekseriya dışarda
alakoyuyor, daireye gitmesine mâni oluyordu. Kış, zaten Akdeniz sırtındaki bu
nmemlekette
sonbahar gibi
hafif geçerdi. Biraz rüzgâr soğukça esse tavan boyu ocaklara kuru zeytin
kütükleri atıyorlar, hindiler doldurarak, kazlar
kızartarak kışın
da zevkini çıkarıyorlardı Bu gamsız, geniş ömür yüreğinin ateşini söndürmüştü. Şimdi geçen
günlerdeki hizmet, imar
ıslaYıat gibi
fikirlerini hatırladıkça nargilesini gürleterek gülüyor, arkadaşlarına kendini
mazur göstermek için:
-Toyluk, ne yaparsın?...
Diyordu...
Zaten ikinci yaz gelmişti. Sinirleri gevşeten olgun bir meyva kokusu sıcak
rüzgârlara karışarak pencereden odaya doluyor, herkesi
göz alabildiğine
uzanan sayısız şeftali bahçelerine çağırıyordu: Daha geçen sene dar redingotu
sırtında uyuşukluk aleyhine nutuklar
veren Agâh bey
şimdi bu rayihalı havayı ciğerlerine kadar derin derin çektikten sonra yenleri
sıvalı bol entarisi içinde rahat rahat
geriniyor, yeni
atılmış minderin üzerine yan gelip:
-Gel kayfim
gel!... diye söyleniyordu.
Feneryolu, 1919
KOCA ÖKÜZ50
Yatsidan çıkan
ihtiyarlar, uzaktan sessizce birkaç karaltının köye yaklaştığını gördüler.
Haziran içinde mehtaplı gibi parlak bir
geceydi. Gökte
aydan veya güneşten değil, kendi içinden; bir kaynak gibi âheste âheste taşan, süzülmüş, tatlılanmış bir aydınlık
vardı; yıldızlar
bunun içinde sönük, şavksız kalıyordu. Sanki sabah oluyordu: uykulu bir
alacakaranlık içinde göz ötelere uzanıyor,
çeşmenin
söğütleriyle çit boyundaki yabani iğdeleri birbirinden seçebiliyordu.
Anadolu'nun yüksek yaylalarına has sessiz, pussuz,
boz renkli
gecelerden biriydi. Köylüler lâkırdıyı kesip
gözlerini yola diktiklerinden şimdi gelenlerin ayak sesleri duyuluyordu. Ortada
yayvan, geniş,
kocaman bir gölge vardı. Bu galiba, bir öküzdü; iki tarafında birer adam
yürüyordu. Birden anladılar: Ham Mustafa ağa
pazardan, her
seneki gibi yedek hayvan almış, oğlu ile beraber önlerine katmış,
getiriyorlardı. Onun adetiydi; harman başında gider,
kart, hurda bir,
öküz alırdı; ekini kaldırmak, döveni döndürmek, malı ambara taşımak gibi
işlerde bunu iyice kullandıktan sonra güze
doğru götürüp
satardı. Çok defa aldığı fiyatla müşteri bulduğundan boğaz tokluğuna hayvana iş
gördürmüş olur, kışın, işsiz aylarca,
boşuboşuna
beslemekten kurtulurdu. Mustafa vaktiyle İstanbul'da jandarmalık etmiş
bir süre emini (Hac mevsiminde Hicaz'a
gönderilen para
ve hediyelerin başındaki memur) yanında Hicaza gitmiş, hacı olmuş, gözü açık,
hilekâr bir adamdı. Malmüdürü, vergi
kâtibi, evkaf
memuru gibi her zaman işinin düşeceği nüfuzlu adamlarla senlibenli konuşan
odalarına uğradıkça baş köşede ikram
görürdü. Zira
haftada bir, kasabanın pazarında bunlardan her birisinin kapısını çalar,
içeriye «Fırıni iyi our, afiyetle yeyiniz!» diye bir
yağlı oğlak,
yahut «Küçük paşamızı eğlendirsin, maskara şeydir! » diyerek kuyruğu kara,
vücudu ak bir kuzu bırâkır, giderdi. Kış
ortasında karlar
yağarken rengi kaçmadan, derisi buruşmadan kuruttu'ğu kayısıdan, yahut da
çürütmeden, suyunu çektirmeden
saklıyabildiği
armutlardan bir sepet dolusu bıraktığı da olurdu. Her işin elıli, meraklısıydı.
Gider Kayserili muhacirlerden sucuk,
pastırma yapmayı
beller, Çerkez köylerinde peynircilik öğrenirdi; bütün bunlara kendinden ziyade
hediye vermek için merak salardı.
Bakracını
doldurup kasabaya indiğini gören köylüler: «Hacı Mustafa bir tas götürür, bir
tulum getirir! » derlerdi.. Hakikaten de
öyleydi...
Uğrayıp içeriye canlı cansız her hafta bir hediye bıraktığı kapıların
himayesiyle tarlalarını başkalarının zararına genişletmiş,
su vakfına
mütevelli olmuş, eski vergi borçlarını kapatmıştı. Mustafa'nın evine tahsildar
uğramaz, jandarma sokulamazdı. Herkes,
sevmiyenler,
çekemiyenler bile ondan saygıyla bahsederler, «Hacı ağa» derlerdi. Toprak damlı,
kavruk yüzlü yıkık köyün ortasında kırmızı kiremitli, çam tahtalı, yeni yapı
evi; değirmenlerin hakkından çalınıp yaz, kış gürül gürül
akan suların feyziyle fışkırmış gür
ağaçlarla dolu
bir bahçesi vardı. 52
Evinin önünde bir
tarafı tamamıyle açık; boyiu boyunca koca bir sundurma yaptırmıştı. Burası, yaz
gecelerinde yıldızların ışığı,
böceklerin
sesiyle dolduğu zaman ne hoş olurdu. Hacı ağa ömrünü
orada geçirirdi. Kasabanın, evi basıla taşlana dillenmiş en namlı
kahpesini, Çiçek
Emine'yi bir gece atına almış, köye getirmişti. Asıl karısı beşik, ocak
başında, gübreler içinde, öküzler, mandalar
arasında evin
kaba işlerini görürken Çiçek Emine Hacı'nın dizleri yanında kötürüm olmuş bir
kart kedi gibi esniye uyuya tembel
tembel vakit
geçirir, başında altın dizili, inci işlemeli fesi, ayağında servi, karanfil
resimli çorapları, sırtında bir yolu sari bir yolu pembe
kumaş fistanı
gelin gibi yaşardı. Bu münasebete ne köy halkı, ne oğlu ses çıkarabiliyordu.
Hacı
ağa, önünde öküzüyle çardağa yaklaşınca ihtiyarlar hep birden, dua eder gibi:
«Hayrını göresin, hayrını göresin!» diye
seslendiler. Yarı
aydınlık içinde hayvanı seçmiye çalışıyorlardı. Kuru kafalı, kocaman boynuzlu,
kemikleri çıkık, kart olduğu uzaktan
belli bir öküzdü.
Yorulmuş, bezmiş görünüyor, çökecek bir yer arıyordu. Şimdi durmuşlar
konuşuyorlar, kasabadan haber alıyorlardı.
Köylülerden biri
Hacı'ya yaranmak için yerden bir avuç dolusu toprak almış, hayvanın kulaklarına
sürüştürüyor, muayene ediyordu;
fakat öküz başını
ovanın nihayetsiz derinliğine çevirmiş, uzak uzak bakıyor, derin derin
düşünüyordu.
Köylü, yine Hacı'nın
hatırını yapmak için:53
-Çok cevherli öküzmüş bol yedir de hele bak, ne yavuz mal olur... Diye söylendi.
Susuyorlardı,
uzak ağılların birinden tok sadalı kocaman bir keçi çanının hüzünlü sesi geldi.
Uyuyan genişlikler içinde bütün eşyaya,
bütün ruhlara
yakından dokunarak, sürtünerek uzun uzun her tarafta dalgalandı. Ayrıldılar.
İşe koşulduğunun
üçüncü günü koca öküzü ahırda çalışmaya isteksiz bir yatışla yan gelmiş, geviş
getirir buldular. Yanaşma dürttü,
vurdu, tekmeledi,
yerinden kımıldatamadı. Hacı'ya haber verdiler. Boynuzlarına geçirdikleri bir
kalın ipi, var kuvvetleriyle ikisi çekiyor,
biri küreğin
keskin tarafiyle vuruyordu. Öküz etrafmdaki bu gürültüye, ipe, küreğe; kuvvete,
acıya karşı kayıtsız, güya rahatta,
yalnızmış gibi
aynı yatışı, aynı ağır başlığıyle duruyordu. Gözlerinde ne şaşkınlı, ne hiddet
vardı. Yanaşma ikide birde:
-Acaba marazlandı
mı ki?... Diye söyleniyordu. Hacı, kızdı:
-Kahpenin eniği,
başka lâf bilmez misin? Ne marazlanacak ki... Önündeki yulafı, samanı
bitirekoymuş, dırlanacağına çal küreği! Diye
haykırdı.
Bu doğruydu; öküzün iştihası yerindeydi. Nihayet başa çıkamadılar, biraz kendi
haline bırakmak, öğleye doğru yanaşmayı
gönderip
getirtmek kararıyle öbür öküzleri önlerine kattılar; yeni doğan güneşin keyifli
aydınlığı içinde isteksiz, neşesiz bir yürüyüşle ağır ağır gittiler. Hacı; (Bu
da ne iş ki... Yesin, içsin; işe gitmesin, keserim domuzu!» diye arasıra
mırıldanıyordu.54
Oğleyin
yanaşmayı köye gönderip tarlada baba oğul kaldılar. Burası,
olgun, dolu başakların baştanbaşa sapsari ettiği dümdüz
tümseksiz,
tepesiz, çıplak bir ova idi. Güneş vurmuş bir bakır tepsi gibi sıcağın altında
coşkun, keskin bir aydınlıkla parlıyor, yorgun
gözler önünde
gökten is gibi, yanmış kâğıt parçaları gibi bir takım gölgeler dökülüyordu. Başları
yere eğilmiş, dalgın duruyor,
bekliyorlardı.
Sıcak toprak üzerinde iri, çevik karıncaların koştukları görülüyordu. Bunlarm
içinde kanatlıları da vardı; Hicaz
yolculuğunun
lâkırdısını etmeden yapamıyan Hacı:
Çölde karıncalar
tosbağaları taşır, bunlar nedir ki... Diye bir yalan
uyduruyor, oğluna,yutturuyordu.
Birden ovanın tâ ucunda, gökle
yolun birleştiği
yerde bir şey kımıldayıverir:
-Aha Ali geliyor, dediler. Lâkin yalnızdt.
Baba oğul öküzün ölmüş olması korkusuyle sarardılar; Ali'nin lâkırdısına meydan
vermeden:
-Geberdi mi ki?... Diye sordular. Hayır,
öküz canlıydı, sabahki yerinde geviş getirip yatıyordu. Çok vurmuştu fakat
kaldıramamıştı;
Fatma teyzeyi,
Emine'yi çağırmış, üçü birleşmişler, dövmüşler, sövmüşler, hatta boş böğrüne
çivi ile kakıştırmışlar, yine
kımıldatamamışlardı.
Hacı Mustafa bağırıyor, ömründe böyle işe çatmadığını
söylüyordu. Hiç bir meselenin bir vak'anın söze
karıştırmadığı
oğlu- için için uyur, çilli yüzlü
dudâklarının etrafı daima tükürüklü bir de kanlı
- kederli bir yüz alıp susuyordu. Altında
oturdukları cılız
ahlatın gölgesi doğu tarafına uzanıp gidiyordu. Bekleyip ne duruyorlardı? Baba:
«Ya Allah!)) nidasiyle yerinden zorla,
oğluna abanarak
kalktı. Bacaklarında sızılar vardı. İlle Çiçek Emine eve geleli Mustafa büsbütün
çökmüştü; arasırâ sol dizine bir ağrı
giriyor, ayağının
parmaği filizlenmeye başlamış, yamrı yumru bir patates gibi şişiyordu.
Haftalarca yattığı, inlediği oluyordu.
Hediye götürdüğü
memurların zoruyle kendisini muayene eden doktor :
-Biraz nefsini yen be adam, gürleyip gideceksin ! .. Diyordu. Lâkin Hacı
Mustafa «Atın ölümü arpadan olsun beyim, öyle de
gözümüzü
yumacağız, böyle de. Aldırma sen!» Cevabıyle reçeteleri
sarığının arasına sıkıştırıyor, eczahaneye adımını atmıyordu.
Soranlara :
«Gavur ilâcından Müslümana fayda olur mu be!) diyordu. Lâkin afyon mizanının
(kantar) köşesindeki aktar Buhara'lı Bekir
Efendiye sık sık
uğruyor, onun küçük bir mermer havanda döğüp yaptığı amber kokulu,
ballıbaharatlı haplardan kutu kutu alıyordu. Bu
ilâçlar, Çiçek
Emine'ye:
-Kudurdun mu, ki Hacı?... Güllük (at, eşek, yük hayvanı) gibi ne
tepreşiyon?.. Dediriyordu.
Akşam
dama dönüşlerinde öküzü sabahki yerinde, ayni halde buldular. Artık bu akşam
önüne saman dökmiyeceklerdi, belki
acıkınca işe
giderdi. Lâkin bu'da fayda vermemişti. Hayvan, bütün geceyi aç geçirmiş,
lâkin yerinden kımıldamamıştı.56
Gene yedeksiz
gittiler. Öğleyin tahkikat için eve gönderilen Ali dönüşünde tuhaf bir şey
anlattı : Ahıra girmeden evvel kapının budak
deliklerinden
içeriye, usulca bakmıştı; öküz yerinden kalkmış, öbür bölmelere geçmiş,
çiftlerden arta kalan samanları ayakta yiyordu.
Lâkin, sonra
mandalın gürültüsü, kanadın gıcırtısını duyunca hemen yerine dönmüş, yatmış,
kalıp kesilmişti. Karılar da yardım ettiği
halde gene
kaldıramamışlardı. Ham Mustafa :
-Bu ne hileci öküz, beni matedecek be! dedi. Oğlü başıyle
tasdik etti. Çare yok, satmak lâzım, fakat ahırından çıkmıyan hayvanı kim
alırdı? Kasaba
bile gidecek olsa hiç olmazsa kasabaya kadar yürümesi lâzımdı. Acaba birkaç gün
iyice besleseler, tıkabasa
doyursalar
canlanır, kalkar mıydı?... Nihayet buna karar
verildi; o akşam
önüne yarım şinik yulaf; iki kalbur dolusu saman döküldü.
Köylüler;
-Ham ağa
da yeni öküzü işe koşmuyor; besleyip pastırmasını mı yapacak?... Diyorlar, merak ediyorlardı.
Mustafa dışarı
sir sızdırmıyordu; lâkin üzüntüden de eriyordu. Koca öküzün önüne ambarı
dökseler tüketecekti, iştihasında kusur
yoktu; çalışmak
istemiyordu, buna azmetmişti. «Ambarımı kül edecek, nasıl deflesek be?)) diye
Mustafa arasıra, ahıra uğradıkça,
yarı karanlık
içinde, gözleri şimşek çakarak, haykırıyordu. Aç bırakmak da işine gelmiyordu,
hayvan büsbütün zayıf düşecek,
büsbütün ahıra
bağlanacaktı. Nihayet bir sabah erken kalktı, kasabaya indi.
Cavga Riza derler, yarı sersem bir kasap vardı; onu buldu :
-Geçen gün bir öküz aldım, hurdaymış, işe yaramadı, sana aldığım paraya
satayım... dedi. Cavga Riza - cavga, bir cins aptal
karganın oralarca
ismiydi -, iki mecidiye eksiğine razı oldu. Yalnız bir şartı vardı; Hacı,
tarlasından ayrılamıyordu, yanaşması da, oğlu
da öyle... Riza
kendisi gelip ahırdan alacak götürecekti.
-Sana ahırda
öküzü sattım, ben ötesine karışmam ha! Diyordu. Kasap razı oldu, paraları
saydı.
Ham Mustafa sevincinden köye doğru uçuyordu. «Neme gerek, ister arabaya
koysun, indirsin, ister orada kessin, ben karışmam!»
diyordu. Ertesi gün Cavga Riza elinde bir arşın çürük iple köye gelince Hacı :
-Sen nideceksin, öküz yerinden kalkmıyor Dedi. Daha evvel haber vermekle üzerinden kabahatı atmış
farzediyordu. Riza şakaya aldı,
aldırmadı, ahıra
girdi. Oküz yerinde yatmış, tıpkı ilk.' günkü gibi dalgın, bezgin, geviş
getiriyordu. Kalkmaya hiç niyeti yoktu, gelenlere
dönüp bakmadı
bile... Kasap hayvanı süzdü.
-Hele Hacının
ettiği işe bak,, bunun neresi yenir ki? Kemikle deriden ötesi yel! dedi.
Kaldırmak için tozlu çarığının burnuyla öküzün
kalçasına vurdu. Mustafa gülüyordu :
-Nezaketten anlamaz, pekçe vur!. .. Ihtariyle eğlendi. Kendi kendine
«tekmeyle, sopayla kalksaydı ben onu eksiğine satar mıydım?
diye düşünüyordu.
Lâkin birden şaştı. Gözleri dört açıldı : Koca öküz
başını çevirdi, kasabm kirli elbiselerini derin derin gürültülü bir
nefesle kokladı,
kokladı, sonra kımıldandı, kalkmış, ahırdan çıkmış, bahçeyi geçmiş, tozlu
yolda, her adımda biraz daha ufalıp
silinerek
kasabaya doğru gidiyordu. Sanki damarlarındaki son
kuvveti toplamış, son dermanını, kendisini senelerce süren
yorgunluklardan
sonra bir bıçakta ebedi rahata kavuşturacak olan bu adama saklamıştı. Çalışmaya
gitmiyecekti; fakat ölülne hazırdı;
büyük bir filozof
gibi başı yerde, ağır ağır, gözlerinde kayıtsızlık, yürüyor; uylukları arasında
dolaşan, gölge arayan yalnız kanatlı,
ufak, inatçı
sineklerin üzerinden arasıra kuyruğuyle incitınek istemiyen bir yelpaze
geçiriyordu. Hacı Mustafa hiddetlendi. Onun
yürüyeceğini bilseydi
iki mecidiyeyi kaybeder miydi? Bu ne uğursuz hayvandı, bir haftadır bol bol
yemiş, iliklerini doldurmuş,
kesilmeye
gidiyordu. Dünyayı çeviren Hacı, öküzün oyununa gelmişti. Öfkesinden,
yanaşmaya, hiç sebepsiz bir tokat attı. Karısının
başına o iri
savatlı gümüş tabakasını fırlattı. Oğlunu gece tarlada yatırdı; Çiçek Emine'ye
bile surat etti. O, bunlarla didişirken
kasabada
tellâllar çarşı pazar dolaşıyor :«Cavga Rıza'nın
dükkânında bugün ikindiden sonra öküz kesilecek, isteği olanlar buyursun,
hey!) diye
haykırıyordu.
Kadıköy,
1918
VEHBI
EFENDININ ŞÜPHESI
Vehbi Efendi bu ufak kazanın Düyunu Umumiye idaresinde kantar
kâtibiydi. Lâkin bir türlü yerli ahaliye mahsus kisveyi (kıyafet)
üzerinden
atamamış, bir türlü, memur kılığını alamamıştı. Şal yeleğinin
içinde yarı gizli kocaman bir kuşağı, aba poturu altında beyaz
yün çoraplarını
meydanda bırakan ökçeleri basık yemenileri vardı. Bunların üzerine de vaktiyle
siyah olması lâzım gelen havı
dökülmüş, soluk
bir redingot geçirirdi. Durgun, bön, ürkek bir adamdı. Kaleminde basılı
kâğıtları doldurmaktan başka elinden bir iş
gelmez,
sorulmadıkça kendiliğinden konuştuğu görülmezdi. Cuma ile bayram günleri ya
balık avı için Karasu kenarına inen, yahut da
buz gibi
kaynaklarda karpuz çatlatmak üzere kiraz yaylalarına çıkan arkadaşlarına
katılmaz; pazar dönüşü bir sari gaz boyamasına,
bir cam bileziğe
viranelere çekilen çingene kızlarına sataşmazdı. Akşam,
kalemden çıkınca, doğruca Tabakhane semtindeki evine
gelir, erken
yatar, erken kalkıp tekrar aynı yollardan dairesine dönerdi. Ömrünün günlerini
böyle, daire ile evinin arasında, değişiksiz,
pürüzsüz bir
makara gibi sarmak, tüketmek onu memnun ediyordu. Doğuşundan o kadar
beceriksiz, bezgindi ki otuzunu geçtiği, dört
kuruş maaşına
imrenerek kısmetler tâ ayağına geldiği halde evlenmemiş, kadın nedir, daha
henüz tadamamıştı.60
Bu yolda ilk adımın
kendisini bir uçuruma sürükleyeceğine; hayatının o pek sevdiği boşluğunu,
durgunluğunu vak'alar, dertlerle
dolduracağına
inanırdı. Böyle olmasa, şimdi bile, elinin altında arzularını yatıştıracak ne
âlâ bir fırsat vardı. Oturduğu bina, kapıları
desteklenerek
sofalarına iğreti bölmeler çekilerek iki eve ayrılmıştı. Obür tarafında Rumeli
muhacirlerinden bez dokuyucu dul bir kadın
oturuyor, biri
ufak, diğeri gelinlik iki kızının ya türkü, ya kavga sesleri sabahtan akşama
kadar evin bu tarafını gürültülere boğuyordu.
Komşunun
kızında, bir zamandır, sabırsızlık, taşkınlık alâmetleri çoğalmıştı. Türkü
sesleri içinde evi sarsan yürüyüşler,
merdivenlerden
atılıp inişlerle, incecik bölmenin arkasında hasta bir ördek gibi uyuklıyan
Vehbi Efendiyi dürtmeye çalışıyordu. Lâkin
yeldirmesini bile
takmadan, başına bir örtü bile almadan bahçeye uğrayışlar, çamaşır asmak
bahanesiyle çıplak baldırlarını
göstererek
ağaçlara tırmanışlar hep faydasız kalıyordu. Hanife hiç de çirkin değildi. Biraz kısa, biraz endamsız, lâkin uzaktan bile
yumuşak, sıcak
görünen dolgun vücudunun yürürken güzel bir çalkalanışı vardı. Ille ağaçlara
çıkıp inerken düz entarili, belinden
kuşaklı, bu
süssüz, dolgun ve baskısız vücut ne güzel bir biçim alıyor, eğilirken ne hoş
bir kıvılcım yapıyordu. Vehbi Efendi,
gönlünde
arzular, iştihalar
duymuyor değildi. Göze gelirse gülüşler, dudak büküşler, hatta dil çıkarışlarla
Hanife o kadar ileri varıyor,
görülmekten,
bakılmaktan keyiflendiğini anlatan öyle cür'etli işaretler yapıyordu ki, Vehbi
Efendi sersemleşiyor, pencereden61
uzaklaşıyordu. Artık
öksürükler, cumbadan seslenişler, cama taş atmalar bile başlamıştı. Vehbi
Efendi, doluya tutulmuş bir adam
gibi rahat nefes
alamıyarak, ne yapacağını bilemiyerek, kurtulmıya çare bulamıyarak, ortada
şaşkın, ürkek bekliyordu. Kıza cesaret
verecek bir
harekette bulunmuyordu. Hatta, bazen, bölmeyi vurup da komşu kadına :
«Ayıptır
yahu, kızına bak; bu ne aşiftelik!» demek arzularını duyuyordu, halbuki onun
yerinde bir başkası, meselâ Tabakların Kâmil,
mahalleyi altüst
eden şu çapkın olsaydı, çoktan atılır, tehlikesiz, zahmetsiz bir maceraya
meydan verilirdi. Lâkin Vehbi Efendide o
cür'et yoktu. Bir midye gibi, yapıştığı yerde bekliyordu.
Mayıs içinde
mehtaplı bir geceydi: Penceresinin önünde uzun uzun oturduktan, iki üç sigara
içtikten sonra henüz komşudan
dönmiyen annesini
beklemeğe lüzum görmedi, yattı. Ay, duvarları, kafeslerin
büyümüş gölgeleriyle nakışlamış, süslemişti. Odaya
toz gibi, duman
gibi tavandan döküldüğü zannolunan tatlı, mavi bir aydınlık iniyordu. Salhane
önünde durup tâ yukarı mahalledeki
seslere cevap
yetiştiren köpeğin inatçı, üşenmez havlamaları arasında birden yan duvar, öbür
evin bölmesi vurulur gibi oldu, sonra
vaktiyle yan
tarafa açılan, şimdi destekli, mıhlı duran kapının önünde biri, yalancı
öksürüklerle üç kere seslendi. Vehbi Efendi
yatağından
başını kaldırdı, dinledi. Öksürük kesilmişti, lâkin anahtar deliğine
yapıştırılmış olması lâzım gelen bir ağız içeriye derin,
uzun, yanık ahlar
yolluyordu. Bu, çabuk, amansız bir tesir yaptı; Vehbi'nin uyuşuk damarlarında
kezzap gibi yakıcı, işletici bir kan 6263
dolaşıyordu. Oracıkta,
elinin altında, Hanife'nin beklediğini, istediğini, yana yakıla yalvardığını
bildiği, duyduğu halde nasıl
dayanacaktı? Kendisini hayatının
o değişiksiz itiyadına düğümleyen bağların gevşediğini, çözüldüğünü duyar gibi
oldu; boğuk bir
sesle,
tanımadığı, bilmediği, bir yabancı, bir korkutucu
sesle : «Kız ne oluyorsun? Git işine! » diye bağırdı. Hanife şimdi, ilk defa
doğrudan doğruya
kendisine çevrilen bu erkek sesinden ayrılmak istemiyerek konuşuyor, «Anam
komşuda da, korkuyorum...»
başlangıcıyla
birçok şeyler söylüyordu. Öbürü, yatağından çıkmış,
duvara yaklaştıkça
büyüyen gölgesine
doğru, boğuşacak bir pehlivan gösterişiyle yürüyor, kapının önüne gidiyordu. Ortalık
korkutmıyacak, ürkütmiyecek
kadar aydınlık,
durgun ve tenha idi. Aralarında yarı çürük, yarı çapık bir kapı vardı. Vehbi
Efendi beceriksiz, korkak adamlarda görülen
aç bir hayvan
cesaretiyle gözleri dönmüş, kulaklarının uğultusu, yüreğinin çarpıntısı içinde,
kapının kilidini, sürmesini çevirmeye
çivilerini
sarsmaya çalışıyor, acele bir oradan, bir buradan tutuyor, çekiyor, oynuyordu. Öbür tarafta Hanife, sessiz, bekleyip
duruyordu.. Lâkin kapı, zıngırdıyan kilidine, esniyen aynalarına rağmen
dayanıyor, bir türlü açılmıyordu. O zaman kız, yol göstermek
lüzumunu
hissederek : «Yukarı kaldır, kancalarından kurtulur! » dedi. Sahi, en doğrusu
bu idi; Vehbi Efendi çömeldi, bir eliyle
altından, öbürü
ile de devrilmesin diye ortasından tutarak kaldırdı. Sürgüler gıcırdadı,
biraz daha, dayandı, biraz. daha itti. Sonra
çivilerden
kurtarmak için kendisine doğru kuvvetle çekti. Birden kapı, olanca ağırlığıyle
elleri üzerinde kalıverdi. Ne yapacaktı? Arada
engel kalmayınca
yüreğine bir bezginlik düştü. Kanında aynı ateşi duymuyorum zannetti. Usulcacık
kapıyı yan tarafa dayadı, İçeriye,
öbür odaya
adımını çekine çekine attı. Beyaz bir şekil, horozunu
bekliyen bir tavuk gibi, ortada hazır duruyor, hiç kımıldamıyor, bir
şey söylemiyor,
uçurumdan düşecek bir adam gibi elleriyle gözlerini kapamış, soluksuz
bekliyordu. Vehbi Efendi de duruyor,
düşünüyordu. Birden, zihninin yüklü bulutları içinden bir
şimşek çaktı. Korkunç, dehşetli bir fikir önünde aydınlandı, canlandı,
arzular, hırslar
ile hareketlenmiş vücudunu olduğu yere mıhladı. Ya bir çocuk olursa, bir defa
alışan ayakları onu her akşam buraya
çeker, bir gün,
beş gün, sonra... Sonrası tehlikeli idi, ömrünün o pürüzsüz, engelsiz yürüyüşü
arasında bu ne zaman bir set, davalar,
dedikodularla
donanmış salkım saçak ne çirkin bir kepazelik olurdu... Evet, bu bir
kepazelikti ki, kasabanın aylarca sermayesi
olacak, aylarca
kahvelerde, kırlarda bunun lâkırdısı edilecekti. Ev hâlâ sessiz, sokak tenha idi. Ay, beyaz patiska perdeli kafessiz odayı güneş vurmuş
bir deniziçi gibi, durgun bir ışıkla mavi, sakin aydınlatıyor, şimdi, ellerini
yüzünden çeken Hanife'nin gözleri
gölgeli gölgeli
yüzünün ortasında parıl parıl yanıyordu. Vehbi Efendi lâkırdı
etmeden, daha ziyade bakmadan döndü, kapıyı
sürgülerine sokup
yerine indirdi. Sürmeyi çekti. Geniş bir nefes aldı.
Kurtulmuştu..64. Lâkin dizlerinde öyle bir dermansızlık
duyuyordu ki
yatağına kadar yürümek ona zor, imkânsız göründü; hemen oraya şiltenin ayak
ucuna oturdu; dizlerine dayadığı
dirsekleri ayni
zamanda, başının yükünü de taşıyor, tepesinden dökülen mehtap altında iki
büklüm düşünüyordu. Öbür odada da ses,
hareket yoktu, belki Hanife de böyle bir kesiklikle rasgele çömelmiş, anlıyamadiğı
bu dönekliği kavramaya çalışıyor, şaşırıyordu... Ta sabahleyinden başlayan
yüklü, dumanlı bir sıcak kasabanın kızgın kayalar arasındaki bu çukur
mahallesini ateşi çekilmiş bir fırın içi
gibi kapalı bir
hava ile doldurmuş, boğmuştu: Sokakların her vakitki
neş'eleri olan horozlar bile gölgeli kovuklara sokulup şevksiz,
dermansız
duruyor, çocuklar bile oyunlarını bırakıp toprak döşeli kuytu, serin odalarda
uyukluyordu. Yalnız suları tükenmiş derenin
kavakları
üzerinde sonu gelmiyen tekrarlamalarla gıcırdayan ağustosböcekleri bu durgun,
boğuk, kavruk âlemin susmıyan, bezmiyen
inatçı
şikâyetçileriydi. Başka ses yoktu. Vehbi Efendi,
kızgın
güneşin altında tarla kuşlarını aldatacak pırıltılarla yanan redingotun
ağırlığından
şikâyet ede ede boynunda sırmalı çevresi, yokuşu ağır ağır çıkıyordu. Yolunun üzerinde salkım ağaçlarıyle gölgelenmiş
şadırvanı dolu
bir cami avlusu vardı ki böyle sıcak günlerde onu biraz nefes almak için âdeta
çeker, çevirirdi. Lâkin bugün girmiyecek,
dinlenemiyecekti.
Zira gittikçe suyu çekilen kuyusuna ip eklemek için vaktini evde geçirrniş, hem
dairesinin vaktini kaçırmış, hem de
bu kızgın güneşe
kalmıştı. Şöyle içeriye gölgeliğe hasretle bir baktıktan sonra yürümeğe
hazırlanıyordu, şadırvanın arkasından biri
acele acele :
«Vehbi Efendi, Vehbi Efendi!» diYe seslendi. Mahalle imamı
onu geçerken görmüş, telâşlı bir tavırla hem koşuyor, hem
çağırıyordu.
imam: «Biraz girer misin? Ben de şimdi sana, kaleme uğrayacaktim...» dedi.
Vehbi Efendi, yeni bir iane (yardım,)
bir intihap
(seçim) dedikodusu dinliyeceğinden : «Şimdi vaktim yok, kuyuya ip salladım da,
bu ne kurak. Akşama görüşürüz!»
cevabıyle yürümek
istedi. Lakin imam, çatık bir çehre ile :
-Başka
bir şey söyliyecektim, şu senin mesele üzerine. Dedi. Onun meselesi de ne idi? Soruyordu. Karşısındaki hileli
bir bakışla :
«Hele gir canım,
bak gölgelik, serin, şöyle hasıra otur, konuşuruz.» diyordu. İmamın çapkın bir
bakışı, bir gülüşü vardı ki Vehbi
Efendiyi
ürkütüyordu. Mecburi girdi. Şimdi hasıra yerleşmişlerdi. Kumruları, yanlarında
kanatlarını ıslak, çamurlu kaldırımlar üzerine
sarkıtarak edâlı
yürüyüşlerle geziniyorlar, şadırvanın rutubetli yalakları etrafında keyifli
keyifli dönüyorlardı. imam, çapraşık cümlelerle
başladı. Evin
öbür tarafında oturan bez dokuyucu kadın dün gelmiş, ona olan biten işi anlatmıştı,
mademki bir defa bu mesele bû dereceyi bulmuş, tamir edilmez hale gelmişti, o
halde bir çıkarına bağlamak daha muvafıktı.6566
Vehbi Efendi, şaşkınlığından
büsbütün irileşen aptal gözlerle bakıyor, anlamıyor: «Nedir canım? Hangi iş?
Neyi? Ne olmuş?» diye
biteviye
soruyordu. Öbürü nihayet kızdı :
-Yoo canım,
diye gürledi, kızı hem gebe koy, hem de böyle anlamazlıktan gel, bu bana, cin
imama yutturulmaz. Sen sorguyu suali
bırak da ben
vak'ayı olduğu gibi, baştan anlatayım... Bak, yanlış var mı, yok mu? Meğerse
Vehbi Efendi, kıza göz etmiş, olur a,
gençlik.
Pencereden ayrılmaz, ne zaman raslarsa işaret eder, söz atar, her akşam
kalemden dönünce kapının önünde öksürür,
gözlerini kafese,
cumbaya çevirirmiş. Böylece işi ilerletmiş eh, öbürü de daha çocuk, cahil kız,
yavaş yavaş gönlü çelinmiş, sonra bir
gece, bundan üç
ay evvel, anası evde yokken iki evi bölen kapılardan birini çıkarıp... Kabahat
amma, bir defa olmuş... Vehbi Efendi
«Yalan, yalan»
diye birdüziye mırıldanıyordu. imam: «Yalanı var mı ya; çivileri: sökülmüş,
menteşeleri oynamış, kapıyı dün gittim,,
gözümle gördüm...
Vallahi , birader; sen bilirsin, yarın kadıya gidecekler. Ben bir rezaletin
önünü alayım diye savaşıyorum!» dedi.
Hava gittikçe ısınmış,
şimdi artık bir çelik gibi kızgın kiremitlerin çizıkoların; etrafındaki
kayaların sıcaklığıyle her taraf, hatta bu gölge,
bu serin, sulak
avlu bile yanmıya başlamıştı. Vehbi, Efendinin dimağı ise sanki haşlanmış,
erimiş, büsbütün yok, büsbütün hiç
olmuştu.
Anlamıyor,, kavramıyor. Yalnız imamın kızıl sakalına bön,, bön, ahmak ahmak
bakıyordu.67
Kadı,
müdür, imam hep birlik olup Vehbi
Efendinin andlarına, yeminlerine, gözyaşlarına, (Ben namuslu adamım! »
iddialarına
aldırmıyarak
nikâhın kıyılmasında, pürüzün ancak bu yolda temizlenmesinde inat ediyorlardı.
Illâ daire müdürü, Bitlisli bir Kürt, bangır
bangır bağırarak.
(Ya nikâh, ya istifa, yoksa başmüdüre yazarım ha!) diyordu. Hepsi, herkes kız
tarafını tutmakla birbirlerini
geçiyordu.
Hanife, biraz kendini göstermeğe başlıyan karnını büsbütün çakararak kapı kapı,
memur, eşraf evlerini dolaşıyor, ışıldak
mavi gözlerinden
tükenmez parlak yaşlar dökerek başına gelenleri anlatıyordu. Herkes (hay alçak
herif» diyordu. Vehbi Efendinin bu
kadar kargaşalığa,
bu kadar üzüntüye tahammülü yoktu; yatakta kalıp gibi uzanmış, hareketsiz,
ümitsiz yatıyor, dışari çıkmıyordu.
Hem onda da yavaş
yavaş bir şüphe, bir tereddüt hasıl oluyor, «acaba farkında olmıyarak öyle bir
şey mi olduydu?...» diye
düşünerek bütün
kabahatin, bütün mes'uliyetin kendisinde olabileceğine ihtimal vermeğe
başlıyordu. Nihayet, memuriyetini elden
kaçırmak korkusu
kararsızlığına son verdi. «Peki» dedi. Terziye götürülüp tersine çevirilen redingot artık güneşle
karşılaşınca parıl
parıl yanmıyordu.
Nikâh günü davetliler hep yeni sandılar. Yavaş yavaş mesele sohbetlerin
sermayesi olmaktan kurtuluyor,
unutuluyordu. Vehbi Efendi memnundu. Yalnız, altı ay sonra, kundağı kucağına
koydukları zaman, daha kendisi de pekiyi
anlıyamadığı
babalığın esrarını bulup çıkarmak istiyen bir düşünceyle çocuğa uzun uzadıya
baktı: fakat bu kapalı, buruşuk, yumuk yüzden hiç bir mana çıkaramayarak «fesubhanallah! » dedi. Tabakların
Kâmil, Vehbi
Efendinin dalgın, ciddi şekli; ağır ağır kahvenin önünden geçerken,
arkadaşlarına manalı manalı işaretler ediyor.
-Yutturduk öküze!... Diyordu...
Bilecik, 1918
SARİ BAL
Kapının
tunç tokmağı bu karlı gecenin sesleri sağır eden durgunluğu, dolgunluğu içinde
kof bir uğultu çıkardı. Buna içeriden havlama
ile uluma
arasında bezgin bir köpek derhal cevap verdi. Sonra bir kapının gıcırdayarak
açıldığı, fısıltılar, telâşlı yürüyüşler içinde, bir iki
kişinin gidip
geldiği duyuldu. Tokmak muttasıl (devamlı
olarak) dövülüyordu. Nihayet bir kadın sesi :
-O kim? dedi. Burası kasabanın
dışarısında, elekçilerin oturduğu alçak damlı, dar sokaklı, murdar, ışıksız bir
mahalle idi. Hovardalık
etmek istiyenler
geceleri, böyle geç vakit gelirler, uyumuş kızları uyandırırlar, oynatırlardı.
Liralar serpildiği, tabancalar boşaltılıp
kamalar
çekildiği, kanlar döküldüğü de olurdu. Eşraftan
Kulâhçızade Hilmi Ağa bu akşam iki ahpabiyle içip içip coşmuş, saat beşe
(Alaturka saat, gün batışından 5 saat sonra) doğru : «Ne duruyoruz be,
haydin gidip Sari Bali oynatalım!» demişti. İşte bunun için
gelmişler, kapıyı
dövüyorlardı. ıçeride hala fısıltılar, kararsız yürüyüşler, birbirinden
soruşlar vardı. Hilmi Ağa kızdı, rakının büsbütün
yayık, peltek
ettiği bir sesle :
-Kız,
açıver, bizik, ne duruyonuz!...
70
diye bağırdı.
Kasabanın bu adlı sanlı mirasyedisi, bu yarı çılgın hovardası bir eve girmek
ister de hiç önüne geçilir miydi?... İçeride bir
müddet, tanılan
bu sesin verdiği bir korku ile her şey sustu; sanki taş kesilmişlerdi. Artık
Hilmi Ağa beklemedi; «Abanın behe! »
emriyle
yanındakileri ileri sürdü; dayandılar. Lâkin zora hacet kalmadı. Acele acele
biri yetişti, sürmeleri çekti. Şimdi özür diliyorlardı.
Birden
tanıyamamışlardı. Onüne gelen buraya uğruyordu da iyice anlamadan, emniyet
etmeden içeri almıyorlardı. Yoksa bilselerdi,
bir dakika
bekletirler miydi? Keşke, daha evvel biriyle bir haber gönderselerdi,
hazırlanırlardı.. Külâhçıoğlu cevap bile
vermiyordu.
Karanlık bir
avluyu geçtiler. Yarı açık kalmış bir kapının ışıktan dört çizgisi birden
genişledi. Dışarıya kızıl bir aydınlık taşırdı. Gelenler
başları
lâz başlıklı, arkaları çerkes yamçılı, haddinden fazla iri, korkunç görünen üç
kişiydi. İki basamaklı bir toprak merdivenden
indiler. Odaya girmişlerdi.
Burası, penceresi, nefesliği olmıyan çukur, basık, loş bir yerdi; ahıra
benziyor ve ahır kadar kokuyordu.
Dışarıdan yeni
girince keskin ve ekşi bir yaşlık, gözlerl sulandıran bir sirkeleşmiş hava
insanı tıkıyor, değişmiye değişmiye çürümüş
zannolunan sıcak,
fena bir yağ gibi çehreye yapışıyordu. Duvarda lekeler, sepetler asılıydı;
tavandan torbalar, soğan dizileri, ayva
hevenkleri
sarkıyordu. Bir tarafta iki yatak seriliydi,
Üç, dört baş görülüyordu. Bunlar, galiba, uyuyan çocuklardı. Kenarda
yeşil boyalı
tahta sandıklar
diziliydi; oda tıka basa idi. Yalnız ortada ufak bir meydan vardı ki biraz
sonra şenlenecek, sazların, teflerin,71
zillerin sesleri altında bükülüp
kıvrılan çengilerin rakslariyle şereflenecekti. Hilmi Ağa,
etrafına şüpheli, huylu nazarlar atarak ortada
duruyordu.
Çenelerinin altından uçları sıkıca bağlı yemenilerle yarı yüzleri örtülü birkaç
kadın ortaya çeki düzen veriyor, ocağın tâ
yanına bir ayı
postu, bir kebe seriyordu. Yarı karanlık içinde yüzleri farkolmuyordu; ihtiyar
görünüyorlardı. Aralarında biri, hem
çalışıyor, hem
Külâhçıoğlu'nun gönlünü alacak, şüphesini giderecek sözler söylüyordu. Ne kadar
zaman vardı ki gelmemişti. Artık
Sari Bali
unutmuştu; kale dibindeki kasaba kahpeleriyle mi vaktini geçiriyordu? Her zaman
onun lâkırdısını ediyorlardı. Hattâ geçen
akşam babasını
gönderip çağırtacaktı. Canı oynamak, içmek, zevk etmek istemişti; en iyi âlem
kiminle yapılabilirdi; Hilmi Ağadan
keyifli delikanlı
değil bu memlekette, vilâyet içinde yoktu...Şimdi herkes oturmuştu.
Yamçılarının altından birer binlik çıkarıp ortaya
koyan misafirler
başlıklarını attılar... Kadehler, mezeler diziliverdi. «Safa geldiniz, safa
geldiniz! » sözleriyle müşteriler selâmlandı.
Kadınlar mânasız
mânasız gülüşüyorlar, yerlerinde soğuk edâlarla kıvraşıyorlardı. Hilmi Ağa :
-Birer atalım!...
Dedi. Sarı Bal hemen yerinden kalktı, kadehi doldurdu. Götürüp Külâhçıoğluna
uzattı. Aynı kadın, aynı kadehle
odadakilerin
hepsine sunuyor;«Afiyetler olsun! » diyor. En
sonra da kendisi içiyordu. Ocaktaki kuru çam kütükleri şimdi
alev alev bir
deniz gibi
hışıldayarak yandığından duvara asılı haşhaşyağı
lâmbası sarara sarara ufalıyor, aydınlığın bolluğiyle örtülüyordu.72
Etrafları servi
resimleriyle süslenmiş bakır tabaklar, binlikler kütüklerin kızıl ve oynak
ışıkları altında parlıyor, sanki göze gör'ünmez bir
fırça mütemadiyen
dolaşarak, silip parlatarak üzerlerine cilâlar, renkler sürüyor, süslüyor,
uğraşıyordu. Misafirlerden kısa boylu zayıf
biri :
-Be herif, ne duruyonuz? diye haykırdı. Bu emri odanın her tarafından çıkan
başka bir çalgı sesi takip etti. Çuha elbiseler giymiş,
sakalı gayet
biçimli kesilmiş güzel yüzlü genç bir elekçi sazını kuruyor, alnı çatkılı kart
bir kadın zilsiz tefini uğuşturuyor ayakta,
kendilerine çeki
düzen veren iki taze zillerini vuruyordu. Aynı
zayıf adam, itiraz etti :
-Hele bakın...
Fistanlarınızı kime saklıyorsunuz? Değişin onları... Dedi.
Dört peşli,
şalvarlı kumaş entarileri, dar yelekleriyle çengiler ocağın alevi altında hiç
de fena görünmüyordu. Me yaşlıcası, biraz
ağırlaşmış
kalçalarına, fazla dolgun baldırlarına rağmen gözleri alıyordu. Işte
(Sari Bal» bu idi. Çatık kaşları altında şurup gibi tatlı,
rayihalı
(hoşkokulu) zannolunan, insana öpmek, koklamak, içmek iÇtihası veren iri, rnavi
gözleri vardı. Bunlar, bir kaynak gibi, daima
parlak ve nemli
duruyordu. Zaten gözleriyle kaşı, bir de minimini, sivri bir sıra mermer
beyazlığındaki dişin dizildiği iri ve kırmızı ağzı
güzeldi; başka
seçme hiçbir yeri yoktu. Yalnız bütün vücudünde, o iri, endamlı dökme kehlibar
vücudünde öyle bir sokulmak,
sürtünmek, bir kedi gibi mırıldana mırıldana yaltaklıklar etmek
istidadı göze çarpardı ki işte bu hal, kasaba çapkınlarının uykularını
kaçırır, akıllarını
alırdı. Belki «Şehriban» kadar «Fadik »kadar oyunda hünerli değildi. Fakat sesi
kulaklara değil, doğru yüreğe çarpar;
yüreğe işlerdi. Saz ve oyun başladı.
Ağır, uyutucu bir havaya uydurulmuş yayık şiveli bir mânasız türkü, kasabanın
en seçme türküsü, şimdi bu ahırın, tozlu bir eşya gibi oynatıldıkça insanın
nefesini tıkayan kirli havasını sarıyordu
Gezi bağlarında
bir top gülüm var
Hey Allah'tan korkmaz sana bana ölüm var...
Bu memlekette de öyle pek oynak, pek değişik fıkır fıkır oyun makbul
değildi. Temkinli, ağır hareketler hoş görülüyor, daha tesir
yapıyordu. Yalnız boğuk, kaba sesli ziller bu tembel saz
ve tembel oyun içinde bir elektrik cereyanına tutulmuş gibi mütemadiyen
çırpınır,
çınlardı. Sari Bal'ın zilleri, her çingeneninkinden daha kıvrak, daha kahkahalı
aksediyordu; zira altındandı. Tahmisoğlu Feyzi
ona sade altın
zil değil, inci işlemeli, sim telli ne de fistanlar yaptırmıştı... Zavallı
delikanlı parayı yeyip bitirince Reji kolcusu (tütün
tekeli bekçisi)
yazılmış ve Çerkezlerle olan bir kavgada belkemiğinden vurularak tam yedi sene
kötürüm yaşamış, sonra verem
imdadına yetişip
kurtulmuştu.74
Sarı Bal, , kasabanın
felâketiydi. Sık sık taşıp köprüleri götüren Deliçay, damları çökerten karayel,
bağları soyan dolu, kadar,
zararlıydı. Onun
da götürdüğü çiftlikler; çökerttiği damlar, soyduğu bağlar vardı. Hemen her
mirastan hakkı, her kazançtan hissesi
olurdu. Bu işsiz,
eğlencesiz, ücraları zaman içer, içer, Sari Bal'ın kapısını çalardı. Acaba bu murdar yer odasına kimler misafir
olmazdı? Yerliden,
yolcudan, memurdan her çeşit müşterisi vardı. Bir malmüdürü, Sarı Bal'ın uğruna
kasasında açık vererek perişan
olmamış mıydı?
Şimdi Akkâda kalebenddi (sürgün ) ahbaplarına gönderdiği mektuplarda hâlâ onu
soruyor, onun hatırasını
kaydediyordu.
Camükebirin o azametli sofu imamını bile bir gece burada basıvermişlerdi. Lakin
şimdiki kaymakam sert davranıyordu.
Polise şiddetli
emirler vermiş, «İçeride yakaladığınızı tıkın hapse! » demişti. Galiba geceleri
kendisi de devriye çıkıyordu ki geç vakit,
bu mahalleden,
yüzü sarılı geçtiğini, hattâ Sari Bal'ın evi etrafında dolaştığını görmüşlerdi.
Lâkin böyle kardan yolların örtüldüğü öbür
gecede koldan
(devriye polis) korku yoktu. Rahatça eğlenebilirlerdi. Bunları zihinden geçiren
Hilmi Ağa :
-Yaşa
Sarı Bal! diye haykırdı. Sarı Bal bu alkışa
karşılık tatlı, şımarık bir gülüşle ve o akıllar alan sokulganlığıyle geldi,
Külâhçıoğlunun
önünde biraz çalkaladı; uzaklaştı; sonra gene gelip tersine diz çöktü; başını
arkaya yatırıp memelerini âdeta yerinden
sarsan bir göğüs
oyunu ile, elleri havada, zillerini ağır ağır döverek durdu. Şimdi alnında
parlıyan bir altın lira ile kalkmış; hediyesine
kıymet vermez
görünerek oynuyördu. Lâkin misafirlere rakr bu gece ne kadar sık, arasız ve
insafsız sunuluyordu... Külâhçızade
şimdiden yarı
ayıktı; öbürleri de ispirtonun fasılasız mideye dolmasından esniyorlardı. Bir
aralık farkına vardılar :
-Ne oluyoruz be, ardımızdan cellât mı kovalıyor?. İtirazıyle uzatılan
kadehi içmediler, Elekçilerde her zamankinden başka türlü bir
şaşkınlık, neş'esizlik
vardı. Bunu, hayal meyal seçen misafirler düşünüyorlar, anlayamıyorlardı, belki
sorarlar, gürültü çıkarırlar, hatta
karılara bir de
sopa çekerlerdi. Amma rakı keskin, fazla gelmişti; uyuşmuş, gevşemişlerdi. Boşalan
binlikler elekçi oğlanlarından
birinin eline
tutuşturularak meyhanecinin evine gönderilmişti. Böyle gece yarısı,
uyandırılmaya alıştırılmış olan Taşçı Ligor hiç şikâyet
etmeden sıcak
yatağından bir don bir gömlek çıkar, uzun bir bahçeyi geçtikten sonra kapıyı
açardı. Gelenin elinde mecidiyeler varsa
şişeyi
doldururdu; yok, veresiye bir aksata ise küfürler ederek dönüp yatardı.Artık
oda dumanla dolmuştu. Rakının verdiği bir ihtiyaçla
misafirler sık
sık dışarı çıkıp geliyorlardı. Kapı her açılışında üzerine basılmış bir köpek
yavrusu gibi yürekten, tiz ıstırapli bir figan
(bağırma)
koparıyor, bu ses çalgının da oyunun da yükseğine çıkıyordu.76
Kadeh gene fasılasız
dönüyordu. Oda dışarıdaki dondurucu ayaza rağmen artık öyle ısınmıştı ki
çengiler terlemeye, seyirciler
üzerlerindekini
birer birer atmaya başladılar. Sari Bal, alnına toplanan dizilen ter tanelerini
sildirmek üzere ikide birde tef çalan
kocakarının önüne
zillerini vurmaktan vazgeçmiyerek, eğiliyor, kirli çevreye yüzünü uzatıyordu.
Arasıra vakit bulup kenara serili
yataklara yaklaşıyor,
yatan çocukların üzerine eğilerek galiba uyuyup uyumadıklarına, açılıp
açılmadıklarına bakıyordu... Hattâ Hilmi
Ağa :
-Sari Balın
bu gece ânalığı tutmuş... Diye alay ediyordu. Birden dışarıdan
kesik, telâşlı düdükler aksetti; kapının tokmağı
koparılırcasına
çalınıyor, köpeklerin uluduğu, yüksek sesle birinin bağırdığı duyuluyordu. Saz, zil, oyun, lâkırdı hep durdu. Hiç şüphe
yok, yeni gelen
komiser, sabaha kadar süreceği anlaşılan bu meclisi dağıtmaya gelmişti. Huysuz
aksi bir adamdı; kara, fırtınaya
bakmaz, gece,
gündüz demez, kasabayı dolaşır, kahpelere, çapkınlara kırbaç atardı. Külâhçızade
«Açın be, gelsin!» diye haykırdı.
Onun
pervası(çekinme) yoktu. Memleketin o kadar eski, itibarlı hükümetinden daima
yumuşak, geçiştirici muamele görür, fakat buna
karşı Hicaz
şimendiferi ianesinde, eşkiya takibinde tesirli yardımcı olurdu; dayılarından
biri de Yıldız'da (yıldız sarayı) bekçibaşı idi.
Komiser, kocaman sakallı, upuzun boylu, yanık
bir Çerkez, içeri girince saygı ile ayağa kalkan oda halkına bakmadı bile...
Yanındaki
sivil polise:
-Al isimlerini şunların... Dedi. Kimse konuşmuyor,
kımıldamıyordu. Ocaktaki odunlar kor haline geldiğinden bu derin sessizlik
içinde
birer birer
devrilerek odayı büsbütün karanlığa gömülüyordu. Komiser : «Arayın her tarafı»
emrini verdi. Böyle meclislerde ekseriya
sandıkların,
eşyaların arkasına gizleniveren açıkgözler olurdu. Bir elektrik feneri bütün
köşelere beyaz ışıklı çıplak, toparlak gözlerini
uzatıyor,
aranıyordu. Hayır, kimse yoktu... Komiser :
-Dağılın!... Diye bağırdı. Aynı zamanda elindeki kamçıyı Sari Bal'ın sırtı üzerinde şaklattı. Kimse
ses çıkaramıyordu. Hilmi Ağa
başına sargısını
doladı. Ağır ağır yamçısını örtündü, çıkmak üzere idi. Lâkin durdu. Komiser
gözleri şimdi de serili yataklara dikili
soruyordu :
-Bu yatanlar da kim? Sari Bal yürüdü, eğildi;
yataklardan birinin yorganını çekti. İki küçük şekil, iğri büğrü uzanmış,
dünyadan
habersiz yatıyor
uyuyordu. Külâhçıoğlu düşündü Sari Bal'ın iki oğlundan başka çocuğu yoktu, o
halde yan yatakta bir tümsek yapan
ne idi? Sari
Bal'a döndü:. gizli bir işaretle sordu : «O ne?» dedi. Kadın dudaklarına
parmağını götürerek daha gizli bir işaretle; «Sus!»
diyordu;
gözlerinde mütemadiyen büyüyen bir korku, renginde artan bir sarılık vardı;
âdeta yalvarıyordu. İş şimdi anlaşılmıştı; kapının
geç açılmasında,
rakının sık verilmesinde, meclisin neş'elenmemesinde hep bu tümseğin
dahili vardı. Sebep oradaydı.78
Hiç şüphesiz
bunlar eve girdikleri zaman giyindirilip kaçırmaya vakit bulamadıkları birini
şu yorganın altında saklayıvermişlerdi. Öyle
ya, gelenler elbette yarı sarhoş bulunacaklardı. Sık sık sunulan bir binlik
rakı çabucak tesirini gösterince artık korkacak bir şey
kalmıyacaktı, bir
aralık, hattâ gözleri önünde onu aşırıvermek daha kolay olacaktı. Hilmi Ağadan
başkası olsaydı belki kapıyı
açmıyabilirler,
oynamamak, bir hastalık bahanesiyle eğlenceye yanaşmamak isterlerdi. Lâkin
Külâhçızadeyle buna imkân yoktu.
Ancak bu çareyi
bulmuşlardı. Acaba bu saklanan kimdi? Sakın şu
Gebeci'nin tüysüz oğlan olmasın! Sari Bal, gençlere musallattı;
cebinden para
bile verir, ayartırdı. Yarın kahvelerde bahsi geçerek Külâlıçızadeyi şu kopil
mi maytaba alacaktı? Artık tahammül
edemedi, yürüdü,
yatağa yaklaştı. Sari Bal ne yapacağını şaşırarak : «Açma, Hilmi. Ağa! » diye
yalvardı. Bütün gözler orada kirli
örtüsü, kabarık
şekliyle bekliyen yatağa çevrilmişti. Komiser bile yarı şaşkın:
-Aç, aç!.., diye teşvik ediyordu. Hilmi Ağa,
tekmesiyle yorgana vurdu, bir tarafa fırlattı. Ufak tefek bir adam, başını
yastığa sokmuş,
kamburunu
çıkarmış, yüzükoyun yatıyor, kımıldamıyordu. Hayır, bu Eşref değildi. Memur,
fenerini o tarafa çevirdi. Aydınlık bir daire
ortasında yatan
adamın doğrulduğu görüldü. Bu herkese âşina bir çehre idi; fakat bir noksanı
vardı ki kimse tanımıyordu. Şaşkın,
sessiz duruyor, dik
dik bakıyordu. Birden tanıdılar... Evet, o
idi, tâ kendisi... Fakat hep kırmızı fesli, siyah setreli (ceket) vakarlı,
azametli görmeğe
alıştıklarından derhal seçip çıkaramamışlardı, kimse gözlerine inanamıyordu. Ne
yapacaklardı? Nihayet memur ile
âmirini şu
müşkül,vaziyetten kurtarmak için oda halkı birer birer dışarı çıktı. Çoban
köpekleri hiddetli, sert havlamalarla bu gidenleri
yolcu
ediyorlardı. Yataktaki adam hâlâ kımıldamamış, konuşmamıştı; hâlâ
komiserle gözgöze dimdik bakışıyorlardı. Ertesi gün istifa
eden kaymakam İstanbul'da.
kendisini himaye eden saraya mensup bir eski dostuna yazdığı mektupda :
«Durulur bir kasaba değil...
işret, zina, fisk
u fücur(günah işleme), ben tahammül. edemedim,» diyordu. Lâkin sür'atli
vasıtalarla hakikatten haberdar edilen bu
zat, verdiği
cevapta : «Şu sırada başka bir mahalle tayininize imkân yoktur. Oradan
ayrılmamalıydınız; bolluk bir memleketmiş;
yağının,
peynirinin nefasetini söyliye söyliye bitiremiyorlar. Kasabaya hâs bir nevi
Sari Bal'ın methi ise tâ buraya kulağımıza geldi!»
diyordu.
Çorum 1916
ŞAKA
Artık
âdet etmişlerdi, işi evvel biten öbürünün kalemine uğrar, sonra odacı ile
tüccar Şakir Efendiye haber gönderirler, hep birleşip
konuşa konuşa Rum
mahallesinde yerli ahalinin Yalı dedikleri aşağı çarşıya, Balıkpazarı'na
inerlerdi. Kepenkleri yarı kaldırılmış loş,
meyhaneleri
müşterisiz, boş dükkânları, sessiz, uykulu evleriyle gündüzleri hareketsiz,
şamatasız duran bu sokak, akşama doğru,
meydana balık
sergileri kurulduktan, istiridye işportaları dizildikten sonra ahali ve uğultu
ile dolar; satıcıların çığırtkanları, alıcıların
kavgacı
pazarlıkları ve bunların arasında dolaşıp pavurya satan yalınayak Rum
çocuklarının kulakları çınlatan yaygaralarıyle kalabalık,
gürültü,
hareketli bir pazar meydanı halini alırdı. Kasabanın
her tarafından gelen elleri sepetli, sırtları zembilli, karnı acıkmış, aceleci
bir halk, önüne
gelen tezgâha eğilerek, rasgeldiği balığı kavrayıp koklıyarak, her dükkâncıdan
fiyat sorarak uzun uzun, zevkli zevkli
dolaşırken balık
kızartan bakkalların mangalları etrafa ve insanların üzerine zeytinyağı ve
deniz kokularına karışmış iştah
verici bîr duman, bir tütsü yayardı. Servet Efendi,
tombul, yuvarlak, lâübali bir
adam, balıkların
serildiği, tavaların cızırdadığı,
durgun ve kirli
denizin keskin kokusuna karışmış ispirtolu bir havanın ciğerlere hücum ettiği
bu sokaktan yutkunmadan, ımrenmeden
«oh, ne âlâ, mis
gibi! ... » demeden geçemezdi. Sabahtan beri, iyice
karın
doyurmaya vakit bulamadan çalışan bu üç arkadaşa
sokağın havası,
bastırılmaz bir açlık, âdeta midelerine ezâya yakın derin bir eziklik
veriyordu... Bunlar bakına bakına ağır ağır
yürürlerken
meyhaneler mütemadîyen doluyor, denize doğru uzatılmış harap taraçalara, çürük
iskelelere, tuzlu balık depolarına kadar
her yer, her
köşe, içen, yiyen yaygaracı, şamatacı insan yığınlariyle kaynıyordu. Tokuşan
bilardo toplarının evvelâ kuru, sonra gırıltılı
sesleri kadeh
şıkırtılarıyle birleşerek sokağın uğultusunda tiz, sert akisler yapıyor,
çığırtkanlık ediyordu. ... Şakir efendi, vaktin daha
erken olduğunu
söyliyerek şöyle, deniz kenarını biraz dolaşmalarını teklif etti, «Hayhay!»
dediler. Bu gezintiden asıl memnun olan
Nedim Beydi. Zira
biraz daha ileride, denizin, dükkânsız, şamatasız kıyılara çarptığı , sakin,
hülyalı yollarda birbirinin kollarına girmiş,
saçları kordelâlı, omuzları atkılı genç, olgun Rum kızları yavaş sesle türküler
mırıldanarak aşağı yukarı dolaşırlar, arasıra durup
uzaktan çarşının,
akseden boğuk gürültüsünü, yarı sarhoş erkeklerin kaynaştığı bu uğultuyu bir
dişi zevkiyle dinler, aralarında sırlarını
söyleşirlerdi. Üç arkadaş
da havası, suyu, yemeği arzular uyandıran bu nmemlekette kadınsızlıktan
şikâyetçiydiler. Ve İstanbul'un
külhanbeyi
âlemlerinde uzun müddet düşüp kalktıktan sonra şimdi, Anadolu'nun inziva ve
tahassür(Tenha ve hasret dolu) illerinde82
dolaşan Servet Efendi ikide birde (Bu nasıl da yermiş, canına yandığımın.» diye
başlar, arasıra, şöyle iki ahbap gidip de biraz içki,
biraz çalgı
arasında bir parça muhabbet edecek bir ev olmamasına uzun uzun küfürler ederdi.
Elinde gümüş bastonu, arkasında bal
renkli pardesüsü,
penıbe kravatında zümrüt iğnesiyle kendini iyi giyinmiş bir adam, bir şık
farzeden Nedim Bey «Geç öyle bir evi,
yanıma hizmetçi
bulamıyorum.. Ne mutaassıp şey bunlar hep kendi aralarında,» diye arkadaşına
iştirak ediyor, bu hayata otuz
senedir tahammül
ede ede artık alışmış görünen tüccar Şakir Efendi mintanlı, kocaman gümüş
köstekli, cılız uçları bir yerli söze
karışmayarak
yalnız gülümsüyordu. Yürüye yürüye şimdi, büsbütün
tenha, evlerden, ocaklardan uzak, yatkın bir kumsala
gelmişlerdi.
Orada sahile çekilmiş bir battal balıkçı kayığı yan yatmış, denizin kıyıya
attığı bir leş gibi insana çürümüş, kokmuş vehmi
(aldanış)
veriyor, denizin durgun, süprüntülü kokusu sanki hep ondan, bir kaburgadan
çıkıyordu. Dayandılar, dinlendiler... Sıcak
bir
ağustos akşamının
kızıl kızgın bir gurubu uzakta, körfezin ortasında gittikçe kızıllaşarak tamam
oluyordu; sular bu akşam serpintisiz,
akıntısaz, bir
pelte gibi tek parça, yeni boyanmış kadar yağlı, cilâlı öyle durgun, ölgündü ki
nefes bile almıyor, kabarmıyor, yalnız
güneşin
şulelerini (ışık) göğsünde toplıyarak için için yanıyor, kızarıyordu. Sanki
ısınan bir cam gibi insana, birden ortasından
çatlıyarak, .
parçalanacak, içerisinde kaynıyan
denizi fışkırtacak hissini veriyordu. Nedim Bey,
«Amma güzel bir gurup... » diye
söyledi... Servet Efendi sigarasından şişkin, koyu, kocaman bir bulut
uçurarak: «LAtif, lâtif!..» diyordu Tüccar Şakir Efendi pek
ehemmiyet
vermiyerek ve: «Hadi bakalım, vakt-i kerahet, saçmayı bırakm. Dönelim!»
ihtariyle arkadaşlarını çevirdi. Yavaş
yavaş
döndüler... Denize, renk renk guruplara alışkın bu iki Istanbul çocuğu güzel
manzaranın cazibesinden kendilerini hâlâ kurtaramıyorlar,
içlerinde geçen
bin tatlı hatıraya dalmış, ağır, neş'esiz yürüyorlardı. Şakir Efendi, gittikçe
yaklaştıkları meyhane masasının keyfiyle
şimdi
gevezeleniyor, geçtikleri sokakta takım takım dolaşan kızları, açık kapılardan
içerisi görünen avlularda oturup denizi seyreden
kadınları
göstererek; «Nasıl bu tombalak? Fena mı şu küçük?» gibi sözlerle arkadaşlarının
dalgınlığını gidermeğe uğraşıyordu. Birden
Servet Efendi, yanında
dimdik, ağır, vakur yürüyen şık arkadaşının koluna bir dirsek vurdu: «İşte
benimki! Hele bak, ne şeker şey...»
dedi. Karşıdan
siyah prostelâ (önlük) takınmış sağlam
yapılı, iri uzun bir kız geliyordu. Bal renginde tatlı. saçlarını aynı renkte
iri,
enli bir kordelâ
ile âdeta bir serpuş (başlık) gibi örtmüş, süslemişti. Dar fistanının meydana
çıkardığı iri kalçalarını beğenildiğini bilen
bir edâ ile biraz
fazla oynatarak yanlarından kayıtsızca geçti. Boynunda ince bir zincire takılı
minimini gümüş bir hag vardı ki güneşin
84 son kızıltılarıyle
bir mercan gibi kıpkırmızı parlıyordu. Nedim Bey : ((Ay, bu mu seninki? Tanrım, diyordu, Makariyos'un kızı
Despina,
mahallede ona Pandispanya derler... Bu tabir galiba yumurta sarısı renginde
saçlarıyle yumuşak, gevşek vücudundan
kinaye olacak...
Mektep hocası, hani şu çapkin Rum yok mu? O anlatıyordu, her gece el ayak
çekildikten sonra birkaç kız daha
toplanıp evlerinin
önünde denize girerlermiş... Bir kahkaha, bir keyif, bir âlemmiş ki... » Servet Efendi : ((Hay canına, hay canına»
diye
mırıldanıyor. Şakir de: «Hoş şey! » diye arkadaşına yardım ediyordu. Şimdi tekrar Balıkpazarı'na
girmişlerdi. Mangalların
tütsüleri tek tük
yanmaya başlıyan lâmbaların aydınlıkları içinde daha koyu, daha keyifli
yayılıyor, meyhanelerin içerisi, parıldayan
kadehler, renk
renk donanmış masalar, bira ilânlarının süslediği resimli duvarlar, daha canlı,
daha cazibeli görünüyordu. Barbanın
gazinosu bunların
en iyisi, denize uzanmış geniş taracasıyle manzarası en güzel olanıydı. Önde
yuvarlak, katmer katmer vücuduyle
Servet Efendi,
arkasında dimdik yürüyüşüyle Nedim Bey, geride kuru, kavruk Şakir Efendi, içeri
girdiler; halkın selâmları, garsonun
telâşı arasında
bilârdolu kısmı geçip dışarıya, taraçaya çıktılar. Güneşi
çekilen ufuk şimdi lâmbası kısık bir abajur gibi belirtisiz, toz
pembe bir ışıkla
âdeta soluk, sönüktü. Yalnız göğün bu parçasında birçok ince, uzun, karışık
damarlar vardı ki; içten bir aydınlık, bir
sedef
parlaklığıyle henüz yanıyor; renkli ziyalı(ışık)
görünüyordu. Suya aksederek denizin de taraçaya getirdiği kifayetsiz (yetersiz)
lâkin tatlı bir
ışık içinde bu gölgeli, gürültülü halk söylüyor, içiyör, gülüyordu. Tâ uzaklarda bir lâternanın (Kolu çevrilerek ses veren
çalgı) zili,
tefli musikisi çalkalanmaktaydı. Birbiri üzerine üç
kadeh atan Servet Efendi Samatya meyhaneleri üzerine iştahlı,
tafsilâtlı
hikâyeler
anlatıyor, bir gece kendilerini kapı dışarı atan meyhaneciden intikam almak
için sandalla nasıl yanaşıp gizlice içeri
girdiklerini ve
sabaha kadar içtikten sonra bira fıçılarını nasıl döktüklerini külhanbeyi
tabirleriyle ballandıra ballandıra naklediyordu.
Zaten etraftaki
mâsalarda da böyle geveze kimseler ispirtonun tesiriyle durmamacasına
konuşuyor, içmekten, söylemekten
bıkmıyorlardı.
İnsanın her türlü ihtiyacını taşıran, ihtirası, açlığı kabartan deniz, engin
Karadeniz ise bütün bu sefil halkın ayakları
altında taraçanın
yenik direklerine sarılarak, süprüntülü kenarlara sürünerek, fırlatılan
artıkları kaparak mes'ut mırıldanıyor,
yaltaklanıyordu. Geç vakte kadar içtiler. Artık kelimeleri kolaylıkla bulamıyorlar,
uzakta, yaya, dilleri ağızlarında büyüyerek
konuşuyorlardı.
Deminki gürültülü sahilde birkaç ölgün fenerle dört beş gecikmiş sarhoştan
başka ışık, ses, hayat kalmamıştı..
Meyhanenin iri
lâmbaları çoktan söndürüldüğü için taraça büsbütün loşlaşmış, terkedilmiş
masaları, birbiri üzerine yığılmış8687
iskemleleri ve
etrafında fışırdıyan deniziyle karaya vurarak parçalanmış bir gemi enkazına
dönmüştü. Artık kalkmak zamanı gelmişti.
Bir idare
lâmbasını tezgâhın üzerine koyarak paranın hesabını yapan meyhaneciye
borçlarını verdiler. Salonun içinde berbat bir
koku,
artık
mezelere, tütün zifirine, lâmba isine karışmış çürük, gazlı bir hava vardı.
Şakir Efendi: Amma çok içmişiz ha, on altı şişe!» dedi. Servet Efendi sıcaktan
şikâyet ediyordu. Hakikaten kızgın bir geceydi. Dar, kuytu sokaklar insanı
yakıyor, soluğunu kesiyor,
terletiyordu. Nedim
Bey meze ile karınlarını doyurduklarından, hiç aç olmadıklarından bahsetti.
Servet Efendi, evlerin ne kadar sıcak
olduğunu
söyliyerek şöyle, biraz hava almak lüzumunu ileri sürdü. Şakir Efendi: Gündüz geçtikleri yollardan neş'eli olmaktan ziyade
ümitleri
kırılmış, bacakları dermansız; zevksiz geçiyorlar, denizin tâ yanında, yalılar
arasından birbirine abanmış, lâkırdı etmiyerek
yürüyorlardı. Her
taraf sustuktan, siyahlaştıktan sonra sularda daha kuvvetli bir ses tâ derinden
gelen hoş, belirsiz bir aydınlık hâsıl
olmuştu. Etrafın
hareketsizliği ve karanlığı içinde deniz ebedi bir hayatla canlı, ziyalı, sesli
idi. Birden üç arkadaş gevrek kadın
gülüşü, Rumca
birkaç cümle, sularda bir çapınma, çırpınış duydulâr. Daha anlamadan Servet
Efendi arkadaşlarının akşamki sırrını bir
sarhoş zekâsiyle
derhal hatırladı : «Pandispanya yıkanıyor! » dedi. Orada, denize bir iskele gibi sokulmuş harap bir ev vardı ki iri
gölgesiyle
önündeki suları büsbütün karartmıştı. Yıldızların
karıştığı denizin yüzeyinde sessiz sahiller ışıldıyor, seçiliyordu. Lâkin
orası bir kuyu
gibi karanlık ve sariki her yerden' daha derin, âdeta bir uçurumdu. Servet Efendi : «Bir şey görülmüyor!» diyordu. Evet
bir şey
görülmüyordu; yalnız suların çırpınışı, kısık, kesik kahkahalar, bir cıvıltı bu
karanlık yerde neşeli bir sergüzeştin (macera)
geçtiğini
anlatıyordu. Servet Efendi bir müddet öyle, ferma eden bir köpek
gibi gözleri sesin geldiği
yerde, hareketsiz, baştan aşağı
dikkat kesilerek
durdu. Sonra arkadaşlarını kollarından çekerek : «Hele gelin, çabuk! » dedi.
Şimdi onları sürüklüyor, daha ötelere
koşturuyordu.
Nihayet akşam üstü gurubu seyrettikleri sandalın olduğu yere geldiler. Burası
Despina'nın yıkandığı yerden yüzelli
metre kadar
uzaktı; fakat ince kumlu küçük bir koy teşkil ediyor, kayık iyi bir siper
oluyordu.Servet Efendi hiç bir şey söylemeden,
izahat vermeğe
lüzum görmeden karanlığın içinde eğile kalka acele acele soyunmaya başlamıştı. Arkadaşları
: «Ne yapıyorsun?
Çocuk mu oldun
yahu! Şimdi denize girilir mi? Yarın sabah, hep beraber Gümrük kulübesinin
önünde girerdik...» diyorlardı. Fakat
öbürü dinlemiyordu; denizden hiç bir vakit korkmamış, gece veya
gündüz, soğuk veya sıcak diye bir gün itiraz ettiği görülmemişti. Tâ
küçük
yaşındanberi Samatya'da vaktini mektepten kaçarak denizde geçirirdi. Ne
maharetler yapmazdı. Suyun altından bir balık88
gibi uzun müddet, nefes almağa lüzum görmeden gider, ümid edilmeyen bir
noktadan uzak bir yerden çıkıverirdi. İstanbul
arkadaşlarınca
adı Torpil Servet'ti. Karnını çekip ellerini, bacaklarını oynatmadan denizde
saatlerce, bir yatakta gibi rahat, emin,
zevkli yatışı
vardı ki seyredenlere arzular verirdi. Hülâsa yüz türlü yüzmek bilir,
dalgıçlara meydan okurdu. Artık çırçıplak
olmuştu.
Karanlık içinde
elbisesiz vücudu seçiliyor, iyice görünüyordu : «Hele bakınız ne yapacağım! »
dedi. Ne yapacaktı? Öbürleri
anlamıyordu. O
zaman kızdı : «Amma kaz şeylermişsiniz ha! dedi, bunda anlamayacak ne var :
Suyun altından oraya,
Pandispanya'nın
yanına gideceğim... Kalçasına bir şimdik basayım da çığlığını buradan
işitiniz! Diğerleri
gülüyordu. Sahi tuhaf bir
şey olacaktı...
Ötede, Despina'nın denize girdiği yerde hâlâ sesler, şıpırtılar vardı. Rıhtımın
taşı üzerine konmuş ufacık bir fener,
oynayan, çırpınan
suda uzayıp yayılan çemberler, aydınlık halkalar yapıyordu. Servet Efendi sığ
sularda yürüyerek biraz gittikten
sonra durdu,
eğilip kulaklarını ıslattı:
-İstikamet
kız, marş marş! Dedi, kendisini sessizce suya bıraktı. Karanlığa
alışan gözleriyle arkadaşları suyun üzerinde bir karaltının
ilerlediğini
gördüler. Sonra denize daldığından veya uzaklaşıp karanlığa karıştığından mı,
nedir, artık bir şey seçemez oldular. Oraya,
kayığın
bordosuna dayanıp, patlayacak bir topu bekler gibi dikkatli, açılıp kapanan
ışık halkalarının oynaştığı noktaya bakıyorlardi. Bu
Servet de ne yaman bir külhanbeyi, ne cesaretli ne kabına sığmaz bir
adamdı; şu çapkınlık nereden de hatırına gelrnişti; ne tuhaf
olacaktı; suyun
içinde kıskaç gibi bir şey, şöyle yakalayıverince kız kimbilir nasıl
haykıracak, nasıl korkacak, rıhtıma nasıl çırpınarak
kaçacaktı. Şimdi her ikisi de dudaklarında beğenen, şaşan gülümseyiş,
yüreklerinde kıskançlığa karışmış bir merak, lâkırdısız
bakıyor, kulak
veriyorlardı. Aradan hayli bir zaman geçtiği halde
beklenilen çığlık kopmadı. Şakir Efendi : «Yapmadı, dönecekti! dedi.
Halbuki
dönmüyordu da... Uzaktaki fener,
çoktan yerinden gitmiş, nicedir kahkahalar çırpıntılar dinmiş, iştihasız bir
uyku kasabayı kaplamıştı. Yalnız ayakları ucunda deniz, isteksiz bir edâ ile
geri geri, yavaş yavaş çekiliyor, biraz ayrıldıktan sonra,
pişman olmuş gibi
dönerek geliyor, hafif bir mırıltı içinde sahile vuruyor, kumların, otların
arasında emilip kayboluyordu; sonra tekrar
toparlanarak bu
harekete ara vermeden, inatçi devam ediyordu. Nedim Bey : «Nerede kaldı, sakın bir kazaya uğramasın! » diye
söylendi. Deniz
şimdi tehditkâr bir karanlıkla onlara korkunç görünüyor; hud'alı (hile) bir
zekâ gibi içlerine emniyetsizlik, şüphe
veriyordu. Önlerinde elbise ve çamaşırların küçük,
dağınık yığını, iki arkadaş bir müddet beklediler, sonra, artık dönüş ümidinin
kesildiğini
anlayarak kâbusların, hayaletlerin kovaladığı birer ürkek at gibi bastıkları
yeri görmeyerek kalblerinde, ezâ, gözlerinde90
korku karakala
doğru koştular. Fenerli sandalların dolaştığı,
denizi arayıp tarakladığı bu gecenin sabahıtıda Servet Efendi'nin nâşını
dalyanın ağlarına
dolanmış buldular. Anlaşılan suyun altından giderken çıkmak istemiş, fakat
kocaman ağ nereden başvursa önüne
engelolmuş
zavallıyı şaşırtmış, öldürmüştü. Geceki araştırmalar
hakkında arkadaşlarına tafsilât veren komiser, üzerine bir jandarma
kaputu örtülü
ıslak nâşa arasıra dönerek :
-Behey mübarek adam; gece yarıları denizin dibinde ne arıyordun? Diye soruyor, âdeta karşısına bir suçlu çıkarmışlar gibi
çıkışıyordu.
KİUŞ
Ö14ER
Zehra gittikçe dar gelmeye başlayan yeleğinin n iki orta düğmesini
çözmeden çalışamıyordu. Bu yaz, göğsü kabarmış, katılaşmış,
yürüyüşüne bir
ağırlık, bakışına bir derinlik gelmişti. Artık
çeşme başlarında bakraçları bir yana bırakarak komşu çocuklariyle yayık
yayık
şakalaşmıyor, mezarlık arasında beştaş oynamıyor,
gaz bezi yarı düşük, göğsü yarı açık çıplak ayaklarında takunyalar,
leblebici
önlerinde eğlenmiyordu. Tenha sokaklarda erkeğe rasgelince duvar tarafına dönüp
durmayı, meydanda yalnız bir tek gözünü
bırakarak bununla
mütecessis, mütecessis (merak) bakmayı öğrenmişti. Artık kapalı ellerini
döşemesinin (örtü) ucuyla örtmeden
dükkâncılara
uzatmıyor, uzun pazarlıklar, şımarıklıklar etmiyordu. Zira, Kandil hamamında
hiç bir şeyden habersiz bir elinde tas,
öbüründe kil
dalgın dalgın göbektaşının önünden geçerken Semercilerin Hürmüz, peştamalının
ucundan tutunca çekmiş, herkesin içinde onu çırçıplak bırakmıştı. Zehra,
utancından kıpkırmızı kesilip ne yapacağını şaşırırken kadın, istifini hiç
bozmadan, utanmadan
bu örtüsüz vücudu bir iyf seyretmiş, sonra yandaki kadına dönüp «Kâfur gibi, dökem
beyaz» demişti.92
Bu vak'ayı
görücüler, sözler, dedikodular takip etmiş, nihayet düğün haftaya
kararlaşmıştı. Bunun içindi ki Zehra, havadan da, işten
de bir zevk
duyuyor, tâ akşamlara kadar fasılasız şikâyetsiz çalışıyordu. Zaten şimdi,
yaz sonu olduğundan her yer harekette,
herkes iş başında
idi. Harmanlar kalkıyor, bağlar bozuluyor, yemişler taşınıyordu. Bıldırdanberi
tembel, ağır gölgelerin sessizce
dolaştığı yolları
aceleci şekiller doldurmuş; gelen, giden küfeli atlar, yüklü arabalar, telâşlı
insanlar, uykulu
mescitler ve kandilleri tozlanmış türbelerle dolu bu kasvetli sokakları
canlandırmış, ayaklandırmıştı. Tokmakların derin
gümbürtülerle
kalkıp indiği
dibektaşları önünde kızlar buğday dövüyor, çeşme başında kadınlar tâ yarı yola
kadar bakraçlar, çuvallar, tenekeler
yaymış
bulgur yıkıyor, güneşli meydancıklarda çorap ören ihtiyarlar yerlere serili
taneleri bekliyordu. Hepsi konuşuyor,şakalasıyor,
haykırışıyordu.
Kasabanın orta caddesinden ise birbiri arkasına dizili kağnı katarları zahire
taşıyor ve tekerleklerin hırpalayıcı gıcırtıları
hep birleşerek
sokaklarda, bir kovan ağzı gibi korkunç ara vermez bir uğultu dolaştırıyordu. Havalar da o kadar rüzgârsız, sakin, âdeta
baygın geçiyordu
ki bacalar üzerinden bir türlü savrulup gidemeyen dumanlar birbiri üzerine
nasıl birikiyorsa bu sesler de öyle, göğüs
boşluğunda
toplanıyor, kolay kolay dağılmıyordu. Zehra bu ılık güneşten
içine bir tad, bu herkesin katıldığı çalışmadan damarlarına bir
kuvvet
karıştığını duyarak, her senekinden daha gayretli, bir haftadır uğraşıyor,
anasının iş görmesine, kızkardeşinin yorulmasına
meydan
bırakmıyordu. Nihayet bezgin müezzinlerin vazifelerini bitirivermek için
minareye kadar çıkmaya lüzum görmeden son
cemaat yerlerinde
acele acele okuyuverdikleri ezanlarla beraber her yerde iş bitiyor; tokmak
sesleri, kağnı gıcırtıları, kadın sesleri bu
dinî nidâlarla
beraber sönüp gidiyordu. O zaman şevksiz, ışıksız
bitkin bir gece başlıyordu; yalnız, en ufak patırtıdan huylanan kazlar
vakit vakit
kümeslerinde hep bir ağızdan nâra atıyorlar ve uzak mahallelerden cevap
alıyorlardı. Zehra, bu gece yorgunluğuna rağmen,
muttasıl dönüyor,
uyuyamıyordu. Şiltede yerini değiştirerek biraz serinlik arıyor, bacaklarını
yataktan çıkararak yere, alçı serili
döşemelere
uzatıyordu. İçinin harareti karşıdaki pınarın serin ve ferah şıkırtısından zevk
alıyor, sanki bu ses, damla damla yüzüne
dökülüyor, bir
serinlik yayılıyordu. Gönlündeki eziklik,
bu bayılır
gibi oluş nedendi? Yüreğinin ateşinde bir azgınlık vardı ki bazen, elini
basmadan
dindiremiyordu. Bir hafta sonra, ayni gecede, yanında ipiri bir adam sımsıcak
vücuduyle, kocaman nefesleriyle ona sarılıp
yatacaktı da
ondan mı? Bunu düşünüş damarlarında tuzruhu gibi haşlayıcı bir sıcaklık
dolaştırdı. Ömer herkese benziyen bir adam
değildi ki
meraklanmasın, korkmasın... Evvelleri arabacılık ederdi.
Lâkin, bir defa, muhacir Hüsmen'in... doru atları onunkileri geçmiş
ve bu vak'a eve
dönüşte ahıra sokmadan beygirleri de, yaylıyı da pazara çıkarmaya, bir daha
eline araba dizgini almamaya sebep
olmuştu.
Çocukluğunda, güreşirken, sırtım yere geldi diye başını alıp
bütün bir yaz, kasabaya uğramadan bir başına kırlarda
dolaştığını,
bağlarda çakal gibi yatıp kalktığını, adam yüzü görmediğini bilenler hikâye
ederdi. Zaten bunun için adma «Küs Ömer»,
«Küskün Ömer» derlerdi. Yüzüne fazla bakılsa
taşkın, coşkun bir kan tenini kızartır, yürüyüşü bozulurdu. Lâkin atıcı, binici
bir
delikanlıydı. Su
terazisinin sag kaplı meşe tahtasına nişan atmıya giderler, altmış adımdan
kurşunla «hu» yazdığını görürler, parmak
ısırırlardı;
fakat ne kadar yalvarmadan, antlardan, kasemlerden (yemin) sonra onu buna razı
ederlerdi. Karı meclisinde sert âdeta
haşin durmak,
gülmemek, eğlenir görünmemek âdet, edep sayılırken bir kere, fırıncı Rüstem,
şöyle nasılsa kahpenin birine fazla.
sokulmuş, söz
veya göz mü atmıştı. Ömer derhal elekçi kızlarının oynak zil sesleriyle çin çin
öten odadan çıkmış ve bir daha ne öyle
eğlencelere ayak
atmış, nede ağzına bir kadeh rakı koymuştu. Karşısındakinin bir yumrukta göğüs
tahtalarını göçertecek kadar
kuvvetli olmasa
belki onun bu huyunu âlem mizaha alırdı, fakat terzi Veli'nin kafasına. kahvede
nargileyi bir atış atmış ki, şişe
parçalarını
cerrah iki ayda cımbızla güç ayıklayabilmişti. Şimdi tütün kaçakçılığı
ediyordu. Kolcular bildikleri halde yolunu beklemek
şöyle dursun,
rasgeldikleri yerde hatırını alırlar, gönlünü hoş ederlerdi. Haftada bir, enli
kuşağına silahlarını takar, kısrağına atlar,
gecenin
karanlıkları içinden adı, sanı belirsiz yollardan aşar giderdi. Sonra, gene bir gece hiç korkusuz, yükü heybesinde kaldırımları
çatırdatarak
evine dönerdi. İşte, Zehra, bu gece, pınar şıpırtısını dinleyerek bunları
düşünüyor; Küs Ömer'i küstürmemek için nasıl
yaşıyacağını bir
türlü kestiremiyerek sağdan sola dönüyor, göğsünü yumruklar gibi döven yüreğine
taze kınalı ellerini bastırıyordu.
Bu, kadınlar
için, mahalleyi ayağa kaldıran çeng ve çağanalı bir düğün sayılırdı. Kına
gecesinden başlayıp üç gün elekçi karıları zilsiz
deflerini gümbürdeterek,
parmaklarını şakırdatarak elâsalar, yaşalarla camları zıngırdattılar.
Erkeklerin bu şenlikte hissesi yoktu.
Ömer kendisinin
de dahil olması lâzım gelen her külfeti, bir huysuzluk çıkarmaktan korkarak,
kaldırmış (Biz yaşımızı aldık! » bahanesiyle gürültüsüzce işin içinden kendini
sıyırmıştı. Bir aydır evliydiler. Zehra bu iri, kuvvetli
adamın tazyike benzeyen
okşamalarıyle
vücudunun gevşediğini, sertliğinden kaybettiğini duyuyor, çekingen, ürkek bir
sevgi ile günden güne kocasına
ısınıyordu. Kız
evinden eşyasiyle beraber kazlarrnı da getirmişti. Hel bir pehlivan kazı vardı
ki, bütün memlekette namlıydı; güreştiği
iki senedir daha
yenildiğini gören yoktu; kale dibindeki meşhur Kör kazın yavrusuydu. Kör kaz,
artık ihtiyar olduğundan güreşe
kendisini pek
atmıyor, çok defa tıslayıp bezgin bezgin geçiyordu. Zehra'nınki hasmını görür
görmez bütün tüyleri dimdik olarak
silkiniyor, soluk
aldırmadan, atmaca gibi atılıyordu. İki altın değeri vardı. Sabah olunca, kocasının evinde de Zehra'nın ilk işi, önlerine
bol yem verdikten
sonra kapıyı açıp kazları dışarıya,
sokağa salıvermek olurdu.96
Hayvanlar,
eleklerde bulgur temizlerken çıkan hışıltıya benzer bir sesle, acele acele,
karınlarını doyurup yangözle kapıyı kollarlar,
gırtlaklarından
kesik, kısık kısık sesler, şikâyetler çıkararak, ağır ağır, salına salına, ufak
daireler çizip dolaşırlar, bekleşirlerdi.
Nihayet Zehra,
kapıya doğru yürüyünce pesten, sevinçli seslerle söyleşerek arkasından giderler
ve kol demirinin kalkışını seyrettikten
sonra hep birden
kanatlarını bütün genişlikleriyle açarak ve hançerelerinden ne kadar gürültü
çıkmak kabilse o kadar haykırarak,
şamata kopararak,
yarı havada, yarı yerde koşup kendilerini çeşmenin yalaklarına atarlardı. Bunu, şakırtılı,
serpintili, telâşlı bir
yıkanma takip ediyordu.
Zehra'nın en zevk aldığı seyir de bu idi; uzaktan, hayran bakar, buz gibi sabah
suyunun yağlı tüylerden pırıl
pırıl kayıp
aktığını, bazen de bir kanat darbesiyle çatlayıp gelin başından kişniş saçılır
gibi dağıldığını seyr eder, bakmakla
doyamazdı. Lâkin, bazan, kış
sonuna doğru, pehlivan kazın yıkanışlar, haykırışlar, şakalar arasında
birdenbire doğrulup hükümdarca
bir edâ ile
dişilerin sırtlarına binişi, enselerinden yakalayıp, zoru altında onları iki
kat edişi vardı ki Zehra, eskiden hayal meyal
anladığı bu
zorbalığın, vücudu Ömer'in ağırlığıyla ezildiği bu vakitte mânasını ne iyi
biliyor, sırtında ürpermeler duyarak nasıl
helecanla, kızara
kızara seyircisi oluyordu. Arkadaşları kahvede,
etrafına dizilip nargile savururlarken Ömer'i zorluyorlar : Senin kazı
bir dövüştür de seyredelim» diyorlardı. Hem
yeneceği ,de muhakkaktı. Kürkçüzadelerin tâ Çorum'dan getirttiği Boz kazı bile
yedi
dakikada
kaçırmış, dört palaz kazanmıştı. Aktarın Abbas iddialaşıyor (Benim Hödük'ü
yenemez diyordu. Yenemez mi? Değil onunla
Kör kazla tutuşsa
kaçırırdı. İşte avcı Tahir bile (Ben de bir kaz korum!» diyor hepsinden iyi
anladığı bu sanatta Ömer tarafını
tutuyordu. Bu lâkırdı,
bir hafta havuzlu kahvenin sermayesi oldu; Zehra bile cilveli gülüşlerle
kocasını Kapıştır da bir bakıver, nasıl
kaçırtır» diye
kazına güveniyor, kavgaya teşvik ediyordu. Ömer hala kararsızdı. «Vazgeçin
canım, iş mi yok?» diye savsaklıyordu.
Lâkin Kürkçüzâde
Eşref Ağa da bir gün «Ziyafet benden, toplaşır bir yârenlik yaparız!» deyince
artık karar verdi. Onun Eşrefoğullarına
bir başka türlü
rabıtası (ilişki, bağlılık) , itaat vardı. Şimdi bir haftadır,
pehlivan kaz, dişilerden uzak,
yumurta sarısı yutarak kümesin
yarı karanlığı
içinde şaşkın şaşkın dolaşıyor, pınar başında yıkanan eşlerinin seslerine kulak
kabartarak tahassürle (özlem)
bekliyordu.
İkindiden sonra, Saathane meydanında, havanın bozukluğuna bakmayarak elli,
altmış kişi toplanmıştı. Yağmur bir pus
gibi kasabaya
sarılmış her yeri ıslatmış, kışı hatırlatan bir soğuk, ilk soğuk meydanı gocuklu,
şallı insanlarla dondurmuştu. Ömer
ısrar ediyor,
tenha bir sakakta, meselâ Gugukluk'taki
köprünün önünde dövüştürelim
diyordu; öbürleri razı oluyor görünüyorlar, sonra
cayarak «Bizim
mahalleye uzak, kaz çok yürürse hem tükenir, hem de bilmediği yollarda tedirgin
olur» diyorlardı. Araya girenlerin
himmetiyle
(yardım, elbirliği) iki kümese de orta bir yeri, Şadırvanlı Medrese'nin
avlusunu seçtiler. Aşağıdan gelen sürü, Ömer'in
sürüsü sanki
rutubetli havanın iliklerine kadar işlemesinden zevk duyar gibi baygın edâlarla
mırıldana mırıldana yolun ortasındaki sel
çukurunu takip
ediyorlar, gagalarını çamurlu sulara soka soka ilerliyordu. Yukarıdan aktarın
Hödüğü, arkasında yedi diş'ısiyle sökün
etmişti. Şimdi
iki taraf da karşılaşacaklarını pek iyi anladıkları halde ancak uzaktan, uzağa
birbirine bakarak lakayt görünmeye
çalışıyorlar,
çamurlar ortasında gûya, her zamanki, gibi, ümitsiz, dolaşıyorlardı. Sürülerin arasında
üç arşın kalmıştı, birden: aktarın
kazı irkildi,
silkindi; tüyleri dimdik kalkarak kayar gibi bir sür'atle öbür sürünün önüne
geldi, durdu. Başını havada tutarak meydan
okuyordu. Ömer'in
kaz hasmının bu hareketine, bir müddet gagasını çamurdan çıkarmayarak hayretle,
sükunetle baktı, sonra upuzun
beynunu bir yılan
gibi yerde sürüyerek koştu, ıslık gibi bir sesle tısladı. Derhal tutuştular.
Kenarları birer ince testereye benzeyen dişli
gagalariyle
birbirlerinin kanat başlarından tutmuşlar, yerden kalkıp sert, keskin kanat
darbeleriyle vuruşuyor, dövüşüyorlardı. Dişiler
ise erkeklerinin
arkasına bir sıraya dizilmişler, boyunlarını aynı yükseklikte uzatmışlar,
sersem edici bir şamata ile muttasıl (devamlı)
bağırıyorlar,
erkekleri kavgada cesurlaşmıya teşvik ediyorlardı. Avlu, toplaşan
adamları artık alamıyordu. Medresenin sıra odalarından
sari benizli, fersiz
gözlü çömezler, ince kirli sarıklı kafalarını sallaya sallaya birer birer çıkıyor, «Meydan açın, meydan açın! » diye
bağıran
adamlardan çekinerek gerilere sokuluyorlardı. Bir aralık
Hödük yediği darbelerden sersemleşir gibi oldu, sendeledi, gagasını
çekti, hemen
kaçmak üzere idi; hattâ çocuklar güreşin bittiğini sanarak haykıraştılar. Lâkin
dişilerden biri, bir zayıf kaz sırasından
ayrıldı kendisini
oraya, pehlivanların arasına attı. Bu, aktarın kazına kendini toplamak için
vakit kazandırdı. Tekrar tutuştular. Halk
«Aferin dişiye,
nasıl kurnazmış, kişisini kurtardı» diye söyleşiyorlardı. Ömer, kenarda, yüzü kıpkırmızı, ağzı kilitaz bakıyor, ortada
birbirine girift
olan şu iki kazdan kendisininkini ayırt edemeyerek «Ne dedim de karıştım?» diye
üzülüyor, pişman oluyordu.
Hükûmetten çıkan
vergi memuru, muhasebe kâtibi bile, duyan koşuyordu. Yolun ortasında
arabalarını bırakan kağnıcılar
üvendirelerine
dayanarak seyre geliyorlar, şadırvanın direklerine sıralanan çocuklar «Hele
bre! nidalariyle haykırıyorlardı. İki kaz on
dakikadır, evvelâ
dişilerin, sonra da halkın çizdiği daire ortasında altalta, üstüste dövüşmekte
devam ediyorlarken, avlunun ulu100
dutları
soğuktan kavrulmuş yapraklarını bu heyecan içindeki adamların tepesine sakin
sakin, büyük bir huzur ve vakarla(ağırbaşlılık)
mütemadiyen
serpiyorlardı. Artık kazlarda mecal kalmamıştı.
Kanat vurmak için kalkışlarında sendeleyip düşüyorlar, sonra zorlukla
tekrar tutuşuyorlardı.
Feryattan dişiler de yorulmuştu. İçlerinden bazısı neşidecilikten
(pohpohlamak) vazgeçerek kuruyan gırtlaklarını çamurlu sularla yudum yudum
ıslatıyor, uzaklaşıyorlardı. Hödük kaçmak üzere
idi! Kanatlarmı
açamıyor, gagasını tutturamıyor, inen
silleler altında
nefes alamıyordu. Şimdiye kadar meydanı bırakmayışına herkes şaşıyordu. Bu
aralık yere bir deve gibi göçtü, oturdu, dinleniyordu. Ömer'in kazı işi
bitirivermek için tepesinde horozlanmış, kanat indiriyordu. Bu, yanlış bir
hareketti, o da dinlenmeliydi.
Eşref Ağa Ömer'in
yanına yakalşıp; (Bu ne acemilik!) dedi. Şimdi Hödük kalkıyordu,
ya kaçmak, yahut da son kuvvetini sarfetmek
istiyordu.
Döğüşün en meraklı yeriydi; halk nefesini tutuyordu. Bu ne mecalsiz, ne dermansız bir kalkıştı. İki kanat yeryemez
kaçacağı
belliydi. Ömer'in kazı da bunu anlamış, tepesinde bekliyordu. Lâkin öyle
olmadı, deminki dişi, pehlivanın sevgilisi - zira her döğüşen kazın candan bir
dişisi vardı - gene gayret, fedakârlık gösterdi, ortaya atıldı, erkeğine
sokulup haykırdı.
Bu, bir ikaz nidasıydı. Hödük damarlarında kalan son kuvvetle gagasını hasmının
gırtlağma yapıştırdı, birbiri
arkasına üç kanat
vurdu. Halk bağrıştı. Ömer'in kazı, boynunu
uzatmış acele adımlarla kaçıyor, lâkin Hödük galebesinden büsbütün
kuvvetlenerek
ardından koşuyor, araya girmek istiyordu. Nihayet yetîşti, yere bastırdı, tâ
tepesinden dört beş tüy yolup bıraktı. Şimdi
gagasının
testeresine takılıp kalmış bir tüyle Hödük sorguçlanmış gibi gururlu dönüyor,
iki sürünün de, kaz adetince kendiliklerinden,
kazananın
arkasına eklenen dişilerini peşine takmış şadırvana doğru bir zafer alayında
gibi gidiyordu. Ömer yüzüne fışkıran bir kanla
kulaklarının
yandığını duyuyordu. Kazı, Zehra'nın nuhuset (uğursuz) kazı, hâlâ çömeltildiği
yerde duruyor, toparlak gözlerini saga sola
çevirerek
kendisine bir göz atmadan uzaklaşan kahpe dişilerin arasından şaşkın bakıyordu.
Ömer (Hay gidi miskin!) diye koştu,
hayvanın tam
başından sımsıkı tuttu. Sıktı, sonra yerden çekerek havada çevirdi, çevirdi.
Kaz, iki misli uzayan boynunun ucuna asılı
kocaman, iri
yağlı vücudiyle fırıl fırıl dönüyor. Birden Ömer'in avucu açıldı, kaz yayından
kurtulan bir ok gibi fırlayarak gitti, şadırvanın
mermer oluğuna
hareketsiz, cansız düştü. Ömer, yanaşmıya, yetişmeye
korkan halkı arkasında hayrette bırakarak çiseliyen102
yağmurun
altından, süratli süratli yürüyor, çıkmaz zannedilen dar, izbe, dolambaç
sokakların birinden öbürüne geçerek gidiyor,
koşuyordu. Küs Ömer eve gelince bir kelime söylemeden ahırdan kısrağını
çıkarmış, heybesini vurmuş, hüzünlü ezan sesleri
arasında kaldırım
taşlarını çatırdatarak başını alıp gitmişti. Zehra, el'an (şimdiki
haldo), bir senedir, kocasından doğru bir haber
alamıyordu.
Yalnız dört vilâyet uzak memleketlerden dönen askerler, bazan, yollardaÖmer'e rastgeldiklerini söylüyorlar,
«Gidinin küskünü!» diyorlardı.
Çorum, 1916
BOZ EŞEK
Irmaktan su taşıyan
çocuklar dağ yolunda ihtiyar bir adamın yattığını haber verdiler: Bir boz eşek
de, başıboş, aralarda dolaşıyordu.
Hüsmen hoca
«Varıp bakalım» dedi. Akşam yakındı. İki
derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye çeltiklerden kalkan kokulu,
ağır bir duman
yayılıyor; gövdeleri yarılmış, yanmış, beş on yaşlı, cansız söğüt arkasında
güneş bulanık bir ışık uzatarak arkların
durgun sularını
yeryer parlatıyordu. Bu aydınlık parçalar, kül renkli rutubetli ova ortasında
bulutlu bir göğğün yarıklarına benziyor;
yavaş yavaş
bulanıyor, sönüyor, örtülüyordu. Üç köylü, ârızalı, uçurumlu
bir patikadan ağır ağır birbiri arkasından çıkıyorlardı;
içlerinden biri,
sakağılı at gibi, fena fena öksürüyordu. Evvelâ boz merkebi gördüler. Fundaların ortasında, tozlu topraklı bir yer
bulmuş, galiba
birçok tepinmiş yatmış, oynamış, şimdi, memnun bir edâ ile yan gelip oturuyor,
batan güneşi kayıtsızca
seyrediyordu. Hoca «Hadi nerdesin yolcu!» diye seslendi. Ötede, arkasını kuru bir ahlata dayamış, ihtiyar,
mecalsiz bir adam, sık sık
soluyor,
gelenlere fersiz gözleriyle bakıyor, elleriyle göğsünü göstererek işaretler
ediyordu. «Nen var, ne oldun dayı?» suallerine
sesten ziyade
nefese, soluğa benziyen üfürüklü bir hırıltı ile anlaşılamıyan cevaplar
veriyordu. Köylüler, ölüyor sanarak,104
çömelmişler,
bekleşiyorlardı. Lâkin hasta iyileşiyor, canlanıyordu. Abani sarıklı, mor
cübbeli fıkara kılıklı bir ihtiyardı. Sert, kır bir
sakalın örttüğü
çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovaların güneşiyle kavrulmuş,
buruşukluklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık,
şiş kapaklarının
altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı ki insana bir çocuk
bakışiyle dimdik bakıyordu. Yavaş yavaş bu
çehreye bir renk,
bu gözlere bir fer geliyordu Ayni vaziyette, sırtı ahlata dayalı, ölgün
sedasiyle bir şeyler söylüyor, galiba uzaklardan
geldiğini,
uzaklara gideceğini anlatıyordu. Hüsmen Hocanın «Odaya götürün, yatsın teklifi üzerine
yardım edip, eşeğe
bindirdiler. İki
taraftan tutarak düşmesine meydan vermiyorlar, taşlar topraklar kaydırarak, bin
zorlukla iniyorlardı. Güneş gitmiş,
arkalarındaki
sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri dağlar duman ve bulut sarılı
başlarını birbirine dayıyarak çoktan uykuya
varmışlardı. Köy,
kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne penceresinden bir ziya ne yollarında
bir ses, karanlıkta bekliyordu.
Gecelerin şamatası
üzerine kapılardan tek tük çehreler uzandı. Ahırlarda inekler böğürdü. Hüsmen
bağırıyor; «Neredesiniz be, hele
çıkın, misafir
geldi! » diye haber veriyordu. Şimdî ellerindeki yanar çıralarla her taraftan
beyaz bez donlu bir çok insan çıkıyor, duman
ve ışıktan bir
hâle içinde, karanlık köşelere aydınlıklar dağıtarak, gübre yığınlarında
hareler koşturarak şaşkın şaşkın misafir odasına
geliyorlardı. Burası,
en yakın kasabaya iki gün uzakta,, Anadolu'nun çıplak, yolsuz, viran bir köyü
idi. Bir vilîyetten diğerine geçen
arabasız
yolcular, bazan, havalar çok kurak gidip Kızılırmak geçit verirse, şoseyi
bırakırlar ve kestirmeden bu köye uğrıyarak iki
günlük yol
kazanırlardı. İşte senede bu vesile ile beş on kişi; beş on fakir, böyle
hüzünlü bir saatte yorgun argın gelir, kapıları vururdu.
O zaman muhtar
Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası ise ona haber gönderir, kendisi de,
ocağında, yaz kış, sönmemecesine çıra
kütükleri
alevlenen misafir odasına yolcuyu yerleştirirdi. Köy, dünya ahvalini bu gelip
geçici, cahil insanların getirdikleri yalan yanlış
haberlerle
öğrenirdi. Hasta sakinleşmişti. «Göğüs, diyordu. Böyle,, ikide
bir tutar.» Köylülerden biri ocağın çengeline bir bakraç
asmıştı.
Çıraların alevi vurmuş, içindeki bir sabun köpüğü gibi renk renk kabarıyordu.
İndirdiler; ihtiyara bir tas verdiler. Üfüre üfüre
zevkle içiyordu.
Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O,
her sarsıntıda bir Elhamdülillâh»
diyordu.
Köylüler, tam karşısına. bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arıyarak sabırsızca
bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta
dizilmişler, uyku
istiyen gözleri küçülmüş bu sessiz, mariz misafirlerden bir şey anlamıyorlardı.
Hıçkırık kesilmiyor, bilâkis sıklaşıyor,
sertleşiyordu...
Hasta bir aralık elleriyla «Gelin, yaklaşın!» diye işaret etti. Hüsmen önde
öbür ihtiyarlar arkada etrafını aldılar. Gençler
merak içinde, fakat yaklaşmıya
cesaret edemiyerek kapıda duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş
anlatıyordu.106
Belki de vasiyet
ediyordu. Hüsmen'in ikide birde «Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız»
dediğini duyuyorlardı. Birden ihtiyarlar
yere mindere
eğildiler. Sonra sessiz kalktılar.Hüsmen «Hakka
kavuştu!
»diye mırıldandı. Ocakta kütüklerden biri çarpıldı, keskin bir
aydınlıkla ölünün
yüzünü parlattı, söndü. Dışarıda bir inek uzun uzun böğürüyordu. Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu.
Kemerinde dizili
sekiz altıniyle altındaki boz merkebi Mekke'ye vakfediyordu. Mezarlıktan
dönen köylüler, ellerinde kalan bu liralarla
merkebi ne
yapacaklarını, bu emri yerine nasıl getireceklerini kestiremiyorlar, asmanın
altında birleşip söyleşiyorlardı. Nihayet, bir
defa kazaya varıp
hâkimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Hüsmen merkezi yanına alıp yola
çıkacaktı. Hayvan bir
ehemmiyet kesbetmişti;
önüne bol yem dökülüyor, mısır sapları yığılıyordu. Bu dini bir vazife gibi,
şikâyetsizce, hürmetle saati
saatine
yapılıyordu. Köylüler sık sık hatırlatıyorlar; «Boz eşek suya götürüldü mü,
arpası döküldü mü?)) diye birbirinden soruyorlardı.
Bir sabah, Hüsmen Hocayı alaca karanlıkta hep birden değirmenin önüne kadar
götürdüler; selâmetlediler. Boz eşek, hocanın
merkebine bağlı
kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir
güneş palanının soluk keçesini kadife
gibi
parlatıyordu. Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan
fışkırmış pirinç başaklariyle arklar boyunca giden kamışların
yeşilliği
yamaçlar ardında görünmez olunca kurak düz bir toprak, iki gün hiç bir köye,
hiç bir değirmene, hattâ iki cılız söğüdün
gölgelediği bir
su başına bile uğramadan, ıssız, kavruk, devam edip gidiyordu. Sonra dik kayalı
bir yokuş, korkunç bir boğaz aşılıyor,
tepesine yaklaştıkça
serin bir rüzgârla beraber lâtif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı
gibi parlıyan ince bir dere ayvalıklar,
elmalıklar
ortasında, yemyeşil sulak ve feyizli, göze gülüyordu; telgraf direklerinin
sıralandığı beyaz, düz bir şose kıvrıla kıvrıla
dönerek dağlara
tırmanıyordu. Hüsmen, handa geçirdiği gecenin
sabahı, erkenden hükûmete yollandı. Minimini
kasabanın
balkonlu,
kuleli gazinoya
benziyen kocaman bir konağı vardı. Lâkin ikmal edilememişti. Sıvanamıyan kerpiç duvarlar yer yer
açılmış,
kumrulara yuva
olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasız, tahta örtülerle bekliyordu. Kenarda
battal bir kireç ocağı biraz ötesinde
amelenin
çalıştığı zamandan kalma bir sundurma, el'an öyle, haliyle duruyordu. Bina
çoktan haraplaşmıştı. Ceketsiz, kalpaksız bir
jandarma çavuşu
ne istediğini sordu. Hoca tâ baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl
haber verdiklerinden tutturarak
anlatıyordu.
Hikâyesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki uzaklaşmış, derede yüzen ördeklere
ekmek atıyor, köşede çardağın altında
nargilesini
höpürdeten bir sarıklıy a «Ne o, hacı efendi sabah keyfi mi!» diye
sesleniyordu. Kadı'nın izinle İstanbul'a gittiğini108
öğrenen Hüsmen, bir defa da kaymakama işini anlatmak istedi. Kunduralarını
kapıda çıkarıp, parmaklarını meydanda bırakan yırtık
çoraplı
ayaklariyle, çekine çekine, elleri karnında yürüdü, hikâyeye başladı. Kaymakam, arkasında
çividi dalgalanmış bir keten ceket,
bıyıkları boyalı,
dişsiz, hımhım bir adamdı. İşin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden
«Çağırın çavuşu! » diye seslendi. Beş
gündür, Hüsmen
Hoca önüne gelen adama derdini anlatarak, kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu
ne merkebi alıyor, ne de
kendini
bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı : «Gitsin de, iki hafta sonra
gelir, işi kadıya bırakalım! » dedi, kandırdı. Zaten
buranın
kadısı namlıydı, «Kabak Kadı derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi.
Arkasına turuncu bir maşlah giyerek, kırmızı
şemsiyesiyle
çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur olmaz şeylere bir gülüşü
vardı ki halk bayılırdı. Ayni yollardan, ayni
halde boz merkep terkiye bağlı
döndüler. Hüsmen Hocanın ve iyi beslenmesi icabeden eşeğin boğazına orada,
katığın ve arpanın
pahalı olduğu
kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu : «Mübarek yere
bağlı, bakmak borcumuz! » diye çok
görmediler.
Hüsmen de yorgunluğundan şikâyet getirmiyor,, hak uğruna çalışmak ona yol
mihnetlerini(zorluk) unutturuyordu. Lâkin,
ikinci seferin haftasında, gene merkep ardında dönmeğe
mecbur oldu. Kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu hocaya
çıkışmış [Hödük
herif, acelen ne!]demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işe kullanılıp
kullanılmıyacağından şüphe ediyorlar, boz
eşeğe
ilişmiyorlardı. Üçüncü yolculuğun avdeti(dönüş)
gene öyle, merkep arkada oldu..Uzaktan, keskin gözüyle biri boz eşeğin geri
geldiğini görmüş,
köye yaymaştı. Halkşimdi şaşırmış, merakla
bekliyordu. Hüsmen daha inmeden, ferahlı bir sada ile: [Ne ettik be, şehit
götürecektik] diye bir hamlede meseleyi anlattı. [Sahi nasıl düşünmemişlerdi? Ziyanı yok,
merkebi kadı kabul edecek, hüccetini
(belge) yapacaktı
ya, haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi...] Boz eşek,
arasıra yaptığı yüksüz seyahatlara karşı
önüne dökülen bol
yemden yiye yiye semiriyor, suya götürülürken kancıkların üzerine koşuyor,
hırçınlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay
geçmişti. Nihayet
son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selâmetlenirken yeni doğan güneş bu
küçük kafilenin kaldırdığı tozları
parlatıyor,
yıldızlı bir bulut içinde yokuşa tırmanan köylüler geride kalanlara sanki
yükseliyor, göklere kalkıyor gibi görünüyordu. Boz
eşek
bir daha dönmedi. Köy halkı, yapılan hüccetlere, basılan mühürlere bakarak
merkepin ikramlar göre göre, yavaş yavaş yüksüz ve
eziyetsiz tâ
Hicaz'a kadar gideceğine, orada zemzem taşıyacağına inanmışlardı. Hatta Hüsmen,
bir gece rüyasında eşeğin palanını
yeşil bir
kadifeyle kaplı görmüş, itikadı pekleşmişti.
110Zaten, hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellit (Doğan) bir sevinçle
sık sık merkebin lâfmı ediyorlar, kancıklara pertav (Saldırdığını)
ettiğini unutmuş
görünerek ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre
başladığını anlatıyorlar, birbirlerini
kandırıyorlardı. Lâkin vak'anın
yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Hüsmen Hoca aptallaşmış gibi
dönmüştü; Pazar yerinin tam
kalabalık zamanında
uzaktan bir [Savulun değmesin!] nidası duyulmuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak
Kadı, altında boz merkep
arkasında mahut
turuncu maşlâh (Bir nevi cüppe, üstlük) iri gövdesini
sarsan bir süratle etrafa selâmlar dağıtarak geçip gitmişti.
Silecik, 1919
YATİR
Harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine pastırmalarını,
avlularına odunlarını istif eden halk, hükûmet konağı
altındaki sıra
kahvede toplanır, gevezelik ederek kışı tasasızca karşılarlardı. Yenecek ve yakacak ne lâzımsa eylül içinde hazırlamak,
soğuk aylara
kaygusuz bir zihin, rahat bir yürekle girmek memleketin âdetiydi. [Etlik]
dedikleri bu müddet kırk gün sürer, kırk gün
kasabada peri,
dev masallarındaki şehzade düğünlerini hatıra getiren bir hazırlıktır
giderdi. Bacaların boğula tıkana
tüttüğü,
kazanların tap
köpüre kaynadığı, evlerin sucuk dizileriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü,
telâşlı günlerin arkasından ortalığa,
derhal, güz
yağmurlariyle beraber derin bir uyuşukluk çökerdi. Artık
satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu diner, baltaların
çalışması
biterdi. Dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklariyle vücutlarının,
ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk
kahvelere dolarak
vakitlerini nargile höpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sik fasılaya uğrayan
mânasız sohbetlere dalmakla
geçirirlerdi. Dışarıda
ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin Kânunlar (Aralık, ocak ayları) içinde
kızılcıklar sapsarı donanıp asmalar filiz
versin; ister kar
adam boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip kasabanın
dünya ile alâkasını kessin, onlar iri112
sag sobaların nar
gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler alevlenen yer
odalarında hindi doldurup birbirine ziyafetler
çekerek kendi
âlemlerinde kaygusuz yaşarlar, hudutlarından ötesini düşünmezlerdi. Lâkin bu sene çoktan beri başlıyan odun sıkıntısı
artık kıtlık
derecesini bulmuştu; sobaların kızaracağı, odunların parlıyacağı şüpheliydi.
Zira girdiği köyde boynuzlu bir çift hayvan bile
koymıyan yaman
bir vebâ, bu civarı ile böğründe bırakmış, her işi yüzükoyun sermişti. Onsekiz
saat ötedeki ormanlardan kasabaya
odun indirecek
acar öküzler nerede? Derileri tulum, kemikleri tarlaların etrafına çit
olmuştu... Muharebeye tesadüf eden bu yılda,
zaten
delikanlılar da azalmış, köyler boşalmıştı. Merkeplerinin sırtına beş, on çürük
dal vuran kadınlar vaktiyle bir arabaya istedikleri
parayı alamayınca
mallarını satmıyorlardı. Daha kimse
odununu alamamış, bir çare bulamamıştı. Bu sene odun kıtlığı
çok can
yakacak, çok ocak
söndürecekti. İki sene için peşin para ile kiraladığı hamamı, yakacak
bulamadığından kapatmaya mecbur olan
İlistir Nuri:
-Ah şu
Maslaktaki orman!... Ne etsek de köylüyü kandırsak? Kasabaya dört saat... Benim
hamama da yeter, sizin evlere de!..
Diye ikide birde söyleniyor, kimse bunun çıkar bir iş olduğuna kanmıyordu. Zira içinde bir yatır, yani bir mezar, bir evliya ve manevî
silâhlariyle bu
ormanı hükûmetin korucularından ve
yasaklarından daha iyi koruyordu. Bir dalı kopmamış, bir ufak kütüğüne balta
dokunmamıştı.
Dağların ağaçlarla örtülü olduğu feyiz zamanlarından yadigâr gibi kalmış;
çıplak tepeler, kayalı yamaçlar arasında
gözleri
dinlendiren yayvan gölgesiyle bütün ovaya bir şirinlik vermişti. Yanındaki köy
halkı, Maslaklılar, iki gün öteden odun getirir,
tezek kurutur,
saman yakar, yatırın malikânesine dokunmayı hatırından geçirmezdi. Mescidin
mimberini yakmakla bu ormanın
ağacını
baltalamak arasında bir fark görmüyorlardı. Hele biri, bir yabancı ilişsin
alimallah, hükûmet zindana atacak olsa: bile gene
parçalarlardı. Bu, küçük bir çam ormanı
idi. Yazın kasabanın boğucu sıcağından kaçanlar gelirler, çadır kurarak
gölgesinde serin
günler
geçirirlerdi. Tam ortasında minimini bir kaynak yaz kış artıp azalmıyan reçine
kokulu berrak sızıntısiyle bu ziyaretçilere iştah,
şifa verirdi.
Suyun yanında dedenin kabri vardı. Halk özenmiş, bezenmiş, mezarın etrafına
yeşil boyalı bir tahta parmaklık çekmişti.
Gül dikmişler
fener de koymuşlardı. Tam baş tarafında
güneşsizlikten büyüyemiyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti.
Renk renk
paçavralarla donanmış olan iğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış
çiçeğini dökmiyen tuhaf bir fidanına
benziyordu.
Fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış şem'alı(Sert yerlere sürtünce yanan bir cins) kibrit uçları yapışarak, mumlar
eriyip taşarak
kirlenmişti. Devrilmiş bir pirinç şamdan, dipleri kırık iki,
üç kandil mütemadiyen dökülen kuru çam yapraklariyle her114
gün biraz daha
örtülüyordu.Yıllar yaşamış, yorgun edâlı, bezgin sesli çamlar bu
ıssız kabrin başına dolmuşlar, en sâkin havada bile
işitilen ahret
fısıltılariyle dervişler gibi,, biteviye zikrederlerdi. Ormanın bu en loş, en
kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı
ölüme
yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, dinî bir tesir vardı. İşte
İlistir Nuri'nin Maslaktaki orman dediği bu çam korusuydu.
İlistir, memleket
lisanında. süzgeç demektir. Bu lâkap belki yüzünün delik deşik denecek kadar
çiçek bozuğu olmasından verilmişti.
Vaktini
kahvelerde, gezmelerde, rakı âlemlerinde geçirir, işsiz güçsüz yaşardı. Kendine
mahsus bir kuşak sarışı, bir püskü sarkıtışı,
hele diz
kapaklarını dik dik tuta tuta topalımsı bir yürüyüşü vardı ki; Kasaba halkını
katıltırdı. Zaten herkesin mizacına göre şerbet
verdiğinden bütün
kaza halkının dostu, her eğlencenin davetlisi, her yolcunun kılavuzuydu.
Kasabaya inen yabancılar karşılarında onu
bulurlar,
bildiklerini ona söylerler anlıyacaklarını ondan öğrenirlerdi. Etraftaki üç
vilâyetin haberlerini fazla, fazla ilâvelerle büyütüp
kahve kahve yayan
hep Nuri idi. Kirk yılda bir, iş tutayım demiş; hamamcılığa karar vermiş, fakat
odun yokluğuna rasgelerek bu
aksilik onu bir
daha kâr peşinde koşmaktan vazgeçirmişti. Bir care bulamazsa hamam, ona tarlalarıni sattıracak,
İlistir'i batıracaktı.
Haftalardan beri çare arıyor, dalgın
dalgın dolaşıyordu. Arkadaşları şakalaşıyorlardı:
-Şeytanın
bilmediğini bilirdin sen İlistir, hâlâ ormana bir çark takamadın mı?Diyorlardı.
Teşrinievvel
(ekim ayı) içinde fırtınalı bir yağmur iki günde ağaçları yapraklarından
soymuş, civar dağların tepelerine kardan beyaz
takkelerini
giydirmişti. Tüten soba boruları, buğulanan camlar, gocuklu insanlarla kasaba
kış halini almıştı. Galiba, bu sene, soğuk
aman
dedirtecekti. Bu taraflarda, bazan, ne sürekli, ne inatçı bir kış olurdu.
Bembeyaz, dümdüz ova ortasında kasaba her gün biraz
daha gömülerek
insana âdeta, böyle örtüle ezile, siline ufala bitecek, bahar gelince eriyen
karların içinde bulunmaz olarak hissini
verirdi. Nisan
yağmurlarına kadar böyle yarı saklı, yarı canlı bir ömürle bekleyen kasabanın
dolambaç, dar sokaklarında, dört, beş ay
hayat, hareket
kesilir; ne kağnılar geçer, ne manda sürüleri dolaşır, ne at şakırtıları
duyulurdu. Yalnız, bazı günler bir tabut arkasında
mezarlığa yollanan
ufak bir kalabalık karları hışırdatarak, öksüre öksüre isteksiz, lâkırdisız
geçip giderdi. Sonra gene sükût, karların
büsbütün derin,
korkunç ettiği bir durgunluk, deniz gibi gelir, bu sisli izi çarçabuk örterdi. Kasabaya, böyle günlerde, bir hayat, biraz
can veren bacalardı.
Rüzgâran önüne katılarak yassılana uzana, genişl'ıye serpile daima hereket eden
dumanlar, uzaktan, bu
donmuş ova
ortasında kem'ıklerinin içi titreyen garip yolculara ne
keyifli görünürdü116.
Halbuki bu sene bacalar eskisi gibi taşa taşa tütmiyecek, ocak içleri
rüzgârlara karşı meydan okuyarak alevlene alevlene
homurdanmıyacaktı.
Bir gün Nuri sevinçli bir yüzle kahveden içeri girdi,
oturan halkı çekmece başındaki
mal sahibine şöyle bir daire
işaretiyle
göstererek:
-Yap ağalara
benden birer kahve!.. Dedi. Ne olmuştu? Soranlara :
Hiç diyordu, öyle de battık, böyle de, bari ahbap kazanalım!...
Öbürleri
şüpheleniyorlar : [Bir iş çevirdi amma nasıl anlasak] diye düşünüyorlardı. Anlaması
uzun sürmedi; ertesi gün gelen bir haber
kahvelerde
çalkalandı, halkı dışarı uğrattı: Maslak ormanından, hemen de yatırın tam
etrafından beş at çam kütüğü gelmiş, doğruca
İlistir'in
hamamına istif edilmişti. İşitenler :
-Etme be, gerçek mi? Diye şaşarak
fırlıyorlar, bakmaya gidiyorlardı. Haber doğruydu.
Külhanın iştihasını getirecek kadar çıralı, kalın,
sağlam kütükler
birbirlerine dayanmış; çiseleyen yağmurun altında yağlı vücutlarından güzel bir
koku bırakarak bekliyorlardı. İlistir
kasabanın pazar
yerinde bir sabah Abdi Hocaya rasgelmişti. Abdi Hoca, Maslak köyünden
aksakallı, yeşil sarıklı, titiz, sofu bir
adamdı. Elinden
tesbih, ağzından dua düşmezdi. Ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla [Çiçek] ismini
verdikleri frengiye nefes eder, tütsü
yapardı. Zelzele
gibi, kolera ve muharebe gibi felâketleri evvelden haber vermek, kışın
şiddetini yazdan, yazın kurağını kıştan anlamak
gibi kerametimsi
halleri onu yalnız köyde değil, kaza dahilinde bile nüfuzlu bir mevkiye
çıkarmıştı. İstanbul zelzelesini ayni gün, aynı
saatte gûya
hissetmiş, kahvedeki minderli, postekili hususî köşesinden yarı uyku, yarı
vecid (Kendinden geçme) içinde sessiz
dururken birden :
-Aha yazık
oldu gözüm yere... Diye haykırmıştı. Belki
bunu kasabada Belediyenin yıktırdığı eski kadı köşkünü hatırlıyarak
söylemişti; fakat
ertesi günü vak'ayı öğrenen köylüler gezdikleri yerde Abdi Hocanın :
-Aha yazık
oldu gözüm memlekete... Dediğini yaymışlardı. Onlar hocalarıyie övünürlerdi.
İşte İlistir'in rasgeldiği Abdi Hoca böyle yarı
ermiş bir köylüydü. Hemen koşup elinden öptü, boynunu büküp durdu. Hoca bu
hürmete mukabil tesbihsiz sol eliyle İlistir'in arkasını
sıvadı, geçti. Fakat bu tesadüf Nuri'nin zîhninde derhal bir zıydınlık
hâsıl etti; sanki haftalardan beri kafasının içini çekmez bir ocak
gibi dolduran işler,
dumanlar sıyrılıp gitti, bir açıklık oldu. [Acaba, diyordu, kandırabüir miyim?]
Geri döndü, pazar yerini altüst ediyor,
aranıyordu,
nihayet gördü. Abdi Hoca, halkın selâmlarına yarıbuçuk cevaplar vererek ağır
ağır gidiyordu. Koştu, bir şey söylemek
ister gibi önünde
durdu. Elleri göğsünde, gözleri yerde, korkar gibi bekliyordu.
-Ne var İlistir,
bir müşkülün mü var?118
İlistir arasıra,
alay çıksın diye hocaya leyleklerin hakikaten hacı olup olmadıklarına,
domatesin hınzır eti kadar günah sayılıp
sayılmıyacağına
dair zor sualler sorar, tâ köye kadar yollanarak ırmak boyunda bu sene kırağı
yağacaksa boş yere bağları belletmiş
olmamak için
danışmaya geldiğini söylerdi. Fakat bunları o kadar ustalıkla, belirsiz yapardı
ki hoca kanar, İlistir'i kendi kerametine
inananların en
sadığı sayardı. Bu gün :
-Söyle bakalım,
ne danışacaksın? Sualine karşı biraz
kekeledikten, öksürerek vakit kazandıktan sonra anlattı : Üç gecedir biteviye
rüyasında
kendisini karanlık, sık bir orman içinde kaybolmuş görüyormuş; amma ne orman?..
Sağına dönüyor, ağaçlar önünü
kapatıyor, soluna
koşuyor, dallar ayaklarına dolanıyormuş... Kan ter içinde böyle uğraşırken
birden karşısında beyaz arakiyeli, yeşil
cübbeli, nur
yüzlü bir ihtiyar peyda oluyor :
-Bekle oğlum,
Abdi Hoca yakında seni de refaha çıkaracak, beni de... Diyormuş...
Böyle uyanıyor, bakıyormuş ki sabah ezanları
okunuyormuş.
Merak etmiş, Kadirî şeyhine uğramış anlatmış! bir iyi dinledikten sonra demiş
ki :
-Bunu git ehlinden, hocandan sor; elbette Maslak Dede benden, senden
evvel o cennetlik zata malûm olmuştur.
Evliyalar karanlık,
izbe yerlerden,
illâ çam korusundan hiç hazzetmezler. Onlar servi ile gül severler; vaktiyle
ben Malatya'da dervişken bir veli
hepimizin
rüyasına girer, [Ferahlatın beni !] diye seslenirdi. Türbesinin etrafındaki ağaçları
baltalamadıkça bizi rahat
bırakmadı: Belki
bu da öyle bir şeydir, Allahü âlem bissevab... Ben de üç gecedir ayni rüyayı
görüyorum... Yine Abdi Hoca bilir...
Abdi Hoca şaşalıyarak
dinliyordu. İlistir vakit kaybetmeden saf bir çehre ile hemen sordu : [Hocaya
da malûm olmuş muydu?] Bunu
merak ediyordu. Ilistir Nuri'nin bu sade, fakat cevap istiyen suali karşısında hoca
yutkundu; düşündü. Hayır, diyemezdi, İlistir'e, Kadirî
şeyhine, belki de
daha başkalarına görünen vElinin ona daha evvel görünmesi icap etmez miydi? Hem
mademki onlara da Abdi
Hocanın ismini
vererek zâhir olmuştu, vukufsuz görünmek dalbudak salan şöhretine tâ dibinden
bir balta vurmak demekti... İyisi mi,
baltayı ormana
vuracaktı; hem çoktandır köylünün şurada burada yapıp gezeceği ehemmiyetli bir
iş, bir kerâmet göstermemişti,
arasıra
kendisinden bahsettirmezse unutulacağı şüphesizdi; bu bir vesile idi; istifade
etmeliydi. Mânalı yapmıya çalıştığı bir
tebessümle,
vakarını bozmadan İlistir'in arkasını bir daha sıvadı :
-Sen rahat ol, oğul.
Ben dedenin emrini çoktan aldım!... Dedi; dudaklarında tehlil,
parmaklarında tesbih, uzaklaştı, İlistir, sevincinden
bastığı yeri
görmiyerek koştu, kahveye kendini attı ve bildiğimiz gibi .
-Yap ağalara
benden bir kahve!... Diye haykırdı. Ertesi gün,
Maslak köylüsü, Abdi Hocanın :120
[Haydi evlâtlar, bize vazife göründü!] mukaddemesile (Başlangıç)
verdiği emri, itirazı hatırından geçirmeden yerine getirmeğe
koşmuşlar,
asırlar görmüş azametli çamlarla, dini bir tevekkül ve sevinçle baltalarını
sallamışlardı. Akşama mezarın etrafında iki
dönüm kadar yer
açılmıştı. Odunun fazlasını satarak türbeye bir lâhit yaptırmayı düşünürlerken
İlistir yetişmiş, hemen pey sürerek elli
at yükünün
pazarlığını bitirmişti. Işte külhanın
önüne yığılan odunların hikâyesi bu idi. Lâkin bir defa kudsiliği ve ruhaniliği
kaybolan
mezar, artık eski
kuvvetini gösterememiş, baltaların hücumundan bu yakın ormanı kurtaramamıştı. O
güzel çam korusundan üç sene
çıplak bir tepe
He çıplak bir mezar kalmıştı. Kaynak bile damlalarını azalta azalta
nihayet, bir temmuz içinde kurumuş, kaybolmuştu;
sanki o reçine
kokulu parlak suyunu çamların damarlarından çekip çıkarıyör, çamların usaresini
topluyordu. Hatta Rumeli muhacirleri daha ileri varmışlar, bir karlı gecede
türbenin yeşil parmaklarını da sökmüşlerdi. Bunu işiten Abdi Hoca :
-Dünyanın
şerri arttı, Maslak Dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek
istiyor. Diye tevile kalkmıştı amma, şöhreti
gittikçe
azaldığından buna kulak asan olmadı.
Ankara, 1916
KOMŞU
NAMUSU
Ağır
muşamba perdeler "ikindi güneşine karşı indirilince ufak kalem odasına
biraz gölge, biraz serinlik yayıldı. Şimdi her taraf esmer
bir renkte idi.
Yalnız pervaz aralarında uzanan tozlu siyah çizgileri şurada bir kâğıt makası,
ötede bir kutu raptiye, köşede bir boş
bardak bulup
parlatıyor ve yarı karanlık içinde bu ufak tefek, hazin. ışıklar çoğu
kandilleri sönmüş bir minare şerefesi gibi kasvetli,
eksik
gözüküyordu. Herkes köşesinde, kanapesinde bitkin, birbirine
sanki yabancıydı; kimse işiyle meşgul olmuyordu. Yalnız
temmuz geldiği
halde henüz kıvrilıp kaldırılmamış aba perde kapının yanında, her gün Eyüp'teki
Hamidiye köyünden gelen ve daima
boynunda bellâdon
yağlı kirli bir tülbent taşıyan mukayyit (evrak kaydeden) Mümtaz Efendi büyük
bir deftere rakkam döküyor, yanına
çömelen bir
odacı, mümeyyiz (servis şefi) efendiden artan şerbete galeta kırıklarını batırarak sessizce emiyordu. Dehlizde
arasıra
çıngıraklar
çalınıyor, bunu ayak sesleri takip ediyor, avluya bakan pencerenin altında iki
gün evvel bir araba tekerleğinin kötürüm ettiği
köpek yavrusunun
iniltileri işitiliyordu. Boş kalan bir
sandalyeye ayaklarını uzatarak rahat bir vaziyet alan Şakir Efendi yeleğini,
pantolonunun
kopçasını açmakla da kalmıyor, göziyle mümeyyize bakarak, usul usul hilâhi gömleğinin ön düğmelerini çözüyor, elini
siper alarak
kıllı göğsünü üflüyordu. Bu sırada iyice bir
dalgınlık geçiren hülefadan (memur vekili) Osman Bey, çenesini koluna
dayayıp mahmur
tavandaki yelkenlerini şişirmiş, mor denize yan yatmış bir istampa gemi resmine
hasretle baktıktan sonra ona eğildi
ve ikinci
mümeyyiz Baki Efendinin kadife koltuğunu göziyle işaret ederek: [Bu akşam
meseleyi açarız, yazık canım, acıyorum dedi:
Öteki alâkadar
göründüğü bir bahis üzerine artık göğsünü üflemekten vazgeçerek : [Peki amma,
kim söyliyecek?]
-Ben, fakat bu hususta emin misin? Gözlerinle gördün mü?
-Elbet, elbet, her şeylerini öğrendim; kırmızı beyaz işaretler mi?
Parolalar mı? Neler varsa... Kadın çok akıllı şey; şimendiferlerde
gördüğün
işaretleri rengi rengine tatbik ediyor. Beyaz mendil pencereden uzandı mı [Gel,
seninim, teslimim] demek; her sabah bir
kerecik bakarım;
kırmızı ise nafile hiç rahatsız olmam, seyredeceğim diye pencerelerde beklemem;
fakat beyaz ise yatsıyı kılar,
gazımı söndürür,
kafesi yarı indirir beklerim. O gece zavallı Baki, ya Beykoz'da, ya Osman
Paşanın köşkündedir. Üçe yakın
(günbatımından üç
saat sonra) herifin gölgesi köşebaşını döner, kapının hizasında içeriye
giriverir. Benim de uykum gelir, bilmem
sonra ne olur?...
Osman Bey elliden fazla işittiği bu
hikâyeden her defa ayrı bir lezzet aldığından yüzündeki mahmurluk alâmetlerini
artık attı,
çapkın bir tebesümle [Öteki malûm, canım!] dedi. Birbirlerine bakıştılar; her
ikisinin gözlerinde de çok ihtiraslı bir istek vardı;
bunun farkına
varan Şakir Efendi, ahlâklı bir zat tavrıyle söylendi:
-Allah muhafaza etsin. Çok güç şey!.. Baş
mümeyyiz masa arkasında otururken gayet uzun boylu gibi duran, fakat ayağa
kalkınca
kısacık kalan bir
Tatar, serili gazetesi üzerinde adeta uyuyor, sabahleyin taze mürekkeple
doldurulmuş hokkalarla güneşli perdeler
üzerinde
gölgelerini gezdiren sineklerin arasıra vuku bulan hamleleri altında uyanacak
gibi bir ses çıkarıyor, parmağının ucunu,
omuzbaşını,
dudaklarının birini oynatıyor, sonra gene dalıyordu; Osman Bey onu seyrediyor,
âdeta bir oyunda gibi eğleniyordu.
Birden dışarda,
koca dairenin tayin edilemez bir tarafından ikindi ezanı okunmıya başladı. İki
arkadaş bunu vesile ederek kalktılar;
sandık, heybe
yığılı merdivenlerden cami katına geldiler. Orada poyraza karşı açık bir
pencere vardı, sıcak bir rüzgâr esiyor, Şakir
Efendinin ıslak
fanilasını teninden çekiyordu. Osman Bey hala [Aman yanlış bir işi yapmıyalım;
refikaya (eş, karı) soruyorum, gayet
iyi kadındır,
diyor. Bilmem amma, bizimki de biraz anlar] diye söyleniyordu. Bunun üzerine Şakir Efendi hiddetlendi :
-İnanmazsa
bu akşam gizlice bizim eve gelsin, sabahleyin işaret beyazdı, demek Baki eve
gitmiyecek ve herif gelecek, gözleriyle
görür. Osman Bey artık
inandı. Yavaşça indiler ve akşam kalemden çıkarken Baki'yi bir birahaneye
götürerek meseleyi kendisine
açmayı
kararlaştırdılar. Saat onu geçiyordu. Başmümeyyiz
yerinden kalktı; o sabahleyin oturduğu bu iskemleden akşam üzeri
gitmek için
ayrılır ve hiç bir işe yaramadığından âmirleri bütün gün onu rahat bırakırdı.
Baki Efendi, pencereye astığı ıslak mendilinin
kuruduğunu
anlayınca katladı, cebine koydu, yeleğinin katmerleri arasına biriken mavi
rıhları silkti, gidiyordu; hazır duran Şakir
Efendi ile Osman
Bey, arkasından yetiştiler ve pek teklifsizce [Canım, şurada bir tek atalım,
serinleriz, konuşuruz] dediler. Şakir
Efendinin Sirkeci'de tanıdığı bir birahane vardı. Gündüzleri dört tabak
yemeği beş kuruşa feda eden, bu kalabalık ticarethanenin sahibi
vaktiyle
Tokatlıyanda aşçılık ettiğinden kendisi her gelişinde ondan yemek pişirmeğe
dair malûmat alır, cuma günleri evde mutfağa
girer, tecrübeler
yapardı. Birçok masaya oturup kalktıktan, her
defasında hoşnut kalmıyarak köşelere göz attıktan sonra gittiler,
tenha bir bölmenin
arkasına yerleştiler. Bir müddet hiç lâkırdı olmadı.
Şakir Efendi; gözleri, kendine pek benziyen Salvatoz (bira
markası) ilânının
koca sakallı papazında, hafiften bir hayli [ah-ı enin] ediyor, sigarasının
söndüğünü unutacak kadar dalıyordu. Bir
zaman gene
konuşulmadı. Osman Bey, soğuk bir duş
yapmıya mecbur bir adam gibi ellerini omuzbaşlarından bir geçirdi, sonra125
kollarını
kavuşturdu, titrer gibi bir hayli büzüldükten sonra nihayet birden, dedi ki :
-Biliyor musun Baki; sana bu akşam ciddî bir şeyden bahsedeceğiz... Şakir Efendi ilâve etti :
-Bir namus meselesinden... Öbürü evvelâ hiç bir şey anlamadı, cümlelerin bitmesini bekledi; sonra her
ikisinin de boş bir deponun
yalnız borusunda
kalmış suyunu sarfediveren bir musluk gibi durduğunu görünce : [Anlamadım, ne?] dedi. O zaman Osman Bey,
kelimelerini arıyarak,
daima şişman arkadaşını şahit tutarak, faziletten, ahlâktan fasıllar açarak
anlattı. Zavallının bir kelime
söylemeden
dinlediğini gördükçe nutkunun henüz kâfi bir tesir icra etmediğini zannederek
tekrar başladı; ilâveler etti. Baki'nin
nazarları
bira kadehlerine dikilmiş, sanki köpüklerin yavaş yavaş nasıl açıldığını,
zümrüt, yakut gözlü habbelerin birer birer nasıl
patlayıp
kaybolduğunu düşünüyor; sanki onları dinlemiyordu. Neden sonra çok durmuş,
paslanmış bir sesle, gözlerini arkadaşlarına
çevirmekten
korkarak sordu :
-Söylediklerinden emin misin? Her ikisi de haykırdılar:
-Ne demek, elbette, elbette!... O akşam
son trenle gidip arzu ederse Şakir Efendinin evine gizlenerek gözleriyle görmesini
teklif
ediyorlardı. Baki
: [Peki, öyle olsun] dedi.126
Şimdi
âheste âheste ağlıyor, karısından ayrılmış gibi mazi sigasiyle bahsederek: [Ah,
bilmezsiniz, ben ona ne iyi bakardım, onun
için nasıl
rahatımı feda ettim] diyordu; sonra anlatıyordu :
-Aldığım
zaman on dört yaşında idi, on senedir beraber yaşıyorduk. Elbise der yapardım,
para der verirdim, hizmetçi, aşçı der
tutardım; onun
rahatı için aldığım aylığı hep sarfederdim. İşte biliyorsunuz, ne evim var, ne
bir iradım! Şakir Efendi hâlâ Salvatorun
papazına bakıyor,
bir âşık gibi karşısında göğsünü şişiriyordu. Gazlar (lamba) yanmıştı;
çıktılar; paraları Osman Bey verdi. Sirkeci
caddesi
kalabalıktı çok âdiydi mangallarını yol ortasına koyup midye
tavası, ateş balığı pişiren bakkal dükkânları yanında kahve
içenler„ gramofon
dinleyerek nefesleniyor, ferahlıyorlardı. Tramvay boruları, vapur düdükleri
arasında. zurna sesi, bir Yahudi taklidine
karışıyor, daha
ötede Karmen'in Toreador'u çalınıyordu. Etrafta zelzeleden korkarak sokaklara
dökülmüş bir sefil memleket hali vardı.
Baki Efendi her akşam
karısına ait ufak tefeklerle dolu paketi elinde, tozlu, sıcak ayakkaplarını
sürterek geçtiği, yolların şimdi
yabancısı idi..
Garip bir şaşkınlıkla etrafına bakıyor, her yeri başka türlü, yeni, kederli
görüyordu. Bir saatte kendisi o kadar değişmiş,
eski benliğinden
o derece çıkmış, uzaklaşmıştı ki sanki bu gece bütün saadetini gömdüğü uzun,
felâketli bir seyahatten dönüyor,
hatırasında
dünkü bu saati yirmi sene evvelki bir mes'ud gün gibi ona uzak, erişilmez görünüyordu.
Bundan sonra ne yapacaktı?
Eğer sahi ise
karısını terkedecek, fakat üç ufak çocuğunu nasıl besleyecek, nasıl terbiye
edecek, onlara analarını nasıl unutturacaktı.
Hem bütün bu
ayralmalar,. yalnızlıklardan sonra, uzun bir kararsızlık, bir kargaşalık, ne
tahammül edilmez bir rahatsızlıktı!... Birden
her şeyi
unutarak âşıkın kim olabileceğini düşündü, bununla o kadar meşgul oldu ki ne
Osman Beyin ayrıldığını, ne trene bindiklerini,
ne de Yedikule'ye
yanaştıklarını farketti. Karısının bu rakibe daha şehvetli, daha taşkın
görüneceğini düşünerek kızdı. Yanyana
gidiyorlardı.
Baki, Şakir Efendiye sokulmuş, öksüz tavrı almıştı. Demek bu gece evine girmeğe hakkı yoktu. Ârtık kendi fikriyle
değil,
arkadaşlarının
ihtariyle yaşamıya, hareketinden, onlara izahat vermeğe mecburdu. Şimdi her
şeyi unutarak gidip kendi kapısını
çalmasına şu koca
karınlı hiçten adam mâni oluyor, tesadüfen öğrendiği bir sir onu hâkim,
kendisini mahkûm ediyordu.. Bu işe
karışmak. hakkını
ona kim veriyordu? Bu, komşusuna, kalemdeki arkadaşma ait bir mesele, umumî bir
mesele, miydi? O zaman
düşündü
ki insanlar yalnız kendi saadetlerini iyice duymak için yalnız başkalarının
felâketini arar, ve hodbinliklerinin(Egoistlik) böyle
bazı nevilerine
fazilet unvanı vererek meselâ aldatılan bir kocayı ikaz etmeyi [ahlâk]
addederler. Halbuki bunun aslı, başkasının
felâketinden
duyulan vahşi zevk, kendisini ondan mesut görmek için hazırlanmış garip bir
delildir. Köşeyi dönmüşlerdi; evinin yukarı
kısmında ışık
yoktu; yalnız bodrum katındaki yemek odasının pencereleri biraz, pek hafif,
âdeta bir idare kandiliyle aydınlatılmıştı.
Düşündü, bu
aydınlığın mutfaktaki lâmbadan aksettiğini, bu saatte aşçı kadının sofrayı
kurduğunu hatırladı, evine hasret çekti. Şakir
Efendi anahtariyle kapısını açmış, karısı evde olmadıkça merdivenin ilk
basamağına bırakılması âdet edilen şamdan ile kibrit
kutusunu
aralamıştı. Pencereleri sımsıkı kapanmış bu dar yerde hava kızmış, karanlığı
bir cisim gibi ısıtmıştı. Baki hiç aç değildi.
Şakir Efendi
yemeklerini maltızın kenarına dizdi, mutfakta çalışmaktan gelen bir zevkle
kollarını sıvadı, fesini attı. Misafirle pek az
meşgul oluyor,
[Benim için değil ya, kendi işi için ! ... ] diyor, aşağıda yukarda dolaşarak
dolapları karıştırıyor, bakırları takırdatıyordu.
Uzaklarda bir satıcı
sesi duyuldu, bunu işiten Şakir Efendi koştu, Baki'ye dedi ki :
-Vakit yaklaştı,
dondurmacının sesini duydun, bu geçince artık pencerede beklemeli. Biraz sonra haykıran
satıcı köşeyi döndü,
fenerinin ışığı
tabaklariyle kuşaklı belinin tâ ortasını aydınlatarak geçti, uzaklaştı. Kümeste
tavuklar çırpınıyor, uzaktan rampaya
tırmanan bir yük
katırının solukları duyuluyordu. Baki sordu :
-Ne taraftan gelir?
-Bakkalın sırasından...
Bir müddet sonra tıknaz bir şeklin ağır ağır, komşudan
evine dönen bir adam gibi sakin, ortadan ortaya
yürüdüğü görüldü.
-Bu mu?
-Evet.
Yabancı korkusuzdu. Evin hizasını bulunca döndü, yaklaştı,
çıngırağa dokunmadan açılan kapının karanlığında birden
görünmez oldu.
Artık şüphe yoktu, karısı kötülemiş, Şakir Efendinin asıl fikrine komşu namusu
heder (kayıp) edilmişti. Şimdi de,
komşuluk hakkına
bu işe karışmış olmaktan memnundu.
-Nasıl,
gördün mü?
-Evet.
-Ne yapacaksın?
-Boşıyacağım!... Her ikisi de, bu karardan hoşnut, susuyordu.
Birden Baki ayağa kalktı, ceketinin düğmelerini
ilikledi, hiç bakmadan
Şakir Efendiye
bir [Allahaısmarladık!] fırlattı ve merdivenlere doğru yürüdü. Öbürü [Nereye?]
diye acele acele soruyor, fakat Baki
kapının demirini
açmakla pek meşgul görünerek cevap vermiyordu. Yere bir şey
vurdu, madenî bir ses çıktı, sonra anahtarın iki defa
döndüğü işitildi.
Şimdi Şakir Efendi sokaktan akseden yarı bir aydınlık içinde merdivene
yaslanmış, ne olacağını bekliyordu. Kapı
açık halmıştı. Baki doğru
kendi evi hizasında yürüdü, eli zile uzandı. Şakir efendi
artık ne gözlerine inanıyor, ne de gürültüsüne130
iyice duyduğu
çıngırak seslerine... Yukarıdan bir lâmba
aydınlığı kapı camına uzandı. Bir ses [Kim o?] diye sordu; Bakinin [Ben,
ben!... dediği de
iyice duyuldu... 5imdi sokak boştu. Şakir Efendi bir feryat, bir silâh sesi
işiteceğine katiyen emin yarı asılı,
bekliyordu. Bir
iki dakika gürültüsüz geçti; o zaman sabırsazlanarak yerinden ayrıldı, başını
uzatarak komşusunun evini dinledi. Hiç
bir şey
duyulmuyördu. Yalnız bu gece kümeslerinde rahat etmiyen tavukların mütemadiyen
kanatlarını vurdukları işitiliyordu. Şakir
Efendi tam bu
sırada onları, tavuklarını, kendi malını düşünüyor : [Sıcaktan, belki de
pireden...] diyordu. Nihayet ayakta
beklemekten
usandı;
kapıyı usulca örttü, odasına çıktı, Artık hemen hemen yatmıya hazırlanıyordu,
sokakta bir ses oldu; baktı; Baki Efendinin
kapısını, tutulan
bir ufak lâmba ile aydınlanmış gördü, hayretle göz kapaklarını açtı. Arkadaşı
biraz evvel giren adamla, o her gecenin
adamiyle
selâmlaşıyor ve [Zahmet oldu, size; çok zahmet oldu!] diyordu. Hâlâ
farkedemediği öbürü nazikâne cevaplar veriyor,
ayrılmakta acele.
ediyordu. Şakir Efendi biraz sonra derin bir sessizliğe gömülen komşusunun
evine şüpheli nazarlar atarak
söyleniyor : [Olur şey değil vallahi!] diyor,. izahat
almak için sabırsız, ertesi günü bekliyordu.. Baki Efendi bugün kalemde çok
meşguldü, geceki
vukuattan bahse iştahlı görünmüyordu. Fakat Şakir Efendi halledemediği bu
muamma karşısında çok üzülüyordu.
Nihayet hattâ
hakaret görmeğe de razı, yerinden usulca, resmî bir şey soracak gibi kalktı:
Masanın kenarına kocaman tüylü ellerini
dayadı, eğildi. Baki gözlüğünün
üzerinden arkadaşına; bu, kendinden ufak memura nefretle bakarak :
-Ne istiyorsunuz? dedi. Öbürü cevap bulamadı, şaşırdı, Neden sonra, bacağı
ezik köpeğin hâlâ, devam eden iniltilerinden istifade
ederek:
-Şu zavallı
hayvanı, oradan kaldırtsak... dedi,
sonra birden cesaret bularak ehemmiyetsizce ilâve etti :
-Ha, dün gece merakta kaldım, iş ne oldu? Baki kızardı; rahatını
feda etmemek, alıştığı rahattan, sakin gürültüsüz hayattan
ayrılmamak için
her şeye katlanmış bir adam vaziyetiyle, en açık bir hileye aldanmış göründü :
-Nafile endişe
etmişiz, dedi, gelen doktormuş, bizim doktor Hüsnü Bey... Haremim (eş, karı)
sancılanmış da...
Erenköy, 190
YILDA BİR
Oluktan artık
hiç un akmıyordu; aralarında buğday tanesi kalmıyan değirmen taşları
birbirlerine çarparak çok gürültü yapıyor,
kıvılcımlar
fırlatıyordu. Zaten akşam olmuş, harap bacanın üzerine yuva
kuran leylekler çoktan yerlerine dönerek gagalarını vurmıya
başlamıştı. İki
dağ arasına sıkışmış sulak arazinin, ufacık sinekler titreyen durgun havasında,
bu koca kuşların şamatası, değirmen
ve su gürültüsünü
bastırarak bir hamam aksiyle taşlara çarpıyor; kulakları sabunlanmış bir adamın
duyduğu uzak, fakat korkulu bir
uğultu,
yuvarlanan bir bakır tas gibi uzaklara koşuyordu. Burası
köylerden hayli içerde bir su değirmeniydi. Güneş sırtın arkasındaki
boşluğa gömülünce
sular kararır; yalnız yüksek kavakların dumanlı tepelerinde yapraklar birer
renkli fener gibi bir müddet aydınlık
kalırdı. Sonra
onlar da söner; bu dar, rutubetli yer; bir lıamam gibi en ufak sedayı
genişleten, büyülten bir kabiliyette sabaha kadar
yatağından taşan
şakırtısını dinlerdi. Tesalyalı değirmenci
Bekir, tekneye biriken sıcak ve çakmak kokulu unları itiyat (alışkanlık)
sevkile bir defa
avuçladıktan sonra durdu ve çuvala dol durulmasını ertesi güne bırakarak gitti,
derenin köpükler içinde çevirdiği
pervaneyi
durdurdu. Şimdi serbsst kalan sular, birden kesilen gürültüden kurtularak aşağı
akıyor, iki tarafı, sarı susamların altında
simsiyah kaldığı
halde köpüksüz, kırışıksız ve yağ gibi parlak olan, ortasında akşamın nereden
aksettiği farkedilmeyen alaca
aydınlığı bir
çatlak kubbe gibi göğü gösteriyordu.Sıcak, dumanlı bir
gece başlıyacak, biraz sonra kavakların tepeleri bile güç
farkolunacaktı.
Bekir içeri giriyordu, uzaktan bir ses duydu; dinledi, bakındı, sonra değirmene
doğru birkaç kişinin geldiğini farketti.
Seyretmek için
biraz yüksekte olan patikaya tırmandı. Kalın
ve örtülü şekillerini iyice farkettiği iki kadin gölgesi arkasından dört
köylü, dört efe
sigaralarının alevlerini parlatarak ve yüksek sesle konuşarak yolu takip
ediyordu. Onlar dağa kadin oynatmaya giden
[Alaylı]
çapkınlarıydı. Beş on dakika sonra Aydın'a has iniltili, âhenksiz zurna sesleriyle
nâra, zil sadaları ücra dağları titretecek,
gecenin kara
çehresi üstünde yanan fundaların ateşi parlıyacaktı. Bekir'in göğsü
hasretle, haşin ve kindar bir kadin ihtiyaciyle kalktı,
gözlerinde
kıvılcımlar parladı; incir ağacını siper alarak yere sindi, gençlere, kadınlara
baktı. Senelerdenberi onların muhtacıydı,
senelerdenberi bu
uzak çukur değirmenine tane getiren kocakarılardan başka kimseyi görmüyor;
Tesalya'nın bir köyünde bıraktığı
karısının
hatırasiyle biraz ahmaklaşmış, bilmem neyi bekliyordu. Bazen böğürtlenlerle
yabani susamların fazla koktuğu çok sıcak
gecelerde
kadınsızlıktan o kadar harap oluyordu ki, uyuyamıyor, başı açık, sırtı çıplak,
Adem gibi Havva'sına kavuşmak için Hind'leri
aşacak bir
kudretle dağlara tırmanıyordu. ışıkları sönmüş köyler etrafında uyumuşları
düşünerek, ziynet liralarla süslenmiş135
gerdanları
tahayyül (hayal) ederek kıvranıyor; nihayet fırtınaların devirdiği bir kuru
ağaç yanında kendisini uyanmış, güneşi hayli
yükselmiş
buluyordu. Genç, kuvvetliydi. Memleketinde iken o da kızları yakalar adam boyu
yükselmiş başakların arasına taşırdı.
Sonra güneşin
altında terledikleri zaman gider, yabani zeytin ağaçlarıyle örtülü dereciklerde
sevgilisinin yıkandığını, uzun, ıslak
saçlarını
parmaklariyle taradağını seyrederdi. Köylü kızların biraz yağlı ciltleri
üzerinden su damlaları kürer kırağı gibi toparlak,
yuvarlanır;
birden belleriyle bacaklarının birleştiği yerde durur, orada durgun, belki de
ılık su birikintisi teşkil ederdi. Tesalya'da
kadınlar, eğlenceler
boldu. Ateş gecesi köylüler toplanır, defne yığınlarının rayihalı (hoş koku)
alevleri üzerinden atlarlardı; genç
kızların zaten
parlıyan mavi gözlerinde tatlı ateşin tatlı akisleri durgun denizlere vurmuş
kandiller gibi tâ derinlerde oynar, kollarındaki
cam bilezikleri
renkleri tırnaklarını sedeflerdi. Sonra yavaş yavaş ateşler küllenir, kararan
ovada nişanlıların kolkola evlerine döndükleri
görülürdü. Böyle
gecelerde papazlar karanlık, gölgeli yerlerden geçerlerken adımlarını
sıklaştırırlar, kulaklarını elleriyle örterlerdi. Daha
sonra kış gelir,
kar eğlenceleri başlar; uzünı vakti bağlarda yatılır; baharda tarlalara toprak,
çiçek kokan küme küme taze otlar
yığılırdı. Ve
bunların hepsi gençleri birbirine yaklaştıran sebepler olurdu.
köylüler çoktan geçip gitmişti; şimdi büsbütün yalnızdı. Bir zaman
onları takip etmeği, bir haydut gibi vuruşmayı düşünürdü; sonra
bunun
tehlikesinden ürkerek en yakındaki köye doğru yürümek istedi, fakat nihayet
gene her zamanki gibi beceriksiz biçare, kapının
önündeki kerevete
uzandı Uyumıya çalışti. Biraz sonra kalktı, dereye doğru
çamurların rutubetini duymaktan lezzet alarak yalınayak
yürüdü, gecenin
içinde büsbütün kayboldu. Ertesi sabah insan
sesleriyle uyandı
ve her sene gelip değirmenin biraz ötesinde yirmi
dört saat kadar dinlenen
çingenelerin döndüğünü gördü. Kadın erkek birçok
kişi henüz kurulmamış beş altı siyah çadır yığını etrafında
dolaşıyor; yeni
doğan sari bir güneş altında köpekler uyuyor, şurada burada âheste dumanları
yükseliyordu. Karşıki yamaçların
sırtında kısrak
sürüleri çanlarını sallıyarak otluyor, yükseklerde keçiler haykırıyordu. Bekir, ömürleri yollarda geçen ve her çadır
kurdukları
yerlerde bir mal sahibi vaziyetini
alan bu göçebe insanlar hakkında pek çok şey bilınezdi. Onları daima çalışır,
hemen hiç
bir işini kendi
görmeğe alışık olmıyan yerli ahaliye hizmet eder görürdü. Şimdiye kadar Aydın'ın
en ümit edilmez tenha köşelerinde
çadırlarına
tesadüf etmişti. Onu asıl memnun eden âdetleriydi. Kadınlar örülü ipek
saçlarını meydana bırakırlar, başlarına boyunları
altından
bağlanmış zarif oyalı yemeniler bağlarlar, fes giyerlerdi. Dar yelekleri, iki
taraftan ayrık şalvarları altından göğüslerinin,136
kalçalarının şekligörünürdü. genç kızlar,
delikanlılarla serbest oynaşırlar, dağ tepelerindeki kaynaklardan su getirmek
için
beraber yola
çıkarlardı. Tâ ıssız kayalara vahşi dere içlerinde rastgelinen yağmurlardan
solmuş yemeniler, sırmaları kurşun rengine
girmiş, çürük
çevreler şüphesiz bu gibi seyranların değirmenciyi çok düşündüren
alâmetleridir. Bekir, şimdiden tahlil
edemediği bir
sevinç
duyuyordu... Orılara doğru yürüdü. Selâmlaştılar, tanıştılar. Biraz sonra
çeribaşı..., [Değirmen işliyor mu?] diye sordu, [Evet]
cevabını alınca
oradan geçen bir kıza bağırdı :
-Elif, dedi, dayının
çuvallarını eşeğe sırtla da değirmene götürüver.
Derenin kış
yaz kurumıyan suları böğürtlen fidanlarını yükseltmiş, iki tarafa yemiş dolu
bir koyu yeşil çit çekmişti. Elif, eşeğin
arkasından çıplak
ve kirli ayaklarını çamurlara basarak koşuyor, sonra arasıra durup fidanlara
sokularak iştaha veren yemişlerden
koparıyordu.
Bekir, daha ilride, kulaklarında bir uğultu, miskin bir hayvan gibi başı sarkık
yürüyor, sinirlerinin uyuştuğunu duyuyordu.
Sanki uykusu
gelmişti; esniyordu. Sıcak, dumanlı güneş derenin tam değirmene yakın
genişleyen yüzünde sallanıyor, susamlar
arasında şimdiden
öğle böcekleri ötüyordu. Taşlar dönmeğe
başlamıştı. Elif, pencerelerden birinin kenarına oturmuş,
odanın
ortasındaki kırık
tahta altından suyun uğultulu ve köpüklü akıntısını seyrediyordu. Bekir, kolları
sıvalı, başı açık, dünden dolan un
çuvallarını
köşeye sıralıyor, bunu sonra kadının altın bakışları
karşısında işsiz kalıp sıkılmamak için gayet ağır yapıyordu. Kalbinde bir
üzüntü, bir arzu,
vücudunda teskin edilmek istenilen bir açlık vardı. Biraz sonra nefeslerinde garip bir düzensizlikle çuvalları bıraktı. O
da bir pencereye
oturdu. Şimdi yalnız kızı seyrediyordu. Kız da yalmz erkeğe bakıyordu;
hırslı gözleri değirmencinin pazuları şişkin
kollarında, sert
tatlı yüzünde, sağlam şeklinde lezzetle dinleniyordu. Bundan cesaret alan Bekir, karşısındaki genç kızın başına,
sonra garip bir
ateşle yanan gözlerine tekrar baktı, bu bakıştan hoşnut gibi açılan dudakların
iltifatına kapılarak gülümsedi. Nihayet
boğuk bir sesle:
-Kız,
dedi; öyle ne bakıyorsun? Elif, gerinir gibi
kollarını
ileri geri hareket ettirdi. Pek yorgun gibi altın gözlerini süzdü. Sonra bir
yeri
acıyormuş gibi
dudaklarını kıstı; ağır ağır cevap verdi:
-Seni seyrediyorum... Tekrar gülüştüler,
Bekir yerinden doğruldu. Kaçırmaktan korkar gibi pek hafif adımlar, pek
sokulgan bakışlarla
onadoğru yürüdü.
Elif hareketsiz duruyordu. Kollarından çekti; öbürü karşi koymadı. Beraberce yükledikleri eşek fazla ilerlemişti. Kız,
Bekir'in kollarından
tekrar kurtulmak istiyerek:
-Canım,
bırak, diyordu, geciktim. Öbürü soruyordu:
-Ne zaman geleceksin, bir daha ne zaman?
-Gene demet vakti, bir yıl
sonra, biz daima bu yoldan geçeriz.138
Kızın
ince kaşları kıvrılıyor, [Ne çok, ne uzun!] diye söylenen adamın kederine
aldırmıyordu. Nihayet ayrıldılar. Elif, böğürtlen
toplıyarak
gidiyor, süslü başı çitin üzerinde iri bir kelebek gibi havanın buharı ve
maviliği arasında görünmez oluyordu. Koca bir yıl,
yağmurları,
karları, tenhalığiyle uzun bir sene onu beklemeğe mahkûmdu. Ta gelecek demet
vakti, diyordu, acaba o kadar beklemek
mümkün olur mu? Akşama
doğru, serinlikte yol almak için, çingeneler toplandılar ve dağın eteğinden
öbür ovaya indiler. Güneş
çekildi, her
tarafa gölgeler doldu; kavakların yüksek yaprakları tekrar aydınlandı.
Leylekler gagalarını vuruyor, tüneklerinde tavuklar,
sıcaktan
şikâyetçi kanatlarını çarpıyordu. Bekir'in kulakları etrafında sivrisinekler
dönüyordu. Bu ilk geceyi, değirmenci derin bir uyku
içinde geçirdi;
mes'uddu, sakin bir tevekkül içinde onu, daima sıkılmayarak, şikâyet etmiyerek
bekliyecekti. Ovada yeniden işler
başlamıştı.
Tarlalar tekrar sürülüyor, taneler atılayor, yağmurlar yağıyordu. Derenin
suları incirlerin yapraklarına kadar yükseldiğinden
değirmen
işleyemiyordu. Bir gün artık leylekler dönmedi, fırtına yuvalarını düsürdü.
Nihayet karlar yağdı, her taraf dondu, geceleri tâ
yakından
kurtların sesleri duyuldu... Bir gün güneş çiktı,
haftalarca, aralıksız, bulutlardan kurtuldu. Ova yeşilleniyor; sıcaklar
başlıyordu. Komşu
çiftliklere kafile kafile orakçılar gidiyor Bekir bunların geçtiğini gördükçe
[Yaklaştı, gelecek] diyordu. Hemen gece
gündüz hiç tepelerden aşağı inmiyor değirmende işleri olan kocakarılar onun
ansızın dişarıya doğru uzaklara baktığını gördükçe
şaşıyorlar
[Delirecek!] diye düşünüyorlardı. Bir gece
sesler duyuldu, yerinden fırladı.
Köpekler haykırıyordu. Şüphesiz gelmişlerdi.
Kapıyı
usulca açtı, çıplak ayak yürüdü. Karanlığa sokulan gözleri birçok oynak
gölgeler farkedinceye kadar uzaklarda dolaştı.
Başıboş
köpeklerden karkuyordu; yoksa şimdiden oraya giderdi. Ertesi günü Elif geldi, gene pencerelere oturdular yeniden
başlar
gibi birbirlerine
uzun uzun baktılar. Bu sene kız daha çapkın, daha tecrübeli olmuştu; gülüyor,
artık gözlerini koluyla örtmüyordu. Bir
sene sonra çingeneler gene unlarını o değirmende öğüttüler. Bu defa
Bekir, Elif'in vücudunda kapanmış bir bıçak yarası gördü;
parmağını oraya
dokundurdu, [Nedir bu?] diye sordu. Bu sualde hakkı yenilmiş bir adamın hiddeti
vardı. Kadın güldü. Gözlerinin altın
renkli esrarı
içinde gülümser bir yıldız parladı hiç cevap vermedi. Ertesi yıl,
Bekir, gene dönen çadırlara sokulduğu zaman Elif'e
raslamadı.
Merakla sordu. Çeribaşı kayıtsız cevap verdi:
-Ha o mu? Kasabada kaldı, kötülendi... Sonra ayakta işsiz
duran ihtiyar, pek ihtiyar bir kadına haykırdı:140
-Keziban nine, çuvalları eşeğe sırtla da değirmene çek götürüver...
Darmara çiftliği,
1910,
HAKKI
SÜKUT
Saatçızadelerin
i'pek fabrikası bu rüzgârsız öğle güneşi altında ağırlaşan havayı uzaklarda
dönen bir uskur uğultusuyla sarsıyor; mini
mini çocuklar
ateşler içinde yanan fakir mahallenin bu nöbetli nabzını dinliyerek tahta
beşiklerinde uyukluyordu. Aşağıda, Bursa'da,
müezzinler
ezanlarını okumuşlar, bu taraflarda fabrikalar kalın düdükleriyle öğle
paydosunun bittiğini haber vermişlerdi. Artık tâ
akşama kadar
işleyen çarklardan başka bir ses duyulmayacak, yalnız bacalar ateşli
nefesleriyle sıcak sıcak soluyacaktı. Amele
kâtibi Hasip Efendi her tarafı bir defa
dolaşmış, kaynar su buharlarının, sıcak hava borularının ısıttığı kırk derecede
bunalan genç
kızlara bir iki
haykırdıktan sonra odasına gelmiş, köşe minderine uzanmıştı. Fakat muşamba
perdeleri kızdırarak döşemeye akseden
gölgesiz çıplak
güneşten rahat edemiyor; yeleğinin düğmeleri çözülmüş patiska mintanı
pantalonundan taşmış perişan bir halde
dışarıya
bakıyordu. Keşişdağının (Uludağ) vakarlı şekli bir havagazı deposu
gibi sanki geriliyor, şişiyor; patlıyacak bir barut mahzeni,
hir taşocağı gibi
koparacağı gürültülerden evvelki o korkunç sükûtuyle tehditkâr, bekliyordu.
Aşağılarda fabrikaların ziftle boyanmış
saç bacalar,
ağızlarından hemen koparak aydınlıâa karışan duman dilleriyle boşluklar
yalıyor; koza saklamış mahsus böcekhaneler
geniş
menfeslerinden içerilerinin gölge ve serinliği göstererek bu sıcak muhit içinde sakin,
tatlı tatlı bir uyku ile dinleniyordu. Hasip
Efendi böcekhanelerden birine çekilerek şu kızgın odadan, cehennem
nefeslerini duyduğu mancınıklardan uzakta bir iki saat
dinlenmeğe karar
verdi. Yoluna raslayan pencerelerden içeri göz gezdirerek yürüdü. Avluda
çemberinden ayrılmış fıçılar, gaz
tenekeleri,
üzerinde yeni kesilmiş karpuz kabukları ısınan gübre yığınları vardı; köşedeki
maden kömürlerine askeden güneş,
kaldırımlarda
hareleniyor, sineklerin ince zar kanatlarını göstermiyen parlak bir ziya ile
kayarak tâ aşağıya, ovaya doluyordu. Oraları
daha sıcak, daha
havasızdı; Yıldırım Beyazıt camünin geçen fırtınalardan kurşunu kalkan kubbesi
parça parça, gaz dökülmüş bir
havuz gibi
parlıyor, gökte ışıktan mızraklar dolaşıyordu. Böcekhane serindi; üst katta kozaları boşaltılmış bir bölme vardı. Hasip
Efendi oraya
upuzun yattı, serinliğe koşan sineklerden rahatsız olmamak için yüzüne mendilini
örttü; uykuyu bekledi. Hasip Efendi
kırk senedir
böcekçiliğe hasrettiği hayatını, şimdi hasta yatan Fotikâ'sını, bu katil
fabrikaların öldürdüğü, öldüreceği kızları
düşünüyordu. Şüphesiz görüyordu, inanıyordu, artık kani idi (inanmış), her ay bir genç kız
zayıflayarak, öksürerek, terlemiş
şakaklarına
saçları yapışarak, sabırlı, tahammüllü eriyor, bir gün artık evinden
çıkamıyarak köşesinde ölüyordu. Kirk senedir böyle
kaç gencin acıklı
ölülerini seyretmiş, kaç genç tabutunun arkasından yürümüştü. Üç dört kuruşa
karşı on dört saat kaynar sular
başında, pis
kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen, taravetinden(tazelik), kızlığından,
gözlerinin pırıltısından her gün bir zerre
kaybederek toprak
olan vücutlara şüphesiz acıyor, bu dertlere alışamıyordu. Hususile bugünlerde, sevgilisinin de hastalandığı bu
korkunç
haftalarda fabrikanın cinayetlerine ne kadar lânet okuyor, biraz da kendisi
vasıta, olduğundan dolayı ne derece ıstırap
çekiyordu. Artık
iyice farkediliyordu : O geçerken, torunlarını gömmüş ihtiyar nineler başlarını
çeviriyorlar, sonra bir intikamlı gözle
kendisini uzun
ıızun tetkik ediyorlardı. Bu beyaz hâleler içinde fersiz, kirpiksiz hasta
gözler! Onların ne acıklı bir bakişı, ne sessiz bir
feryadı vardı;
bunları hissettiği, bakışlarından yeis (dert, üzüntü) içinde kaldığı halde
[Öldüren ben değilim diye haykırmamak ne kadar
gücüne gidiyordu.
Hasip Efendi uyuyamıyordu; amelesini düşünüyordu. Ah
zavallılar!... Bir gün kırmızı
kordelâsının süslediği ipek
saçlar altında
sevine sevine, neş'eli, kuvvetli gelen yeniler bir iki sene sonra kuvvetsiz
ayaklarını, nalçalı kunduralarını taş kaldırımlar
üstünde zorla
sürükliyerek kulübelerine çekilirlerdi. Ağrıyan başlarını, yanan göğüslerini
dinlendirmek için yalnız
altı
saat vakitleri vardı; gülmek ve konuşmak için değil! Kim bilir ertesi sabah bu
hasta, yorgun gözler ne kadar güç açılır, her kemiği
ayrı sızlıyan bu
zavallı vücutlar, fabrikanın düdüğüne ne zorlukla itaat ederdi? Kim bilir bu
hastalıklı sabahlar ne kadar göz yaşları
döktürürdü, bu halsiz
vücutları sürüklemek ne zordu. Birden, hep düşündüklerini
bıraktı, Fotika'yı hatırladı. O da artık hastalanmıştı.
O da artık
yatağından pek nadir çıkıyordu. Bu kızcağızı çok severdi; Balıkesir
zelzelesinde ölen karısına benzeterek hattâ bazı
akşamlar,
mancınıklar boşalınca, ağlardı. Onun fabrikaya ilk girdiği gün narin endamına,
biraz nazik ve itaatli nazarları (bakış) zebun
(düşkün)
hareketleri karşısında rikkatı (acıma) yavaş
yavaş sevgi derecesini bulmuştu. Bir buçuk senedir
onunla meşgul
oluyor,
kalbi yalnız onun
üzerine titriyor, onu yanında, yakınında buldukça her iş kolay ve zahmetsiz
geliyordu. Fotika bazan evinden
çıkmaz, şehre,
yahut köydeki akrabasına inerdi. O günler Hasip Efendi'ye karanlık, kederli
gelir; çalışamaz, işsiz dalgın gözleriyle
penceresinden
uzaklara bakardı. Zaten bu mesele biraz da etraftan duyulmuş, koza ayıran
mahalle ihtiyarları birbirlerine bunu
fısıldamışlardı. Amele kâtibi, başka
kızlardan görmediği şeyleri Fotika'da buluyor, gözleri uzun müddet onun iki
mavi boncukla
süslenmiş
ayakkaplarında, taşları düşmüş tarağında dinleniyordu. Bazı vesileler olurdu ki işçiler
hep birden güler, yahut bir yere
bakardı; Hasip
Efendi bu sırada yalnız sevgilisini, onun parlak dişlerini, koyu elâ gözlerini
seyreder, o ne kadar lezzet alırsa ve yahut
şaşarsa kendisi
de o kadar memnun olur, onun kadar şaşardı. Bu aşk
bazı güzel geceler tatlı bir rüya gibi onun hasretle, iştiyakla
(arzu, heves)
yanan göz kapaklarını dinlendirir, bazı zamanlar ise bir sancı gibi uykularını
kaçırırdı. Nihayet bir buçuk senedir neden
beklediğini
halledemiyerek evlenmeğe karar vermişti. Bir hafta başı, amelenin ücretlerini
dağıtırken usulca ona doğru eğilmiş,
hazırladığı dört
çil çeyreği Fotika'nın sıcak sular içinde teravetini kaybetmiş yumuk avucuna
sıkıştırarak [Bu da fazlası, benim
bahşişim!]
demişti. Kız, zaten bunu bekliyormuş gibi almış, şüphesiz pek
iyi duyduğunu, bu aşktan nefret etmediğini göstermek için
gözlerini
kaldırarak ona bakmıştı. Hasip Efendi bu teşekkür karşısında anlıyamadığı bir
sebeple kızarmış; ertesi gün Fotika'nın
yanından geçerken
onun koluyla kendisine süründüğünü farkedince sevinçli bir gece geçirmişti. O sırada
aşağı fabrikada hastalanan
bir genç kız, iki
ayın içinde ölüvermişti. Hasip Efendi bunun üzerine Fotika'yı her gün bin korku
ile süzüyor, her gün biraz daha halsiz
görüyordu. Sonra
iyice farketmişti: Fotika rahatsızdı, Fotika sararıyor, eriyordu; Fotika
ölecekti... O zaman uykularını harap eden
düşüncelerle
karar vermiş, onu kozahaneden alarak daha kolay, daha temiz havalı bir işe,
iplikhaneye koymuştu. Kız artık146
lâübalileşmiş,
hiçten bahanelerle işini bırakarak onunla konuşmaya, yüzüne gülmeye başlamıştı.
Hattâ bir sabah pek erken, karanlık
odada, âmirinin
neş'escinden, şakalarından pek çok hoşlanarak, şımararak kendisini zorla
öptürmüştü. Halbuki Fotika birden
hastalanmıştı;
Hasip Efendi onun gelmediğini görerek sordurduğu vakit: [Çok başı ağrıyor»
cevabını almıştı, [Eyvah! » diyordu. Artık
kız yatıyordu.
Ninesi iyi olur ümidiyle fabrikaya gelerek, kovmasınlar diye amele kâtibine
yalvarıyordu. Hasip Efendi, teminat veriyor,
para gönderiyor,
fakat onun her hafta biraz daha fenalaştığını, biraz daha mezara yaklaştığını
haber alarak fabrika sahiplerine küfürler
ediyordu. İşte bu
sabah, gene ninesi gelmiş, onunla dertleşmişti. Hasip, doktor getirilmesini
söylemiş, [Parasını ben veririm, ilâçlarını
da yaptırırım!»
demişti. Akşam işi bittikten sonra Mecidiye caddesindeki Ermeni doktoru
bulacak, korkularını halledecekti.. Acaba
kurtulabilir
miydi? Gene pek yakında narin. endamıyla, elâ gözleriyle dolaşarak
karanlıklarda; ona ateş gibi yanan yanaklarını
uzatacak mıydı? Tahta sedirden yavaşça kalktı geniş nefesliğin önüne geidi. Aşağıda,
Mudanya'ya inen tenha ve güneşli yol üzerinde
bir duman
koşuyor. Fildar köyünün teneke damları bıçak sırtı gibî keskin akislerle
parlıyordu. Şimdi ovanın hemen her yolu üzerinde
çırpınan bir toz
bulutu vardı; rüzgâr çıkacaktı. Birden yapraklar şiddetli bir titreme içinde
hışırdadı; bacanın altında biriken tozlar daha
henüz her yerde
hissolunmayan bir rüzgâr parçası savurdu, topladı, sonra mintanını
kabartan, yüzünü sıcak bir nefesle yakan hava
her tarafa hücum
etti. Saat dokuza (günbatımından üç saat önce) yaklaşmış
olmalıydı; meltem çıkmıştı. Uzun karlı günleri takip
eden
yıldızlı bir gök
altında, bu gece, gene fakir mahailede bir ölü vardı. Nihayet Folika, aylarca
öksürdükten, sızlandıktan sonra artık
susuyordu;
ölmüştü. İhtiyar ninesi, avucunda tuttuğu elin soğuduğunu hissedince hastanın,
suya gömülü yuvarlak vapur camları gibi
kirli şeffaflıkta
dumanlanan gözlerinin dikilip kaldığını gördü. Usulcacık, incitmekten korkarak
kapaklarını indirdi, sonra ağır ağır gitti,
Meryem'in resmi
önünde diz çöktü. Evet, Fotika ölmüştü. Yarın akşam,
bu saatte; yarım senedir köşeyi dolduran yatağı artık boştur;
ocakta yanan
çıralar, şakakları terlemiş zayıf yüzüne artık renk veremez, Meryem Ana
kandilinin inatçı gözü artık hastadan dua
dilenemez.
Sobanın buğularıyle pembeleştirdiği beyaz gözkapakları artık daima kapalıdır;
artık daima odanın esrarlı ağzı o zavallı
öksürüklerden
şikâyet getiremeyecektir. Hasip Efendi, ertesi
sabah bu haberi alınca
o kadar müteessir oldu ki yerinden kımıldamadı;
buğulu
gözlerinden süratli iri birçok yaşlar döküldü. İpekçi kızlar birer ikişer kömür
tozlari,yle kirlenmiş karlara basarak fabrikaya
giriyorlar
kümeslerine dönen bir ördek sürüsü gibi kalçalarını sallayarak islerine
dağılıyorlardı. Kapıdan çıkarken papaza tesadüf etti.
Bu ihtiyar, uzun
simalı, iri kemikli bir adamdı, gırtlağında oynıyan sivri çıkıntısiyle
haddinden uzun, kirli, çürük dişleri ile148
konuşurken
karşısındakilerin gözlerini alır, ayrıldıktan sonra bile insanın hayalinde bir
zaman bunlar canlı kalırdı. Acele işler
arkasında
koşmakla geçen ömrü onu coştururdu. Yürürken, en sakin havalarda bile uzun,
lekeli eteklerini havalandıran bir rüzgâr
yapardı. Selâmlaştılar,
konuşmaları lâzım gelirmiş gibi durdular, Hasip Efendi dedi ki:
-Çok acıdım
zavallı kıza... Öbürü cevap verdi:
-Evet, ben de... Gene durdular; ayrılamıyorlardı.
Her ikisi de sanki bu geçen vak'a üzerine birbirlerinden izahat istiyeceklerdi.
Gene
amele kâtibi
Hasip Efendi söze başladı:
-Ben, elimden geleni yaptım, dedi. Doktor getirdim, ilâçlarını
verdim; nafakalarını yolladım. Papaz, ihtilâçlı (titreme) bir sesle söylendi:
-Doğru,
fakat bunlar fayda vermedi; onu da, hepsi gibi sizin fabrikalarınız öldürdü;
daha da çok öldürecek...
Hasip Efendi hiddetle karşısındakine baktı; kendisinin de teslim
ettiği bir hakikati şu adamdan işitmek, suçlu bulunmak ona ağır
geliyordu. Papaz şimdi
Avrupa fabrikalarını anlatıyor; muhatabının cehaletine karşı hakimane (bilgin)
bir tavır alarak, çalışma saatleri,
ücretleri, bütün
bu yol daki kanunları, kavgaları, isyanları hepsini birer birer, mühim
kelimelerin üzerinde dura dura izah ediyordu.
Sonra hâlâ devam eden kayıtsızlığa karşı duyduğu nefretlerini,
şüphelerini söyledi; fabrika sahiplerinin bugünkü halde kalmak için
müracaat
ettikleri desiseleri (hile, oyun), tarafgirlikleri (tek taraf tutan) anlattı;
sonra ayrılırken:
-Daha çok öldüreceksiniz! diye söylendi.
Hasip Efendi bugüne kadar zannederdi ki hükûmetin bu işe müdahaleye hakkı yoktur.
Bunlar yalnız fabrika sahiplerinin takdirine,
merhametine;
halkın ricasına, niyazına, bağlıdır; amele hâmisizdir, ölüme mahkûmdur, âmir
daima, zenginlerdir. Şimdi anlıyordu ki
milletin
menfaatleri üzerine titreyen kuvvetli bir kalp lâzımdır, onu ikaz etmeli, icbar
etmeliydi. Birden fabrika sahiplerini hatırlayarak;
[Hainler,] dedi,
[acaba siz ameleyi bu himayeden mahrum bırakmak için hangi tedbiri buldunuz?]
Ertesi gün Fotika gömüldü. Çan kulesinin sadasına her taraftan
koşan ameli salipler (hac) tasvirlerle dolu günlük kokularıyle mum
dumanlarına
boğulmuş loş kilisede birleşiyorlar, işlerine yetişmek için duanın bitmesini
bekliyorlardı. Dışarıda, nalçalı ayak işlerini
örten halim
(yumuşak) bir kar dökülüyordu. Mahallenin mezarlığını ilk kış fırtınaları harap
etmiş, duvarların bazı yerleri çatlamış,
haçları
eğrilmişti. Onun cesedini getirenler ziyaretten istifade etmişler, aile
mezarları üzerine eğilerek yerlerinden çıkan tahta haçları,
kayıtsızca
düzeltmişlerdi.150
Hasip Efendi, akşamı,
fabrika sahibi Saatçızade Hidayet Beyin gelmesini bekledi. Saat on birdi,
bermutad (alışageldiği gibi)
gibizeytuni
kupası (kupa arabası) kaldırımlar üzerinde, kara rağmen, gür bir ses çıkararak
dairenin önünde durdu. Sahi o ne sevimsiz
bir adamdı;
şimdiye kadar bunu niçin bu derece farketmemişti? İri karnı, yassı vücudiyle,
sonra kavun kafası, mini mini kirpiksiz
gözleriyle
Hidayet Bey, kurşunkalemleri üzerindeki hayvan resmine, timsaha benziyordu. Hesaplara baktılar,
iş üzerine birçok
konuştular,
gidiyordu. Hasip Efendi kayıtsız gibi pencereden bakarak garip bir sesle
[Fotika öldü!] dedi; sonra odada garip âhenkle
inleyen kendi sesine de yabancı kaldı.
Öbürü hatırlamadı : [Fotika mı, dedi, kim o?... Hasip, ateş
gibi kızardı, hiddetle cevap verdi:
-Burada çalışan bir kız, güzel bir kız, altı aydır yatıyordu... Hidayet Bey : [Ya? öyie mi?] dedi, kapıya
doğru yürüdü. Amele kâtibi
yerinden kımıldamadı, fakat hâkim bir
sesle söylendi:
-Onu burası,
bu fabrika öldürdü; her sene bir iki kurban veriyoruz, günahını çekeceğiz.
Fabrikacı döndü, hayretle, esefle memura
baktı, sonra
mırıldandı:
-Buna biz ne yapabiliriz, hastalık, eceli
-Yok, Efendim, yok, ecel değil, hastalık değil... Şimdi anlatıyordu!
dün öğrendiklerini, düşündüklerini, hiç saklamıyarak, en şiddetli
kelimeler kullanmaktan çekinmeyerek söylüyordu, öteki ayakta; susuyor, dinliyordu. Mangalı
küllenmiş, bir soğuk, karanlık, odada
Hasip daima
camdan yağan kara, Fotika'nın mezarını örten iri kara bakıyordu; Saatçızade bir
cevap bulmak, bir şey söylemek
arzusiyle hâlâ
duruyor, arıyordu, Hasip'i kolundan tutup bir işçi kızı gibi sokağa atmak kolay
değildi; zira iş zamanı fabrika ustasız
kalacaktı; zira
bu fikirlerle, bu isyan fikirleriyle kovulan adamlardan daima çekinmek lâzımdı.
Şimdi yapılacak muamele uysallık,
sükûn ve
intizardı (bekleme). İşte bu düşünce ile döndü, kapıyı açtı ve sükûnetle dedi
ki:
-Çok hiddetlenmişsin,
Hasip Efendi, yarın akşama konuşuruz; ben sana, maaşına dair iyi bir haber
getirecektim...
Amele kâtibi yerinden fırladı:
-Yok, dedi, benim hesabunı verin, çıkacağım.
Halbuki öbürü hiç dinlemedi, yürüdü, paltosunun yakasını kaldırarak
avluyu geçti. Orada arabacı, kapıcı ve makinist duruyor, onun
iltifatını
bekliyorlardı. Hasip Efendi artık cesaret edemedi, hattâ yaptıklarına biraz
nadim (pişman), dehlizde kaldı. Bütün bu
gürültülerin
üzerinde tamir edilmez yalnız bir şey vardı; Fotika'nın ölümü.
Iki gün Saatçizade Hidayet Bey fabrikaya uğramadı. Hattâ evinde de yoktu,
çiftliğe gitmişti. Amele kâtibi uykusuz bir uzun geceden
sonra âdeta sükûnet bulmuştu.
Öbürünün yumuşaklığı kendisinin şiddeti arasında birçok mukayeseler yaptı, bazı
vesileler buldu,152
kabahati her
tarafa dağıttı, garip bir nedametle (pişmanlık) işine başladı. Dört gün sonra
maaşı artmıştı; şimdi sekiz lira kazanıyordu;
işçi kızlar,
ölenin yerine geçmek için, o dolaşırken hafif hafif sürtünüyorlar,
gülüşüyorlar, kırmızı kordelâ, cam bilezik takıyorlardı.
Hayat gene
evvelki durgunluğuyle, gene evvelki iezzetsizliğiyle başlamıştı. Bir yıldızlı
gece ovada kurbağa sesleri duyuluyordu, ılık bir
bahar karanlığı
altında havada olgun bir meyva kokusu vardı; yaz geliyordu. Hasip Efendi
kırlarda dolaşmaya çıktı; dağa tırmanan
şosede
yükseldikçe aşağıda, şehrin aydınlık kısmı toplanıyor, daraldıkça daha ziyadar
(ışıklı) , daha canlı görünüyordu. Saat dörde
doğru fabrikaya
dönerken, dar, arızalı sokakta aceleci bir gölge ile karşı karşıya geldi,
bakıştılar; Papaz, galiba bir ölü evine
yetişiyordu.
Hasip Efendi birden Fotika'sını düşündü, onu daima sevdiğini anlıyarak geçmiş
günleri hatırladı; sonra kendisini bu aşka
rağmen fabrikaya
bağlıyan kuvveti, artan maaşının ağırlığını düşündü. Bu bir hakk-ı sükûttu.
Işte susturuyordu; halbuki onun zalim ve
kuvvetli tesiri
altında değil yalnız kendisi, asıl daha yüksektekiler susmuşlardı; daha
yükseklerde bile tesirini gösteren bu tedbir
sermayedarlara
altın, mezarlara ölü yetiştiriyordu. Hasip Efendi
bu fikirlerle biraz teselli buldu, gene bunları düşünerek fabrikanın
önüne geldi, arka
kapıdan içeri girdi. Çok lâtif bir
geceydi, hattâ avlunun her zaman ham ipek ve çirkef kokan karanlığında bile
ovadaki o olgun
meyva rayihası dolaşıyordu. Şüphesiz„ Bursa'nın bu yıldızlı bahar seması
altında bir şeftali bahçesi gibi rayihalı
uzanan sık
dutluklarında sevdikleriyle buluşanlar bu aşktan, tadıyorlardı.
Erenköy, 1903
KUVVETE KARŞİ
Amerikan Sefareti maiyet(elaltında tutulan, bağlı) vapuruna mensup dokuz gemici idiler. Her pazar gecesi, ceplerini dolduran İngiliz
liralarını
Tarlabaşı'nın karanlık sokaklarıyle Tokatlı'yan'ın buğulu camları arkasında
dağıtırlar, tâ sabaha karşı sandık sepet birbiri
üstüne dolarak
murdar kira arabalarıyle Fındıklı'ya, rıhtıma inerlerdi. O zaman soğuk sular üzerinde
sisleri, yağmurları iterek esen kış
rüzgârı,
uykusuzluktan kızaran gözlerini, işretten (içki içme) kuruyan dudaklarını
serinletir; biraz evvel Yeniçarşıdan geçerken yalnız
çerçeve hizaları
parlıyan, pencerelere karşı at, öküz sesleri çıkararak, ıslıklar, düdükler
çalarak çılgınlıklar yapan dimağlarına deniz
havası bir
sükûnet verirdi. Kendilerini gemiye götüren sandalın içinde hepsi sakin ve
halim dalgalara bakarak iyi şeyler düşünürler,
memleketlerini
hatırlarlar, mecnunluklarına çıkışan gizli bir ses duyarlardı. Onlar, zengin ve başka tabaadandı
(uyruk) . Bizim
askerlerimizin
çevreleri ucuna bağlanmış zavallı silik mecidiyelerine (gümüş 20 kuruş ) alışan
halkımız, onların yelek ceplerinde dizili
liraları
karşısında küçülür, bunlar kadar sarfedemediklerinden müteessir,
izzetinefislerinden bir şeyin eksildiğini duyarlardı. Bu
haşarılar,
zabıtanın yalnız onlara verdiği hürriyetten, köye inmiş
şehirliler gibi, Rum kızlarına büyük caddede [diavoloo şarkısını
söyleterek,
mutasarrıflığın(Beyoğlu Kaymakamlığı) önünde bağırışıp koşuşarak istifade
ederler, en temiz gazinoları gemici
meyhanelerine
çevirirlerdi. Bir Ermeni bankerin, bir Rum dükkâncının, bir gazete
müdürünün azametle kurulup oturduğu, ciddî
görünmek, ciddî
bulunmak istediği tiyatroda onlar panayır palyaçolarına benzer tuhaflıklara
başlarlar, birbirlerinin açık başlarına
gizliden silleler
atıp sonra saklanarak, arkalarına ilânlar iğneliyerek, sahnedeki aktrise soğuk
lâflar atarak kendi hususiyetlerinde
yaşarlardı. Bazen seyircilerden bir itiraz yükselmek ister, fakat neticede herkes
hazmetmeyi tercih ederek susardı. Bunu gemiciler
de pek iyi
farkederdi. Her hafta, meselâ değişmiş bir şapkası, rutubetten
kurtulmuş rugan iskarpinli ayakları, işçi ellerini örten
manşonları, çürük
boyunlarına sarılan boalariyle yenileşen, kibarlaşmıya başlıyan Rum kızları,
Yani'nin namuslu müşterileri yanında
neş'elenmedikçe
viski, bira kadehlerini arttıran bu adamlar tenhada olmak için arabalar ile tâ
Kâğıthane tepesine kadar uzanan gece
seyranlarına
başlarlar, bundan aldıkları zevki tamamlamak için bir müddet ıssız sokaklar,
fenersiz yokuşlar, kapıları farkedilmeyen
mahalleler içinde
kaybolurlardı. Bazı geceler ise kadınsız
Tokatlıyan'a gelirler, âdi hareketler, şimendifer, vapur, düdüklerini taklit
eden seslerle
herkesi kaçırırlardı. Suphi, Tepebaşı'nda iyi bir
piyes oynanacağını sabahleyin geçerken görmüş ve izmaro'ya156
uğrıyarak akşam
beraber tiyatroya gideceklerini söylemişti. İkisi de, üç aydır, sevdikleri
birkaç oyun vardı ki her tekrarında kaçırmak
istemezler, gündüz
en önde biletlerini alarak akşam tam dokuzda yerlerine gelirlerdi. İzmaro,
Hamalbaşı sokağında bir evde
oturuyordu; hiç
sert olmayan teyze dediği ihtiyar kadın, evin pek eski ve en kibar müdavimi
(devamlı gelip giden) olan Suphi ile onu
her zaman bir metres
gibi serbest bırakırdı. Tiyatro kalabalıktı. Amerika'lı
gemiciler hep lâcivert sivil elbise giymişler, bir sıra dokuz
koltuğa
yerleşmişlerdi; onların etrafında gürültüler, kahkahalar, hayvan sesleri vardı,
yakın olanların çehrelerinde menedememekten
gelen bir husumet
kırışıyordu; zavallılar dinleyemiyorlardı; pipo dumanları arasında çıplak
kafatasları, traşlı esmer simaları, ufak yeşil
gözleri
farkedilen bu koca adamları tokatlamak ihtiyacıyle yanan, bükülen eller kuvvete
karşı, ezilmek korkusu içinde, hareketsiz
kalıyordu. Suphi de böyle idi. Sık sık arkasına dönüyor, dişlerini kısıyor, etraftan
yardımçı bekliyordu; onun en çok ümidi en arka
sıralarda idi.
Halbukf susuyorlardı; en ufak vesilelerle şımarıklık yapan bu büyük kitlenin,
düşündü ki, kuwet belini büküyordu; o,
yalnız acze karşı
kabarıyordu, yalnız galebe ümidini görünce hücum ediyordu. Bu gece hiç rahat değildi, gülemiyordu, hatta
İzmaro'nun
sözlerine bile cevap veremiyordu, ta. kalbinin sızladığını dimağının şiddetli
bir baskı altında vazifesini göremiyecek kadar
ezili kaldığını
duyuyordu. Gemiciler perde aralarında, hatta bazen biraz evvel
çıkıyorlar, birbir üstüne birçok ispirto yuttuktan sonra at
cambazhanesi
sahnesine giren bir palyaço kafilesi gürültüsüyle kanapelerine düşüyorlardı. Bunlar her halde fena adamlardı,
hükûmetin
aczinden insafsızca istifade ediyorlar, bu aczin hükmünde yaşıyan insanları
hiç, hiç addediyorlardı. Suphi fena şeyler
düşünüyor, fena
misaller buluyordu. Biz, diyordu, şimdi burada ağıla çekilmiş bir koyun sürüsü
gibiyiz; bu gemiciler köyün
meyhanesinde
şişeleri doldurup ahırımızda seyahate hazırlanan eşkiya çetesine benziyor;
bağıracaklar, gülecekler, biz zavallı
gözlerimizi
sahneye dikerek, kulaklarımızı dolduran gürültülerden baygınlaşarak, o koyunlar
gibi esir, mecbur uyuklıyacağız. Şimdi
tiyatro gözünden silinmişti. Ücra dağlar başında siyah kiremitli bir karanlık
ağıl görüyordu; dışarıda şimşekler, yağmurlar vardı; içeride
ıslak, yorgun
hasta koyunlar başlarını birbirinden çevirrnişler, uyumak istiyorlardı. TA
kenarda kocaman bir ateş yanıyor, fena kıyafetli
birçok adamlar
yaygâralar kopararak tanımadığı vahşi bir lisanla türkü söylüyorlardı.
Yukarıda, çitten bir yataklık üstünde vücudu
gölgelere
karışmış ihtiyar bir çoban, eşkiyanın yaktığı ateşin ışığıyle yüzü tutuşmuş,
söküklerini dikiyordu. Bu garip bir hülya
idi.İzmaro hissiz
duruyor, galiba da alışmış olduğundan bu hali ehemmiyetsiz görüyordu; yüksek
sesle gülmemek için kendisini
zorladığından
bütün vücudunu titreten gizlenilmiş çapkın kahkahalariyle Suphi'ye
sokuluyor:158 -Ah ne güzel, ne güzel!- diyordu.
Halbuki sahnedeki
komik bile hiddetli duruyor, gemicilerden çıkan her garip sada ile kocaman yüzü
kızarıyor kanlanıyordu.
Hareketleri, dudakları tuhaflıklar eden bu adamın zihninden geçen ciddi
düşünceleri halle uğraşan Suphi, bütün bu kızarışların, zebun
(düşkün) bir
milleti güldürmeğe tenezzül etmesinden ileri geldiğini zannediyor, hiddetinden
titriyordu. Halbuki işte kendisi de
onlardandı.
Susuyordu, kıvranıyordu; fakat yapamıyordu. Artık
iyice rahatsızlanmıştı, sapsarıydı. Oyun bitip çıkarken gözlerinde
intihar ederken
kurtarılan adamlarınki gibi memnuniyetle karışık bir esef kalmıştı. Memnundu,
zira sonra pişman olacağı bir vak'aya
meydan
vermemişti, fakat aynı zamanda, müteessirdi, zira çaresizliğini duyuyordu.
İzmaro kalabalık içinde sordu:
-Tokatlıyan'a
gideceğiz değil mi Suphi? Evet, dedi, yürüdü, zira endişelerini, hislerini
anlayamayan bu kadınla birdenbire karşı karşıya
gelmekten, ona
uymaya mecbur olmaktan, onunla yalnız kalmaktan korkuyordu. Tiyatrolardan çıkanlar
koşmuş, birahaneyi
doldurmuştu.
Aydınlığın altında geniş bir sigara dalgası açılıyor içinde kocaman kadın
şapkaları deniz otları gibi sağa sola ağır ağır
sallanıyordu.
Suphi bütün bu uyuşuk, âciz insanlarla çürümüş bir gemi enkazına sıkışan şişkin
cesetler arasında benzeyiş
buluyordu. Bu
gece her şeyi kötü görüyor, kötü buluyor fenalık seyretmek istiyordu. Geniş bir
mermer masaya oturdular, orası
nasılsa boş
kalmıştı.... Ortadaki kapı döndükçe içeri bir insan, garip bir
şekil, ne olduğu, nasıl yaşadığı bilinmiyen, kafasında neler
dolaştığı
hallolunmıyan bir muamma giriyordu. Acaba onun da eziyetleri, böyle
hastalıkları,, dertleri var mıydı? Yaşamaktan, daima
ihtilaçlar îçinde
çırpınmaktan, her zaman mağlubiyete mahkûm bulunmaktan bir intikam hissi
duymuyor, muydu? Birden, tramvay
borulariyle araba gürültüleri içinden bir şamata yükseldi, kapı yıkılır gibi
açıldı,, gemiciler içeri girdi. Yalnız Suphi ile İzmaro'nun
oturdukları geniş
masa boştu. Oraya geldiler. Eğer çaylar ısmarlanmamış veyahut gelmemiş
olsalardı hemen kalkacak, kaçacaktı.
Dişlerini
kilitledi ve yanındaki kadına alâkalı görünmek için öte beri konuştu. Bu gece neferler çıldırmıştı.
Amerika'da zengin ailelere
mensup oldukları
söylenen bu adamları gurbet değiştirmişti. Belki onlar Çin'de, Singapur'da,
Filipin adalarında seyahat eden
vatandaşlarının
hikâyelerini burada tatbik etmek istiyorlar, burada da o çılgın, şımarık
sergüzeştlerle(macera) yaşamâk arzu
ediyorlardı. Suphi bunlara o kadar yakındı ki tütün, ispirto kokularından
rahatsız oluyor, hiddetinden ağlıyacak kadar sinirleniyordu.
Gemicilerden
kırmızisaçlı, sarı çıplak gözlü bir adam, sandalyesini iterek Izmaro'ya
sokuluyor, İngilizce birtakım sesler çıkarıyor,
sahte bir âşık
tavriyle başını arkaya sarkıtarak [Oh!... Oh! ...n diyordu. Öbürleri -lâmbaları
titreten kahkahalarla gülüyorlar, dişisine160
eziyet edilen bir bağlı
köpeğe çevrilen nazarlarla Suphi'ye bakıyorlardı. Beş dakika içinde sarhoşluk o derece arttı ki İzmaro bile bir
tehlike
çıkacağını anlıyarak kalkmak istedi; Suphi paltosunu getirtti, gidiyorlardı. Bu
sırada gemicilerden biri yerinden fırladı, masa
üzerinde duran
fesi, Suphi'nin fesini kaptı, başına geçirdi, arkadaşlarının alkışları arasında
öbürünün bıraktığı sandalyeye oturdu. O
ayakta idi; İzmaro
dönmüş, korkmuş, gözlerinde dökülmeğe hazır yaşlarla etrafına bakıyor, her
kadın gibi yardım bekliyordu. Suphi
bile evvelâ imdat
istiyen nazarlarla bakındı ve herkesin kendisini seyrettiğini görerek tâ
kalbinden yaralandı:[Bir polis yok mu? Bu
rezalettir! ]
diye haykırdı. Bu ses, durmuş çatal bıçak sedaları üzerinde, susmuş dudaklar,
dikilmiş gözler karşısında korkunç ve
acıklı bir inilti
gibi aksetti. Hiç kimse kımıldamadı, bir şey söyliyemedi. Herkes başını önüne
eğdi; belki gülenler bile vardı. O zaman
içlerinden biri, artık bu maskaralığa nihayet vermek için fesi kaptı,
masaya fırlattı, sonra sarı herifi kolundan yakalıyarak aralarına aldı.
Suphi serbest
kalınca, İzmaro'yu çekti, etrafa hiç bakmıyarak, yüzlerce sandalye arasında
dar, karışık yollar bularak yürüdü,
adamlara
çarparak, ayaklara basarak sokağa fırladı. Kuruyan boğazından
bir kelime söylemeğe mecal yoktu, İzmaro mütemadiyen
ağlıyor, önce
koşarak âdeta kaçıyordu. Eve girdikleri zaman
uzaktan başka
kimseye rastlamadılar, doğru odaya çıktılar. Birahaneden
kaçtıklarındanberi
ikisi de bir kelime söylememişlerdi. Suphi, kapı perdelerinin yanından mahcup duruyor, çarçabuk soyunan, daha
geniş
ağlamak için yatağa girmeğe hazırlanan kadına bakıyordu. Ne bir kelime, ne bir
ufak davet... İzmaro dekolte, koltuğa kapanmış
ve elleriyle
yüzünü örtmüştü. Suphi şimdi bu sakin
odada zilleti daha iyi duydu. Hareketinden dolayı nedamet etti. Müthiş bir
kinle
gemicileri
düşündü; uğuldıyan kulaklarında onların kahkahasını duydu. Yumruklarını
sıkarak, durduğu yerlerde kıvranarak Türklüğüne
memleketine
acıdı; bütün gazino halkını mermer gibi yerinde donduran, kendisini dilsiz, ölü
eden kuvvete karşı büyük bir gazap
duyuyordu...
Sonra kanepede ağlıyan Rum kızına baktı, onun nazarında bile bir hiç olduğunu
düşünerek, [Eyvah!] dedi. Gemicilerin
gene orada içip
kudurduklarını düşündü. Beynini yakan bir şimşekle
karar verdi. [Şimdi gelirim! dedi, merdivenleri dörder dörder atladı,
kapıyı açtırıp
sokağa fırladı. Tokatlıyan'ın camına dayandı, kendisini öldüren haksız, sefil
kuvvete bir anarşist kiniyle baktı. Onu büyük
ve azametli
gördü, etrafını çeviren ufak düşmanları kayıtsız buldu. Zamanı
gelmiş olduğundan içerde bazı lâmbalar söndürülüyordu.
Suphi ellerini
kilitleyerek bir iki adım yürüdü, onların nereden dönebileceklerini düşündü,
sonra gitti, Yeniçarşı'nın köşesinde durdu.
Büyük Cadde'ye
koca bir dumanın yayıldığını, €;azinonun irn4nü
göstermiyecek kadar ağırlaştığını
görüyor, başka bir şey
farketmiyordu.
Hattâ şimdi ne evini, ne İzmaro'yu, ne de kendisini düşünüyor, dimağı yalnız
bir noktaya dikilmiş [Ah gelseler!]162
diyordu. Aşağı
doğru yürüdü döndü, birden gemicileri kendisine çok yakın gördü; havagazı
lâmbasının altına gelmelerini bekledi,
sonra kırmızı
herifi aralarında farkedemeyince fırsat kaybetmek korkusuyla gerildi, kolunun
olanca kuvvetiyle içlerinden birine koca bir
yumruk indirdi.
Şimdi elleriyle, bacaklariyle, yandan, arkadan tekmeleriyle hepsine, önüne
gelene vuruyor, gözlerini kapayarak bir eli,
sert bir yumruğu
ısırıyordu. Daha sonra nasıl oldu,. farkedemedi, ensesine inen bir yumruğun
tesiriyle yere kapandı, her tarafmın
tekmeler altında
ezildiğini, kırıldığını duydu; çırpındı, kalkmaya uğraştı; fakat muvaffak
olamadı; keskin bir şeyin beyn'i üzerinden
geçtiğini anlar
gibi olurken yüzüstü çamurlara düştü, kaldı. İzmaro bir çok bekledi; nihayet gecelik gömleği altında
kollarının çıplak
kaldığını,
üşüdüğünü. hissederek yatağına girdi. Sahi, artık havalar
serinleşiyor, kış geliyor.
Erenköy, 1908
CER HOCASİ
Mektebi Mülkiyenin 320 senesi mezunuydu; mabeyincilerden(Sarayın özel kalemi,
personeli) birinin akrabası
olduğu için maarifte bir
memuriyet bulmuş,
fakat meşrutiyet ilân olununca ilk tensikatta (kadro azaltılması) açığa
çıkarılmıştı. Bin kuruş maaş alıp konakta
yattığı,
kalktığı, her taraftan kolaylık gördüğü eski devirde bile iyi kalbi onu
fenalıklara âlet olmaktan kurtarmış, durgun, halim
ahlâkiyle o kadar
dikkate çarpmıyarak rahat yaşamıştı. Sırf [mensup] diye
iktidarına, ahlâkına rağmen memuriyetinden kovulması ile
mabeyincinin
anlaşılmıyan bir maharet seviyesinde yirmi beş kişilik ailesiyle İstanbul'dan
firarı aynı zamana tesadüf edince; gidecek
köyü, bu millî
taassup (gericilik) esnasında mensubiyet (adamı olmak) lekesiyle müracaat
edilecek kimsesi olmıyan zavallı Asım, on
günde serseri halini
aldı. Orta bir otelde yatmıya başladığının sekizinci günü
cebinde bir mecidiye kaldı; o sabah yağmurlar yağdı,
gümüşi elbisesi,
beyaz iskarpinleri ile şemsiyesiz fena bir gün geçirdi. Saatini sattı, sıcaklar
devam ettiğinden mütemadiyen kirlenen
koltuklarını,
yakalığını, gömleğini değiştirdi; yemeğinden, sigarasından ufak bir iktisat
yaptı, otelini ucuzlattı, fakat nihayet yine aç,
yersiz, kimsesiz,
büsbütün ümitsiz kaldı. O zaman Vezirhanında oturan hemşerilerine müracaat
etmeyi düşündü. Paşanın164
Bebek'teki
yalısında, Fındıklı'daki konağında, Erenköyü'ndeki köşkünde yatar kalkar,
izzet, ikram görürken bu hocalara ufak tefek
iyilikler eder, para, erzak gönderir, diş kirası verdirir, hattâ birisine
müezzinlik ettirirdi.
Son akşam
üç buçuk kuruşla sokakta kaldı, saat altıya kadar bir kahvede oturdu, sonra
çıktı, güneş doğuncaya kadar sokaklarda,
evine dönen bir
adam sür'atiyle gezindi, henüz dükkânlar açılmadan uykusuzluktan kan içinde
kalan gözleri, açlıktan sararan siması,
kirli yakalığı,
buruşuk elbisesiyle sefil bir halde hana girdi. Kaleme girerken iki ayda bir uğrayıp hatırlarını aldığı bu adamların ne
ile
yaşadıklarını hiç
merak etmemişti; yalnız her zaman paraya muhtaç olduklarını biliyordu. Avluyu
geçti; merdivenleri çıktı, kirli hücreye
yaklaştı. Açık
kapının önünde müezzin olan arkadaşı, Osman, çömelmiş, küçük bir ibrikten
sıvanmış kollarına su döküyor, abdest
alıyordu. İçeride
Ahmet, hazırlanmış iki heybeden bir şey çıkarmağa uğraşıyor, köşeye yakın bir
yerde daha genç ve ablak çehreli
biri, Feyzi
sarığını devşiriyordu. Kibar hemşerilerinin bu
vakitsiz gelişi hepsini hayrete düşürdü. Asım
uzun bir müddet nefsiyle didişti,
hattâ gördüğü bu
sefalet, bu hayât kendisini korkuttu; bir şey söylemeden, geldiğinden daha
hasta, ümitsiz savuşmayı düşündü.
Nihayet uykuya,
bir mindere o kadar
muhtaç olduğunu anladı ki, dışarıda bunu da bulamıyacağını hatırlıyarak
hikâyesini anlattı,
onlarla hayatını
birleştirmeye gelmiş gibi değil, hemşerileri olduğu için derdini döker gibi
göründü; belki öbürleri onu gene her zamanki
gibi biraz sonra
gidecek zannediyorlardı. Kendilerinde böyle bir zannın vücudunu düşününce
kıpkırmızı oldu; gene kaçmak, ayrılmak
arzu etti;
halbuki en zekileri, en iş bilenleri olan Osman her şeyi anladı ve
[Ne yapacaksın?] diye sordu. Bu sual, bu anlaşılmak,
daha ziyade
tafsilât vermekten kurtulmak Asım'ı memnun etti: [Bilmem ki ne olacak, işte
böyle kaldım! ] dedi, sonra ağlar gibi
mindere kapandı.
O zaman üçü de etrafına geçip çömelerek kaba, hiçten kelimelerle, duaya
benziyen anlaşılmaz ezberleme
cümlelerle onu
teselliye başladılar. Kırışıklıklar
içinde kalmış simasından iri yaşlar kilitlenmiş ellerine düşüyor, hıçkırıklar
arasında:
[Ne yapacağım, ne
yapacağım?] diye söyleniyordu. Hemşerileri halli mümkün olmayan bu muamma
karşısında şaşkın, kendiliğinden
açılması lâzım
gelen bir baygın karşısında gibi seyirci, bekleşiyorlardı. Böyle bir yarım
saat geçti. Osman, kazaya kalan namazını
daha ziyade
geciktirmekten korkarak ayağa kalktı; hemen geleceğini söyliyerek karşıdaki
mescide gitti. Ahmet üzüm, peynir almak
için sokağa
fırladı. Odada Feyzi ile yalnız kalmıştı. Ne kadar, ne kadar seneler vardı ki han köşelerinde böyle adamlarla
yaşamamış;
yağ, mumu,
lâpçin, heybe kokan yerlerde küf, is içinde bulunmamıştı. Onun sefaleti
İstanbul'a sekiz yaşında gelmesiyle bitmiş, son
han gecesi,
Trabzon'a vapura bineceği gece olmuştu. Bu günden itibaren hep iyi, temiz,
ihtiyaçsız yaşamıştı. Yalıda ayrı odası,
civarda komşuları
hattâ seviştiği bir de kolacının kızı vardı. Bu felâket zamanı, geldi.
İstematina'sını daha çok düşünmeğe başlamıştı.
Ah, o ne kadar
çapkın, fakat paraya düşkün bir kızdı; şimdi onu böyle kirli gömleğiyle
han köşesinde görse yüzüne bile bakmaz,166
artık ütü
masasını siper ederek dizlerinin üstüne usulca oturmazdı. Yerinden doğruldu;
yaşıyacağı yeri daha iyi anlamak için dehlize
baktı; öteye
beriye sabah çayı götüren acemler; öksüre tüküre gezinen softalar, sıvası
dökülmüş duvarlar, dizi dizi kapılar kendisine
bir seyahatte
bulunuyorum hissini verdi. Odadan çıkarak parmaklığa dayandı, aşağıdaki avluyu
seyretti. Iki îri dallı, dökük, hasta
yapraklı bir
çınara birkaç eşek bağlanmıştı; onlara yakın bir yerde dört kişi kahve içiyor,
sohbet ediyordu; köşede bir ayak berberi
sakil bir herifin
kafasını traş ediyor, beş, altı köpek, kimi yukarıda, kimi aşağıda kenardaki
süprüntü arabasını eşeliyor, aralarında da
serçeler
dolaşıyordu. Karşıki odaların açık kapılarından içerleri görünüyor,
namaz kılan, iş gören çömelerek dertleşen adamların
karanlık
şekilleri seçiliyordu. Damdan aşan bir güneş parçası binanın yüzünü yalıyarak
açık kapılardan içeri giriyor, tozları parlatarak
avluya, süprüntü
arabasına aksediyordu. Dışarıda muhacir arabalarının sallayıcı kırık dökük
sesleri, köpeklerin feryatları, kavga eden
adamların gürültüleri
işitiliyordu. Ne yapacaktı? Burada mı yaşıyacaktı? Zaten bu bile
mümkün değildi. Zira hemşerileri iki gün sonra
cerre çıkıyorlar,
beş on mecidiye koparabilmek ümidiyle köyleri dolaşmıya başlıyorlardı. Ufak
kasabalara, köylere yayılan bu softalar
her sene ramazan
sonunda beş on para elde edebilirler, bedava yerler, içerlerdi. Bunların içinde
mescitlerde vaaz edenden, imam
efendiye, köylüye
hizmet edene kadar vardı; talih ne çıkarsa... Bazen iyi iş
yapılırsa beş on para sahibi olurlardı, hatta yerleşilirdi.
Mescitten dönen
Osman, bu bahse dair tafsilât verirken Asım gözlerini kapamış, düşünüyor;Aç kalmak, yersiz kalmak, sonra kendini
tanıyan
velev cahil, velev aptal bu adamlardan da uzak bulunmak onu korkutuyordu;
hususiyle açlık, serserilik dolayısiyle kendini
bunlara o kadar
yakın, o kadar candan buluyordu ki ayrılmamaya bir bahane arıyordu. Birden
söylemeye cesaret edemiyerek:
[Ben ne
yapacağım, sizsiz ne olacağım?] diye sordu; sonra cevap alamayınca [Beraber
gitsek, olmaz mı?] diye ilâve etti. Osman,
imkân veremediği
bu söze inanamıyor gibi öbürlerinin yüzüne bakıyor, anlamaya çalışıyordu. Asım,
fikrini birçok sözlerle
sağlamlamıya
uğraşırken arada [Olmaz mı? Ne dersiniz?] gibi sualler soruyor, cevap
istiyordu. Uzun bir müşavere (Karşılıklı
danışma) başladı,
bir saat sürdü, Asım hiç bir yere müracaat edemeyecekti; ne tanıdığı taraf ne
bildiği adam, ne de candan arkadaşı
vardı; bütün o
tanıdıkları şimdi o kadar vatanperver ve meşrutiyete âşık olmuşlardı ki
kendisini kovmaya hazırlanmışlardı; bunu pek iyi
hissediyor,
onlardan bütün bu taassup ve sarhoşluk devresi geçiren İstanbul halkından
iğreniyordu... Nihayet karar verildi, Asım da
beraber
gidecekti. Üzerindeki bu elbise hemen satılacak, yerine cübbe, sarık,
mintan alınacaktı; şayet para artarsa o da yalda168
nafakaya
sarfolunacaktı. Şimdi, bu karardan sonra sert ve
dik konuşmaya
başlıyan Osman diyordu ki:
-Yol uzundur, sefer güçtür, hep yürüyeceksin, oralara gelince de gözünü
açıp
bir yer bulmaya çalışacaksın! Bak, ben karışmam,
köyümü bulunca
senden ayrılırım, dargınlık olmaz, açlık belâsı... Anlaşıldı mı?... Asım
hep kabul ediyor, ne derse, ne denirse [Peki]
diyordu. Köylerde
ne yapacağını sordu; anlattılar. Namaz kıldırmalı, Kur'an okumalı, vaaz etmeli,
köylünün işine yaramalı, kendini
sevdirmeli, asıl
imamla iyi geçinmeli..., Hattâ onun ayağına karpuz kabuğu koymalı; o zaman iş
âlâ insan ölünceye kadar geçinir,
gider... zavallı
adam, uyuyup istirahat etmesi için odada yalnız bırakıldı. On beş gün evvel
Bristol otelinde temiz bir gece geçiren
Asım, başının
altına heybeyi alarak mindere uzandı, ateş gibi yanan gözlerini dinlendirmek
için göz kapaklarını indirdi. Şimdi
düşünüyordu : Bu
uzun sefere, bu garip yolculuğa nasıl razı olmuştu. İstanbul'da on beş gün
içinde beceriksiz ve mahçup aç kaldığı,
bir iş
yapamadığı, hattâ ufak bir tecrübede bulunmadığı halde cer mollası olmaya kadar
nasıl cüret göstermişti. Bu hal, bütün
maneviyatının bir
anda değiştiğini, heybeleri hazır hemşerilerinin karşısında hariçteki bir
milyon yabancının, düşmanın, fena adamların
onu tersliyen
suratlarını düşünerek birdenbire on yaşındaki eski köy çocuğu olduğunu
anlatıyordu. Demek İstanbul'da geçen on beş
senesi, onbeş
senelik terbiyesi onu tekrar, evvelki haline dönmekten alakayamıyacak
kadar eksik ve kuwetsizdi. Bu hükmü verdikten
sonra artık
arkadaşları kadar cür'etli olmıya karar verdi. Biraz sonra uyanır gibi oldu.
Mektebi Mülkiye'ye pek yakın olduğunu düşündü
ve yalıda
çekmenin gözünde kalan şahadetnamesini(Siyasal Bilgiler diplaması) hatırladı. Etrafına göz gezdirdi; köşede
rahle üzerinde
bir mushaf
duruyordu; hayret ve ünsiyetle (alışkanlık) ona, bu sefil hücre içinde ulvî ve
pâk olarak teselli vadeden kitaba uzun uzun
baktı... O zaman
ve bunca gündür iki defa açkalmıyacağına emin, tekrar gözlerini kapadı. Kartal ve Gebze'ye uğrayarak on bir günde,
yaya, Izmit'i
buldular ve Osman'ın gayretiyle hâkim efendiden birer izinname aldılar. Asım
şimdi bir rekâtını bile kaçırmıyarak,
muntazam beş
vakit namazını kılıyor ve uğradıkları küçük köy mescidinde kendisini buralara
sevkeden meşrutiyete dair iyi vaazler
veriyordu. Onun gayet tatlı
ve ahenkli bir lisanı, açık Türkçe ifadesi vardı. İki dizinin üzerine oturup
etrafında halka teşkil eden köylüye
cana yakın,
tahassürlü (Hasret dolu) tiz sesi, az Arapçalı ve gürültüsüz
ifadesiyle nutka başlayınca dinleyen, camilerde bu yolda
vaaz edilmesine
hayret ediyor, bütün bu güzel sözlerden pek iyi anladığı halde bir vaazın
esrarlı ve karanlık lezzetini bulamıyarak yeni
yenilen bir
yemeğin tadına bakar gibi bir onu, bir de kendini dinliyor, fakat bir müddet
sonra, senelerden beri işitmediği bir
ana170
sesine kavuşur
gibi tâ kalbinden duygulu ve memnun zevkine varıyordu. Biraz daha cer mollası
oluyor ve Osman'ın takdirini
kazanıyordu.
Izmit'ten bindikleri bir körfez vapuru onları parasız Karamürsel'e bıraktı,
tekrar yolculuk başladı. Lâcivert renkli funda ve
kocayemiş örtülü
dağlar arasında kırmızı topraktan yollar vardı ki belki bu dolaşık ve kumsal
patikaları kış selleri, kar suları, fırtınalar
aşmış, geçen
köylünün, arabanın, sürünün izi buraları yol yapmıştı. Sonbahar sabahları
yamaçları sise boğuyor, gece yıldızlı gökten
inen bir rutubet,
fakir evlerin damlarını gümüşlüyordu. Tarlalar yeşillenmek için bir yağmur daha
bekliyordu. Hayli içlerine girmişlerdi.
Türklerin istilâ
başlangıcında bu yerler, vatandan uzak kalmış kaplan şaşkınlığıyle çadırları
etrafında kulakları tetikte dolaşan
cengâverlere
hizmet etmişti. Bir gece, gök gürültüleriyle yağmur başladı
dağlardan seller, taşlar aktı, üç gün sürdü, bu üç gün vakit
kazanmak ümidiyle
durmamacasına yola devam eden ufak kafileyi harap etti. Asım yatağa düşecek
kadar hastalandı, rasladıkları bir
köyde kalmaya,
imamın evinde bir köşede dinlenmeye mecbur oldu. Arkadaşları köylüye yük
olmamak için vedâ edip çekildiler.
Asım
çok hasta idi, ateş içinde yanıyor, gözlerini açamıyor, hararetten ölüyordu,
kemikleri içinde sızılar duyuyordu, alt katta, ahırla
mutfağın arasında
ocağı ateşsiz, toprak döşeli bir oda vardı, yere bir çul attılar ve ona: [İşte
yatn dediler. Yaralı ve ıslak bir kedi gibi
kıvrıldı,
heybesini başının altına çekti ve dişlerini sıkarak, öyle baygın kaldı. Şimdi, gidilmeyecek kadar uzakta, İstanbul'da acaba
yağmur var mıydı?
Beyaz, rahat, serin karyolası daha kimbilir ne kadar zaman ve belki büsbütün
boş kalacaktı? İstamatina'nın damı
gene akıyor, gene
gömlekleri kirletiyor muydu? İki sari böcek kanadı gibi kuruyan dudaklarına
ellerini sürdü, her şeye, bütün
bildiklerine
hasret çekerek ağladı. Ertesi sabah Ramazan oldu, dediler, Asım İstanbul'un
Ramazanını düşündü. Sergiyi, sergide
satılan maden
sularını, şurupları hatırladı. Mahyalar, aydınlık sokaklar, allı pullu tiyatro
kapıları gördü. Akşama yalvardı biraz çorba
istedi. imam, ellisini pek geçkin, sag ve sakal içinde, kısa boylu, oynak
sari, sevimsiz gözlü bir adamdı. Asım kırka yakın ateşle ve
İstanbul
hasretiyle yanarken odaya girdi, korkutucu bir sesle:
-Bana bak, dedi, iyi olunca, yarın, öbür gün, buradan çekil, işine git!
Bizim köyümüz hoca, molla istemez, çoluk çocuğa para
vermez!... Asım,
eğer başını kaldıramıyacak kadar hasta olmasaydı, bu gece muhakkak intihar
ederdi, muhakkak bu âzaba nihayet
verirdi.
Sayıklamaları, kâbusları arasında zehirler tertip etti. Konakta başağaya hediye
ettiği rövolverini hatırladı. Üç gün humma
devam etti.
Havaların açılmasıyle beraber ateş de azaldı, ağrılar durdu; ertesi günü
kalkacak bir hale geldi, imama vedâ etti, çıktı.
Burası
köyün ortası idi, bir meydandı. İleride çardaklı iki kahve, bir bakkal dükkânı,
bir de nalbant görünüyor, bütün adamlar
peykelerinde,
iskemlelerinde uyumuş, oturuyorlardı. Dört beş köpek, gezinen tavuklar arasında
yere yatmış uyuyor,,etrafa küme
küme yığılan
gübrelerle pis bir lâğım yatağı kenarında
ördekler, kazları dolaşıyordu. Bu köy, nisbeten
zengin, sevimliydi. Küçük172 bir ormanı,
yağmur sularıyle şimdi büsbütün coşmuş hoş bir deres'ı, önünde kocaman yeşil
bir mer'ası vardı. Elvan elvan renkleriyle
bir ressam
paletine benziyordu. Evlerinin bacalarından aheste dumanlar çıkıyor, kafessiz
camlar arkasında beyaz perdeler görünüyor,
bunlar zavallı Asım'a
istirahat ihtiyacı, burada kalmak ve ayrılmamak arzusu veriyordu. Yavaşça
yürüyerek, selâm vererek kahveye
girdi, önüne
gelen ilk iskemleye oturdu. Merhabalaştılar. Herkes susuyor, kimi eliyle
bacağını yakalamış, kimi ensesiyle duvar
arasına kilitlenmiş
ellerini bir yastık yapmış, köşesine büzülmüş, esneye esneye gözleri ufalmış,
uyur gibi düşünüyordu. Dışarıda da
tavuklarla
ördeklerden başka her şey, tâ ilerilere kadar hareketsiz, fakat yağmurlardan
sonra gelen tazelik ile parlak duruyordu.
Sessizlik uzun
bir zaman devam etti. Nihayet köyün arka tarafından öğle ezanı sesi geldi.
Bugün cuma idi. Köylüler namazı
bekliyordu. Bu
sırada Asım'ın, kalemdeki odacıya benzettiği etrafı ustura ile beyaz şerit gibi
kesilmiş çember sakallı kısa boylu bir
adam ona seslendi
: [İmamın evinde yatan molla sen misin?] dedi. Asım cevap verdi ve sözün arkası
gelsin diye sordu.
-Burası
ne köyüdür?
-Pınarlı. Sen nerelisin?
-İstanbul'luyum,
dersten mezunum. Her sene orada vaaza çıkardım. Bu sene köyleri dolaşıyorum.
-Ahmet hocayı
tanır mısın? Süleymaniye camünde.. .
-Evet, benim hocamdır. Asım yalan
söylüyordu, fakat köylülerin dikkatini celbediyordu. Gene o çember sakallı adam
dedi ki .
- Bugün bizim imam cumadan sonra kasabaya gidecek; çık da bize vaaz
et!...
Asım,
memnun kabul etti. Şimdi konuşuyorlar, birer ikişer rnescide doğru
gidiyorlardı. Yolları üzerinde mütemadiyen gübre yığınları,
hep bir örnek
tavuklar, açık kapılardan karanlık tavan tahtaları görünen ahırlar, gezinen
çocuklar vardı. Bir çeşme başında beli
peştemallı; başı
siyah bir örtü ile tamamiyle kapalı üçdört kadın şekli duruyor, erkekler
geçerken bunlar arkalarını dönüyor, kafalarını
biribirine
yaklaştırıyordu; kocaman çıplak bacakları tâ dizkapaklarına yakın, meydanda
kalıyordu. Ağaçlar içinde kaybolan ahşap
mescidin
şadırvanı bile yoktu. Sarıklı ve odun bedenli kuyudan çekilen su bir kütüğün
oyulmasıyle yapılmış olan yalağa dökülüyor,
sular taşarak
etrafta bir hayli yeri çamurluyordu. Bütün bu halk oraya gelince sağa sola
sıçrıyor, zıplıyor, şikâyet ediyordu. Asım, bir
ufak hendek
kazılarak halledilecek bu zorluğun idrak olunmamasına şaşıyor, acıyordu. Namaz kılındı
ve bitince gençler dışarı çıktı.
Vaazı duyan
halkın ekserisi tahta çekmenin, rahlenin etrafında dizildi. Asım mindere
oturdu, bir müddet sarmaşıklarla örtülü yeşil
pencerelere,
süzülerek içeri sokulan güneşe, açık kapıdan ilk ağaçları görünen koruya baktı.
Sonra o güzel Türkçesi, halim, tatlı
âhengiyle vaaza
başladı. Her zamanki gibi o ilk anlaşılamamazlık
burada da görüldü; yüzler hayret içinde kırıştı. Bir müddet bu halde
kaldı; sonra
kırışıklar açıldı, açıldı, merak içinde kalmış bir sima
halini aldı. Köyün muhtarı, âyanı olduğunu haber aldığı çember
sakallı - bu
sefer dikkat etti - çuha şalvarlı adam, gözlerini kapamış, her beğendiği, iyi
anladığı sözün arkasından başını sallıyor, içini
çekiyordu. Bu
vaıza Meşrutiyetin meşrutiyetinden başladı, çeşitli saflara girdi ve bir buçuk
saat sürdü. Asım zaten âkaide(Dinsel
kuramlar) ait
birçok kitaplar okuduğundan, bir hayli fıkralar bildiğinden bunları birer birer
sarfetti. En parlak, en iyi bir yerinde hiç
bakmadığı, bir
sayfasını bile kımıldatmadığı kitabı kapadı, sustu. Çember
sakallı adam, Lâzoğlu, onu yanına çağırdı ve kat'î bir ifade
He [Ramazanı
burada geçirr, benim evimde yat, kalk! ] dedi. Asım hemen kabul etti. O akşam
kasabadan dönen imam, cer mollasıni
Lâzoğlu'nun
yanında, kahve köşesinde, oldukça kalabalık bir halkaya riyaset eder gördü.
Sözlerine dikkat etti: Bu genç adam sahi
tatlı
anlatıyordu.Akşam güneş kapanırken sürüler dönüyor, inek, buzağı
sesleri gurbet acılığını kalbe bir hançer gibi saplıyordu. Gece
beyaz ve kapalı
perdeler arkasında gölgeler dolaşıyor, mehtapta çınarların artık yapraksız
kalan dalları bu levhalarda akislerini
sallıyordu. Ramazan bitmişti.
Onu gene bırakmadılar. Mektup yazıyor, herkes onunla istişare (danışma) ediyor,
asıl imamın hükmü,
nüfuzu hep buna,
bu cer mollasına dönüyordu. Jandarma kolu gelince bununla konuşuyor, öşürcüler
buna dert anlatıyor, kolcular
tarlada
rastlayınca evinden kmak istemeyen imama vekâlet ediyordu. Bir gün nahiye müdürü köye geldi. O gün Asım eski bir mektep
arkadaşına
benzettiği bu adamın yanına çıkmadı, penceresinden, jandarma ile dolaşan bu
redingotu yağlı, tüysüz çocuğa hırsla
baktı. Nihayet bir akşam
heyet-i ihtiyariye, kendisinin imamlığa tâyini için bir kâğıt mühürlediklerini
Asım'a müjdelediler. Asım, onu
artık buraya,
bağlamak isteyen haber karşısında şaşırdı : [Nasıl, artık daima mı böyle,
burada...] diye düşündü, kendi kendine:
[Olmaz, kabil
değil! ] dedi. Fakat bütün bir gece yağan karla esen rüzgârın tehditlerini
duyarak işe razı oldu. Bir gece sonra, imamın
küçük oğlu onu
kahveden çağırdı ve babasının yanına götürdü. Zavallı
adam, yatağında hasta idi. Yüzünde öyle derin bir keder
gölgesi vardı ki,
ocakta yanan köklerin ışığı yüzüne vurduğu zaman ölü bir kafayı aydınlatır gibi
oluyordu. Kurumuş gırtlağından bir
hırıltı çıktı.
Sonra yavaş yavaş anlaşılmaya başlıyan bir sesle yalvardı:
-Oğlum,
diyordu, sen gençsin, ilmin var, hünerin var, her yerde geçinir, kendini sevdirirsin..
Bak, ben ihtiyarım, altı çocuğum, iki karım
aç kalıyor,
çoluğum, çocuğum sokağa düşüyor. Bu karda bu kışta ben ne yaparım? Nasıl para
bulurum? Bana acı, buradan git,
yerimi kapma,
ekmeğimi alma,,, beni sokakta bırakmaya sebep olma... Sonra, tekrar hırıltılara
gömülerek: Yaptığın günahtır,
cezasını
çekersîn! dedi. Asım; hayret, esef içinde kaldı, cevap bulamadı. Yan odalardan
çocuk sesleri geliyor, dışarıda fırtına kıyamet
koparıyordu;
karşısındaki ise gittikçe korkunç bir hal almaktaydı. Bir iki kelime söyledi, çıktı.
Artık kahveye uğramıyarak odasına176
dönmüştü. Vezirhan'ındaki
arkadaşlarını düşündü, bir daha kendisini aramıya gelmediklerine şaştı. Sonra
Istanbul'a, İstamatina'sına
hasret çekerek
bütün gece ağladı. Ruhunda bütün rahata rağmen şu vesile ile bu köyden
ayrılmaya, cebindeki otuz mecidiyesiyle
İstanbul'a
dönmeye bir ihtiyaç duydu. Sonra imamı, açlığını, hastalığını, çocuklarını
düşündü, bu biçare adamı, bu sefil, muhtaç fakir
ihtiyarı feda
eden köy halkını ayıpladı. Bu sırada kendini böyle sokağa atan hükûmeti
hatırladı, insan kalbinde daima, yer bulan
hiyanete, zulme
karşı uzun müddet şaştı, düşündü, halledemedi. Sonra imamı
kovan köy halkiyle memuriyetinden kovulmasına
sebep olanlardan
büyük bir intikam almak arzusu duydu. Sabah olurken
kalktı,
cübbesini giydi, yüzüne atkısını sardı, heybenin
gözünde saklı
mecidiyelerini aldı, sokağa fırladı. Aşağıda, tarlalar
içinde kömür arabaları yola koyulmuştu. Bir horoz öttü, yakın
evlerden bir, iki
öksürük duyuldu; sonra gene her şey sustu. Asım,
gecenin bütün şiddetine ragmen karin pek az âdeta çamuru
ancak örtecek
kadar yağdığını, hafif bir buz tabakasiyle derenin, batakların kapandığını
gördü. Gittikçe mavileşen göğe, artık hiç
esmiyen rüzgâra
baktı. Sonra yokuşu indi. Bir hasta kadar ateş içinde, ne düşündüğünü, ne
yapacağını bilmiyerek yola çıktı.
Tarlalar, kar altında
çok geniş nihayetsiz sanılıyor, telgraf telleri binlerce işaret parmağı gibi
bir noktaya dikili; ona İstanbul'un, açlığı,
zulmün yolunu
gösteriyordu. Prenköy, 1909
GARİP
BİR HEDİYE
Çarşıdaki
kuyumcu dükkânları önünde Feridun iki saattir dolaşıyor, hiç birine girmeğe
cesaret edemiyordu. Satacağı bir şeyi
kalmamıştı;
yalnız cebinde bir traş fırçası vardı ki onun bir değeri olup olmadığını sormak
istiyordu. Velev ki fildişi saplı, nakışlı,
işlemeli olsun,
bir traş fırçasının kıymeti ne olabilirdi? Bunu sormaktan utanıyordu. Hem sade
utanmak değil, biraz da korkuyordu.
Muhakkak beş para
etmiyecekti: Ona vaktiyle bunu hediye eden Yahudi [Değerlidir, kadrini bil,
sakın atma, zamanında işe yarar! ]
dediği zaman
muhakkak eğlenmişti; bu bir azizlikti. Şimdi ona güvenerek nasıl soracaktı. Bir aralık
içine öyle bir hüzün, bir ümitsizlik
doldu ki hemen
oraya çökmek ve ağlaya ağlaya erimek, tükenmek istedi... Zaten aylardan beri
dertler, endişeler içinde garip bir
baygınlık ârız
oluyor, yüreğinde bir erime, bir tükenme hali seziliyordu; bu belki bir kalp
illetiydi, beklenmiyen bir zamanda ölebilirdi.
Ne iyi olacaktı.
Keşke şimdi, şuracıkta düşüp kalsaydı, kurtulsaydı... Cebinden fırçayı
bir kere daha çıkardı, baktı: Alelâde,
herkesteki gibi,
beş on kuruşluk bir maldı, buna bir kıymet verebilmek için insan ya mecnun
olmalı, yahut kendisi gibi artık, açlık ve
sefalet içinde
şuurunu yarı kaybedip hayallere kapılmış bulunmalıydı. Dönmeğe
karar verdi, sonra vazgeçti, büyük mağazalara178
giremiyeceğini
anlıyarak camekânında sekiz, on gümüş halka, bir kaç kâse, Yemen taşı duran
ufacık bir dükkânın kapısını itti, bir
çıngırak öttü,
içeride, mavi ışıklı bir ispirto lambasının üzerine eğilmiş yandan gözlüklü,
keten önlüklü, kart, kırçıl bir kuyumcu,
loşluğa gömülü
işiyle meşguldü. Gözlerini kaldırıp gelen adamı süzdü, sonra, isteksiz, hattâ
biraz da ürkekçe: [Nedir, ne istersin?]
diye sordu.
Feridun fırçayı uzattı: [Vaktiyle birisi hediye etmişti, dedi, kıymetli
olduğunu, söylemişti, acaba hakikaten bir değeri var
mı? Bakar
mısınız?] Öbürü merakla eline aldı, evirdi, - çevirdi, salladı,
tırnağıyle kazıdı, sonra geri verdi:
-Beş
para etmez, mezat malında eşi çok, dedi. Feridun kekeliye kekeliye, özür
diliyerek çıktı... Kendi kendisine: [Hain Yahudi,
diyordu, beni
meğerse aldatmış, az daha onun uğrunda ölüyordum da...] Filvaki öyle de oluyordu ya... Bundan, on sene evveldi,
Feridun, Mısır'dan
Selâniğe dönüyordu, limana demir atmışlardı. Yolculardan kıyafetsiz bir ihtiyar
Yahudi, güvertede dünyadan
habersiz, hırs ve
heyecan içinde eşyalarını istif etmekle meşgul iken vincin altına girmiş ve tam
o sırada, demir kancadan kurtulan bir
iri denk olanca
ağırlığiyle herifin başına inerken o, emsalsiz bir çeviklikle hemen fırlamış,
kucaklayınca Yahudiyi ölümden kurtarmıştı.
Fakat yük
Feridun'un tam omuzunun yanından askerî kaputunu yırtarak geçmişti. Kendine
gelen Yahudi eşyalarının arasından bir
kocaman kutu
açmış, sıra sıra dizilmiş traş fırçalarından, bir tanesini ayırmış ve ona
uzatarak:
-Değerlidir,
kadrini bil, sakın atma, zamanında işine yarar; demişti. Ufak tefek eşya
satan bu fakir adamdan zaten ne beklenirdi?
Fakat niçin öyle
söylemiş, neden bu oyunu etmişti? Hoş, Feridun da o zaman bu söze ehemmiyet
vermemişti ya! Fırçayı almış, bir
tarafa atmış,
hattâ bavuluna koyarak, harpte, esarette, üç sene mütemadiyen kullanmış;
kıymeti olacağını hatırına getirmemişti.
Fakat bugün uzun
bir cenk, bir esaret ve felAket devresinden sonra İstanbul'a dönüp de yarı
sakat, işsiz parasız kalınca ve bütün
malını, eşyasını
elinden çıkarıp bir dilim ekmeğe muhtaç bir hale düşünce bu vakayı ve Yahudinin
mânalı sözleri hatırlanmış, nihayet
işte gelip
fırçanın kıymetini sormuştu. Demek beş paralık bir değeri yoktu ha... Atmak
için hazırlandı, köşeye bırakıverecekti, lâkin ne
olsa bir traş
fırçasına ihtiyaç olabileceğini düşünerek bu fikrinden vazgeçti, cebine soktu,
yürüdü. Serencebey yokuşundaki kocaman
evlerini elden
çıkarıp Ahırkapı feneri arkasına düşen çukur ve rutubetli fıkara
mahallelerinden birine taşındıkları günden beri sefalet
büsbütün
yakalarına yapışmıştı. Ana oğul ıslak ve kasvetli bir evde solucan gibi
kıvrılarak ne eziyetli, ne matemli bir ömür
sürüyorlardı. Bu
akşam, çarşıdan dönüşünde Feridun zaruretin bütün kasvetini yüreğine bir tortu
gibi çökmüş buldu, annesine,
kısaca:
-Beş
para etmiyor, nafile hülya
kurmuşuz! ...] Dedikten sonra yukarıya, boş odaya
çıktı, kafesi sürdü, nefes almak ihtiyaciyle
dışarıya sarktı.
Belliydi ki yüksek yerlerde henüz güneş, neşe ve hayat vardı. Fakat buradan,
çukur bostanlarla yıkık kale180
duvarları arasına
gömülü şu, izbe mahalleden renk ve ışık çoktan elini çekmiş, bodur, sarsak ve
kara evler tepesindeki azametli cami
kubbelerinin
yüklü gölgesi altında çoktan seçilmez olmuştu. Henüz lâmbaların bile yanmadığı
şu erken saate bir bodrum kapanıklığı
duyulan sokaklara
karanlık başka türlü, yüreğe gam dolar gibi çöküyor, ağızlarına kadar taşkın
bostan kuyularından etrafa kemirici bir
yaşlık yayılarak
vücuttan evvel ruha işliyordu. Bu sarnıç kadar kapanık ve ıslak mahalleye şu
satte hiç bir köşeden aydınlık sızmıyor,
hiç bir yerden
ışık damlamıyordu. Halbuki denizin öbür yakasında Kadıköy,
gurup eden güneşin ışıklarına boyalı çehresini, aynaya
eğilmiş bir şuh
kadın gibi, uzatmış, renkler içinde bahtiyar bir gülüşle parlıyor, için için
kizarıyordu. Bu kuytu, karanlık dehlizin
karşısında orası
hayalî beldeler gösteren bir sinema şeridi gibi revnaklı (rengarenk)
inanılmıyacak kadar şen, aydınlık görünüyordu,
Feridun şimdi
bunu seyrederek, vücudunda mahallenin karanlığı ve gözlerinde Kadıköyü'nün
ışıkları öyle ölüvermek arzusiyle
yanıyordu. Birden kızdı,
elini tekrar cebine soktu; haftalardanberi kendisinde hiç olmazsa ufak bir
kıymet farzederek bütün ümitlerini
bağladığı hediye
onu âdeta yakıyordu: Yahudinin uzun ve seyrek sakallı, buruşuk, kirpiksiz
çehresi karanlığın içinde dehşetli bir
vuzuh (açık) ile
canlanarak hain hain gülüyor, ırkının kandırmağa pek elverişli olan yayvan
şivesiyle:
-Aldattım
seni... diyordu... Evet, aldatmıştı, en muhtaç, en perişan zamanında... Fakat
insan bir traş fırçasından medet ummak, bir
define beklemek
için ne kadar aptal olmalıydı... Kıllarından yakalayıp pencereden uzattı;
aşağıda kale duvarlarına yakın bir iri yalak
taşı vardı;
ortasını nişanladı, parmağını sokmuş bir akrebi silker gibi hızla attı ve
görmek için dikkat kesilip baktı. Fırçanın kemik
sapı
sert bir ses
çıkardı. Sonra büsbütün çökmüş, koyulaşmış olan karanlığın içinde yanyana iki
göz nokta parladı. Feridun bunlara, bu
maviye yakın bir
renkle ışıldıyan şeylere uzaktan bir müddet şaşarak baktı, sonra birden
yüreğini akıl almaz bir ümidin kapan gibi
sıktığını duydu;
merdivenleri dörder dörder atlıyarak aşağıya koştu, sokağa fırladı, eğildi,
göğün bellirsiz aydınlığını yüreğinde
toplıyarak
süprüntüler içinde hâlâ pırıl pırıl yanan bu iki ufak şeyi, iki küçük taş
parçasını ellerine aldı, gene koşarak içeriye döndü.
Idarenin (küçük
gaz lambası) ölgün ışığına tutup baktığı zaman bunlarm birer elmas parçası
olduğunu anlamıştı. Fakat acaba sahte
miydi? Yahudinin
burada da bir hilesi, bir ihaneti mi vardı? Bütün gece gözüme uyku girmedi,
sabahleyin alaca karanlıkta gitti, birgün
evvel uğradığı
dükkânın önünde bekledi, kart ve kırçıl kuyumcu görününce hemen, dükkânı
açmasını bile beklemiyerek taşları çıkardı:
-Bunlar ne eder? Dedi. Öbürü, iptida (önce) kayıtsızca bir göz
attı, sonra gözlüğünü taktı, dikkatlice muayene etti, güneşe
tuttu182
elinden
bırakmamak ister gibi biraz tereddütlü ve nazik dedi ki:
-Temiz maldır,
müşterisini bulursa iyi para eder, hele girin dükkâna bir daha görelim, bir
paha biçelim! Feridun neden dolayı
Yahudinin bir adi
traş fırçasını böyle girandaba (paha biçilmez) iki taş saklamış olduğunu bir
müddet anlayamadı, fakat bir gün
tesadüfen öğrendi
ki gümrükten mal kaçırmak için bazan en akla gelmez hilelere müracaat edilir ve
işte böyle bir traş fırçasının
sapına biner
liralık iki pırlanta konulduğu da olurmuş!
Feneryolu, 1919
BİR
TAARRUZ
Boğaziçinin
Anadolu kıyısındaki tenha, bayır ve yarı boş köylerinden birinde hırçın bir kış
akşamıydı. Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat
rüzgâr öyle ıslak
esiyor ve her tarafı öyle sırsıklam ediyordu ki yokuşlardan mütemadiyen seller
akıyor ve oluklardan mütemadiyen
sular
boşanıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu kapanık ve yaş hava altında ahşap
evler sünger gibi rütubeti çekmişler, şişip
doymuşlardı;
artık suları ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı. Harap yalılar,
şişmiş ve çürümüş cesetler gibi suların keyfine uymuş
aşağıda sahile
vura vura, cansız ve çürük, kımıldanır görünürken yukarıda, tepedeki kara ve
ufâk evler, kargalar gibi simsiyah, sanki
bu naaşların
(ölü) üzerine inecek zamanı gözlüyorlar ve kayalara konarak, havanın pusu
içinde kabarmış, hareketsiz bekleşiyorlardı.
Gökte rüzgârın,
aşağıda denizin çalkaladığı ve yükseklerde tepelerin, indirdiği bu su bolluğu,
bu rütubet içinde köy, gecenin ıslak
abasını başına
çekerek şu yalçın kaya dibinde bir serseri gibi çömelip kayıtsız uykuya
varmıştı; ne ses, ne aydınlık vardı. Birden,
havada karanlığı
bir ustura gibi acısız ve belirsiz yaran bir beyaz şimşek parladı, rüzgârın
ıslaklığı içinde dumandan bir kol, bir ışıklı
sis sütunu,
keramet gösteren nurdan bir asa gibi uzandı; derhal köyün bir parçasında,
içinde, pelte gibi bir şeker parlaklığı ve184
tutkal yapışkanlığı
sezilen tatlı, cilâlı bir güneş açtı; sonra gene karanlık çöktü: Son vapur,
elinde aydınlık sopasiyle yolunu arıyarak
ve bununla
karanlıkları yakarak geliyordu. Düdük, 'yaş gök ve ıslak hava içinde çürük bir
tülbendin yırtılışı gibi akissiz, şevksiz bir
hırıltı gibi
dağlarda bunaldı. Iskeleye ancak dört yolcu çıkmıştı. Bunlar bir müddet ayni
sokakta yürüdükten sonra yan yollara saptılar,
gözden
kayboldular. Hayrullah Efendi her akşamki gibi, bayırına tek 'başına
tırmanmağa başladı. Aklı İnebolu'ya gönderdiği kereste
kayıklariyle
motorunda idi; bu fırtınanın kendisine zararlı olabileceğini düşünerek endişe
ediyordu, canı sıkılmış bir halde, etrafından
habersiz, başı
muşambasının kukuletasına gömülü,. elindeki elektrik fenerini yoluna aksettire
ettire, ağır ağır çıkıyordu. Tam fıstığın
altına, dok ve
dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağına bir elin yapıştığını ve alnına soğuk
bir demirin dayandığını duydu, gerilemek
istedi, yapamadı;
ilerleyeyim dedi, kımıldanamadı; mütevekkil ve âciz, durmağa mecbûr oldu,
bekledi. Rüzgârın uğultusu içinde
bozuk bir ses: [-Cüzdanını)
Diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan
tabancaya rağmen canına ilişmek istenilmediğini
anlayınca, bu
ümitle pür helecan:[- Aman, dedi, peki, vereyim] Fakat gırtlağı hala o demir kıskaç içinde sıkışmış
olduğundan bu
cümlesinin
işitilip işitilmediğini anlıyamadı; yalnız bir eliyle cüzdanını çıkardı ve
ötekine uzattı. Hemen serbest kalmak ve uzaklaşmak
istiyordu.
Cüzdanda altı tane yüzlük ve bir çok da beşlik banknotlar vardı. Yedi yüz
liradan fazla idi. Fakat canından iyi miydi? Sağlık
olsun, gene
kazanırdı, tek hayatına ilişmesin de... Hırsız,
karanlığın içinde telâşla, cüzdanı açtı. Hayrullah Efendinin elinden elektrik
lâmbasını kapıp
bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemiye çalışarak içini acele acele
yokladı. Kâğıtların ûzerindeki yüz rakamını bu
keskin ışık
altında daha cazibeli ve daha manalı görüyor, büyür gibi canlı duruyordu.
Herif, vahşi sesiyle:
-Kımıldarsan
vururum! Dedi. Eli bir müddet, kâğıtların üzerinde örümcek gibi korkunç,
kararsız, şaşkın düşüncesiz dolaştı, parmaklar
büküldü, tereddüt
eder gibi durdu, sonra yalnız bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı
kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendiye
uzattı. Şimdi
ışık sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan,
kaçmaya başlamıştı. Hayrullah Efendi
korkaktı;
fakat hem dinç, hem de çok meraklı, mütecessis bir adamdı. Şu. acemi ve acaip
hırsızı, geçirdiği korkuya rağmen,
kovalamak
arzusuna karşı koyamadı, ferah koşmak için kukuletasını indirdi ve daha fazla
düşünmeden merakın ve memnuniyetin
verdiği bir
cesaret ve bir şevkle kaçanın arkasına düştü; yuvarlanır gibi sür'atle bayırı
indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmiyerek,
koşuyor,
yetişmeye çalışıyordu. Aşağı inmişti,
birden aydınlık bir pencere altında ötekinin hızlı hızlı çarşıya doğru
gittiğin'ı gördü,
takip edüdiğinin
farkında değildi; artık koşmuyor ve telâş göstermiyordu. O önce, bu arkada çamurlu ve selli sokakları döndüler, ,186
nihayet iki açık
bakkal dükkâniyle bir kahvenin şevklendirdiği aydınlık bir meydanlığa, köyün
ufacık çarşısına geldiler. Hırsız dosdoğru
bir bakkala
girdi. Hayrullah Efendi, duvar dibinden sinsi sinsi yürüyerek
cama yaklaştı
ve eğilip iki turşu kavanozunun arasından
içerisine göz
attı. Herif atkısının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta
yüzlü, traşı uzun, zayıf, perişan bir adamdı,
arkasında asker
kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip bir elbise vardı. Sık sık
soluduğu ve etrafına şaşırrnış gibi baktığı
dışarıdan bile
farkolunuyordu. Bakkal raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu
derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca bir
lokmayı hemen
ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kâh zeytin çanağını, kâh sucuk
halkasını göstere göstere başka şeyler
istiyordu. Bu ne
acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi yüreğinin ezildiğini
duyarak ve kendisini göstermiyerek herifin
çıkmasını
bekledi. Müsterih (Rahatlamış) gibi telâşsız
uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi lüzumsuz buldu, dükkâna girdi:
-Bu çıkan
adam kimdir? Diye sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece,
bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapışan
ve sonra yediyüz
liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslû bir aç
adamdı. Kimbilir ne vicdan azaplarından, ne
mücadelelerden ve
kaç günün açlığından sonra, her teşebbüsü, her
müraçaatı ümitsiz, eli böğründe kalıp bu taarriıza karar vermişti...
Zira mütareke senelerinde bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten kadit
(sıska) halinde dönen, hastahaneden tedavisi bitmeden
sakat ve illetli
olarak kapı dışarı edilen nice ihtiyat zabitleri vardı ki ne maaş
alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Senelerce tahassürünü
(hasret) çekerek
yaşadıkları hudutlardan evlerine dönünce açlıktan ve sefaletten bir nebze saadet
ve rahata kavuşamamışlardı. Bu bir
devir idi ki,
yalnız askerî bir felâkete inhisar etmiyordu; içtimaî (sosyal) cihetten de
dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir
devresi idi; koca
bir insan nesli, mecalsiz babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla bilhassa
bozulan bir ahlâk He kavruk, yatkın
çürük kalrnıştı. Demin gırtlağına
sarılan adam, kendisi burada kârına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört
sene, göğsünü; o işin
rahatça
görülmesine, tâ uzaktan, harp meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para
bir hisse, bir hak idi. Hayrullah Efendi,
ertesi
gün bir kayık
erzak hazırlattı ve onun evine gönderdi; götüren adam avdetinde anlatıyordu:
[-Kapıyı
bir kadın açtı, [Olamaz, bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış
getirdiniz! ] diyordu. O sırada kocası geldi,
[Kim gönderdi?]
diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, israr etmedi, başını öte
yana çevirdi, pek iyi göremedim amma
galiba ağlıyordu!
AYŞE'NİN
TATILI
Anası,
Antikacıların evini ovmak için gittikten sonra yalnız kalan Ayşe bahçedeki
çıkrıklı kuyudan çektiği suyu sabahtan beri ocağın
üstünde duran
kazana döktü ve patiska entarisinin eteklerini kuşağına sıkıştırıp çömeldi;
sepetteki çamaşırları çitilemeye başladı.
Ana kız
[Abdinin köşkü] denilen , bu harap,
korkunç, yalnız kovukta bekçi gibi oturuyorlardı. Bundan kırk sene evvel,
kimbilir
nasıl bir eğlence
fikrine hizmet için yapılmış, fakat o zamandanberi metruk (terkedilmiş) kalmış
bu ev, yıkık duvarları, çökmüş çatısı,
dökülmüş
kafesleri, her taraftan ayrılmış sıvalarıyle eski bir mezar gibi ölümü
düşündüren bir renk, her geçene: [Siz de, herkes de
benim gibi
olacaksınız, yıkık duvarlar kirli yosunlu, iğri bir taş; üzerinde eşinen bir
iki köpek, o kadar! ] diyen bir ses vardı. Her
tarafından deve
dikenleri fırlamış olan bahçesinde, daima açık kapısından mahzen gibi karanlık
bir oyuk içinde tavan tahtaları
farkolunan
ahırında samanlı gübreler yığılmıştı; üzerinde bir sürü tavuk mütemadiyen
eşiniyordu. Kuyunun yanındaki incir ağaçları bu
harabenin
noksanını tamamlıyor, her sene daha ziyade kuvvetlenerek nankör dallarıyle eve
yaslanıyordu. Uzakta, bir taraftan denize
doğru
çoğu zaman sisler, buğular içinde kalan şehir görünüyor, geniş bir çiftlik arazisi olan öbür yanında, ilerideki dağlara kadar ise
bir ağıl bile göze
çarpmıyordu. Ayşe'nin önündeki leğende sabun köpükleri taşıyor, bembeyaz
buruşuklarla büzülmüş olan ellerinin
her hareketinde
saçlarına, çıplak bacaklarına, bazen gözlerine fırlıyordu; bunların içinden
bazı inatçıları da mütemadiyen karnına
düşüyor, soluk
entarisini pembe etine yapıştırıyordu. Kazandaki su kaynadıkça kireç gibi bir
renk alıyor, içindeki habbeler (su
baloncuğu)
irileşerek şişiyordu. Dışarıda hararetli bir güneş iki gün evvelki yağmurların
rütubetini bu süprüntülükten çekiyordu. Şimdi,
hiç bir tarafta
bir nefes bile yoktu; fırtınadan önceki ağır, dertli durgunluk içinde gübreleri
karıştıran serçelerin cıvıltısı işitiliyordu. Ayşe
mutfağın demir
parmaklıklı yüksek penceresinden, arasıra doğrularak göğe bakıyor, semanın bir
tarafdan barut renkli şişkin kulatlar
vadide
gölgelerini sürükliyerek yürüyorlar ve yürüdükleri yerleri daima siyaha
boğuyorlardı. Üzerlerindeki siyahlığın kanatlarına aksiyle
karasineklere
dönen arılar, ahırın teneke kaplı penceresinin yanındaki delikten içeri kaçıyordu.
Ayşe nalınlarını sürükliyerek
bahçedeki
çamaşırları topladı, elbisesi benek benek çıplak vücudüna yapışıyordu; ocağın
ateşini çekti, yağmuru bekledi. Evvelâ
avlunun su birikintisine bir iki damla düştü, sonra gök şiddetle çatladı,
incirin yapraklarında bir gürültü koptu, yağmur dökülmeye
başladı. Yağıyor,
yağıyor, sonu gelmiyordu. Her taraf ocağın içi gibi
simsiyah olmuştu. Bir kenarda ya nan odunlarxn gittikçe parlıyan
ziyası kirli
sularda altın menevişlerini gezdiriyordu. Ayşe
bir yere vuruluyor gibi bir ses duydu, pencereye koştu; kapının siperinde bir
erkek gördü;
başında kalpak, arkasında aba vardı. Kolunda asılı duran tüfeğin ağzı,
yanındaki iri köpeğ'ın kulaklarına dokunuyordu.
Birden anladı,
Antikacının oğlu avdan dönerken yağmura tutulmuş, evlerinde daima çamaşır
yıkayan, tahta silen bu kadının
kulübesine
sığınmıştı. Hatırına hiç bir şey gelmiyerek: ((Kim o, ne istersin?], diye
sordu. Öbürü beklemediği bu ince, genç sesten
şaşırarak: [Fatma
Hanım burda değil mi?] dedi. Ayşe hemen cevap verdi:
-O size gitti,
tahtâ silmeye, ne yapacaksınız Avcı yağmura tutulduğundan yoluna devam etse
sırılsıklam olacağından kapıyı açmasını
söyledi, Ayşe ipi
çekti, mutfağa kâçtı. Yağmur saçma gibi
yapraklara vuruyor; camlara serpiliyor, oluksuz damın her tarafından
çarşaf gibi
dökülüyordu. Ali Bey, sofranın yıkık yerinden yağmur altında
garipleşen, çamurları açılan yola bakıyordu. Ayşe kapının
aralığından onu
seyrediyordu. Erkek dönünce kızı, orada açık saçık kendine bakar gördü; iki iri
siyah gözün lezzetle bakışlarından
birşey; gururunu,
şehvetini kışkırtan bir tesir buldu, gülerek dedi ki:
-Kız sen, burada yalnız
korkmuyar musun? O, belki yalnız değildir diye bir tecrübe ediyordu; Ayşe cevap
vermeden, vahşi bir utanç
içinde kaçtı, Ali
Bey arkasından atıldı. Kız, elleriyle yüzünü kapamış, üzerinde ıslak entarisi,
ayağında nalınları, kazana dayanmış
duruyordu.
Vücudunda. yabancı bir elin sıcak temasını duyunca korkarak bağırdı, öbür
köşeye kaçtı. Ali Bey bu yağmurdan, bu
karanlıktan, bu
çıplak, ateş gibi yanan vücuddan daima artan bir haz bularak takip etti,
kollarını açarak hücuma koştu. Fakat
mutfağın bir
köşesinden yavaş yavaş dışarı sızan çirkef üzerinde ayakları kaydı, başı ocağın
sivri taşlarına doğru yüzüstü, bir
korkuluk gibi
devrildi. Öbürü dışarı fırladı, bir müddet evde yağmurun şakırtısından. başka
bir şey düyulmadı.. Ayşe bu uzun
bekleyişten bir
şey anlamayarak, fakat bir korku duyarak kapıya yaklaştı, aralıktan baktı...
Ali Bey arkasında abası, ayağında
poturları, çirkef
içinde, o halde upuzun yatıyordu. Kız, kalbi bir canavar pençesi altında
boğulmuş, her tarafı titreyerek evvelâ hile
sanmak istediği
bu yatışta bir ölü hali gördü, içeri koştu. Yerdeki çirkef üzerinden pembe bir
yol açılıyordu. Dokunmağa korkarak
uzaktan baktı. Bu
şu, çirkefe Ali Beyin çatlamış beyninden sızıyordu. Artık bir ölü idi. Ayşe'nin
gözleri bulandı, yüreğinden sanki bir
şey koptu;
sapsarı, halsiz, orada bir yere dayandı.. İnanamıyordu inanmak istemiyordu.
Korktu. Kelimenin bütün mânasiyle korktu,
gözünün önünde
bir halk bir kalabalık gördü; onun içinde askerler vardı, tüfekler parlıyordu,
kılıçlar çekilmişti. Hemen yerinden fırladı,
bir sevki tabiîye
(refleks) uyarak bu mundar cesedi oradan kaldırmağı düşündü; nasıl? Etrafına
bakıyor, her tarafı dinliyor, korkuyordu.
Yağmur deminki
şiddetle kaplamalara çarpıyordu. Camdan dışarıya uzandı; daha ilk bakışta ahırı,
açık kapısından bir mezar gibi192
karanlığı kendine
bakıyor gördü. Bunda bir davet farketti: Yerini bulmuştu, iş onu oraya kadar
götürmekten ibaretti. Kendinde, on
dokuzunu bulmamış
bu soluk, sıska vücudu taşıyabilecek bir kuvvet hissetti; nefretle ellerini
sürdü, sırtüstü sürüklemeğe cesaret
edemiyerek onu
çevirdi. Ölünün açık duran gözleri bu hareketle kendi kendine kapandı. Bu sırada
sokak kapısını biri salladı, sonra
tırmalanmağa
başladı. Ayşe deli gibi pencereye koştu. Ölünün köpeği iki ayağı üzerine
kalkmış, sahibini arıyor, sabırsızlık alâmeti
gösteriyordu.
Kız, cesareti bütün bütün kırılarak donakalmıştı; peki onu ne yapacaktı? Cesedi
ahıra götürmek için bahçeden
geçecekti, köpek
sahibinin böyle çamurlar içinde bacaklarından sürüklenerek taşınmasına razı
olacak mı? Hayvana tekrar baktı,
kulaklarını
dikmiş, içeriyi dinliyor, kısık sesler çıkarıyor, gözleri kapının aralığında
bekliyordu... Ayşe şakaklarına doğru mütemadiyen bir ağırlık
çöktüğünü,
ensesindeki damarların şiştiğini duyuyordu. Kalbi parçalanacak gibi vuruyor,
gözlerinin önünde sinek gibi bir şeyler ağır
ağır uçuyordu. Ölmeğe
hasret etti. Fakat artık kararını vermişti, anası dönmeden her şeyi, hepsini
temizliyecekti. Bakır maşrapayı
mutfaktan
kaptıktan sonra kapıyı iki parmak aralık etti, köpek koklıyarak burnunu uzattı;
yavaş yavaş üç parmak, sonra bir o kadar
daha açtı,
mengene içinde gibi uzanan bu müthiş başa kuvvetinin bütün müsaadesiyle bir
darbe indirdi; maşrapa bir tarafa düştü,
köpek de oraya
devrildi, bir müddet çabaladıktan sonra kaskatı kaldı. Yağmur
şiddetini azaltmıştı, gene de yağıyordu. Evvelâ ahırda
paslı, kırık bir
kürekle muvakkat (Geçici) bir çukur kazdı, sonra iki cesedi oraya sürükledi.
Ölünün cebindeki saat daha işliyordu, onu
alıp almamak için
tereddüde düştü, sonra bıraktı; gübre ile üzerin'i örttü, iliklerine kadar
ıslanmıştı. Mutfağı temizledi, ocağa tencereyi
astı; su
kaynadıktan sonra fasulyeleri attı. İşi bitmişti; anasını bekledi. Ertesi gün, sabahtan akşama kadar ahırda kalıp derin bir
çukur kazdı, Ali
Beyle köpeğini oraya sakladı, üzerine gübre çekti ve gece vücudunun yorgunluğu
sayesinde fikri ûyuşmuş ölü gibi
uyudu. Köpeğiyle
beraber kaybolan Ali Beyin bu esrarlı kayboluşu her zaman olduğu gibi bir
müddet hayattakileri meşgul etti, sonra
yavaş yavaş
silindi, gitti. Bir ay sonra, genç bir köylü,
yolda Ayşe'nin
anasını hizmete gider gördü; o anda evde yalnız kalan kızını
düşündü; hemen
koştu, harabenin yıkık bir deliğinden içeri atladı. Ayşe mutfakta odun
kırıyordu. Kapının gıcırtısı üzerine başını
çevirdi, ayakta
kendine bakarak sırıtan köylüyü gördü; eliyle gözlerini kapadı; onu da
düşürmemek, öldürmemek, o azabı ve ıstırabı
bir daha çekmemek
için., müdafaasız kendini terketti.
Erenköy, 1909
GARAZ
Anası,
bir köşeye büzülüp melûl melûl oturan kızına baktı baktı; acıyacağına
öfkelendi. Öfkelenince memleket tâbiriyle beddua
ederdi:
-Kızıl
kızıl bişesin de kızıl ataşa düşesin! İstanbul'a gideceğine aklının bardağı kırılaydı
da senden kurtulaydık! Diyee çıkıştı,
Nebile
cevap vermedi.
Kavga edecek halde değildi; bitkindi. İşitmezlikten geldi, tekrar düşünmeğe
daldı. Küçük kasabanın elektriği üç
gündür bozuktu;
zaten ikide bir bozulurdu; bozulmadan işlediği, var mıydı ki? İşte gene odada
ufacık bir lâmba yanıyordu. Sanki
aydınlatmak için
konulmamıştı; çıplak duvarları gölgelerle doldurmağa, girip çıkanlarda,
oturanlardan ziyade onların gölgelerini
seyrettirmeğe
yarıyordu. ilk soğuklar ve ilk sürekli yağmurlar başladığı için de ışıksızlık
kızın büsbütün hüzüne dokunmuştu. Yüreği
her akşamkinden
şişkindi. Artık hep böyle, burada., kasabada mı yaşamağa mahkûmdu?
Taksim meydanı gözünün önüne geldi.
Şimdi sağnak
altında asfalt yollar şıkır şıkır parlıyordur; otomobiller nasıl koşuyor, halk
nasıl kaynaşıyordur! Tramvay çanlariyle korna
seslerini âdeta
duyuyor, dirıliyordu. Pencereden bakıverse o manzarayı görecekti, sanki... Halbuki dışarıda,
duvar ardlarına sinmiş
kerpiç evleriyle
her dönemeçte çıkmaz sanılan iğri büğrü, çoktan el
ayak kesilmiş dar sokaklariyle zifiri karanlık, çürük bir kasaba195
lâşesi (leş)
yatıyor. Gözleri doldu; Beyoğlu caddesi
o mahşer kalabalığı ve iki keçeli ışıltılı vitrinleriyle hatırına gelince içini
çekmekten kendini
alamadı. Geçen yıl, bu mevsimde ve bu saatlerde sinema çıkışı kız, erkek bir
sürü arkadaşla pastacılara uğrayıp
ne isterlerse
atıştırmış, üstelik kutu kutu doldurup apartımana götürmemişler miydi? Ya,
dadandığı muhallebici... Keşkül üzerine
dondurma yerler
ve tekrar sinemaya koşarlar, gece seansına yetişirlerdi.Geçti o günler, bitti o bolluk! İstanbul çok uzakta... İçinde
kendisi
bulunmadığı İstanbul'un gene eskisi gibi bildiği parlaklığı ve kalabalığiyle
yaşamakta devam ettiğine âdeta inanamıyordu.
Nebile harp başlangıcında
babasının hem yolda katık, hem şehirde azık olur, masrafı azaltır diye
heybelerine kuru dut, cevizli sucuk,
bastık, erik
pestili doldurarak İstanbul'a, gidişini gayet iyi hatırlıyordu. Kasabadaki
küçücük dükkânı için mai satin alacak, üç hafta
sonra dönecekti. On altısına
basmış, boy atmış, bakışları dişileşmiş esmer kıza, fırçalanmamaktan paslı
bakır rengine çalan koca
koca, yüksük
kalınlığında bir sıra dişlerini gösterip sırıtarak:
-Sana da fistanluk getiririm! ...Demişti.
Fakat aylar geçmiş, geri dönmemişti. Gönderdiği mektuplarda eski harflerle
yazdığı için
Nebile ortaokulun
son sınıfında olduğu halde bunları mahkeme
kâtibine okuturdu işlerinin bitmediğini, yeni işlere girdiğini bildiriyor,196
sonuncularda da
artık oraya yerleşmek, yakında kendilerini aldırmak niyetinde olduğunu
söylüyordu. Kasabaya yayılmıştı:
-Çerçi Halil işini
düzmüş... Haydi, o da çıksa bir tahta, salınsın bir kaç hafta! Nihayet bir gün yolcu oldular; Haydarpaşa garına indiler.
Anası da, kendisi
de yeldirme biçimi uzun mantolu, siyah başörtülü idiler; birbirlerine sokularak
ve Kavaf Ahmet ustanın nalın sesi
çıkaran kaba
kunduralarını parkeler üzerinde acayipçe takırdatarak köstekli adımlarla
yürürlerken Nebile babasındaki değişikliğin
farkına vardı;
Kasketi atmış, başına siyaha yakın, kadifemsi bir şapka geçirmişti; pantalonu,
baldırlarından kopçalı ve büzmeli değildi
artık... Mintanı
da bırakmış kravatlı gömlek giyiyordu. Ayakkabıları iki renkli, pırıl pırıldı. Fakat asıl
değişme tavırlarında: Kaymakam
beyin kasabada
gezisini hatırlıyor; eşraftan Kollukcu'nun oğlu gibi göğsünü çıkarıp ensesini
şişirerek azametle bir gidiyor ki... Daha o
gün denizden, vapurdan, otomobilden başlıyarak Nebile sonu gelmiyen bir
heyecan Alemine girivermişti. Hele babasının Taksim
Meydanı
karşısında tuttuğu apartmanın asansörüne binip de yükseliverdikleri zaman
salavat getiren anasına sarıldığını hiç
unutmamıştır. Ama
sonraları bu acemiliğin yüzüne vurulmasından kızarıyordu; babası eve beş yüzlük
banknot desteleriyle döndüğü
akşamlar yarenlik
olsun diye o vak'ayı hatırlatınca çıkışıyor, aksilik ediyordu. Şehirli görünmek
gururu kasaba kızının İstanbul'dan
aldığı ilk kötü
huy oldu ve, birkaç hafta geçince babasiyle anasının yeni hayata kendisi gibi
uyamayacaklarını, daima kaba, geri,
taşralı
kalacaklarını anlayınca hırçınlaştı. Onlarla
beraber bulunmaktan, insan içine çıkmaktan utanmağa başlâdı. Oluk gibi akan
parayı
nasıl sarfedeceklerini bilemiyorlardı. Zaten bir müddet ana, kız büyük mağazaların sadece vitrinleri önünde durup
bakmışlar,
içeriye girmek
cesaretini bulamamışlardı. Fakat apartmanın bodrum katındaki kiracı Fitnat
hanımla ahbap olunca iş değişmişti,
kadın,
taşralıları peşine takmış, bu mağaza senin, o dükkân benim, ikisini de alış
verişe, gezip tozmaya, terziler bularak, işçi kızlar
tutarak giyim
kuşama alıştırmıştı; kâhyalıklarını ediyordu. Derken yeni dostlar peyda olmuştu. Altı ay geçmemişti ki ayaklarında
mantar ökçeli
iskarpinler, başlarında tüllü şapkalar, Beyoğlu kalabalığına gülünç bir ana-kız
daha katılmıştı. Nebile yalnız başına
çantalar, eşarplar,
eldivenler ne bulursa alıyordu. Bir çok şoför, tezgâhtar, dükkâncı kız veya
pastacı tarafından tanınan, [Küçük
hanımefendi] diye
çağırılan sayılı tiplerdendi artık... Hacıağanın. kızı
muhitinde nam salmıştı. Komşular [Kabak çiçeği gibi açıldı. Ne
malmış meğer!
diyorlardı. İkinci sene plâjlara da dadandı; yüzüyor, kumda yatıp güneşleniyor,
dans ediyor, kürek çekiyordu. İşsiz
güçsüz
delikanlıların etrafında dönüp dolaştıkları Nebile
bir şımarmış, bir arsızlaşmıştı ki... Anasını durmadan, nefes aldırmadan198
azarlıyor,
babasını adam yerine koymuyor, ağzmı açarken susturuyordu. Hele birlikte sokağa
çıktılar mı etrafındakileri, onlardan
ölmadığına
inandırmak için muhakkak ya ileride, ya geride yürüyor, eve dönünce de [Beni
yerin dibine geçirdiniz! Rezil ettiniz! diye
kıyametler
koparıyordu. Saçlarını sarıya boyatmış, perçemlerini bir gözünün üstüne
indirerek Veronica Lake'e benzediğine inanmıştı.
Ayak tırnaklarına
kadar boyanıyor, bütün tuvalet eşyasını markalarından tanıyordu. İki kere
nişanlandı; ikisinde de yüzükleri geri verdi;
nişan bozmak
modasından bile geri kalmamıştı. Her seferinde çeyiz düzülüyor, piyasaya yeni
kumaşlar, modeller çıktığı için onlar bir
yana atılıp
tekrar yenileri yaptırılıyordu. Anasının kolları kalın, kakmalı ve okkalı altın
bileziklerle yerinden kalkmaz halde idi; kürklerin
birini çıkarıp
ötekini giyiyorlar, bakmağı bilmediklerinden hepsini her yaz güvelere
yediriyorlardı. Beş sene, bütün çılgınlıklariyle,
sonradan
görmüşlüğün en kaba, zevksiz, tuhaf sahneleriyle bu hayat böyle sürdü. Son
aylarda idi. Nebile bir delikanlıya gönül verdi;
fakat nişanı bu
sefer erkek tarafı bozmuştu. Zira hacıağanın bir çokları gibi ancak sermayesini
kurtarıp memleket yolunu tutacağını
öğrenmiyen
kalmamıştı. Çerçi Halil tam son günlerde, birdenbire eskisinden
hasis, meteliğin
hesabını arar, sorar bir hale geldi. Ne
varsa sattı;
kürklerinden başlıyarak apartımanın perdelerine, kadınların iç çamaşırlarına
kadar... İlle üçüncü mevki vagonla dönmek
istiyordu; Ağlıya
bayıla, saç baş yolarak ikinciye zor razı edebildiler. Tren dolu idi;
bulabildikleri tek yeri Nebile'ye veren ana baba
seyahatini
koridorda, heybeler, bavullar, torbalar üzerinde yaptı. Kadın
bir türlü benimseyemediği, daima kasaba hasreti çektiği, taş
dibekte
tokmaklarla bulgur dövemediğine yandığı hayattan ayrıldığına âdeta memnundu.
Erkek kederliydi ama belli ki yıkılmıyacak,
küçük dükkânına
yeniden ısınacak, çok küçük ölçüde olmakla beraber gene beş, on kuruş kâr
etmekle teselli bulacaktı. Beş yılın
beyliği katı,
yalçın ruhlarında çatlaklık değil, iz bile bırakmamıştı. Asıl çöken Nebile idi
ve ana baba için asıl kaybedilen ne servet, ne
ümit idi; taze
kızlarıydı. Nebile'nin her çeşit zevkini ala ala heylerle en debdebeli
şekilde sürdüğü İstanbul'dan ayrılarak yirmi bir
yaşında,
kasabadaki dört duvarla çevrili, helâsı sokak kapısı yanında, bir tek kavak
ağacı zor besliyen kavruk bahçeli izbe kasaba
evine dönüşü pek
hazin olmuştu. Hele bir kere saat kulesi meydanında eski ardiyeden bozma
sinemaya gidip de katı iskemle
üzerinde kasaba
halkına karışarak dakikada bir kopan kovboy filmi seyrettiği günün akşamı
bayılmıştı. İstanbul'u daha ziyade
kokuları ile
düşünüyordu: Otomobillerin benzin kokusu, sinemaların lâvantalı kadın ve
briyantinli erkek kokusu, pastacı Zarın vanilyalı
hamur ve
rendelenmiş badem kokusu ile! Geceleri pencereden dışarıya ürke ürke
göz atınca coşkun insan kalabalıklarını aydınlatan
keskin elektrik
ışıklarını bulamamak, otomobil ve tramvay gürültülerini işitememek, aksine
kasabanın kerpiç kesmiş sükûtunu, buz
tutmuş hareketsizliğini
yatağının içinde bile karlı gece imişçesine duymak... Nebile'yi bitirmişti. Kendisi İstanbul'da
har vurup harman
savururken yarı
aç, yarı tok Fakülteye devam ederek yakında doktor çıkacak olan komşu polisin
kızı Hanife'ye rastlamaktan
korkuyordu. Bütün heyecanlarının
tükendiği bu genç kız yüreğinde artık bir tek his hüküm sürüyordu: Babasına
karşı hudutsuz bir
kin, bir garaz!
Küçücük kasabasında, mavi gözlü mahkeme kâtibine gönlünü kaptırarak yerine
getirilmesi kolay bir takım basit
emellerle memnun
yaşarken ve daima böyle yaşayacak iken İstanbul debdebesini tanıtan, sonra
hepsini elinden alan bu babaya
düşman
kesilmişti. . Gerçi Halil işin farkında idi; ikide bir karısına dert
yanıyordu:
-Hele şu
kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim?
Yeldim yeldim yol verdim, emeklerimi sele
verdim. Dünyadır
bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği yetmiyormuş gibi şimdi de
bağrımı bit yiyor! O, böyle sızlanırken
gün geçtikçe
süzülüp solan Nebile'nin ufacık kalmış yüzünde büsbütün iri görünen yaşli siyah
gözleri akşamüstü yağmur altındaki
Taksim Meydanı
gibi sırsıklam, parıl parıldı. Babasının sesini işittikçe,garazdan yüreği
burkularak ve öğrendiği İstanbul lehçesini
unutarak memleket
ağzıyle söyleniyordu:
-Sakalın
teneşirde sabunlana!
Şişli, 1947
SON