KILIBIK
( Anton Çehov)
Güzel
bir bahar sabahı ben ve kurmay yüzbaşılıktan emekli derebeyi
Dokukin, nineden kalma koltuklara oturmuş, tembel tembel
pencereden dışarısını seyrediyorduk. Çok canımız
sıkılıyordu.
Dokukin:
— Tuv! diye homurdanıyordu. Öyle can sıkıntısı
ki, mahkeme mübaşiri gelse memnun olacağım!
Ben:
“Yatıp biraz kestirsem” diye
düşünüyordum.
Böylece can sıkıntısı konusu üzerinde uzun
uzadıya düşünmeye başladık. Hayli zamandan beri temizlik yüzü
görmeyen, bunun için gökkuşağını andıran camların arkasından,
dünyanın bu durgunluğunda beliren küçük bir değişiklik
gözümüze çarpıncaya kadar düşündük. Bir de baktık, geçen
yıldan kalan yaprak yığınının üstünde duran, kâh bir ayağını,
kâh öbür ayağını kaldırmaya çalışan horoz (o, her iki ayağını
birden kaldırmak istiyordu), ansızın kanatlarını çırparak arı
sokmuş gibi kapının yanından kaçıp kenara fırladı.
Dokukin gülümseyerek:
— Birisi geliyor.., dedi. Hiç değilse gelen bir
konuk olsa can sıkıntısından kurtulurduk...
Horoz bizi aldatmamıştı. Bahçe kapısından önce
bir at başı, sonra bütün bir at, nihayet uçmaya hazırlanan
mayıs böceğinin kanatlarını andıran büyük çirkin çamurluklu,
kapkara, ağır bir yaylı araba göründü. Araba avluya girdi,
biçimsiz şekliyle sola saptı, büyük bir gıcırtı ve patırtıyla
ahıra yollandı, arabada iki kişi vardı: biri kadın, öbürü de
zayıf yapılı bir erkekti.
Dokukin, korku ifade eden gözlerle yüzüme
bakarak şakağını kaşıdı:
—
Hay, Allah kahretsin.., diye mırıldandı. Dertsiz başa
dert. Tevekkeli rüyamda fırın görmedim.
— Ne
var? Bu gelenler kim?
—
Bizim hemşire ile kocası. Allah bela...
Dokukin, yerinden kalktı, odada sinirli sinirli
dolaşmaya başladı.
— Bütün kalbim buz kesildi... diye homurdandı.
Kendi kızkardeşine karşı akrabalık duyguları beslememek günah,
ama inanır mısınız? Kızkardeşimi görmektense ormanda
haydutlarla karşılaşmayı yeğ bilirim. Bir vere saklansak nasıl
olur? Varsın Timoşka bir yalan uydursun, meselâ, kongreye
falan gittiler, desin.
Dokukin, yüksek sesle Timoşka’yı, çağırmaya
başladı. Ama yalan söylemeye, saklanmaya vakit kalmamıştı. Bir
dakika sonra holden fısıltılar duyuldu: kalın kadın sesi, ince
erkek sesiyle fısıldaşıyordu.
Kalın kadın sesi:
— Etekliğimin kıvrımlarını düzelt! diyordu. Gene
söylediğim pantalonu giymemişsin!
İnce ses:
— Lacivert pantolonumu Vasiliy amcaya
vermiştiniz, benekliyi dekışa kadar saklamamı emrettiniz, diye
kendini savunmaya çalışıyordu. Şah arkanızdan mı getireyim,
yoksa burada mı kalsın?
Sonunda kapı açıldı. Odaya, kırk yaşlarında uzun
boylu. şişman, mavi ipek entarili bir kadın girdi. Kırmızı,
çilli yüzünde öyle sonsuz bir azamet vardı ki, Dokukin’in onu
niçin sevmediğini hemen anladım. Şişman bayanın arkasından
kısa boylu, zayıf bir adam badi badi yürüyerek geliyordu.
Benekli bir redingot, geniş paçalı pantolon, kadife yelek
giymişti. omuzları dar, yüzü traş edilmiş, burnu da
kıpkırmızıydı. Yeleğinin önünde tasma zincirine benzeyen altın
bir köstek sallanıyordu. Elbisesinde, tavır ve hareketlerinde,
burnunda, bütün çelimsiz vücudunda kölelik derecesine varan
bir korkaklık, bir ürkeklik vardı. Bayan içeri girdi, bizi
görmüyormuş gibi davranarak tasvirlere doğru yürüdü, istavroz
çıkarmaya başladı.
Kocasına dönerek:
— Dua et! dedi.
Kırmızı burunlu adam titredi, haç çıkarmaya
başladı.
Kadın duasını bitirince Dokukin:
— Hoş geldin, hemşire! diyerek içini
çekti.
Bayan azametle gülümsedi, Dokukin’i öpmek üzere
dudaklarını uzattı.
Kırmızı burunlu adamcağız da öpüşmeye
kalkıştı.
— Müsaadenizle tanıtayım... Kızkardeşim
Olimpiada Yegorovna Hılikina... Kocası Dosifey Petroviç. Bu da
benim en iyi ahbabım...
Olimpiada Yegorovna sözlerin sonunu
uzatarak:
—
Müşerref oldum, dedi, ama elini uzatmadı. Memnun
oldum...
Oturduk, bir dakika kadar sustuk.
Olimpiada Yegorovna, Dokukin’e:
— Galiba misafir beklemiyordun? diye söze
başladı. Ben de sana gelmeyi aklımdan geçirmiyordum, ama
asiller derneği başkanına gidiyordum da, hazır buradan
geçerken uğrayayım, dedim...
Dokukin sordu:
—
Dernek başkanına niçin gidiyorsun?
Bayan, başıyla kocasını işaret
ederek:
— Niçin olacak? İşte onu şikâyet edeceğim,
dedi.
Dosifey Petroviç gözlerini vere indirdi,
ayaklarını sandalyesinin altına topladı, sıkılarak yumruğuna
öksürdü.
—
Onu niçin şikâyet edeceksin?
Olimpiada Yegorovna içini çekti:
—
Asilliğini unutuyor! dedi. Bilmiyor değilsin? Sana da,
onun ana babasına da şikâyet etmiştim, nasihat vermesi için
papaz Grigoriy’e kadar da sürükledim, kendim de birçok
çarelere baş vurdum, ama para etmedi. İster istemez demek
başkanı beyefendiyi rahatsız etmek gerekiyor...
—
Peki, ama ne yaptı?
—
Hiçbir şey yapmadı, asilliğini unutuyor! Gerçi kendisi
içki kullanmaz, yumuşak, uysal huylu, saygılıdır, ama
asilliğini unuttuktan sonra bunların ne değeri kalır!
Baksanıza, kamburunu çıkarmış oturuyor, tıpkı bir
ricacı, yahut küçük bir memur gibi... Asil bir insan böyle mi
oturur? Adam gibi otur! İşitiyor musun?
Dosifey Petroviç, adam gibi oturmak için olacak,
boynunu uzattı, çenesini yukarı kaldırdı, korkak bakışlarla
kaşlarının altından karısına baktı. Bir suç işleyen küçük
çocuklar da büyüklerine tıpkı böyle bakarlar. Konuşmanın
özel, kendi aralarında bir mahiyet aldığını görerek dışarı
çıkmak üzere yerimden kalktım. Bayan Hılikina bu hareketimi
gördü.
—
Zararı yok, oturun! dedi. Gençlerin böyle şeyleri
dinlemesi faydalıdır. Bizler pek öyle bilgin insanlar değilsek
de sizden daha çok yaşadık. Bizim yaşadığımız gibi yaşamayı
Allah herkese nasibetsin...
Sonra kardeşine dönerek:
—
Aziz kardeşim, buraya kadar gelmişken öğle yemeğini de
sizinle beraber yeriz. Ama herhalde bugün sizin yemekleriniz
etlidir. Çarşamba günü olduğunu aklına bile
getirmemişsindir... diyerek içini çekti. Bize zeytinyağlı
yemek hazırlasınlar. Etli yemek yemeyiz, bunu böylece bilmiş
ol.
Dokukin, Timoşka’yı çağırdı, zeytinyağlı yemek
söyledi.
Hılikina sözlerine devam ederek:
—
Yemeğimizi yer yemez demek başkanına gideriz... dedi.
Artık buna dikkat etmesi için yalvaracağım. Asil sınıftan
olanların doğru yoldan sapmamalarına dikkat etmek onun
görevidir...
Dokukin:
—
Yoksa
Dosifey yolunu mu şaşırdı? diye sordu.
Hılikina:
—
Sanki ilk defa işitiyorsun, diyerek somurttu. Hoş, sana
göre hepsi bir ya... Kendin de pek o kadar asilliğini
bilenlerden değilsin... Dur bakalım, bir kere de genç baya
soralım.
Bana:
—
Söyleyiniz, bakayım, dedi. Asil bir insanın ne idüğü
belirsiz kimselerle düşüp kalkması doğru mudur?
Ben sakınca ile:
—
Meselâ kiminle?, dedim.
— Tüccar
Gusev ile mesela... Ben bu Gusev denilen adamı kapımın eşiğine
bile yaklaştırmıyorum, bu ise onunla dama oynuyor, beraber
yemek yiyor. Sonra bir kâtip parçasıyla ava gitmesi yakışık
alır mı? İnsan bir kâtiple ne konuşabilir? Bilmek
istiyorsanız, bir kâtip onunla konuşmak şöyle dursun, önünde
sesini bile çıkarmak cesaretini gösteremez, evet
beyefendi!
Dosifey Petroviç:
— Ne
yapayım, karakterim zayıf... diye fısıldadı.
Karısı, parmağındaki yüzükle sandalyenin
arkasına öfkeyle vurarak:
—
Sana şimdi karakterin ne demek olduğunu gösteririm,
diye korkuttu. Bizim soyumuzu rezil etmene izin veremem! Kocam
da olsan seni kepazeye çeviririm! Bunları anlamalısın! Seni
adam eden benim! Onların, yâni Hılikinlerin soyu sönmüş bir
soydur, beyefendi, mademki ben aslen Dokukin soyundan olduğum
halde ona yardım, o da buna değer verip duymak zorundadır!
Şunu da bilmelisiniz ki, beyefendi, o bana ucuza mal olmadı!
Kendisini bir memuriyete yerleştirmek için az para harcamadım!
Bir kere de kendisine sorun bakalım! Şunu bilmelisiniz ki onu
birinci sınıf memurluk sınavına sokmak bana tam üç yüz rubleye
mal oldu! Ne zorum var? Sen, sersem tavuk, bu zahmetlere senin
için mi katlanıyorum sanıyorsun? Böyle bir şeyi aklından bile
geçirme! Benim için en kıymetli şey, soyumuzun adıdır! Soyumuz
bahis konusu olmasa, çoktan mutfağın bir köşesinde çürüyüp
gitmiştin, bunu bilmiş ol!
Zavallı Dosifey Petroviç, dinliyor, susuyor,
bilmem korkusundan, bilmem kepaze olduğundan, büzüldükçe
büzülüyordu. Yemek arasında sert huylu karısı onu bir türlü
rahat bırakmıyordu. Olimpiada Yegorovna gözlerini ondan
ayırmıyor, her hareketini izliyordu.
— Çorbana
tuz ek! Kaşığı yanlış tutuyorsun! Salata tabağını biraz öteye
it, yoksa ceketinin yeni değecek! Gözlerini kırpma!
Dosifey Petroviç, yemeğini hızlı hızlı yiyor,
karısının bakışları altında, boğa yılanının önüne bırakılan
bir tavşan gibi büzülüyordu. Karısıyla zeytin yağlı yemek
yerken gizleyemediği bir istekle bizim köftelerimize ikide bir
göz ucuyla bakmaktan kendini alamıyordu.
Yemekten sonra karısı:
—
Dua oku! dedi. Kardeşime teşekkür et!
Yemekten kalkan Hılikina, dinlenmek için yatak
odasına çekildi. O, gider gitmez Dokukin, iki eliyle başını
tutup odada dolaşmaya başladı.
Güçlükle nefes alarak Dosifey’e:
— Yarabbi,
ne bahtsız adammışsın sen! diye inledi. Onun la burada bir
saat bir arada oturduğum halde duymadığım azap kalmadı; gece
gündüz onun yanından ayrılmayan sen garibin hali nicedir...
Of, aman bittim! Sen, bahtsız bir çilekeşsin! Öyle bir
çilekeşsin! Öyle bir çilekeş ki bir eşi daha yeryüzünde
görülmemiştir!
Dosifey gözlerini kırpıştırarak:
—
Karakterden yana çok serttirler, orası doğru, ama ben,
gece gündüz Tanrıva kendilerini koruması için dua etmeliyim,
çünkü kendilerinden iyilikle sevgiden başka bir şey
görmedim.
Dokukin, ümitsizlikle elini silkerek:
—
İşte mahvolmuş bir adam! dedi. Oysa bir zamanlar
kongrede söylevler veriyor, yeni harman makineleri icat
ediyordu! Cadı karı, adamcağızın mahvına sebep oldu! Hey
gidi!
Öteden kadının kalın sesi duyuldu:
— Dosifey! Nerelerdesin! Buraya gel de sinekleri
kov!
Dosifey Petroviç titredi, ayaklarının ucuna
basarak yatak odasına koştu...
Dokukin onun arkasından: “Tuv!” diye
tükürdü.