Subay, "Eşsiz bir alet" dedi yolcuya; ve
kendisine hiç de yabancı olmayan makineyi hayran hayran
süzdü. Yolcu, büyüğe saygısızlık ve hakaret suçuyla
ölüme mahkum edilen bir askerin idamında bulunmayı
teklif eden komutanın çağrısını, sırf nezaket gereği
kabul etmişe beziyordu. Sömürgeliler de bu idama pek
ilgi göstermemişti zaten. Bu küçücük, kumlu vadide, dört
yanı yalçın kayalıklarla çevrili bu çukurda, subaydan,
yolcudan ve saçı başı dağılmış, ağzı açık aptalın biri
olan hükümlüden ayaklarına, bileklerine ve boynuna
gerilmiş ve birleştirici halkalarla birbirine
tutturulmuş zincirlerin bağlı olduğu ağır bir zinciri
elinde tutan askerden başka, kimsecikler yoktu. Uysal
bir köpek gibiydi hükümlü; öyle ki, görenler, "bu adam
serbest bırakılsa, dolaydaki tepelerde uslu uslu
gezinir, idam saati gelince çalınan bir ıslıkla da koşa
koşa gelir" derdi.
Yolcunun makineye pek
aldırdığı yoktu; hükümlünün arkasında, adeta gözle
görülür bir ilgisizlikle ileri geri dolaşıyordu. Subay
bu sırada, kah derinlemesine toprağa gömülü makinenin
altına sokularak, kah üst kısımları gözden geçirmek için
merdivene çıkarak, ufak tefek bozuklukları düzeltiyordu.
Bu gibi işleri makinistlere bırakmak pekala mümkün
olduğu halde -makineye büyük bir sevgi ile bağlı olduğu
için midir, işin yabancı ellere bırakılmasına engel olan
başka nedenler bulunduğu için midir, nedir- subay, büyük
bir istekle çalışıyordu. En sonunda, "tamam" diye
bağırıp, merdivenden aşağı indi. Son derece zayıf
görünüyor ve boyuna ağzından soluyordu; boynuna,
üniformanın yakasının altından geçirdiği iki, ince kadın
mendili bağlanmıştı. "Bu üniformalar medarlarda pek
sıkıcı olsa gerek," dedi yolcu; oysa subay, onun makine
ile ilgili şeyler sormasını bekliyordu. Yağlı, kirli
ellerini orada bulunan bir su kovasında yıkayarak
"kuşkusuz" dedi, "ama bizim için vatan demektir bu
elbiseler; vatanımızı unutmağa gönlümüz razı olmaz."
Havluyla elini kurularken, hemen, "Hele şu makineye bir
bakın!" diye ekledi; eliyle makineyi gösteriyordu.
"Buraya kadar her şeyin, elle hazırlanması gerekir;
sonra, o kendi kendine çalışır." Yolcu, evet der gibi
başını sallayıp, ardı sıra sürüdü. Subay, her türlü"
ihtimale karşı tedbir almak istercesine, "bazen işlerin
ters gittiği de olur, kuşkusuz," dedi. "inşallah bugün
bir şey olmaz; ama ihtimalleri de hesaba katmak gerek.
Makinenin hiç durmadan on iki saat çalışması gerekir.
Fakat bu arada bir terslik olursa, bu sadece önemsiz bir
şeyden ileri gelir, ki hemen düzeltilebi1ir."
Bir yanda yığılı hasır iskemlelerden birini
çekerek, "Oturmaz mısınız?" dedi; Yolcu bunu
reddedemeyecek durumdaydı. Subay şimdi bir mezarın
kenarında oturuyordu; çabucak bir göz attı içine. Fazla
derin değildi. Mezarın bir yanında, kazılmış toprak
yığını, öbür yanında da makine vardı. "Bi1mem ki?" Yolcu
elinin birini belli belirsiz salladı; subayın canına
minnetti bu; artık makineyi kendisi anlatabilirdi. "Bu
aleti," dedi, dirsek sapının birine tutunup, "eski
komutan icat etmişti. İlk denemelerinde ben de hazır
bulunmuştum; ve tamamlanıncaya kadar her işine emeğim
geçti. Fakat icat şerefi sadece onundur. Eski
komutanımızın adını işitmişliğiniz var mı? Hayır mı?
Öyleyse, size şunu söyleyeyim ki, bu sömürgedeki bütün
örgüt onun eseridir. Biz dostları, daha o ölmeden önce
şuna inanmıştık; sömürgenin örgütü öylesine mükemmeldir
ki, gelecek yeni komutan -kafasında binbir tasavvur
bulunsa dahi-, bir şeyi değiştiremez; hiç olmazsa
yıllarca değiştiremez. Ve düşünlerimiz doğru çıktı; yeni
komutan bu gerçeği kabul etmek zorunda kaldı. Ne yazık
ki, eski komutanımızı tanımak nasib olmadı size!
Fakat..." dedi, kendi kendinin sözünü keserek, "sözü
boşuna uzatıyorum, işte makinesi önünüzde. Gördüğünüz
gibi, üç kısımdan ibarettir. Zamanla her kısma bir ad
takıldı. Alttakine "yatay" denir, üsttekine "Nakkaş"; bu
ortadaki, inip çıkana da "Tırmık". "Tırmık mı?" dedi
yolcu. Pek dikkatle dinlemiyordu; gölgesiz vadide gün
ışığı son derece şiddetliydi; oldukça güçtü derli toplu
düşünmek. Subayın, -üzerindeki o daracık, sımsıkı
üniformanın, sayısız düğmeli ve ağır apoletli ceketine
karşın- konusuna coşkuyla devam ederek, bir yandan
anlatıp, bir yandan da elindeki anahtarla vidaları
sıkıştırmasına hayran olmuştu. Askere gelince, onun
durumu da yolcununkine benziyordu. Başı öne sarkık,
hükümlünün zincirini bileğine dolayarak, tüfeğine
dayanmış, hiçbir şeye kulak astığı yoktu. Yolcu buna
hayret etmiyordu, çünkü Fransızca konuşuyordu subay; ne
askerin, ne de hükümlünün bir tek Fransızca söz
bilmediği kesindi. Böyle olduğu halde, mahkumun, subayın
izahatını takip etmeğe uğraşması dikkate değer bir
şeydi. Subay parmağıyla nereye işaret etse uykulu bir
halde, ısrarla gözlerini oraya dikiyor, yolcu sözünü
kesip bir şey sorunca, subay gibi o da başını
çeviriyordu.
"Evet, tırmık," dedi subay. "Tam
ona göre bir ad. İğneler tırmıkta olduğu gibi
yerleştiri1miştir, işleyişi de aşağı yukarı tırmığınkine
benzer; fakat çalışma alanı belli ve tek olup daha
sanatkarca yapılmıştır. Neyse, birazdan görürsünüz.
Hükümlü buraya, yatağın üzerine yatırılır -
çalıştırmadan önce makineyi size şöyle bir anlatmak
istiyorum. 0 zaman işleyişini daha iyi izlersiniz. Hem,
nakkaştaki dişli çarklardan biri iyiden iyiye yıprandı
artık; çalışırken fazla gıcırdıyor; öyle ki kendi
sesinizi bile işetemezsiniz kolay kolay; ne yazık ki
burada yedek parça bulmak güç. Neyse, işte yatak, size
söylediğim gibi. Üzeri bir tabaka ham pamukla
kaplanmıştır, nedenini daha sonra anlarsınız. Bu ham
pamuğun üstüne hükümlü yüzükoyun yatırılır, çırılçıplak
tabii; işte, sımsıkı bağlamak için de kayışlar; bunlar
eller için, bunlar ayaklar; bunlar da boyun için.
Yatağın başucunda, yani demin söylediğim gibi adamın
yüzükoyun yatırıldığı yerde, doğrudan doğruya ağzına
gidecek bir şekilde ayar edilebilen, keçeden yapılmış
küçük bir tıkaç vardır. Bağırıp dilini ısırmasını
önlemek için düşünülmüştür bu. Tabii, keçe ağzına zorla
sokulur; yoksa boynu kopar kayışın altında." "Ham
pamuktan mı?" diye sordu yolcu, ileri doğru eğilip.
"Elbette," dedi subay, gülümseyerek, "kendiniz bakın."
Yolcunun elini tutup yatağın üzerinde gezdirdi. "Ham
pamuğa benzememesi, özellikle bu iş için hazırlanmış
olmasındandır. Birazdan anlatırım size ne işe
yaradığını." Yolcu, makineyle ilgilenmeğe başlamıştı;
bir eliyle gözlerini güneşe siper edip, aleti baştan
aşağı süzdü. Kocaman bir şeydi. Yatakla nakkaş aynı
büyüklükte olup, kara tahtadan yapı1mış, iki sandığa
benziyordu. Nakkaş, yatağın aşağı yukarı iki metre
yukarısında asılıydı; köşelerinden, gün ışığında pırıl
pırıl yanan dört pirinç çubukla tutturu1muştu birbirine.
Tırmık; sandıkların altındaki çelik bir şeridin üzerinde
mekik gibi işliyordu.
Subay, yolcunun daha
önceki umursamaz1ığını pek fark etmediği halde,
uyanmakta olan ilgisini hemen sezmiş, rahat rahat
seyredebi1sin diye açık1amalara son vermişti. Hükümlü de
yolcuyu taklit ediyor, başını kaldırmış, -tabii eliyle
gözlerini siper edemeden- makineyi seyrediyordu.
İskemlesine yaslanıp, ayak ayak üstüne atarak
"iyi" dedi yolcu, "adam yüzükoyun yatar."
Şapkasını biraz arkaya doğru itip, elini
sıcaktan yanan yüzünde gezdirerek, "Evet" dedi subay,
"dinleyin şimdi! Yatağın da, nakkaşın da birer elektrik
bataryası vardır; yatağınki kendisine, nakkaşınki ise,
tırmığa gereklidir. Adam bağlanır bağlanmaz, yatak
çalışmağa, hem sağa-sola, hem aşağı-yukarı, çok küçük
fakat çok sürat1i titreşimlerle hareket etmeğe başlar.
Hastanelerde de buna benzer makineler görebilirsiniz;
ama bizim yatağın hareketleri çok dikkatle
hesaplanmıştır; ve tırmığın hareketlerine göre işlemesi
gerekir. Asıl hükmü yerine getiren alet de, tırmıktır."
"Peki, hüküm nasıl yerine getirilir?" diye sordu
yolcu.
Subay, "Onu da mı bilmiyorsunuz?" diyerek
şaşkınlıktan dudağını ısırdı. "Bağışlayın, açıklamalarım
derli toplu olmuyor, galiba. Özür dilerim. Malum a, bu
izah işini komutan yapardı; ama yeni komutan bunu ihmal
ediyor; fakat böyle önemli bir misafire..." Yolcu her ne
kadar iki eliyle bu iltifatı reddetmeğe çabaladıysa da,
olmadı, subay ısrar ediyordu, "...böyle önemli bir
misafire, bizde hükmün yerine getirilmesine dair bilgi
vermemek... bir yaşıma daha bastım; bu ne biçim..." tam
ağır bir söz söyleyecekti ki, hemen kendini tuttu,
sadece, "haberim yoktu," dedi. "Suç bende değil. Her
neyse, bizdeki ceza usulünü benden daha iyi anlatacak
kimse yoktur kuşkusuz; çünkü burada..." ceketinin iç
cebini gösteriyordu, "Çünkü burada eski komutanımızın
çizdiği, makineyle ilgili planlar var."
"Komutanın kendi planları mı?" diye sordu yolcu.
"Demek her şeyi kendinde toplamıştı, ha? Asker, yargıç,
makinist, kimyager ve layihacı?"
"Evet, her şey
demekti o," dedi subay, başıyla onaylayarak; cam gibi
bakışlarla boşluğu süzüyordu. Sonra dikkatle ellerini
gözden geçirdi; planlara dokunabilecek kadar temiz
değildiler anlaşılan; gidip kovada ellerini yeniden
yıkadı. Derken, deriden yapılmış küçük bir evrak çantası
çıkarıp, "Hükümlerimiz pek şiddetli olmasa gerek," dedi.
"Hangi emre karşı gelmişse hükümlü, gövdesine Tırmıkla
yazılır. Sözgelimi, bu hükümlünün" -subay, adamı
gösteriyordu,- "gövdesine BÜYÜKLERİNE SAYGI GÖSTER! diye
yazılacaktır."
Yolcu adama baktı, subay
kendisini gösterirken, başı eğik, söylenenleri
kaçırmamak için kulak kesilmiş, dinliyordu. Ama,
birbirine sımsıkı yapışmış kalın dudaklarının
kımıldanışından, bir tek sözcük bile anlamadığı
belliydi.
Yolcunun kafasından bir sürü soru
geçiyordu, fakat adamın bu hali karşısında sadece,
"Kararı biliyor mu?" diye sordu. "Hayır" dedi subay;
açıklamalarını sürdürmeğe can atıyordu, fakat yolcu
sözünü kesti. "Giydiği hükümden haberi yok mu bu
adamın?" "Hayır," dedi subay, yeniden; daha dikkatli bir
soru sormasına meydan Vermek istiyormuş gibi, biraz
bekleyip, "Ona bunu bildirmekte mana yok," dedi. "Nasıl
olsa gövdesiyle, bizzat Öğrenecek." Yolcunun cevap
vermeğe niyeti yoktu; fakat mahkumun bakışlarının
kendisine çevrildiğini hissetti; bu bakışlar ona. "Siz
bunları doğru buluyor musunuz?" diye soruyordu sanki.
Yaslandığı iskemlesinden ileri doğru uzanıp başka bir
soru sordu, "Ama hüküm giydiğini biliyordur kuşkusuz?"
"Hayır, onu da bilmiyor,"dedi subay, yolcuya
gülümseyerek; sanki ondan, şaşırtıcı, daha başka sözler
bekliyordu. Yolcu alnını silip, "bilmiyor ha?" dedi.
"Savunmasının fayda etmediğinden de habersiz, desenize."
"Savunma hakkı verilmedi ki," dedi subay; bakışlarını
çevirmiş, yolcuyu, apaçık gerçekleri dinlemenin vereceği
utançtan kurtarmak istermiş gibi, kendi kendine
konuşuyordu. Yolcu, "Ama kendisini savunması için ona
fırsat verilmiş olması gerek." deyip ayağa kalktı.
Subay, makine hakkında bilgi verememek
tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu anlayınca, yolcunun
yanına gelip kolundan tuttu; ve, bütün dikkatin
kendisine çevrildiğini sezdiği için, dimdik duran
hükümlüye doğru eliyle işaret edip -bu sırada asker
zinciri şiddetle çekti- "Mesele şu," dedi. "Ben bu ceza
sömürgesine yargıç tayin edildim; genç olduğum halde;
çünkü bütün ceza işlerinde eski komutanın yardımcısı
bendim ve benim kadar bu makineden anlayan yoktur.
Başlıca kuralım da şudur; Suçtan kuşkulanılamaz. Öbür
mahkemeler bu ilkeye uyamazlar elbette, çünkü türlü
düşüncelerin etkisi altındadırlar; ve onların
kararlarını dikkatle gözden geçiren daha yüksek
mahkemeler vardır. Ama, buradaki durum öyle değil; hiç
olmazsa eski komutanın zamanında öy1e değildi. Yeni
gelenin, benim kararlarıma karışmak istediği oldu,
tabiatıyla, fakat onu bundan uzaklaştırmasını bildim ve
bileceğim. Olayı dinlemek istersiniz herhalde; çok
basit, hepsi gibi. Bu sabah yüzbaşının biri bana,
kendisine hizmetçi tayin edilen bu adamın, kapısının
önünde uyuduğunu, ödev arasında uyuduğunu bildirdi.
Bilirsiniz ya, ödevi her saat vuruşunda ayağa kalkıp,
yüzbaşının kapısına selam vermektir. Çok titizlik
isteyen, gerekli bir ödevdir bu; hem hizmetçi1ik, hem de
nöbetçi1ik etmek zorunda olduğu için daima tetikte
bulunması gerekir. Dün gece yüzbaşı, adamın ödevini
yapıp yapmadığını öğrenmek ister. Saat tam ikiyi
vururken kapıyı açınca, bir be bakar ki adam kıvrılıp
yatmış, uyuyor. Kırbacını kavradığı gibi yüzüne
veriştirir. Adam kalkıp af dileyeceği yerde efendisinin
bacaklarına sarılıp sarsarak "Bırak kırbacı elinden,
yoksa diri diri yerim seni!" diye bağırır. İşte size
delil. Yüzbaşı bir saat önce bana geldi, ifadesini alıp
hükmü ekleyiverdim. Derken suçluyu zincire vurdum.
Mesele gayet basit: Önce adamı çağırıp sorguya
çekseydim, işler çatallaşırdı. Tutar bana bir sürü yalan
uydurur, yalanını yüzüne vursam, bu sefer yeni
yalanlarla, eski yalanlarını savunmaya kalkışırdı; daha
neler neler... Şimdi ise elimdedir, bir yere koyvermem.
Bilmem anlatabildim mi? Ama boşuna zaman yitiriyoruz,
şimdiye kadar başlamamız gerekirdi idam törenine; oysa
ben daha makinenin tanıtılmasını bile bitiremedim."
Yolcuyu iskemlelerine doğru iterek, kendisi de makinenin
yanına gidip başladı :
"Gördüğünüz gibi Tırmığın
biçimiyle insan gövdesi arasında benzerlik vardır; işte
insan gövdesinin yerini tutan Tırmık, bunlar da
bacakları andıran Tırmıklar. Başın yerinde sadece ucu
sivri bir demir bulunmaktadır. Bilmem anlatabildim mi?"
Dostça bir tavırla yolcuya doğru eğildi; en geniş
açıklamalara bile girişmeye hazırdı.
Yolcu
kaşlarını çatmış, tırmığı seyrediyordu. Adli usulün bu
türlüsü hoşuna gitmemişti. Olağanüstü tedbirlerin
alınması ve askeri disiplinin son derece sıkı olması
gereken bir ceza sömürgesinde bulunduğunu unutuyordu
anlaşılan. Subayın dar kafasının anlayacağı, yeni bir
usul -ağır ağır da olsa- yeni bir usul getirmek isteyen,
yeni komutana umut bağlanabileceğini düşünüyordu. Bu
düşünce akışının etkisiyledir ki, "Komutan idam
töreninde bulunacak mı?" diye sordu. Bu doğrudan doğruya
yöneltilen soru karşısında ürkerek, "Belli değil," dedi
subay; yüzündeki dostça ifade kayboluvermişti. "İşte
bunun içindir ki vakit kaybetmemeliyiz. Hiç hoşuma
gitmese de, vereceğim bilgiyi kısa kesmek zorunda
kalacağım. Fakat yarın, makine temizlendikten sonra
-bunun tek sakıncası fazla kirlenmesinde- evet
temizlendikten sonra, bütün ayrıntıları size kısaca
anlatırım. Şimdilik, sadece ilkeler, -Adam yüzükoyun
uzandığı zaman, yatak titremeğe başlayınca, Tırmık,
gövdesinin üzerine doğru indirilir. 0, -iğneleri, adamın
derisine nerdeyse değecek bir halde kendi kendisini ayar
eder; ve dokunma başlar başlamaz, çelik şerit gerilip
sert bir kuşak haline gelir. Derken hükmün ifası başlar.
Cahil bir seyirci cezalar arasında fark gözetmez, Tırmık
tam bir düzenle yapar işini; titrerken, sivri uçları,
yatağın titreşimiyle titreyen gövdenin derisine
saplanır. Asıl hükmün yerine getirilişi seyredilebilsin
diye, Tırmık camdan yapılmıştır. İğnelerin cama
yerleştirilmesi teknik bir mesele arz ediyordu; fakat
birçok denemelerden sonra bu güçlüğü de yendik. Her
güçlüğü göze almıştık iş için. Şimdi herkes camdan
bakıp, gövdenin üzerinde şekillenen yazıyı görebilir.
Birazcık yaklaşıp iğneleri görmek istemez misiniz?"
Yolcu yavaşça ayağa kalktı; makinenin yanına
gidip, Tırmığın üzerine doğru eğildi, "Türlü şekilde
tertiplenmiş iki çeşit iğne vardır," dedi subay, "her
uzun iğnenin yanında bir kısası bulunur. Uzun iğne
yazıyı yazar, kısa iğne ise, yazıyı kirletmesin diye su
fışkırtıp, çıkan kanı temizler. Kanla su karışarak, şu
küçük oluk1ardan bu büyük oluğa geçer, oradan da, bir
boruyla mezarın içine akar." Subay, kanla suyun akış
yolunu parmağıyla çizerek gösteriyor, tasvirin mümkün
olduğu kadar canlı olması için, -akıntıyı önlemek
istermiş gibi-, iki elini borunun ağzında tutuyordu. 0,
bu işle uğraşırken yolcu, başını geri çekip bir elini
arkasında gezdirerek, iskemlesini aradı. Dehşet içinde
bir de baktı ki, hükümlü de subayın çağrısına uyup
gelmiş, Tırmığı yakından seyrederek subayın
hareketlerini izlemekte... Uyuklayan askeri, zinciriyle
sessizce sürüklemişti anlaşılan; camın üzerinden eğilmiş
ileri doğru uzanıyordu. Bu iki efendinin neye baktığını,
kararsız bakışlarla anlamağa çalıştığı, besbelliydi; ama
anlatılanlardan hiçbir şey anlamadığı için, işin içinden
bir türlü çıkamıyor, ordan oraya bakınıp, ikide bir
gözlerini camın üzerinde gezdiriyordu. Belki bu suçtur
diye, yolcu onu uzaklaştırmak istedi. Fakat subay, bir
eliyle yolcuyu sımsıkı tutarak, öbür eliyle toprak
yığınından bir kesek alıp, askere fırlattı. Asker
irkilerek gözlerini açtı; hükümlünün nasıl böyle bir
şeye cüret ettiğini görür görmez tüfeğini bırakıp,
ökçelerini toprağa sımsıkı bastırarak, adamı gerisin
geri çekmeğe başladı. Sendeleyerek düştüğü için, yerde
yuvarlanıp zincirlerini şakırdatan hükümlüyü küçümseyen
bakışlarla seyrediyordu. "Ayağa kaldır şunu!" diye
haykırdı subay; suçlunun, yolcunun dikkatini kendi
üzerine çektiğini fark etmişti. Nitekim yolcu, Tırmığın
üzerinden ileri doğru uzanmış, ne yapıldığını görmek
için dikkatle bakıyordu. Tekrar, "Adama göz kulak ol!"
diye bağırdı. Ve makinenin yanından ayrılıp suçluyu
kollarının altından kavrayarak, askerin yardımı ile
ayağa kaldırdı; fakat ayakları tutmaz olmuştu, adamın.
Subay döndüğü zaman, "Hepsini gördüm artık,"
dedi yolcu. "Asıl en önemli şeyi görmediniz" dedi
beriki; yolcunun kolundan tutup yukarı doğru işaret
etti. "Nakkaştadır, Tırmığın hareketlerini yöneten dişli
çarklar ve bütün bu makine sistemi, hükmün gerektirdiği
yazıya göre ayar edilir. Ben hala eski komutanın çizdiği
planları kullanıyorum, işte bakın." -deri çantadan
birkaç kağıt çıkardı- "elinize veremeyeceğim için af
buyurun, benim varım yoğumdur bu kağıtlar. Siz şöyle
oturun, ben kağıtları önünüze tutarım, siz de birer
birer, iyice görürsünüz." Birinci kağıdı açtı. Yolcu
beğendiğini anlatan bir şeyler söylemek istiyordu, fakat
bütün gördüğü, arap saçı gibi karışık, ordan burdan
kesişen çizgilerden ibaretti, kağıdın yüzündeki boş
yerleri bile fark ettirmeyecek kadar sıktı, bu çizgiler.
"Okuyun," dedi subay. "Okuyamıyorum," dedi yolcu. "Ama
oldukça okunaklı" dedi subay. "Evet, çok ustaca
yazılmış." dedi yolcu, kaçamaklı bir dille, "fakat bir
türlü sökemiyorum." Kağıdı kaldırıp, "Evet" dedi subay
gülerek, "okul çocukları okusun diye yazılmadı bu. Uzun
boylu incelemek ister. Çalışsanız, eminim ki, siz de bir
gün okuyabilirsiniz. Elbette ki yazı o kadar basit
olamaz; adamı derhal öldürmek için hazırlanmadı bu;
aradan, ortalama, on iki saat geçmesi gerek; altıncı
saat dönüm noktası sayılır. İşte bunun içindir ki, asıl
yazı sayısız süslerle çevrilmiş olup, sadece dar bir
kuşak içinde gövdeyi dolanır; gövdenin geri kalan kısmı
süslemeye ayrılır. Tırmığın ve bütün aletin başardığı
işi, bilmem şimdi takdir edebiliyor musunuz? Bakın!"
Merdivene çıkarak, tekerleğin birini çevirip, aşağıya
bağırdı: "Dikkat, yana çekilin!" Ve makine çalışmağa
başladı. Bir de tekerlek gıcırtısı olmasaydı, diyecek
yoktu. Subay tekerleğin çıkardığı gürültüye şaşırmış
gibi, yumruğunu salladı; ve yolcudan özür dilercesine
kollarını açıp, makinenin çalışmasını aşağıdan seyretmek
üzere, merdivenden indi. Makinede aksayan bir yer vardı,
kendisinden başka kimse anlayamazdı bunu; yine yukarı
çıkıp, iki eliyle, Nakkaşın içinde bir şeyler aradı;
sonra, çabucak inmek için, merdivene aldırmadan, demir
çubukların birine tutunup, aşağı kaydı ve gürültüye
karşın sesini duyurabilmek için, yolcunun kulağına, var
gücüyle bağırdı: "Görebiliyor musunuz? Tırmık yazmağa
başlıyor; sırta yazılan birinci kısım bitince, ham pamuk
tabakası hareket edip, gövdeyi yavaşça döndürerek,
Tırmığa taze bir zemin hazırlar. Bu sırada, gövdenin
yazılan kısmı kani emip harfleri ikinci bir defa
oyulabilir duruma getiren ve özellikle bu iş için
hazırlanmış olan ham pamuğun üzerindedir. Tırmığın
kenarındaki şu dişler, gövde dönerken, yaralara yapışan
pamuk parçalarını koparıp mezarın içine atarak, Tırmığa
çalışma olanağı sağlar. Tırmık bu şekilde yazıyı
gittikçe derinleştirerek, tam on iki saat durmadan
çalışır. İlk altı saat boyunca hükümlü henüz eskisi gibi
sağdır; sadece acı duyar. İki saat sonra da keçe tıkaç
ağzından çıkarılır, çünkü bağırmağa gücü yetmez artık.
Yatağın başucundaki elektrikle ısınan şu leğene biraz,
sıcak pirinç suyu konur; hükümlü, canı çekerse, istediği
kadar, dilinin el verdiği kadar bu sudan içebilir.
Hiçbiri kaçırmaz bu fırsatı. Henüz kaçıranı görmedim ve
şimdiye kadar pek çok kimse geçti elimden. Yalnız
altıncı saattedir ki adam bütün iştahını kaybeder. Ve
ben çoğu zaman tam o sırada, buraya diz çöküp seyre
koyulurum. Adam son lokmasını binde bir yutar; ağzının
içinde evirir çevirir sonra mezarın içine tükürür. Hemen
geri çekilirim; yüzüme tükürür yoksa. Ama öyle bir
durulur ki, altıncı saatte! En aptallarının bile, o anda
içine aydınlık doğar. Bu aydınlık önce gözlerin
çevresinde belirir; derken, yayılır. 0 anda öyle bir
büyü vardır ki, insanın Tırmığın altına yatası gelir.
Ondan sonra artık fazla bir şey olmaz; adam yazının
anlamını anlamağa başlar; dinliyormuş gibi dudaklarını
büzer. Yazıyı gözle okuyup çözmenin ne denli güç
olduğunu demin gördünüz; fakat bizimki onu yaralarıyla
çözer. Kuşkusuz, çok zor bir iş; okuyup bitirebilmesi
için altı saat daha ister o zamana kadar Tırmık
hakkından gelip, mezarın içine atar; adam, kanlı su ile
ham pamuğun üstüne yuvarlanır. Artık hüküm yerine
getirilmiş demektir; gömme işini de biz, askerle ben,
yaparız."
Yolcu, kulağını subaya vermiş, elleri
ceketinin ceplerinde, makinenin işleyişini seyrediyordu.
Hükümlü de seyrediyordu, ama hiç bir şey anlamadan.
Biraz öne doğru eğilip, hareket eden iğnelere merakla
bakarken asker, subaydan aldığı bir işaret üzerine,
bıçağıyla, gömleğini ve pantolonunu arkasından kesip
yırtıverdi; adam kesilen paçaları, yere düşerken,
yakalayıp çıplak yerini örtmek istedi, fakat asker
kendini tuttuğu gibi havaya kaldırarak, giysisinin geri
kalan kısmını da silkeleyip attı. Subay, makineyi
durdurdu; ve bu ani sessizlikte adam, Tırmığın altına
yatırıldı. Zincirler çözülüp yerine kayışlar bağlandı.
İlkin rahatlar gibi oldu, adam. Derken Tırmık biraz daha
indirildi; zayıf bir adamdı çünkü. İğnelerin uçları
değer değmez, derisine bir ürperme yayıldı; asker, sağ
elini kayışa bağlarken, sol elini bir rastlantıyla
yolcunun bulunduğu yere doğru, şiddetle savurdu. Subay,
idam usulünün yolcunun üzerinde bıraktığı etkiyi -kısaca
da olsa, bu kendisine açıklanmışı- etkiyi yüzünden
okumak istiyormuş gibi, yan gözle boyuna onu
seyrediyordu.
Bilek kayışı koptu; asker pek
fazla sıkmıştı anlaşılan. Subay işe karışmak zorunda
kaldı; asker kopan kayış parçasını gösterdi. Subay
yanına gidip -yüzü hala yolcudan yanaydı- "Çok karışık
bir makinedir bu," dedi, "İkide bir arıza yapar, ya bir
şey kırılır, ya da bir şey kopar; ama bir pire için
yorgan yakılmaz elbet. Sözgelimi, bu kayış meselesini
halletmek işten bile değildir; onun yerine zincir
kullanacağım; gerçi sağ kola rastlayan titreşimlerin
duyarlılığı biraz bozulacak ama zararı yok." Zinciri
bağlarken ekledi: "Makine için ayrılan tahsisat son
derece azaldı. Eski komutanın zamanında, serbestçe
kullanabileceğim bir miktar para ayrılırdı. İçinde her
çeşit yedek parçaların bulunduğu bir de ardiye vardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse; adeta israf edercesine
kullanırdım bu parçaları; o zamanlar tabii; yeni
komutanın ikide bir bahane bulup, eski usullerimizi
kötülediği bugünkü günde değil. makinenin para
tahsisatını kendi üzerine aldı; şimdi yeni bir kayış
istetsem, delil olarak eski kopuk kayışı görmek
istiyorlar; yeni kayışın gelmesi için de aradan en az on
gün geçmesi gerek; o da doğru dürüst bir şey olsa bari.
"İyi ama, makineyi kayışsız nasıl çalıştırsın bu adam?"
diye soran olmuyor."
Yolcu düşünüyordu;
başkalarının işine karışmak çok can sıkıcı bir şeydir.
Kendisi ne sömürgeliydi, ne de sömürgenin bağlı olduğu
devletin vatandaşı. Bu türlü idam usulünü doğru
bulmadığını söylese, ya da bizzat engel olmağa kalkışsa,
ona, "Sen yabancısın, kendi işine bak!" diyebilirdi. Ve
buna hiçbir cevap veremez, ancak, bu işe hayret
ettiğini, kendisinin sadece gözlemci olarak geldiğini,
başka milletlerin adliye örgütlerinde değişiklikler
yapmak niyetinde olmadığını söyleyebilirdi. Gelgelelim,
kendisini tutamıyordu. Usuldeki adaletsizlik, hükümdeki
insaniyetsizlik ortadaydı ve kimse kalkıp ta onun bu
işte bir çıkarı olduğunu iddia edemezdi; çünkü hükümlü
yabancının biriydi; vatandaşı olmadığı gibi, adamı
sevimli bulmuş filan da değildi. Yüksek makamlardan
aldığı tavsiye mektupları vardı yanında; burada son
derece nezaketle karşılanmıştı; ve bu idam törenine
çağırılması, düşüncelerinin saygı göreceğine bir belirti
sayılabilirdi. Hele komutanın, bu usulden yana olmadığı
-demin bunu kulağıyla işitmişti- subaya karşı adeta
düşmanca bir tavır takındığı da hesaba katılınca, işler
daha bir kolaylaşıyordu.
Yolcu tam o sırada
subayın öfkeyle bağırdığını işitti.
Subay, keçe
tıkacı hükümlünün ağzına daha yeni güç bela sokmuştu ki,
adam, bastırılmaz bir bulantının zoruyla, gözlerini
yumup kusmağa başladı. Subay, çabucak onu tıkaçtan
uzaklaştırıp başını mezara doğru çekti; ama geç
kalmıştı, adamın ağzından boşananlar makinenin her
yanına bu1aşıyordu. "Bütün suç bu komutanda!" diye
bağırdı subay, önündeki pirinç çubukları deli gibi
sarsalıyordu, "şu pisliğe bakın, ahıra döndü makine."
Titreyen e1leriyle yolcuya, olanları gösteriyordu.
"Saatlerce dil döktüm komutana, suçlu idamdan önce bütün
gün hiçbir şey yemesin diye. Fakat yeni ve yumuşak
yasamız bunu doğru bulmuyor, komutanın hanımları, adama,
öbür dünyaya göçmeden önce, tıka-basa şekerleme
yediriyorlar. Ömrü kokmuş balık yemekle geçen bir adama
şekerleme yedirilir mi hiç! Bunlar neyse; ama neden bana
yeni bir tıkaç göndermezler, bilmem ki; üç aydır
istemekten dilimde tüy bitti. Yüzlerce kişinin, can
çekişirken salyaları aka aka kemirdiği keçe tıkacı,
ağzına alınca nasıl içi bu1anmaz insanın?"
Hükümlü, başı yerde, sessizce beklerken. Asker
yırtık gömleğiyle makineyi temizliyordu. Subay, yolcuya
doğru ilerledi; belirsiz bir ön seziyle bir adım geri
atan yolcuyu kolundan tutup bir yana çekti "Sizinle
biraz, özel konuşmak istiyorum," dedi "Mümkün mü?"
"Tabii," dedi yolcu; gözlerini yere indirip dinlemeye
başladı.
"Şu anda görüp takdir etmek fırsatı
elinizde olan bu idam usulüne açıktan açığa taraftarlık
edebilecek kimse kalmadı sömürgemizde. Tek taraftarı
benim; ben eski Komutanın kurduğu geleneğin de tek
taraftarıyım, aynı zamanda. Bu usulün uygulama alanını
genişletecek durumda değilim artık; bütün gücümü,
büsbütün ortadan kalkmaması için harcıyorum. Eski
Komutanın sağlığında sömürge, onun taraftarları ile
doluydu; ondaki azim bende de var bir dereceye kadar,
ama gücünün zerresi bile yok; bu yüzden bütün
taraftarlar ortadan kayboldular; gerçi bunların çoğu
hala buradadır, fakat hiç biri kendisini açığa vurmak
istemez. Bugün, yani idam günü, çay-evine gidip
anlatılanları dinleseniz, belki sadece bir takım
belirsiz söz1er işitmiş olursunuz. Bizim
taraftarlarımızdır onlar; fakat şimdiki komutanın
yönetimi altında işime yaramazlar ki. Sorarım size: Bu
Komutanla onu etkileyen kadınların yüzünden böyle bir
eser, böyle ömürlük bir eser -makineyi gösteriyordu-
heba mı olsun? Buna göz yumulur mu? Birkaç gün kalmak
için adamıza gelen bir yabancı bile buna göz yumabilir
mi hiç? Fakat kaybedecek vaktimiz yok, her an bir darbe
indirebilirler yargıçlar ödevimize; beni aralarına
almadan, toplantılar yapılıyor. Komutanın dairesinde;
sizin bugün buraya gelişiniz bile bana anlamlı
görünüyor; ne alçaktır onlar! Sizi araç olarak
kullanıyorlar; sizi, adamıza gelen bir yabancıyı. Şimdi
nerde o eski idamlar! Törenden bir gün önce vadi tıklım
tıklım dolardı; sadece seyre gelirdi herkes; sabahın
erken saatinde Komutan hanımlarıyla görünür; çalınan
borularla bütün ahali coşup taşardı; derken her şeyin
hazır olduğunu bildirdim; yüksek memurlar -kimin haddine
düşmüştü törende bulunmamak- evet, yüksek memurlar,
makinenin çevresinde yer alırlardı; şu gördüğünüz hasır
iskemle yığını, o devrin yürekler acısı bir hatırasından
başka bir şey değildir. Makine iyice temizlenip
parlatılırdı, diyebilirim ki, her idam töreni için
yepyeni parçalar kullanırdım. Komutan, yüzlerce
seyircinin önünde, hükümlüyü kendi eliyle -bu arada
herkes ayağının ucuna basıp yükselerek, hiçbir şeyi
gözden kaçırmamağa çalışırdı- evet, hükümlüyü kendi
eliyle, Tırmığın altına yatırırdı. Bugün sıradan bir
askere gösterilen iş vaktiyle benim işimdi, baş yargıcın
işiydi; ve bana şeref verirdi bu. Derken, idam töreni
başlardı! Makinenin işleyişine engel olan, ahenksiz
gürültüler duyamazdınız o zamanlar. Bir çok kimseler,
kumların üzerinde uzanıp, gözleri kapalı dinlemeyi,
seyretmeye tercih ederlerdi; herkes bilirdi ki, adalet
yerini bulmaktadır. Keçe tıkaçla yarı yarıya boğulan
hükümlünün ah''larından başka kimse bir şey işitemezdi,
o sessizlikte. Son günlerde makine kimseye, tıkacın
boğamayacağı derecede güçlü bir ah çektiremez oldu; o
yazıyı yazan iğnelerin uçlarından ekşi bir sıvı
damlardı; bugün bize yasaktır bu sıvıyı kullanmak.
Neyse, derken altıncı saat gelirdi! Yakından görmek
isteyen herkesin isteğini yerine getirmek mümkün
değildi. Komutan tam bir anlayışla, önce çocukların
görmelerini doğru bulurdu; bendeniz tabii ödevim gereği
her zaman yakında bulunmak imtiyazına sahiptim, iki
kolumda iki küçük çocuk, çömelip seyrederdim. Acı çeken
adamın yüzündeki o değişen ifadeyi nasıl da içimize
sindirirdik; ve sonunda yerine getirilen adaletin o
yanıp sönen ışığıyla nasıl da yıkardık yanaklarımızı! Ne
günlerdi o günler dostum?" Belli ki subay unutmuştu kime
hitap ettiğini; yolcuyu kucaklayıp başını omzuna koydu.
Yolcu fena halde sıkılarak, subayın başının üzerinden
bakmağa başladı. Asker temizlik işini bitirmiş, bir
kaptan leğene pirinç suyu boşatıyordu. Kendine geldiği
anlaşılan hükümlü bunu görür görmez, diliyle uzanmak
istedi. Fakat pirinç suyu daha sonrası için konduğundan,
asker bir türlü bırakmıyordu; ama kirli leğene
daldırarak -hükümlü istekle bakarken- yudum yudum içmesi
de aynı derecede uygunsuz bir hareketti.
Subay
çabucak kendini topladı. "Sizi rahatsız etmek
istememiştim," dedi. "0 günlere kimseyi inandıramazsınız
artık. Neyse ki, makine hala işliyor ve hala etkili
olabilmekte; bu vadide böyle yalnız başına durduğu halde
etkili olabilmekte. Artık eskisi gibi yüzlerce insan
çevresine üşüşmüyorsa da, makine yine cesedi son derece
bir incelikle mezara göndermesini biliyor. O zamanlar
mezarı sağlam bir çitle çevirmek zorunda kalmıştık;
şimdi o çitin yerinde yeller esiyor."
Yolcu
başını çevirip şöyle bir bakındı. Subay sandı ki, yolcu
vadinin hüzünlü yalnızlığını düşünüyor; ellerinden
tuttuğu gibi -gözleri gözleriyle karşılaşsın diye-
kendisinden yana çevirerek, sordu: "Şu yüz kızartıcı
manzarayı görüyorsunuz değil mi?" Fakat yolcu bir şey
demedi. Subay, onu bir süre rahat bıraktı; bacaklarını
ayırmış, elleri kalçalarında, dimdik durarak yere
bakıyordu. Derken, teşvik edercesine yolcuya
gülümseyerek, dedi ki: "Dün Komutan çağrıyı size
verirken yanı başınızdaydım. Gözlerimle gördüm. Komutanı
bilirim. Hemen sezdim maksadını. Gerçi bana karşı
tedbirler alacak derecede güçlüdür ama, böyle bir şeyi
göze alamaz henüz; fakat sizin kararınızı, yani ünlü bir
yabancının kararını, bana karşı kullanmak niyetinde
olduğu besbelli. Dikkatle hesap etmiştir: Bu sizin adada
ikinci gününüz, eski Komutanı ve onun usullerini
biliyorsunuz, kafanız Avrupa''ya özgü bir düşünüş
yöntemine göre işler, belki ilke olarak idam cezasının,
özellikle bu türlü ölüm makinelerinin, genel olarak
aleyhindesinizdir sonra, halkın bu idam usulünden yana
olmadığını -eskiyip yıpranmış bir makineyle yapılan
bayağı bir törenden başka nedir ki bu-, evet, bu idam
usulünden yana olmadığını da göreceksiniz; şimdi bütün
bunları hesaba katarsak, benim usullerimi (Komutanın
fikrince tabii) doğru bulmamanız mümkün değil midir?
Doğru bulmayınca da, düşündüğünüzü gizlemezsiniz, (hala
Komutanın açısından bakarak konuşuyorum), çünkü siz,
kendi deneyleriy1e vardığı sonuçlardan emin olan bir
adamsınız. Gerçi, nice ulusların acayipliklerini görüp
anlayış göstermesini bilmiş olduğunuz için, bizim
usullerimize karşı sonuna kadar cephe almanız
beklenemez; kendi ülkenizde olsa belki. Ama Komutanın
buna ihtiyacı yoktur ki. Şöyle bir çıtlatmak yeter.
Bunun, kendi düşüncemiz olması da gerekmez; maksadı
uğruna kullanılabilir mi? Tamam. Kurnazca sorularla
ağzınızdan laf alacaktır, eminim. Hanımları sizi ortaya
alıp, kulak kesilecekler; şöyle bir şey söylemeniz
mümkündür; pekala: "Bizim orda adaletin yerine
getirilmesi başka türlü olur", ya da, "Bizim orda
hükümlüye, hüküm giymeden önce, kendisini savunması için
fırsat verilir", ya da, "Biz işkence usulünü daha
orta-çağda bırakmıştık." Bütün bu sözler size tabii
gelebileceği kadar, doğrudur da; aslında, benim
usullerimi hiçbir hükme bağlamayan, birer zararsız
sözdür bunlar. Ama böyle düşünmez ki Komutan!
iskemlesini yana iterek, balkona fırlayışını, arkasından
hanımlarının koşuşunu görür gibiyim, sesini işitiyorum
nerdeyse -hanımları onun sesini gök gürültüsüne
benzetirler-, evet, şöy1e diyor: "Yeryüzünün bütün
ülkelerindeki ceza usullerini incelemek için gönderilen
ünlü bir batılı uzman, demin, adaletin yerine
getirilmesinde uyguladığımız eski usulün insanlığa
aykırı olduğunu söyledi. Böyle bir kişi böyle bir hükme
vardıktan sonra, bu eski usullerin kullanılmasına izin
veremem artık. Bugünden sonra kararım şudur ki" v.b.
Araya girip böyle bir şey demediğinizi, usullerim için
"insanlığa aykırı" gibi bir sıfat kul1anmadığınızı,
tersine, derin deneylerinizin sizi, bu usullerin son
derece insani ve insanlık onuruna son derece uygun
olduğu sonucuna götürdüğünü, makineyi çok beğendiğinizi
söylemek isteyebilirsiniz; ama iş işten geçmiştir;
hanımlarla dolu olduğu için balkona geçemezsiniz;
dikkati üzerinize çekmeğe uğraşabilirsiniz; bağırmak
isteyebilirsiniz; fakat hanımın biri, eliyle ağzınızı
kapatıverir; artık eski Komutanla ikimiz, mahvolduk
demektir."
Yolcu az kalsın gülüverecekti; o
kadar güç sandığı iş, bu kadar kolaydı demek. Kaçamaklı
bir dille dedi ki: "Benim hükmüme pek fazla değer
veriyorsunuz;Komutan tavsiye mektuplarımı okudu, ceza
usulü üzerine uzman olmadığımı bilir. Düşüncemi
söyleyecek olursam, basbayağı bir kimse olarak söylerim
ki, bu herhangi bir kimseninkinden daha etkili olmaz; ve
anladığıma göre, bu sömürgede geniş çapta gücü olan
Komutanın düşüncesinden, çok daha az etkilidir benim
düşüncem. Usulünüze karşı takındığı tavır, dediğiniz
gibi, kesin olarak, düşmanca ise, korkarım geleneğinizin
sonu yak1aşmıştır; benim önemsiz yardımıma bile gerek
kalmıyor."
Artık anlamış mıydı subay? Hayır,
anlamamıştı hala. Başını şiddetle salladı; pirinç
suyundan uzak duran hükümlü ise askere çabucak bir göz
atıp, yolcuya yaklaşarak, yüzüne bakmadan, ceketindeki
bir noktaya gözlerini dikip, deminkinden daha yavaş bir
sesle dedi ki:
"Siz Komutanı tanımıyorsunuz;
kendinizi -bağışlayın- bize göre bir çeşit yabancı
yerine koyuyorsunuz; fakat, inanın bana, hükmünüze pek
fazla değer verilemez. İdam töreninde yalnız
bulunacağınızı işittiğim zaman, sevinmiştim sadece.
Komutan bunu bana bir darbe olarak hazırlamıştı, ama ben
onu kendi yararıma kullanacağım. Kimse kulağınıza yalan
bir şey fısıldayıp, kaş göz işaretleriyle aklınızı
çelmeden -ki tören kalabalık olduğu zaman kaçınılmaz bu
gibi şeylerden- evet, aklınızı çelmeden, açıklamamı
dinlediniz, makineyi gördünüz ve biraz sonra da idam
törenini seyredeceksiniz. Şimdiden hükmünüzü
vermişsinizdir, kuşkusuz, hala zihninizi kurcalayan ufak
tefek şeyler varsa, töreni görünce bunlar da
kaybolacaktır. Sizden şimdi şunu rica ediyorum: Komutana
karşı bana yardım ediniz!" Yolcu hemen sözünü kesip,
"Nasıl olur?" diye bağırdı, "İmkansız bir şey bu. Ne
yardım edebilirim size, ne de engel olabilirim. Burada
hiçbir şey gelmez elimden!" "Gelir!" dedi subay. Yolcu,
subayın yumruklarını sıktığını, adeta korku içinde
gördü. Daha ısrarlı bir tavırla: "Gelir!" diye yineledi
subay. "Parlak bir düşüncem var. Siz, hükmünüzün etkisiz
kalacağına inanıyorsunuz. Bense, etkili olacağına
inanıyorum. Diyebilirim ki haklısınız; peki, bu
geleneğin korunması için, etkisiz olana bile başvurmak
gerekmez mi? Öyleyse düşüncemi dinleyin. Sizin
yapacağınız ilk gerekli şey; bu gördüklerinize dair
verdiğiniz hüküm konusunda elinizden geldiği kadar bir
şey söylememek. Size doğrudan doğruya bir şey
sorulmadıkça, ağzınızı açmamalısınız; söyledikleriniz de
kısa ve genel olsun; öy1e davranın ki, sorunu
tartışmamayı yeğlediğiniz artık tahammülünüzün
kalmadığı, ağzınızı açacak olursanız çok sert bir dil
kullanacağınız, anlaşılıversin. Size yalan söylemiyorum,
haşa; sadece, kısa cevaplar verin; sözgelimi, "Evet,
törende bulundum," yada, "Evet, anlattılar" gibi. İşte
bu kadar.
"Göstereceğiniz her türlü sabırsızlığa
yeter derecede neden bulunabilir, sizin için; gerçi
Komutan buna başka türlü anlam verir, ama zararı yok.
Kuşkusuz o, maksadınızı yanlış anlayıp kendi keyfine
göre yorumlayacaktır ki, benim tasarım da bununla
ilgili: Yarın Komutanın dairesinde, bütün memurların
katılacağı bir toplantı yapılacak; başkan: Komutan. Bu
toplantıları halkın da seyretmesine neden olacak soyda
bir adamdır o. Seyircilerle, her zaman tıklım tıklım
dolu olan bir çıkıntılı saçak yaptırırdı. Bu
toplantılara katılmak için beni de zorluyorlar, ama içim
bulanıyor her seferinde! Neyse, siz bu toplantıya
kesinlikle çağrılacaksınız, hele bugün size söylediğim
gibi hareket ederseniz, bu çağrı önemli bir dilek haline
gelir, yok anlaşılmaz bir nedenden dolayı
çağrılmazsanız, siz kendiniz bir çağrı isteyin; mutlaka
alırsınız. Demek yarın, Komutanın locasında hanımlarla
oturuyorsunuz? Orada bulunduğunuzdan emin olmak için o,
boyuna yukarı bakıyor. Yalnız dinleyicileri etkilemek
için gündeme alınan birtakım saçma sapan, gülünç
şey1erden sonra -bunların çoğu liman işleridir, sadece
liman iş1eri!- Evet, bu gülünç şeylerden sonra, sıra
bizim ceza usulünün tartışılmasına gelir. Komutan
meseleyi sunmazsa, yada vaktinde sunmazsa, gereğine
bakarım. Hemen ayağa kalkıp, bugünkü idam töreninin
yapıldığını bildiririm. Kısaca, tek tümceyle. Bu olağan
bir şey değil, ama ben böyle demeç vermesini de bilirim.
Komutan her zamanki gibi, dostça gülümsemeyle bana
teşekkür eder, derken kendini tutamaz, arayıp da
bulamadığı fırsat eline geçmiştir artık. "Şimdi
bildirildiğine göre" diyecektir, yada buna benzer bir
şeyler, "Bir idam töreni yapılmış. Şunu da söylemek
isterim ki, bu töreni, gelişiyle sömürgemizi son derece
onurlandıran ünlü araştırıcı da seyretmiştir.
Toplantımızın bugünkü oturumunda bulunması, bu olayı
daha bir önemli kılmakta. Şimdi ünlü araştırıcıdan,
gelenekli idam usulümüz ve idamdan önceki aşamalar
üzerinde verdiği hükmü bize bildirmesin rica etsek nasıl
olur?" Tabii alabildiğine bir alkış tufanı ve gene bir
onaylama; benim istediğim de bu zaten. Sonra, Komutan
sizi başıyla selamlayıp şöy1e diyecektir: "Öyleyse,
burada toplananlar adına, sizden rica ediyorum." Ve siz,
locanın önüne doğru ilerlersiniz. Ellerinizi herkesin
görebileceği bir yere dayayın, yoksa hanımlar kapıp,
parmaklarınızı sıkarlar. Derken, artık konuşabilirsiniz.
Bilmiyorum, bu anı beklerken duyacağım heyecana nasıl
dayanabileceğim. Sakın, konuşurken kendinizi sıkmayın,
gerçeği yüksek sesle bağırın; hükmünüzü, sarsılmaz
inancınızı Komutanın yüzüne doğru haykırın. Fakat,
huyunuza uygun olmadığı için, belki böyle bir şey yapmak
hoşunuza gitmez, belki de bunlar sizin orada başka türlü
yapılır; ama zararı yok; etkisinden bir şey kaybetmez,
ayağa kalkmadan birkaç söz söyleyin, hatta fısıldasanız
da olur; altınızda oturan memurlar işitsin, yeter;
halkın bu usule taraftar olmadığından gıcırdayan
tekerlekten, kopuk kayıştan, kirli keçe tıkaçtan söz
açmanıza da gerek yok; hayır, onları bana bırakın; şu
sözüme inanın ki, suçlamalarım, onu toplantı sonundan
dışarı atmasa bile, dize getirip, "Ey eski Komutan,
önünde saygıyla eğiliyorum!" dedirtecektir. İşte
düşüncemi söyledim; bana bu işte yardım edecek misiniz?
Bunu istiyorsunuz tabii; hem, yapmak zorundasınız da."
Subay, yolcuyu iki kolundan tutup, çabuk çabuk
soluyarak, gözlerinin içine baktı. Son sözü öyle yüksek
bir sesle bağırmıştı ki, askerle hükümlü korkudan
sıçrayarak kulak kesilmişti; tek sözcük anlamadıkları
halde, yemeği yarıda bırakmış, yolcuya bakıyor, bir
yandan da ağızlarındaki lokmayı çiğniyorlardı.
Yolcu, vereceği cevabı daha başlangıçta
hazırlanmıştı; tereddüt etmiyordu, çok şeyler görüp
geçirmişti hayatında; saygı değer bir kimseydi ve hiçbir
şeyden korkusu yoktu. Ama hükümlü ile askere bakıp, bir
an duraladı. Bir şey söylemesi gerekti; sonunda,
"Hayır," dedi. Subayın gözleri birkaç defa kırpıştı;
fakat bakışlarını yolcunun üzerinden ayırmadı.
"Açıklamamı ister misiniz?" diye sordu yolcu. Subay,
evet der gibi, sessizce başını salladı. Bunun üzerine,
"Usulünüzü doğru bulmuyorum," dedi yolcu. "Bana
sırrınızı açmadan önce bile -sırrınızı hiçbir zaman
açığa vurmayacağıma emin olabilirsiniz- evet, daha
başlangıçta, acaba bu işe karışmak bana düşer mi,
karışırsam, ufacık ta olsa bir başarı elde edebilir
miyim, diye kendi kendime sormuştum. Kime yönelmem
gerektiğini öğrendim artık: Komutana, tabiatiyle. Siz
bunu çok iyi belirttiniz; fakat kararımı daha fazla
güçlendirmiş değilsiniz; tersine içten inancınız beni
çok duygulandırdı, ama düşüncemi etkilemez bu."
Subay, sesini çıkarmadı; makineye döndü; pirinç
çubuğun birini sıkıca kavrayıp, her şeyin yerli yerinde
, o1up olmadığını anlamak istercesine geriye doğru
yaslanarak, Nakkaşı gözden geçirdi. Askerle hükümlü
anlaşmış gibiydi; kayışlarla sımsıkı bağlandığı için güç
bela kımıldadığı halde hükümlü, işmarla askere bir
şey1er anlatıyordu; üzerine doğru eğilince, kulağına ne
fısıldadıysa, asker evet der gibi başını salladı.
Yolcu, subayın yanına gidip dedi ki: "Niyetimin
ne olduğunu henüz bilmiyorsunuz. Usulünüz hakkında ne
düşündüğümü Komutana söyleyeceğim, elbette; fakat genel
bir toplantıda filan değil, özel olarak; burada fazlaca
kalacak değilim zaten, herhangi bir toplantıda bulunmam
olanaksız; yarın sabah erkenden uzaklara gidiyorum;
hemen yola çıkmasam bile, artık gemimde olurum."
Subay, söylenenleri dinler görünmüyordu. Kendi
kendine, "Demek usulümüzü inandırıcı bulmadınız?" dedi;
ve, çocukça bir şeye gülümseyen, fakat bu gülümseme
gerisinde kendi düşüncelerini sürdüren ihtiyarlar gibi
gülümsedi. "Öyleyse zamanı geldi artık." dedi sonunda ve
parlak gözleriyle birdenbire yolcuya baktı; biraz meydan
okuyan, biraz da, yardım için yalvaran bir ifade vardı
bu gözlerde. "Neyin zamanı geldi?" diye sordu yolcu
huylanarak; fakat cevap alamadı.
Subay, yerli
diliyle: "Serbestsin!" dedi hükümlüye. Adam, ilkin
inanamadı. "Evet, serbestsin artık!" dedi subay.
Hükümlünün yüzünde ilk defa olarak gerçek bir canlılık
uyanmaya başladı. Doğru muydu? Yoksa bu, yine değişmesi
mümkün olan, subayın geçici bir isteğinden mi ibaretti?
Yoksa yabancı mı yalvarmıştı bağışlanması için? Neydi
bu? İnsan, bu soruları hükümlünün yüzünden okuyabilirdi.
Fakat fazla devam etmedi. Ne olursa olsun, gerçekten
serbest olmak istiyordu; Tırmığın e1verdiği ölçüde
çabalamağa başladı.
"Kayışlarımı koparacaksın,"
diye bağırdı subay, "rahat dur! Şimdi çözeriz."
Kendisine yardım etmesi için askere işaret edip, işe
koyuldu. Hükümlü kendi kendine gülüyordu. Yüzünü, bir
subaydan yana, bir askerden yana çeviriyor, yolcuyu da
ihmal etmiyordu.
"Dışarı çek şunu" diye emretti
subay. Üst yanda Tırmık bulunduğu için, biraz özen
isteyen bir işti bu. Nitekim hükümlü sabırsızlanıp
çırpındığı için sırtı yer yer tırmalanmıştı.
Subayın, artık hüküm1üye pek a1dırdığı yoktu.
Yolcunun yanına gelip, cebinden küçük deri çantayı
çıkardı; kağıtları karıştırarak, içinden aradığını bulup
yolcuya gösterdi, "Okuyun!" dedi. "Okuyamam," dedi
yolcu, "söyledim size, bu yazılardan bir şey
anlamadığımı. "Yakından bakmaya ça1ışın." dedi subay ve
birlikte okuyabilmek için yolcunun yanına sokuldu. Fakat
bu da yarar sağlamayınca, yolcunun, yazıyı izleyebilmesi
için serçe parmağını kağıdın üzerinde, değdirmeden
-sanki kağıdın yüzünü, temasıyla kirletmeye cesaret
edemiyormuş gibi- parmağını değdirmeden gezdirerek,
yazının ana hatlarını çizdi. Yolcu, hiç olmazsa, bu işte
subayı memnun etmek için çaba gösterdi, fakat bir türlü
sökemiyordu: "ADİL OL!~ diye yazılı orada," dedi. "Artık
okuyabilirsiniz tabii." Yolcu, kağıdın üzerine öyle
eğilmişti ki, subay, elini sürer diye korkarak, hemen
geri çekti; yolcu bir şey söylemedi, ama yazıyı hala
sökemediği besbelliydi. "Adi1 ol! yazılı orada." diye
tekrar etti subay. "Be1ki." dedi yolcu, "inanıyorum
size." "Peki, öyleyse," dedi subay; hiç olmazsa biraz
tatmin o1muştu; merdivene çıktı; kağıdı dikkatle
Nakkaşın içine yerleştirdi; bütün dişli çarkları yeni
baştan düzenleniyor gibiydi; belki dışarıdan görünmeyen,
son derece küçük tekerleklerin de gözden geçirilmesini
gerektiren, zahmetli bir işti bu; öy1e ki, subayın başı
ara sıra Nakkaşın içine girip gözden kayboluyordu; işte
böyle bir dikkatle hazırlamak zorundaydı makineyi.
Yolcu, aşağıdan, onun çalışmasını hiç ara
vermeden seyrettiği için boynu ağrımağa, gözleri
gökyüzünü dolduran gün ışığıyla kamaşarak, sızlamağa
başladı. Askerle hükümlü başbaşa vermiş ça1ışıyordu.
Adamın, daha önce mezarın içine atılan gömleğiyle
pantalonu, askerin süngüsünün ucuyla çıkarılmıştı.
Gömlek fena halde pislendiği için, sahibi onu kovadaki
suyla yıkadı. Gömlek1e pantalonu giyince, askerle
birlikte kahkahayla gülmekten kendini alamadı, çünkü
esvabın arkası yırtıktı. Hükümlü, askeri eğlendirmeği
kendisine ödev bilmiş olacak ki, yere çömelip zevkten
dizini döven askerin önünde, yırtık pırtık elbisesiyle
sağa sola dönüp boy gösteriyordu. Fakat, efendilere
saygı gösterisi olarak, ikisi de birdenbire neşelerini
tutup, kendilerine çeki düzen verdiler.
Subay,
sonunda yukarıdaki işini bitirince makineyi baştan aşağı
şöyle bir gözden geçirdi, gülümseyerek; derken, o ana
kadar açık duran nakkaşın kapağını örtüp aşağı indi;
önce mezarın içine, sonra da hükümlüye bakıp, esvabın
çıkarıldığını memnunlukla görünce, elini yıkamak üzere
su kovasının yanına gitti; suyun, iğrenilecek derecede
pis olduğunu yeni fark ediyordu; ellerini yıkayamadığı
için üzülmeğe başladı; sonunda, kuma soktu ellerini -bu
son çare hoşuna gitmemişti ama ne yapsın, mecburdu-
derken dimdik doğrulup ceketinin düğmelerini çözmeğe
başladı. Tam o sırada, yakasının üzerinden bağlamış
olduğu iki kadın mendili elinin üstüne düştü. "A1 şu
mendillerini!" deyip hükümlüye doğru fırlattı. Ve
yolcuya "Hanımların armağanı" diye açıkladı.
Önce üniformasının ceketini, sonra bütün
esvabını, üzerinden çabuk çabuk çıkardığı halde, her
birini sevgiyle, özenle tutuyor, hatta, ceketindeki
gümüş kordonu parmaklarıyla okşayıp, püsküllere ikide
bir fiske vuruyordu. Bu sevgiyle karışık özen kuşkusuz,
üzerinden çıkardığı esvabını istemiye istemiye mezarın
içine atmasından ileri geliyordu. En son kalan, küçük
kılıcıyla, kılıç kayışı idi. Kılıcı kınından çıkarıp
kırdı; sonra parçalarını toplayıp, kınıyla, kayışıy1a
birlikte, öyle bir şiddetle fırlattı ki, mezarın içi
gürültüyle doldu.
Artık çırılçıplaktı. Yolcu,
dudağını ısırıp hiçbir şey söy1emedi. Ne olacağını çok
iyi biliyordu, ama subayı ne yaparsa yapsın önlemeye
hakkı yoktu. Candan bağlandığı ceza usulünün sonu
yaklaştıysa -belki de bu işi kendisine ödev bilen
yolcunun işe karışmasının bir sonucu olarak- subay doğru
hareket ediyor demekti; yolcu da onun yerinde olsa, aynı
şeyi yapardı.
Askerle hükümlü, ne olduğunu ilkin
anlayamadı; daha doğrusu baktıkları bile yoktu. Hükümlü,
mendillerini geri aldığı için seviniyordu; fakat
sevinmesi uzun sürmedi; asker, ansızın elinden kapıp,
kayışının altına soktu, şimdi de hükümlü mendilleri
oradan çekip almak için uğraşıyordu ama, askerin fırsat
verdiği yoktu. Aralarında yarı şaka, yarı ciddi bir
güreş başladı. Ancak anadan doğma çıplak kaldığı zaman
fark ettiler, subayı. Büyük bir yazgı değişmesine
tanıklık edileceği düşüncesi özellikle hükümlüyü çok
etki1emişti. Şimdi de subayın başına gelecekti kendi
başına gelen; belki de son hadde kadar. Besbelliydi
yabancının böyle emrettiği. Demek öcü alınacaktı.
Kendisi sonuna kadar acı çekmemişti ama, öç son hadde
kadar alınmalıydı. Birdenbire beliren kaba, sessiz bir
sırıtış, yüzünde takıldı kaldı.
Fakat subay
makineye dönmüştü. Makineden iyi anladığı daha
başlangıçta belliydi, ama şimdi öyle bir kullanış
makinenin öyle bir itaat edişi vardı ki, görüp de
ağlamamak elde değildi. Elini şöyle bir uzatmasıyla
Tırmığın -subayı çekip alabilecek şekilde ayar
edilinceye kadar- birkaç defa kalkıp inmesi bir oldu;
kenarına dokunur dokunmaz yatak titremeğe başladı; keçe
tıkaç tam ağzının önüne geldi; subayın, tıkacı ağzına
almak istemediği besbelliydi; fakat ancak bir an sürdü
bu, sonra boyun eğip, kabullendi. Her şey hazırdı;
yalnız kayışlar yana sarkmıştı, ama zaten gereksizdi
onlar, subayın bağlanmağa ihtiyacı yoktu. Derken,
kayışlar hükümlünün gözüne ilişti; ona göre, tören tam
sayılmazdı, kayışlar bağlanmadıkça; askere sevinçle
işaret edip, ikisi birden subayı bağlamak üzere makineye
doğru koştular. Beriki, Nakkaşı çalıştıran kaldıracı
itmek için ayağının birini uzatmıştı, adamların
geldiğini görünce ayağını çekip kendisini bağlattı.
Fakat kaldıraca uzanamazdı artık; ne asker bilirdi
yerini, ne de hükümlü; yolcu ise hiçbir şeye el
sürmemeğe karar vermişti. Gereği de yoktu zaten;
kayışlar bağlanır bağlanmaz makine çalışmağa başladı;
yatak titredi; iğneler, derinin üstünde titreşip
parıldadı; Tırmık, kalkıp indi. Yolcu seyretmekteydi;
Nakkaşın içindeki bir tekerleğin gıcırdaması gerektiğini
unutmuştu; her şey yerli yerindeydi; ufacık bir vızıltı
bile duyulmuyordu.
Makine, böyle sessiz sessiz
çalıştığı için, dikkati çekmiyordu. Yolcu bir ara
askerle hükümlüye baktı. Hükümlü ötekine nispetle daha
bir canlanmıştı; makinenin her şeyiyle ilgileniyor, kah
eğilip, kah ayak ucuna basıp doğrularak, şahadet
parmağıyla askere birtakım ayrıntıları gösteriyordu.
Yolcunun canını sıktı bu. Sonuna kadar orada kalmaya
karar vermişti ama, bu ikisinin halini seyretmeye
dayanamıyordu. Haydi siz evinize gidin!" dedi. Asker
gitmeye razıydı, fakat hükümlü bu emri bir ceza saymıştı
sanki. Saygıyla el bağlayıp, kalmasına izin verilmesi
için yalvarmağa başladı; yolcu hayır dercesine başını
sert sert sallayınca, bu sefer diz çöktü. Yolcu emir
vermenin fayda etmediğini anlamıştı; tam yanlarına gidip
kovalayacaktı ki, o sırada, yukarıdan, Nakkaşın içinden
bir gürültü duydu. Başını kaldırıp baktı. 0 dişli çark
yine bir iş çıkaracak mıydı? Fakat bambaşka bir şeydi
bu. Nakkaşın kapağı yavaşça kalkıp, trak diye açı1dı.
Dişli bir çarkın dişleri göründü, sonra yükseldi ve çok
geçmeden bütün tekerlek meydana çıktı; sanki çok büyük
bir güç, Nakkaşı sıkıştırdığı için tekerleğe yer
kalmamıştı; tekerlek yükseldi, yükseldi ve Nakkaşın
kenarına gelince düştü, kumun üzerinde biraz
yuvarlandıktan sonra yan üstü kala kaldı. Fakat onun
arkasından bir ikinci tekerlek daha çıkıyordu; onun
arkasından da başkaları, irili ufaklı, hatta gözle fark
edilemeyecek kadar küçük bir sürü tekerlek, aynı sona
uğruyor; fakat her bakışta insan, "Eh artık Nakkaş
tamamıyla boşalmıştır" demeğe kalmadan yeni yeni
tekerlekler meydana çıkıp düşüyor, kumun üzerinde
yuvarlanarak, yan üstü kalakalıyordu. Bu acayip olay
karşısında, hükümlü, yolcunun emrini büsbütün unutmuştu;
dişli çarklar onu büyülemişti adeta; yakalamaya
uğraşıyor, aynı zamanda da, yardım etmesi için askeri
zorluyordu. Fakat her seferinde, elini korkuyla geri
çekiyordu; çünkü tam o sırada düşüp sıçraya sıçraya
üzerine doğru gelen bir başka tekerlekler onu
ürkütüyordu.
Yolcunun cani müthiş sıkılmıştı;
makine gözünün önünde parçalanıyordu; sessiz sessiz
çalışması bir hileden ibaretti; subaydan yana çıkması
gerektiğini söyleyen bir duygu vardı içinde; çünkü artık
kendini koruyacak bir durumda değildi subay. Bütün
dikkatini yuvarlanan dişli çarklar çektiği için,
makinenin geri kalan kısmına bakmayı unutmuştu; son
dişli çark da Nakkaştan ayrılınca, Tırmığın üzerine
doğru eğildi; bu sefer hiç beklemediği, daha tatsız bir
şeyle karşılaştı. Tırmık yazmıyor, sadece saplanıyordu;
yatak ise gövdeyi döndürmeden, sadece titreyerek,
iğnelere doğru kaldırıyordu. Yolcu bir şeyler yapmak
istiyordu makineyi durdurmak için; subayın özlediği
nefis bir işkence değildi bu; düpedüz cinayetti.
Ellerini uzattı. Fakat tam o sırada, Tırmık eskiden
yalnız on iki saatte yaptığı gibi, gövdeyle birlikte
kalkıp yana çekildi. Gövdenin üstündeki sayısız
deliklerden susuz kan boşanıyordu; çünkü su fıskiyeleri
de çalışmaz olmuştu. Sonuncu hareket de başarılamadı;
uzun iğnelerin ucuna yapışıp kalan gövde bir türlü
düşmüyor, her bir yanından sel gibi kan boşanırken,
mezarın üstünde asılı duruyordu. Eski yerine dönmeye
uğraşan Tırmık, sanki yükünden henüz kurtulamadığını
anlamış gibi orada, mezarın üstünde kalakalmıştı. Yolcu,
askerle hükümlüye, "Ge1in, yardım edin!" diye bağırıp,
subayın ayaklarından tuttu. Ötekilerde başından tutarsa,
subay, yavaşça iğnelerden kurtarılabilir diye düşündüğü
için, ayaklarından itmek istemişti, fakat onlar gelip
gelmemekte tereddüt ediyorlardı; hatta hükümlü arkasını
dönmüştü; bunun üzerine yolcu, yanlarına gidip onları
subayın başına doğru itelemek zorunda kaldı. Tam o
sırada, -adeta elinde olmadan-, cesedin yüzüne baktı.
Hayattaki gibiydi; vadedilen kurtuluştan eser yoktu;
makinede başkalarının bulduğu şeyi bulamamıştı subay;
dudaklar birbirine sımsıkı yapışmıştı; gözler açıktı;
durgun ve inanç dolu bakışlarıyla, hayattaki ifadenin
tıpkısı vardı, bu gözlerde; alnına, büyük demirin ucu
sap1anmıştı.
Yolcu, arkasında askerle hükümlü,
sömürgenin ilk evlerine varınca, asker bunlardan birini
gösterip, "İşte çay-evi" dedi.
Duvarlarıyla
tavanı tütünden kararmış, derin, alçak ve mağaramsı bir
boşluk vardı, evin zemin katında. Bu boşluğun önü
tamamıyla yola açıktı. Bu çay-evi, hepsi de harap bir
halde bulunan sömürgenin öbür evlerinden -Komutanın
muhteşem karargahının çevresindeki evler de dahil- öbür
evlerden pek az farklı olmasına karşın, yolcunun
üzerinde adeta eski bir tarihsel eser etkisi bırakmış,
ona geçmiş günlerin gücünü duyurmuştu. Ardından yürüyen
arkadaşlarıy1a birlikte evin yanına gitti; yolun
üzerindeki iki boş masanın arasında durup, içeriden
gelen ağır, serin havayı burnuna çekti. "Eski Komutan
burada gömülüdür," dedi asker. "Papaz, kilisenin
avlusuna gömülmesine izin vermediği için bir süre
gömecek yer bulunamamıştı; sonunda buraya gömdüler.
Subay size bunun sözünü etmemiştir, kuşkusuz; çünkü onun
kadar onu utandıran bir şey yoktur. Hatta, geceleyin
birkaç defa mezarı kazıp adamı çıkarmaya kalkıştı ama,
her seferinde kovaladılar." Askere inanmayan yolcu:
"Mezar nerede?" diye sordu. Askerle hükümlü hemen önüne
düşüp, kollarını mezarın bulunduğu yöne uzatarak, onu
arka duvara götürdü1er. Burada, birkaç masaya oturmuş
müşteriler vardı. Doklarda çalışan işçiler oldukları
besbelliydi; kısa, parlak ve kara sakallı, güçlü
kuvvetli adamlardı. Hiçbirinin üzerinde ceket yoktu;
gömlekleri yırtık pırtık, yoksul, zavallı yaratıklardı,
bunlar. Yolcu yaklaşırken, içlerinden biri ayağa
kalkarak, duvarın dibine çekilip, gözlerini ona dikti.
"Yabancı gelmiş." diye bir fısıltı dolaştı aralarında,
"mezarı görmek istiyor." Masalardan birini yana
çektiler; altında sahiden bir mezar taşı vardı. Üstü bir
masayla örtülebilecek kadar alçak, basit bir taştı bu.
Küçücük harflerle yazılmış bir yazıt vardı üzerinde;
yolcu okuyabilmek için diz çökmek zorunda kaldı. Şöyle
deniyordu: "Burada eski Komutan yatıyor. Ona bağlı olup
adları artık bilinmeyenler kazdı bu mezarı; bu taşı
onlar diktiler. Bir kehanete göre Komutan, bir zaman
geçtikten sonra, mezarında doğrulup, bu evde
taraftarlarını başına toplayarak, sömürgeyi yeniden ele
geçirecektir. İman edip, bekliyesiniz!" Yolcu yazıtı
okuyup ayağa kalkınca, çevresine dinelenlerin
gülümsediklerini gördü; sanki yazıyı onlar da okumuş,
gülünç bulmuşlardı; sanki yolcunun da kendileri gibi
düşüneceğini umuyorlardı. Yolcu bunu görmemezlikten
gelip adamlara birkaç kuruş dağıttı ve masa, mezar
taşının üstüne çekilinceye kadar, orada bekledi; sonra
çay-evinden ayrılıp, limana doğru yollandı.
Askerle hükümlü, kendilerini alıkoyan birkaç
tanıdıkla karşılaşmıştı, çay-evinde; ama hemen silkinip
kurtulmuş olacaklar ki, yolcu daha rıhtımın
basamaklarını yarılamadan, arkasından koşa koşa
geldiler. Belki son dakikada kendilerini de götürmesi
için onu zorlamak istiyorlardı. Yolcu aşağıda,
kayıkçının biriyle gemiye gitmek üzere pazarlık ederken,
askerle hükümlü basamakları uluorta indiler; ama
ağızlarını açmadan; çünkü bağırmağa cesaret
edemiyorlardı. Son basamağa geldiklerinde, yolcu kayığa
binmişti artık; kayıkçı fora ediyordu. Kayığa
atlayabilirlerdi; fakat yolcu, bordadan aldığı düğümlü
bir halatı havaya kaldırarak, tehdit etmiş, atlamalarına
engel olmuştu.
|