14 Kasım 2009 Cumartesi

2009-2010 Sınav Soruları

AD: SOYAD: OKUL NO.:

Sınav Süresi : Bir ders saatidir.Not Baremi : Her soru 10 puan değerindedir.Başarılar…

1) Edebiyatımızdaki ilk edebî roman ………………….…, ilk tarihî roman ……………..…………..’yi

yazan ve vatan şairi olarak tanınan ………………….…….. ……………………………..’in en önemli

şiirlerinden birisi ………………………………………. …………………………..………….’dir.

Tanzimat edebiyatının I. Dönem sanatçıları ……...………………….………..………………görüşüyle

hareket etmişler.Toplumu bilgilendirmek içim …………………….………, ………..………………….,

……………………………gibi edebî türleri batıdan almışlardır. ( Boşlukları doldurunuz.)

2) Bir edebî eser nelerden etkilenir,yararlanır, beslenir ? Dört madde halinde yazınız.

3) Tanzimat edebiyatının I. Ve II. Dönemimdeki sanat anlayışları nedir? Bu dönemlerin sanatçılarından ikişer tanesinin adı nedir?

4) Namık Kemal’in kaside türüne getirdiği yeniliklerden ikisi nedir? Açıklayınız.

5) Şinasi’nin edebiyatımızda gerçekleştirdiği ilkler nelerdir? Yazınız.

6) Aşağıdaki beyitleri açıklayarak , Namık Kemal’in içinde bulunduğu ruh halini yazınız.

 
“Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten
 
Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten”
Hâk:toprak, rah:yol, cevr: eziyet, muin:yardımcı, denaet:alçaklık, sayyad:avcı
 
 
 
 
 
 
 
 
7)     Aşağıdaki beyitte bir edebî sanat bularak, bu sanatın nasıl ve ne amaçla yapıldığını açıklayınız.
 
“Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette
Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten”
Ahkam:kararlar, ittihad:birlik,ihtilaf:anlaşmazlık, asar:eserler, rahmet:iyilik
 
 
 
 
                  
8)     Aşağıdaki beyitten de yararlanarak, gazetenin ve gazeteciliğin toplum yaşamındaki yerini açıklayınız.
 
“ Değil mi Tanrı’nın ihsânı akl ü kalb ü lisan
  Bu lütfu etmelidir fikr ü şükr ü zikr insan “
 
 
 
 
 
 
9)     Edebiyatımızdaki ,
 
İlk resmî gazete        :…………………………………….
İlk yarı resmî gazete :…………………………………….
İlk özel gazete           :……………………………………  adlarını taşır.
 
10) Tanzimat Fermanı’nın 1839 yılında ilan edilmesine karşılık, Tanzimat edebiyatının 1860’da başlamasının nedenleri nedir? Açıklayınız.




“"Garibim namıma Kerem diyorlar

Aslı'mı el almış haram diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!

Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..”

1) Yukarıdaki şiirde altı çizili bölümlerde yapılmış söz sanatları nelerdir? Açıklayınız. ( 10 puan )

2) “Han Duvarları “ şiirinde anlatılanları , en az beş cümle ile özetleyiniz. ( 10 puan )

“Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,”
 
3)     Yukarıdaki şiir parçasında uyak (kafiye) şeması ile uyakları gösteriniz. ( 10 puan )
 
 
4)     Aşağıdaki şairlerin hangi şiir topluluğuna üye olduklarını yanlarını yazınız.                               ( 10 puan )
Ziya Osman Saba        :
Enis Behiç Koryürek     :
 
 
5)     1940’a kadarki Cumhuriyet edebiyatının genel özelliklerinden üçü nedir?  ( 10 puan )
 
 
 
 
 
6)     Aşağıdaki eserlerin yazarları kimlerdir? Yanlarına yazınız. ( 10 puan )
 
Günlerin Getirdiği                 :
Tuna’dan Batıya                   :
Canavar                              :
Anadolu Notları                    :
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu  :
 
7)     Cumhuriyet edebiyatı döneminde gelişme göstermiş öğretici metin türlerinden beşi hangileridir? ( 10 puan )
 
 
 
 
 
8)     Sembolizm akımının özelliklerinden dördü nedir? Bu akımın bizim edebiyatımızdaki ve dünya edebiyatındaki temsilcilerinden birini yazınız. ( 10 puan )
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
9)     Laiklik ve çağdaşlaşma arasındaki ilişkiyi anlatan bir yazı yazınız.[ En az 100 kelimelik ]          ( 20 puan )
                            Başarılar dileriz…

günebakanlar 12

12 Kasım 2009 Perşembe

sait faik abasıyanık - plajdaki ayna (sesli öykü)




PLAJDAKİ AYNA

Sonradan deli olduğuna karar verilen bir adam plâjın aynasını kırdı. Bu, insanı yemyeşil gösteren, altının sırı dökülmüş, camlaşmış aynanın, insanları çirkin göstermesine içerledi, diye tefsir ettiler. Hayır ondan değil, evvelce aynacı imiş. İtalya’dan ayna ithal edermiş, sonra iflâs etmiş, az buçuk oynatmış, ayna görünce kırmamazlık edemezmiş diye uydurdular. İşin aslını bir ben biliyorum, bir de ayna.

O halde aynayı kıran da sensin diyeceksiniz, bize numara yapıyorsun. Pek âlâ! Aynayı kıran benim. Deli olduğuma karar verildi. Ama zararsızmışım, pek zararsızmışım. Öcümü aynalardan alırmışım. Bunlar doğru değil! Doğrusu şu:

Aynayı kırmamın hiç bir sebebi yoktur. Sebepsiz yere kırdım. Canım sıkıldı, eğlenmek için kırdım bile diyemem. Güzel insanları çirkin gösteriyormuş; ne münasebet efendim. Güzel insanları çirkin gösteren ayna onların derununu tefriş eder. Böyle aynayı plâjlara asamazlar. Yoksa aynada insanların çirkin taraflarını mı görmeğe başladın da... Hani nasıl yazılar aynada ters çıkarsa insanların da tersleri mi gözüküyordu sana, derseniz ben de size felsefeden hiç hoşlanmadığımı, hele böyle dâhiyanesinden iğrendiğimi arzederim.

Hayır ayna, aynaydı. Böyle haltlar karıştırmazdı. Hangi enayi, onu hangi zamanda icat etmişse etmiş; saçımızı taramak, suratımızda kara var mı diye bakmak burnumuzu silerken biraz sümük kalmış mı diye göz atmak, yahut da:

- Ulan! benim gözlerim fena değilmiş be! Hele şu ağzımın kenarına inen çizgiye bak! Vay anasını! İfade veriyor suratıma! Şu karılar da erkekten anlamıyorlar vesselâm...
Diyebilmek için işe yarar. Her nevi kendi kendine konuşmalar istediğimiz kadar ayna vesilesile uzatabiliriz. Aynaya bir genç kız baktırır. Bir erkek düşündürtür. Kendi kendine vurgunlara ayna öptürür. İhtiyarlara ölüm, tabut kefen gösterir, veremlilere korkunç ateşlerinin ışığını aynadaki gözlerinde yakalarız. Aynaya düşman kesilmek, onunla dost olmak da mümkün. İnsan isterse pek âlâ bir aynayı kırma sebebini felsefeye edebiyata, ruhiyata, tıbba, sinire yükleyebilir. Benim plâjdaki aynayı kırmamın sebebi ise kat’iyen yoktur. Ama size günümü yazacağım. Oradan bir sebep bulmağa çalışmak pek mânasız olacak ama:

Zeytin ağacının altında bir küçük çocuk oynuyordu. Yanına yaklaştım. Yeşil zeytinleri korku ile bana uzattı.

- Sizin mi bunlar? dedi.
- Benim ya, dedim.
- Ben taş atmadım, dedi, kendi kendilerine düştü bunlar.
- Onlar ne? dedim.
- Acı şeyler, dedi.

Açık mavi gözlerinin kırmızı kirpikleri yanıp yanıp sönüyordu.

- Bunlar ne biliyor musun? dedim.
- Bilmem, dedi.
- Sen zeytin nedir bilir misin?
- Bilirim elbette.
- İşte bunlar zeytin.
- Sabahleyin yediğimiz mi ?
- Siz sabahları zeytin mi yersiniz?
- Yeriz ya.
- Senin baban kim, dedim.
- Benim babam yok, dedi.

Mavi gözlerine beyazlıktan mavileşmiş bir göz kapağı altın ışıklarıyla indi. Büyük büyük dudaklarını uzata uzata:

- Benim babam ölmüş, dedi.
- Nerede ölmüş.
- Muharebede?
- Hangi muharebede?
- İstiklâl muharebesinde.

İçimden dostum, kardeşim, canım, ruhum, evlâdım, ciğerim benim, dedim.

- Oyna zeytinlerle ama, dedim, sakın, taş atma emi!
- Sizin mi bu zeytinler?
- Hayır, benim değil. Bu zeytinler kimsenin değil.
- Eve götüreyim mi bunları?
- Bunlar düşmüş; buruşmuş, iyi değil, kurtludur.
- Öyleyse oynarım, dedi.
- Oyna ama; sakın yine ısırma. Hepsi acıdır.
- İyileri de mi acıdır?
- İyileri de acı olur.
- Sonra nasıl tatlılaşır?
- Onu ben de pek iyi bilmem.
- Kim bilir bunu peki?
- Ne yapacaksın?
- Sabahleyin yemek için zeytin yaparım.
- Annen var mı senin?
- Var tabiî.
- Ne iş yapar?
- Çamaşıra gidiyor.
- Sen ne olacaksın büyüyünce?
- Ben mi? dedi.

Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de mavi mavi baktık.

-Ben, dedi, boyacı olacağım.
- Ne boyacısı?
- Kundura boyacısı.
- Neden kundura boyacısı?
- Ya ne olayım?
- Doktor ol, dedim.
- Olmam, dedi.
- Neden ?
- Olmam işte.
- Neden ama?
- Doktoru sevmem ki.
- Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu ?
- Tabiî sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan.
- Ama annen iyileşti.
- Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben.
- Peki, dedim, öğretmen ol.
- Ben mektebe gitmiyorum ki.
- Neden?
- Öğretmen beni dövüyor.
- Neden?
- Yaramazlık ediyorum da ondan.
- Sen de yaramazlık yapma.
- Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
- Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.
- Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının piçi” dedi. Ben de döğdüm onu. Öğretmen de beni döğdü. Ondan sonra hep çamaşırcının piçi diye çağırdılar. Hiç kimseyi döğmedim. Yaramazlıkmış diye. Bir kaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen diye döğdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem döğdüler, hem mektepten koğdular.
- Çok fena yapmışsın.
- Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki.
- Ne olmak istiyorsun ya?
- Boyacı olacağım dedim ya. Ahmet ağabeyim de boyacı.
- Sever misin Ahmet ağabeyini?
- Tabiî severim. Annem de sever. Bazı gece bizde kalır. Para verir bize. Aç bile kalsak o bulur bize ekmek.
- Asıl ağabeyin değil mi?
- Nasıl asıl ağabeyim?
- Bayağı asıl ağabeyin, babanın oğlu değil mi o da?
- Değil tabiî.
- O kimin oğlu?
- Bilmem.
- Kaç yaşında?
- Benden büyük.
- Sen kaç yaşındasın?
- Dokuz.
- O?
- Büyük işte.
- Ne kadar?
- Senin kadar var.
- Ha şu mesele. Peki boyacı olunca nolacak?
- Para kazanacağım.
- Sonra?
- Sonra rakı içeceğim.
- Sonra?
- Sonram yine potin boyayacağım.
- Sonra?
- Sonra sigara içeceğim.
- Sonra?
- Elinin körü!
- Bu lâf ayıp işte. Senin kulaklarını çekerim.
- Anneme söylersem seni.
- Bir de selâm söyle.
Öteden baş örtülü, yüzü yuvarlak, tatarımsı bir kadın geldi.
Çocuk ona doğru koştu.
- Anne, bak zeytin, dedi.
Kadın - At onları elinden.
Çocuk bir dakika atıp atmamak için düşündü. Bana doğru ilerledi. Zeytinleri kadının:
- Ne yapıyorsun hınzır?
Demesine vakit kalmadan suratıma attı.
Ben güldüm:
- Üzülme hanım, dedim, çocuktur.
Çocuk - Anne be, dedi, iki saattir beni lâfa, tutuyordu.
Kadın - Seni sevmiş de konuşuyor oğlum, öyle nobran olma.
- Ben onu sevmedim ki... Ahmet ağabeyim gibi boyacı olacağım dedim. Bana doktor olacaksın sen diyor.
- Bak ne güzel söylüyor.
- O kendisi olsun doktor. Sen bana demiyor muydun? Allah kahretsin o herifleri! Gözlerini toprak doyursun! diye.
- Öyle mi dedim? Allah muhtaç etmesin demedim mi?
- Öyle dedin.
Kadın bana döndü:
- Değil mi beyefendi, dedi. Allah hekime, hâkime muhtaç etmesin.
- Doğru, etmesin dedim.
Çocuk şimdi arsızlaşmıştı. Annesinin eteklerinde idi. Düşmanca bakıyordu.
- Anne be, dedi, ben boyacı olacağım değil mi?
Kadın - Başka ne olabilirsin ki?
Çocuk - Benim babam neciydi anne ? dedi.
Kadın - Boyacıydı.
Çocuk bana:
- Na gördün mü ? Babam da boyacı imiş işte.
Kadına:
- Öyle mi? dedim.
Kadın - Evet, dedi.
- Muharebede ölmüş, hangisinde? dedim.
Kadın - Muharebede ölmedi, dedi.
Çocuk - Sen bana öyle söylemedin miydi anne?
- Kim söylemiş sana muharebede öldü diye?
- Ahmet ağabeyim.
- Ahmet ağabeyinin Allah belâsını versin.
- Ama ekmeği o getiriyor.
- Sus artık, hadi şuradan!
Çocuk yeniden zeytinler toplamıştı. Kadın:
- At o zehir gibi şeyleri, dedi.

Çocuk yine suratıma attı. Anası bu sefer suratına tokadı yapıştırınca hızlı hızlı viraneliğe doğru uzaklaştı. Orada yıkık bir mescit duvarının kenarından:

- Al, herifi de götürsene mahzene, dedi.
Annesi - Utanmaz, hınzır.

Diyerek çocuğa doğru koştu. Bana da bir göz atmağı unutmadı. Büyülenmiş gibi kadını takip ettim. Kapı yerine takılmış bir çuvalın yırtığından içeriye girdik. Arkasında hamamlarda olduğu gibi bir tokmağı olan bir kapı açtık. İçerisi yıkanmamış bir sefil insan kokusu ile aptesane kokuyordu. Muşamba ile örtülü masanın üstünde iki domates, iki hıyar vardı. Kadın:

- Rakı alalım mı? dedi.
- İstemez, dedim.
- Paran yok galiba?

İçimi ezen bir şehvet havasını kaçıracağımdan korkar gibi:

- Var var, dedim, ama rakı içmek istemiyorum öğle sıcağında.

Gözlerini gözüme dikti. Eliyle cüzdan cebime vurdu. Bir iki buçukluk çıkardım. Beğenmedi. Bir ikinciyi zorla buldum.

- Başka meteliğim yok, dedim.

Güldü. Kollarını boynuma doladı. Dizlerime oturmuştu. Küçük çocuk kulübenin kenarına yığılmış taşlardan yukarda bir deliğe sıkışmıştı. Kafasını uzatmış mavi mavi bize bakıyordu.

- Çocuk? dedim.
Kadın - Aldırma, dedi. Alışıktır.

Belki yarım saat çocuk sabit gözlerle bize baktı. İkide bir ne zaman cebine koyduğunu hatırlamadığım yeşil zeytin tanelerini kafamıza atıyordu.

Birdenbire kafasını ellerime aldı. Bir hayvan çığlığı ile kıpkırmızı bağırmağa başladı:
Kadın ısılık gibi bir sesle:

- Beş on para at ona sussun. Yoksa susmaz, diyordu.

Evvelâ iki çeyrek attım. Olmadı. Bir çeyrek daha attım. Sonra bir yirmi beşlik attım. Beş dakika bir sükût oldu. Sonra mahzenin içini çın çın öttüren bir zil gibi öttü. Şimendifer düdüğü sesi çıkardı. Gözleri bende idi.

- Şimdi Ahmet ağabeyim yetişsin de görürsün sen, diyordu.
Bir yirmi beşlik daha attım.
- Bir tane daha atmazsan...

Demeğe kalmadı, anası dizlerimden kalktı. Beni bile yere yıkacak bir tokat aşketti. Bana :

- Ver bir yirmi beşlik daha şimdi, dedi.

Çocuğun küçük kara eli uzandı. Yirmi beşi aldı. Bize arkasını döndü. Şimdi kulakları seslerimize dikilmiş bir köpek gibi yatıyordu.

Oradan âdeta erimiş bir öğle aydınlığına çıktığım zaman şakaklarında bir zonklama vardı. Hemen plâja koştum.

Plâja temizlenmek, bir şeyden silkinmek, ferahlanmak için mi koştum. Hayır, yalnız mahzenden çıkar çıkmaz kuyudan sıcağa çıkarılmış bir testi gibi terlemiştim. En çok kafam terlemişti, parmaklarımı şakaklarımın diplerine sürdüm. Tırnaklarımın ucu tarafından emilen, yahut bana emilir gibi gelen bir ıslaklık duymuştum. Elime baksam bu ıslaklığın ter olmadığını, tepemden kan sızdığını anlayacakmış gibi oldum.

İşte o zaman tepemden kan sızdığını sanarak denize koşmuştum. Yolumun üzerinde denize girinceye kadar hiç bir şey görmediğimi sanıyordum. Halbuki serinlik vücudumu kaplar kaplamaz bir yeşil ot, bir harabe, bir çocuk, bir duman, bir tren yolu, bir köpek gördüğümü hatırladım. Sonra kadının çocuğunun gözlerini gördüm. Sırtımda idiler. Piç ne biçim bakıyordu adama.

Deniz suyu iyi geldi. İyi gelmesi de mühim bir şey değil. Yalnız şunu anladım da rahatladım ki kafamdan sızan kan değil, termiş. Öyle olsa deniz kıpkırmızı kesilirdi. İşte deniz suyunun yalnız bu faydası oldu. Yoksa hâlâ şakaklarım zonkluyordu. Hâlâ serinliğin; denizin içinde terliyordum. Hâlâ o abdesthane kokulu, serin, çok serin bir mahzen havası, gözlerini bize dikmiş mavi gözlü, elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk bir duman halinde, ama; ne zaman istesem vücut haline getirebileceğim bir ruh halinde beynimle gözüm arasında bir yerde uçuyordu. Durmadan geziniyordu.

Şimdi size aynayı kırmamın sebebini buldum gibi gelir. Bana sen aynada kendini apaçık bütün vuzuhiyle, çirkinliğiyle, pisliği adiliği ile görmüşsün. İşte onun için de... Şiddetle hayır, derim. Siz gülümser aynada bütün insanlığı, bütün çirkinliği ile kendi vasıtanla sezer gibi olduğun için, insanların bütün denaetlerini,. sefaletlerini... Vallahi de hayır, billâhi de hayır

O halde sen bayağı delirmişsin, diyeceksiniz. Neden böyle söylüyorsunuz canım? Bir plâjın pis aynasını hiçbir şey düşünmeden, şuursuzca eğilip yerden bir taş alarak, hatta o taşı denizin durgun yüzünde dört beş kere sekdirmek içinmiş gibi alarak, aynayı isteyerek bile değil kazara da denemez, şöylece kırıvermek... Neden olmasın?

Herifler koştu Ben koştum. Yakalayamadılar. Neden sonra ben döndüm, plâjı apaçık gören bir ağacın altına yüzükoyun yattım. Hepsi plâj sahibinin kulübesi önüne toplanmışlardı Yarım saat geçtiği halde hâlâ benden bahsediliyordu. Daha bir saat öyle ayakta durdular, konuştular, gülüştüler, fikir beyan ettiler Sonra bir polis geldi. Mesele ona da anlatıldı. O da dinledi. O da fikrini söyler gibi idi.

Ben başka yoldan vapur iskelesine gitmek için. yolu çok uzun, kendimi çok yorgun buldum. Ağacın altında geceyi bekledim, Sarı bir ay doğdu. Gazinolardan sesler, kahkahalar, şarkılar gelmeğe başladı. O zaman elimi saçlarıma attım ki karmakarışıklar. Tarağımı çıkarıp saçlarımı taradım. Bir cigara yaktım. Dudağıma bir vals yapıştırdım. Pantolonumun cebine ellerimi soktum. Plâjın önünden ıslık çalarak, herkes gibi, mesut bir adam gibi, aynayı kıran ben değilmişim gibi geçtim.



Sait Faik, Mahalle Kahvesi, Varlık Yayınları, Sayı 45, Ocak 1950

nazım hikmet - kurtuluş savaşı destanı VI

nazım hikmet - kurtuluş savaşı destanı V

10 Kasım 2009 Salı

ata7

9 Kasım 2009 Pazartesi

( 1881 - )

ATATÜRK BİR ÇIKIŞTIR VARIŞ DEĞİL

Atatürk bir çıkıştır, varış değil.
Varmak tükenmek demek, Atatürk tükenmez
Varmak ölüm demek, Atatürk ölmez.
Ben ölürüm, benimle bir eksilir Atatürk,
Sen doğarsın, o doğar, başkaları doğar,
Sizinle bin doğar, bin çoğalır, bin yücelir,
Dünya sürer, yaşam sürer, sürer Atatürk.

Atatürk bir yönün adı, özgürlüğe, uygarlığa, ileriye
Bir parlamış, bir sönmüş, işte yolun demiş.
Atatürk bir ufkun adı, dağın değil
Dağ durur, oysa ufuk yürür.
Her ufukta Atatürk büyür.
Her ufukta yenilir bir kez.

Atatürk bir ilk hızdır doğadaki,
Tohumu çatlatan ilk güç
Kozayı delen ilk vuruş..
Kuşun kanadındaki ilk günü
Koş demiş, atıl demiş sona, durulur mu?
Atatürk durmuş mu ki sen durasın?
Atatürk susmuş mu ki, sen susasın?
Atatürk ölmüş mü ki, sen ölesin?

Atatürk bir kavganın adı her gün yenilenen
Her gün değişen düşmana adı çok kez,
Geriliktir, aptallıktır, dönekliktir.
Çıkarcılıktır, nemegerekçilik, vurdumduymazlık,
Korkaklık eyyamcılık, yalancılık,
Bir bakarsın topla tüfekle yürür üstüne
Bir bakarsın güçlülüklerle okşamalarla gelmiş
Bir bakarsın, senin ta içinden kemirir bir kurtçuk

Atatürk bir aktörenin, bir buluncun adı,
Her gün bizi bir kez daha uyaran.
Her gün bizi, bir kez daha yürüten doruğa
Yiğitle, namusluğa, doğruluğa,
Her gün biraz daha yarışalım diye kendisiyle
O en güzel, en yüce, en doğruya




ORHAN ASENA













ATAMIZI SAYGIYLA ANIYORUZ

8 Kasım 2009 Pazar

ömer seyfettin - pembe incili kaftan ( sesli öykü )



Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.

- Yürekli bir adam gerekli, paşalar... dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.

- Kuşkusuz.

- Hiç kuşkusuz.

- Mutlaka.

Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:

- O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...

- Evet!

- Hay hay.

- Çok doğru... Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:

- Haydi öyleyse... Yürekli bir adam bulun!.. dedi... Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım...

- ...

- ...

- ...

Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.

Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin "Yavuz!" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi'ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı... Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, "Gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu... Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd'in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle'den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı... Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti. İsmail'in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta bütün Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.

- Kim?

- Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:

- Burada mı oturuyor?

- Evet.

- Ne iş yapıyor?

- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.

- Niye?

- Bilmem ama, belki "düşüşü var" diye.

- Tuhaf...

- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.

- Bize elçi olmaz mı?

- Bilmem.

- Bir kere kendisini görsek...

- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?

- Nasıl gelmez?

- Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.

- Devletini sevmez mi?

- Sever sanırım.

- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

- Deneyiniz efendim....

Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.

Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.

- Getirin buraya.... dedi.

İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:

- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?

- Şey...

- Buyurunuz efendim.

- Buyur oğlum, şöyle otur da...

Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Ama hayır... Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, "Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan... Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:

- Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?

- Ben mi?

- Evet

- Ne ilgisi var?

- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...

- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.

- Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.

- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı... al yanakları... yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu... biraz büyücek, eğri burnu... ince sarığı... tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:

- Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:

- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?

- Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?

- Biliyorum.

- Devletini seviyor musun?

- Seviyorum.

Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

- Pekala öyleyse... dedi, bu kötü ruhlu adam "elçiye zeval yok" kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı'dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin... Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:

- Ettim efendim, ama bir koşulum var... dedi.

- Ne gibi.

- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem... Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!

- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı... Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. .

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:

- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...

Sadrazam gözlerini açtı.

- ... Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.

- Ne giyeceksin?

- Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım.

- Ne... O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu'na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:

- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:

- Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.

- Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi'yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.

... Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi'ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.

Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, "Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:

- Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur... Çünkü...

Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu... Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk'ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:

- Şunun kaftanını veriniz! dedi.

Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:

- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.

Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:

- Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.

Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:

- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?

- Ediyoruz... Ediyoruz...

- Anamızın ak sütü gibi.

Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:

- Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.

- Hayır, getirmedim.

- Acemistan'da mı sattın?

- Hayır, satmadım.

- Çaldırdın mı?

- Hayır.

- Ya ne yaptın?

Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu'na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da hiç kimse, ünlü "Pembe İncili Kaftan"ın "Nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı'ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı'nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü.

anlatım bozuklukları

ANLATIM BOZUKLUKLARI

Dilin en önemli görevi onu kullanan insanlar arasındaki anlaşmayı sağlamaktır. Söylenmek istenen her şey; açık, yalın ve anlaşılır biçimde dile getirilmelidir. İyi bir cümlede kelimeler yerli yerinde kullanılmalı, gereksiz kelimelere yer verilmemeli, anlatılmak istenenin dışında bir anlam çıkarılmasına mahal verilmemelidir. Eğer konuşmada ve yazmada açıklık, yalınlık ve anlaşılırlık yoksa ortada bir anlatım bozukluğu var demektir. Günlük konuşmalarımızda hâliyle anlatım bozuklukları yapılacaktır. Bunlar toplumdaki yerimize ve aldığımız eğitime bakılarak hoş görülür ya da görülmez. Ama yazılı anlatımda bu bozukluklar asla affedilemez. Çünkü yazı dili kültür dilidir. Kültür, bu ifade sayesinde kalıcılaşır. Eğer bu ifadede de bozukluklara yer verilirse insanlar arasında hem anlaşma eksikliği ortaya çıkar hem de farklı anlaşma yolları bulunur: “...dermişim”, “...falan”, “...yok böyle bir şey”, “Kolum iptal oldu” vb.

Konuyla ilgili olarak Feyza Hepçilingirler’in Türkçe “Off” ve Dedim: “Ah” adlı kitaplarını tavsiye ederim.

Şimdi en çok karşılaştığımız anlatım bozukluklarını başlıklar hâlinde ve örneklerle görelim:


Eş anlamlı kelimelerin bir arada kullanılması

Bu konuda herkesin fikir ve görüşünü almalısınız.

Hava sıcaklığı sıfırın altında eksi sekiz derece imiş.

Yirmi dakika geçmesine rağmen program henüz, hâlâ başlamadı.

Güç ve müşkül zamanlarda üstüne düşeni yerine getirir.

Ben çok varlıklı, zengin biri değilim.

Neşeli, sağlıklı, şen bir görünüşü vardı.

Anlamı zaten diğer kelimelerde bulunan kelimelerin gereksiz yere kullanılması

Şirketteki mevcut ikilik günden güne büyüyor.

Yaşanmış deneyimlerinden hareketle bu sonuca varıyor.

Millî maçın oynanacağı gün yaklaştıkça, ülkedeki heyecan gittikçe artıyor.

Yanına gidiniz, konuşarak derdinizi anlatınız.

Problemi çözmek için iki arkadaş üç saat süre ile uğraştılar.

Japonya’daki arkadaşıyla on yıl boyunca karşılıklı mektuplaştılar.

Az kalsın merdivenlerden düşeyazdı.

Çocukların davranış biçimlerinde gariplikler görüldü.

Takımın, boyu en kısa oyuncusu bendim.

Bir kelimenin yerine yanlış anlam verecek şekilde başka bir kelime kullanılması.

Bu iki sınıf arasındaki ayrıcalık tespit edilemedi.

Yeni kaydolan öğrenciler bu kadar çekimser davranması normaldir.

Petrol fiyatlarının ucuzlamasına halk olumlu tepki gösterdi.

Olayların gerçek yüzü araştırmalar sonucunda ortaya çıkacak.

Küçük kızın saçları hayli büyümüş.

Ormanda yetişen bir çam fidanını salonunuzdaki saksıya ekemezsiniz.

Son dakika içerisinde attığı golle takımının galip gelmesine yol açtı.

Başarısızlığını düzensiz çalışmasına borçludur.

Böyle hareketler ülkede demokrasinin işlememesini sağlayacaktır.

Yarın İzmir’e gidecek; buna zorunlu.

Elindeki bıçağı vücuduna batırmış.

Bu, Türkiye’ye özel bir durumdur.

Buradan gidersek yakalanma şansımız nedir?

Birbiriyle çelişen sözlerin bir arada kullanılması.

Kesinlikle yarın gelebilirler.

Şüphesiz bu sözleri bütün öğrenciler duymuş olmalı.

Aşağı yukarı bundan tam yirmi yıl önceydi.

Sözünü ettiğiniz şairin herhâlde on altıncı asırda yaşadığını zannediyorum.

Eminim bu saatlerde eve gelmiş olmalı

Mutlaka bir gün çocukluk arkadaşlarını belki yine arayacak.

Yanılmıyorsam, bu ikisinin aynı şey olduğunu tahmin ediyorum.

Eklerin yanlış kullanımı

Öğrencilerin başarısına ilgilenmek gerekir.

Bizi en çok sevindiren onun bu sınavı kazandığıdır.

Bazı yolcuların giriş işlemleri yapmaya başlandı.

Dünkü toplantıda Ali bize sınıf arkadaşlarını tanıştırdı.

Biricik arzumuz sınavı kazanmak ve iyi bir bölüme girmemizdir.

Bu çocuklar, fakir bir ülkenin, savaş nedeniyle kendileriyle ilgilenilmeyen, gerekli eğitimi alamayan çocuklardır.

Yazarlarımızın köy yaşantısına ilgilenmeleri toplumumuz açısından çok yararlıdır.

Özne-yüklem uyumsuzluğu: Farklı yüklemlerin aynı özneye bağlanması.

Herkes ondan nefret ediyor, yüzünü görmek istemiyordu.

İkinci cümlenin öznesi eksik. İlk özne yanlış anlam verecek şekilde ortak olarak kullanılmış.

Hiçbiri anlatılanlara inanmıyor, kendi fikrinden ısrar ediyordu.

İkinci cümlenin öznesi eksik. İlk özne yanlış anlam verecek şekilde ortak olarak kullanılmış.

Nesne-yüklem uyumsuzluğu: Nesne eksikliği

Bu konuda öğrenciler aralarında anlaşıp karar verecekler ve uygulayacaklar.

Söylenenlere hemen inanıyor ve her yerde savunuyordu.

Kendisine bütün sınıf adına teşekkür eder ve tebrik ederim.

Onlara niçin bu kadar yardım ediyor ve destekliyorsun?

Büyüklere gereken saygıyı göstermeli, incitmemeliyiz.

Bize yardım edeceklerine inanıyor ve bekliyoruz.

Tümleç yanlışları

Kayaya yaklaşıyor muyuz, yoksa uzaklaşıyor muyuz?

Öğrencileri, teşvik etmeli, yüreklendirmeli, destek olmalıyız.

Olanları böyle değerlendirmek, bu gözle bakmak gerekir.

Öğrencileri rahat edecekleri odalara yerleştirmiş, bütün imkânları sağlamıştı.

Duvarları kirletmek,yazı yazmak kesinlikle yasaktır.

Bu güçlüklere nasıl göğüs gerdi, nasıl başa çıktı?

Düşünme ve mantık hataları

Problemleri karşılıklı anlayış ve birlik içinde çözeceğiz.

Yiyecek bir lokma ekmeğimiz hatta yemeğimiz bile yok.

Bu yazıyı değil okumak, anlamak bile imkânsız.

Bölgeyi iyi tanımasına rağmen her yeri gezdi.

Yarın mutlaka bir gazete almayı unutmayın.

Yarının mutlu günlerine özlem duyuyorum.

Fiilin veya yardımcı fiilin yanlış kullanılması

Ben ona ağabey, o da bana kardeşim derdi.

Bazı yiyecekler sağlı yerinde ve yaşlı olmayan kişilerce özellikle yenmelidir.

Kitap için kendisine verilen paranın eksik ve yeterli olmadığını söyledi.

Ekşiyi az, acıyı ise hiç sevmezdi.

Gerekli yerlere başvuruda bulunmuş, ama bir sonuç almış değiliz.

Çorbaya biraz acı, biraz da tuz ve limon sıkılabilirdi.

Boyu kısa, bedeni de pek biçimli değildi.

Hangisinin başarılı, hangisinin başarılı olmadığını öğreneceğiz.

Çok az veya hiç çalışmadan çok para kazananlar var.

Tamlama yanlışları

Verilen cümledeki özne ve zarf tümlecini bulun.

Bu ülkeye teknik ve bilgi yardımında bulunulacak.

Pasta ve meyve suyu ikram edilecek.

Son derste belgisiz ve sayı sıfatlarını öğrendik.

Siyasî ve ekonomi ilişkileri çıkmaza girdi.

Bu bölge coğrafî ve iklim açısından ilgi çekici özelliklere sahiptir.

Kar yüzünden tüm özel ve devlet okulları tatil edildi.

Ülkemiz Bosna’ya askerî ve gıda yardımı yaptı.

Şehrimizde çeşitli kültürel ve sanat etkinlikleri gerçekleştirildi.

Kelimelerin yanlış yerde kullanılması

Yeni durağa gelmiştik ki otobüs de hemen geldi.

Bu toplantıda çekinmeden düşünceler dile getirilmeli.

Her yolda kalan insana yardım etmeliyiz.

İdare, henüz yarın ders yapılıp yapılmayacağını bildirmedi.

İzinsiz inşaata girilmez.

Birleşik cümlelerde yüklemler arasındaki uyumsuzluk

Her ne kadar iyi hazırlanılmışsa da istenilen sonucu alamadı.

Bir yıl boyunca devamlı çalışarak kazanıldı.

Her ne kadar şehir dışına taşınmışsa da beklenen huzur bulunamamıştı.