Friedrich Nietzsche
E C C O H O M O
Kişi Nasıl Kendisi Olur
Çeviren: Can Alkor
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Neden Böyle Bilgeyim
Neden Böyle Akıllıyım
Neden Böyle İyi Kitaplar Yazıyorum
Tragedya’nın Doğuşu
Çağdışı Yazılar
İnsanca, Pek
İnsanca
Tan
Kızıllığı
Şen Bilim
Zerdüşt Böyle
Dedi
İyi ve Kötünün
Ötesinde
Töre’nin
Soykütüğü
Putların
Batışı
Wagner Olayı
Neden Bir Yazgıyım Ben
–YKY–
ÖNSÖZ
I
Bu
yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmiş en çetin istekle
çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim
olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi
saklamış” değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan
belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle
yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca?... Yaşamadığıma kendimi
inandırmam için, yazları Ober-Engadin’e gelen “aydınlar”dan bir tekiyle
konuşmam yeter. Bu koşullar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu
aslında ayaklandıran bir ödev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben falancayım. Başkasıyla
karıştırmayın beni herşeyden önce!
II
Örneğin,
hiç de umacı değilim ben, bir töre canavarı değilim. Üstelik şimdiye dek
erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. Söz
aramızda, bana öyle geliyor ki, gururumu asıl okşayan da bu. Feylosof
Dionysos’un çömeziyim ben; ermiş olmaktansa, satir olmayı yeğ tutarım. Neyse,
bu yazıyı okuyun yeter. Belki de o karşıtlığı güleç, insancıl bir biçim de
ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazının, belki bunu dile
getirebilmişimdir. İnsanlığı “düzeltmek”, herhalde benim vadedeceğim en sonuncu iş olurdu. Yeni putlar dikmiyorum ben;
önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne demekmiş. Utları (ki benim
için “ülküler” demektir.) devirmek –zanaatım
asıl bu benim. İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları
ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar. “Gerçek dünya” ile
“görünüşte dünya”, –açıkçası: Uydurma dünya
ile gerçek...Ülkü denen yalan şimdiye
dek gerçeğe bir ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek
aldatıldı, yalana boğuldu; yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı ters değerlere taptı giderek.
III
Yazılarımın
havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer havası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan,
yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Bu yakındır, yalnızlık yaman, –ama
herşey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne
dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır,
–varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre’nin yargıladığı herşeyi
arayıştır. Yasaklar içinde böylesine
uzun bir gezginlikten edindiğim görgümle, bugüne dek yapılan töreleştirmenin,
ülküleştirmenin nedenlerini, istediğinden başka türlü görmeyi öğrendim. Feylosofların
gizli öyküsü, taktıkları büyük
adların psikolojisi aydınlığa çıktı benim için. Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu göze alabilir? Benim için gitgide asıl
değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı korkaklıktır... Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir,
kendi kendine karşı sertlikten, dürüstlükten gelir... Ülküleri çürütmüyorum
ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum. Felsefem
bu parolayla üstün gelecek birgün; çünkü şimdiye dek, kural olarak, yalnız
doğruları yasakladılar.
IV
Yazılarım içinde Zerdüşt’ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, insanlığa şimdiye dek
verilen en büyük armağanı sundum. Bin yılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en
yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi –insan denen olguyu
uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır–
hem de kitapların en derini, doğrunun
en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan
kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada konuşan ne bir
yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun
bilgeliğini anlarken acınacak bir yanılmaya düşmemek için, herşeyden önce bu
sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak
gerekir! “Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen
düşünceler yönetir dünyayı– ”
İncirler
dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Düşerken soyuluyor kızıl
kabukları. Olgun inciler için bir kuzey yeliyim ben.
Bu
öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin,
yiyin tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu–
Bağnaz
biri değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç
istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık bolluğundan, mutluluk derinliğinden düşüyor
sözcükler damla damla, –bir nazlı yavaşlıktır bu konuşmaların tempo’su. Bu gibi
şeyler ancak en seçkinlerin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz
bir ayrıcalıktır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt’ü duyabilmek...
Zerdüşt bu yönleriyle bir baştan çıkarıcı
olmuyor mu? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızlığına geri dönerken ne
diyor... Onun yerinde başka bir “bilge”nin, bir “ermiş”in, bir “mesih”in, başka
bir décadent’ın söyleyeceklerine hiç
benzemeyen sözler... Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de başka türlü...
Tek
başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gidin artık, tek başınıza
gidin! Böyle istiyorum.
Benden
uzaklaşın, Zerdüşt’ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki
sizi aldatmıştır.
Kendini
bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin
duyabilmelidir.
Hep
öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. Neden benim
çelengimi yolmak istemiyorsunuz?
Sayıyorsunuz
beni: Ama saygınız devriliverirse
günün birinde? Bir yontunun altında kalmaktan sakının!
Zerdüşt’e
inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt’ün! Bana
inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların!
Daha
kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın
değeri azdır bu yüzden.
Şimdi
size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim
sizlere...
Friedrich Nietzsche
Bu kusursuz
gün –herşey olgunlaşmakta, yalnız üzüm değil altın rengini alan–, bir güneş
ışını vurdu yaşamımın üstüne: Geriye baktım, ileriye baktım, hiç bu denli çok,
bu denli iyi şeyler görmemiştim bir seferde. Boşuna gömmemişim bugün kırk
dördüncü yaşımı; gömemildim, çünkü onun içinde yaşayan şey kurtuldu, ölümsüz
oldu. “Tüm değerleri yenileyiş”in
ilk kitabı; Zerdüşt’ün Türküleri; Putların
Batışı, çekiçle felsefe yapma denemem, –hepsi de bu yılın, hem de son
çeyreğinin armağanları! Nasıl minnet duymazdım yaşamımın bütününe? İşte böyle kendime yaşamımı anlatıyorum.
NEDEN
BÖYLE BİLGEYİM
I
Yaşamımın talihi, belki de
benzersizliği, alınyazısından gelir: Bilmece biçimi söylersek, ben babamla
birlikte çoktan ölmüşüm, ama anamla birlikte yaşıyorum, yaşlanıyorum. Bu çifte
köken, yaşam merdiveninin bu en üst ve en alt basamaklarından geliş, hem décadent, hem de başlangıç oluş, –beni
belki herkesten ayıran çekimserliğimi, yaşam sorununun bütünü önünde yan
tutmazlığımı açıklarsa bunlar açıklar işte. Doğuş ve çöküş belirtilerinin
kokusunu benden iyi alan çıkmamıştır, bu konuda en eşsiz öğretmen benim,
–ikisini de bilirim, her ikisiyim ben.– Babam otuz altı yaşında ölünce: İnce,
sevimli ve sayrıldı; geçip gitmek için doğmuş bir yaratık gibiydi, –yaşamın
kendinden çok, bir hoş anısıydı sanki. Onun yaşamının bittiği yaşta benimki de
bitmeye yüz tuttu. Otuz altı yaşımda dirim gücümün en alt noktasına vardım,
–yaşamasına yaşıyordum, ama üç adım önümü görmeksizin. O zaman (1879)
Basel’deki öğretim görevimden ayrıldım; o yazı St. Moritz’de, kışı da
–yaşamımın en güneşsiz kışını– Naumburg’da bir gölge gibi geçirdim. En alt
noktam buydu işte: “Gezgin ve Gölgesi” bu arada yazıldı. Hiç şüphe yok,
biliyordum o sıralar gölge nedir... Ertesi kış, Cenova’da geçirdiğim kış, aşırı
bir kansızlığın ve kas erimesinin nerdeyse gerektirdiği o tatlılık, o özleşme, Tan Kızıllığı’nı doğurdu. Bu yapıtın
yansıttığı dupduru aydınlık, güleçlik, düşünce taşkınlığı, bende yalnız en
büyük bünye güçsüzlüğüyle değil, üstelik en aşırı acı duygusuyla da bir arada
bulunabilir. Üç gün aralıksız süren bir beyin ağrısıyla kıvranırken, zorlukla
salya kusarken, sağlığımın daha iyi olduğu zamanlar düşünmek için yeterince
dağcı, yeterince kurnaz, yeterince duygusuz
olmadığım şeyleri eşsiz bir diyalektikçi açıklığıyla görüyor, soğukkanlılıkla
düşünüyorum. Diyalektiği –o en ünlü örneğinde, Sokrates örneğinde olduğu gibi–
nasıl bir décadence belirtisi saydığımı okuyucularım belki bilirler. –Anlığın
bütün hastalıklı halleri, ateş yapınca ardından gelen o yarı uyuşukluk bugüne
dek hiç bilmediğim şeylerdir; bunların nasıl şeyler olduğunu, ne denli sık
ortaya çıktığını ancak kitaplardan okuyup öğrenebildim. Yavaş dolanır kanım.
Ateşimin çıktığını gören olmamıştır. Beni uzun süre sinir hastası olarak tedavi
eden bir hekim, sonunda “hayır” demişti, “bozukluk sizin sinirlerinizde değil,
sinirli olan benim yalnızca.” Hiç mi hiç saptanmamış
bir yerel yozlaşma olmalı bende. Bünyedeki genel bitkinliğin sonucu olarak
sindirim dizgesinin aşırı zayıflığı bir yana, örgensel bir mide hastalığım
yoktur. Zaman zaman tehlikeli olup körlüğe yaklaşan göz bozukluğu da kendinden
olmayıp, yalnız bir sonuçtur: Yaşama gücümdeki her artışla birlikte, görme gücü
de artmıştır yeniden. Uzun, pek uzun yıllar sürmüştür iyileşip toparlanmam; bu
süre, ne yazık ki aynı zamanda bir tepreşme, çökme süresi, bir çeşit décadence çevrimidir. Bütün bunlardan
sonra décadence konusunda görmüş geçirmiş olduğumu söylemem bilmem
gerekir mi? Bu konuyu baştanbaşa avucumun içi gibi bilirim. Genellikle bu ince
kuyumculuk, bu tutma ve kavrama sanatı, ayrımları
seçebilen bu parmaklar, bu “köşenin ardını görme” psikolojisi, bana özgü daha
ne varsa, hepsi de o zaman öğrenilmelidir; gözlem yetisi yanında gözlem
örgenlerimin, herşeyimin inceldiği o çağın asıl bağışıdır hepsi. Bir hasta
gözüyle daha sağlam kavramlara,
değerlere bakmak, sonra da tersine serpilen
yaşamın doluluğunu ve kendine güveni içinden aşağıya, décadence içgüdüsünün gizli çalışmasına bakmak, –buydu benim en
uzun alıştırmam, benim asıl deneyimim. Olduysam bunda usta olmuşumdur. Artık perspektiflerin yerini değiştirmek
elimde benim, ellerim yeterli buna: İşte bu yüzdendir ki, “değerleri yenileyiş”
gelirse anca benim elimden gelir.
II
Décadent oluşum bir yana, bunun tam karşıtıyım da. Kanıtlarımdan biri de şu:
Kötü durumlarda içgüdümle hep doğru
kurtuluş yollarını seçmişimdir; gerçek décadent
ise hep kendine zararlı yolları seçer. Toptan düşünürsek sağlamdım; bir
ayrıklık, bit özel durumdu décadent’lığım.
O salt yalnızlığa dayanmak için, alışılmış koşullardan çözülüp kopmak için
bulduğum güç, kendime baktırmamak, işimi gördürmemek, hekim elinde kalmak için kendimi zorlayışım, –hepsi bana en başta
gereken şeyi o zamanlar içgüdümle kesin ve apaçık bildiğimi gösteriyor. Kendim
ele aldım kendimi, yeniden iyileştirdim. Bunun koşulu ise fizyologların da
doğrulayacağı gibi –insanın aslında
sağlam olmasıdır: Örnek bir sayrıl yaradılış iyileşemez, hele kendi kendini
hiç iyileştiremez; tersine, örnek bir sağlamda hastalık, yaşamak, daha çok
yaşamak için etkili bir uyarıcı bile olabilir. Gerçekten de uzun hastalık
dönemi şimdi bana böyle görünüyor: Yaşamı, onunla birlikte kendimi de, yeni
baştan buldum. Tüm iyi şeyleri, küçük de olsalar, başkalarının kolay kolay
tadamayacağı gibi tattım; sağlık istemimden, yaşam istemimden kurdum felsefemi... Hele bir düşünün: Dirim
gücümün en düşük olduğu yıllardır kötümserlikten kurtuluşum. Kendimi yeniden toparlama içgüdüsü o yoksulluk,
yılgınlık felsefesini yasaklamıştı bana... Ayrıca yetkinlik dediğimiz aslında nereden anlaşılır? Yetkin insan
duyularımıza hoş gelir; her sert, hem körpe, hem de güzel kokulu bir odundan
yontulmuştur. Kendine yarayan şeyden tat alır yalnız; yarama sınırı aşıldığı an
tat alması da, hoşlanması da biter. Zararlı bir şeyin ilacı nedir kestirir;
kötü rastlantıları kendi çıkarına kullanmasını bilir; onu öldürmeyen şey daha
da güçlü kılar. Gördüğü, işittiği, yaşadığı herşeyden kendi payını çıkarır içgüdüsüyle: Ayıklayıcı
bir ilkedir, pek çok şeyi
geri çevirir. İster kitaplarla, ister insanlarla ya
da yörelerle olsun, hep kendi
çevresindedir: Seçtiğini, sizin
verdiğini, güvendiğini onurlandırır. Her türlü uyarıma karşı yavaşlıkla,
uzun bir kollamanın, istenmiş bir gururun içinde yer ettirdiği o yavaşlıkla
tepki gösterir. Yaklaşan uyarımı önce gözden geçirir; onu karşılamayı düşünmez
bile. Hem kendi kendisiyle hem başkalarıyla başeder; unutmasını bilir. Öylesine güçlüdür ki, herşey onun iyiliğine
çalışır. –Sözün kısası, bir décadent’ın
karşıtıyım ben: Çünkü deminden beri kendimi
betimliyorum.
III
Bu çifte deneyimler dizisi, görünüşte karşıt
olan dünyalara kapımın böylesine açık oluşu, bende her bakımdan kendini
gösterir, –kendimin ikiziyim ben. Birinci yüzümden başka, bir de “ikinci” yüzüm
var, belki de bir üçüncüsü var daha... Yalnız yerel, yalnız ulusal
perspektiflerin ötesine bakma yetisi daha başta soyumdan geçmiş bana; “iyi bir
Avrupalı” olmam için hiçbir çaba istemez. Öte yandan, belki de şimdiki
Almanların, salt devlet yurttaşı Almanların olabileceğinden çok daha Almanım, siyasa dışı sonuncu Almanım ben. Oysa
atalarım Polonya soylularındandı: Bir sürü ırk içgüdüsü, bu arada belki de o liberum veto bile oradan geçmedir
kanıma. Yolda giderken kaç kez, hem de Polonyalıların, benimle Polonyalı diye
konuştuklarını, ne denli az Alman sayıldığımı düşününce, hepten kırma Almanlardan olduğum sanılabilirdi.
Ama annem Franziska Oehler ve babaannem Erdmuthe Krause şüphesiz tam birer
Almandılar. Bu sonuncusu gençliğini eski iyi Weimar’da geçirmiş, Goethe
çevresiyle ilişkiler kurmuştu. Königsberg’de tanrıbilim profesörü olan kardeşi
Krause, Herder’in ölümünde kiliseler genel yöneticisi olarak Weimar’a çağrıldı.
Anasının, yani büyük ninemin, “Muthgen” adı altında genç Goethe’nin günlüğünde
geçmesi olmayacak iş değildir. İkinci kez Eilenburg’da kilise yöneticisi
Nietzsche ile evlendi. O büyük savaş yılı 1813’de, Napoléon’un karargâhıyla
birlikte Eilenburg’a girdiği 10 Ekim günü doğum yaptı. Saksonyalı olarak
Napoléon’un büyük hayranlarındandı; belki ona çekmişimdir ben de. Röcken
bölgesinin papazlığına geçmeden önce, birkaç yıl Altenburg şatosunda kalmış,
orada dört prensesi yetiştirmişti. Öğrencilerin Hannover Kraliçesi, Prenses
Konstantin, Oldenburg Düşesi ve Prenses Therese von Sachsen-Altenburg’du.
Kendisini papazlık görevine getiren Prusya Kralı Dördüncü Friedrich Wilhelm’e
derin bir saygıyla bağlıydı; 1848 olayları son derece üzmüştü onu. Ben adı
geçen kralın doğum gününde, 15 ekimde doğdum; adımı yakışık alacağı üzere,
Hohenzollern adları olan Friedrich Wilhelm koydular. Doğmak için bu günü
seçişimin en azından şu yararı oldu: Çocukluğum boyunca doğum günüm hep bayram
günüydü. –Böyle bir babam olmasını büyük bir ayrıcalık sayıyorum; üstelik bana
öyle geliyor ki, yaşamın, yaşama o büyük “evet” deyişin dışında, ayrıcalık
olarak başka neyim varsa, hepsi de bununla açıklanabilir. En başta, yüksek,
ince şeylerle dolu bir dünyaya istemeksizin girmek için biraz beklemem yeter,
ayrıca niyet etmem gerekmez: Orada evimdeyim ben; en derin tutkularımın ancak
orada açığa çıkar. Bu ayrıcalığın bedelini nerdeyse yaşamımla ödemiş olmama
gelince, bu da hiç şüphe yok haksız bir alışveriş değildir. –Zerdüşt’ümden az da
olsa, birşey anlamak için, belki de benim gibi yaratılmış olmalı insan,
–yaşamın ötesinde olmalı bir
ayağıyla...
IV
Kendime düşman kazanmayı, çok önemli saydığım
durumlarda bile, bir türlü beceremedim; bunu da bir tanecik babama borçluyum.
Hıristiyanlığa ne denli aykırı görünürse görünsün, kendimi de kendime düşman
etmiş değilim üstelik. Yaşamımı baştanbaşa karıştırın, pek seyrek görürsünüz
bana karşı birinin körü niyet beslediğini, olsa olsa bunun birkaç izini
görürsünüz, –buna karşılık, belki de biraz çokça iyi niyet izleri kalmıştır... Herkesin kötü deneyim geçirmiş olduğu
kimselerle deneyimlerim bile, bu kimselerden yanadır; ben her ayıyı
evcilleştiririm, doğru yola getiririm soytarıları. Basel lisesinin son
sınıfında Yunanca öğrettiğim yedi yıl boyunca bir kez bile ceza verecek bir
durumla karşılaşmadım. En tembeller çalışkan olmuştu bende. Rastlantıyla her
zaman başa çıkabilirim; hazırlıksız olmalıyım, kendi kendim olmam için. “İnsan”
denen çalgı nasıl bir çalgı olursa olsun, nasıl uyumlanırsa uyumlansın, ondan
dinlenebilir birşeyler çıkaramazsam, hastayım demektir. Kendilerini hiç böyle
işitmediklerini kaç kez duymuşumdur o “çalgı”lardan. Belki de en güzel örnek,
erken ölümünü bağışlayamadığım Heinrich von Stein’dır. Bir seferinde, özenle
iznimi aldıktan sonra, üç günlüğüne kalkıp Sils-Maria’ya gelmiş, Engadin’i
görmek için gelmediği de herkese açıklamıştı. Prusyalı genç bir soylunun bütün
taşkın toyluğuyla Wagner batağına –üstelik Dühring’inkine de– batmış olan bu
değerli insan, üç günde bir özgürlük fırtınasıyla değişivermiş, birden
kanatları çıkan ve kendi yükseklerine
varan biri olmuştu. Ona hep yukarılardaki iyi havanın herkese böyle geldiğini,
Bayreuth’dan 6000 ayak yüksekte yaşamanın boşuna olmadığını söylüyordum, –ama
bana inanmak istemiyordu... Gene de küçük, büyük bir sürü kötülük yapılmışsa
bana, bunun nedeni “istem” değildir, kötü niyet hiç değildir; yukarda da
değindiğim gibi, asıl iyi niyetten yakınmalıyım: Az altüst etmedi yaşamımı.
Görüp geçirdiklerim, genel olarak o “bencil” olmayan dürtüler denen şeylere, o
sözle ve işle yardıma hazır “iyilikseverliğe” karşı güvensizlik duymak hakkını
veriyor bana. Bunlar gerçekte güçsüzlüktü, uyarımlara karşı direnç
yeteneksizliğinin özel durumlarıdır benim için; yalnız décadent’lar için bir erdemdir acıma.
Acıyanları kınamsıyorum, çünkü utanmayı, saygıyı, insanları ayıran aralıkları
sezme duygusunu kolayca yitirirler; çünkü acıma bir anda o ayaktakımı kokusunu
belli eder, görgüsüz davranışlara öyle benzer ki ayırdedilemez, –çünkü acıyan
eller kimi zaman nerdeyse yok edercesine bir büyük alınyazısının, yaralarla
dolu bir yalnızlığın, bir ağır suç işleme ayrıcalığının
içine karışabilirler. Acımanın aşılmasını soylu erdemlerden sayıyorum: “Zerdüşt’ün sınanması”nı göstermek
istediğim parçada, bir büyük imdat çığlığı gelir ona dek, üstüne çullanır
sonuncu bir günah gibi, onu kendi
kendinden caydırmak ister. Burada üstün gelmek, burada ödevinin yüksekliğini, sözde bencil olmayan
eylemlerin içindeki aşağılık ve kısa görüşlü dürtülerle kirletmemek, işte bir Zerdüşt’ün
vereceği sınav, son sınav budur belki de, –onun asıl güçlülük kanıtı budur.
V
Bir başka bakımdan da babamın ta kendisiyim,
pek erken ölümünden sonra onun sürüp giden yaşamasıyım sanki. Hiçbir zaman
kendi dengi arasında yaşamayan ve örneğin “misilleme” kavramına da, “eşit
haklar” kavramını da yetersiz bulan herkes gibi, bana karşı küçük ya da çok büyük bir ahmaklık yapıldığın da,
her türlü savunmayı, “özür göstermeyi” yasak ederim kendime. Benim misillemem,
elimden geldiğince çabuk, ahmaklığın ardından bir akıllılık yollamaktır, belki
de böylelikle onu daha yoldayken yakalayabiliriz. Bir benzetiyle söylersek, tatsız bir öyküden kurtulmak için, bir
kavanoz reçel gönderirim ben... Hele bana bir kötülük yapsınlar, “karşılığını”
veririm, hiç şüpheniz olmasın: Çok geçmeden bir fırsatını bulup, kötülüğü
yapana (bazen hem de yaptığı kötülük için) minnetimi gösteririm ya da bir şey
isterim ondan; vermekten daha da nazikçe olabilir bu... Hem bana öyle geliyor
ki en kaba söz, en kaba mektup bile susmaktan daha iyi bir iyi yüreklice, daha
bir dürüstçedir. Susanlar, hemen her zaman, içten gelen incelikten, nezaketten
yoksundurlar; bir itirazdır susku; yutmak zorunlu olarak kötü kılar kişiyi,
–mideyi bile bozar, susanların hepsi de sindirim bozukluğu çekerler. –Görüyorsunuz,
kabalığın değerini düşürtmek istemiyorum, en
insanca karşı koyma yoludur o, çıtkırıldım çağımızda en başta gelen
erdemlerimizden biridir. İnsan bu iş için yeterince zenginse, haksız olmak bir
mutluluktur da. Bir tanrı yeryüzüne inseydi, her ne yapsa haksızlık olurdu,
cezayı değil, suçu kabullenmek
tanrısal olurdu o zaman.
VI
Hınç nedir bilmeyişim, hınç konusunda
aydınlanışım, –kim bilir bunda da uzun hastalığıma nasıl minnet borçluyum! Bu
sorun öyle kolay değildir: İnsan onu hem güç içindeyken, hem de zayıflık
içindeyken yaşamış olmalı. Hastalığa karşı genel olarak söylenecek bir şey
varsa, o da hasta insanda asıl kurtulma içgüdüsünün, korunma ve savunma içgüdüsünün bozulmasıdır. İnsan hiçbir şeyden
sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir şeyi geri çeviremez, –herşey
yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşıkça sokulur, yaşantılar pek derinden koyar
adama; anı, irin toplayan bir yaradır. Hastanın elinde bir tek büyük ilaç
vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı dediğim
şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla Rus askeri sefere artık dayanamaz
olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek, üstüne
almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek... Ölme yürekliliği değildir
bu her zaman; yaşam için en tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan bu
yazgıcılıktaki büyük sağduyu, metabolizmanın azalmasında, yavaşlamasındandır;
bir çeşit kış uykusu istemindendir. Bu mantıkla birkaç adım daha gittik mi, bir
gömütün içinde haftalarca Hind fakirine varırız... Tepki gösterdiğimiz an
kendimizi çabucak tüketeceğimiz için, hiç tepki göstermemek: Budur işin
mantığı. Hiçbir şey de insanı hınç duyguları gibi çabucak eritip bitirmez.
Kızgınlık, hastalıklı alınganlık, öçalmaya güçsüzlük, öç isteği, susuzluğu, her
türlü ağu karma, –bunlar bitkin insan için şüphesiz en zararlı tepki
çeşitleridir: Sinir gücünün çabucak tükenişi, zararlı salgıların, örneğin
midede safranın, hastalıklı bir artışıdır bunların sonucu. Hasta için hınç gerçekten yasak olan, kötü olan şeydir; ne yazık ki en doğal
eğilimdir hem de. O derin fizyolog Buda kavramıştı bunu. Hıristiyanlık gibi
acınacak şeylerle karıştırmamak gereken bu “din”in etkisi, hıncın yenilmesiyle
elele olmuştur: Kendini hınçtan kurtarmak, –iyileşme yolunda ilk adım.
“Düşmanlık düşmanlıkla sona ermez; düşmanlık dostlukla sona erer”: Buda
öğretisinin başlangıcında bu vardır; böyle konuşan töre değildir, fizyolojidir.
Zayıflıktan doğan hıncın zararı zayıfın kendine dokunur en çok, –tersine
başlangıçta yaradılış zenginse, o zaman da gereksiz
bir duygudur; onu alt edebilmek zenginliğin kanıtıdır nerdeyse. Felsefemin öç
ve hınç duygularıyla, “özgür istem” öğretisine varıncaya dek tutuştuğu kavgada
nasıl hiç şakası olmadığını bilenler, –Hıristiyanlıkla kavgam bunun özel
durumudur yalnızca– neden tam burada kişisel tutumumu, içgüdümün uygulamada
şaşmazlığını ortaya koyduğumu anlayacaklardır. Décadence çağımda onları kendime zararlı diye yasaklamıştım; yaşamım yeniden yeterince zengin ve gururlu olur
olmaz, bu sefer de aşağımda kaldıkları için yasakladım. Sözünü ettiğim o “Rus
yazgıcılığı” rastlantıyla bir kez içine düştüğüm dayanılmaz durumlara, yerlere,
evlere, topluluklara yıllar boyu katlanabilmemde kendini gösterdi; onları
değiştirmekten, değişebilir duymaktan,
onlara başkaldırmaktan daha iyiydi böylesi... Beni bu yazgıcılık içinden sarsıp
zorla uyandıranı, o sıralar can düşmanım sayıyordum; gerçekten de ölüm
tehlikesi vardı bunda her sefer. Kendini bir yazgı saymak, kendini “başka
türlü” istememek, –işte böyle durumlarda sağduyu’un
ta kendisi.
VII
Savaşa gelince, o başka şeydir.
Yaradılışımdan savaşçıyım ben. İçgüdüdür bende saldırmak. Düşman olabilmek, düşman olmak, –bunun için
güçlü bir yaradılış gereklidir belki de; en azından, her güçlü yaradılışta
zorunlu olarak bulunur bu. Direnme gerektir karşısında; dolayısıyla direnç arar: Öç ve hınç duyguları zayıflıktan
nasıl ayrılmazsa, saldırganlık tutkusu
da öyle ayrılamaz güçten. Örneğin kadın öç güdücüdür; başkasının acısına karşı
duyarlığı gibi, bu da zayıflığından gelir. –Saldıranın gücü için, kendine
gerekli gördüğü düşman bir çeşit ölçüdür;
her artış kendini yaman bir düşman, yaman bir sorun aramakla belli eder:
Savaşçı bir feylosof, sorunları da ikili kavgaya çağırır çünkü. Burada insana
düşen genellikle dirençleri yenmek değil, bütün gücünü, esnekliğini, silah
kullanmaktaki bütün ustalığını ortaya koyacağı dirençleri, denk düşmanları yenmektir... Düşman önünde eşitlik, –erkekçe bir ikili kavganın ön koşulu.
İnsan küçümsediği yerde savaşamaz da; buyurduğu, birşeyi aşağısında gördüğü
yerde savaşmamalı hiç. –Savaşçılık mesleğim dört ilkede toplanabilir.
Birincisi: Yalnız üstün gelmiş şeylere saldırırım, gerekirse üstün gelmelerini
beklerim. İkincisi: Hiçbir bağlaşık bulmayacağım, tek başıma kalacağım ve
yalnız kendi adımı tehlikeye atacağım şeylere saldırırım... Tehlikeye atmayan
bir tek çıkış yapmadım kamu önünde; benim
mihenk taşım budur doğru davranış için. Üçüncüsü: Kişilere saldırmam hiç;
onları genel, ama usul usul yayılan ve yakalanması güç bir tehlike durumunu
görünür kılmak için bir büyüteç gibi kullanırım. Böyle saldırdım David
Strauss’a daha doğrusu, tiritleşmiş bir kitabın Alman “ekin”indeki başarısına, –bu arada suçüstü yakaladım
o ekini. Böyle saldırdım Wagner’e, daha doğrusu, incelmişlere verimlileri,
gecikmişlerle büyükleri karıştıran “ekin”imizin yalanlığına, içgüdü
melezliğine. Dördüncüsü: Altında hiçbir kişisel anlaşmazlık yatmayan,
geçmişinde kötü deneyimler bulunmayan şeylere saldırırım yalnızca. Tersine,
saldırmak benim için iyilikseverliğimin, bazen de minnetimin kanıtıdır. Adımı
birşeye, bir kişiye bağlamakla onu saydığımı, seçip üstün tuttuğumu göstermiş
olurum: Yanında ya da karşısında, –bu bakımdan benim işimdir; çünkü o yönden
hiçbir yıkımla, hiçbir engelle karşılaşmadım. En koyu Hıristiyanlar benden hiç
esirgememişlerdir sevgilerini. Hıristiyanlığın amansız düşmanı olan ben,
binlerce yıllık alınyazısı yüzünden tek tek kişilere hınç beslemekten uzağım.
VIII
İnsanlarla
alışverişimde bana zorluk çıkarmayan son bir huyuma kısaca değinebilir miyim?
Arıklık içgüdüsünün hepten korkunç bir duyarlığı vergidir bana, öyle ki her
ruhun dolaylarını, dolayları ne kelime, ta içini, ciğerini görür gibi sezerim,
koklarım... Bu duyarlık benim için psikolojik bir duyargadır; bununla her gize
dokunur, yakalarım onu. Kimi yaradılışın derinlerinde
yatan, belki de kötü kanın gerektirdiği, ama üstü eğitimle sıvanmış bir
sürü pisliği hemen ilk dokunuşta fark ediveririm. Doğru gözlemişsem, arıklığıma
zararlı bu gibi yaradılışlar da, kendi paylarına, benim iğrenip sakınışımı
sezerler; böylelikle daha güzel kokulu olmazlar ya... Bir kez böyle alışmışım,
–kendime karşı aşırı bir açıklık temel koşuludur varoluşumun, arık olmayan
çevrede yaşayamam–, sanki suda, dupduru, pırıl pırıl bir sıvıda yüzerim,
yıkanırım, oynarım aralıksız. Bu yüzden insanlarla alışverişim hiç de kolay bir
sabır sınavı değildir; benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım duyguya katlanabilmektir. Benim insan sevgim
sürekli bir kendimi yeniştir. Ama ben yalnızlık
olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, esinen
bir havayı solumak... Zerdüşt’üm baştanbaşa yalnızlığa ya da beni anladıysanız,
arıklığa bir dithyrambos’tur... Arık deliliğe değil neyse ki... Gözü
renk görebilen, “elmastan” der onun için. İnsandan, ayaktakımından iğrenme benim en büyük tehlikem oldu
hep. Zerdüşt’ün bu iğrenmeden kurtuluşa
anlatan sözlerini duymak ister misiniz?
Bana
ne oldu böyle? İğrenmeden nasıl kurtuldum? Kim gözümü gençleştiren? Nasıl
uçtum, ayaktakımının artık çeşmeler başında oturmadığı yükseklere?
İğrenmem
kendisi mi kanatlar yarattı, pınarlar sezen güçler yarattı bana? Gerçekten o
tadınç pınarını yeniden bulmak için en yükseklere uçmam gerekti!–
Buldum
onu, kardeşlerim! Burada, en yükseklerde kaynıyor o tadınç pınarı benim için!
Ve ayaktakımının birlikte içmediği bir yaşam var burada!
Nerdeyse
pek zorlu akıyorsun bana, tadınç pınarı! Çoğu zaman tasımı doldurmak isterken,
yine boşaltıyorsun.
Sana
alçakgönüllü yaklaşmayı öğrenmeliyim daha: Pek zorlu akıyor sana doğru yüreğim,
–yüreğim, üzerinde bir yaz yanan, kısa, kızgın, karasevdalı, mutluluk taşan bir
yaz. Nasıl da susamış “yaz yüreğim” senin serinliğine!
Geçti
artık baharımın ağırdan üzüntüsü! Geçti artık haziranda lapa lapa karları
hayınlığımın! Yaz oldum hepten, yaz öğlesi oldum,–
En
yükseklerde bir yaz, o soğuk pınarlarla, o mutlu sessizlikle: Gelin dostlar,
sessizlik daha da mutlu olsun!
Bizim
yüksekliğimiz, bizim yurdumuz çünkü bu: Pek yüksek, pek sarp yerde oturuyoruz
arık olmayanlar için, susuzlukları için.
Dostlarım bir bakın tadıncımın
pınarına arık gözlerinizle! Hiç bulanır mı bu yüzden? Arıklığıyla karşılık
versin gülüşünüze.
Gelecek ağacına kuruyoruz
yuvamızı; gagalarıyla azık getirmeli kartallar biz yalnızlara!
Gerçekten, arık olmayanları
ağırlamak için değil burası! Bizim mutluluğumuz biz buz mağarası gibi delirdi
onların bedenlerine, tinlerine!
Biz onların üzerinde sert
yeller gibi yaşamak istiyoruz, kartallara komşu, karlara komşu, güneşe komşu:
Böyle yaşar sert yeller.
Ve birgün yeller gibi
aralarında esmek, soluğumla soluklarını kesmek istiyorum: Geleceğim böyle
istiyor.
Gerçekten, sert bir yeldir
Zerdüşt alçaltılar için; şu öğüdü verir düşmanlarına, tüküren, balgam atan kim
varsa hepsine: Yele karşı tükürmekten sakının!...
NEDEN
BÖYLE AKILLIYIM
I
Neden biraz daha çok biliyorum? Genellikle, neden böyle akıllıyım? Sözde
sorunlar üstüne hiç düşünmedim, –harcamadım kendimi. Örneğin, asıl dinsel güçlükler başımdan geçmiş değil.
Neden “günahkâr” olmam gerektiğini anlayamadım bir türlü. Bunun gibi, pişmanlık
acısını tanımak için güvenilir bir ölçü yok elimde: Kulağıma çalınanlara bakılırsa, pişmanlık acısı hiç de üzerinde
durulmaya değer bir şey olmasa gerek... Bir eylemi, iş işten geçince bir de kendi başına bırakmak istemezdim; işin kötü
bitişini, sonuçlarını kural olarak
değer sorunu dışında bırakmayı yeğ tutardım. Bir iş kötü bitti mi, insan yaptığını doğru değerlendiremez olur kolayca. Bana kalırsa, pişmanlık acısı
bir çeşit “kemgöz”dür. Başarıya
varamayan birşeyi, başarıya varmadığı
için bir kat daha saygın tutmak, –bu daha bir uygundur benim töreme.– “Tanrı”,
“ruhun ölmezliği”, “kurtuluş”, “öte dünya”, daha çocukken bile ne dikkatimi, ne
de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, –belki de bunlar için yeterince çocuksu
olmadım hiç? Benim için bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir;
içgüdümden gelir düpedüz. Biraz çokça meraklıyım ben, sorunlarla doluyum, kendimi beğenmişim: üstünkörü bir yanıt, bir
kalabalıktır, –aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey değildir
bizlere: Düşünmeyeceksiniz!... “İnsanlığın selâmeti” için o tanrıbilimci
antikalıklarının hepsinden çok daha önemli bir sorun var ki, beni daha başka
türlü ilgilendirir: Beslenme sorunu.
Günlük uygulamada şu kılığa girer sorun: “Sen sen olarak asıl beslenmelisin ki, gücünün, erdeminin– Uyanış
çağında (Renaissance) anlaşıldığı gibi, düzmece sofuluk katışmamış erdeminin
doruğuna varabilesin?” Benim bu konuda başımdan geçenler olabildiğince kötüdür;
bu soruyu nasıl olup da böyle geç duyduğuma, görüp geçirdiklerimden nasıl böyle
geç “uslandığıma” şaşıyorum. Neden tam da bu bakımdan bir ermişe yakışırcasına
geri kaldığımı, açıklarsa Alman ekinimizin hepten işe yaramazlığı– “ülkücülüğü–
açıklar biraz olsun. Bu ekin hepten şüpheli amaçlar, o sözde “ülküler” –örneğin
klasik etkin– ardından koşmak için, daha işin başında gerçekleri gözden kaçırmayı öğretir, –sanki “klasik” ve “Alman”
kavramlarının uzlaşmazlığı daha baştan besbelli değilmiş gibi! Dahası var,
insanı güldürür de bu –hele bir “klasik eğitimden geçmiş” Leipzigli
getirin gözünüzün önüne! –Gerçekten, ta
olgun çağıma dek kötü yemek yedim
hep, törel deyimiyle “kişiliksiz”, “kendimi düşünmeden”, “özgeci” olarak,
aşçıların ve öbür dindaşların yararına yemek yedim. Schopenhauer’i yeni yeni
incelemeye başlamışken (1865), bir yandan da Leipzig yemeklerini yemekle
“yaşama istemi” mi iyiden iyiye yadsıyorum. Yetersiz beslenip üstelik bir de
mideyi bozmak... Leipzig aşçıları bu sorunu şaşılacak bir başarıyla
çözmüşlerdir sanırım. (Duyduğuma göre, 1866 yılı birtakım değişmeler getirmiş
bu alanda). Ya genel olarak Alman mutfağı, –onun kabahatleri sayılmakla biter
mi hiç! Yemeklerden önce çorba –16. yüzyıl Venedik yemek kitaplarında bile alla tedesca dedikleri–, fazla pişmiş
etler, yağlı, unlu sebzeler; mideyi bastırmak için o ağır hamur işleri! Bunlara
bir de yaşlı Almanların –yalnız yaşlıların
değil ya– o gerçekten hayvanca yemek üstüne içme alışkanlıklarını da
katarsanız, Alman düşüncesinin nereden
çıktığını anlarsınız: Bozuk bağırsaklardan... Almanlarınkiyle
–Fransızlarınkiyle de– karşılaştırılınca bir çeşit “doğaya dönüş”, yani
yamyamlığa dönüş olan İngiliz beslenme düzeni de iyice aykırıdır benim
içgüdülerime; sanırım, hantallaştırır düşüncenin ayaklarını, –İngiliz
kadınlarının ayakları gibi... En iyi mutfak Piemonte’ninkidir.
–Alkollü içkiler dokunur bana; günde bir bardak şarap ya da bira yaşamı bana
cehennem etmeye yeter, –benim karşıtlarımsa Münih’de yaşıyor. Bunu biraz geç
kavradım, kabul; ama denemesini küçük
yaştan beri yapmışımdır. Daha çocukken, şarap içmenin de tütün gibi önceleri
gençlerin bir gösteriş merakı, sonraları da kötü bir alışkanlık olduğuna
inanırdım. Belki de bu sertçe yargıda
Naumburg şarabının da suçu vardır. Şarabın keyif verdiğine inanmak için
Hıristiyan olmalıydım, yani benim için tam saçmalık olan şeye inanmalıydım.
İşin şaşılacak yanı, az içkinin, bir
de sert değilse, alabildiğine keyfimi kaçırmasına karşılık, çok içmeye karşı bir deniz kurdu gibi
dayanıklı oluşumdur. Daha çocukken göstermişimdir bu konuda yürekliliğimi.
Saygıdeğer Schulpforta’da öğrenciyken kalemimde örneğim Sallustius’un
tokluğuna, yoğunluğuna erişme tutkusuyla, uzun
Latince ödevimi geceleyerek bir
oturuşta yazmak ve temize çekmek, sonra da Latincemi ağır çaplı birkaç grog’la
sulamak, bütün bunlar saygıdeğer Schulpforta’ya hiç yaraşmasa bile, hem benim bünyeme,
hem de Sallustius’unkine vızgelirdi. Sonraları, orta yaşlılığıma doğru, her
türlü ispirtolu içkiye karşı gitgide daha kesin cephe aldım. Ben et yememeyi de
kendimde denemiş, sonra beni doğru yola getiren Wagner gibi düşman kesilmiştim
ona; ama düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak
durmalarını ne denli salık versem gene azdır. Su ne güne duruyor. Su almak için bol bol çeşmesi bulunan yerleri
yeğ tutarım (Nice, Torino, Sils); bir bardak içki beni canımdan bezdirir. In vino veritas derler: Sanırım ki
burada da “doğru” kavramı üstüne herkesle çatışıyorum, –bende Tin suların
üzerinde dolanır... Kurallarımdan birkaçını daha çıtlatayım: Bol bir yemek az
yemekten daha kolay sindirilir. İyi bir sindirimin ilk koşulu, midenin bütünüyle
çalışmasıdır. Midesinin büyüklüğünü bilmeli insan. Gene bu yüzden, tabldotlarda
yenen ve benim aralıklı kurban törenleri dediğim o bitmek tükenmek bilmez
yemeklerden sakınmalıdır. –Aralarda hiçbir şey yememeli, kahve içmemeli: kahve
kasvet verir. Çay yalnız sabahları yarar; az, ama koyu olmalı: Gerekenden bir
damlacık açık olsa, çok dokunur, bütün gün kırıklık yapar. Herkesin kendine
göre bir kararı vardır bunda; sınırları dar, belirlenmesi güçtür. Sinir
yıpratıcı bir iklimde çayla başlanması salık verilmez; bir saat öncesinden
geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasların da birlikte
şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi
bağırsaklardan gelir. –Bir kez daha söylemiştim, Kutsal Tine karşı işlenen asıl
günah kaba etlerdir.–
II
Yer ve iklim sorunu yakından bağlıdır
beslenme sorununa. Her yerde yaşamak kimsenin harcı değildir. Bir kimseye bütün
gücünü gerektiren büyük ödevler düşüyorsa, burada seçim alanı üstelik çok
dardır. İklimin metabolizma üzerine,
onun ağırlaşmasına, hızlanmasına etkisi öyle büyüktür ki, yer ve iklim
konusunda atılacak yanlış yanlış bir adım bir kimseyi yalnızca ödevinden
uzaklaştırmakla kalmaz, onu daha baştan alıkoyabilir de: Yüzünü bile görmez
ödevin. Hayvansal dirim gücü ondan
hiç yetesiye büyük olmamıştır ki, insana “bunu yalnız ben yapabilirim” dedirten
bir özgürlük, benliğini ağzına dek doldursun... Bir bağırsak tembelliği,
küçücük de olsa, bir kez kötü alışkanlık durumuna geldi mi, bir dehayı orta
değerde biri, “Almanımsı” bir şey yapmaya yeter; tek başına Almanya iklimi
bile, yiğitçe dayanacak sağlamlıkta bağırsakları yıldırmaya yeterlidir.
Metabolizmanın hızı, düşünce ayaklarının çevikliğiyle doğru
orantılıdır; bir tür metabolizmadır “düşünce”nin kendisi de. Şimdiye dek kafalı
insanların yaşadığı, nüktenin, incelmenin, hayınlığın mutluluktan ayrılmaz
sayıldığı, dehanın nerdeyse zorunlu olarak yurt edindiği yerleri bir yan yana
koyun: Hepsinin eşsiz kuru bir havası vardır. Paris, Provence, Floransa, Kudüs,
Atina, –bu adlar da kanıtlıyor ki, deha kuru havaya, duru göğe, yani
metabolizma çabukluğuna, hiç durmadan ve çok büyük ölçüde erke bütünlemesi
yapma olanağına bağlıdır. Önümde örneği var; özgür yaratılmış, değerli, kafalı
biri, tek iklim konusunda içgüdü inceliği olmaması yüzünden dar kafalı bir
uzman, köşesine sinmiş, hırçın biri olup çıktı. Hastalığım beni sağduyulu
olmaya, gerçekteki sağduyu üstünde düşünmeye zorlamasaydı, benim sonum da
bundan başka türlü olmazdı. Şimdi iklim ve hava etkilerini, uzun bir alıştırma
sonucu, kendimde pek duyar, güvenilir bir aygıtta okur gibi okuyor, örneğin
Torino’dan Milano’ya kısa bir yolculuk sırasında havanın nemlilik derecesinde
değişikliği bedenimde ölçüyorum da, son on yılı dışında yaşamımın, tehlikeli
yıllarımın hep benim için yanlış, kesin olarak yasaklanmış yerlerde geçtiğini düşününce tüylerim ürperiyor.
Naumburg, Schulpforta, genellikle Thüringen, Leipzig, Basel, Venedik, –hepsi de
bünyem için birer yıkım olan yerler. Daha genel olarak, bütün çocukluğumdan,
gençliğimden bir tek iyi anım yoksa, bunu “törel” dedikleri nedenlerle, örneğin
kendime göre bir çevrenin yokluğuyla
–ki doğru olduğu su götürmez– açıklamak ahmaklık olurdu: Çünkü aynı yokluğu
bugün de çekiyorum; keyfimi kaçırıp beni yıldırmıyor bu. Fizyoloji konusundaki bilisizliğim, o kahrolası “ülkücülük”, işte
asıl bahtsızlığı, gereksiz, aptalca yanı, bana hiçbir yararı dokunmayan, artık
giderilmesi, ödeşilmesi olmayan yanı budur yaşamımın. Attığım tüm yanlış
adımları, içgüdümün büyük yanılgıları, beni yaşamımın ödevinden saptıran “alçakgönüllülüklerimi”, örneğin filolog oluşumu
hep bu “ülkücülüğün” sonuçları olarak açıklıyorum, –neden hiç değilse hekim, ya
da gözlerimi açacak başka bir şey olmadım? Basel’de okuduğum sıralar, bütün
düşünce düzenim, bu arada günlük zaman bölümüm, olağanüstü güçlerin hepten
anlamsızca kötüye kullanılmasıydı ve bu tüketimi karşılayacak güç kaynağım da
yoktu; tüketim ve bütünleme üstüne düşünmüyordum bile. Her türlü ince
bencillik, buyuran bir içgüdünün gözeticiliği
eksikti; kendimi herkesle bir tutmaktı –bu yüzden hiç bağışlamayacağım kendimi.
Nerdeyse iş işten geçmek üzereyken, nerdeyse iş işten geçmek üzere olduğu için,
yaşamımın bu temel çılgınlığı –“ülkücülük” beni düşündürmeye başladı. Anca hastalık getirdi aklıma başıma.
III
Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim
seçmek, –her ne olursa olsun yanılmamak gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da,
bir kafa kendine özgü olduğu ölçüde, yapabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır.
Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla beni kendimden
çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlarda gezmeye çıkaran, artık
önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten
okumak. Sıkı çalışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: bir kimseyi
yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak
olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, gebeliğin düşünceyi ve bütün örgenliği
içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım
pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan
elden geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdünün yapacağı ilk
akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım
hiç? Bu da okumak olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı
mı geldi: Gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar!
Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?... Kendimi elimde bir kitapla
yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. Neydi acaba? Victor
Brochard’ın, benim Laertiana’mdan da iyi yararlandığı pek güzel bir incelemesi, Les Sceptiques Grecs. Şüpheciler, her
dediği üç beş anlama gelen feylosoflar ulusu içinde tek saygıdeğer örnek!. Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara
geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara geri dönerim hep, az
sayıda, benim için sınanmış kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve
okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta eder. Çok ve çeşitli şeyleri sevmek
de bana göre değildir. Yeni kitaplara karşı güvensizlik, giderek düşmanlık
benim içgüdüme “hoşgörü”den, “largeur de
coeur”den, “yardımseverlikten”ten daha bir uygun düşer... Aslında dönüp
dönüp okuduklarım bir avuç eski Fransızdır: Ben Fransız ekinine inanırım tek.
Avrupa’da “ekin” adına başka ne varsa, hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım;
Alman ekinine gelince, sözü edilmeğe değmez... Almanya’da karşılaştığım birkaç
yüksek ekinli kişi, beğeni konusunda hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği Bayan
Cosima Wagner başta olmak üzere, hepsi de Fransız soyundan gelmeydiler.
Pascal’ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak
–canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni,
sonra tini ağır ağır öldürülmüş kurbanı olarak –sevişim; düşüncemde, kimbilir belki de bedenimde de Montaigne’in
kabına sığmazlığından birşeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliére,
Corneille, Racine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir yaban
dehaya karşı savunuşu... Gene de en yeni Fransızları tadına doyum olmaz bir
topluluk saymama engel değil bütün bunlar. Hangi geçmiş yüzyılda şimdi Paris’de
olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince psikologlar bir araya toplanmıştır,
doğrusu bilmiyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, –çünkü sayıları hiç de az
değil: Paul Borguet, Pierre Loti, Gyp, Meilhac, Jules Lemaître ve –özellikle
sevdiğim gerçek bir Latin’i, güçlü soydan birini anmış olmak için –Guy de
Maupassant. Söz aramızda, bu kuşağı,
hepsi de Alman felsefesiyle baştan çıkmış olan büyük öğretmenlerinden bile
üstün tutuyorum (örneğin Bay Taine büyük insanları, büyük insanları , büyük
çağları yanlış anlayışını Hegel’e borçludur). Almanya nereye girse, ekini berbad eder. Ancak savaş “kurtardı”
Fransız düşüncesini... Stendhal yaşamımın en güzel rastlantılarından biridir,
–yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıyla önüme çıktı, başkasının
salık vermesiyle değil.– Paha biçilmez erdemleri vardır onun: Saklı olanı gören
o psikolog gözü, en büyük gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan –ex ungue Napoleonem –olguları kavrama
yetisi ve sonunda –ki az erdem değil bu da– dürüst
bir tanrısız oluşu: Fransa’da kırk yılda bir rastlanan, nerdeyse hiç bulunmayan
bir tür,– Prosper Mérimée’yi saygıyla
analım... Belki de Stendhal’i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel
tanrısız nüktesini aldı elimden: “Tanrının tek özürü var olmayışıdır”... Bende
bir yerde şöyle demiştim: “Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi? Tanrı...”
IV
Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinrich Heine verdi bana. Öylesine
tatlı, öylesine tutkulu bir musikiyi bin yıllar arasında boşuna arıyorum. O
tanrısal hayınlık vardı onda; yetkinliği bunsuz düşünemem ben, insanlara,
ırklara değer biçmek için, tanrıyla satir’i zorunlu olarak bir arada
düşünüyorlar mı, ona bakarım. –Ya Heine’nin Almanca’yı kullanışı! Birgün
Heine’yle benim Alman dilinin rakipsiz ilk sanatçıları olduğumuzu, öbür
Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecekler. –Byron’un Manfred’iyle derin derin bir
yakınlığım olmalı: O uçurumların hepsini buldum içimde; on üç yaşımda olgundum
bu yapıt için. Manfred’in yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere
söylenecek sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. Hepten yoksundur. Almanlar
büyüklük kavramından: Kanıt Schumann. O iç bulandırıcı Saksonyalıya öfkemden bir
Manfred açılışı (ouverture) da ben yazdım; Hans von Bülow nota kâğıdı üstünde
hiç böyle bir şey görmediğini söylemişti: Euterpe’nin ırzına geçmekmiş bu. Shakespeare’i anlatacak en yüksek
düşüncemi aradığımda, hep Caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan
böyle birşeyi düşünmekle çıkaramaz; ya öyledir, ya da değildir. Büyük ozan, yalnız öz gerçeğinden beslenir, öyle ki
sonunda yapıtına dayanamaz olur üstelik... Zerdüşt’üme şöyle bir göz atayım
yeter, dayanılmaz bir hıçkırık nöbeti içinde kendimi tutamaksızın, odamda yarım
saat bir aşağı bir yukarı gezinirim. –Hiç kimseyi okurken Shakespeare’de olduğu
gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılığı böyle gerekli bulmak için nasıl acı çekmiş
olmalıdır insan! –Hamlet’i anlıyor
musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı
deli eden... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı...
Doğrudan korkarız hepimiz... Hem
açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz inanıyorum ki, bu en tüyler ürpertici
yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet eden Lord Bacon’dır; ne
düşündüklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak gevezeliklerinden bana ne? Görüm’leri (vision) en yaman
gerçeklikle verme yetisi, en yaman eylem gücüyle, en canavarca eylem ve cürüm
gücüyle yan yana bulunmakla kalmaz yalnız, üstelik
onları gerektirir de... Sözcüğün en yüksek anlamında ilk gerçekçi olan Lord
Bacon’ın neler yaptığını, net istediğini, kendi kendisiyle ne yaşadığını bilebilmek için, onu
yeterince tanımaktan çok uzağız daha... Hepinizin canı cehenneme, bay
eleştirmenler! Tutun ki Zerdüştümü bir başka adla, örneğin Richard Wagner
adıyla vaftiz ettim; İnsanca Pek İnsanca
yazarının Zerdüşt’ün bilicisi olduğunu çıkarmaya iki bin yıllık uzgörü
yetmezdi...
V
Yaşamımın dinlenmelerinden söz açılmışken,
hepsinin ötesinde beni en derinden, en içten dinlendiren şeye karşı minnet
borcumu birkaç sözle söylemem gerekiyor. Bu da hiç şüphesiz Richard Wagner’le
yakından düşüp kalkmam olmuştur. İnsanlarla kurduğum öbür ilişkilere metelik
vermiyorum; ama Tribschen’de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven, sevinç,
yüce rastlantılar ve derin anlarla
dolu günleri her ne pahasına olursa olsun yaşamımdan silmek istemem...
Başkaları Wagner’le neler yaşamıştır; bilmem; bizim göğümüzden bir tek bulut bile geçmedi. –Burada bir kez daha
Fransa konusuna dönüyorum. Wagner’i kendilerine
benzer bulmakla onu saydıklarını sanan Wagner’cilar ulusuna karşı ağzımı bile
açmam, dudak bükerim yalnız... Ben ki Alman olan herşeye en derin içgüdülerimle
yabancıyım, öyle ki bir Alman’ın yakınımda olması bile sindirim gecikmesi
yapar, ben Wagner’le ilk karşılaştığım zaman yaşamımda ilk kez derin bir nefes
aldım: Wagner’i dış ülke olarak,
“Alman” erdemlerine bir karşıt, bir canlı karşı koyma olarak duyup saydım.
–Bizler, çocuklukları 1850 yıllarında geçenler “Alman” kavramına karşı çaresiz
kötümseriz; bizler ancak devrimci olabiliriz, –düzmece softaların başta olduğu bir düzene göz yumamayız. Ama şimdi
renkleri değişmiş, artık kızıllara bürünüyorlar, binici üniforması
kuşanıyorlarmış, benim için hepsi bir... Uzun sözün kısası, Wagner devrimciydi,
Almanlardan kaçmıştı... Sanatçı
olarak insanın Avrupa’da Paris’den başka yeri yurdu olamaz: Wagner sanatını
anlamının koşulu, o beş sanat duyusunun délicatesse’i,
o ayrımları sezen parmaklar, psikolojik sayrıllık, hepsi Paris’te bulunur.
Biçim sorunlarında bu tutku, mise en
scéne’i böylesine önemseme Paris’ten başka hiçbir yerde yoktur, –tam
Parisli önemseyişidir işte bu. Parisli bir sanatçının ne düşler beslediğini,
gözü nasıl yükseklerde olduğunu Almanya’dakiler düşünmezler bile. Alman kuzu
gibidir. –Wagner’se hiç öyle değildi... Neyse, Wagner’in asıl yerini, yakın
akrabalarının kimler olduğunu daha önce uzun uzadıya anlattım (“İyi ve Kötünün
Ötesinde”, 256. Bölüm). Geç Fransız romantikleri, Delacroix’ların,
Berlioz’ların o yücelerde uçan ve coşturan soyu, kökten hastalar, doğuştan
onmazlar, hepsi de anlatım
bağnazları, tepeden tırnağa virtüozlar... Kimdi zaten Wagner’in ilk zeki
savunucusu? Charles Baudelaire, Delacroix’yı da ilk kez anlayan, koskoca bir
sanatçı kuşağının babası, o örnek décadent,
–belki en son savunucusu da oydu... Nedir Wagner’de hiç bağışlamadığım?
Almanlara dek inmiş olması, Alman
yurttaşı olması... Almanya nereye girse, ekini berbadeder.
VI
İyice bir düşünürsem, Wagner, musikisi
olmadan çekilmezdi gençliğim, Almanların arasına düşmüştüm bir kez. Dayanılmaz
bir baskıdan kurtulmak için afyon ister. İşte böyle, bana da Wagner gerekti.
Wagner Alman olan herşeye karşı en iyi panzehirdir, –zehir olmasına da
zehirdir, o başka... Tristan’ın bir piyano partisyonu olduğu andan
beri-saygılar, Bay von Bülow!– Wagnerciyim. Wagner’in daha önceki yapıtlarını
kendimden aşağı, pek beylik, pek “Alman” buluyordum... Ama bugün bile Tristan
gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o tatlı sonsuzlukla dolu başka bir
yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyorum. Leonardo da Vinci’nin tüm
gizemleri Tristan’ın ilk notasıyla büyülerini yitiriverirler. Bu yapıt
Wagner’in non plus ultrasıdır; onun
yorgunluğu bu ise “Usta Şarkıcılar” ve “Yüzük”le çıkarmıştı. İyileşmek, –Wagner
gibilerinde bir gerilemedir bu. O yapıtı anlayacak olgunlukta olmam için tam çağında, hem de Almanlar arasında
yaşamamı en büyük mutluluk sayıyorum: Psikolog olarak bilme isteği bende bakın
nerelere varıyor. O “cehennem tatları”nı duymak için yeterince hasta olmayan
kişiye dünya nasıl yoksuldur: Bu gizemci deyimini kullanabilirim, nerdeyse
kullanmak zorundayım burada. –Wagner’in elinden gelen korkunç işleri, yalnız
kendine vergi kanatlarla girdiği o bilinmez esrimeler dolu elli dünyayı benden
iyi kimse duyup tanıyamaz; bense en tehlikeli, en sorunsal şeyleri bile kendi
yararıma çevirmek için yeterince güçlü olduğumdan, Wagner’i yaşamımın en büyük
velinimeti sayıyorum. Onunla akraba olduğumuz yan, bu çağ insanlarının
çekebileceğinden çok daha derin –bu arada birbirimizden de– çekmiş olmamızdır:
bu da kıyamete dek birbirine bağlayacaktır adlarımızı. Almanlar arasında
Wagner’in bir yanlış anlaşılma olduğu nasıl kesinse, benimki de öyledir, öyle
kalacaktır hep. –adlarımızı. Almanlar arasında Wagner’in bir yanlış anlaşılma
olduğu nasıl kesinse, benimki de öyledir, öyle kalacaktır hep. –Önce psikoloji ve sanatta kendinizi iki
yüzyıl sıkıya sokmanız gerekiyor, Bay Cermenler!... Ama giderilir mi hiç böyle
şeyin yokluğu.
VII
Bir
sözüm daha var en seçilmiş kulaklar için: Asıl istediğim nedir musikiden. Ekim
ayında bir öğle sonu gibi duru ve derin olsun. Kendine özgü, taşkın ve nazlı
olsun; çıtı pıtı, tatlı bir kadın, iyemli, dönek bir kadın olsun... Bir Almanın
musiki nedir bileceğini hiçbir zaman kabul edemem. Alman musikicisi
dediklerimiz, başta en büyükleri, hep yabancıydılar;
İslav, Hırvat, İtalyan, Felemenkli ya da... Yahudi; böyle olmayanlar da,
Schütz, Bach ve Handel gibi, artık soyu
tükenmiş güçlü Almanlardandı. Ben kendi payıma yeterince Polonyalıyım daha:
Bana Chopin’i verin, sizin olsun musikinin gerisi. Bunun dışında tuttuklarım,
Wagner’in Siegfried-İdyll’i –ki üç nedeni var–, belki Lizst’in de birkaç
parçası –orkestralayışındaki soyluluğun bir eşi daha yoktur– ve son olarak
Alplerin ötesinde yapılan herşey, daha doğrusu berisinde... Rossini’den geçemem; hele musikideki güneyimden,
Venedikli maestro’m Pietro Gastit’den hiç mi hiç. Alplerin
ötesi derken, aslında Venedik demek istiyorum. Biliyorum., hiç mi hiç. Alplerin ötesi derken, aslında
Venedik demek istiyorum. Biliyorum, güneyi
korkuyla ürpermeksizin düşünememek nasıl bir mutluluktur.
Köprünün üzerinde duruyordum
geçende,
karanlık geceye bürünmüş.
Uzaklardan bir ezgi duyuluyor
ve altın damlalar yağıyordu
titreyen aynası üstüne suyun.
Gondollar, ışıklar, musiki, hepsi
Esrimiş, yüzüp gittiler
alacakaranlığa...
Benim
ruhum, görünmez parmakların
dokunduğu o çalgı,
bir barkarol mırıldandı gizlice,
binbir renkli mutluluk içinde
titreyerek.
–Duyan oldu mu onu?
VIII
Bunların hepsinde –besin, yer ve iklim,
dinlenme seçimi– bir kendini sürdürme içgüdüsüdür buyuran, en açık olarak savunma içgüdüsünde ortaya çıkar bu. Çok
şeyi görmemek, işitmemek, yanına yaklaştırmamak, –işte ilk akıllılık, insanın
bir rastlantı değil de zorunluluk olduğunun ilk kanıtı. Bu kendini savunma
içgüdüsünün yaygın adı beğeni’dir.
Onun buyruğu yalnız “evet” demenin bir “çıkar gözetmezlik” olacağı durumlarda
“hayır” dememizi değil, bir de elden
geldiğince az “hayır” dememizi ister. Hiç durmadan “hayır” demek zorunda
olduğumuz yerden kendimizi çekip almamızı, sıyırmamızı ister. İşte bundaki
sağduyu: Savunma harcamaları, çok küçük de olsalar, bir kez kural, alışkanlık
durumuna geldiler mi, olağanüstü büyük ve hepten gereksiz bir yoksullaşma
doğururlar. Büyük harcamalarımız çok
sık yaptığımız küçük harcamalardır. Savmak da, yanına yaklaştırmamak da bir
harcamadır, –bunda yanılmamalı insan–, olumsuz amaçlara harcanmış güçtür. İnsan sürekli savunma zorunluluğu içinde, kendini
artık savunamaz oluncaya dek güçsüz düşebilir. –Diyelim ki şu anda dışarı
çıkıyorum ve karşımda sessiz, soylu Torino yerine bir Alman kasabası buluyorum:
O yavan ve korkak dünya içime dolmasın diye, içgüdümle kabuğuma çekiliverirdim
hemen. Ya da o taş üstüne kurulmuş ayıp, hiçbir şeyin kendinden büyümediği,
iyi, kötü herşeyin sürüklenip getirildiği büyük Alman kenti çıktı karşıma. Bu
durumda kirpi olmaz mıydım? –Ama
dikenleri olmak savunganlıktır; hele ellerimiz açık durmak varken hal böyle ise, o zaman iki kat lükstür...
Başka
bir akıllılık ve kendini savunma yolu da, insanın elden geldiğince seyrek tepki göstermesi, “özgürlüğünü”,
insiyatifini rafa koyup salt bir tepkin olmak zorunda kaldığı durumlardan ve
ilişkilerden kaşınmasıdır. Karşılaştırma yapmak için, kitaplarla alışverişimizi
alalım. Aslında yalnız kitap açıp kapayan bilgin –orta yetenekte bir filolog
için günde yaklaşık olarak iki yüz tane– sonunda kendiliğinden düşünme yetisini
iyiden iyiye yitirir. Kitap karıştırmıyorsa düşünmez de. Düşünürken bir uyarıma
(okunmuş bir düşünceye) yanıt verir. –yalnızca
tepki gösterir artık. Bilgin bütün gücünü evet ve hayır demeye, çoktan
düşünülmüş olanları eleştirmeye harcar, –kendisi düşünmez olur... Kendini
savunma içgüdüsü bozulmuştur onda; başka türlü olsa, kitaplara karşı kendini
savunurdu. Bilgin demek décadent
demek. Gözümle gördüm bunu: Yetenekli, verimli, özgür yaradılışlar, daha otuz
yaşlarında “okumaktan çökmüşler”, kibrit gibiler artık; kıvılcım, “düşünce”
verebilmeleri için sürtmek gerek. –Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün
kuvvetinin şafağındayken, bir kitap
açmak, –ayıp derim buna!
IX
Burada
artık kişi nasıl kendisi olur sorusuna
asıl yanıtı vermeden geçemem. Kendini saklama ve bencillik sanatının başyapıtına değiniyorum böylelikle...
Varsayılan ki ödev, ödevin amacı, yazgısı
ortalamanın hayli üzerindedir; bu durumda kendini de ödeviyle aynı zamanda
farketmek en büyüğü olur tehlikelerin. İnsanın kendisi olmasının koşulu, kim
olduğunu hiç mi hiç bilmemesidir. Bu açıdan bakınca, yaşamdaki yanlış adımların, arasıra sapılan yan
yolların, yanlış yolların, gecikmelerin, “alçakgönüllülük”lerin asıl ödevden
uzak başka ödevlere verilen emeğin, hepsinin de kendilerine göre bir anlamları,
değerleri vardır. Bunlarda büyük bir akıllılık, belki de en üstün akılılık
kendini gösterir: Yokolmaya götüren bir yoldur burada nosce te ipsum; oysa kendini unutmak, yanlış anlamak, küçültmek, daraltmak, orta değerde yapmak
sağduyunun ta kendisidir. Törel deyişle: İyilikseverlik, başkası için yaşama ve
benzerleri, en sert bencilliğin sürdürülmesinde koruyucu önlem olabilirler.
İşte budur kendi kurallarıma, kanışlarıma karşı o “çıkar gözetmeyen”
dürtülerden yana olduğum ayrık durum; Bencilliğin,
kendini sıkıya koymanın hizmetindedirler burada.
Bilincinin
bütün yüzeyini –ki bilinç bir yüzeydir– herhangi bir büyük buyruktan uzak
tutmalı insan. Büyük sözlerden, büyük davranışlardan bile sakınmalı! Hepsi de
içgüdünün kendini çok erken “bilmesinden” doğacak tehlikeler. –Bu arada o
örgenleştiri, o egemen olacak “düşün” derinlerde büyür serpilir; buyurmağa
başlar, ağır ağır yan yollardan, yanlış yollardan çekip çıkarır: Günün birinde
bütünün gerçekleşmesi için vazgeçilmez araçlar oldukları görülecek o
nitelikleri, uzlukları birer birer
hazırlar; hepsini yönetecek olan ödevden, “hedef”, “amaç” ve anlamdan hiçbir
şey sezdirmeksizin, hizmet edecek tüm
yetkileri sırasıyla oluşturur. –Bu yandan bakınca yaşamın düpedüz mucizeliktir.
Değerleri yenileyiş ödevi için, belki
de tek kimsede bir arada hiç bulunmamış yetilerin, herşeyden önce de karşıt
yetilerin, birbirlerini yıkıp yoketmeksizin bende olması gerekiyordu. Yetiler
arasında bir aşama sırası, aralıklar, düşman etmeksizin ayrı ayrı tutma sanatı,
hiçbir şeyi karıştırmamak, “barıştırmamak”; gene de kaosun karşıtı olan korkunç
bir çokluk, –bu işin önkoşulu, içgüdümün uzun, gizli çalışması ve sanatçılığı
buydu işte. Koruyuculuğu öyle
akıllıca, öyle güçlüydü ki, içimde ne büyüdüğünün hiçbir zaman farkına varmadım
bile; tüm yetilerim günün birinde olgunlaşmış olarak en son yetkinlikleriyle açıverdiler birden. Çabalamış olduğumu
hiç anımsamıyorum, yaşamımda bir tek boğuşma
izi gösterilemez; yiğitçe bir yaradılışın karşıtıyım ben. Bir şey “istemek”,
birşeye “göz dikip uğraşmak”, bir “amacın”, bir “dileğin” ardından koşmak
–başımdan geçmiş şeyler değil hiçbiri. Şu anda bile geleceğime –engin bir gelecek– dalgasız bir denize
bakar gibi bakıyorum: Bir tek istek kırıştırmıyor onu. Birşeyin olduğundan
başka türlü... Ama hep böyle yaşadım ben. Bir tek şey dilemedim. Kırk dördüncü
yaşını doldurmuş bir kimse, ünmüş,
kadınmış, paraymış, hiçbir zaman umursamadığını sayleyebilsin! –İstesem
bunları elde edemez miydim... Örneğin profesör oldum günün birinde; aklımın
kıyısından geçirmemiştim bunu, çünkü 24 yaşımda ya var ya da yoktum. Ondan iki
yıl önce de bir gün filolog oluvermiştim: Şöyle ki, öğretmenim Ritschl benim
için her anlamda başlangıç olan ilk filoloji çalışmamı “Rheinisches
Museum”undan bastırmak üzere istemişti benden. (Ritschl, saygıyla söylüyorum– şimdiye dek gördüğüm biricik dâhi
bilgindi. Biz Thüringen’lileri başkalarından ayıran, bir Almanı bile sevimli
yapan o cana yakın baştan çıkmışlık vardı onda. Bizler, doğruya varmak için de
olsa, dolambaçlı yolları seçeriz gene. Bu sözlerim, daha yakın hemşerimi,
bilgiç Leopold von Ranke’yı aşaladığım anlamına alınmamalı...)
X
Bu
küçük şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri neden anlattığımı
soracaklar bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler. Yanıtım: Bu küçük şeyler
–beslenme, yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması–
şimdiye dek önemli sayılan şeylerden son derece daha önemlidir. Tam burada
başlamalıyız yeniden öğrenmeye.
İnsanlığın bugüne dek önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek bile değildir,
kuruntudur yalnızca; daha sert deyimiyle, o sapına dek zararlı, hasta
yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden doğan yalanlardır;
–o kavramların topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte dünya”, “doğru”,
“bengi yaşam”... Ama insanoğlunun büyüklüğünü, “tanrısallığını” hep bunlarda
aradılar... “Küçük şeyleri”, yani yaşamın temel konularını küçümsemeyi
öğretmekle, en zararlı insanları büyük inan saymakla yurt yönetiminin, toplum
düzeninin, eğitiminin tüm sorunlarını ta köklerine dek bozdular... Bugüne dek en birinci insanlar diye saygı görenleri
kendimle karşılaştırdığımda, aramızda elle tutulurcasına bir ayrım görüyorum.
Bu sözde “birinci”leri insandan saymıyorum bile, –onlar benim gözümde
insanlığın döküntüleri, hastalığın, önce susamış içgüdülerin doğurtmalarıdır;
yıkım getiren, aslında onulmaz canavarlardır hepsi; yaşamdan öç alırlar...
Bunun karşıtı olmak istiyorum ben: Sağlam içgüdünün tüm belirtilerine karşı
büyük bir duyarlıktır benim ayrıcalığım. Bende sayrıllığın hiçbir izi bulunmaz;
en ağır hasta olduğum zamanlar bile sayrıl değildim; boşuna arasınız herhangi
bir bağnazlık belirtisini bende. Yaşamımın hiçbir anında kurumlandığımı,
etkileyici bir tavır takındığımı gösteremezsiniz. Tavırlarda etkililik büyüklük
demek değildir; genellikle tavır takınmadan edemeyen kimse düzmecinin
biridir... Göz alıcı insanlardan sakının! –Yaşam benim için kolaydı, özellikle
benden en ağır şeyleri istediği zamanlar. Bu güz, benden sonraki binyılların
sorumluluğunu duyarak, ne örneği olan, ne benzeri yapılacak en yüksek işleri
hiç ara vermeden çıkardığım o yetmiş gün içinde beni görenler, en küçük bir
gerginlik sezmezlerdir bende; tam tersine dipdiri olduğumu, sevinçten kabıma
sığamadığımı görürlerdi. Hiç böyle seve seve yememiş, böyle iyi uyumamıştım,
–Büyük ödevlerle düşüp kalkmanın bir tek yolu vardır bence, o da oyundur; büyüklüğün belirtisidir bu, ana
koşullarından biridir. En küçük zorlama, asık bir yüz, ses tonunda en ufak bir
sertleşme, hepsi birer itirazdır bir kimsenin kişiliğine; yapıtı içinse haydi
haydi öyledir!... Sinir diye bir şey olmamalı adamda... Yalnızlıktan acı çekmek
de bir itirazdır, –ben kendim hep “çokluk”dan acı çektim... Akıl almaz derecede
erkenden, daha yedi yaşımda, hiçbir insanca sözün bana ulaşmayacağını
biliyordum; bu yüzden üzüldüğümü gören var mı hiç? Bugün bile herkese her
zamanki gönül alıcı davranıyorum, en aşağı olanlara bile değer veriyorum; bunda
bir damla olsun kendini beğenmişlik, gizli bir küçümseme yok. Küçümsediğim
kimse farkeder bunu: Yalnızca orada
oluşum bile, damarlarında kötü kan akanları öfkelendirir... Bir insanın
büyüklüğünü belli eden bence amor fati’dir;
insanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte,
sonsuza dek başka türlü istememesidir. Zorunluluğu yalnızca katlanmak, hele onu
gizlemek yetmez –her türlü ülkücülük zorunluluğa karşı bir aldatmacadır–, iş
onu sevmekte...
NEDEN BÖYLE İYİ KİTAPLAR YAZIYORUM
I
Birisi ben, öbürü de
yazılarım. –Burada onların kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp
anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü
yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha;
kimi insan öldükten sonra doğar. –Günün birinde, insanların benim anladığım
gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belkide Zerdüşt'ün yorumlanması için ayrıca
kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak
kulaklar, alacak eller beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini
anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin doğrusu da budur sanıyorum. Beni
başkasıyla karıştırmalarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bunun
için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşılaşmadım
yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği
gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık
derilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline
alması, kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu yaparken umarım
ayakkabılarını –çizmeleriniyse haydi haydi– çıkarıyordur... Doktor Heinrich von
Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek
sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle
olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların
çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım
"çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmaları bile isteyebilir miyim
hiç? Benim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersindedir, –ben "non legor, non legar" (Okunmuyorum,
okunmayacağım. Başyapıtı "İstem ve Tasarım Olarak Dünya" neden sonra
satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle "legor legar"
–okunuyorum, okunacağım– demişti) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır"
deyişlerindeki bönlüğün bana
tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılmasın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan
yazılarımla belki de baştanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar,
Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye
çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini.
–Bunun en aşırı iki örneği sonunda Almanya'da değil de İsviçre'de çıktı. Dr. V.
Widmann'ın (İsviçreli yazar. "Bund" dergisi yöneticilerinden.)
"Bund" dergisinde, "İyi ve
Kötünün Ötesinde" üzerine "Nietzsche'nin Tehlikeli Kitabı"
başlığıyla çıkan yazısı ve gene "Bund"da Bay Karl Spitteler'in
(İsviçreli ozan. Nobel ödülü –1919–) genel olarak yazılarım üstüne toptan bir
incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruklarını olduklarını
söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt'ümü
"yüksek deyiş alıştırması"
olarak inceliyor, bundan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr.
Widmann'a gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gösterdiğim
yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her
cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu
söylüyordu: Demek istediklerimin hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak
için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek". Kendimi
açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. –Şu da var ki, hiç kimse
birşeyden –kitaplar da giriyor bunun içine– zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp
alamaz. Birşey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur
bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni
yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak
yaşantılardan, –bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu durumda
kimse birşey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Birşey duyulmayan
yerde, birşey yoktur da... Benim
karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü
diyelim, budur işte. Benden birşey anlamadıklarını sananlar, kendi
boylarına göre kesip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir
"ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler
tutar yerimi bırakmadılar. –"Çağdaş" insanların, "iyi"
insanların, Hıristiyanların ve öbür "nihilist"lerin karşıtını, en
yüksek yetkinlik örneğini gösteren "üstinsan"
sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'in
ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt'ün
kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan
türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "ermiş", yarı
"deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni
onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük
kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere
tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına,
Parsifal yerine Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı
kulaklarına. –Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak
etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o
konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir sefer, tek bir kitaba karşı –ki
"İyi ve Kötünün Ötesinde" idi– işlenen günahların tümünü birden
görebildim; neler neler söylemezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız,
"Nationalzeitung" –yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya
gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Débats okurum –evet o gazete, bütün ciddiliğiyle,
kitabımı "çağın belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi
olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu
olurdu ancak...
II
Almanlar için söylenmiştir
bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, –hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş,
kendilerini göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var okuyucularım arasında.
Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her
yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de
felsefe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada,
Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok
gururumu okşayan da, meyve satan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini
seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonyalılar için boşuna İslav ırkının
Fransızları dememişler. Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta
bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da
şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, –elimden
herşey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu,
filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli bir romancı gibi
tasarlamışım, –yani saçmalık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces et finesses"
(Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te bile herkesi şaşırtmış, –bu deyim
Monsieur Taine'indir–. Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine
varıncaya dek herşeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan"
tuzdan, esprit'den katışmıştır...
Başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. –Hepimiz biliriz bir uzun
kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç
çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız
kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en
iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya
tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıyla –yalnız Yunanca değil– deccal'ım (antichristos) ben...
III
Yazar olarak ayrıcalığım
nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl
"bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka
kitaplara, hele felsefe üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince
dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, –Almanlıkla hiç ilgisi olmamalı
insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi haketmiş olmalı
insan. Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle
bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben
daha hiçbir kuşun uçmadığı yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp
inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden
bırakamazmış insan, –uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin
daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, –onlar yeryüzünde erişilecek en
yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu
yumruklarla elde edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim
bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye
birşey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede
yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o
işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu
kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın.
Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen
çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim.
Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde
dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bunu
başardığım için kutlarlar beni, –hem de bir gelişme varmış, daha bir
keyifliymiş deyişim... O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan
"ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını bilemezler bu kitaplarla,
–dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler:
İşte ince mantığı "ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasındaki büyük
baş hayvanlar da –yalnız Almanlar bunlar, hoş görün– demeye getirirler ki,
benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de
Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü
"féminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona;
hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert
doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli,
onun için alışkanlık olmalı sertlik.
Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, herşeyi
bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan
bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu
Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, –ve her
kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, –sizlere,
bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle
her tuzağa düşürülebilenler:
–Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak
inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz
yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim burada. Bir durumu, bir
duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, –budur deyişin anlamı. İç
durumlarının o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı,
şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır.
Bir iç durumu gerçekten bildiren, imler üstüne, imlerin tempo'su üstüne
yanılmayan, yapmacık tavırlar takınmayan –bir tavır takınma sanatıdır
zincirleme cümle kurallarının hepsi– her deyiş iyidir. Bu konuda hiç şaşmaz benim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkücülük yalnız,
"kendiliğinde güzel",
"kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz
bu iş için dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde
kimseler, insanın içini açabileceği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm
şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! –Onu
inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat
harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için
gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu
saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri
olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapılabilir,
genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce,
insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme
cümlelerle büyük deyişi ben buldum
ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı
dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor
benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar
Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir
okuyucunun ilk edineceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler
–herkes derken, bunun içinde orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür
mankafalarla mantar kafaların da bulunduğunu ayrıca söylemek gerekmez–, benim
yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez"
ve "bencil" kavramlarının birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa
"ben"in kendisi bir
"yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka birşey
değildir... Ne bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır;
her iki kavram da psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu
olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin ödülüdür"
cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır"
cümlesi... İnsanlığın "Kirke"si, (Odysseus'un yoldaşlarını domuz
yapan büyücü kadın.) yani töre, bütün Psikoloji'yi
baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi;
ta o tüyler ürpertici saçmalığa, sevginin "çıkar gözetmez" birşey
olması gerektiğine varıncaya dek... İnsan kendi
kendine sağlam bir dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli;
başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar
gözetmeyen, o nesnel erkekler vızgelir onlara... Sırası gelmişken, şu kadın
ulusunu tanıyorum diyebilirim.
Dionysos'ca payımdan gelmedir bu (Hem erkeklik hem dişilik vardı Dionysos'da).
Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ("Das ewig Weibliche"
–Goethe, 2. Faust, son sahne.) ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz kadıncıklar,
"özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi
beni severler. –Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi
parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları (Eski Yunan'da
kendilerini Dionysos'a adayan, onun gizlerini kutlayan kadınlar.) iyi
tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan bir yırtıcı
hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık
yazgıyı bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın erkekten ölçülmez derecede daha
kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit yozlaşmadır
kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tümünün mayasında bir
fizyolojik bozukluk vardır. –hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar için açılan savaş, bir
hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Gerçek kadın dediğin var
gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç tartışmasız onundur
zaten doğal olarak. –Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir
feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise
cinslerin öldüresiye kinidir birbirlerine. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna
verdiğim yanıtı biliyor musunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın
çocuksuz edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının
özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz
kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya
gelince, bu bir yoldur, bir sözde nedendir, bir taktirdir yalnızca. Kendilerini "gerçek kadın",
"yüksek kadın", "ülkücü kadın", "ülkücü kadın"
diye yükseltmekte, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi
yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa,
özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır
derinlerinde yatan... En kötüsünden bir tür "ülkücülük"vardır ki erkeklerde
de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de olduğu gibi,
–bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü
ölçüsünde sıkı olan anlayışım üstüne hiç şüphesiz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir
madde okuyayım; bozulmuşluk derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel
sözleri seviyorsanız, ülkücülüğün karşısına çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık
üstüne vaaz vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl
olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavramıyla lekeleme, yaşamın
kendine karşı işlenmiş bir suçtur, –yaşamın Kutsal Tinine karşı günahın ta
kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye,
İyi ve Kötünün Ötesinde'den üzerinde
düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, –şunu da söyleyeyim ki, burada
anlatılmak istenen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin
dehası onda vardır, o büyük Bilinmeyen'de, bulunçlarıno sınayıcı tanrısı,
doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı ülkesine dek inen; her sözünde,
her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; her sözünde, her bakışında
bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi değil,
başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha
gönülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kalabalığını,
kendini beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğreten; kaba saba ruhları
törpüleyen, onlara yeni bir istek tattıran, –derin gökyüzünü yansıtabilmek için
dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen
ellere duraklamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın buzun
altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün yerini
kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gömülü yatan her altın kırıntısını
bulmak için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir
zenginleşmiş olarak uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil,
kendisi daha zengin, yenilenmiş, sanki üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları
çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha kolay kırılır,
belki daha kırılmış, ama daha adı bile olmayan umutlarla dolu, yeni istemlerle,
akıntılarla dolu, yeni direnişlerle, ters akıntılarla dolu..."
TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU
I
Tragedya'nın Doğuşu'na (1872) karşı
insaflı olabilmek için birkaç şeyi unutmalı. Bu kitap başarısız yanıyla,
örneğin Wagner'ciliği bir yükseliş belirtisi sayıp ona yararı
dokunmasıyla yaptı etkisini, giderek
büyüledi. Bir dönüm noktası oldu Wagner'in yaşamında da: Ancak ondan sonradır
ki Wagner adına büyük umutlar bağladılar. Bugün bile, hem de bazen tam
Parsifal'in ortasında, bana yüklendikleri oluyor: O akımın ekin değeri böylesine yüksek tutuluyorsa, suç benimmiş. –Bu yazının
çok kez "Musiki Ruhundan Tragedya'nın Yeniden
Doğuşu" adıyla anıldığını duydum; onda yalnız Wagner'in sanatını, ne yapmak istediğini, ödevini ilk olarak dile
getirişimi gördüler, –yazının asıl değerli yanını gözden kaçırdılar bu arada.
"Yunanlılık ve Kötümserlik": Daha başka anlama çekilmeyecek bir
başlık olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar kötümserliğin nasıl üstesinden
geldiler, onu nasıl yendiler;
öğretilen buydu ilk kez olarak... Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların
kötümser olmadıklarının kanıtıdır:
Schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı. –az buçuk
çekimserlikle ele alındığında Tragedya'nın Doğuşu iyice çağdışı görünür: Wörth
savaşının (Prusya'nın Fransa'ya karşı yengisi –6 Ağustos 1870–) top sesleri
arasında yazılmaya başlandığı, kimsenin aklının kıyısından geçmezdi. Metz
surları dibinde, o soğuk eylül geceleri, bir yandan hastabakıcılık görevimi
yaparken, bu soruları düşünüyordum; kitabın 50 yıl önce yazılmış olması daha
bir akla yakın gelebilir. Siyasayla ilgisi yoktur –bugünkü deyimiyle "Almanlık
dışı"dır–, tiksindirici bir Hegel kokusu yayılır ondan; Schopenhauer'in
mortocu kokusu ise tek tük birkaç deyimine sinmiştir ancak. Bir
"düşün" –Dionysosca ve Apollonca karşıtlığı– metafizik alanına
aktarılıyor burada; tarihin kendisi bu "düşün"ün gelişmesi olarak
sayılıyor; bu karşı savların tragedya'da birleşimi: Şimdiye dek hiç ilişkileri
olmayan şeylerin bu gözle bakılınca, birdenbire karşı karşıya gelmeleri,
birbirleriyle aydınlanmaları, kavranmaları...
Örneğin opera ve devrim... Bu kitabın başlıca iki yeniliğinden biri, Yunanlılarda Dionysosca
olayının anlaşılması, psikoloji yönünden ilk olarak çözümlenmesi, bütün Yunan
sanatının köklerinden biri olarak görülmesi. Öbürü de Sokratesciliğin
anlaşılması: Sokrates'i Yunan çöküşünün aracı, örnek décadent olarak görüp
tanımak ilk kez. "Akılcılık", içgüdüye karşıt. Herşey pahasına "akılcılık": Tehlikeli, yaşamı
yıkıcı bir güç. Kitapta Hıristiyanlık üstüne derin, düşmanca bir susku
baştanbaşa; çünkü o ne Apollonca, ne de Dionysoscadır; Tragedya'nın Doğuşu'nda
tanınan biricik değerlerin, estetik
değerlerin hepsini yadsır: En aşırı anlamıyla nihilist'dir. Hıristiyanlık; oysa
Dionysos simgesiyle, olumlamanın en
son sınırına ulaşırız. Kitabın bir yerinde papazlara "yeraltında yaşayan
kötü, düzenci cüceler soyu" diye dokunduruluyor...
II
Eşine az rastlanır bir
başlangıçtır bu. En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum tarihte, –böylelikle
Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben olmuştum. Bunun gibi,
Sokrates'i décadent olarak tanımakla
da, psikolojik kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından
yana hiç korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence
belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde. Bu
iki buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca gevezeliklerini nasıl da aşıverdim! İlk
olarak ben gördüm gerçek karşıtlığı: Bir yanda, yaşama karşı alttan alta öç
güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri
Hıristiyanlık, Schopenhauer felsefesi, bir anlamda daha o zamandan Platon
Felsefesi, ülkücülüğün bütünü); öbür yanda doluluktan, dolup taşmaktan doğmuş
en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama bilmeyen bir evet deyiş, acının
kendisine, suçun kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa hepsine...
Yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli, en coşkun ve taşkın "evet"
deyiş yalnızca en yükseği değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun ve bilimin en sağlamca oğrulayıp destekleridir.
Varolan hiçbir şey düşünülemez toplamdan, hiçbir şeyden geçilemez.
Hıristiyanların ve öbür nihilist'lerin varlıkta yadsıdıkları yanlar, décadence içgüdüsünün bağrına bastığı, basabildiği herşeyden ölçülmez derecede
daha yüksek bir yer tutar değerler sırasında. Yürek ister bunu kavramak için;
bunun da koşulu güç fazlasıdır. Çünkü
yüreklilik nasıl büyüklüğü ölçüsünde ileri atılırsa, güç de tıpkı onun gibi
büyüklüğü ölçüsünde doğruya yaklaşır. Zayıflar için, zayıflıklarının verdiği
esinle, gerçekten korkup kaçmak, yani "ülkü" nasıl bir zorunluluksa,
güçlüler için de böyledir bilmek, gerçeğe "evet" demek... Bilip
bilmemek elinde değildir zayıfların: Yalansız edemez décadent dediğin, onun yaşamda kalma koşullarından biridir bu.
–"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o sözcükte kendini de bulan kimse, artık Platon'u,
Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i çürütmek istemez, kokusunu alır ordaki çürümenin...
III
"Tragik"
kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne
ölçüde bulduğumu Putların Batışı'nda
bir kez daha dile getirdim. "En yabancı, en amansız sorunlarıyla bile
yaşama evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban
ederken kendi bereketinin mutluluğuna varan o yaşama istemi, –buydu adlandırdığım Dionysosca diye,
buydu tragik ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü. Ürküden,
acımadan kurtulmak için değil, zorlu bir boşalmayla tehlikeli tutkulardan
arınmak için değil, –Aristotales bunu
yanlış anlamıştı böyle,– tersine, ürkü ve acımanın ötesinde, oluşun bengi
sevincine varmak, onun ta kendisi
olmak için, o sevinç ki yoketmenin
sevinci de girer içine..." Bu anlamda kendimi ilk tragik feylosof, yani kötümser feylosofun taban tabana karşıtı
saymaya hakkım var. Dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir
tutkuyla duyulması görülmemiştir: Tragik
bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de Sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük Yunan felsefesinden bile boşuna
aradım. Bir tek Herakleitos üzerinde
kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat
duymuşumdur hep. Yokuluşun, yokedişin
olumlanması –ki Dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır–, karşıtlıklara,
savaşa ve "varlık"
kavramını kökünden yadsıyarak oluşa
evet deyiş: Şimdiye dek düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları
buluyorum şüphesiz. "Bengi dönüş" öğretisi, yani sınır tanımadan,
sonsuza dek herşeyin durmadan yokolup yeniden doğması, Zerdüşt'ün bu öğretisi
daha o zamandan Herakleitosca da öğretilmiş olabilirdi. Hiç değilse,
Herakleitos'un ana düşüncelerinden hemen hepsine konmuş olan Stoa'da bunun
izlerine rastlanır.
IV
Uçsuz bucaksız bir umut
sesleniyor bu yazıdan. Aslında, musikinin Dionysosca bir geleceğinden umudu
kesmem için hiçbir neden yok. Yüzyıl sonrasına bir göz atalım, varsayalım ki
doğanın, insanın iki bin yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla
sonuçlanmıştır. O zaman yaşamdan yana olacak yeniler, görevlerin en büyüğünü,
daha yüksek bir insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak da,
soysuzlaşmış, salaklaşmış herşeyin acımadan yokedilmesi işini ele alacaklar ve
Dionysosca durumun yeniden doğacağı o yaşam
bolluğunu yeryüzünde olanaklı kılacaklardır. Tragik bir çağ muştuluyorum: İnsanlık en amansız, ama en zorunlu
savaşları bir kez ardında bırakıp, acı
çekmeksizin unuttuğu an, yaşama evet deyişin en yüksek sanatı, tragedya
yeni baştan doğacaktır. Bir psikolog ayrıca şunları da ekleyebilirdi: Genç
yaşımda Wagner musikisinden duyduklarımın, aslında Wagner'le hiç mi hiç ilgisi
yoktur; Dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde
duyduğum birşeyi betimliyordum; herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline
çeviriyor, başka bir kılığa sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı ise –bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle
güçlü bir kanıt– "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır. Psikoloji
yönünden can alıcı noktalarda hep kendimden söz açmışımdır; Wagner adının
geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da Zerdüşt adını
koyabilirsiniz. Dithyrambos
sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve Wagner gerçeğine bir an
bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. Wagner de sezinlemişti bunu; o yazıda
kendini tanıyamamıştı. Bunun gibi, "Bayreuth düşüncesi" de,
okuyucularım için hiç de bilmece sayılmayacak birşeye dönüşmüştü: En seçkin
insanların en büyük ödevlere kendilerini adadıkları o büyük öğle'ye, –belki de günün birinde yaşayabileceğim bir şenliğin
görüm'üne... İlk sayfalardaki tutku dünya tarihine geçecektir: Yedinci sayfada
sözü edilen bakış, gerçek Zerdüşt
bakışıdır; Wagner, Bayreuth, o Alman küçüklüğü, bayalığı, hepsi bir buluttur;
üzerinde geleceğin sonsuz bir ılgımı parıldamaktadır. Psikolojik bakımdan da,
kendi yaradılışımın ana çizgileri hep bir arada bulunuşu, hiç kimsede
görülmemiş bir güç istemi, düşünce alanında gözünü budaktan sakınmayan,
etkinlik istemine hiç zarar vermeyen o sınırsız öğrenme gücü. Bu kitapta herşey
geleceği, Yunan ekinin kördüğümü bir kez çözüldükten sonra, onu gene bağlayacak
karşı İskender'lerin zorunluluğu...
Tragik duyuş" kavramına geçişteki o tonu bir dinleyin hele; evrensel,
tarihsel bir tondur bu; yazı baştanbaşa dunlarla doludur. Olup olabilecek en
alışılmamış "nesnellik"ti benimkisi: Kim olduğumu olanca kesinlikle
biliyor, ama bunu herhangi bir rastlantılık gerçeğe yansıtıyordum; beni anlatan
doğruların sesi ürkünç bir uçurumdan geliyordu. Zerdüşt'ün deyiş'ini daha o zamandan bilmişçesine, bir kez olsun yanılıp
şaşmadan betimliyorum; Zerdüşt denen olay'a,
insanlığın o korkunç arınması, kutsanması edimine gelince, hiç bir zaman s.
41-44 arasındakinden daha ulu bir deyişle dile getirilemez bu.
ÇAĞDIŞI YAZILAR
I
Çağdışı yazıların dördü de ("David
Strauss", "Yaşam İçin Tarihin Yararı ve Zararı Üzerine",
"Eğitici Olarak Schopenhauer", "Richard Wagner
Bayreuth'da".) savaşçı mı savaşçıdır. Bunlar "başımda kavak yelleri
esmediğini", kılıcımı çekmekten hoşlandığımı, belki de bileğimin pek sağı
solu olmadığını kanıtlar. İlk saldırı
(1873) daha o zaman bile hiç acımaksızın yukardan baktığım Alman ekininden yana
birşey kanıtladığını, hele onun böylelikle Fransa'yı yenmiş olduğunu sanmaktan daha beter bir yanılma olamazdı...
Çağdışı yazılarımın ikincisi (1874)
bilim düzenimizin gidişindeki tehlikeyi, yaşamı kemiren, ağulayan yanı açığa
vurur: Bu insanca anlamını yitirmiş çarklar, bu mekanizma, işçinin bu
"kişiliksizleşme"si, "iş bölümü"nün sözde verimliliği,
bunlardan hasta düşmüştür yaşam. Amaç, yani ekin, elden çıkmıştır, –araç,
yani çağdaş bilim düzeni, yabancılaşmıştır...
Bu incelemede, çağımızın böylesine kurumlandığı "tarihsel anlayış"
ilk kez bir hastalık, bir örnek çöküş belirtisi olarak tanınıyor. –Üçüncü ve dördüncü Çağdışı yazılarda, daha
yüksek bir ekin kavramına dikkati çekmek için, bencilliğin, kendini sıkıya sokmanın en aşırı iki örneği konuyor
ortaya, olabildiğince çağdışı iki örnek, çevrelerinde "Alman
devleti", "ekin", "Hıristiyanlık",
"Bismarck", "başarı" denen herşeye karşı yüce bir küçümseme
duyuyor ikisi de, –Schopenhauer ve Wagner ya da tek sözcükle, Nietzsche...
II
Bu dört
yağınmadan ilki olağanüstü bir başarı kazandı. Kopardığı gürültü her bakımdan
duyulmaya değerdi. Üstün gelmiş bir ulusun yarasına parmak basmıştım,
–kazandıkları yengi bir ekin olayı değildi,
tersine bambaşka birşeydi belki de... Yalnız David Strauss'un eski dostlarından
değil, her yandan yanıt yağdı; onu kendinden hoşnut, dar kafalı Alman aydını
örneği olarak, kısacası "Eski ve Yeni İnanç Üstüne" adlı birahane
İncil'inin yazarı olarak gülünç düşürmüştüm (dar kafalı aydın sözü benim
yazımdan geçmiştir dilimize). Kutsal hayvanlarını, Strauss'larını (Strauss
"devekuşu" demektir.) gülünç bulmakla, Würtemberg'li ve Suab olarak
derinden gocundurduğum bu eski dostlar öyle açık yüreklilikle ve kabaca yanıt
verdiler ki, bundan daha iyisini doğrusu isteyemezdim; Prusyalıların tepkisi
daha bir akıllıca oldu, –ne de olsa "Prusya mavisi" vardı kanlarında.
Çiğliğin daniskasını bir Leipzig gazetesi, o adı çıkmış "Grenzboten"
yaptı; gazaba gelen Basellileri zor zaptettim. Yüzde yüz benim yanımı tutan
–çeşit çeşit, kimi zaman da hiç anlaşılmaz nedenlerden– yalnızca birkaç yaşlı
bay oldu. Örneğin, Göttinden'den Ewald (–1803/1875– Alman doğubilimcisi
–müsteşrik–), Strauss'a karşı yağılamam öldürücü olmuş demeye getirdi. Ya da eski
Hegel'cilerden Bruno Bauer (–1809/1882– Alman tanrıbilimci.), ki o yazıdan
sonra en dikkatli okuyucularımdan biri olmuştu. Yaşamının son günlerinde,
yitmiş "ekin" kavramı üstüne kimden bilgi edinebileceğini göstermek
için, örneğin Prusyalı tarihçi Bay von Treitschke'ye (–1834/1896– Alman
tarihçisi.) benim yazılarımı salık vermeyi severdi. Bizim yazı ve yazarı üstüne
en çok önemseyerek ve uzun uzadıya konuşan, feylosof Baader'in (–1765/1841–
Alman feylosofu ve tanrıbilimcisi.) eski bir öğrencisi, Würzburg'da Profesör
Hoffman (–1806/1873– Alman tanrıbilimcisi.) adında biri oldu. Yazımdan benim
için büyük bir gelecek okuyordu, –tanrısızlık konusunda bir bunluk yaratacak en
son sözü söyleyecektim; ona göre tanrısızlığın en kökten, en amansız temsilcisi
bendim. Beni Schopenhauer'e çeken şey de buydu. –Ama hepsinin içinde en çok
okunanı, herkese en acı koyanı, aslında öylesine yumuşak huylu Karl
Hillebrand'ın (–1829/1884– Alman tarihçisi ve gazetecisi.), eli kalem tutan o
sonuncusu insan Alman'ın olağanüstü
sert ve yürekli savunuşu oldu. Yazısı "Augsburger Zeitung"da
çıkmıştı; bugün biraz daha yumuşatılmış biçimiyle toplu yazıları arasında
okunabilir. Burada benim yazı bir olay, bir dönüm noktası, ayılıp kendine
geliş, çok hayırlı bir belirti olarak, düşünce işlerinde Alman ağırlığının ve
tutkusunun yeniden doğuşu olarak
gösteriliyordu. Hillebrand yazının biçimini, olgun beğenisini, kişiyle konuyu
ayırmaktaki şaşmaz ölçülüğünü öve öve bitiremiyordu:Onu Almanca yazılmış en iyi
tartışma yazısı olarak niteliyordu; o tartışma sanatı ki, Almanlar için
tehlikelidir ve hiç salık verilmez. Beni yüzde yüz onaylıyor, Almanya'da dilin
bayağılaşması üstüne söylemeyi göze aldıklarımdan da ileri gidiyor (–bugün
özleştirmecilik oynuyorlar, bir tek cümle bile kuramıyorlar artık–) ulusun
"başta gelen yazarları"na karşı aynı küçümsemeyi duyuyor ve benim
"bir ulusun hem de sevgililerini suçlu sandalyesine oturtmadaki üstün
yürekliliğime" olan hayranlığını söyleyerek bitiriyordu... Bu yazının
yaşamımda paha biçilmez etkileri oldu. Bugüne dek hiç kimse benimle hır
çıkarmaya kalkmadı. Almanya'da bana karşı susuyorlar, ürkek ve çekingen
davranıyorlar: Bugün, hele "Alman devleti"nde, kimsenin göze
alamadığı, sınırsız bir söz özgürlüğünden yararlandım yıllardır. "Kılıcım
gölgesindedir" benim cennetim... Aslında Stendhal'in bir ilkesini
uygulamıştım: Yüksek bir topluluğa girerken, işe bir düello'yla başlamayı salık verir o. Nasıl da seçmiştim düşmanımı!
İlk Alman özgür düşünürü!... Bana bugüne dek o Avrupalı, Amerikalı "libres penseurs" (Özgür düşünür.)
ulusundan daha uzak, daha yabancı olan hiçbir şey bilmiyorum. O "çağdaş
ülküler"e inanan, uslanmaz kuşbeyinlilerle, soytarılarla aramdaki uçurum,
düşmanlarıyla aramda olandan çok daha derindir. Onlar da bir yol tutturmuş,
insanlığı kendilerine göre "düzeltmek" isterler; benim kim olduğumu,
ne istediğimi bir bilseler, amansız
bir savaş açarlardı bana karşı, –topu da "ülküler" inanır daha... İlk
töresizci'yim ben...
III
Schopenhauer ve
Wagner adlarını taşıyan Çağdışı yazıların, bu iki psikolojiyi anlamakta, ondan
da geçtim, bu sorun'un yalnızca ortaya konmasında pek işe yaradıklarını ileri
sürecek değilim, –bunun dışında kalan şeyler de var elbette. Örneğin, Wagner'in
yaradılışındaki ana öğeyi, o tiyatro oyuncusu yeteneğini daha o zamandan sezivermiştim;
kullandığı araçlar olsun, niyetleri olsun, hepsi bunun zorunlu sonuçlarıydı.
Aslına bakarsanız, bu yazılarda yapmak istediğim psikoloji değil, bambaşka
birşeydi: Eşine rastlanmamış bir eğitim sorunu, insanı çelik gibi yapacak,
yepyeni bir "kendini sıkıya koyma",
"kendini savunma" kavramı,
büyüklüğe, evrensel, tarihsel ödevlere götüren bir yol, –bunlar dile gelmek
istiyordu ilk kez. Sözün kısası, insan birşeyi anlatabilmek, elinde birkaç
deyim, im, söyleme yolu daha çok bulundurmak için önüne çıkan fırsattan nasıl
yararlanırsa, ben de bu iki ünlü, ama daha hiç mi hiç belirlenmemiş örneğe
öylece yapışıverdim. Üçüncü yazının 7. bölümünde hepten korkunç bir uzgörüyle
değinilmiştir buna. Bunun gibi, Platon da Sokrates'den bir im dili olarak
yararlanmıştı. –Bu yazıların tanık olduğu o hayli geride kalmış durumları şimdi
göz önüne getirdiğimde, aslında yalnız kendimden söz açmış olduğumu saklayamam.
"Wagner Bayreuth'da" yazısı kendi geleceğimin bir düşüdür;
"Eğitici Olarak Schopenhauer"de ise, benliğimin en iç öyküsü, oluşması yazılıdır. En başta da içtiğim and!... Bugün neyim ben, nerelerde yaşıyorum –artık sözlerle
değil yalnız yıldırımlarla konuştuğum yükseklerde–, o zamanlar nasıl da uzaktım
bunlardan! Ama ülkeyi gördüm; yol,
deniz, tehlike ve başarı üstüne bir an olsun yanılmadım! Söz verirken ne büyük
durgunluktur o; yalnız sözde kalmayacak bir geleceğe doğru o ne mutlu bakıştır!
Derinden, içten yaşanmıştır burada her söz; acı çeken, nerdeyse kanayan
sözcükler eksik değildir. Ama hepsinin üstünden büyük bir özgürlük yeli esip geçer; itiraz gibi gelmez yaranın
kendisi bile. Benim feylosoftan anladığım şey, o yakınında ne varsa hepsinin
tehlikede olduğu korkunç dinamit, benim feylosof kavramımla –yüksek öğretimdeki
"geviş getirenler"i, öbür felsefe öğretmenlerini bir yana bırakın–
koskoca Kant'ın bile içine girdiği feylosof kavramı arasıdaki uçurum, o yazı
bunların hepsi üstüne paha biçilmez şeyler öğretir; ama burada sözü edilen
"Eğiti Olarak Schopenhauer" değilmiş de, onun tam karşıtı, "Eğitici Olarak Nietzsche" imiş, ne çıkar.
–O zamanlar benim zanaatımın bilginlik olduğu, benim de bu işin belki ehli olduğum göz önüne alınırsa, bu
yazıda bilginlerin psikolojisi üstüne birdenbire çıkıveren o acı eleştirmeyi
pek de önemsiz saymamalıdır: Bendeki ayrı
oluş bilincini, benim için ödev
nedir, yalnızca araç, arada eğlence, katkı nedir, bunu hiç şaşmadan
ayırdettiğimi gösterir o parça. Tek
birşey olabilmek, tek birşeye varabilmek için, çok yerde, çok şey olmak, bu
bendeki sağduyudur. Bir süre için de bilgin olmam gerekiyordu.
İNSANCA, PEK İNSANCA
iki ekiyle
birlikte
I
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler
için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır;
yaradılışımda bana aykırı olan'dan
kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın
demek istediği, "sizin ülküler
gördüğünüz yerde, ben insanca, pek
insanca şeyler görüyorum yalnız!"... İnsanı ben daha iyi tanırım... Burada "özgür düşünür" sözü bir tek
anlama gelir: Özgürlüğüne kavuşmuş,
kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu, tınlayışı baştanbaşa
değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden gelme bir tür tinsellik
sanki derinde bir tutku akıntısına karşı direnmektedir. Bundan dolayıdır ki,
kitabın 1878 yılındaki zamansız yayımlanışına özür olarak, Voltaire'in 100. ölüm yıldönümüne rastlamasını göstermem bir anlam
taşır. Çünkü Voltaire, kendinden sonra yazanların tersine, bir grand seigneur'dü (Soylu yüce kişi.)
düşünce alanında, tam benim de olduğum gibi. Kendi yazılarımdan birinin
üzerinde Voltaire adı, –bir ilerlemeydi bu... kendime doğru... Yakından bakılınca, ülkünün yuvalandığı tüm köşe
bucağı, yeraltı zindanlarını, en sonuncu sığınakları karış karış bilen, katı
yürekli bir düşünce görülür burada. Elimde alevi hiç de "titremeyen"
bir çırağı ("Fackel, çırağı" ve "fackeln, –ışık hk.)
titremek" sözcükleri üstüne bir oyun.), keskin bir ışıkla ülkünün yeraltı ülkesi'ni aydınlattım. Savaş bu,
ama barutsuz ve dumansız; ne savaşçı davranışlar var, ne duygulanıp coşma, ne
de kırık kol, bacak, –başka türlüsü gene "ülkücülük" olurdu.
Yanılgıları irer birer, hiç acele etmeden buz üstüne koyuyorum; ülküleri çürütmüyorum,
donduruyorum... Örneğin, şuracıkta
"deha" donuyor; az ilerde, köşe başında "ermiş" donuyor, o
"kanış" dedikleri; "acıma" da az buz soğumuyor hani,
–"kendiliğinde şey" donuyor ne yana baksan...
II
Bu kitabın
başlangıcı, Bayreuth festivalinin ilk olarak yapıldığı haftalara rastlar; orada
çevremi kuşatan herşeye karşı duyduğum derin bir yabancılık, çıkış
noktalarından biridir onun. O zamanlar üzerime ne çeşit görünümler üşüştüğünü
bilen, günün birinde Bayreuth'da uyanınca nasıl olduğumu kestirebilir. Sanki
düş görüyordum... Neredeydim acaba? Hiçbir şeyi tanımaz olmuştum, az kalsın
Wagner'i bile tanıyamayacaktım. Anılarımı bir bir yokluyordum, boşuna.
Tribschen, –uzakta bir mutluluk adası: En ufak bir benzerlik yok. O unutulmaz
temel atma günleri (Bayreuth Festival evinin temel atma töreni –22 Mayıs
1872–), kutlamada bulunan küçük, seçkin topluluk, o anlamak için davul zurna
istemeyenler: En ufak benzerlik yok. Ne
olmuştu ki? –Wagner'i Almanca'ya çevirmişlerdi! Wagner'i avucumun içine
almıştı Wagner'ci!– Alman sanatı! Alman ustası! Alman birası!... Ama bizler, Wagner sanatının ne çeşit incelmiş
sanatçılara, nasıl uluslarlarüstü bir beğeniye yöneldiğini bilenler, Wagner'i
böyle Alman "erdemleri"yle süslü püslü görünce çileden çıkmıştık.
–Sanırım, Wagner'ciyi tanıyorum; onların ardarda üç kuşağını görmüşümdür.
Wagner'i Hegel'le karıştıran rahmetli Brendel'den (–1811/1868–: Alman musiki
yazarı.), Bayreuth Blätter'in (Bayreuth'da çıkan, Wagner'in düşüncelerini
savunan bir gazete.) Wagner'i kendi kendisiyle karıştıran
"ülkücü"lerine varıncaya dek; o "ince duygulu"lar Wagner
konusunda bir içlerini döktüler, neler neler söylemediler. Bir krallık
veriyorum akıllıca bir tek söz için!
(A horse! A horse! My kingdom a horse! –Bir at! Bir at! Bir krallık veriyorum
bir at için!– Shakespeare, King Richard III, V. sahne.) Gerçekten de, insanın
saçlarını diken diken edecek bir topluluk! Nohl (–1831/1885– Alman musiki
araştırıcısı.), Pohl (–1826/1896– Alman musiki yazarı.), Kohl (Lahana.), her türlü incelik, falan filan! Her çeşit ucube
vardır aralarında, Yahudi düşmanına varıncaya dek. –Zavallı Wagner! Buralara da
mı düşecekti! Domuzlar arasına düşseydi bari! Ama Almanların içine düşmek! En
sonunda yapılacak bir iş kalıyor: Gelecek kuşakları aydınlatmak için, gerçek
bir Bayreuth'lunun içine saman doldurmalı, daha da iyisi onu ispirto içinde
saklamalı –eksik olan esprit'tir (Nietzsche "spiritus" sözcüğünü iki
ayrı anlamda –"ispirto" ve "esprit"– kullanarak bir oyun
yapıyor.) çünkü–, altına da şunu yazmalı: Alman "devlet"i kurulurken
göz önünde tutulan "düşünce" buydu işte... Neyse, bu gürültü patırtı
arasında ansızın birkaç haftalığına oradan ayrıldım; pek hoş bir Parisli hanım
beni avutmaya çalışmıştı, ama fayda etmedi. Bunun kaçınılmaz birşey olduğu
anlamında bir tel çekerek özür diledim Wagner'den. Böhmerwald ormanları içine
gömülmüş bir yerde, Klingenbrunn'da, derin melankolimi, Almanlara karşı
küçümseyişimi bir hastalık gibi içimde taşıyarak dolaşıyor, arasıra cep
defterime "Sapan Demiri" genel başlığı altında bir cümle karalıyordum:
belki daha İnsanca, Pek İnsanca'da
bile görülebileceği gibi, keskin
psikolojik gözlemlerdi her biri.
III
O sıra benim
içimde açığa çıkıp kesinleşen şey, Wagner'le bozuşma falan değildi, –içgüdümün
toptan sapıttığını farkettim; tek tek yanılgılarım, Wagner olsun, Basel'de
profesörlük olsun, hepsi bunun belirtileriydi yalnız. Kendime karşı bir sabırsızlık çöktü üstüme. Toparlanıp
ayılmam için vakit gelmiş de geçiyordu bile. Bir an içinde, o güne dek vaktimi
nasıl boşu boşuna harcadığım, ödevimle ölçülünce filolog yaşamımın nasıl işe
yaramaz, nasıl gelişigüzel olduğu korkunç bir açıklıkla kafama dank etti. Bu yanlış alçakgönüllülüğümden utandım...
Geride bıraktığım on yıl içinde düşüncemin beslenmesi
hepten durmuştu; işe yarar yeni hiçbir şey öğrenmemiş, bilgiçliğin toz tutmuş
eski püsküyle uğraşmaktan, pek çok şeyi aptalcasına unutmuştum. İlkçağ şiirinin
ölçüleri, ayakları içinde büyük bir titizlikle, kör köstebek gibi sürünmek,
–buralara düşmüştüm artık! Acıyarak bakıyordum kendime, açlıktan bir deri bir
kemik kalmıştım: Bildiklerim arasında bir tek şey yoktu gerçek adına; "ülküler"se beş para etmiyordu! İçimi
yakıcı bir susuzluk sarmıştı bayağı: Gerçekten, o gün bu gün fizyoloji tıp ve
doğa bilimlerinden başka hiçbir şeyle uğraşmadım, –asıl tarihsel incelemelere
bile, ancak ödevim beni zorla
sürüklediği zaman döndüm. İlk o zaman, iç güdüye aykırı olarak, insanı çekip
bağlayan hiçbir olmaksızın seçilmiş bir etkinlikle, o "meslek"
dedikleriyle, boşluk ve açlık duygusu içinde afyon yerine geçecek, Wagner
sanatı örneği bir sanat bulup kendini uyuşturma
gereksinmesi arasındaki ilişkiyi de sezdim. Çevreme yakından bakınca, bu
tehlike başlarında olan çok sayıda genç gördüm: Doğaya aykırı bir iş, bir
ikincisini getirir ardından, hiç şaşmaz bu. Daha açık söyleyeyim, Almanya'da,
"Alman devleti" içinde çok kimse erkenden seçip karar verir, bir daha
da bu yükü üzerinden atamaz, altında çürür
gider; bunun kurtuluşu yoktur... İşte böyleleri afyon ister gibi Wagner'i isterler, –orada bir an olsun kendilerini
unuturlar, kendilerinden sıyrılırlar... Bir an da ne söz, beş altı saatliğine!
IV
O zaman içgüdüm,
razı olmanın, başkalarına uymamın, kendimi onlarla bir tutmanın daha da uzun
sürmesine karşı kıyasıya cephe aldı. Başlangıçta toyluğumdan içine düştüğüm, sonra da o "ödev duygusu"
denilen şey yüzünden saplanıp kaldığım bu hiç yakışmayan "çıkar
gözetmezlik" tense, her türlü yaşama, elverişsiz koşullara, hastalığa,
yoksulluğa katlanmak bence yeğdi. Babamdan geçme o kötü kalıt –ki aslında bir
erken ölüm anıklığıydı– işte o sıra ve tam zamanında öyle bir imdadıma yetişti
ki, ne denli hayran olsam azdır buna. Beni bozuşmaya, hatır gönül kırmaya, göze
batacak davranışlara bırakmaksızın, yavaşça
çekip kurtardı hastalık. Kimsenin bana karşı iyi duygularında bir azalma
olmadı, artma bile oldu tersine. Ayrıca hastalık, alışkanlıklarımı tümüyle
kökünden değiştirme hakkını verdi bana; unutmama izin verdi, buyurdu bunu. Gene
onun bağışıydı o sırtüstü yatmak, aylak gezmek, beklemek, sabretmek, kısaca
düşünmek zorunluluğu... Gözlerimin
durumu yetti tek başına, her türlü kitap kemiriciliğe, açıkça filolojiye paydos
ettim: "kitap"tan kurtulmuştum, yıllarca hiçbir şey okumadım artık,
–şimdiye dek kendime yaptığım en büyük
iyilik bu oldu!– sürekli olarak başka benlikleri dinlemekten –başka nedir ki
okumak?– iyice dibe gömülmüş, sesi soluğu kesilmiş o en derin benliğim yavaş
yavaş uyandı, önce çekingen ve şüpheciydi, ama sonra yeniden konuşmaya başladı. Yaşamımın o en hasta, en acılı
günlerinde kendimden duyduğum mutluluğu başka zaman duymadım hiç. Bu "kendime dönüş"ün benim için ne
anlama geldiğini anlayabilmek için, "Tan Kızıllığı"na ya da
"Gezgin ve Gölgesi"ne bir göz atmak yeter: En yüksek anlamıyla bir iyileşmeydi bu! Gerisi kendiliğinden
geldi.
V
İnsanca, Pek İnsanca, bana dışardan bulaşmış her türlü
"yüksek yutturmaca"ya, "ülkücülüğe", "ince
duygular"a, kadınca başka ne varsa hepsine hemen son vermek için kendi
kendime koyduğum sıkı düzenin bu anıtı, ana hatlarıyla Sorrento'da yazıldı:
tamamlanıp son biçimi alması ise, Sorrento'dakinden çok daha elverişsiz
koşullar altında Basel'de geçirdiğim kışa rastlar. Aslında, o sıra Basel
Üniversitesi'nde okuyan ve bana pek yakından bağlı olan Bay Peter Gast'tır bu kitabın sorumlusu. Ben başım gözüm sarılı ve
acılar içinde yazdırıyordum: O bir yandan yazıyor, bir yandan düzeltiyordu,
–asıl yazar oydu, ben yalnız neden'iydim kitabın. Sonunda ağır hasta birinin
derin şaşkınlığı içinde, kitabı basılmış olarak elime alınca, Bayreuth'a da iki
nüsha gönderdim. Rastlantının pek anlamlı, eşsiz bir oyunuyla, aynı anda
Parsifal metinin güzel bir nüshası geldi bana; üzerinde Wagner'in şu armağanı
vardı: "Değerli dostu Friedrich Nietzsche'ye, Richard Wagner'den,
–Kiliseler Danışmanı"? İki kitabın bu çatışmasında uğursuz bir çınlama
duyar gibi olmuştum. Kılıç şakırtısını
andırıyor muydu bu?... Hiç değilse biz ikimiz böylece duyduk bunu: İkimiz de
sustuk çünkü, –O sıralardaydı ki, Bayreuther Blätter'in ilk sayısı çıktı. Neyin tam zamanıydı, anladım hemen.
–İnanılmaz şey! Wagner sofu olmuştu...
VI
O sıralar (1876)
kendimi nasıl görüyordum, büyük, tarihsel ödevimi nasıl olağanüstü bir
yanılmazlıkla kavramıştım, başından sonuna dek bunun tanığıdır kitap; ama
özellikle bir bölümü çok keskin dile getirir bunu. Yalnız, bana özgü
kurnazlığımla, gene "ben" sözcüğünden kaçınmış ve bu kez
Schopenhauer'e ya da Wagner'e değil, seçkin Dr. Paul Ree'ye (–1849/1901– Yazar,
Nietzsche'nin dostu. Törel değerlerin kaynağı ve oluşumu üstüne düşünceleriyle
Nietzsche'yi etkilemiştir.) dünya tarihine geçecek bir ün bağışlamıştım, –bereket
versin ki, o kendisi bu konuda faka basmayacak kadar anlayışlıydı... Başkaları öyle anlayışlı olmadılar.
Okurlarım arasında umudu kestiklerimi, örneğin tam bir Alman profesörünü şundan
tanırım: Salt bu parçaya bakıp, koskoca kitabı bir çeşit yüksek "reealism"
olarak yorumlayacaklarını sanırlar... Gerçekte o bölüm dostumun dört beş
cümlesiyle çelişmekteydi; bu konuda "Töre'nin Soykütüğü" önsözüne
başvurabilir. –İşte sözü geçen bölüm: Çağımızın en gözü pek, en katı yürekli
düşünürlerinden biri, "Törel Duyuşların Kaynağı Üstüne" adlı kitabın
yazarı (lisez: [... diye okuyunuz.]
Nietzsche, ilk töresizci) insan
edimlerinin o keskin, derine inen çözümlenmesi sonucu hangi ilkeye varmıştı?
"Törel insan anlaşılır dünyaya doğal insandan daha yakın değildir, –anlaşılır
dünya yoktur çünkü..." Bu cümle tarihsel bilginin (lisez: Tüm değerlerin yenilenişi) çekici altında sertleşip
keskinleşerek, ilerde belki bir gün –1890!– insanlığın "metafizik
gereksinmesi"nin köküne vurulacak balta olabilir, –insanlığın yararına mı,
yoksa yıkımına mı, kimse bilmez bunu... Ama ne olursa olsun, çok önemli
sonuçlar doğurabilecek, hem verimli, hem korkunç, tüm büyük doğrular gibi o çifte yüzüyle dünyaya bakam bir cümle...
TAN KIZILLIĞI
töre'nin bir
önyargı oluşu üstüne düşünceler
I
Töre'ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları
duyulduğundan değil; terine bambaşka, çok daha tatlı kokular gelir, yeter ki
insanın burun delikleri biraz duyar olsun. Ne ağır, ne de hafif topçu ateşi:
Kitabın etkileri olumsuzdur ya, kullandığı araçlar hiç de öyle değildir; etki
bu araçlardan bir sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil. Gerçi insan bu
kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören, giderek tapınılan
herşeye karşı bir çekinme, bir ürkme duyar ama, gene de koca kitapta bir tek
olumsuz sözcüğe, bir tek saldırıya, kötülüğe rastlayamazsınız; güneşte yatar o,
tostoparlak, mutlu, kayalar arasında güneşlenen bir deniz hayvanı gibi. O deniz
hayvanı da benim ayrıca: Kitabın hemen her cümlesi, Cenova yakınındaki o
birbiri içine girmiş kayalıklar arasında tasarlanmış, ele geçirilmiştir; orada denizle başbaşaydık, gizli birşeyler vardı
aramızda. şimdi bile, bu kitap ne zaman elime geçse, hemen her cümlesi
derinlerden benzersiz birşeyler çekip çıkaran bir olta ucu oluverir: Bütün
derisi belli belirsiz titreyip ürperir anılarla. Hani ondaki de az sanat
değildir, o uçarcasına, sessizce geçen şeyleri, tanrısal kertenkeleler dediğim
o kaçıcı anları yakalamak... Gerçi zavallı kertenkeleleri hemencecik
şişleyiveren o genç Yunan tanrısının (Hermes.) kan dökücülüğüyle değil, ama
gene de sivri birşeyle, kalemin ucuyla... "Daha ışımamış nice tan
kızıllıkları vardır" –bu Hind
yazıtını (Rig veda II. 28. 9.) koydum kitabımın girişine. Yeniden bir günün,
–ah ardarda günlerin, sayısız yeni günlerle dolu bir dünyanın– başlayacağı o
yeni sabahı, o tatlı tan kızıllığını yazar nerede arıyor? Tüm değerlerin yenilenişinde, tüm törel değerlerden kopmakta, o
güne dek yasaklanmış, küçümsenmiş, kargınmış herşeye "evet" demekte,
güvenmekte. Bu olumlayan kitap,
ışığını, sevgisini, sevecenliğini baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor; yüce
bir hak ve öncelik veriyor. Töreye
saldırmıyorum; artık onu yok biliyorum yalnızca... "Ya da" diye
bitiyor kitap, –biricik kitap bu, "Ya da" ile biten...
II
Ödevim,
insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye bakacağı, ileriye
bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden
sorularını ilk kez toptan ortaya
koyacağı o ânı, o büyük öğle'yi
hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru yolu
bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o
yadsıyan, o bozucu içgüdüler, décadence
içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en kutsal değerleri arasında hüküm
sürmüştür. Törel değerlerin kaynağı sorusu bu yüzden benim için en başta gelen sorulardan biridir;
insanlığın geleceği bunun yanıtına bağlıdır çünkü. Aslında herşeyin en iyi
ellerde yürütüldüğüne, tek bir kitabın, Kutsal Kitap'ın bize insan yazgısını
yöneten tanrısal bilgelik üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini
düşünmemek gerektiğine inanmamızı
istemek, gerçekçi bir dile çevrildiğinde şuraya varır: Bunun tam tersinin –o
acınacak durumun– doğru olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde kaldığı, en yeteneksizlerin, düzencilerin, öç
güdücülerin, o "ermiş" dedikleri, dünyaya kara çalan, insanlığı
lekeleyen kimselerin onu yönettikleri inancı su yüzüne çıksın istemiyorlar.
Rahiplerin (o kılık değiştirmiş rahipler,
yani feylosoflar da buraya giriyor) yalnız belli bir cemaat içinde değil,
hepten dizginleri ele geçirdiklerinin, décadence
töresiyle bitiş isteminin gerçek töre
sayıldığının en şaşmaz belirtisi, çıkar gözetmezliğe verilen yüzde yüz değer ve
bencilliğe her yerde duyulan düşmanlıktır. Bu konuda benden başka türlü düşüneni
mikrop bulaşmışlardan sayıyorum...
Herkes benden başka türlü düşünüyor ne yazık ki... Bir fizyologun bu değer
karşıtlığı üstüne hiç şüphesi yoktur. Örgenlik içinde en önemsiz bir parça,
kendini korumayı, güç bütünlemesini, "bencilliğini" hiç şaşmadan
yürütmekte az da olsa bir kusur işledi mi, örgenliğin bütünü yozlaşıverir.
Fizyolog kesilip atılmasını ister
yozlaşan parçanın; onunla dayanışma diye birşey tanımaz; hele ona acımayı hiç
mi hiç geçirmez aklından. Ama tam budur rahibin istediği, bütünün, insanlığın
yozlaşmasıdır: Bu yüzdendir ki saklayıp
korur yozlaşan parçayı, bunun karşılığı olarak da hükmeder ona... O yalancı
kavramların, "ruh", "tin" "özgür istem",
"tanrı" gibi, törede kullanılan kavramların anlamı, insanlığı
fizyolojik olarak yıkmak değil de nedir?... Kendimizi korumayı, bedenin, yani yaşamın gücünü arttırmayı önemsemekten
bizi alıkoyuyorlarsa, kansızlığı bir ülkü, bedeni küçümsemeyi "ruhun
kurtuluşu" sayıyorlarsa, bunlar décadence'a
götüren yoldur değil de nedir? –Dengeyi yitiriş, doğal içgüdülere karşı
direniş, kısacası "çıkar gözetmeyiş", –töre buydu şimdiye dek... Tan
Kızıllığı ile ilk kez o bencil olmayan töreye savaş açtım.
ŞEN BİLİM
La Gaya Scienza
I
Olumlayan bir kitaptır
"Tan Kızıllığı", derinliğine derin, ama yumuşak ve aydınlık. Gaya Scienza da öyledir, hem de sapına
dek: Hemen her cümlesinde derin düşünceyle kabına sığmazlık kardeşçe elele
verirler. Yaşadığım en eşsiz ocak ayına –ki bu kitap baştanbaşa onun
armağanıdır– minnetimi belirten bir şiir, bilimin şenliği hangi derinliklerden kopup geliyor, bunu yeterince açığa
vurur:
Ey sen ki elinde alevden mızrak,
Paramparça ettin ruhumun buzlarını,
Denize akıyor şimdi çağıldayarak,
Bulmaya en yüce umutlarını:
Hergün daha aydınlık, daha bir diri
Ve özgür, o sevecen zorlayışla, bak–
Övüyor sunduğun mucizeleri,
Ey güzeller güzeli Ocak!
Paramparça ettin ruhumun buzlarını,
Denize akıyor şimdi çağıldayarak,
Bulmaya en yüce umutlarını:
Hergün daha aydınlık, daha bir diri
Ve özgür, o sevecen zorlayışla, bak–
Övüyor sunduğun mucizeleri,
Ey güzeller güzeli Ocak!
Dördüncü kitabın
bitiminde, Zerdüşt'ün ilk sözlerinin o elmas güzellikleriyle ışıldadığını gören
ya da üçüncü kitabın sonunda, bir yazgının tüm
çağlar için ilk kez dile geldiği o granitten yontulmuş cümleleri okuyan
kimse, buradaki "en yüce umutlar" nedir, artık şüphe edebilir mi?
Çoğunluğu Sicilya'da yazılan Yasa Tanımaz
Prens'in Türküleri, doğrudan
doğruya Provence ekinindeki (12. ve 13. yüzyıllarda, özellikle güney Fransa'da,
kuzey İtalya'da ve Sicilya'da gelişen saray ekini.) "gaya scienza" kavramını, o türkücü,
şövalye ve özgür düşünür
bileşimini anımsatır; o erken doğmuş, eşsiz Provence uygarlığını, kendinden
sonra gelen ne idüğü belirsiz uygarlıklardan ayırdeden de bu bileşimdir.
Özellikle, "Mistral'e"
başlığını taşıyan sonuncu türkü, töre'nin üzerinden sıçrayıp geçen o coşmuş
dans havasını, sapına dek bir Provence işidir.
ZERDÜŞT BÖYLE DEDİ
herkes için,
kimse için bir kitap
I
Zerdüşt'ün
öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi-dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi,
1881 yılı ağustosuna rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu
yazılıdır: "İnsan ve Zamanın 600 ayak ötesinde". O gün Silvaplana
gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi
yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana.
–O tarihten birkaç ay gerilere gittiğimde, bir önbelirti olarak, beğenilerimin,
özellikle musikide birdenbire ta derinden değişiverdiğini görüyorum. Zerdüşt'ü
belki de baştanbaşa musikiden sayabiliriz, –şurası açık ki yepyeni bir kulak
istiyordu onun için. Vicenza yakınlarındaki bir küçük dağ kaplıcasında, Recoaro'da
geçirdiğimiz 1881 baharı, maestro'm
ve dostum Peter Gast– benim gibi "yeniden doğmuş"lardandı o da. –ve
ben farkettik ki, musiki denilen Anka kuşu her zamankinden daha bir hafif, daha
bir ışıldayan kanatlarla dolanıyordu üstümüzde. O günden bu yana, 1883
şubatında birdenbire inanılmaz koşullar altında yaptığım doğuma dek geçen
süreyi –önsözde birkaç cümlesini
aktardığım son bölüm, tam Richard Wagner'in Venedik'te öldüğü kutsal saat
bitirilmiştir– evet, o süreyi hesapladığımda, gebeliğimin 18 ay sürdüğü
anlaşılır. Tıpatıp bu sayının çıkması, benim bir dişi fil olduğum düşüncesini
getirir insanın aklına, –Buda'cıların aklına hiç değilse,– Yakında eşsiz birşey
geleceğinin yüzlerce belirtisini taşıyan Gaya
Scienza bu araya rastlar: Zerdüşt'ün başlangıcı bile vardır onda; dördüncü
kitabın sondan önceki parçasında Zerdüşt'ün ana düşüncesi vardır. –Karışık koro
ve orkestra için yazılmış "Yaşama
Övgü" de gene bu zaman rastlar; partisyonu iki yıl önce Leipzig'de E.
W. Fritzsch yayınevinde çıkmıştır. O yıl, içinde olduğum durumun, o sonuna dek olumlayan tutkuyla, tragik tutku dediğim
şeyle dolup taştığım durumun hiç de yabana atılmaz bir belirtisidir bu. İlerde
bir gün beni anmak için çalıp söyleyecekler onu. –Sözleri (üzerinde duruyorum,
çünkü bir yanılgıdır alıp yürümüş bu konuda) benim değildir; o sıralar dost
olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou von Salomé'nin (Roman, öykü ve deneme
yazarı.) şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam
çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu
anlayabilir: Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı:
"Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha". Burasında benim musikim de büyüktür belki
(La -klarneti'nin sonuncu notası do diyez
değil, do olacak. Baskı yanlışı.)
–Ertesi kışı Cenova yakınında, Chiavari ile Portofino arasına sokulan o
sevimli, sessiz Rapollo koyunda geçirdim. Sağlık durumum hiç de parlak değildi;
kış soğuktu, son derece yağmurluydu. Kaldığım küçük han denizin hemen
üzerindeydi, öyle ki geceleri dalga çıkınca uyunmuyordu; istemediğim ne varsa
hemen hepsi toplanmıştı orada. Gene de, sanki benim ilkemi, yani gerçekten bir
diyeceği olan şeyin "her ne olursa olsun" ortaya çıkacağını
kanıtlamak ister gibi, o kış, o güç koşullar içinde ortaya çıktı Zerdüşt'üm.
–Öğleden önceleri Zoagli'ye giden güzelim yolda, çamlıklar içinden geçerek
güneye doğru çıkıyordum; göz alabildiğine denizi görüyordum ayağımın altında.
Öğleden sonraları, sağlık durumum elverdikçe, Santa Margherita koyunu ta
Portofino'nun ötesine dek bir baştan bir başa dolanıyordum. Bu yerler, bu
görünüşler, İmparator Üçüncü Friedrich'in oralara olan büyük sevgisi yüzünden
daha bir değerliydi benim gözümde. 1886 güzünde yolum gene o kıyılara
düştüğünde, bu küçük, unutulmuş mutluluk ülkesine onun da son gelişiydi. –Bu
iki yol boyunca Zerdüşt'ün bütün birinci bölümü doğdu kafamda; en başta
Zerdüşt'ün kendisi, kişiliği doğdu: Daha doğrusu çullandı üstüme...
II
Bu kişiliği
anlamak için, insan onun çıktığı fizyolojik koşulları, yani benim büyük sağlık dediğim şeyi iyice kavramış
olmalıdır. Bu kavramı Gaya Scienza'da,
beşinci kitabın son bölümünde yaptığımdan daha iyi, daha kişisel bir biçimde açıklayamam. Orada şöyle deniyor: "Biz
yeniler, adsızlar, kötü anlaşılanlar, biz henüz karanlık bir geleceğin erken
doğmuş çocukları, yeni amaçlar için yeni yollar gerek bize, yeni bir sağlık
gerek, şimdiye dek olanlardan daha güçlü, daha açıkgöz, daha dayanıklı, daha
atak, daha keyifli bir sağlık. Her kim bugüne dek gelen değerlerin, dileklerin
çevresini baştanbaşa dolaşıp görmek, bu ülküsel "Akdeniz"in
kıyılarında yelken açmak için can atıyorsa, her kim ülkeler bulan, ele geçiren
birinin, bir sanatçının, bir ermişin, bir yasa koyucusunun, bir bilgenin, bir
bilginin, bir sofunun, eski çağda herşeyden el etek çekmiş tanrısal birinin
neler duyduğunu içinde yaşayıp bilmek istiyorsa, ona en başta büyük sağlık gereklidir.– bu da yetmez
tek başına, insan onu her gün yeni baştan elde etmelidir, çünkü ondan her an
geçilir, geçilmelidir de... Şimdi bizler, bunca zaman yollarda olanlar, biz bir
ülkü arayan Argonaut'lar, (Argo adlı gemiyle Kolehis'e, altın yapağı ele
geçirmeye giden Yunan yiğitleri: İason, Herakles, Orpheus vb...) belki
gerektiğinden de çok gözüpek olanlar, gemileri batanlar, bunca şeye uğrayanlar,
ama dediğimiz gibi, hoş görüldüğünden de çok sağlam olanlar, sağlamlığı bir
tehlike olanlar, sağlamoğlu sağlamlar, –bize öyle geliyor ki, bunların bedeli
olarak önümüzde insan ayağı değmemiş, bir ülke var, daha kimse aşmamış sınırlarını,
ülkü'nün bilinen ülkelerinden, tüm köşe bucağından çok ötelerde, güzel,
yabancı, çözülmemiş, korkunç ve tanrısal şeylerle dolu bir dünya ki, bilgiye,
ele geçirmeye susuzluğumuzdan duramaz olduk artık –ah bundan böyle bizi hiçbir
şey doyuramaz!... Bizler ki böyle bir geleceği sezmişiz, buluncumuz, kafamız
böyle bir açlıkla kıvranıyor, bugünkü
insanla yetinebilir miyiz hiç? Ne yapsak boşuna, elimizde değil: Onun en
değerli amaçlarına, umutlarına bakarken gülmemek için zor tutuyoruz kendimizi,
belki de artık hiç bakmıyoruz bile... Başka bir ülküdür önümüzde koşan,
şaşırtıcı, sınayıcı, tehlikeli bir ülkü; kimseyi ayartmak istemiyoruz ona,
çünkü kimseye bu hakkı kolay kolay tanımıyoruz: Şimdiye dek kutsal, iyi,
dokunulmaz, tanrısal bilinen herşeyle bir çocuk gibi, yani bilmeksizin oyun
oynayan, ağzına dek güç ve bereket dolu bir düşüncenin ülküsü; ulusların haklı
olarak değer bildiği en yüce şeyleri olsa olsa bir tehlike, çökme, alçalma ya
da en azından bir dinlenme, körlük, arada sırada kendini unutma sayan birinin
ülküsü, ki çoğu zaman insanlık dışı
gözükecektir, örneğin şimdiye dek yeryüzünde önemsenen herşeyin, gösterişli
duruşların, sözlerin, seslerin, bakışların, töre'nin, büyük ödevlerin
yanıbaşında durup da, elinde olmadan onları herşeyiyle alaya aldığında, –ama büyük önemseyiş asıl onunla başlayacak,
asıl soru imi onunla konacak, ruhun yazgısı değişecek, saatin yelkovanı
ilerleyerek, tragedya başlayacak..."
III
O güçlü çağlarda
ozanların esin dedikleri şey nedir,
ondokuzuncu yüzyıl sonunda bunu açıkça bilen var mı? Yoksa, ben anlatayım.
–İçimizde azıcık boş inan olmaya görsün, insanüstü güçlerin cisimlenmesi,
yalnızca onların sözcüsü, aracısı olduğunuza inanmaktan kendinizi alamazsınız.
İnsanı en derinden sarsan, altüst eden birşeyin birdenbire anlatılmaz bir
doğruluk ve incelikle görülür,
duyulur olması anlamına gelen "vahiy" sözcüğü var ya, bu olaya
tıpatıp uyar işte. İnsan aramaksızın duyar, kimden geldiğini sormaksızın alır;
bir şimşek gibi çakar düşünce, zorunlulukla, en son biçimi içinde, –benim için
seçme diye birşey yoktu hiç. Bir kendinden geçmedir, korkunç gerilimi zaman
olur gözyaşlarıyla boşanır; yürürken elinizde olmadan bir hızlanır, bir
yavaşlarsınız; hiç kendinizde değilsinizdir, ama tepeden tırnağa geçirdiğiniz o
ince ürpertiler sağnağını apaçık duyarsınız; bir derin mutluluktur, en büyük
acılar, en korkunç şey orada karşıt etki yapmaz, tersine gerekli duyulur,
istenir, bu ışık bulluğunda zorunlu
bir renktir o da; biçimlerle dolu engin uzayları kaplayan bir ritim
bağlantıları sezişi, –ki uzunluk, geniş
dalgalı bir ritim gereksinmesi neredeyse esin gücünün bir ölçüsüdür, onun
baskısını, gerilimini bir anlamda gidermektir... Hiçbir şey elinizde değildir,
gene de bir özgürlük duygusu, bir saltlık, bir güç, bir tanrısallık fırtınası
içindeymiş gibi olup biter hepsi... İmgenin, benzetinin artık size bağlı
olmayışı işin ilginç yanıdır, imge nedir, benzeti nedir, hiçbirini bilmez
olursunuz. Herşey elinizin altındadır, en doğru, en yalın deyim. Zerdüşt'ün bir
sözüyle söyleyelim, şeyler sanki kendilerinden gelirler, kendilerini sunarlar
benzeti olarak (–"Herşey senin konuşmanı okşamaya geliyor burda, yüzüne
gülüyor senin: Çünkü senin sırtına binip, her doğruya koşturuyorsun. Burada tüm
varlığın sözleri, söz hazineleri sana açılıveriyor; burada tüm varlık söz olmak
istiyor, senden konuşmayı öğrenmek istiyor tüm oluş–"). İşte esin
konusunda benim yaşadığım bu.
"Benimki de böyleydi" diyebilecek birisi bulmak için, hiç şüphe yok,
binlerce yıl gerilere gitmeli insan.
IV
Sonra, hasta
düşüp birkaç hafta Cenova'da yattım. Arkasından bir yaşlı bahar geçirdim
Roma'da; yaşamı olduğu gibi kabullenmiştim, –kolay iş değildi bu. İstemeden
düştüğüm, Zerdüşt ozanı için yeryüzünün bu en yakışık almaz yeri canımdan
bezdirmişti beni aslında. Kaçıp kurtulmak, Roma'nın karşıtına, Roma'ya
düşmanlıktan kurulmuş olan Aquila'ya
gitmek istedim; ben de günün birinde yakın akrabalarımdan birinin, tam
gerektiği gibi bir tanrısız ve kilise düşmanının, Hohenstaufen'lerden o büyük
imparator İkinci Friedrich'in (Sicilya kralı, 1220'den sonra da Kutsal Roma
Cermen İmparatoru. Papa'lara karşı savaşmış, afaroz edilmişti.) anısına böyle
bir yer kuracağım. Ama talihsizlik yakamı bırakmıyordu: Gene Roma'ya döndüm.
Hıristiyanlık düşmanı bir semt aramaktan usanarak, sonunda Piazza Barberini'ye (Roma'da bir alan. Palazzo del Quirinale:
İtalya kralının oturduğu saray.) fit oldum. Korkarım bir seferinde kötü
kokulardan elimden geldiğince kurtulmak düşüncesiyle, bir feylesof için sessiz
bir odaları olup olmadığını Palazzo del
Quirinale'de bile sordum. –Adı geçen piazza'ya
bakan yüksek bir odada oturuyordum, Roma ayağımın altındaydı; aşağılardan
çeşmelerin şırıltısı duyuluyordu. Bugüne dek yazılmış en yapayalnız türkü, Gece Türküsü, işte orada yazıldı; o
sıralar bir karasevdalı ezgiyle bozmuştum, anlatılır şey değildi; bir de
bağlaması vardı, hep şu sözlerle duyuyordum: "Ölümsüz olmaktan
ölmüş"... Yazın, Zerdüşt düşüncesinin kafamda ilk olarak şimşek gibi
çaktığı o kutsal yere (Sils Maria) dönünce, ikinci bölümü buldum. On gün yetti.
Ne birinci bölüm, ne de üçüncü ve sonuncusu (Zerdüşt başlangıçta 3 bölüm olarak
yayımlanmıştı. Dördüncü bölüm sonradan eklenmedir.), hiçbiri daha uzun sürmedi.
Ertesi kış, yaşamımda ilk kez parıldayan sessiz, mutlu Nice göğü altında üçüncü
bölümü buldum, –Ve işim bitti. Hepsi bir yıl bile sürmedi. Nice çevresinde
yükseklerde bir sürü saklı köşe, yaşadığım unutulmaz anlarla kutsallaşmıştır
benim gözümde. "Eski ve Yeni Levhalar üstüne" adını taşıyan can alıcı
bölüm, istasyondan kayalar içine kurulmuş eşsiz Arap köyü Eza'ya çıkarken
yazıldı, –yaratıcı güç ne denli bol akarsa, kas çevikliği de o denli artıyor
bende. Beden coşmuştur:
"Ruh"u karıştırmayalım işin içine... Çok zaman beni dans ederken
görebilirdiniz; yorgunluk nedir bilmeden o dağ senin, bu dağ benim, yedi sekiz
saat dolaşabiliyordum. İyi uyuyor, bol bol gülüyordum, –bundan daha dinç, daha
sabırlı olamazdım.
V
Bu onar günlük
çalışmaları bir yana bırakırsak, Zerdüşt'ü yazdığım yıllar, özellikle ondan
sonrası benzersiz bunalım yılları oldu. Pahalıya malolur ölümsüzlük: Karşılığı
olarak birçok kez ölür daha yaşarken insan. –Büyük işin öç alması dediğim
birşey vardır: Her büyük iş, yapıt olsun, edim olsun, bir kez tamamlandı mı, o
an yapıcısına karşı oluverir. O zaten
bu işi yaptığı için güçten düşmüştür–, artık yapıtına katlanamaz olur, onun
yüzüne bakamaz. Geçmişinde böyle kimsenin istemeyi bile düşünemeyeceği birşey,
insanlık yazgısının düğümlediği birşey bulmak ve bunun yükünü taşımak şimdi!...
Ezer insanı bu... Büyük işin öç alması! –İnsanın çevresinde duyduğu o ürkünç
sessizliğe gelince, o da ayrı şeydir. Yedi kattır yalnızlığın derisi; birşey
işlemez içine. İnsanlara yaklaşırsın, dostlarını selamlarsın: Gene bir
ıssızlık, gene bir tek bakış yok karşılık veren. Olsa olsa bir başkaldırma.
Herbirinde başka türlü olmak üzere, bana yakın herkeste gördüm bu
başkaldırmayı; sanırım, karşıdakini en çok yaralayan şey, aramızda bir ayrım
olduğunu birdenbire sezdirmektir, –saygı duymadan yaşayamayan soylu yaradılışlara pek az rastlanır.
–Bir üçüncüsü de, küçük sokmalara karşı aşırı duyarlığıdır derinin, tüm küçük
şeylere karşı bir çeşit çaresizliktir. Bunun nedeni de, bence her yaratıcı edimin, varımızı yoğumuzu,
bütün benliğimizi koyduğumuz her edimin savunma güçlerinde gerektirdiği o
korkunç tüketimdir. Küçük savunma
yetenekleri ortadan kalkmıştır sanki: Güç bütünlemesi yapamazlar artık.
–Çekinmeden şunu da söyleyeyim, insan daha kötü sindirim yapar, yerinden
kımıldamak istemez, soğuğa karşı dayanıklılığı azalır, güvensiz olur, –çoğu
zaman nedenler üzerinde bir yanılmadır güvensizlik, –Bir sefer, bu halimle, bir
inek sürüsünün yaklaştığını, sürüyü daha görmeden, içimde yumuşak, insanca
düşüncelerin doğmasından anlamıştım: Kanı sıcaktır onların...
VI
Bu yapıtın yeri
apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de hiçbir şey böylesine bir güç
bolluğu içinde yaratılmamıştır daha. "Dionysosca" kavramım en yüksek
uygulanışını buldu burada; onunla ölçülünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin
hepsi zavallıca, olağan şeyler olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu
korkunç tutku içinde, bu yüksekliklerde bir an bile soluk alamazlardı; Dante
Zerdüşt'ün yanında yalnızca bir inanandır, doğruyu kendi yaratan, dünyayı yöneten bir kafa, bir yazgı değildir. Veda'ların
ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün eline su bile dökemezler; doğruluğuna doğrudur
ya, daha birşey değildir bunlar, hiçbiri bu yapıtın apayrı yerini, içinde
yaşadığı gökmavisi yalnızlığı
belirtemezler. Ta bengiliğe dek şunu söylemeye hakkı vardır Zerdüşt'ün:
"Çemberler çiziyorum çevreme, kutsal sınırlar; gitgide azalıyor benimle
çıkanlar daha yüksek dağlara, –sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal
dağlardan." Tüm büyük kişilerin düşünce gücünü, iyiliğini bir araya
getirseniz gene de Zerdüşt'ün bir tek konuşmasını çıkaramazsınız. Bir sonsuz
merdivendir O'nun üzerinde inip çıktığı; herkesten daha ötesini görmüş, daha
ötesini istemiş, daha ötesini başarmıştır.
Gelmiş geçmiş bu en olumlu düşüncenin her sözü gene de bir karşı durmadır; tüm
karşıtlıkları içinde toplamış, onlardan yepyeni, tek birşey yapmıştır. İnsan
yaradılışının en yüksek ve en aşağı güçleri, en tatlı, en delice, en korkunç
olan şey o bir tek çeşmeden ölümsüz bir güvenle akar. Yükseklik nedir, derinlik
nedir, hiçbiri bilinmezdi Zerdüşt'ten önce; hele doğru hiç bilinmezdi. Doğrunun
bu vahyinde bir tek yer yok ki, öncüleri bulunsun, en büyüklerden biri önceden
sezmiş olsun. Ne bilgelik, ne ruhların derinliğine iniş, ne de konuşma sanatı
diye birşey vardı Zerdüşt'ten önce: En tanıdık, en günlük olan şey burada hiç
duyulmamış nesnelerden söz ediyor. Tutkusundan tir tir titriyor deyiş;
uzdillilik burada musiki olmuş; yıldırımlar savruluyor daha önce bilinmeyen
geleceklere. Dilin kendi özüne, imgeye bu dönüşü yanında, şimdiye dek bilinen
en büyük, en güçlü simgecilik bir çocuk oyuncağı kalır. –Zerdüşt nasıl da herkese
iniyor, nasıl da biliyor gönül almayı! Üstelik hasımlarına, papazlara nasıl
okşarcasına dokunuyor, onlarla birlikte acı çekiyor!– İnsan burada her an
aşılmaktadır, "üstinsan" kavramı en büyük gerçek olmuştur burada,
–şimdiye dek insanda büyük bilinen ne varsa, hepsi de sonsuz uçurumlar boyu aşağıda kalmıştır. Bu mutlu sessizlik,
bu tüy gibi ayaklar, bir an eksik olmayan bu hayınlık, bu kabına sığmazlık,
Zerdüşt'ün kişiliğini yapan başka ne varsa, hiçbiri büyüklüğün ayrılmaz parçası
olarak düşünülmemiştir daha önce. Zerdüşt kendini işte bu yüzden, böyle geniş
uzaylarda yaşayıp, en çelişik şeylere böylesine açık olduğu için, en yüksek varoluş biçimi saymaktadır;
kendisinin bunu nasıl tanımladığını duyunca, onu başka birşeye benzetmekten
vazgeçer artık insan.
–en uzun
merdiveni olan ruh, en derine inebilen, en geniş, en büyük ruh, kendi içinde en
çok dolanıp gezebilen, yolunu en çok şaşırabilen,
o en zorunlu
olan, seve seve atılan rastlantının içine, o varolan ruh, oluşu isteyen,
varlıklı ruh, istemeyi ve açlığı isteyen,–
kendi kendinden
kaçan, en geniş çevrelerde yakalayan kendini,
en bilge ruh,
kulağına çılgınlığın en tatlı şeyler fısıldadığı,
kendini en çok
seven, içinde tüm şeylerin ileriye ve geriye aktığı, alçaldığı, kabardığı–
Ama bu Dionysos kavramının ta kendisi işte. –Başka bir
düşünüş yolu da oraya götürür bizi. Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur:
Şimdiye dek evet denen herşeye, duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen
kimse, nasıl gene de yadsıyan bir düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların en
ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl gene böyle hafif, böylesine
az yersel oluyor –bir dansçıdır Zerdüşt–; gerçeği en katı yüreklilikle, en
korkunç olarak gören, o "uçurum gibi derin" düşünceyi düşünen kimse,
nasıl oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, –tam tersine
evrensel olumlayışın, "o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş"in ta kendisidir... "Ta uçurumların
dibine dek taşıyorum bu kutsayan evet-deyişi"... İşte gene vardık Dionysos'a.
VII
–Kendi kendine
kalınca hangi dili konuşur böyle bir tin? Dithyrambos
dilini. Bulucusu benim dithyrambos'un. Zerdüşt'ün gün doğadan önce kendi kendisiyle nasıl konuştuğunu bir dinleyin:
Bu zümrütten mutluluğu, bu tanrısal sevecenliği şakıyan dil yoktur benden önce.
Böyle bir Dionysos'un en derin yası bile gene dithyrambos olur; önek olarak Gece Türküsü'nü veriyorum, –ışık ve güç
bolluğu yüzünden, güneş gibi yaratılmış olmak yüzünden sevmeyişin o ölümsüz
yakınmasını.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Yeni
yeni uyanıyor sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.
Dinmeyen, dinme
bilmez birşey var içimde, ses olmak istiyor. İçimde sevgiye susamışlık var,
sevginin dilini konuşuyor kendisi.
Işığım ben: Gece
olaydım keşke! Ama budur işte benim yalnızlığım, çepeçevre ışıkla sarılmış
olmam.
Ah, karanlık
olaydım, gece olaydım! Nasıl emerdim ışığın memelerinden!
Üstelik
kutsardım bir de sizleri, ışıl ışıl yıldızcıklar, ateşböcekleri göğün! O ışıktan
armağanlarınızla mutlu olurdum.
Ama öz ışığımla
yaşıyorum ben, gene ben içiyorum benden taşan alevleri.
Bilmiyorum
almadaki mutluluk nedir; çoğu zaman bana öyle geldi ki, çalmak daha da büyük
mutluluktur almaktan.
Budur benim
yoksulluğum, elim durup dinlemeden bağışlıyor; budur çekemediğim, bekleyen
gözler görüyorum hep, özleyişin aydınlanmış gecelerini.
Vay,
bağışlayanların mutsuzluğu, vay! Güneşimin kararması! Vay susamaya susamış
olmak! Vay açlıktan kıvranmak doymuşluğun içinde!
Gerçi benden
alıyorlar: Ama elim ruhlarına dokunuyor mu daha? Bir uçurum vardır vermekle
almak arasında, –ve en küçük uçurumdur en zor kapanan.
Bir açlık
büyüyor güzelliğimden: Aydınlattıklarıma acı vermek istiyorum, soymak istiyorum
birşey bağışladıklarımı– hayınlığa böylesine susamışım ben.
Doluluğum böyle
bir öç kuruyor, böyle bir kalleşlik sızıyor yalnızlığımdan.
Bağışlaya
bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu; kendi bolluğundan bezdi erdemim!
Durmadan
bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır; hep dağıtan kimsenin elleri,
yüreği nasır bağlar dağıtmaktan.
Gözüm yaşarmıyor
artık yalvaranın utanması önünde; sertleşen elim artık duymuyor o dolu ellerin
titreyişini.
Gözümde o yaş
damlası nereye gitti, yüreğimde o belirsiz ürperiş? Vay, yapayalnızlığı tüm
bağışlayanların! Vay, tüm ışıldayanların suskusu!
Issız uzayda
nice güneş dönüyor: Karanlık ne varsa, hepsine konuşuyorlar ışıklarıyla –yalnız
bana susuyorlar.
Işıyanlara karşı
budur düşmanlığı ışığın: Acımadan gider kendi yoluna.
Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk– böyle döner her güneş.
Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk– böyle döner her güneş.
Bir kasırga gibi
döner güneşler yörüngeleri üzerinde.
Amansız
istemlerine uyup giderler: Budur soğukluğu onların.
Yalnız sizler,
ey karanlık, ey gecesel olanlar, siz ısınırsınız onların ışığında! Yalnız siz
susuzluğunuzu dindirirsiniz, emersiniz ışığın memelerinden!
Ah, dört bir
yanım buz; donmuş şeylere değmekten yanıyor elim! Ah, içimde susuzluk var,
sizin susuzluğunuz için yanıp tutuşuyor.
Gecedir: Neden
böyle ışığım ben! Geceye susamışlık! Yalnızlık!
Gecedir: Bir
pınar gibi kaynıyor içimden isteğim, –konuşmak istiyorum.
Gecedir: Yüksek
sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir
fışkıran.
Gecedir: Şimdi
uyanıyor işte sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.–
VIII
Böyle birşey ne
yazılmış, ne duyulmuş, ne de çekilmiştir:
Bir tanrı, bir Dionysos çekebilir bu acıyı. Bu "ışık içinde güneş
yalnızlığı" dithyrambos'una verilecek yanıt Ariadne (Minos'un kızı. Theseus Minotauros'u öldürmek üzere
labirent'e onun ipliğiyle inmemiş. Sonra birlikte kaçmışlar; ama Theseus
Ariadne'yi Naksos adasında yapayalnız bırakıp gitmiş. Neyse ki Dionysos gelmiş
de, kızı kendine eş olarak almış...) olurdu... Ama Ariadne kimdir, benden başka
bilen mi var!... Bu tür bilmecelerin çözümünü bulamadı hiç kimse; burada bir
bilmece olduğunu gördüklerinden de şüpheliyim. –Zerdüşt bir seferinde, ödevini
–ki benim de ödevimdir– öyle bir kesinlikle belirtmiştir ki, yanlış anlayamaz
artık hiç kimse: Geçmiştekileri de temize çıkarmaya, kurtarmaya dek varan bir
olumlayıştır bu.
İnsanlar
arasında, geleceğin kırık parçaları arasında gibi dolaşıyorum: O gördüğüm
geleceğin.
Derdim günüm bu
benim, kırık parça, bilmece, ürkünç rastlantı olan herşeyi toplamak, tek birşey
yaratmak.
Nasıl
katlanırdım insan olmaya, aynı zamanda ozan, bilici, rastlantının kurtarıcısı
olmasaydı insan?
Tüm geçmişi kurtarmak, "böyleydi" denilen
herşeyi yeni baştan yaratmak "ben böyle isterdim" diye, –benim için
bu olurdu ancak kurtuluş.
Zerdüşt başka
bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle, kendisi için "insan"
ancak ne olabilir, bunu anlatıyor, –bir sevgi, hele acıma konusu değil hiç,
–insandan o büyük tiksinmeyi de
yenmiştir Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu
bekleyen çirkin bir taştır.
Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak:
Bu büyük yorgunluk benden ırak olsun hep!
Bilip tanırken
bile, istemimin doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı duyuyorum yalnızca; benim
bilgim bir çocuk gibi arıksa, onda doğurtma
istemi olduğu içindir.
Bu istem tanrıdan,
tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı, tanrılar...
varolsaydı?
Ama beni hiç
durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan yaratma isteğim; taşı böyle arar
çekiç de.
Bilseniz, nasıl
bir yontu taşta benim için, o yontular yontusu! Ah, taşların en sertinde, en
çirkininde mi uyumalıydı böyle!
Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak
eden taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun!
Onu
tamamlayacağım; bir gölge geldi göründü çünkü bana, –tüm şeylerin en eşsizi, en
tüy gibisi göründü bana bir kez!
Gölge olup geldi
bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana ne... tanrılardan!..
Bu koşuklar
dolayısıyla, sırası gelmişken, bir başka görüşü de belirtmek isterim: Çekicin
sertliği, yoketmenin kendisinden alınan
tad, Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca koşullardandır. "Sert
olun" buyruğu, tüm yaratanların sert
olduğunu en büyük kesinlikle biliş, gerçek belirtisidir Dionysosca bir
yaradılışın.–
İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE
gelecekteki
bir felsefeye giriş
I
Bundan sonraki
yıllar bana düşecek ödev, artık olabildiğince kesin belirlenmişti. Ödevimin
olumlayan bölümünü bitirmiştim; sıra sözle ve eylemle hayır diyen yarısına gelmişti: Şimdiye dek süregelen
değerlerin yenilenmesine, büyük savaşa, son karar gününün eriştirilmesine. Bu
arada ağırdan çevreme bakıyor, kendime yakın bulduklarımı, güçlerine dayanarak yok etme işinde bana yardımcı
olabilecekleri arıyordum. –O gün bu gün, bir oltadır yazılarımın her biri: Kim
bilir belki de herkesten ustayımdır olta atmakta?... Hiçbir şey vurmadıysa benim değil suç. Balık yoktu....
II
Çağcıllığın eleştirilmesidir bu kitabın
(1886) özü, çağcıl bilimlerin, çağcıl sanatların eleştirilmesidir; çağcıl
siyasa bile girer bunun içine, –arada bunların tam karşıtı, olabildiğince az
çağcıl bir örnek, soylu, olumlayıcı bir örnek de verilmektedir. Bu sonuncu
yönden, kitap bir gentilhomme'lar
(Soylu kişi.) okuludur ve bu kavram
hiç bu denli kökten, özlü anlamda
alınmamıştır. Ona yalnızca dayanmak için bile, insanda yürek olmalı, korku nedir
öğrenmemiş olmalı insan... Çağımızın övündüğü nesi varsa, hepsi de bu örnekle
bir çelişme olarak, nerdeyse görgü kıtlığı olarak duyulmaktadır, örneğin şu
ünlü "nesnellik", şu "herkesin acısını paylaşmak", şu
yabancı beğeniye kul köle olan, petits
faits (Küçük olgular.) önünde yerlere kapanan "tarihsel anlayış",
şu "bilimsellik", –Bu kitabın Zerdüşt'ü hemen izlediği düşünülürse, nasıl bir perhiz düzeninden doğduğu
belki anlaşılır. Korkunç bir zorlamayla uzağa
bakmaya alışıp şımarmış göz –Çardan da uzak görüşlüdür Zerdüşt– burada en
yakınları, çağı, çevremizdekini
görmeye zorlanmıştır. Kitabın tüm parçalarında, özellikle biçiminde, Zerdüşt'ü
olanaklı kılan içgüdülerden isteyerek
bir uzlaşma göze çarpar. Biçimde, niyette, susma
sanatında bir inceliş ön plana geçmiştir; psikolojibile bile sertlikle, katı
yüreklilikle kullanılmıştır, –bir tek gönül alıcı söz yoktur koca kitapta..
Hepsi dinlemedir bunların: İnsan öyle Zerdüşt gibi avuç dolusu iyilik saçtıktan
sonra, kim bilir nasıl bir dinlenme
zorunludur ona... Tanrıbilimci ağzıyla konuşursak –iyi dinleyin, her zaman
tanrıbilimci gibi konuşmam, –günlük işini bitirince yılan kılığında Bilgi
Ağacının altında yatan, tanrının kendisiydi. Tanrılığın yorgunluğunu böyle
çıkardı... Pek güzel yapmıştı herşeyi. Tanrının yedi günde bir aylaklığıdır
şeytan, başkası değil...
TÖRE'NİN SOYKÜTÜĞÜ
bir tartışma
yazısı
I
Bu soykütüğü üç
incelemeden kurulmuştur; hepsi de şaşırtma sanatı, amacı ve anlatımı bakımından
şimdiye dek yazılanlardın en ürküncüdür. Bilindiği gibi, Dionysos karanlıklar
tanrısıdır hem de. Herbirinde yanıltmayı amaçlayan, soğuk, bilimsel, giderek
alaycı, bile bile gösterişçi, bile bile oyalayan bir başlangıç. Gitgide
tedirginlik artar; tek tük şimşekler; hiç hoşa gitmeyecek doğrular duyulur
uzaklardan boğuk gürlemelerle, –sonunda bir tempo
feroce'ye (Yabanıl tempo.) varılır, korkunç bir gerilimle ileri atılır
herşey. Herbirinin bitiminde, hepten ürkünç patlamalarla yeni bir doğru belirir kalın bulutlar arasından. –İlk incelemedeki doğru Hıristiyanlığın
psikolojisidir: Hıristiyanlık hınç duygusundan, o ruhdan doğmuştur, sanıldığı
gibi "Kutsal Ruh"dan değil, –bir karşı devinimdir aslında, soylu değerlerin egemenliğine karşı
büyük bir ayaklanmadır. İkinci
incelemede bulunç'un psikolojisi var:
Sanıldığı gibi "insanın içindeki tanrı sesi" değil, –dışa doğru boşalamayınca gerilere yönelen kan dökme iç
güdüsü. Kan dökücülük ilk kez burada, ekinin en eski, en zorunlu temellerinden
biri olarak aydınlığa çıkarılıyor. Şu sorunun yanıtını veriyor üçüncü inceleme: Çilecilik, rahiplik
ülküsü, aslında zararlı mı zararlı
bir ülkü, bir bitiş istemi, bir décadence ülküsü iken, nasıl olup da böylesine
sınırsız bir güç kazanmıştır? Yanıt: Sanıldığı gibi, tanrı papazların arkasında
olduğu için değil, yalnızca faute de mieux (Daha iyisi olmadığı
için, yokluktan.), –şimdiye dek biricik ülkü o olduğu için, yarışanı olmadığı
için. "Çünkü hiçbir şey istememektense, hiçliği istemeyi yeğ tutar
insan"... Herşeyden önce, Zerdüşt'e
gelinceye dek bir karşı ülkü eksikti.– Beni anladınız. Bir psikologun tüm
değerleri yenileme işi için başlıca üç hazırlığı. –Rahibin psikolojisi ilk
olarak bu kitapta bulunur.
PUTLARIN BATIŞI
nasıl felsefe
yapılır çekiçle
I
Yüzelli sayfa
bile tutmaz bu yazı; sesi şen ve uğursuz tınlar, gülen bir cindir, –öyle kısa
zamanda yazılmıştır ki, kaç günde olduğunu söylemeye utanırım. Öbür kitaplardan
apayrıdır o: Daha özlüsü, daha bağımsızı, daha yıkıcısı, daha... hayını
yazılmamıştır hiç. Gözlerimin önünde herşeyin nasıl başaşağı durduğunu şöyle
kabataslak anlayabilmek için, bu kitabı okumaya girişmelidir. Başlığındaki put sözcüğü, şimdiye dek
"doğru" dedikleri şeydir düpedüz. Putların
Batışı, açıkçası: Eski doğruların sonu geldi.
II
Bir tek gerçek,
bir tek ülkü yoktur ki, bu yazıda değinilmiş olmasın (–değinmek: Amma da
saygılı, edebli bir söz!...) Ölümsüz
putlar değil burada yalnız, en gençleri, dolayısıyla yanlışlıktan en çok beli
bükülmüş olanları da. Örneğin "çağcıl düşünceler". Ağaçlar arasında
büyük bir yeldir esen; yemişler-doğrular-dökülmektedir her yanda. Pek bereketli
bir güzün har vurup harman savurmasıdır bu: Doğrulara çarpıp sendeler insan;
üstüne basıp ezer kimini de, –öylesine sebildirler... İnsanın eline aldıklarına
gelince, artık aralarında şüpheli birşey yoktur, kesinlemedir hepsi.
"Doğru"nun mihenk taşını ilk ben tutuyorum elimde, ben karar
verebilirim ancak. Sanki içimde ikinci
bir bilinç büyüyüp gelişmiş; sanki "istem", şimdiye dek üzerinde
aşağıya yuvarlandığı bayırı
aydınlatmak istercesine bir ışık yakmış içimde... Bayır, –doğruya giden yol koymuşlardı bunun adını... O
"karanlık çaba" (Ein guter Mensch in seinem dunklem Drange –ist sich
des reschten Weges wohl bewusst [İyi insan o karanlık çaba içinde –Bilir doğru
yolun ne olduğunu]. –Goethe, 1. Faust, Gökyüzünde önoyun.) denen şeye artık
paydos; doğru yolun en az farkında olan, o iyi insanın kendisiydi... Şaka bir
yana, doğru yolu, yokuş yukarı giden
yolu benden önce kimse bilmiyordu: Etkin üstüne umutlar, ödevler, oraya
götürecek yollar ancak benimle başladı yeni baştan –ben onların muştucusuyum... Bir yazgıyım işte bu yüzden de.–
III
Söz konusu
yapıtı bitirir bitirmez, bir gün bile geçirmeden hemen o dev ödevime, değerleri yenileme işine giriştim;
hiçbir şeye benzemeyen yüce bir gurur içindeyim, her an ölümsüzlüğümü kesin
olarak biliyor ve tunç levhalara bir yazgı şaşmazlığıyla birbiri ardınca imleri
kazıyordum. 3 Eylül 1888'de önsöz yazıldı: Sabahleyin, onu yazdıktan sonra açık
havaya çıktığımda, ober-Engadin'in bana gösterdiği en güzel gün vardı karşımda,
–dupduru, alev alev renkler içinde, tüm karşıtlıkları, güneyle buz arasındaki
tüm geçişleri bir araya getiren bir gün. –Ancak 20 eylülde ayrılabildim
Sils-Maria'dan; seller alıkoymuştu beni, sonunda tek konuğu ben kalmıştım o
eşsiz yerin, –minnetimin karşılığı olarak ölümsüz bir ad bağışlayacağım oraya.
Olaylarla dolu bir yolculuktan sonra, üstelik gece geç vakit vardığım seller
basmış Como'da bir de ölüm tehlikesi atlatarak, 21. günü öğleden sonra benim denenmiş yerime, bundan böyle kalacağım
Torino'ya indim. İlkbaharda oturduğum aynı evi, Via Carlo Alberto 6, III'de, Vittorio
Emanuele'nin (–1820/1878– İtalya kralı, İtalyan birliğinin kurucusu.)
doğduğu o koca palazzo Carignano'nun
karşısında, piazza Carlo Alberto'ya
ve daha uzaklarda tepeliklere bakan evi tuttum gene. Bir an bile duraklayıp
oyalanmadan, hemen çalışmaya oturdu: Yapıtın dörtte biri kalmıştı daha
tamamlanacak. 30 eylül günü büyük yengi; yedinci gün; bir tanrının gezinişi Po
kıyısında. Aynı gün "Putların Batışı"na önsözü de yazdım; bu kitabın provalarının düzeltmek benim için
dinlenme oldu eylül ayında. –Ben böyle bir güz yaşamadım hiç, yeryüzünde böyle
birşey olabileceğini sanmazdım; sonsuza dek uzanan bir Claude Lorraine
(–1600/1682– Fransız manzara ressamı.), her günü aynı ölçüsüz yetkinlikte.
WAGNER OLAYI
bir çalgıcı
sorunu
I
Bu yazının
hakkını verebilmek için, insan musikinin yazgısını kanayan bir yara gibi içinde
duyup, o acıyı çekmelidir. Neden acı
çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda? Musikinin dünyayı arıtıcı, olumlayıcı
yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos'un flütü değil, bir décadence musikisi olmasından... Ama
insan musikinin davasını öz davası gibi, kendi
çektiği acırlarmış gibi duyunca da, biraz çokça hatır gönül gözeten, aşırı
derecede yumuşak bir yazı bulur bunu. Böyle durumlarda keyfini bozmak, kendi
kendisiyle de kızmadan alay etmek –ridendo
dicere severum; verum dicere (Ridendo dicere severum: Acı doğruyu gülerek
söylemek; verum dicere: doğruyu söylemek.) her türlü sertliği haklı gösterse bile–
insanlığın ta kendisidir. İstesem, eski bir topçu olarak, Wagner'e karşı ağır bataryalarımı da sürebilirdim;
bundan şüpheniz olmasın. –Bu işte kesin sonucu alacak herşeyi kendime
sakladım,– Wagner'i severdim. Hem benim ödevimin anlamına, tuttuğum yola uygun
düşeni, daha seçkin, "bilinmeyen" birine saldırmaktır– musikinin o
Cagliostro'suna (–1743/1795– İtalyan soylusu, ünlü serüvenci, dolandırıcı.)
varıncaya dek, maskesini düşüreceğim daha nice "bilinmeyen"ler var–,
daha da önemlisi, düşünce işlerinde gitgide uyuklaşan, içgüdüde yoksullaşan,
gitgide dürüstleşen Alman ulusuna
saldırmaktır: Karşıtlarla besleniyorlar artık, ne bulurlarsa yiyorlar, ister
"inanç" olsun, ister "bilimsel düşünce", ister
"Hıristiyanca sevgi olsun, ister Yahudi düşmanlığı, ister güç istemi
(devlet olma istemi), ister évangile des
humbles (Küçük insanların İncil'i.), hepsini yutuyorlar mide fesadına
uğramaksızın, hem de öyle bir iştahla ki, insanın kıskanası geliyor...
Karşıtlar arasında bu ne yan tutmazlık, bu ne midesizlik, "çıkar
gözetmezlik"! Alman damağının bu
haktanırlığı, herşeye eşit haklar tanıması, herşeyden bir tad alması!.. Hiç
şüphe yok, ülkücüdür Almanlar... Almanya'ya son gidişimde, Alman beğenisini
Wagner'le Saeckingen borazancısına (–Doğrusu: Soekkingen borazancısı–
Scheffel'in Almanya'da pek tanınmış bir şiiri.) eşit haklar tanımaya uğraşır
buldum; Leipzig'de en gerçek, en Alman-sözcüğün eski anlamında Alman, yoksa o
yalnızca yurttaşlardan değil– musikicilerden birinin, usta Heinrich Schütz'ün onuruna bir Liszt derneği kurduklarını
gözlerimle gördüm; o sinsi (Liszt ve List –hile, düzen– üzerine bir sözcük
oyunu.) kilise musikisini geliştirip yaymaktı amaç... Hiç şüphe yok, ülkücüdür
Almanlar...
II
Ama burada
kabalaşmaktan ve Almanların yüzüne karşı bir kaç acı gerçeği söylemekten kimse
alıkoyamaz beni: Ben de söylemesem kim
söyleyecek! –Onların tarih
konularındaki sıkılmazlıklarından söz açacağım. Alman tarihçilerinde ekinin
gidişini, değerlerini görmek için gerekli o büyük
bakış'ın hepten yitip gitmesi, topunun birden siyasa (ya da kilise)
soytarıları olması değil yalnız: O büyük bakışı aforoz edenler de kendileridir. İnsanın yalnızca "Alman"
olması, o "ırk"tan olması yeter, tarih
konusunda değer diye, değersizlik diye ne varsa hepsi üstüne son sözü
söyleyebilir, kesinlikle belirtir onları... "Alman" olmak bir
kanıttır, "Almanya, Almanya, herşeyin üstünde" bir ilkedir, tarihteki
"törel dünya düzeni"dir Cermenler: Roma imparatorluğu karşısında
özgürlüğü ayakta tutanlar, on sekizinci yüzyıl karşısında töre'yi, "kesin
buyruğu" yeniden diriltenler... Alman devletine özgü bir tarih yazıcılığı
vardır; korkarım, Yahudi düşmanına özgü olanı vardır bir de, –ayrıca saray tarih yazıcılığı vardır ve Bay von
Treitsschke'nin yüzü kızarmaz hiç... Geçenlerde ahmakça bir yargı, neyse ki bu
arada rahmetlik olan Suab estetikçisi Vischer'in (–1807/1887– Alman ozanı,
estetikçisi.) bir cümlesi tüm Alman gazetelerinde bir boy gözüktü, her Alman'ın
evet demesi gereken bir "doğru"ydu bu: "Uyanış çağı ile Yenileme
(Reformation) çağı, ancak ikisi bir arada bir bütün yaparlar, –estetik yeniden
doğuş ve törel yeniden doğuş."
Böyle cümleleri duyunca sabrım taşıyor; Almanların yüzüne tüm kabahatlerini
birer birer vurmak geliyor içimden, bir görev duyuyorum bunu giderek. Dört yüz yıldır ekine karşı işlenen tüm büyük
cürümlerin sorumlusu onlardır!... Nedeni de hiç değişmez, o iliklerine dek
işlemiş gerçek korkusu –ki doğrudan
korkudur aynı zamanda–, o içgüdü edindikleri ikiyüzlülük,
"ülkücülük"... Büyük
çağların sonuncusu, Uyanış çağı Almanlar yüzünden anlamını yitirdi, o hasadı
yapamadı Avrupa, hem de tam daha yüksek bir değerler düzeni, soylu, yaşamı
olumlayan, geleceğin güvencesi olan değerler, karşı değerlerin yuvalandıkları yerde, oralarda oturanların içgüdülerine işleyinceye dek üstün gelmişken!
Luther, o tanrının belası keşiş, kiliseyi ve –bin kez beteri– Hıristiyanlığı,
tam yenildikleri anda ayağa kaldırdı... Hıristiyanlığı, yaşama isteminin din
kılığına girmiş yadsınmasını!... Luther, bu akıl almaz keşiş, "akıl
almazlığı" yüzünden kiliseye saldırdı ve –dolayısıyla– onu ayağa kaldırdı
yeniden... Katolikler Luther adına şenlikler kutlasalar, oyunlar düzseler
yeridir... Luther ve "törel yeniden doğuş"! Tüm psikolojinin canı
cehenneme! Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar.– İnsanlık iki sefer korkunç bir
yüreklilikle kendini aşarak özü sözü bir, anlamı belli, yüzde yüz bilimsel bir
düşünce düzenine vardığında, Almanlar eski "ülkü"ye giden dolambaçlı
yollar, doğruyla "ülkü" arasında bir uzlaşma bulmayı başardılar;
bilimi yadsımalarını, yalanlarını bir
kitabına uydurdular aslında. Leibniz ve Kant, –düşünce dürüstlüğü alanında
Avrupa'ya en büyük iki köstek! En sonunda, iki décadence yüzyılı arasındaki köprü üzerinde, yeryüzünü yönetmek
amacıyla Avrupa'yı birleştirebilecek güçte, deha ve istem dolu bir force majeure (Üstün güç.) belirdiğinde, Almanlar "özgürlük
savaşları"yla Napoleon'un varoluşundaki mucizelik anlamdan yoksun
bıraktılar Avrupa'yı; ne olmuşsa, bugün ne varsa onların suçudur hep;
hastalıkların, saçmalıkların ekine en
zararlı olanı, ulusalcılık, Avrupa'yı hasta eden bu névrose nationale
(Ulusal sinirce –nevroz–.), Avrupa'da artık sürüp gidecek bu küçük devletler,
bu küçük siyasa: Anlamından, sağduyusundan yoksun bıraktılar
Avrupa'yı– onu bir çıkmaza soktular. –Buradan çıkacak bir yol bilen var mı benden
başka?... Ulusları yeniden birbirine bağlayacak
büyüklükte bir ödev?.
III
Hepsi bir yana,
kuşkumu neden açığa vurmayayım? Almanlar benim durumumda da, bu dev yazgıdan
bir fare doğurtmak için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar. Adlarını
kötüye çıkardılar benim yüzümden şimdiye dek; ilerde de adam olacaklarından
şüpheliyim. –Ah, burada kötü bir
falcı olmayı nasıl isterdim!... Benim doğal okuyucularım, dinleyicilerim daha
şimdiden Ruslar, İskandinavlar ve Fransızlardır, –gitgide artacak mı onların
sayısı? –Almanlar bilgi tarihine baştanbaşa şüpheli adlarla geçmişlerdir;
"bilmeyerek olmuş" kalpazanlar çıkarmışlardır yalnız (bu deyim
Kant'la Leibniz'e olduğu gibi, Fichte'ye, Schelling'e, Schopenhauer'e, Hegel'e,
Schleiermacher'e [–1768/1834– Alman tanrıbilimcisi ve feylosofu. Schleiermacher
Almanca'da "tül, peçe vb... yapan" anlamına gelmektedir. Nietzsche
sözcüğün bu anlamıyla oynuyor.] de uygundur: perdeleyicidir hepsi de, başka
birşey değil): Düşünce tarihindeki ilk dürüst
düşünürün doğruyu dört bin yıllık kalpazanlıktan ötürü yargılayan düşünürün,
kendileriyle yanyana Alman düşüncesine sokulması şerefini hiçbir zaman elde
etmemeli onlar. "Alman düşüncesi" ağır havadır benim için: Psikoloji
konusunda artık içgüdü olmuş pisliklerini her sözleriyle, her davranışlarıyla
açığa vururlar; bunun yakınında zor soluk alırım. On yedinci yüzyılda
Fransızların geçtiği o amansız öz sınavından geçmemişlerdir hiç, –bir
Larochefoucauld, bir Descartes, en önde gelen Almanlardan yüz kez daha
dürüsttürler, –Almanlardan bugüne dek bir tek psikolog çıkmamıştır. Ama
psikoloji nerdeyse ölçüdür bir ırkın temizliği
ya da pisliği için... İnsan daha
temiz bile değilken, derinliği nasıl
olur? Kadın gibidir Alman, bir türlü bulamazsın dibini, –yoktur da ondan: Hepsi bu. Ama sığ bile olmaya yetmez bunların
hepsi. –Almanya'da derin dedikleri şey, demin sözünü ettiğim o kendi kendine
karşı içgüdü pisliğinden başka birşey değildir: Kendi kendilerini bir türlü
oldukları gibi görmek istemezler. Yoksa "Alman" sözcüğünü bu psikolojik
sapıtmaya uluslararası bir karşılık olarak önersem mi? –Örneğin bu anda Alman
İmparatoru, Afrika'daki köleleri kurtarmayı kendine bir Hıristiyanlık
ödevi" sayıyor: Biz, öbür Avrupalılar buna düpedüz "Almanlık"
deriz aramızda... Derinliği olan bir tek kitap çıkmış mıdır Almanlardan? Bir
kitapta derin olan nedir, onlarda bu kavram bile yoktur. Kant'ı derin sayan
bilginlere rastladım; korkarım, Prusya sarayında Bay von Treitschke'yi derin
sayıyorlar. Alman profesörleriyle şu da geldi başıma: Bir yeri gelip de, Stendhal'i
derin psikolog olarak övdüğümde, bana hecelettiler adını.
IV
–Neden sonuna
dek gitmeyeyim? Baştan herşey açık olsun isterim. Göz koyduğum şeylerden biri
de Almanların en üstün hor görücüsü olmaktır. Alman kişiliğine karşı güvensizliğimi daha yirmi altı yaşımda
dile getirdim (Üçüncü çağdışı yazı, 6. bölüm), –Almanlar çekilmez şeylerdir
benim için. Tüm içgüdülerime aykırı gelen bir tür insan düşündüğümde, ortaya
hep bir Alman çıkar. Bir insanın "ciğerini okurken", en önce baktığım
şey, onda uzaklık duygusu olup olmadığı, insanla insan arasında kat, değer,
sıra ayrımı gözetip gözetmediği, seçip
seçmediğidir: Bununla gentilhomme'dur insanoğlu, başka türlü, ne ederse
etsin, o geniş yürekli, yumuşak başlı ayaktakımı içindedir yeri. Ama
ayaktakımıdır Almanlar, ah öylesine aşağılamış olur kişi: Aynı düzeye indirir Alman... Birkaç
sanatçıyla, en başta da Richard Wagner'le alışverişimi bir yana bırakırsam, tek
iyi saat geçirmişimdir Almanlarla... Diyelim ki binyılların en derin düşünürü
Almanlar içinden çıktı; Kapitol'ün kurtarıcıları (Kazlar. Galyalıların
Kapitol'e yaptıkları bir gece saldırısında, kazların bağırması üzerine
nöbetçiler uyanmış, saldırı da püskürtülmüştür.) cinsinden biri, kendi çirkin
ruhunun da en az o denli önemi olduğunu sanıverdi... Bu ırka dayanamıyorum;
kişi onların içinde hep kötü çevrededir, ayrımları sezecek parmak yoktur
onlarda, –ne yazık bir ayrımın ben de! –ayaklarında incelik yoktur, yürümesini
bile beceremezler... Zaten ayak ne gezer Almanlarda; bacakları vardır onların
yalnız... Almanlar ne denli bayağı olduklarını hiç mi hiç bilmezler, ama
bayalığın son perdesidir bu, –yalnızca birer Alman olmalarından bile
utanmazlar... Her konuşmaya karışırlar, son söz kendilerindedir sanırlar;
korkarım benim üstüme bile son sözü söylemişlerdir... Yaşamım baştanbaşa bu
cümlelerin en kesin kanıtıdır. Orada bana karşı düşünceli, ince bir davranışın
izini aramam boşunadır. Gördümse, Yahudilerden gördüm bunu, ama Almanlardan
hiçbir zaman. Böyledir benim huyum, herkese karşı yumuşak davranırım, iyiliğini
isterim herkesin, –ayrı gayrı gözetmemeye hakkım
vardır benim–: Ama gözlerimin açık olmasına da engel değildir bu. Kimseyi ayrı
tutmam, hele dostlarımı hiç mi hiç, –umarım onlara karşı insanca davranmama bir
zararı dokunamamıştır bunun! Dört beş şey vardır, kendime hep onur sorunu
yapmışımdır.– Gene de şurası doğru ki, yıllardan beri elime geçen hemen her
mektubu bir sinizm olarak duydum: Benim iyiliğimi istemek, bana karşı herhangi
bir düşmanlıktan çok daha sinikcedir... Dostlarımın teker teker yüzlerine
söylerim, hiçbirisi benim herhangi bir yazımı okuyup inceleme zahmetine katlanmamıştır: İçlerinde ne yazılı
olduğunu bile bilmediklerini en küçük belirtiden çıkarırım hemen. Hele
Zerdüşt'üme gelince, dostlarımdan hangisi onda hoş görülmeyen, ama neyse ki
hepten zararsız bir kendini beğenmişlikten daha çoğunu buldu... Tam on yıl:
Almanya'da hiç kimse benim adımı, o içine gömüldüğü anlamsız suskuya karşı
savunmayı kendine dert edinmedi. Bu iş için yeterince yürekli olan, burnu koku
alabilen, sözde dostlarıma karşı öfkeye kapılan, ilk kez bir yabancı, bir
Danimarkalı oldu... Psikologluğunu böylelikle bir kez daha gösteren Dr. Georg
Drandes'in (–1842/1927– Danimarkalı yazın tarihçisi, eleştirmeci.) geçen bahar
Kopenhag'da verdiği gibisinden dersler, hangi Alman üniversitesinde olacak
şeydir?– Ben kendi payıma hiç bunların acısını çekmedim; beni yaralamaz zorunlu
olan, amor fati benim yaradılışımın
özüdür. Ama bu benim alayı, hem de evrensel alayı sevmediğimi göstermez. İşte
bu yüzden, değerleri yenileyişin o
yakıp yıkıcı, yeryüzünü sarsıntıya boğacak yıldırımdan iki yıl kadar önce,
"Wagner Olayı"nı dünyaya uğurladım; Almanlar benim üstüme bir kez
daha yanılıp, adlarını bengi, ölümsüz
kılsınlar diye' Anca vakit var buna! –İstediğim oldu mu?– Hem de en alâ sı, bay
Cermenler! Hayranlıklarımı sunarım sizlere...
NEDEN BİR YAZGIYIM BEN
I
Başıma geleceği biliyorum. Bir gün korkunç birşeyin
anısıyla birlikte söylenecek benim adım, –yeryüzünde eşi görülmemiş bir
bunluğun, en derin bulunç çatışmasının , o güne dek inanılmış, istenmiş,
kutsallaştırılmış ne varsa, hepsine karşı
yöneltilecek bir son sözün anısıyla. İnsan değilim ben, dinamitim. Bütün
bunlara karşın, din kurucularını adırır bir yanım yok, –dinler ayaktakımı
işidir; dindar birine dokununca, ardından ellerimi yıkamam gerektir.
“İnananlar” istemiyorum; kendi
kendime inanmak için bile biraz çokça hayınım sanıyorum; yığınlara değil benim
konuşmam... Günün birinde beni ermişler
katına koyacaklar diye ödüm kopuyor: Anlıyorsunuz ya, bu kitabı önceden çıkarıyorum ki, ilerde benim
adıma ahmaklıklar yapmasınlar. Ermiş olmak istemem, soytarı olayım daha iyi...
Belki öyleyimdir de. Buna karşın, daha doğrusu, daha doğrusu karşın değil –ermişlerden daha iyi dolandırıcı
gelmemiştir çünkü, –doğrular çıkıyor benim ağzımdan. Ama benim doğrularım korkunçtur: Bugüne dek yalana doğru
dediler çünkü. –Tüm değerlerin
yenilenmesi: İnsanlığın en yüce bir kendine geliş eylemine –ki bende cisim
bulmuş, deha olmuştur– taktığım ad budur işte. Talihim böyle istiyor, ilk namuslu insan ben olmalıyım, binlerce
yıllık yalan dolana karşı durmalıyım kendimi... Yalanın yalan olduğunu duyup...
koklamakla, doğruyu ilk bulan ben oldum... Burun deliklerimdedir
benim dehâm. Şimdiye dek hiç kimse benim durduğum gibi karşı durmamıştır ya,
gene de yadsıyan bir kafanın tam tersiyim ben. Şimdiye dek eşi gelmemiş bir muştucuyum; şimdiye dek kavramı bile
olmayan, öylesine yüksek ödevler biliyorum; ancak benimle birlikte umut
bağlanıyor gene. Böylece, zorunlu olarak yıkım getirici bir adamım ben. Çünkü
doğru binlerce yıllık yalanla kavgaya tutuşunca, kimsenin aklından bile
geçirmediği depremler, sarsıntılar göreceğiz; dağ, koyak birbirine karışacak.
Siyasa kavramı o gün bir düşünceler savaşı içinde hepten yitip gidecek; eski
toplumun tüm siyasal kurumları havaya uçacak, –çünkü yalan üstüne kurulmuş topu
da. Yeryüzünde ilk benimle başladı büyük
siyasa.
II
İnsan kılığına girmiş böyle bir yazgı nasıl mı dile
getirilir? –Zerdüşt’ümde bulursunuz.
Her kim iyi ve kötü’de
yaratıcı olmak ister, en önce bir yokedici olmalı, değerleri parçalamalıdır.
En yüksek kötülük
böylece en yüksek iyiliğe girer: Bunun da adına yaratıcılık denir.
Gelmiş geçmiş
insanların rahatça en korkuncuyum ben; hem de en çok iyilik edeni olmayacağım
anlamına gelmez bu. Yoketme gücümle orantılı
olarak varmışım yoketmenin tadına,
–her ikisinde de, yıkmayı olumlamadan ayrı tutmayan Dionysosca yaradılışıma
uyuyorum. İlk töresizciyim ben: En üstün yokediciyim böylelikle de.–
III
Tam da benim, ilk
töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne
anlama geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar: çünkü o İranlının tarihteki
korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir. İyi ile kötü
arasındaki kavganın, dünyanın gidişini sağlayan asıl çark olduğunu Zerdüşt
görmüştü ilk, –töre’nin gerçek güç, neden, amaç olarak metafizik alana
aktarılması onun işidir. Ama zaten
içinde saklıdır bu sorunun yanıtı. Zerdüşt bu en belalı yanılgıyı, töreyi yaratmıştı: Onu ilk tanıyan da kendisi olmalı dolayısıyla. Burada her düşünürden daha
çok ve uzun görgüsü olması değil yalnız –tarih baştanbaşa o “törel dünya
düzeni” dedikleri ilkenin deneysel çürütülmesidir–, daha da önemlisi, tüm
düşünürlerin en dürüstüdür Zerdüşt. Onun öğretisinde –ve yalnız orada,
dürüstlük en yüksek erdemdir, yani gerçek önünde tabanları yağlayan “ülkücü” korkaklığının karşıtıdır; Zerdüşt öbür
düşünürlerin topundan daha yüreklidir. Doğruyu söylemek ve iyi ok atmak, budur Pers erdemi. –Bilmem anlıyor musunuz?...
Töre’nin, dürüst olduğu için, kendi kendini yenmesi, törecinin ise tam
karşıtına –yani buna- dönüşmesi...
Budur benim ağzımda Zerdüşt adının anlamı.
IV
Aslında iki yadsıma girer töresizci sözcüğünün içine. Bir yandan, şimdiye dek en yüksek
sayılan bir insan türünü, iyileri, iyilik
isteyenleri, iyilik yapanları yadsıyorum; öte yandan, gerçek töre diye
geçerli ve egemen olan bir töreyi, décadence
töresini, daha somut deyimiyle Hıristiyan
töresini yadsıyorum. Bu ikinci yadsımayı daha önemlisi olarak saymakla yanılmış
olmam; çünkü toptan düşünülünce, iyiliğe, iyilikseverliğe verilen aşırı değer,
zaten décadence’ın sonucu, bir
güçsüzlük belirtisi, gelişip serpilen, olumlayan yaşamla bir uzlaşmazlık olarak
görünüyor bana: Olumlamak için yadsımak ve yoketmek
gerektir. –İlk olarak iyi insanın psikolojisi üzerinde duracağım. Bir insan
türüne değer biçmek için, onun sürüp gitmesi nelere maloluyor, bunu
hesaplamalıdır, –varoluş koşullarını bilmelidir onun. İyilerin varoluş koşulu
ile yalandır: Başka bir deyimle,
gerçeğin aslında ne türlü olduğunu her ne pahasına olursa olsun görmek istememektir; oysa gerçek hep
iyiliksever içgüdüleri gerektirecek, hele o beceriksiz, iyi ellerin ikide bir
kendi işine karışmasına göz yumacak cinsten değildir:
Genel olarak her türlü tehlike durumunu
bir itiraz, ortadan kaldırılması
gereken birşey saymak , eşsiz bir
bönlüktür: Bir yıkım, korkunç bir aptallıktır, –insanın yoksullara acıdığı
için kötü havayı ortadan kaldırmak istemesi gibi aptalca nerdeyse... Bütünün
büyük tutumluluğu içinde, gerçeğin (tutkularda, isteklerde, güç isteminde) her
türlü korkunçluğu, küçük mutluluğun her türlüsünden ölçülmez derecede daha
zorunludur; bu sonuncusu içgüdü aldatmacasıyla gerektirildiğinden, ona herhangi
bir yaşam hakkı tanımak için, üstelik hoş görür olmalı insan. Baştanbaşa tarih
boyunca iyimserliğin, o homines
optimi doğurtmasının ölçülere sığmayan ürkünç sonuçlarını kanıtlamak için büyük
bir fırsat geçecek elime. İyimserin de kötümser kadar décadent, belki daha bile zararlı olduğunu ilk kavrayan Zerdüşt
şöyle diyor: Doğruyu söylemez hiç iyi
insanlar. Yanlış kıyılar, yanlış güvenlikler öğretti iyiler size; iyilerin
yalanları içinde doğdunuz, oralara sığındınız. Herşey ta köküne dek yalana
boğuldu, eğretildi iyilerin eliyle. Bereket versin, dünya yalnızca o koyun
sürüsüne daracık bir mutluluk sağlayacak içgüdüler göz önüne alınarak kurulmamıştır;
herkesin de “iyi insan”, sürüde koyun, mavi gözlü, iyiliksever, “ince duygulu”,
–ya da Bay Herbert Spencer’in dilediği üzre, özgeci olmasını istemek, varlığın büyük yanını almak, insanlığı iğdiş
etmek, saçmasapan bir oyun derekesine indirmek olurdu. –Ve bunu yapmaya da kalktılar!... Buydu işte töre dedikleri...
Zerdüşt iyilere bu anlamda kimi zaman “sonuncu insanlar”, kimi zaman da “sonun
başlangıcı” der; herşeyden önce de, onları en
zararlı insan türü sayar, çünkü hem doğrunun,
hem de geleceğin sırtından
sürdürürler yaşamalarını.
İyiler. –bir şey yaratamaz
onlar, sonun başlangıcıdırlar hep– yeni levhalar üstüne yeni değerler yazanı çarmıha gererler, geleceği kurban ederler kendileri için, tüm insan geleceğini
çarmıha gererler! İyiler–onlar sonun başlangıcıydılar hep...
Bu dünyaya kara çalanların ne denli zararı dokunsa da, zararların en zararlısıdır iyilerin
zararları.
V
Zerdüşt iyinin ilk
psikologu, –dolayısıyla– kötünün de dostudur. Décadence türü insan en yüksek değer katına yükseltilmişse, bu
yalnızca onun karşıt türünün, güçlü, yaşaması kesin insan türünün zararına
olmuştur. Sürü hayvanı en arık erdemin ışığı içinde parıldıyorsa, o zaman ayrık
insan değerce aşağılanmış, kötü sayrılmış olmalıdır. Yalancılık her ne pahasına
olursa olsun, kendi görüş biçimini anlatmak için “doğru” sözcüğüne göz
koymuşsa, asıl doğru kişiyi en kötü adlar altında bulabiliriz yeniden. Zerdüşt
bu konuda hiç şüphe bırakmıyor: Söylediğine göre, insanoğlu onu ürküye
salmışsa, iyileri, “en iyileri” tanıdığı içinmiş bu düpedüz; bu tiksinmeden
doğmuş onun kanatları, “o uzak geleceklere süzülmesi için” –açıkça söylüyor, onun insan örneği, göreli bir üstinsan
örneği, tam da iyilere oranla
insanüstüdür; iyiler ve doğrular onun üstinsan’ına şeytan derlerdi...
Siz, gözümün rastladığı en yüksek insanlar, budur benim
sizden kuşkum ve içimden gülüşüm: Benim üstinsanıma korkarım siz... şeytan
derdiniz!
Ruhunuz büyüklüğe öylesine yabancı ki, üstinsan korkunç gelirdi size iyiliği içinde...
Zerdüşt’ün ne yapmak istediğini kavramak için, başka
yerden değil, buradan başlamalıdır işe: Onun tasarladığı türdün insan, gerçeği olduğu gibi tasarlar: Buna yetecek
güçtedir, –ona yabancılaşmış, ondan kopmamıştır; onun ta kendisidir, en korkunç, en sorunsal yanını da içinde taşır, –ve ancak böylelikle büyük olabilir insan...
VI
–Ama töresizci sözcüğünü başka bir anlamda da
kendime bir arma, bir onur simgesi yaptım; beni insanlığın geri kalanından
seçip ayıran bu adımla övünüyorum. Şimdiye dek hiç kimse Hıristiyan töresini kendinden aşağı
duymamıştır: Bunun için bir yükseklik, bir uzak görüşlülük, hiç duyulmamış, baş
döndürücü bir psikolojik derinlik gerekliydi. Hıristiyan töresi bugüne dek tüm
düşünürlerin Kirke’siydi, –onun hizmetindeydi hepsi de.– Bu tür ülkünün, dünyada kara çalmanın o ağulu soluğu
sızan mağaralara benden önce var mı inen? Benden önce feylosofların arasında
“yüksek dolandırıcı”, “ülkücü” değil de, onların tam tersi, psikolog olan biri var mıydı hiç?
Psikoloji diye bir şey yoktu benden önce. –Burada ilk olmak bir kargıştır belki
de; ama kesin olarak bir yazgıdır. Çünkü küçümseyenlerin de ilki olur insan...
İnsandan tiksinmedir benim
tehlikem...
VII
Anladınız mı beni?
–Geri kalan insanlıkla aramdaki sınırı çizen, bana ayrı bir yer veren şey,
Hıristiyan töresini bulmuş olmamdır.
Bu yüzden, teker teker herkese meydan okuma anlamını taşıyan bir sözcük
gerekiyordu bana. Bu konuda gözünü daha önce açmamış olmak, bence insanlığın en
büyük yüz karası, en büyük kabahatidir; içgüdü olmuş bir kendini aldatma,
hiçbir olayı, nedenselliği, gerçeği görmemeyi
kafaya koymak, yanlığa karşı gözleri kör olmak, cürmün daniskasıdır; yaşama karşı işlenmiş bir cürümdür... Bin
yıllar, uluslar –en eskileri de, en yenileri de–, feylosoflar ve kocakarılar,
–tarihin dört beş ânı dışında, ki ben altıncısıyım–, hepsi bu konuda
birbirlerine pek yaraşırlar. Hıristiyan bugüne dek “törel yaratık”dı, benzersiz
bir antikaydı, –ve “törel yaratık” olarak
da, insanlığı en hor gören kimsenin bile aklından geçirmeyeceği kadar
saçma, yalancı, boş gururlu, düşüncesiz ve kendine
zararlıydı. Hıristiyan töresi, yalan isteminin en hayınca biçimi,
insanlığın gerçek Kirke’si: Onu doğru yoldan çıkaran. Bunu gördüğümde tüylerimi
diken diken eden şey, yanılgının kendisi değil,
onun üstün gelmesiyle açığa çıkmış o düşünce alanındaki binlerce yıllık “iyi
niyet”, kendini sıkıya sokma, yol yordam bilme, yüreklilik eksikliği değil, –ama doğa eksikliği, o hepten
gülünç olgu, doğaya aykırılığın töre
adıyla en yüksek saygıları görmesi, yasa, kesin buyruk olarak insanlığın
tepesine asılmış olması!.. Bu ölçüde yanılmak, hem de kişi olarak, ulus olarak değil, insanlık olarak!.. Yaşamın en
başta gelen içgüdülerini küçümsemeyi öğretmeleri; bedeni haklamak için bir
“ruh” bir “tin” uydurmaları; yaşamın
temel koşulunu, cinselliği ayıp bir şey olarak duymayı öğretmeleri; serpilip
gelişmek için en derinden zorunlu olan şeyi, o katı bencilliği –sözcüğün kendisi bile kara çalıcı– kötülük ilkesi
saymaları; tersine, çöküşün, içgüdü çelişmesinin örnek belirtilerinde, “çıkar
gözetmezlik”te, denge yitiminde, “kişiliksizleşme”de, “yakınını sevmek”te
(–yakınıma düşkünlükte) daha yüksek
değerleri –ne daha yükseği! –gerçek
değerleri görmeleri!.. Ne! İnsanlığın kendi de décadence içinde mi? Hep öyle
miydi? –Şurası kesin ki, ona yalnız décadence içinde mi? Hep öyle miydi?
–Şurası kesin ki, ona yalnız décadence değerleri en en yüksek değerler olarak öğretildi. Bencil olmayan töre en üstün
anlamda bir çöküş töresidir; “Sizler de çöküp gitmelisiniz”, –yalnız buyruk olsa gene iyi!.. Şimdiye
dek öğretilen biricik töre, bencil olmayan töre, bir bitme istemini açığa
vurur, derinden derine yadsır yaşamı.
Burada bir tek açıp kapı kalıyor, o da katına yükselen Hıristiyan töresinde
kendilerini başa geçirecek yolu sezen
o asalak insan türünün, papazların
yozlaşmış olması... Gerçekten, benim
görüşüm de bu: İnsanlığın öğretmenleri, önderleri –ki topu da tanrıbilimciydi– décadent’dılar hem de; tüm değerlerin
yaşama düşman değerlere dönüştürülmesi işte bu
yüzden, töre işte bu yüzden... Töre’nin tanımı: Töre, décadent’ların
özel tepkisi, –yaşamdan öç alma ard
düşüncesiyle ve bunu başararak–. Bu
tanıma önem veriyorum.
VIII
–Anladınız mı
beni? Beş yıl önce Zerdüşt’ün ağzından söylemediğim bir tek söz yok demin
söylediklerim içinde. –Hıristiyan töresinin açığa
çıkarılması eşine rastlanmaz bir olaydır, gerçek bir yıkımdır. Kim bu
konuyu aydınlatmışsa, bir force majeure,
bir alınyazısıdır, insanlık tarihini ikiye böler: Ondan önce yaşayanlar, ondan sonra
yaşayanlar... Doğrunun yıldırımı, şimdiye dek en yüksekte olan şeyin üzerine
düştü tam: Orda neyin yanıp kül
olduğunu kavrayan kimse, elinde avucunda daha birşeyler kalmış mı, bir de ona
bakmalı. Bugüne dek “doğru” dedikleri ne varsa, yalanın en zararlı, en kalleş,
en sinsi biçimi olarak açığa çıkarılmıştır; o kutsal “sözde neden”, insanlığı
“düzeltmek”, aslında yaşamın iliğini, kanını emecek bir hile olarak, töre bir vampirlik olarak ortaya çıkarılmıştır.
Töre’nin ne olduğunu bulan, onunla birlikte, insanların inandığı, inanmış
olduğunu bulan, onunla birlikte, insanların inandığı, inanmış olduğu tüm
değerlerin değersizliğini de bulmuş demektir; insanlığın en çok saygı gören,
giderek ermişler katına yükseltilen
örneklerinde, artık saygıya değer hiçbir yan bulmaz, en uğursuz cinsinden sakat
doğmuşlar olarak görür onları: Uğursuzdular, büyüler çünkü... “Tanrı” kavramı, yaşama bir karşıt kavram olarak
uydurulmuş, yaşama zararlı, ağulu, kara çalıcı, onun can düşmanı ne varsa hepsi
o kavramda bir ürkünç birlik olmuştur! “Öte yan”, “gerçek dünya” kavramları,
bedeni hor görmek, onu hasta –ermiş– yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne varsa,
beslenme, konut, düşünce düzeni, hastalara bakma, temizlik, hava vb. hepsinin
karşısına ürkünç bir umursamazlık koymak için uydurulmuş! Sağlık yerine “ruhun
selâmeti”, yani tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında gidip gelen
bir folie circulaire “Günah” kavramı
o kendinden ayrılmaz işkence aracıyla, “özgür istem” kavramıyla birlikte,
içgüdüleri sapıttırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış
yapmak için uydurulmuş! “Çıkar gözetmezlik” ve “kendini yadsıma” kavramları
yoluyla, o asıl décadence belirtisi,
zararlı olana doğru eğilim, kendine
yarayanı artık bulamaz olmak kendi
kendini yıkmak, gerçek değerin ta kendisi, “ödev”, “ermişlik” insandaki
“tanrısal yan” katına yükseltilmiş! Son olarak –en korkuncu da bu– iyi insan
kavramıyla tüm zayıfların, hastaların, kusurluların, kendi kendinden acı
çekenlerin, yokolması gereken ne
varsa hepsinin yanı tutulmuş, –ayıklama
yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin, olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği
doğrulayan insanın karşısına bir ülkü çıkarılmış, –ona kötü denmiş bundan böyle... Töre
diye inanmışlar bunlara da!
Ecrasez I’nfâme!–
IX
–Anladınız mı beni? –Çarmıhtakine karşı Dionysos...