10 Haziran 2020 Çarşamba

edebiyat akımları

EDEBİYAT AKIMLARIYazdırılabilir sayfa


GİRİŞ :



Belirli bir yaygınlık ve etkinlik kazanan düşün ve sanat akımlarını elle tutulur, gözle görülür bir tarihsel çerçeve içerisine almak, kesin kurallarla tanımlamak, zorlayıcı ve hatalı olur.

Antik Yunan'dan günümüze dek bütün düşün ve sanat akımları, değişik yüzyıllarda ve değişik koşullarda yapıtlar çoğaldıkça, ayrıntılarda ki ayrılıklara ve değişik yorumlara karşın genelde benzerlikler gösterdiğinden, bu akımlar için kesin tarihler koymak edebiyat tarihi anlayışını basite indirgemek olur. Birbirine kaynak olan, önceki kaynaklarla belini doğrultup daha kişilikli ve daha etkin olarak karşımıza çıkan, doğal bir yasa gibi gelişimsel bir süreç izleyen yazar çizer dünyasını sınırlara, kalıplara sokmak olur.

Bu akımları, kesin çizgilerle birbirinden ayırmak, belli bir tarihsel sınır içerisine almak amacında değiliz. Edebiyat akımlarını genel anlayış yapıları içinde birbirlerinden ayrıldıkları ayrıntılarda ele alacağız.



KLASİSİZM :



Ortaçağın alışkanlıkları ile Rönesans döneminde bir yandan Antik Yunan' ın verilerini aktaran, öte yandan da o verileri hümanist bir bakış açısı ile değerlendiren Rebalais ve Montaigne klasisizmin temel taşlarını yerine koymuşlardır. Aristoteles'in akıl, sağduyu, gerçeğe benzerlik, ölçülülük, kurallara bağlılık ve dilin önemi gibi düşüncelerini okurlarına sunmuşlardır.

XVII. yüzyılda da klasik öğretinin temelini oluşturan kuramlar, XIV. Louis' nin hoşgörüsünden ve parasal desteğinden yararlanan Moliére, Racine, Boileau gibi yazarlarca yeniden gözden geçirilmiş ve yeni bir biçim almıştır.

Ancak o dönemin yazarlarının hepsini klasik saymak ve klasisizm adına bir birliktelikten söz etmek olanaksızdır.

Fransa' da saray çevresi Aristoteles' e dayanarak daha çoklukla trajedi üzerinde durmuş ve trajedi yazarlarını sarayın himayesine almışlardır. Aristoteles' e göre okuyanın ve seyredenin ruhunda soylu ve yüce duygular uyandıran trajedi "ahlaksal bakımdan ağırbaşlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir eylem" olup, soylu ve ölçülü güzel bir dili vardır. Klasik trajedi de " uyandırdığı acıma ve korku duyguları ile ruhu tutkulardan temizlemektedir." Kaba saba, halkın kullanmadığı alışılmamış sözcüklerin kullanılması ile gündelik ve kaba olmaktan kurtulunacağına ve soylu bir anlatıma ulaşılacağına inanılmaktadır.

Aklın ve sağduyunun etkisi o kadar büyüktür ki getirilen kurallar genel ve hatta evrensel niteliktedir. Aklın ve sağduyunun sarmalında filizlenen klasisizm, krallıkla yönetilen Fransa' da ve öteki Avrupa ülkelerinde doğal olarak egemen düzenin kural ve yasaları ile bezenmiştir. Klasisizm, estetik bir haz uyandıran, akla ve sağduyuya dayalı, öğreten, eğiten, kişiyi ve devleti yücelten bir sanat akımı olmuştur.

Klasisizmin ana ilkelerini, bir bakıma klasisizmin kuramcısı kabul edilen Boileau, "Epitre" ve "Şiir Sanatı" eserlerinde açıkça ortaya koymuştur. Bu eserlerde "doğa, akıl, sağduyu" sözcükleri sık sık ısrarla kullanılmıştır.

" Sahte şey daima tatsız, can sıkıcı ve yorucudur. Fakat doğa gerçektir; her şeyde ancak onu beğenir ve onu severiz."

"Akıl ve mantığı seviniz, eserleriniz daima en büyük süsünü ve değerini ondan alsın."

Burada dikkat etmemiz gereken bir şey var. XVII. Yüzyılda sözü edilen doğa dış doğa değildir. Onlar, sadece insan doğası ile ilgilenmişlerdir. Dış dünyayı tanımamışlar ve konu olarak işlenmesini de gereksiz görmüşlerdir. Ayrıca klasisizm insan doğasının aşağı yönlerinin gösterilmesini de yasaklar. Bu yönler insandaki asıl zenginlikler olmayıp, hayvanlarda da olan şeylerdir. Önemli olan insanda var olan ve insana yaraşır olanın ön plana çıkarılmasıdır. Söz gelişi bir gözü kör olmak doğada görülmekle birlikte doğal olmayan bir şeydir; hatta insan yapısına aykırıdır. Bunun gibi ruh özelliklerindeki aykırılıklar da doğal değildir ve bu yüzden taklit edilmemelidirler. Diğer insanlar, insanlarda bulunması gereken doğal özellikleri oranında bizleri ilgilendirmektedirler.

Klasikler için önemli olan konu ve madde değil konunun işlenişidir. Onlar sanat eserlerinde esas olarak konunun yeniliği yerine biçim mükemmelliğini almakla hem bayağılığa düşmekten kurtulmuşlar, hem bütün insanlara hitap eden eserler vermişlerdir. Sanatçı, doğada sürekli olan şeyi, yani akılla kavranılan, herkes tarafından anlaşılacak kadar genel olan şeyi taklit edecektir.

Bu yüzden, şiir ve roman klasisizm içinde kendine fazla bir yer bulamamıştır.

Klasiklerin çok önem verdikleri "üç birlik kuralı" na yani aksiyon birliği, zaman birliği, çevre birliği kurallarına uygun olarak; yalnız bir kahramanın bir aksiyonu gösterilmeli, aksiyon süresi de yirmi dört saati geçmemelidir. Aksiyon zamanı kısa olunca da, bu aksiyon bir çevrede, tek bir dekor içinde geçmek zorundadır.

Klasik yazarlar üç birlik kuralına uyarak tragedyalarını yazarlarken hemen hemen içinde olay olmayan, basit konuları ele almak zorunda kalmışlardır.


Başa dön



COŞUMCULUK (ROMANTİZM) :



Güney Avrupa' nın yalınlığı, arılığı, açıklığı ve kuralcılığı ile belirlenen klasik edebiyatına karşıt olarak kuzey Avrupa' da düşe, coşkuya, bulanık düşüncelere verdiği önemle belirlenen romantik edebiyat gelişmeye başlamıştı.

Almanca "Die Romantik" kelimesinden gelen romantizm; Almanya'da ilk kullanılmasından on beş sene sonra Madame de Stael tarafından Fransa' da kullanılmış ve 1800 başlarında başlayan yeni bir edebiyat akımının adı olmuştur. Romantizm, klasik edebiyatın sanatçıyı kıskıvrak bağlayan, özgürlüğünü ve kişiliğini elinden alan baskıcı kurallarına karşı bir ayaklanmadır. Romantizm akla dayanan bu kuralları yıktıktan sonra, kişisel duyguların gürül gürül akmasına yol açan bir akım olmuştur.

XVIII. yüzyıl Fransız yazarlarının devamlı yazdıkları görüşe göre; toplum yaşamını iklim, siyasal kurumlar, din ve yasalar koşullandırır, kitlelerin düşünce yapısı da toplum yaşamı ile koşullanır. Özellikle, Fransız İhtilali ve sonrasında geçirilen büyük değişimler sonucu, insan romantik ve hüzünlü bir niteliğe bürünmüş, acılı bir yetersizlik ve eksiklik duygusu içinde kıvranır olmuştur.

Özellikle insan aklına seslenen klasik edebiyat böyle bir insanın yönelimlerini dile getiremezdi. Herkes için geçerli bir "kutsal" yoktur, artık. Ne kesin ilkelerden, ne sürekli kurumlardan ne de durmuş oturmuş düşünce ve inançlardan söz edilemezdi. "Bireycilik" gittikçe önem kazanmaya ve her şeyin önüne geçmeye başlamıştı. Bireyselliğin bu denli önem kazandığı bir ortamda, kişisel çıkar çabalarının gittikçe yoğunlaşması, kendini alabildiğine yalnız bulmaya başlayan bireyin başkaldırı ya da kaçışa yönelmesi doğaldır. Yaşanılması daha zor bir duruma dönüşen şehirlerin gürültü ve kargaşasından bunalan, yalnız ve anlaşılmamış kişinin en yakın sığınağı doğa olmuştur. Sanatçı, toplumla bağlantıları zayıfladığı oranda doğaya yaklaşır, insanlar arasında bir türlü bulamadığı sakinliği, rahatlığı ve dinlenişi doğada bulur. Bu yüzden sık sık seyahate çıkmaya başlar. Dünyanın dört bir tarafını dolaşma arzusundadır.

Romantikler, bir yandan doğada ve uzak iklimlerde acılarına ve umutsuzluklarına bir çıkış yolu ararken, bir yandan da geçmiş çağlara yönelmeye başlamışlardır. Kendi çağlarında bulamadıkları arılık ve güzelliği geçmiş çağlarda arama isteminden kaynaklanan bir yöneliştir, bu. Doğaldır ki aynı düşünce içinde bazı yazarlar da daha mutlu, daha aydınlık, daha barışçıl bir geleceğe özlem duymaya başlarlar; yeryüzüne en sonunda barış ve mutluluğun egemen olacağına ve buna katkıda bulunulması gerekliliğine inanırlar.

Bir çok sanatçı da toplumun sorunlarına daha yakın bir ilgi göstermeye, özellikle de toplumun dışına atılmış insanların, yoksulların, hırsızların, haydutların, satılık kadınların kaderleri üzerine sevgiyle eğilmeye; kendileri gibi bu insanlarca da benimsenmeyen toplumsal koşulları değiştirmek için yollar arama yönelmişlerdir.

Romantizmi hazırlayan sanatçıların başında Rousseau gelmektedir. Chateaubriand, Madam de Stael, Senancour eserleriyle romantik ruhu hazırladılar. Romantizmi körükleyen eserler hep şiir kitapları olmuştur. Lamartine, Hugo, Alfred de Vigny peş peşe şiir kitapları yayınlamaya başladılar. Ancak romantizm, engin ölçüsünü ilkin şiirde bulmakla beraber, tıpkı klasisizm gibi açık anlamını tiyatroda kazanmıştır. Her iki akım için gerçek savaş alanı da tiyatro olmuştur.

Romantizm, bir yandan klasisizmin sert kurallarına karşı bir ayaklanma bir yandan da duygunluk, geçmişe özlem, doğa duygusu, zaman ve çevreden kaçıştır.

Başa dön



PARNASSİZM :



"Sanat için sanat" anlayışını temel alan parnas şiir akımı 1860 yıllarında Fransa' da ortaya çıktı. Parnas ozanları, klasik ve romantik akım gibi uzun süreli bir okul oluşturamamışlardır. "Şiirsel doğalcılığı" başlatmışlar ve natüralizm akımının öncüleri olmuşlardır.

Fransız yazının önemli evresini oluşturan romantik şiirin temel özellikleri "aşırı bireycilik ve duygusallık, doğayı bir bütün ve özdeşleşme içinde yalnızca Ben' in tasarımında tutma", parnas ozanlarınca en çok eleştirilen özellikler olmuş, bunların estetik beğeniyi azalttığı, dili kısırlaştırdığı savunulmuştur. Gautier, "coşkunun sanatla bağdaşamayacağını, sanatsal esinin gözü yaşlı olamayacağını" edebiyat dünyasında ilk savunan şair olmuştur.

Adını editör A. Lemerre' in 1866 da Le Parnasse Contemporain başlığı ile yayımladığı bir şiir dergisinden almıştır. Leconte de Lisle şiirlerinin çoğunluğunu bu dergide yayımlamıştır. Hatta, o dönemin genç şairleri, Baudelair, François Copée, Verlaine, Mallermé' de bu dergide ilk şiirlerini yayımlamışlardır.

Romantizme karşı bir tepkinin ifadesi olan Parnassizm, öznel şiirin yerine nesnel, duygusuz bir şiir koymak istemiş, bazen doğanın değişik manzaralarını yaşatan veya tarihin türlü devirlerini canlandıran tasvirci şiire, bazen de duyguların yerine düşünceleri koyan felsefi şiire önem vermiştir. Bir bakıma klasisizme bir dönüş sayılan Parnassizmin, duygusuzluk ve nesnellik temel niteliklerinden biri ise diğeri de biçim mükemmelliğine olan derin bağlılıktır. Ahenkten çok ritmi arayan şiirlerinde musikiden çok plastik sanatlara yaklaşmışlardır. Parnassizm, topluma karşı bir ilgisizlik, katkısız güzelliğe ulaşma, yalnız biçime bağlılık, duygulu şiirden nefret eden bir şiir akımı olmuştur.

1876 da derginin kapanması ile son bulmuştur.

Başa dön



GERÇEKÇİLİK (REALİZM) :



Gerçeğin ne olduğu sorusu yüzyıllarca sorula gelmiş; sanatçılar, düşünürler, eleştirmenler, edebiyat kuramcıları tarafından çağlar boyunca sorulmuştur. İnsanın dışında, insandan bağımsız bir gerçek, gerçeklik var mıdır? Varsa bu gerçekliğin boyutları nelerdir? İnsan düşüncesi hangi düzeyde, hangi oranda algılayabilir? Algılanan gerçeğin kendisi mi, yoksa gölgesi mi? Değişik biçimlerde, değişik yaklaşımlarla yanıtlanmıştır bu sorular. Günümüzde de gerçek gerçeklik kavramının sınırları tam çizilmiş değildir.

Felsefede pozitivizm ne ise, sanat ve edebiyatta da realizm odur. Gerçekçiliğe, gerçeği olduğu gibi yansıtmak anlamı verilirse, gerçekçilik tüm çağları kapsar. Romantizmin şiddetle hüküm sürdüğü zamanlarda bile Balzac, Stendhal gibi yazarlar gerçekçi olabilmişlerdir. Balzac' ı gerçekçiliğin, hele doğalcılığın (natüralizmin) büyük bir öncüsü olarak görmek mümkündür.

Bir edebiyat akımı olarak ele alınan gerçekçiliğin başlangıcı Murger, Champfleury ve Duranty gibi adları az duyulmuş yazarlara dayanır. Duranty, 1856 yılında Réalisme adı ile beş ay dayanan bir dergi çıkarmıştır. Ancak gerçekçilik akımının parlaması 1857 yılında basılan Mademe Bovary ile olmuştur. Romanın yazarı Flaubert, George Sand' a yazdığı bir mektupta; "Olayları bana göründükleri gibi ortaya koymakla, bana doğru görüneni ifade etmekle yetiniyorum... Doğruluğu sanata sokmanın daha zamanı gelmedi mi? Tasvirin tarafsızlığı o zaman kanunun yüksekliğine ve bilimin belginliğine ulaşacaktır." Demektedir.

Gerçekçilik ile birlikte benlik romandan uzaklaşmıştır. Tourguenniev' in deyişi ile "roman yazarı ile romanlarının kişileri arasındaki göbek bağı kesiliyor", roman, objektif bir inceleme ve gösterme konusu olmuştur.

Jules ve Edmond de Goncourt gerçekçiliği şöyle açıklarlar: "Tarih, yazılı belgelerle vücuda getirildiği gibi bugünkü roman da anlatılmış veya doğadan çıkartılmış belgelerle vücuda getirilmektedir. Tarihçiler geçmişin anlatıcıları, romancılar da bugünün anlatıcılarıdır." Gerçekçi roman yazarı konusunu gerçeklerden almak, önemsiz olayları bile ya bizzat görmek ya da güvenilir belgelere göre anlatmak zorundadır. Hayale kapılmamak, gerçekten ayrılmamak gerçekçilik akımının temel ilkesidir.

Gerçekçilik, dış çevre tasvirini son haddine çıkarmıştır. Tasvire olan bu düşkünlük bir taraftan pozitivizmin tesiri altında bakışların gözleme alışmış olmasından, diğer taraftan da roman yazarının, çevrenin ruh üzerindeki tesirine inanmış bulunmasından ileri gelmektedir. Bir romandaki kişilerin düşünceleri ile hisleri hakkında tam bir fikir edinmek için, içinde onların yaşamakta oldukları çevreyi etraflıca bilmek gerekir. Benliğimiz, her an birbirini izleyen duyumların toplamından başka bir şey değildir. Eşyadan iklime kadar hiçbir şey yoktur ki insanın ben dediği sayısız duyumların kafilesine girmiş olmasın. Biz de bu duyumları uyandıran etken ise maddi çevredir. Çevrenin bizim üzerimizde bir tesiri olduğu gibi bizim de çevremiz üzerinde bir tesirimiz vardır. Örneğin, odamızın döşenme ve tertibinden bir çok hislerimiz ve düşüncelerimiz anlaşılabilir. İnsanın beraber bulunduğu, arasında yaşadığı şeyler derhal alışkanlıklarının ve hareketlerinin çehresi oluverirler. Dikkatli bir kimse için bizi çevreleyen eşyaya ve onların tertip tarzına bakarak karakterlerimizi ve alışkanlıklarımızı okumak güç bir şey değildir. Demek oluyor ki dış ve iç gerçek bir ve aynı şeydir. Sonuç olarak dış çevrenin tanımlanması gerçekçi roman için büyük bir önem taşır. Ancak, çevre olayın konusu olan kişilerin gözü ile tanımlanmalıdır.

Gerçekçilik, çevreye gösterdiği bu ilgiyi aksiyon ve olayda en alt düzeye indirmiş, tanımlamalar arasına sıkıştırmıştır. Daudet, "başlarından hiçbir mühim olay geçmeyecek olan insanların romanını, yani yaşamlarını yazmak, en doğru yol değil midir?" sözleri ile gerçekçilerin olay ve aksiyona bakışlarını açıklamıştır.

Gerçekçilik, sanatın dolayısı ile romanın ahlaki, dini, sosyal bir amacı olmadığını savunur. Flaubert, mektuplarında sanatın bağımsızlığını şöyle savunur; "Güzel üslupla yazan sanatçılara fikir ve ahlak amaçlarını ihmal ettikleri için çıkışıyorlar, sanki doktorun amacı iyileştirmek, bülbülün amacı da sadece ötmek, sanki sanatın amacı da her şeyden önce güzellik yaratmak değilmiş gibi." Bu sözlere rağmen Madame Bovary' yi okuyup da bundan bir ahlak dersi almamak olanaksızdır. Ama, okuyucunun eserden çıkardığı ahlak sonucu roman yazarının hedefi değildir. Gerçekçiler romandan asla bir ahlaki veya toplumsal bir sonuç çıkmasın demezler. Onlar sadece sanatçının bir ahlak hocası olmadığını savunurlar.

Bütün çağların yazarları insanı insana anlatmaya çalışmıştır. Nedir ki bu anlatım, yazarların insana bakış açısına, toplumsal konumuna göre değişiklikler göstermiştir. Gerçekçiliğin çıkış noktası bir yazarın parçası olduğu tarihsel ve toplumsal bütünün doğrultusunda yaşama yönelmesidir. Yazarın içinde yaşadığı, soluduğu dünyayı eleştirel bir gözle algılaması ve yansıtmasıdır. Bu yansıtmanın yönü ve nitelikleri değişiklikler göstermiş, bunun için de eleştirmenler, edebiyat kuramcıları gerçekçiliği değişik türler altında toplamışlardır.


Eleştirel gerçekçilik
Doğalcı gerçekçilik (Natüralizm)
Toplumcu gerçekçilik
Kentsoylu gerçekçilik


Başa dön



DOĞALCILIK (NATÜRALİZM) :



Doğalcılığı bazı kuramcılar gerçekçilik akımı içinde beraber değerlendirmektedirler. Gerçekten de bu iki görüşü, birbirlerine benzeyen yönlerin çokluğu nedeni ile birbirlerinden ayırmak güç olabilmektedir. Bunun yanı sıra sanatçıları bazı kuramcılar gerçekçi olarak nitelerken bazıları da doğalcı olarak ele almaktadır.

Doğalcılık, gerçekçiliği izlemiş ve ondan çevrenin ruh üzerindeki tesiri gibi bir çok görüşleri almış olmakla beraber, gerçekçilikte kapalı bir tarzda bulunan determinizm ilkesini açtığı ve gözlemden başka deneyim metodunu da romana uyguladığı için gerçekçilikten ayrılmaktadır. Doğalcılığın ilk akla gelen ismi Emile Zola' dır.

Doğalcılık, ilmi olmak ve ilmin usullerini roman ve tiyatroya uygulamak iddiasında olduğu için; doğada geçen olayların bazı zorlayıcı etkenlerin tesiri ile olageldiğini, ilimde tesadüfün yeri olmadığına göre de aynı şartlar altında aynı nedenler daima aynı sonuçları verirler. Emile Zola, doğada hüküm süren bu prensibin insan eylemlerini de içine aldığını kabul etmektedir. Zola' ya göre bir insanın, fizyolojik bünyesini, aldığı eğitimi, içinde yaşadığı ve yetiştiği çevreyi bilmek birinci derecede önemlidir. Çünkü insanın kendi hür iradesine bağlı sandığı eylemlerini bile gerektiren gerçekte, maddi ve içtimai çevre, soyaçekim, eğitim gibi etkenlerdir. Doğalcı romanda kişilerin mizaçları, soyları ve çevreleri bize göstermek yani onları harekete getiren nedenler açıklanmak sureti ile olay adeta roman yazarının iradesi dışında, kendi zorunlu sonucuna doğru yürür, çevre olayın yürüyüşünü etkiler.

Zola tasviri " çevrenin, insanı belirleyen ve tamamlayan, bir hali" olarak tanımlar. Ve "artık zevk olsun diye, tasvir için tasvir etmiyoruz. İnsanın, çevresinden ayrılamayacağını, elbisesi, evi, şehri ile tamamlandığını kabul ediyoruz. Bu bakımdan beyninin veya kalbinin tek bir olayını, çevrede onun sebeplerini veya tepkisini aramadan tespit etmeyeceğiz. Sonu gelmez tasvirlerimizin nedeni budur." Demektedir.

Zola, romanlarında bir bilim adamı tarafsızlığı ile gerçeği yaşatmak istediği için konuşma tarzında yeni bir dönem başlatmış ve kişilerine hangi sınıf halktan iseler o sınıfın dilini konuşturmuştur. Oysa gerçekçiler usluba son derece önem vermişler ve üslubun mükemmelliği için çok çalışmışlardır.

Başa dön



SİMGECİLİK (SEMBOLİZM) :



Simgeciler, sözcüklerin müziği ve simgelerin akıcılığı ile düş kapılarını açtılar. Simgeciliğin öncüsü olarak Baudelaire'i kabul edebiliriz. Baudelaire' den büyülenerek simgeciliğin doğuşunu hazırlayanlar Verlaine, Rimbaud, Mallarmé 'dir. Verlaine ile düşler aleminden süzülen gizli bir fısıltıyı dinliyor, Rimbaud ile bilinç altında geçen cehennemsi mevsimleri yaşıyor, Mallermé ile sözcüklerin sırrına eriyoruz. Dış gerçekten uzak olduğu kadar da alışık olduğumuz düşünce ve duygu dünyasından uzak bir şiir yaratan bu üç şair, her biri kendine özgü karakterlerle simgeciliği ve onu izleyen akımları hazırlamışlardır.

Simgecilik, "Evrenin, görüntülerin ötesinde bir anlamının olduğundan, evrende her şeyin duyarlı olduğunu bilen şairin bu görüntüleri aşmak, gerçeğe ulaşmak isteme" sinden yola çıkar. "Evrende bir birlik, bir uyum vardır. Özellikle maddesel evrenle ruhsal evren arasındaki uyum derindir. İnsanla evren arasındaki her şey benzeşim, uyum içindedir. İnsan simgeleri çöze çöze evrenin varolduğunu anlar."

Verlaine ve Mallermé, ayrı ayrı yaşam biçimleri içinde çevrelerine toplanan genç şairlere yıllar boyunca şiirin sırrını anlatmaya çalıştılar. Bu iki şairin etraflarında toplanan şairlere Dekadanlar adı takıldı. Ancak Jean Moréas' ın ortaya attığı simgelicik kelimesi tutundu ve parnassizmden sonra gelişen bu yeni akıma simgecilik adı verildi. Gerçekçilik ve natüralizmin yaşamdan kovmaya çalıştığı düşler edebiyata simgecilik ile geri dönmüş oldu.

18 Eylül 1886 da Figaro Littéraire' de simgeciliğin bildirisi yayımlandı.   (Oku) 

Anlatımda, maddi olmayan akıcı, fısıltıya benzeyen büyülü mısralar, yalnız kulağa değil doğrudan doğruya ruha seslenen mısralar, gölge dolu simgelerle his ve hayallerimizde ürpermeler uyandıran bir müziğe ihtiyaç vardı. Bu ise sözden ziyade müziğe yakın bir dille mümkün olabilirdi. Şiirin alanı, gerçek ile bağı kesilince sonsuzluğa doğru gelişmeye başladı. Şiirde bir çok anlamlardan hiç biri ötekine göre doğru ve daha yanlış değildir. Her okuyucu bir şiiri kendi eğilimine ve titreşimine göre algılar.

H.de Régnier, A. Samain, G. Kahn, P. Fort gibi şairler ile gelişen simgecilik, F. Viélé Griffin, M. Maeterlinck gibi yazarlarla tiyatroda da kendine yer bulmuştur.

Yirminci yüzyılın başlarında simgecilik yok olmaya başlamıştı. Ancak, Jean Royére' in ve Phalange dergisinin etrafında toplanan André Gide, Paul Claudel, Paul Valéry gibi şairler bir bildiri ile simgecililerin devamı olduklarını ilan ediyorlardı. 1909 dan itibaren André Gide' din başı çektiği bir gurup yeni-simgeciler adını almıştır.

Başa dön



ÜNANİMİZM :



Ünanimizm, XX. Yüzyıl başlarında bireyci dünya görüşüne ve simgecilik akımına bir tepki olarak doğmuştur. Çağcıl yaşamın, artık makineleşen toplumları ve alabildiğine serpilip saçılan kentleri ile bireyi topluluk içinde yaşamaya zorladığını vurgulayan bu yeni akım, bir arada yaşamanın yarattığı ortak kanı ve duyguları dile getirmeyi amaçlamaktadır. Topluluk bilinci' ni ve bu bilince göre bireyin varoluşunu, yaşamı belli belirsiz yönlendiren kimi ruhsal gerçeklikleri betimlemeyi ön planda tutan ünanimizm idealist ve ruhsal nitelikli bir düşün ve sanat akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Özünde topluluk ruhunu irdeleyen bir öğreti olmakla birlikte daha çok bir edebiyat akımı olarak duyurur adını. En büyük temsilcisi ünlü Fransız yazarı Jules Romains'dir.

Bireyci düşünüşe karşı değişik boyutlarda yaygınlaşan demokratik, toplumcu ve özellikle de toplumbilimsel tepki ünanimist düşüncenin oluşmasında etkili olmuştur. 1906 yılında, Paris yakınlarında bir kır evinde bir araya gelen genç şairler; Arcos, Vildrac, Duhamel, Mercerau, Chenneviére, Durtain, Jouve ve sonradan katılan Romains "Kardeş Sanatçılar Topluluğu" adı altında on beş ay süren bir ortak yaşam sürdürdüler. Bu eve Crétil Tekkesi adı verilir. Aynı çatı altında, aynı duyguları dostça ve özgürce paylaşarak birlikte yaşamayı yücelten, toplumsal ilerleme düşüncesinin coşkun savunucuları Tekke şairleri, ortak bir şiir anlayışı ile yüzyılın başında Fransız şiirine yeni bir canlılık getirmişlerdir. Burada her ne denli ünanimist bir ortam yaratılmışsa da ünanimist adını sadece Romains ve Chenneviére takacaklardır kendilerine.

Kent, ünanimizmin ana temasını oluşturur. Romains'e göre kent, iç yapısının karmaşıklığına karşın, kendine özgü kurulu düzeni ile bireyleri doğdukları andan başlayarak tüm yaşamları boyunca etkisi altında tutan bir ana örgen durumundadır. Böylece kent ile birey arasında kimi ruhsal ilişkilerin varlığı ön plana çıkmaktadır. Birey sadece ailesine, yakınlarına ait değildir. Kentin öteki insanları ile arasında giderek artan bir bağ kurulur. Aynı duygu ve düşünüşteki insanların bir araya gelerek oluşturdukları topluluk birimlerinde tek ruh duygusu oluşmaktadır.

Birbirlerinden farklı bireyleri bir araya toplayan nedir? Bu birlikteliği yaratan güç, her türlü zorlama dışında bireylerin özgür istem ve seçimleriyle kendiliğindenlik duygularından kaynaklanmaktadır. Kendiliğinden oluşmuş varoluş, dağılmaya başlayınca ortak ruh da dağılıp giderek sönmeye başlar. Şiir de birey ile topluluk arasında oluşan bir gizil ilişkinin yol açtığı duygulanmadan ve etkilenmeden fışkırır. Şair, bu ilişkileri algılayıp, hiçbir simgeye ve anıştırmaya başvurmadan, en dolaysız ve gündelik bir anlatımla dışa vurur.

Başa dön



GELECEKÇİLİK (FÜTÜRİZM) :



Figaro gazetesinde 1909 yılında "gelecekçi" bildirgeyi  (Oku)   yayımlayan Marinetti, sanatçının ileri dünya görüşünü resimden çok siyasa ve şiir alanlarında sınırlıyordu. Ona göre "özgürce seçilen sözcükler", "düzensiz imgelem", kuralsız anlatım", "otomatik yazı", sanat ve siyasada özgürlük yollarını açan anahtar öğelerdir. Marinetti'nin bu temel görüşleri, yenilik ve özgürlük özlemiyle yanıp tutuşan, plastik sanatlarda ve pek çok ülkede sanatçıyı kalıplaşmış biçimlerden koparan, onun ötesine ileten, yaratıcı gücünü törpüleyen bu bulunç, bir yaşama biçimi niteliğinde yansır. Marinetti bildirgesinde geçmiş ve gelenekten uzaklaşmanın zorunluluğunu belirtirken XX. Yüzyılın birer belirteçleri olan "enerji", "nüfus artışı", "makine" ve "hız"dan doğan estetik ve yeni değerlerin önemini vurgular. Ona göre: "kulakları delercesine gürültüyle çalışan bir makinenin sesi, savaştan ya da bir yengiden çok daha güzel"dir. Üstelik makine, insan gücünün bir simgesidir, ondan öte sağlıklı gelişimin bir örneğidir.

Marinetti'nin çağcıl dünya görüşüne duyarsız ve ilgisiz kalamayan Apollinaire, 1913 yılında yayınladığı bildirgesiyle şiirde "özgür sözcük" kullanımını bir koşul olarak öne sürerken, akılcı ve geleneksel "sözdizimine" ve kalıplaşmış değerlere karşı olduğunu duyurur. Apollinaire, şiirin ses ve görüntü oyunlarıyla geniş halk yığınlarının bilinç, bilinçdışı ilişkilerinde aklın denetiminden uzak özgür sözcüklerin bir oyunu olması gereğini sağlık verir. Ona göre şiir, aklın ve sözdiziminin klasik kurallarının olmadığı, içsel ve dışsalın özgürce dışlaştığı bir yaratıdır.şiire sokağın gürültülerini, açık pencereleri, tramvay gürültüsünü, sütçünün sesini, sokmuştur.

Endüstri gerçeğinin gözleri kamaştıran dinamik ve mekanik hızının edebiyat ve diğer sanat dallarında da gözleri kamaştıran bir hız getirmesi doğaldır. Bu nedenle gelecekçi edebiyat ve diğer sanat dalları daha çok soyutlamadan yana olmuşlardır. Uygar ve teknik yaşamın koşulları ve verileri, yapıtların özünde somutu geçerek, aşarak soyut tasarlamalar getirmiştir.

Kübizm, süprematizm, reyonizm, vortisizm, akmeizm, avönirizm vb. bir çok sanat akımı gelecekçiliğin farklı açılardan algılanan birer izdüşümü olmuşlardır. Ve birinci dünya savaşına kadar bir çok sanatsal bildiri yayınlanmıştır. Soyut sanat ve sanatı imgeleştirme sorunu çok hızla ele alınmıştır. Yayınlanan çok sayıdaki bildirinin amacı katıksız, dolaysız ve çağcıl biçimler adına damıtık bir sanatın inceliklerini ve gizlerini arama düşüncesidir. Ayrıca bu dönemde kitle iletişim araçlarının hızla gelişmesi ulusal sınırların kalkarak tüm dünya sanatında aynı estetik kaygıların yayılmasına ve yeniliklerin peşinde koşulmasına yol açmıştır.

Edebiyat ve sanat dünyasında hiçbir sanatçı birinci dünya savaşı öncesinde başlatılan gelecekçi akımın öncüleri kadar etkili olamadılar. Çünkü gelecekçiler örneği az bulunur bir istem gücüyle topluluğun önünde gittiler. Ve 1914 yılında bir çok kişi tarafından birer şarlatan olarak nitelendirilmeye başladılar.

Başa dön



DADAİZM :



Dadaizm, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal durumlarının sonucuydu. Tristan Tzara, iki hecesinin anlamsızlığı yüzünden dostlarını coşturan bu sözcüğü 1916 yılında Zürich'te bir kahvede ortaya koymuştu. Ve dada bildirisini 1918 yılında yayınlamıştı.   (Oku) 

Dadacılar savaşın ardından gelen boğuntu ve dengesizliği, derinden derine duyduklarından, dada gerçekte onların bir yaşama formülü arayışlarıydı. Yalnız eserleri değil, yaşamları da dada'ydı onların.yani yaşamları, sanata karşı olduğu gibi topluma ve yaşama karşı da sürekli bir başkaldırıştı. Dadacılar halkı şaşkınlığa düşürmek ve uyuşukluğundan kurtarmak istiyorlardı.

Bu akım, özü gereğince, ortak estetik nitelemelerin dışına çıkıyordu. Çünkü dadacılar, dünyasal şeylerin boşunalığını derinden derine duyuyorlardı. Yaşamın sınırlayışlarını aşabilmek için, hangi düzenle ilgili olursa olsun, bütün geleneksel buyrukları çiğnemek istiyorlardı. Bütün değerler düzeni ortadan kaldırılarak, yapılması gerekenle gerekmeyen arasındaki ayrım yok edilmeye çalışılıyordu. Düşünceyi oluşumunun ilk atılımında yakalayabilmek için, aklınızdan geçenleri olduğu gibi yapmanız gerekliydi.

1926 yılının 26 Mayısında sonuncu dada gösterisi yapıldı. Dada, durumu gereğince er geç kendi kendini yok edecekti. Sonuçta, düşünceyi bütün önyargılardan kurtarmış, böylece de sürrealizmin hazırlayıcısı olmuştu.

Dadacıların gürültülü gösterileri, topluma durmadan hakaret etmeleri, küçümsemeleri insanı tutsak eden iki yüzlülükten kurtulmak isteyişlerindendi. Herkes gibi davranma zorunluluğuna katlanamıyorlardı. Dada, klasik insan kavramını yıkmıştı, yeni bir kavram yaratmak sürrealistlere düşmüştü.

Daha önce kubizm ve gelecekçiliğin kuklalarını Seine nehrine atan Quatz'Arts okulu öğrencileri 1921 yılında dadanın kuklasını da Seine nehrine attılar.

Başa dön



GERÇEKÜSTÜCÜLÜK (SÜRREALİZM) :



Gerçeküstü Başkaldırma dergisinin ikinci sayısında A. Breton dadaizmden ayrılışı konusunda şunları yazıyordu: "Son yıllarda boş ve genel güven sorununu her fırsatta gündeme getiren kimi aydınların hiçlikçi tutumlarının yaratabileceği sakıncaları gözlemledim." Breton, dadaizmi yadsırken düş ve olağanüstünün verebileceği "bilinmeyen" gerçekleri içeren bütüncül bir şiire ulaşmayı amaçlar. Breton, ilk bildirisinde   (Oku)   gerçeküstücülüğün tanımı şöyle yapıyordu: "Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak için başvurulan içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın, her türlü estetik ve ahlak kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır."

Breton, görünüş bakımından birbirine aykırı olan iki ayrı durumun (düş ve uyanıklık), bir çeşit salt gerçekçilik olan gerçeküstü içerisinde eriyip kaynaşacağına inanır. Amaç, salt gerçeğe ulaşmaktır. Şiirde söz konusu olan, düş yolu ile imgeleme erişmek, onun içerisinde salt bir özgürlük düşüncesi ile hiçbir şeyin ve durumun etkisinde kalmadan içinden geldiği gibi yazmaktır.

Aragon'a göre, gerçeküstücülük, şaşırtıcı imgelerin sürekli denetimsiz kullanılmasıdır. Sağduyuyu yadsıyan imgelerin denetimsiz ve kendiliğinden kullanımı, salt akıl ve sağduyu açısından bakıldığında anlamsız görülebilir. Belki kopuk ama kapalı kalan kimi gerçekleri ve duyguları şiirsel anlatıma uygun düşen bir düş havasında algılayabiliyoruz.

Sigmund Freud, gerçeküstücülerin üstünde büyük bir etki yapmıştır. Gerçeküstücüler, Freud'un görüşlerini edebiyata uygulamaktan çekinmediler. İnsanın özü düşlerde kendisini bütün çıplaklığı ile göstermiyor mu? O alemde artık bizi gözetleyen sosyal bekçi yoktur. Arzularımız kendilerini olduğu gibi maskesiz göstermektedir. Gerçeküstücüler, bu düşüncenin sanat alanında, varlığımızın nüfuz edilmez, esrarlı tarafını meydana çıkarabileceklerini görmekte gecikmediler.

Artık şiiri mantık ve irade ile açıklamaya çalışmak boşunadır. Şiir denilen cevher, iç yaşantımızın derin tabakalarında gizlidir; o karanlık tabakalardan bilince doğru sızan duygular ve düşünceler kelimeleşip sıralandıkça şiir akışını bize duyururlar. Sanat eseri aklın ürünü olmaktan çok tesadüfün ve otomatizmin ürünüdür. Noktalama işaretleri, içimizdeki akışın mutlak devamına bir engel teşkil edebilirler.


Başa dön



VAROLUŞÇULUK :



Yirminci yüzyılın ortalarına yaklaşılırken Fransa'da yaygınlık kazanan varoluşçuluk her şeyden önce bir felsefe akımıdır. Varoluşçulukta "insanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur; güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan, ölüme mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun halisliği ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı, tutumu; bütün bu sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde. Ayrıca "insan evreni aşabilir mi aşamaz mı?", "aşarsa nereye, dek varır bu aşma" gibi sorunlar söz konusudur."

İkinci büyük savaşın hemen öncesinden başlayarak Fransa'da kimi yazarlar, bu felsefenin hiç de yabancısı olmadığı, modern toplumdaki insanın yalnızlığı, "saçma", umutsuzluk, bunaltı, başkaldırma, sorumluluk, dayanışma, seçme, özgürlük gibi kavramları okuyucuya yazın aracılığı ile sunmaya başladılar. En tanınmışları savaş sonrası Fransız edebiyatını kişilikleri ve yapıtları ile derinden etkileyen Albert Camus ve Jean Paul Sartre olan bu yazarlara eleştirmenler "varoluşçu etiketini yapıştırmakta gecikmediler. 1945 yılından sonra varoluşçuluk okuyucu kitlesinin el üstünde tuttuğu bir moda olur. Hangi kuşaktan olursa olsun hemen hemen her yazar konumunu varoluşçuluğa göre belirlemeye başlamışlardı.

Hıristiyan varoluşçular ( Kierkegaard, Karl Barth, Maurice Blondel ) ve tanrıtanımaz varoluşçular (Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Jean Paul Sartre) olarak ayıranlar da vardır.

Çok büyük bir tartışma yaratan ve ilgi gören varoluşçuluk tüm bu özelliklerine karşılık bir iki tanınmış isim dışında tanınmış edebiyatçılar yetiştirememiş ve 1955 yıllarından sonra silinip yok olmuştur.

Başa dön

balkan türk edebiyatı

Balkan Türk Edebiyatlarına Genel Bir Bakış
Prof. Dr. Erman Artun
Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.

     Balkanlar; Avrupa’nın güneydoğusunda Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan,  Romanya, Yunanistan ve Türkiye’nin bir bölümünü içine alan bir yarımadadır.  Türkler; MS.4. yüzyılda Batı Hun Türkleri’nin yerlerinden kopmaları ve Orta  Avrupa’ya gelmeleri sonucunda yeni bir yurt kurarlar . Bu yerleşme aynı zamanda günümüz Avrupa dünyasının  biçimlenmesine ve bu günkü coğrafi düzene girmesine etki eder. Hun Türkleri Ural ve Kafkasya bölgesinde Orta Avrupa,  Adriyatik kıyıları ve Balkanlar’a  uzanan geniş bir alanı kontrol ederler. Kuzeyden ve güneyden gelen Türkler. 13.yüzyıl içinde Avrupa’da birleşir. Türk edebiyatının bu coğrafyada etkisi bu yıllara dayanır.[1]
     11.ve 12. yüzyıllarda Peçenek, Kuman ve Uz Türkleri Balkanlara gelip yerleşirler. Bu Balkanlar’ın Türk dili ve Türk kültürüyle ilk tanışmalarıdır.13.yüzyılda Moğol istilasından sonra Sarı Saltuk ve takipçisi bir çok Türkmen aşireti Balkanlar’a yerleşir 
[2]Türklerin  Balkanlar’a   ikinci gelişleriyle Türk kültürü, edebiyatı ve dini-tasavvufi edebiyat yayılmaya  başlar. Türkler 14.yüzyıldan sonra Balkanlar’a damgalarını vurmuşlardır. 14.ve 18 . yüzyıllar arasında Balkan halkları dil ve dinlerini değiştirmenden Türk usulü  yaşamışlardır[3].  Makedonya’da ve Bosna’da Hıristiyan halkı kitleler halinde İslam dinine geçmişlerdir. Balkan  yarımadasının Osmanlılar’ın eline geçtikten  sonra Balkanlar’daki halkların yaşama biçimleri, gelenek ve görenekleri, kültürleri Türk dilinin yaygınlaşması cami, hamam, medrese, tekke, türbe, vd. Osmanlı eserlerinin hızla inşa edilmesiyle değişime uğramıştır [4].
      Kültür kaynaklarının Orta Asya’dan Anadolu’ya Anadolu’dan Balkanlara uzanan çağlar boyu devam eden süreçte Balkan Türk Edebiyatı’nı şekillendirici bir etkisi vardır. Türklerin  İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra dünya görüşü ve yaşama biçimlerinde görülen  değişikliler edebiyatlarına da yasımıştır. 10.yüzyıldan başlayarak  İslam kültür ve Arap, Fars edebiyatlarının etkisiyle Türk edebiyatı yeni konular ve anlatım biçimleri kazanarak yeniden şekillenmeye başlamıştır. 13. yüzyılda Türk şiiri nazım şekli ve vezin, tercüme ve konu olmak üzere dört kolda gelişti 
[5]. Anadolu’da yeni bir  kültür senteziyle oluşan Türk edebiyatı aynı kültür kaynaklarından beslenmelerine rağmen, bu ortak malzemenin çevrelere farklı yansıması nedeniyle divan , aşık ve dini-tasavvufi ve anonim edebiyat olmak üzere dört ayrı disipline ayrıldı [6].
     Türk Kültürü yüzyıllar boyuna Balkan kültürünü besleyen en önemli kaynaktır. Türk halk kültürü Balkanlar’da Türk kimliğinin oluşmasını sağlayan en önemli alt yapı kurumu olmuştur
[7]. Anadolu’ya gelen İslamiyet’le Anadolu’da yeniden şekillenen  ve oradan Avrupa ortalarına giden Türk kültürü, Balkanlar’da yerli halkın kültürünü etkilemiş, onlardan da  etkilenmiştir. Halk kültürü öğeleri bir milletin meydana getirdiği kültürel değerlerin bütünüdür. Halk kültürü ürünleri yaşadığı toplumun dokusu, milletin söz sanatındaki sembolüdür  [8].  
   Türklerin Balkanlara hakimiyeti Kosova savaşı (1389) sonrasında 14.yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. Balkanlar’da Türk Edebiyatı da bu tarihten sonra başlar. 15.yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal alanda da önemli olduğu bir dönemdir. Bu dönem edebiyatta da önemlidir. Böylece Balkanlar kendilerini Anadolu’da gelişip yeniden şekillenen Türk edebiyatının içinde bulmuştur 
[9]. Balkanlar’a gelen aşıklar sazını ve bağlı bulundukları aşıklık geleneğini de taşıyarak buralara yaymışlardır. Aşıklık geleneği özellikle Müslümanlar arasında kabul görerek Balkanlarda Balkan kültürüyle yeniden  yapılanmıştır. Çeşitli tarikatlara bağlı dervişler, şeyhler gelerek tekkeler kurmuşlardır. Şehirlerde medreseler kurulmuştur. Medreselerde, tekkelerde yetişenler; Balkan divan edebiyatının ve Balkan Türk  tekke edebiyatının temellerini atmışlardır[10]. Balkanlarda doğmuş bir çok şair de İstanbul’a giderek şöhret olmuşlardır.
      Balkan Türk edebiyatı, tarihsel açıdan bir geleneğin devamıdır. Osmanlı Türkleri’nin, Balkanlara egemen olmalarıyla başlayan siyasal bütünleşme sonrası kültür kurumlarının işlemesiyle kültürel bütünleşme sağlamıştır. Bunun sonucu olarak halk, divan ve tekke edebiyatı  Balkanlarda İstanbul’a paralel olarak devam etmiştir
[11].  Balkanlar;  Anadolu’daki Türk edebiyatında da gelişme ve yenileşmelere sahne olmuştur. Selanik’te çıkan Genç Kalemler Dergisi’nin yanı sıra siyasal yönü ağır basan bir çok Türkçe dergi çıkmıştır.
    19.yüzyılda Balkanları da etkisi  altına alan  milliyetçilik ve batılılaşma akımları sonucunda Balkanlardaki Türk halk kültürü etkisi yavaş yavaş azalmaya başlamışıtır. Balkan Türk dünyası 20.yüzyılın ilk yarısında siyasal açıdan büyük bir çözülüşü, dağınıklığı, kopukluğu yaşamıştır. Bu olumsuzluklar doğal olarak Türk halk kültürünü de etkilemiştir. Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesi üzerine Türkler başka sistemler başka bayraklar altında yaşamak gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. Osmanlı’nın Balkanlar’dan  çekilmesinden sonra bu topraklarda kalan Türklerin eğitim ve kültür yaşamında bir duraklama olmuştur. Türk okulları kapatılmış,Türkler; ana dilini evinin dışında kullanamaz olmuştur
[12]. Bu sancılı dönemde Türkiye Türkleriyle Balkan Türk dünyası arasında doğal ve temel bağ olan Türkçe ve Türk külturü büyük baskılarla karşı karşıya kalmıştır.[13]
       Birinci  Dünya Savaşı sonrası Balkanları saran ideolojik akımlar Balkan Türk edebiyatını etkilemiştir.1990 yılı sonrası dünyanın  siyasi haritası hızla değişip yeniden  yapılanmaya başlamıştır. Balkan coğrafyasında hakim olan milletlerin kültürleri etkili olmağa  başlamıştır
[14]. Balkan ve 1. Dünya savaşı sonrasında , özellikle 2. Dünya  Savaşı  sonrasında Osmanlı topraklarından kopmuş Balkanlarda Türkler bir yandan geleneksel edebiyatı sürdürürken öte yandan da yenilik arayışına başlamışlardır.  Önceleri Tanzimat sonrası edebiyattan etkilnemişler, sonraları siyasal ideolojilerine daha yakın buldukları Türk  sanatçılarını benimsemişlerdir. Kendi yayın kuruluşlarında özgün eserler vermeğe başlamışlardır.  Bağlı bulundukları topraklardaki edebiyatlardan gerek ideolojik gerekse estetik yönden etkilenmişlerdir.
      Günümüzde Balkan Türkçesi kültür ve edebiyat dili olarak hızla gelişmektedir. Aydınlar kültür yaşamına öncülük etmektedir. Balkan Türk şiiri doğrudan hiçbir edebiyat akımına bağlanmadan, şekil ve üslup kaygısından uzak bir şekilde gelişmektedir.  Şairler güncel olaylar, politika ve toplumsal konularda yoğunlaşmışlardır. Bu tür şiirlerde dış etkiler yoğundur. İlk dönemlerde toplumsal gerçekliği ön plana alan şairler sonraları bireyselliğe yönelip, eski kalıp söyleyişler yerine yeni arayışlar içine girmişlerdir
[15]. Şairler yaratma  gücünü gelenekten alırken geleneksel sanat ve halk yaratıcılığından da esinlenerek ,  köklerden  kopmadan eski ile yeni arasında köprü kurmağa çalışmışlardır. Onlar halk türkülerinden , halk arasında yaşayan örf ve adetlerden esinleniyordu. Daha sonraları sözlü gelenekteki şiir ile modern şiir arasında başarılı bir bağ kurmağa başladılar. Kimi şairler önceleri doğaya özel gözle bakarak onu çeşitli renklerle tasvir etmişlerdir. Kimi şairler de bilinçdışı konu ve  düşle bağ kurarak gerçek üstücülüğe  kayarak, toplumcu şiiri dışlayarak bireyci eğitim göstermişlerdir.
       Balkan Türk edebiyatında eski dönemlerden beri dış kaynak gerçeği vardır. Balkan Türk edebiyatı Balkanlardaki edebiyatlardan etkilenmiştir. Bu edebiyatlar temelde yabancı edebiyatlardır ve bu etkilenmenin açtığı yoldan Balkan Türk dili de, edebiyatı da çok farklı bir mecraya girmiştir. Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesinden sonra Anadolu Türk edebiyatıyla bağları zayıflayan Balkan Türk edebiyatı yüzünü yabancı edebiyatlara , Batıya çevirmiştir. Önce yöneldiği edebiyatlardan beslenmiş, çerçeve gelişerek etkilenme Balkanlardan başlayarak Avrupa ve dünya edebiyatlarına doğru genişlemiştir. Günümüze gelindiğinde kendi şiir kaynağından çok dış kaynaklardan beslenmenin sürdüğünü görüyoruz.
      Balkan Türk  şiirinin bugünkü durumuna baktığımızda tek renkli tek boyutlu bir şiirle karşılaşmıyoruz. Bu nedenle günümüz Balkan Türk şiiri için bir genelleme yapamıyoruz.  İkinci Dünya savaşı sonrası ideolojilerle Balkan edebiyatı politize olmuş, büyük ölçüde politik düşüncelerin güdümüne girmiş, sloganlaşmış bir şiire sahip olmuştur. Şiir sanatının baş düşmanı olan hitabet şiire egemen olmuştur. Daha sonraları politik ideallerin  yerini politik kaygılar almağa başlamıştır. Günümüzde ise konudan, içerikten çok şiirsel yapı önem kazanmağa başlamıştır. Sanatçılar günümüzde çeşitli yollardan yürümeyi tercih etmektedirler. Bunların başında Türk şiirinde gelenek anlayışı gelir. Geleneği her sanatçı farklı açıdan değerlendirmektedir. Türk şiir tarihini bir bütün olarak değerlendirip, bunu gelenek olarak alanların yanı sıra yalnızca bir dönemine veya belli isimlere yaslanmayı seçenler de vardır. Bir kısım şairler de Türk şiir geleneğinin bütünüyle dışında kalmışlardır. Şiirsel anlatımda iki zıt tavır görülür. Genelde günümüz şairleri anlatımcı şiirden uzak durmakta ve imge yoğunluğuna dayanan şiir anlayışına bağlı kalmaktadırlar. Bir kısım şiar de iki yolu birleştirmeğe çalmaktadırlar.
       Balkan Türk Şiiri çeşitli eğilimleri içinde barındırsa da başlangıçta olduğu gibi bu gün de belli ortak noktalara özelliklere sahiptir. Onlar geçmiş şiiri, şiir birikimine geleneğe en azından onu bilme, tanıma zorunluluğu temelinde olsa da sahip çıkmıştır.  Edebiyatta temel türlerden biri olan şiir, Balkan Türk edebiyatının çok önemli bir yeri olan , gelenek oluşturan  divan , tekke edebiyatları aslında şiir edebiyatlarıdır. Batıya yönelince hikaye ve roman ayrı bir önem kazanır, fakat şiir daima ön planda yer almıştır.
      Balkan Türk edebiyatında işlenen konulara baktığımızda ; toplumsal gerçek akımın etkisiyle toplumsal konulara, İkinci Dünya  Savaşı olayları, ortak günlük yaşam, Osmanlı tarihi, Balkan tarihi en çok işlenmiştir. Yaşanılan ülkenin sanatçılarından etkilenme belirgindir. Ses , biçim, öz yönüyle halk şiirinden beslenmiştir. Masal, halk hikayesi mani, türkü, ağıt gibi halk edebiyatı türlerinden yararlanılmıştır. Şiirlerde  kullanılan halk edebiyatındaki nazım şekilleri yer yer biçim ve kelime yapısının bozulduğu görülür. Halk inançlarından yararlanılır.  Türk edebiyatının etkisi belirgindir.
     Balkan Türk edebiyatı Osmanlı sonrası yeniden yapılanmıştır. Kuruluş yıllarında Balkan devletlerinin edebiyatlarından etkilenmiştir. Bu etkilenme günümüzde de sürmektedir. İlk  örnekler çeviri özelliği gösterir. Bu örnekler bir tür taklit şiirden öte gidemez. Bunlarda Balkan Türk şiirinin sesini, armonisini bulamayız. Daha sonraki kimi şiirlerde türkü ve  ağıtların kelime  kadrosunun kullanıldığını görüyoruz. Kimi şairler de soyutlamaya giderek ironik bir atmosfer oluşturular. Ses ve kelime tekrarlarıyla yeni buluşlar, özgün söyleyişlere ulaşma çabası gözlenir.
     Balkan Türk dili kendi coğrafi sınırları içinde  kapalı kaldığı için gelişim göstermez. Balkanlar ‘da konuşulan  Türkçe  yaşadığı coğrafyanın dilinden etkilenince , Türkiye Türkçesinden ayrı kelime kullanımı  sentaksa hatta semantik ögelere kadar uzanan etkilenme olmuştur. Dilde zorlamalar anlatım yanlışlıklarına düşmeye neden olmuştur. Şiirlerde ölçü zorlaması Türkiye Türkçesiyle beslenemeyen Balkan Türkçesinden zorlama anlatımlara yol  açmıştır. Kelime kadrosundaki eksiklik şiiri yer yer anlaşılmaz hale getirerek, onun duygusal bütünlüğünü bozmuştur. Şiir ve nesir anlatımlarında kısa ve çarpıcı anlatım yakalanamadığı için söz gereksiz  yere uzatılmıştır. Okuyucunun hayal gücü yerine açıklama yapma gereği duyulması şiirselliği bozmuştur. Şiir ve nesir anlatımlarında konu dışı ögeler günlük  konuşma havasında verilmiştir. Balkan dillerinden yapılan alıntılarda çevirilerde kullanılan kelime kadrosu Türkçe’de olmayan kimi kelimeler kullanılması  şiirde yapay bir dilin kullanılması, konuşulan dil yerine konuşulmayan yazılan yapay bir dil ortaya çıkmıştır.

   Sonuç:       

   Balkan  Türk edebiyatı, Türk edebiyatının yanı sıra Balkanlar’daki ulus ve halkların          edebiyatlarından da yararlanarak beslenmiştir. Balkan Türk edebiyatı; Türk edebiyatıyla, Balkan edebiyatlarının bir sentezidir.
[16] Bu edebiyat dil ve ifade imkanları itibariyle Türkçedir. Ama unutulmamalıdır ki Balkanlar’da boy verip Balkan ülkelerinin   havası içinde yetişip gelişmiştir. Bu edebiyatlar konu ve olaylara bakış açısından yaşadıkları ülkelerin özelliklerini yansıtmaktadır. Bu nedenle Balkanlar’daki Türk edebiyatları bir  yandan tarihi geleneğimizden  yararlanırken diğer yandan da çağdaş Balkan edebi faaliyetlerinden de etkilenmektedir[17]. Balkan Türk edebiyatçıları Balkan’daki kültür mozayiği ile Anadolu’dan taşınan dil, edebiyat, kimlik , kültür değerlerini eserlerinden yansıtıyorlar. Kaynak zenginliğine rağmen, dilde pek çok sorun vardır. Dille ilgili en önemli sorun konuşulan fakat yazılmayan yerel  dil yerine yazılan fakat konuşulmayan yapay bir dille yazılmasıdır. İki dilli kimi zaman üç dilli   yaşama biçimi Balkan Türkçesinin her yönüyle gelişip edebiyat dili olmasını engellemektedir.   Son yıllarda artan karşılıklı ilişkiler Balkan Türk dilinin gelişmesini sağlayacaktır. Balkan  Türk edebiyatının çeşitli kültür ve dillerle beslenmesi zenginliktir. Yazı diliyle konuşma dili arasındaki açının daralması dilin gelişmesini sağlayacaktır.
     Osmanlı sonrası Balkan Türk edebiyatları, Türkçe ve Türk edebiyatıyla bağı kopunca çağlar boyu süren kültür hayatı tahribata uğramış, bundan kültür ve sanat faaliyetleri olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu çevrede, geniş anlamda Türk dünyasının diğer toplulukları dar anlamda Balkanlardaki diğer Türk topluluklarına oranla sancılı problemli bir edebi geleneğe sahip olmuşlardır. 1960 yılından sonra kendi içinde bir canlılık kazansa da geniş  çevrelere sesini duyurabilmesi 1980 yılından sonra olmuştur
[18].
     Balkan Türk edebiyatı incelemeleri beraberinde birçok problemi de getirmiştir.  Öncelikle Balkan Türk edebiyatını Osmanlılar dönemi ve Osmanlı sonrası olarak iki başlıkta incelemek gerekmektedir.  Osmanlı döneminde farklılıklar olması doğaldır. Ancak büyük benzerlikler gösterir. Osmanlı sonrası Türkçe ve Türk kültürü bağı gevşeyince yabancı edebiyatların  baskısı yoğunlaşmıştır. Osmanlı Dönemi Balkan Türk Edebiyatı dört koldan yürümüştür.  Bunlar: Divan edebiyatı, aşık edebiyatı, dini-tasavvufi halk edebiyatı ve anonim edebiyattır. Osmanlı dönemi sonrasını Balkan çağdaş Türk edebiyatı olarak adlandırabiliriz. Ayrıca Balkan doğumlu olup İstanbul’da şöhret bulmuş divan şairlerinin nerede inceleneceği tartışma konusudur. Türk edebiyatının dönüm noktalarından olan Yeni Lisan Hareketinin Balkanlar’da başlatılması Balkanların bir dönem önemli kültür merkezlerinden biri olduğu hakkında yeterli  bilgi vermektedir. Balkan ortak Türk edebiyatının bütün Balkanları içine alıp alamayacağı konusu yıllardır tartışılmaktadır. Osmanlı  dönemi Balkan Türk edebiyatına ve anonim halk  edebiyatına egemen olan Türk dili, Türk Külltürü ve Türk edebiyatı geleneğidir. Bu nedenle Balkanlar bir bütün olarak alınmalıdır  düşüncesini taşıyoruz.
    Osmanlının  Balkanlar’dan çekilmesinden sonra Türk kültürü ve Türk dilinin  etkisi azalmış, yabancı  dil, kültür ve edebiyatlarının etkisi artmıştır. Bu nedenle yeni  coğrafyalarda yeniden yapılanan Türk  edebiyatını ayrı ayrı sınıflandırıp incelemek daha uygun olacaktır.  Ayrıca Yunansitan’da yaşayan Ortadoks Türk edebiyatı başlı başına incelenmelidir.  Balkan Türkleri Balkanlarda ayrı cağrafyada ana dillleri Türkçe’yi bütün olumsuzluklara rağmen Türk kimlikleriyle birlikte korumuşlardır. Balkanlardaki Türk dünyasının  edebiyatının her yönüyle incelenmesi gerekmektedir.  Balkan Türk edebiyatının her yönüyle araştırılması çalışmalarında çeşitli nedenlerle geç kalınmıştır. Bütün imkansızlıklara rağmen Balkan kültürü ve edebiyatı üzerine çalışma yapan Balkan gönüllüsü araştırmacılar boşluğu doldurmaya çalışmışlardır. Bu gün Balkan edebiyatı ile Türk edebiyatı sistematik karşılaştırma yöntemiyle araştırılmalıdır. Balkanlar’da  Türk edebiyatının bu günkü durumu dil, estetik değerler yönüyle ölçüp tartışmaya açıp sorgulayacak kurumlar yoktur. Bilimsel anlamdaki eleştirilerin Balkanlardaki edebiyatçıları kıracağı,onların heyecanlarını olumsuz etkileyeceği düşüncesi Türkiye’deki  konunun uzmanlarını görüş ve eleştirilerini yazmakta çekimserliğe itmektedir. Balkanlarda yıllarca okullarda Türkçe okutulması gazete, dergi ve kitapların  yayınlanmaması onları ana dilden uzaklaştırmış Türkçe düşünüp Türkçe yaratmak olanaklarını  azaltmıştır
[19]. Balkan Türk şiiri çeşitli eğilimleri içinde barındırsa da başlangıçta olduğu gibi bu günde belli ortak noktalarla özelliklere sahiptir.
     Balkanlarda basılan eserlerin Türkiye’ye gelmesi, Türkiye’de basılan eserlerin Balkanlara gönderilmesi sağlanarak kültür bağının pekişmesi sağlanmalıdır. Eğer Balkanlara sahip çıkılmazsa yabancılaştırma politikaları hedeflerine ulaşacaktır. Balkan edebiyatı eserleri getirtilerek konunun uzmanlarının  kurulacak merkezlerde çalışmalarının sağlanarak araştırmacıların incelenmesine sunulmalıdır. Karaman Türk Ortadoks’larının  Türkiye ve Balkan’lardaki eserleri bu merkezde toplanıp araştırılmalı ve araştırıcıların hizmetine sunulmalıdır. Bir sanatçıyı yetiştiren bağlı bulunduğu edebiyat geleneği ve çevresidir. Bu nedenle Osmanlı Dönemi Türk edebiyatı bir bütün olarak “ Osmanlı Dönemi Balkan Türk Edebiyatı” , Çağdaş Balkan  Türk Edebiyatı ise bağlı bulunduğu bu günkü coğrafyadaki devletin adıyla ayrı ayrı incelenip daha sonra önce Balkan içinde sonra da Türk edebiyatıyla karşılaştırılmalı yöntemle araştırma yapılmalıdır. Sonuç olarak çalışmalara bilimsel disiplin sağlamak için Balkanoloji Enstitüsü kurulmalıdır.
[1] - Dursun  YILDIRIM , “ Türk Dünyasına Toplu  Bakış” Türk Bittiği, 1998, Ankara s.8
[2] - Mustafa İSEN, Ötelerden Bir Ses , Ankara , 1997, s.513 
    Yılmaz ÖZTUNA, Rumeli Kaybımız, İstanbul, 1990,s.17
[3] -  Georges CASTELLAN, Balkanların Tarihi ( Çev. Ayşegül  Yaraman-Başbuğu), İstanbul, 1995,s.17
[4] -Orhan KOLOĞLU, Mostar,2004 , Gazete Pazar, 10 Ekim, 1999 s.7
 Nimetullah HAFIZ, Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri, Piriştine 1985, s.5
[5] - Günay KUT, “13.Yüzyılda Anadolu’da Şiir Türünün Gelişmesi” , Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten ,1991,  Ankara 1994, s.127
[6] - Erman ARTUN, Adana Âşıklık Geleneği, 1966-1996 ve Aşık Feymani, Adana , 1996, s.127
[7] - Suphi SAATÇI, Kerkük ile Kıbrıs ve Balkanlarda Yaşayan Türk Topluluklarının Edebiyatları Arasında Varolan Benzerlikleri, İkinci Uluslar Arası Kıbrıs ve Balkan Türk Edebiyatı Sempozyumu Bildirileri, İzmir, 1996 s.42-43
[8] - Ethem Ruhi FIĞLALI Önsöz , Ali Abbas ÇINAR, Türk Dünyası Halk Kültürü Üzerine Araştırma ve İncelemeler, Muğla, 1996 s.3
[9] - İ.Güven KAYA, Yugoslavya Türk Halk Yazınına Gerçekçi  Bir Bakış  , Piriştine , 1986, s.7
[10] - Nimetullah HAFIZ, Yugoslavya’da Yayınlanan Kitapların Bibliyografyası, Sesler Dergisi, sayı 180, Üsküp,  1983, s.133-155
[11] -İ. Güven KAYA, Yugoslavya’da Türk Halkı Edebiyatı, İstanbul, 1993, s.7
[12] -Nimetullah HAFIZ, Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri, Piriştine, 1985, s.5-10
[13] -Erman ARTUN , Türk Halk Kültürünün Balkanlardaki Rolü, Avrupa’ya İlk Adım Uluslar Arası Sempozyumu Bildiri (Baskıda) , Gelibolu, 1999
[14] - Feyyaz SAĞLAM, Türk Dünyası Edebiyatlarında Yeni Bir Adım: Yunanistan Türklerinin Edebiyatları, Birinci Uluslar Arası Kıbrıs ve Balkanları Sempozyumu Bildirileri Gazi Mağusa 1998, s.17-23
[15] - Fahri KAYA , Çağdaş Makedon Şairleri Antolojisi, Ankara, 1993, s.15-26
[16] -  Slavoljub DZİNDJİÇ- Darko TANASKOVİÇ,  Poezija Turske, Narodnosti u Jugoslaviji, Stremljsenga Dergisi, Priştine, yıl,17.sayı.2/1976, s.221-230
[17] - Mustafa İSEN, Çağdaş Prizren Şairleri , Ötelerden Bir  Ses , Ankara, 1997, s.15
[18] - Feyyaz SAĞLAM, Ortak Türk Edebiyatı Açısından Yunanistan Türklerinin Konumu, Önemi ve Problemleri Üzerine Düşünceleri, Yunanistan Türkleri Edebiyatı Üzerine İncelemeler, İzmir, 1996 s.1-5
[19] - İsmail A. Çauşev, Bulgaristan Türklerinin Çocuk Şiirleri, 2. Uluslar Arası Kıbrıs ve Balkanlardaki Türk Edebiyatı sempozyumu Bildirileri, İzmir, 1999, s.159-178

Acı tütün - Necati Cumalı

Kitabın adı : Acı Tütün
Kitabın yazarı: Necati Cumalı                                                 
Yazım  tarihi : 1974                                    
Yayın Evi: İnkilap Kitabevi                                                                                 

ACI TÜTÜN
                                                                        
     Çok umutluydu Urla’nın tütüncü halkı bu yılki tütün fiyatlarının yüksek olacağına inanıyorlardı. Bizim acemi aşık Ferit’ te.  Binnaz’la evlenmek için gerekli olacak parayı bütün bir yılını verdiği tütünü satarak kazanacaktı. Eğer tahmin ettiği  gibi fiyatlar yüksek olursa ahım şahım bir düğün yapacaktı.
Tütünler ambarlarda, köylüler ise sigara tümanından göz gözü görmeyen kahve köşelerinde bekliyorlardı. Buldukları eski bir radyo ile sabahtan akşama kadar haber bültenlerini dinliyorlardı. Kendi aralarında tahmini fiyatlar belirliyorlar ve sevinçten neredeyse uçuyorlardı. Köyün yaşlıları ise bir köşeye çekilmiş gençlerin haline acır bir tavırla oturuyorlardı.
      Piyasanın acılmassına az bir zaman kala tütün eksperleri kasabaya gelmeye başlamışlardı. Onların gelmesi ile birlikte kasabada kısa süreli de olsa bir hareketlenme oldu. Kasaba doktoru’da tütün piyasasına atılmıştı.
     Urlaya tayini çıkmasından sonra tütüncülükte iyi para var diyerek bu işe atılır. Doktorun piyasaya atılış sebeblerinden biriside karısının çok paragöz olmasıdır. Sürekli kumar oynayan boşa para harcayan karısından gizli olarak para biriktiriyordu.
     Piyasanın acılmasına bir gün kala kasabada fırtınalar kopuyordu. Durum çylesine vahimdi ki kahvedeler  artık 24 saat hizmet vermeye başlamıştı. Tütün sahiplerinin hepsinin uykusuzluktan gözleri şişmişti. Son günlerde çıkan birkaç karamsar haber köylünün bütün hayallerini alt üst etmişti. Ortam öylesine gergindiki kırk  yıllık arkadaşlar bile en küçük bir laftan alınıyorlardı.
     O büyük sabah geldiğinde bütün tütüncüler tekelin önünde toplanmiş tütün fiyatlarının açıklanmasını bekliyorlardı. Tütün eksperi beklenen fiyatları açıkladı. Açıklanır açıklanmaz büyük bir uğultu kopmştu. Eksper beklenen fiyatın yarısını söylemişti. Daha sonra daha önceden hiç planlanmış olmamasına karşın halkta toplu bir ayaklanma oldu. Kimse tütününü satmayacaktı.
        Büyük bir direniş doğdu bu direniş öylesine büyüktüki bütün Ege bu dirernişe destek vermişti. Direniş büyüktü ama güçlü değildi. Onlarda biliyordu ki böylesine büyük bir direnişi organize olmadan sürdüremezlerdi.
 Bütün Egeliler tütününü satınca bizim Ulalılarda tütünlerini ucuza satmak zorunda kaldılar. Akıllanmışlardı artık  en kısa zamanda bir örgüt kuracaklardı. Bu sayade  alıcılarla masaya oturup en azından kendi dertlerini anlatabilecek bir kapı  bulacaklardı  
                                                                                                                                                 

Kitabı seçme sebebim:
Bu kitap bana arkadaşlarım tarafından daha önce tavsiye edilmişti. Ayrıca kitap benim büyüdüğüm EGE YÖRESİNDE geçiyordu. Bu da seçimimi etkileyen önemli bir unsurdur.

“Kitaptan beklediğini buldun mu?” diye soracak olursanız;
Evet tüm beklentilerimi karşıladı. Kitabı okurken anlatılan yerleri gözümde canlandırabiliyordum. Bu da kitabın anlatımının iyi olduğunu ispatlamaz mı?
         Gerçi bu tek yönlü bir bakış açısı olabilir. Yani bu bölgeyi tanımayan biri okusa bu kitabı, bu kadar etkilenmeye bilir.

 Kahramanlar : Ferit, Binnaz, Doktor, İsmet Bey, Sabri Bey, Yusuf , Hüseyin Kiraz.

Kitap hakkında kı görüşler :   Kitapta köylülerin hayatı müthiş bir dil ile anlatılmış . Anlatım dili o kadar güzel ki konunun sıkıcılığını bana hiç hissettirmedi. Kitapta birlik ve beraberlik ön plana çıkmış olup dayanışmanın  önemi vurgulanmıştır. Okuyuculara tavsiyem kitabı okumaları olacaktır
Öz Geçmişi
Edebiyatımızın önemli isimlerinden, çok yönlü bir edebiyat adamı, şair ve yazar Necati Cumalı 10 Ocak 2001’de hayata veda etti.
Yaklaşık altmış yıl boyunca şiir, öykü, roman, oyun, deneme, inceleme ve günceleriyle edebiyatın hemen her alanında eser vermiş olan Necati Cumalı, 13 Ocak 1921 yılında bugün Yunanistan’ın sınırları içinde bulunan Florina’da doğdu. Çocukluğunu İzmir’in Urla ilçesinde geçirdi. İzmir Atatürk Lisesinden mezun olduktan sonra Ankara Hukuk Fakültesinde öğrenimini tamamladı. Kısa bir süre Toprak Mahsulleri Ofisinde (1941-1942), ardından Millî Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğünde, yine aynı Bakanlığa bağlı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde (1945-1948) çalıştı; 1949 yılında gittiği İzmir’de avukatlık stajını tamamlayarak 1957 yılına kadar İzmir ve Urla’da avukatlık yaptı. 1957-1959 arasını Paris’te geçiren Necati Cumalı, bir süre Paris Basın Ataşeliğinde çalıştıktan sonra yurda döndü. İstanbul Basın Yayın Müdürlüğünde raportörlük görevine atandı; 1960’ta evlendi; 1963 yılında eşinin görevi dolayısıyla Tel-Aviv’e, sonra da Paris’e gittiler. Bundan sonraki yıllarda yurt dışı gezilerine çıkan yazar, edebiyat çalışmalarını aralıksız olarak sürdürdü. Öykü ve romanları filme alındı. Tiyatro oyunları yıllarca sahnelendi, televizyona ve sinemaya uyarlandı. Eserleri peşpeşe baskılar yapan, yabancı dillere çevrilen Necati Cumalı’nın haklı ünü edebiyat dünyamızın önemli ödülleriyle pekişti: 1968 yılında Yağmurlu Deniz adlı şiir kitabıyla TDK Şiir Ödülünü; Değişik Gözle adlı kitabıyla 1957 ve Makedonya 1900 kitabıyla 1977 Sait Faik Hikâye Ödüllerini; Dün Neredeydiniz? adlı oyunu ile 1981 Kültür Bakanlığı Tiyatro Ödülünü; bütün şiirlerini topladığı Tufandan Önce ile 1984 Yeditepe Şiir Ödülünü; Viran Dağlar romanı ile 1995 Orhan Kemal Roman Ödülü ile Yunus Nadi Roman Ödülünü aldı.
İlk şiirini 1939 Urla Halk Evinin yayın organı olan Ocak dergisinde yayımlayan Necati Cumalı, daha sonra Varlık, Servet-i Fünun, Uyanış, Yeni İnsanlık, Küllük dergilerinde yazdı. İlk şiir kitabı Kızılçullu Yolu 1943’te çıktı. Garip şiirinin havasını taşıyan bu şiirlerden sonra 1945’te yayımlanan Harbe Gidenin Şarkıları kitabında toplum sorunlarına duyarlık gösteren şiirler ağırlık kazanır. Şiirlerinde yaşama sevinci, yalın duygular, yalın bir anlatım göze çarpar. 1957 yılına kadar şiir kitapları birbiri ardından gelir: Mayıs Ayı Notları (1947), Güzel Aydınlık (1951)¸ İmbatla Gelen (1955), Güneş Çizgisi (1957). Garip şiiriyle edebiyat dünyamızda kendisine bir yer edinen, genellikle küçük insan olarak adlandırılan, dar gelirli, sıradan orta tabaka insanının duyarlığını yansıtan şiirlerinde toplumsal konular da bu bakış açısı çerçevesinde yer alır. Şiire bir süre ara verip edebiyatın diğer alanlarında ürün vermeye devam eden Cumalı, şiirinde bir dönüşümün ifadesi olan Yağmurlu Deniz’de 1960-1965 arası siyasal ortamının etkilerini yansıtan, toplumsal yönü ağır basan kavga şiirlerine yer vermiştir. Bu tarihten sonra yazdıklarını Başaklar Gebe (1970), Ceylan Ağıdı (1974), Aç Güneş (bütün şiirleri, 1980), Tufandan Önce (bütün şiirleri, 1983), Aşklar Yalnızlıklar (toplu şiirleri, 1985), Kısmeti Kapalı Gençlik (bütün şiirleri, 1986) adlı kitaplarda toplamıştır.
Yazarın Kişisel Özellikleri:
Romanları, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, yazarın kendi kişisel görüşlerini aktarması gibi teknik kusurlara rağmen, iyi kurulmuş; sağlam gözlemlere, gerçek hayatın dinamizmini taşıyan gerçekçi tasvirlere sahip; yerel renkliliği ve yerli unsurları içtenlik ve sadelikle yansıtmasıyla kendi insanımızı bulduğumuz gerçekten bizim olan romanlardır.
1959’da yayımlanan Tütün Zamanı, 1971’de Zeliş adıyla yeniden bastırılır. Kırsal kesim insanını anlatan diğer köy/kasaba romanlarımızın çağrıştırdıklarından farklıdır Necati Cumalı’nın romanı. O, köylüyü ideolojik obje yaparak kusurlarını, zaaflarını ya da erdemlerini abartmak yerine, onu kendi doğal çevresi içinde, kendi töreleri, değer yargıları, duyguları ve inançlarıyla sadelikle yansıtmasını bilmiştir. Bu bakımdan Necati Cumalı’nın gerçekçiliği, çarpıcı olmak için, az rastlanır, sivri olay ve kişilerin konu edilmesiyle uç noktalarda aranan bir gerçekçilik anlayışına karşıdır ve yazar esasında gerçekçi romancılığın ön koşulu olan bu sadelik ve doğruluktan ayrılmayarak romanını kurar. Kişilerin kendi dar çerçeveli, basit dünyaları içinde gösterdikleri bireysel gelişimi ve eylemlerini realiteye uygun biçimde ortaya koyarak yaşayan, tanıdık, yadırganmayacak kişiler yaratır. Toplumsal yapılanmanın bütün engellemelerine rağmen, okumuş şehir insanının önyargılarından uzak kalabildikleri ve doğal bir ortamda yaşadıkları için daha kendine özgü olmayı başarabilmiş kırsal kesim insanlarındaki bireysel oluşumları izleyebilmiş nadir yazarlarımızdan biridir Necati Cumalı. Yazarın gerçeğe ve insana saygısı, Anadolu insanını deneysel ya da ideolojik bir obje olarak görmesine engel olmuştur.
Kitap hakkındakı görüşler: Kitapta köylülerin hayatı müthiş bir dil ile anlatılmış . Anlatım dili o kadar güzel ki konunun sıkıcılığını bana hiç hissettirmedi. Kitapta birlik ve beraberlik ön plana çıkmış olup dayanışmanın  önemi vurgulanmıştır. Okuyuyculara tavsiyem kitabı okumaları olacaktır.

Tahir ile Zühre

TAHIR i l e ZUHRE

Raviani asar ve nakıylyani dür nisar şundag rivayet ve mundag hikeyet kılırlar kim, zamanı evvelde bir ulug ve meşhur padişah bar idi. Malı ve hezinesi, ve gaskeri bik küp idi, bunca saltanetlik ile dünyada hiçnersege ihtiyacı yuk idi. Lekin dünyada ugıl-gızdan ferzendi yuk idi. Şul sebepten hervakıt küniline biraz kaygu ve tarlık kilir idi. Kaysı vilayette ve kaysı seherde bir hekim hazik ve tabip kamil işitse, ilciler ve sansız altınnar, ve kümişler kündirip aldırır idi. Türli-türli megcünner ve devalar yaşatıp aşar idi. Ahırıl-emir, hiçbir fayda tapmagaç, hekim ve tabiplardan künili suvınıp, allahi tegale üzi birmese, mehluk ni kılsın. Biraza zaman bu fikir ilen kaldı. Ravi eytir: bu padişahnın seherden tışra bir bakçası bar idi, şundaym dilkeşad bakça idi kim, eğer de içine künili sınık ve kaygılı adem kirşe, şul zaman şadman ulıp, kayguları kuvamçka almaşmır idi. Bu padişahnın herkayçan küniline kaygu ve tarlık kilse, ul bakçaga kilip, seyir ve tamaşa kılıp, künilin açıp kiter idi. Künnerde bir kün padişanın küniline bala sevdasi kilip, utırmaga ve turırga tekati kalmadı. Şul zaman kiyimnerin almaştırıp, 501 vezirin yanma alıp, küçelerni akrmlap seyir kılıp kilgende kürdiler kim, bir derviş huş avaz ilen kıçkırıp eytir ki: -Herkim mina min altın sedaka ihsan kılsa, huday tebareke ve tegale ul kimsenin künilinde ni maksudı bulsa da birir, - dip. Padişah vezirine karap eytti: -Bu kader hekimnerge ve tabiplarga sansız altın sarıf kılıp, bir faydasını tapmadım. Elbette, bu dervişler arasında sahibi nefes evliyeler küp bulır. Bu dervişke min altın birip, dugasım alıym, belki, dugası kabul bula turgan kimsedir. Allahi tebareke ve tegale mina bir ferzend ruzi kılsa, min altın tügil, belki bütin sultanetim birsem kirektir, - didi. Hem min altın çıgarıp dervişke birdi. Derviş, alıp: - Huday tegale muradınnı birsin, - didi. Annan kitip, bakça tarafına biraz seyir kılıp, bakçaga kirdiler. Bakça içinde seyran kılıp yürip, bir agaçnm yanına kildiler. Kürdiler kim, ağaç karşısında nak kiyimner kiymiş, yanma birniçe kitap ve kara savıtlar kuymış bir derviş utırır. Hiçkimge karamıy yazı yazar. Padişah ul dervişni kûrgeç, derhal at sikirtip, yanma barıp eytti: - İy derviş, kim sin? Ve bu kitapların nidir? Ni hünerin bardır? Mina heber birgil, - didi. Derviş süzge kilip eytti: - Min rumallar ustazımın, giyimi remilni yahşi bilemin ve hertürli nerselerden heber biremin, bütin hünerlerim küptir, - didi. Padişah eytti: - Minim kümümde bir niyetim bardır. Eğer de şul niyetimni bilsen, gıylimlikte kamil ikenifi ras bulır, - didi. Mviyân-ı âsâr ve nâkilân-ı dürr-i nisâr şöyle rivayet ve böyle hikayet kılarlar ki, zaman-t evvelde bir ulu ve meşhur padişah var idi. Malı, hazinesi ve askeri pek çok idi, bunca saltanattık ile dünyada hiçbir şeye ihtiyacı yok idi. Lâkin dünyada ne kız ne oğlan çocuğu var idi. Bu sebeple, daima gönlüne biraz kaygı ve sıkıntı gelir idi. Hangi vilayette ve şehirde tecrübeli hekim ve ustanın tabip olduğunu işitse, elçiler, sayısız altınlar ve gümüşler gönderip getirtir idi. Türlü türlü macunlar ve devalar yaptırıp yer idi. Ahirü'l-emir hiçbir fayda bulmayınca, hekim ve tabiplerden gönlü soğumuş; Allahü Teala kendisi vermezse mahluk ne yapsın. Bir zaman bu fikir ile kaldı. Davi der: Bu padişahın şehir dışında bir bahçesi var idi, öylesine dil-küşad bahçe idi ki, eğer içine gönlü kırık ve kaygılı bir insan girse, o an şadıman olup kaygıları sevince dönüşür idi. Bu padişahın ne zaman gönlüne kaygı ve darlık gelse, o bahçeye gelip seyir ve temaşa kılarak ferahlayıp gider idi. Günlerden bir gün padişahın gönlüne çocuk sevdası gelince oturmaya ve kalkmaya takati kalmadı. O zaman giysilerini değiştirdi. Vezirini yanına alarak, sokakları yavaşça geçip giderken gördüler ki, bir derviş hoş avaz ile bağırarak der ki: - Kim bana bin altın sadaka ihsan kılarsa, Hüdayı Tebareke ve Teala, o kimsenin gönlünde ne maksadı varsa verir, demiş. Padişah vezirine bakıp dedi: - Bu kadar hekimlere ve tabiplere sayısız altın sarf ettim ve faydasını bulmadım. Elbette, bu dervişler arasında sahib-i nefes evliyalar çok olur. Bu dervişe bin altın verip duasını alayım, belki duası kabul olan biridir. Allahü Tebareke ve Teala bana bir çocuk verse benim altın değil, belki bütün saltanatımı vermem gerekir, dedi ve bin altın çıkarıp dervişe verdi. Derviş, alıp: - Huda-yı Teala muradını versin, dedi. Oradan giderek bahçe tarafını biraz seyredip, bahçeye girdiler. Bahçe içinde seyran kılıp yürüyeler, bir ağacın yanına geldiler. Gördüler ki, ağaç karşısında pak giysiler giymiş, yanına birkaç kitap ve mürekkep hokkası koymuş bir derviş oturur. Hiç kimseye bakmadan yazı yazar. Padişah, o dervişi görünce, derhal atını seğirtip yanına giderek dedi: - Ey derviş, kimsin? Ve bu kitapların nedir? Ne hünerin vardır? Bana haber ver, dedi. Derviş söze gelip dedi: - Ben fal üstadıyım, ilm-i remili iyi biliyorum ve her şeyden haber veriyorum, başka hünerlerim de çoktur, dedi. Padişah dedi: - Benim gönlümde bir niyetim vardır. Eğer bu niyetimi bilirsen ilimde kâmil olduğun ispatlanır, dedi. Derviş kulındagı kalemin padişahka sunıp eytti: -İy adem, uşbu kalemni tutıp, künilindegi sirinni uy la. Gıylimliknin tilevi buymça niler zahir bulır, - didi. Padişah, kalemni kulma alıp, minim hiç balam bulır mı ya yukmı, dip küniline kitirdi. Vezirnin hem ferzendi yuk idi. Ul hem uşbunın kibi uyladı. Kalemni dervişke birdiler. Derviş, kalemni alıp, nuktalar sugıp, remil kagıydesinçe ezdadi erbaganın birsin birsine sugıp niyetlerin çıgardı. Kürdi kim, bu niyet iyelerinin birsi padişah ve birsi vezir imiş. Her ikisi bala üçin niyet kılmışlar. Derviş eytti: - Bildim ki, biriniz padişah ve biriniz vezir, her ikiniz bala üçin niyet kılmışsız, - didi. - Emma, iy padişah sinin bir kız balan bulıp, vezirnin ir balası bulır (elgıylmi gıyndi allahi tegale), - didi. Künilinnen eytti kim, bu derviş bikyer kişi tügildir. Munın kulın übiym dip, dervişnin kulların üpti, dervişke eytti: - Sebep bulsa indi sizden bulır, - didi. Derviş, kuyınınnan bir alma çıgarıp, dugalar ukıp ürdi hem. Tırnak birlen almanın tap urtasınnan bülip, yarımın padişahka, yarımın vezirge birip, eytti: - İy padişahım, bir balan ulır. Eğer kız bala bulsa isimin Zühre kuyarsız. Annan sun vezirge eytti: -Sin hem uşbu tarıyka... kılasın, inşa allahi tegale, bir balan bulır. Eğer ir bulsa isimin Tahir kuyasın, hem bularnı bir-birinnen ayırmıy, ikisin bir cirde terbiyelep üstiresiz, hem bular üsip baliğ bulgannarında allahi tegalenin fermanı birle kızınnı Tahirge biresin, - didi. - Eğer de bir-birinnen ayırsanız, başlarına Ferhad ilen Şirin, Leyli ilen Mecnun, Arzu ile Kanber, Vamik ilen Garer, Vaka ilen Gülşah başlarına kilgen heller şikilli gacep heller kilip, kıyametkeçe tillerde hikeyet ulıp süylenir, - didi. Annan sun padişa, vezirine karap, tefekkirde kaldı. Şul segat kuyınına kulın tıgıp, dervişke min altın birmekçi bulıp turganda, kürdiler: derviş gaib bulgan, cirlerinnen çiller işer. Derviş kaçmış dip, vezir bilen bakçanı birniçe mertebe evlenip aktarıp izlediler. Dervişnin eseri de yuk, tan gaceyipke kalıp, bakçadan çıgıp tugrı padişanın sarayına kildiler. Ahşam citkeç, padişa ilen vezir ul almalarm asap... irtegisi kün padişanın hatim ilen vezir harını hamile bulıp, tugız ay un kün temam bulganda padişanıfi kız balası dünyaga kildi, isimini Zühre kuştı. Vakit citip vezirnin bir ir balası dünyaga kildi, isimini Tahir kuydılar. Bularga pakize cariyeler tegayın kılıp, bir cirde terbiyelep üstirdiler. Çün bular ilişer yeşlerine kirdiler, bir-birsin kürmeseler, tegerip yıglar irdiler. Bir cirde uynap yuvanır idiler. Bular biş-altı yeşlerine kirgeç, padişah bu ikisini millaga birip ukıta başladı. Bir-birsin karindeş dip Derviş elindeki kalemi padişaha uzatarak dedi: - Ey âdem, işbu kalemi tutup gönlündeki sırrı düşün. İlimin dileğine göre neler zahir olur, dedi Padişah, kalemi eline alarak benim hiç çocuğum olur mu, diye düşündü. Vezirin de çocuğu yoktu. O da öteki gibi düşündü. Kalemi dervişe verdiler. Derviş, kalemi alıp noktalar koyarak remil kaidesine göre azâd-ı erbaayı birbirine vurarak niyetlerini çıkardı. Gördü ki, bu niyet sahiplerinin birisi padişah ve birisi vezir imiş, her ikisi de çocuk için niyet kılmışlar. Derviş dedi: Bildim ki, biriniz padişah ve biriniz vezir, her ikiniz de çocuk için niyet kılmışsınız, dedi. - Ama, ey padişah senin bir kız çocuğun, vezirin ise erkek çocuğu olur (elilmî indi Allahü Teala), dedi. İçinden dedi ki, bu derviş boş kişi değildir, bunun elini öpeyim deyip dervişin ellerini öptü, dervişe dedi: - Sebep olursa artık sizden olur, dedi. Derviş koynundan bir elma çıkarıp dualar okuyup üfleyerek ve tırnak ile elmanın tam ortasından bölerek yansını padişaha yansını vezire verip dedi: -Ey padişahım, bir çocuğun olacak. Eğer kız olursa adını Zühre koyarsın. . Ondan sonra vezire dedi: - Sen ve işbu, şu şekilde... kılasın, inşallah Teala bir çocuğun olur. Eğer erkek olursa, ismini Tahir koyasın ve bunları birbirinden ayırmadan, ikisini bir yerde terbiye edip büyütesin ve bunlar büyüyüp baliğ olduklarında Allaü Tealanın fermanı ile kızını Tahir'e veresin, dedi. Eğer birbirinden ayırırsanız başlarına Ferhad ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Arzu ile Kanber, Vamık ile Garer, Vaka ile Gülşah'in başlarına gelen haller gibi acayip haller gelerek kıyamete kadar dillerde hikâye olup söylenir, dedi. Ondan sonra padişah vezirine bakarak tefekkürde kaldı. O an koynuna elini sokup dervişe bin altın verecek olduğunda gördüler ki derviş kaybolmuş, yerinde yeller eser. Derviş kaçmış diyerek vezir ile bahçeyi birkaç defa dolaşıp aradılar. Dervişin eseri bile yok, hayretler içinde kalarak bahçeden çıkıp doğru padişahın sarayına geldiler. Akşam olunca padişah ile vezir o elmaları yedi. Ertesi gün padişahın hatunu ile vezirin hatunu hamile kaldı. Dokuz ay on gün tamam olunca padişahın kız çocuğu dünyaya geldi, ismini Zühre koydu. Vakit gelince vezirin bir erkek çocuğu dünyaya geldi, ismini Tahir koydular. Bunlar için genç ve Dürüst cariyeler tayin ederek bir yerde terbiye edip büyüttüler. Bunlar ikişer yaşlarına geldiklerinde birbirlerini görmeseler debelenip ağlar idiler. Aynı yerde oynayıp yıkanırlardı. Bunlar beş altı yaşlarına bilir idiler, her kün üç mertebe millaga barıp, ukıp kilip yürdiler. Bular şundayın gakıllı ve firasetli idiler, gakıllarınnan hezret hem gaciz bulır idi. Bu tarika yürip, bular unar yeşlerine kirdiler. Evvel Zührenin mehebbeti Tahirga tüşti. Eğer güzelliklerin beyan kılsak bu kitap kaderi dehi bir kitapnı galehide yazsak kirek. Elkıyssa, Zührenin gıyşkı künnen-kün ziade ulıp, sabır kıla almadı. Birkün Tahir uykuda yatır iken, Zühre mum kürip, imdi fursad vakit taptım dip, Tahirnin agızmnan übip, buseler aldı. Ul segat Tahir uyganıp kürdi ki, Zühre üzinifi güzellik bustanınnan miyve ve çeçekler üzmeğe ve tiyirmege kilip turmış. Annan Zührege karap eytti: - İy uyatsız kız, min sinin kardeşinmin, bu kılgan işlerin uyat tügilmi? - dip, Zühreni şiltelep, katı süzler eytti. Zühre, birniçe kün üpkelep millaga yalgız barıp ukıy başladı. Elkıyssa, Zührenin şulkader mehebbeti arttı kim, namus ve ihtiyar kulmnan kitti ve kündiz Tahirge tınıçlık birmes buldı. Nikader ulsa da, asla yüzine karamas idi, bu minim karindeşimdir dip bilir idi. Yene bir kün Tahir yuklar idi, Zühre yana kilip agızmnan buseler aldı. Uyganıp: -İy edepsiz kız, sinin edepsizliğin, - dip açıyglanıp, Zührege kul uzattı. Zühre ul kiçe, kündiz uyku almay, aş içmey hak tegalege zarilık kılıp ayganı: - Perverdikyer rehima, kudretin kin, hudaya, Min biçara kulma rehim kılsan, hudaya. Tahircannın hesretin bar kılıp sen, hudaya; Açık yüzin kürmege zar kılıp sen, hudaya. Mehebbetim yarasın birsen iken, hudaya, Gıyşık utın Tahir hem kürse iken, hudaya. Gıyşkım çigip kürmese, ul kaderimni bilmestir; Gaşıyklarnın süzini kulağına ilmestir. Andıyn sun hak tegale Zührenin dugasmı kabul kılıp, Tahirda gıyşık utı zahir buldı, Zührege kündin-künge süzler eytmege başladı. Zühre munı bilgeç Tahirge naz kılıp katı süzler eyte başladı. Yigitlerge meglümdir, eğer de hatm-kız cemegati yiğitler tarafınnan zerrece mehebbet sizmiş ulsalar, kendilerini nazga çigip, derdimend yigitlerni harap iterler. Elkıyssa, Tahir, gıyşkmın katılıgınnan, yürgen- utırgan cirin bilmes idi. Bu hel üzerine biraz kün ütti. Ravi şundag rivayat kılır ki, Zührenin seheri tısında bir çişme bar idi. Ve ul cismenin yanında bir bakçası bar idi - tiller vasfında gaciz idi, ve ul bakçanın içinde bir saray bar idi - kararga küzler kamaşır idi, rum ve hind ustaları bina kılmış idi. Bir kün Zührenin canı tarıgıp, ul bakçadagı saraymn çarlagına minip, suga karşı utırdı. Emma Tahir girince, padişah bu ikisini mollaya verip okutmaya başladı. Birbirlerini kardeş diye bilirlerdi, her gün üç defa mollaya giderek okuyup geldiler. Bunlar, öylesine akıllı ve zeki idiler ki, akıllarından molla hazretleri bile acze düşerdi. Böylece, bunlar onar yaşlarına girdiler. Önce Zühre'nin muhabbeti Tahir'e düştü. Eğer güzelliklerini beyan kılsak, bu kitap kadar bir kitap daha yazmamız gerekir. El-kıssa; Zöhre'nin aşkı günden güne fazlalaşarak sabredemedi. Bir gün Tahir uykuda yatarken, Zühre bunu görüp şimdi fırsat buldum deyip Tahir'in ağzından öperek buseler aldı. O sırada Tahir uyanıp gördü ki, Zühre kendisinin güzellik bostanından meyve ve çiçekler koparmaya ve dermeye gelmiş. Sonra Zühre'ye bakıp dedi: - Ey utanmaz kız, ben senin kardeşinim, bu yaptıkların ayıp değil mi:, deyip Zühre'ye kızıp, sert sözler söyledi. Zühre öfkelenerek birkaç gün mollaya yalnız başına gidip okudu. El-kıssa, Zühre'nin muhabbeti o kadar arttı ki, namus ve irade elinden gitti ve gün boyu Tahir'e rahat veremez oldu. Ne olursa olsun, asla yüzüne bakmaz idi, bu benim kardeşimdir diye bilir idi. Yine bir gün Tahir uyuyor idi, Zühre yine gelip ağzından buseler aldı. Uyanıp: - Ey edepsiz kız, senin edepsizliğin, diye kızıp Zühre ye tokat attı. Zühre gece gündüz uyumadan, yeyip içmeden Hak tealaya yalvarıp dedi ki: - Ey perverdigâr rahim, gücün büyük, ey Huda, Ben biçare kuluna merhamet et, ey Huda, Tahircanın hasretini var kılmışsın, eyHuda, Aydınlık yüzünü görmek için yalvarıp sen Huda 'ya Muhabbetimin yarasını verseymişsin, ey Huda, Aşk ataşini Tahir de görse imiş, ey Huda Aşkımı çekip görmezse, o değerimi bilmez; Aşıkların sözüne kulağını asmaz. Ondan sonra Hak teala Zühre'nin duasını kabul ederek, Tahir'de aşk ateşi zahir oldu, Zühre'ye her gün söz söylemeye başladı. Zühre, bunu öğrenince Tahir'e naz ederek ağır sözler söyledi. Erkekler için malumdur, eğer hanımlar erkeklerden zerre kadar muhabbet sezmişlerse, kendilerini naza çekip dertli erkekleri harap ederler. El-kıssa, Tahir aşkının derinliğinden yürüdüğü oturduğu yeri bilmez idi. Bu halin üzerinden birkaç gün geçti. Râvî şöyle rivayet eder ki, Zühre'nin şehri dışında birpınar var idi. Ve bu pınarın yanında bir bahçe var idi, diller bunun vasfında aciz kalırdı, ve bu bahçenin içinde bir saray var idi, bakınca gözler kamaşır idi, burayı Rum ve Hind ustaları bina etmiş idi. Bir gün Zühre'nin canı sıkılınca o bahçedeki sarayın çatısına çıkıp suya karşı oturdu. Fakat Tahir bunu anlamış idi. mum tuymış idi. Ul dehi artırman kilip Zührenin karşısına utırdı. Emma Tahir ul kün üzi vezir uglı ikenliginnen heber almış idi, Zührenin hem padişah kızı ikenligin bilgen idi. Zühre künilinnen eytti, bu Tahir minim karşndeş tügil ikenimni bildimi, bilmedimi dip, sınamak üçin Tahirga bir beyit ayganı: - Sirim ilen sirdeş sen, yulım ilen yuldaş sen; Kulın minnen al, Tahir, sin mina karindeş sen. Tahir karşı cavap ayganı: - Sir ilen sirdeşim sin, yul ilen yuldaşım sin, Min vezirnin ugılımın, sin nindi kardeşim sin? Andıym sun Zühre bir şigır eytti: - Tekdir citip, süyipmin, küp beyitler süylepmin, Hur kızınnan güzelni sukkanına küyipmin. Tahir cavap birdi: - Küp günahnı kılıpmın, indi aldına kilipmin, Canım süygen Zührecan, kiç, dip ümit kılıpmın. Zühre yene eytti: - Gaşıykım sin, Tahkim, megşukım sin, Tahkim, Cismim içinde - canım, kil, übişelim, Tahkim. Andıyın sun Tahir, turıp, Zührenin muyınına sarılıp, agızlarındıyn buseler aldı. Zühre dehi Tahirnin gülrühlerinnen legılleblerinnen sulı şeftalular aldı. Andıyn sun turıp, yene evvelgi saraylarına kildiler ve, evvelgi kibik millaga kitip ukıy başladılar. Emma fursat ve buş vakıtlarında buseler alışıp birbirlerine şigırler eytişirler idi. Çün bular unikişer yeşlerine kirdiler. Bularnı kürgen kişi yigirmişer yeşinde dip hıyal kılır idi. Bular ul kader güzel idi kim, bir kerre yüzlerin kürgen adem ah, dehi bir mertebe kürsem idi, dip zar çiger idi. Künnerde bir kün Tahir ile Zühre ikisi ul çişme yanındagı bakçaga kilip seyran kılıp, bir agaçnın külegesinde utırırlar. tizlerinin hellerine münasip şigırler süyleştiler. Evvel Tahir Zührege bir şigır aygandı: - Zühre. Minim hanım sin, cisim içinde hanım sin, Başım bilen hannarım kurban bulgan yarım sin. Zühre karşı cavap birdi: - Tahircan, sin imesmi? Min bir kulın imesmi? Candıyn tatlı bulgan sun, hiç can sini süymesmi? Andıyn sun Tahir Zührege eytti: -İy minim Zührem, eğer de min dünyada sizden gayrı yar süysem, üyime citmeyin, eğer de siz de bizden büten yar süyseniz, hak tebareke ve tegaleden tileymen ki, siz şul segatte helak bulasız, - didi. Zühre Tahirden bu süzlerni işitip, Tahkge eytti: -İy minim can yarım, eğer sinnen büten yar süysem ve gayrige künil birsem, muradıma citmeyim, - didi. - Eğer atam mini gayri kişige kasd kılsa, üzimni helak kılırmm, - dip, kavli karar ve vidag kılıştılar, ve antlar itip bir-birsin ışandırdılar. Annan sun bir-birsine sarılışıp buse alıştılar ve bir-birsine vegdege münasip ve muvafik şigırler eytiştiler. O da arkasından gidip Zühre'nin karşısına oturdu. Ama Tahir o gün kendisinin vezir oğlu olduğunu haber almış, Zühre'nin de padişah kızı olduğunu öğrenmiş idi. Zühre, içinden, Tahir benim kardeşim olmadığını anladı mı, anlamadı mı diyerek, sınamak için Tahir'e bir beyit söyledi: . . - Sırrım ile sırdaşsın, yolum ile yoldaşsın; Elini benden çek, Tahir, sen bana kardeşsin. Tahir cevap verdi: - Takdir yetmiş, sevmişim, çok beyitler demişim, Huri kızından güzele vurduğuna yanmışım. Tahir cevap verdi: - Çok günaha girmişim, şimdi karşına gelmişim, Canım, sevgili Zührecan, affet, diye ümit etmişim. Zühre yine söyledi-Aşığımsın, Tahirim, maşuğumsun, Tahirim, Bedenim içinde canımsın, gel, öpüşelim, Tahirim. Ondan sonra Tahir kalkıp Zühre'nin boynuna sarılarak ağzından buseler aldı. Zühre de Tahir'in gül yanaklarını, yakut gibi kızıl dudaklarını emerek öptü. Ondan sonra kalkıp yine eski saraylarına gittiler ve eskisi gibi mollaya gidip okudular. Ama fırsat bulduklarında ve boş vakitlerinde öpüşüp birbirlerine şiir söylerlerdi.. Onikişer yaşlarına geldiklerinde bunları gören yirmişer yaşlarında sanırdı. Bunlar o kadar güzeldi ki, bir kere yüzlerini gören, ah bir kere daha görsem diye iç çeker idi. Günlerden bir gün Tahir ile Zühre o pınarın yanındaki bahçeye gidip seyran kılarak bir ağacın gölgesinde oturdular. Kendi hallerine münasip şiirler söylediler. Önce Tahir'in Zühre'ye söylediği bir şiir: - Zühre, benim hanımsın, bedenim içinde canımsın, Başım ile canımın kurban olduğu yarimsin. Zühre cevap verdi: Tahircan, sen değil mi: Ben bir kulun... değil mi: Candan tatlı olunca, hiç can seni sevmez mi? Ondan sonra Tahir Zühre'ye söyledi: Ey benim Zührem, eğer ben dünyada senden başka yar seversem, evime ulaşmayayım; eğer sen benden başka yar seversen Hak tebareke ve tealadan diliyorum ki, o saat helak olasın, dedi. Zühre Tahir'den bu sözleri işitip Tahir'e dedi: - Ey benim can yarim, eğer senden başka yar seversem ve başkasına gönül verirsem, muradıma ermeyeyim, dedi. Eğer babam beni başka kişiye vermeye niyet ederse, kendimi öldürürüm, diye söz verip vedalaştılar ve yeminler edip birbirlerini inandırdılar. Daha sonra birbirlerine sarılıp öpüştüler. Vadeye ' münasip ve muavafık şiirler söylediler. Zühre bu şigırni eytti: - Tahir, kara kaşifini, biçara kıldın başımnı, Kaytasım yuk vegdeden, darga askanda başımnı. Tahir cavap birdi: - Tahir digen ismim bar, pak kümiştey cismim bar Başım kisseft, vegdeden kaytmıy turgan işim bar. Andıyn sun ul bakçadan turıp, evvelgi sarayga kilip, yene evvelgidey yazarga başladılar. Birniçe kün bu hel ilen kaldılar. Elkıyssa, Tahirnin gıyşkı künnen künge artıp, bir kün kürdi kim, bir ustad ve uymçı adem saz ve surnay uynıy. Tahir, bu avaznı işitip, gıyşıkları yafiarıp, bik eserlendi. Bu ustaddan saz ve surnay tartmaknı üyrenmge kasd kıldı. Tahir, bu uyınçıdan birniçe ay üyrenip, uyınga bik usta buldı. Zühre, Tahirnin üyrengenin kürip, seherden bik usta uymçı hatın aldırıp, ul hem birniçe ayda üyrenip çitti. Bular bir-birsine karşıga karşı beyitler ve şigırler süyleşir irdiler. Bu ikisi saz ve surnay çalmakta şulkader mahir uldılar, hetta ul zamanda alardan usta uyınçı bulmadı. Bu ikisi bir kün karşılaşıp surnay uynap utırganda, Tahirnin gıyşkı kuvetlenip Zührege gıyşık tarafınnan şigır eytti: -Hakikat yar sin, Zührecan, zülfidar sin, Zührecan; Sabırım bilen kararım sin alıpsın, Zührecan. Zühre karşı cavap birdi: - Surnay tutıp uynavm gakıllarım alıptır; Küzlerin tigip karavın sünmes utlar saliptir. Tahir karşı süyledi: -Gıyşkmnan serap içipmin, can sürmeden kiçipmin; Kürsem yüzin, kan bilen yeş aralaş saçipmin. Aldı Zühre: -Rühleri gül Tahir sen, legıldey meyil Tahir sen; Küzden akkan yeşlerim mihirban kıl, Tahir sen. Aldı Tahir: - Zühre, rühlerin güldey, Tahir ana bılbılday, . Kara zülfin, Zührecan, kar üstinde sünbildey. Aldı Zühre: - Sen kardeşsin yeşimde, gıyşkıft utı başımda, Kündiz uyım sin idin, kiçte kürdim tüşimde. AldıTahir: Ahu nerkis küzim sin, "can-can" digen süzim sin, Cihan içre mislin yuk, firdeviste hurim sin. Aldı Zühre: -Kaygıdan derya tavıpmm, kime yasap salıpmın, Rehim kılsan, Tahirim, çarasızday kalıpmın. Aldı Tahir: Zühre şu şiiri söyledi: - Tahir, kara kaşınla, biçare kıldın başımı, Dönesim yok vadeden, darağacına assan da başımı. Tahir cevap verdi: - Tahir diye ismim var, pak gümüş gibi cismim var, Başımı kessen, vadeden dönmeyen işim var. Ondan sonra bahçeden kalkıp, saraylarına gidip yine eskisi gibi yazmaya başladılar. Birkaç gün bu hal ile kaldılar. El-kıssa, Tahir'in aşkı günden güne artmış. Bir gün usta bir sanatkarın saz ve zurna çaldığını gördü. Tahir, bu sesi işitince aşkları aklına gelip pek heyecanlandı. Bu ustadan saz ve zurna çalmayı öğrenmek istedi. Tahir, bu sanatçıdan birkaç ay ders alıp çok ustalaştı. Zühre, Tahir'in ders aldığını görerek şehirden usta bir sanatçı hatun getirtip, o da birkaç ayda bu işi öğreniverdi. Bunlar, birbirlerine karşılıklı beyitler ve şiirler söylerlerdi. Bu ikisi saz ve zurna çalmada o kadar mahir oldular ki, o devirde onlardan üstün sanatçı çıkmadı. Bu ikisi bir gün buluşup zurna çalıp otururlarken Tahir'in aşkı kuvvetlenip Zühre'ye aşka dair bir şiir söyledi: -Hakikatli yarsın Zührecan, kıvırcık saçlısın Zührecan; Sabrım ile kararımı sen almışsın, Zührecan. Zühre cevap verdi: Zurna tutup çalışın aklımı almıştır; Gözlerini dikip bakışın sönmez ateşler yakmıştır. Tahir karşılık verdi: Aşkından şarap içmişim, ömür sürmeden geçmişim; Görsem yüzünü, kan ile yaş karışık saçmışım. Aldı Zühre: Yanakları gül Tahir sen, yaku ta benzer Tahir sen, Gözden akan yaşlarıma merhamet et, Tahir sen Aldı Tahir: Zühre, yanakların gül gibi, Tahir ona bülbül gibi Kara zülfün, Zührecan, kar üstünde sümbül gibi. AldıZühre: Sen kardeşim yaşında,aşkın ateşi başımda, Gündüz düşüncem sen idin, gece gördüm düşümde. Aldı Tahir: Ahu nergis gözlüm sen, "can-can " diyen sözüm sen, Cihan içre mislin yok,firdevste hurim sen. Aldı Zühre: Kaygıdan derya bulmuşum, gemi yapıp salmışım, Rahim kusan, tahirim, çaresizce kalmışım. Aldı Tahir: - Şahzadedey tugandır, gakılım temam algandır, Sin min yese dünyada, Tahir sina kurbandır. Aldı Zühre: - Sin huplarga sultan sin, hurlar ile gıylman sin, Firakında Zühreni ültirme: müsilman sin. Aldı Tahir: - Mina bir yul ittin sin, küz yeşim kül ittin sin, Bulmas idim sina kul, biraz sabır ittin sin. Aldı Zühre: - Mifi naz ilen mahirsin, kara küzim, Tahir sin, Yakma firkat utına, ahu küzim, Tahir sin. Aldı Tahir: - Künilime yara itkenifi, kayda çara itkeniü, Mehrin kilip helime kayda çara itkenifi? Aldı Zühre: -Tahir canım, sultanım canım kılsam kurbanım, Ülsem gıyşkıfi yulında, şuldır sina dermanım. Elkıyssa, mundıyn sun Zühre birle Tahir, birbirine sarılıp, kucaklaşıp yıglaştılar. Bunlarmn mehebbetlerinde hiç kimçilik yuk idi. Andıyn sun ayırılışıp, nerkis küzlerinnen gül yüzlerine yeşler ağıp, gakıl kite yazıp, Tahirge Zühre bu şigırni eytti: - Al kitken sen buymça, seyran kılıyk tuygança, Gakılım heyran ulgandır, firak süzin tuygança. Karşısına Tahir eytti: - Firkat uttan tav iken, ul tav mini zar itken, Her kuşılmak surunda bir ayırılmak bar iken. Andıyn sun bular bir-birsine dehi sarılışıp ve kucaklaşıp yıglaştılar. Emma niden yıglagannarm üzleri hem bilmes idiler. Hasıyli kelam, süzni kıska kılıyk biraz keyif kurıyk. Bular unbişer yeşlerine kirdiler. Yeşleri artkanınça, mehebbetleri hem arttı. Emma sizler kıyssanı bu taraftan tmlafiız. Elkıyssa, raviler andag rivayat kılırlar ki, ul padişahnın bir garip kul hizmetkeri bar idi, buzıklıkka gayet meyil kılguçı herıys melgun idi. Tahir ile Zührenin bir-birine mehebbet itip karşulık şigır eytkennerin biraz tuymış idi. Şul zaman hesud tamırları kuzgalıp, künilinnen eytti ki, bunlarm yahşılap küzetip han birle hanımga garız kılamın, didi. Emma birkün Tahir ile Zühre bakçaga kitmekçi buldılar. Garip bularnı kürip tiz zaman yeşirinip, bulardan evvel bakçaga kirip bir kuyı yafraklı agaçnıfi başına minip pusıp utırdıç bir zamannan sun Tahir ile Zühre bakçaga kirip, hikmeti huda ul garip puskan agaçnın tübine kilip ultırdılar ve birbirine mehebbetlerin garız kıylıp küp şigırler süyleşip, begde turıp sarayga kildiler. Bu melgun garip, bu hellerni kürgeç, irinin tişlep hanımga yügirip barıp, Tahir ile Zührenin bir-birine eytken mehebbetlerini beyan kılıp garız kıyldı: Şehzade gibi doğandır, aklımı tamam alandır, Sen bin yaşa dünyada, Tahir sana kurbandır. Aldı Zühre: Sen güzellere sultan sen, huriler ilegılman sen, Firakında Zühre'yi öldürme; Müslüman sen. Aldı Tahir: Bana bir yol ettin sen, göz yaşımı göl ettin sen, Olmaz idim sana kul, biraz sabrettin sen. Aldı Zühre: Bin naz ile mahir sen, kara gözlüm, Tahir sen, Yakma ayrılık ateşini, ahu gözlüm, Tahir sen. Aldı Tahir: Gönlüne yara açtığın, hani çare ettiğin, Mehrin gelip halime hani çare ettiğin: Aldı Zühre: Tahir canım, sultanım, canımı kılsam kurbanım, Ölsem aşkının yolunda, budur sana dermanım. El-kıssa, bundan sonra Zühre ile Tahir birbirlerine sarılıp kucaklaşıp ağlaştılar. Bunların muhabbetlerinde hiç kötülük yok idi. Ondan sonra ayrılarak, nergis gözlerinden gül yüzlerinden yaşlar akarak, akılları gideyazıp Tahir'e Zühre şu şiiri söyledi: İleri gitmişsin boyunca, seyran kılalım doyunca, Aklım hayran olmuştur, firak sözün duyunca. Tahir karşılık verdi: Ayrılık ateşten dağ imiş, o dağ beni zar etmiş, Her kavuşma sonunda bir ayrılma var imiş. Ondan sonra bunlar birbirlerine yine sarılıp ve kucaklaşıp ağlaştılar. Ama neden ağladıklarını kendileri de bilmez idi. Hasıl-ı kelam, sözü kısa keselim, biraz keyij sürelim. Bunlar onbeşer yaşlarına girdiler. Yaşlan arttıkça muhabbetleri de arttı. Ama sizler kıssayı bu taraftan dinleyin. El-kıssa, ravîler şöyle rivayet kılarlar ki, padişahın bir Arap köle hizmetkârı var idi, kötülüğe son derece meyil olan alçak bir melun idi. Tahir ile Zühre'nin birbirlerine muhabbet edip karşılıklı şiir söylediklerini biraz duymuş idi. O zaman kıskançlık damarları kabararak, İçinden dedi ki, bunları iyice gözetleyip han ile hanıma arz edeyim, dedi. Bir gün Tahir ile Zühre bahçeye gitmeye niyet ettiler. Arap bunları görerek hemen gizlendi. Bunlardan evvel bahçeye girerek sık yapraklı bir ağacını tepesine çıkıp sinsice oturdu. Bir zaman sonra Tahir ile Zühre, bahçeye girerek, hikmet-i Huda, o Arabın gizlendiği ağacın dibine oturdular ve birbirlerine muhabbetlerini arz edip bir çok şiir söyleydiler. Sonra kalkıp saraya geldiler. Bu melun Arap, bu halleri görünce dudaklarını ısırarak hanıma koşa koşa gidip Tahir ile Zühre'nin birbirlerine söylediği muhabbetlerini beyan kılıp arz etti: - Teksıyr hanım, sizlerge min bir süzim eyteyim, Bir sirimni sizlerden ayap saklap kaytayın. Yalgan kibi süzimiz, kılak salıp hırınız, Tahir bilen bakçada uynap kaldı kızınız. Kızganam min üzinni, canday kürgen kızınnı, Hürmetlegen Tahirin azdırıpdi kızınnı, Teksıyr, kızın azıpdi, tugrı yuldan yazıpdi, Tugrı digen Tahirifi yaman uylar salıpdi, Küniligizge yaksa da, Altın saray bakçada, Küp azgınlık bar iken Tahir bilen hançada. Kucaklaştı ikevi, muymlaştı ikevi, Avızlaşıp übişip, küp uynaştı ikevi. Sizdey hanım kızına kuzin salmas bulırmı? Hıyanetçi kulma ceza kıyılmas bulırmı? Elkıyssa, hanım, garepten mundıy süzlerni işitkeç bik açıyglanıp, şul zaman hanga barıp, garepten işitkenin bir-bir nekıyl eyledi. Işanmasafiız garepni huzurınızga çakırtıp şuranız, didi. Han şul zaman garep melgunni çakırtıp: - Tiz kürgeninni eyt, - didi. Garep melgun kürgenin bir,bir hanga gayan ve beyan eyledi. Arman sun han, fikirge tüşip, kızımnı Tahirge birsem kirek dip, tuy yarağın bilgirtip, hanımga karap eytti: - Bir uy kılsam kirektir, yurtım cıysam-kirektir, Kızım kuşıp Tahirge, tuyın kılsam kirektir. Altın saray tüzitip, gevher bilen bizetip, Uyınçılar uynatıp, tuyın kılsam kirektir. Altın üyler saldırıp, yurtım cıysam kirektir, Turgın atlas ceydirip, tuyın kılsam kirektir. Arab-şerab kaynatıp gevher bilen bizetip, Pehlivannar sıylatıp, tuyın kılsam kirektir. Min argamak caratıp, şahzadeler aldırıp, Uyınçılar suratıp, tuyın kılsam kirektir. Altın tirek cundırıp, asıl kuşlat kundırıp, Gevher kase sundırıp, tuyın kılsam kirektir. Hezinemni açtırıp, inci-mercen saçtırıp, Yük-yük biyüm arttırıp, indi kuşsam kirektir. . Vegdem küni citkendir, birir künim citkendir, Can kızımnm tuymı kürir künim citkendir. Elkıyssa, hanım, harman bu süzlerni işitip, süzine razıy bulmay hanga karap eytkeni: - Uyıfta künilim salmasının, süzine kulak salmasının, Munday tuylar kılganga hiç te razıy bulmasının. Hanlar başı bulsan da, kıznın cayın bilmiysin, Ulug sultan bulsan da, kız vayımm cıymıysın. Burmgı utken hanlardan, talay gaşıyk ballardan, Kiyev bulgan bar miken Tahirdayın cannardan. Ardaklagan yalgızm, küz üstinde bir kızın, Vezir zatka birirmi karap turgan bir kızın? Hanzadeler kilmiymi? Şahzadeler kilmiymi? Cidi ucmah hurıday nur yiğitler kilmiymi? İşitken can kulaktan bar da gıyşık tuta, diy; - Devletli hanım, sizlere ben bir sözüm söyleyeyim, Bir sırrımı sizlerden gizleyip saklamaktan vaz geçeyim. Yalan gibi sözümüz, kulak asıp durunuz, Tahir ile bahçede oynaşıp kaldı kızınız. Acımışım ben sana, can gibi gördüğün kızını Büyüttüğün Tahir'in azdırmıştır kızını, Ey devletli, kızın azmıştır, doğru yoldan çıkmıştır, Dürüst dediğin Tahir'in yaman fikirler salmıştır, Gönlünüzü yaksa da, Altın Saray bahçede, Çok azgınlık var imiş Tahir ile han kızında Kucaklaştı ikisi, sarmaştı ikisi, Dudak dudağa öpüşüp, çok oynaştı ikisi. Siz gibi hanım kızını gözetmez olur mu: Hain kuluna ceza kılmaz olur mu: El-kıssa, hanım, Arap'tan bu sözleri işitince pek öfkelenerek, o vakit hana gidip, Arap'tan işittiğini bir bir nakil eyledi. İnanmazsanız, Arabi huzuruna çağırtıp sorunuz, dedi. Han, o zaman Arap melunu çağırtıp: - Çabuk gördüğünü söyle, dedi. Arap melun gördüğünü bir bir hana bildirdi. Ondan sonra han, düşünceye dalarak kızımı Tahir'e versem gerek deyip düğünün faydasını bildirerek, hanıma bakıp dedi: Bir fikir kılsam gerektir, halkım toplasam gerektir, Kızımı verip Tahir'e, düğünün yapsam gerektir. Altın saray yaptırıp, cevher ile bezetip, Oyuncular oynatıp, düğünün yapsam gerektir. Altın evler kurdurup, halkım toplasam gerektir. İpek atlas yaydırıp, düğünün yapsam gerektir. İçecekler kaynatıp, cevher ile bezetip, Pehlivanlar ağırlayıp, düğünün yapsam gerektir . Bin küheylan besleyip şehzadeler aldırıp, Çalgıcılar çağırtıp, toyun yapsam gerektir. Altın kavak yontturup, asil kuşlar kondurup, Cevher kase sundurun, toyun yapsam gerektir. Hazinemi açtırıp, inci mercan saçtırıp, Gün gün bir attırıp, artık versem gerektir . Vadem günü gelmiştir, verme günü gelmiştir, Can kızımın toyunu görme günüm gelmiştir. El-kıssa, hanım, handan bu sözleri işitip, sözüne razı olmayınca, hana bakıp dedi ki - Fikrine gönlüm koymam, sözüne kulak açmam, Böyle düğünler yapmana hiç de razı olmam. Hanlar başı olsan da, kızın meselesini bilmezsin ı Ulu sultan olsan da, kız halini anlamazsın. Eski geçmiş hanlardan, pek çok aşık şiğitlerden Güveye olan var mıdır Tahir gibi canlardan. Kıymet vrediği biricik ele üstünde bir kızı, Vezir kişiye verir mi bakıp durduğu bir kızı: Hanzadeler gelmez mi: Şehzadeler gelmez mi : Yedi cennete hurisi gibi nur yiğitler gelmez mi: İşitmiş can kulaktan, hepsi de aşık olur, imiş Gayretinnen kurkıp ul şirin içte tuta, diy. Bu kizirinin gıyşkınnan barı da kan yuta, diy; Bu ni digen hurlıktır, bu ni digen zurlıktır, Vezir zatka kız birgen, bu ni digen hurlıktır. Vezir zatka kız birgen işitmedim, kürmedim, Kızım birip Tahirge, hanım bulıp yürgenim. Elkıyssa, han, hanımnan mundag süzlerni işitip, hanımnın küfüli yuklıgm bildi ve hanımga karap eytti: "Min, üz küzim birle kürmeyinçe, bu garepnifi süzine inanmasının", - dip. Garepke eytti: "Bular bakçaga kitken yakıtlarında mina kilip heber biresin, üz küzim birle küriym", - didi. Birniçe kün kiçkennen sun Tahir ile Zühre ul bakçaga sazların ve surnayların alıp kildiler ve bir agaçnın karşısında müsahebet itip yıglaştılar. Emma ul darep melgun bularnın. kitkenin kürmiş idi. Fursat tabip (meşhur süzdir: su tınar, tuşman tınmas), derhal barıp, padişahka garız kıyldı. Padişah, cirinnen turıp, hiçnersege karamıy tugrı ul bakçaga barıp, yırak cirden bularnı seyir ve tamaşa kılıp karap turdı. Emma bularnın dünyadan hiçbir heberleri yuk. Han kürdi kim, bular bir-birine gaceyip şigırler eytişirler. Emma hikmeti huda ul künni bular hiçbir buse alışmadılar. Can süzi ile Tahir Zührege eytkeni: - Atan padişah bulgandır, bak devleti tulgandır, Sizni bizge birmege şahım vegde kılgandır. Vegde kılgan künnerni kürir miken küzimiz, Hesret bilen, bulmasa, üter miken künimiz. Bu hesretim bitermi, vegde küni citermi? Ah-f eganım, bulmasa, gumirim buyı kitermi? Zühre Tahirge karşı bu şigırni eytti: - Hannar gakıl kura, diy, süzinde ras tura, diy, Tehtim birem, dişe de, vegdesinde tura, diy. Elkıyssa, bunlar bir-birsine vegdege muvafıyk beyitler ve şigırler eytiştiler. Meğer Tahir ul kiçte bir tüş kürmiş idi. Ul tüş bu idi kim, Tahir Zührege barır idi, Zühre hem Tahirge karşı kilir iken. Nagyeh kürdi kim, Zühre yanınnan bir kara it, Tahirge karşı kilip, Tahirnin yulm kamalap turdı. Emma Tahir ilgeri barmaga şul kader can küç ilen umtılıp karadı, hiçbir derman bulmadı. Tahir bu işke heyran bulıp turganda, bir urgaçı, ana it dehi peyda bulıp, bu ikisi Tahirge hemle kıldılar. Tahir, ahırıl-emir çarasın bulıp, kayırılıp kaçtı. Annar artırman kuydılar. Tahir bu helni kürip uyganıp kitti. Tüşni yurap bildi kim ayırılaçak kürinip. Şul tüşine muvafıyk kıylıp, Zührege bir şigır eytti: Nazmı Tahir: - Bügin bir tüş küripmin, heyran bulıp turıpmın, Altın saray içinde, zar-sergerdan yüripmin. Kudretinden korkup o sırrın içte tutar, imiş Bu kızının aşkından hepsi de kan yutar, imiş Bu nasıl kötülüktür, bu nasıl zorluktur, Vezir kişiye kız veren, bu nasıl kötülüktür. Vezir kişiye kız veren işitmedim, görmedim, Kızım verip Tahir 'e, hanım olup gittiğim. El-kıssa, han, hanımdan bu sözleri işitip, hanımın gönlünün olmadığını anladı ve hanıma bakıp dedi: "Ben, kendi gözüm ile görmeyince, bu Arabın sözüne inanmam" demiş. Araba dedi: "Bunlar bahçeye gittikleri vakit bana gelip haber veresin, kendi gözüm ile göreyim" dedi. Birkaç gün geçtikten sonra Tahir ile Zühre o bahçeye sazlarını ve zurnalarım alıp geldiler ve bir ağacın karşısında sohbet edip ağlaştılar. Ama o Arap melun bunların gittiğini görmüş idi. Fırsatı bulup (meşhur sözdür: Su uyur, düşman uyumaz), derhal gidip padişaha arz etti. Padişah yerinden kalkıp, hiçbir şeye bakmadan doğru o bahçeye giderek, uzak bir yerden bunları seyr ve etemaşa kılıp gözledi. Ama bunların dünyadan haberleri yok. Han gördü ki, bunlar birbirlerine güzel şiirler söylerler. Ama, hikmet-i Huda, o gün bunlar hiç öpüşmediler. Can sözü ile Tahir Zühre'ye söylediği: Baban padişah olmuştur, bak, devleti dolmuştur, Sizi bize vermeye şahım vaad etmiştir Vaad ettiği günleri görür mü ki gözümüz, Hasret ile acaba, geçer mi ki günümüz: Bu hasretim biter mi, cadegünü gelir mi: Ah u figanım, acaba, ömrüm boyu sürer mi Zühre Tahir'e karşı bu şiiri söyledi: Hanlar akıl kurar, derler, sözünde tam durur, derler, Tahtım vereyim, dese de, vadesinde durur, derler. El-kıssa, bunlar birbirlerine vadeye muafık beyitler ve şiirler söylediler. Meğer Tahir o gece bir düş görmüş idi. O düş şu idi ki, Tahir Zühre'ye gider idi, Zühre de Tahir'e doğru gelir imiş. Birden gördü ki, Zühre'nin yanından bir kara köpek, Tahir'e doğru gelerek, Tahir'in yolunu kesti. Tahir ileri gitmeye o kadar canla başla uğraştı, ama hiçbir derman bulamadı. Tahir bu işe şaşırıp kaldığında, bir dişi anne köpek daha peyda olup bu ikisi Tahir'e hücum ettiler Tahir, ahirü'l-emir çaresiz kalarak geri dönüp kaçtı. Onlar da ardından kovaladılar. Tahir bu hali görüp uyandı. Rüyayı yorup anladı ki, ayrılacak görünüyorlar. Bu rüyaya uydurup Zühre'ye bir şiir söyledi: Nazm-ı Tahir: Bugün bir düş görmüşüm, hayret edip kalkmışım, Altın saray içinde, zar-sergerdan gezmişim. . Zührecanga baram dip, yulga kadem salıpmın, İtler kilip kamalap, gaciz bulıp kalıpmm. İtler kilip kaşıma, kaygu saldı başıma; Yak-yagımnan kamalap, kasd kıldılar başıma. Kanca umtılıp karasam, bara almadım her yakka; İki it hemle kıladi bir yagımnan bir yakka. Elkıyssa, Zühre sultan, Tahirnin tüşin yurap, bir nazım ayganı: - Tahir, tüşin kara iken, müşkil işin bar iken, Garip başın kıyınlık kürir küni bar iken. Kürgen itin düşman ul, aramızga tuşken ul, İkimizni küzetip, küp sirlerni çişken ul. Sini minnen ayırır ul, kanatımnan kayırır ul, Munlı başlı garipke küp zulımnar kılır ul. Karşısına Tahir bir nazım eytti: - Firkat süzi artadi, tennerim ut tartadi, Gıyşık çili, bilmeymin, kay cirlerge atadi. Zühre yene eytti: -Künilim giryan ulgandır, ciğerim beryan ulgandır, Yalgan dünya, Tahirim, sinsiz haram ulgandır. Annan sufi bular turıp saraylarına revan uldılar, emma padişah bularnı karap turır idi. Bularnm bir-birsine rast mehebbetleri bulganın bilip, evvelgi vegdesi buyınça: - Zühreni Tahirge birsem kirektir, - didi hem, sarayına kilip, tuy-muy esbabın hezirletmege başladı. Emma Zührenin anasi hanım, padişahnın uym bilip mumn hilafına heyle izliy başladı. Meğer ul seherde bir sihirbaz ustad cadugir kurtka bar idi. Tiz zaman hanım ul kurtkanı çakırtıp kitirtti ve Tahir birle Zühre arasında bulgan mehebbetlerin bir-bir süyledi. Dehi padişahnın seyir kılıp bularnı kürgennerin, dehi Zühreni Tahirge birmek bulganın bir-bir süyledi ve eytti ki: - İy kurtka minim Zühreni Tahirge birirge hiç künilim yuktır. Amfi üçin minim kızım padişah kızıdır, şahzadelerge layıktır, ve bu Tahir - vezir uglı. Elbette sin bir gıylac kıl. Padişahnın Tahirden künili suvınıp birmestey bulsm, - dip, karçıkka küp niyaz kılıp, yüz altın çıgarıp birdi. - Eğer bu meslihetni kılsan, min. altın dehi birirmin, - didi. Annan sufi ul calmavız cadugir saraydan çıgıp tugrı üyine kilip, sihir turbasın yanına alıp, padişahnı suvıtmak üçin biraz sihir eytti. Annan sufi bir yana mezardan tufrak alıp, bir efsun ukıp üf-tif kılıp, Zührenin anasına kitirip tapşırdı ve eytti ki: -İy hanım, bu tufraknı şirbet içine salıp, padişahka içirsen, küp gaceyipler kürirsin, - didi. Hanım dehi ul tufraknı alıp yarar, kimpirim, dip, Ziihrecan 'a gidem deyip, yola ayak basmışım, îtler gelip yolumu kesmiş, aciz olup kalmışım. İtler gelip karşıma, kaygı saldı başıma; Eetrafımı sararak, kast ettiler başıma. Ne kadar uğraşıp didinsem, gidemedim bir yana; İki it hücum eder di bir yanımdan bir yana. El-kıssa, Zühre sultanın, Tahir'in rüyasını yorup bir nazım söylediği: Tahir, düşün kara imiş, müşkil işin var imiş. Garip başın sıkıntı görür günü var imiş. Gördüğün it düşmandır, aramıza girmiştir İkimizi gözetip, çok sırları çözmüştür. Seni benden ayırır, kanadımdan yaralar, Ruhu bunalmış garibe çok zulümler kılar. Karşılığında Tahir bir nazım söyledi: Firkat sözü artıyor, tenim ateş saçıyor, Aşk rüzgarı, bilmem ben, hangi yerde esiyor. Zümre yine söyledi: Gönlüm giryan olmuştur, ciğerim büryan olmuştur, Yalan dünya, Tahir 'im, sensiz haram olmuştur. Ondan sonra bunlar kalkıp saraylarına gittiler, ama padişah bunları gözetleyip durur idi. Bunların birbirlerine hakiki muhabbeti olduğunu anlayıp, evvelki vadesine göre: - Zühre'yi Tahir'e vermem gerek, dedi ve sarayına gelip düğün için gerekli hazırlıklara başladı. Ama Zühre'nin anası hanım, padişahın düşüncesini sezip buna karşı bir hile aramaya başladı. Meğer, o şehirde usta bir sihirbaz kocakarı var idi. Kısa zamanda hanım o kocakarıyı çağırtıp getirtti v e Tahir ile Zühre arasında olan muhabbeti bir bir söyledi. Ayrıca padişahın seyredip bunları gördüğünü ve Zühre'yi Tahir'e vermek istediğini de bir bir anlattı ve dedi ki: - Ey kocakarı, benim Zühre'yi Tahir'e vermeye hiç gönlüm yoktur. Çünkü benim kızım padişah kızıdır, şehzadelere lâyıktır ve bu Tahir vezir oğludur. Sen bir ilaç yap, padişahın Tahir'den gönlü soğulsun, vermekten vaz geçsin, deyip, kocakarıya çok niyaz edip, yüz altın verdi. Eğer bu güzel işi yaparsan, bin altın daha veririm dedi. Ondan sonra bu kötü cadı saraydan çıkarak doğru evine geldi. Sihir torbasını yanına alarak padişahı soğutmak için biraz sihir söyledi. Ondan sonra yeni bir mezardan toprak alıp, bir efsun okuyup üfleyerek, Zühre'nin anasına getirip verdi ve dedi ki: - Ey hanım, bu toprağı şerbet içine koyup padişaha içirirsen çok iyilik görürsün, dedi, hanım da, bu toprağı alıp, "tamam", kocakarı diyerek bir zaman biraz zaman saklap kuydı. Birkün padişah şirbet istedi. Hanım dehi tiz zaman mezkûr tufraknı katıştırıp, padişahka kitirip sundı. Hannm dehi bik susagan vakıtı idi, alay bulay karamıyça şirbetni içti. Şul zamanda padişahnın künilinde nefret ve salkmlık peyda buldı. Derhal, Tahir saraydan çıksın dip, Tahirni Zühreden ayırıp, ikinci üyge kuydırıp vegdesin sındırdı. Annan sun Tahir ile Zühre, birin biri küre almıy, hesret ve kayguda kaldılar. Kin dünya her ikisinin başına tar buldı. Tahir gaşıyk kiçe-kündiz tekat tuta almadı. Zührenifi gül cemalınnan mehrüm bulganga, hervakıtnı yıglar idi. Hervakıtta gıyşkı küvetlenip, üyinnen çarasız çıgıp, bagbustannar gizip surnay ve sazlar uynap, künil avlar idi. Bag-bustan içinde Tahir gaşıyknm eytken beyitidir: - Yeşim başkan küzimni, hesret algan üzimni, Gayip itmeğiz, duşlarım, ah-zar eytken süzimni. Şatlık künim ütkendir, ah-zar küni citkendir, Zühre yardan ayırılıp, küp zamannar ütkendir. Tahir gaşıyk, uşbu tarıyka künilini avlap, türlitürli şigırler ve nazımnar yazıp, begzı cirlerge taşlar idi. Begzı gaşıyklar tabip, mecmugalerine ve kitaplarına yazıp tirkep kuyar idiler. Bularnm birbirsine gaşıyk bulıp ve bir-birindin ayırılgannarı bütin galemge şaig buldı. Tahir, begzı vakıtta nefis ve mufllı şigırler ve nazımnar yazıp, hatmnar arkılı Zühre sultanga kündirir idi. Biraz zaman bu hel ilen kaldılar. Elkıyssa, Zührenifi gıyşkı kündin künde ziade ulıp, bikarar ulıp ul sarayda hergiz turmas buldı. Birkün atası hanga küp niyaz kıldı, eytti: - İy ata, mina felen cirde ulug kervan yulma karşı bir saray bina kıyldırsanız, kilgen ve kitkennerni seyir ve tamaşa kılır idim, - didi. Han dehi: "Hup, kızım", - dip, şeherdegi ustalarm cıyıp, Zühre tilegen cirge bir saray bina kılmağa buyırdı. Ustalar cıyılıp, şunda uk biyik çarlaklı saray saldılar ki, tübesine karasafuz, bürkiniz tüşer idi. İçin altmkümiş birlen bizetip, turgm atlas ceydirdi. Zühre sultan ul sarayga yalgız kilip tura turgan buldı. Yanında anası ilen bir tugma apsınnan büten kişi yuk idi. Birkün Zührecan kulma saz ve surnay alıp uynap utırganda eytti ki: -İy apa, sinnen bir sualim bardır, zinhar, bizden yeşirmey tugrı eytesiz, - dip küp niaz kıldı. Apaşı: - Süalinni eytifüz, sizden yeşirmeymin, - didi. Zühre atasının hulıklarınnan gafil idi. - Tahirni saraydan ni üçin çıgarıp büten cirge kuydılar, sebebi ni iken? - didi. Apaşı eytti: -İy sultanım, siznin Tahir ilen bir-birmizge mhebbetlerinizni garep kul sizip ananız hanımga barıp çakmıştır. Anna sun hanım hanga eytip, han sizlerni beyit, şigırler süyleşkennerinizni afüap, üz sakladı. Bir gün padişah şerbet istedi, Hanım da hemen okunmuş toprağı karıştırarak padişaha getirip sundu. Hanın da çok susamış vakti idi, şöyle böyle bakmadan şerbeti içti. O an padişahın gönlünde nefret ve soğukluk peyda oldu. Derhal, Tahir saraydan çıksın deyip, Tahir'i Zühre'den ayırdı. Başka bir eve yerleştirip vadesini bozdu. Ondan sonra Tahir ile Zühre birbirlerini göremeyince hasret ve kaygıda kaldılar. Geniş dünya her ikisinin başına dar oldu. Aşık Tahir gece gündüz kuvvet toplayamadı. Zühre'nin gül cemalinden mahrum olduğuna hep ağlar idi. Daima aşkı kuvvetlenip evinden çaresiz çıkıp, bağ bostanlar gezip, zurna ve sazlar çalıp gönül eğler idi. Bağ bostan içinde Tahir'in aşkını anlattığı beyitler: Yaşlar basmış gözümü, hasret almış özümü, Ayıplamayın, dostlarım, ah ü zar diyen sözümü. Sevinç günüm geçmiştir, ah ü zar günü gelmiştir, Zühre yardan ayrılıp, çok zamanlar geçmiştir. Tahir aşık, işte böyle gönlünü eğler, türlü türlü şiirler ve nazımlar yazıp, bazı yerlere gider idi. Bazı aşıklar bulup, mecmualarına ve kitaplarına yazıp kaydederlerdi. Bunların birbirlerine aşık olup birbirlerinden ayrıldıkları bütün âleme yayıldı. Tahir, bazı zamanlar güzel ve hüzünlü şiirler ve nazımlar yazıp hatunlar kanalıyla Zühre'ye gönderir idi. Bir zaman bu hal ile kaldılar. El-kıssa, Zühre'nin aşkı günden güne ziyade olup muzdarip olunca o sarayda hiç durmaz odu. Bir gün han babasına çok yalvardı, dedi Ey baba, bana falan yerdeki ulu kervan yoluna karşı bir saray yaptırsanız, gelen ve gidenleri seyir ve temaşa kılar idim, dedi. Han da: "Tamam, kızım" deyip, şehirdeki ustaları toplayarak Zühre'nin istediği yere bir saray bina etmelerini buyurdu. Ustalar toplanıp, öylesine yüksek çardaklı bir saray yaptılar ki, tepesine baksanız şapkanız düşerdi. İçini altın gümüş ile bezetip, ipek atlas yaydırdı. Zühre sultan o saraya yalnız başına gidip yaşamaya başladı. Yanında anası ile ablasından başka kimse yok idi. Bir gün Zührecan eline saz ve zurna alıp çalarak oturduğunda dedi ki: - Ey abla, sana bir sualim vardır, lütfen, bizden saklamadan doğru söyleyin, deyip çok niyaz kıldı. Ablası: - Sualini söyleyiniz, sizden saklamam, dedi. Zühre babasının huylarından habersiz idi. - Tahir'i saraydan niçin çıkarıp başka yere koydular, sebebi ne acaba? dedi. Ablası cevap verdi: - Ey sultanım, sizin Tahir ile birbirine muhabbetinizi Arap köle sezerek ananız hanıma gidip yetiştirmiştir. Ondan sonra hanım hana söyleyince, han sizlerin beyit ve şiir söyleştiğinizi öğrenip kendi gözü ile küzi bilen kürgen sun Tahirni sarayga kirmesin dip emir kıldı, - didi, - hem alay bulsa da padişahnın sizlerni Tahirge birmekke niyetleri bar idi, ananız razıy bulmadı, hetta han tuy esbabının birniçesin hezirletip kuygan idi, ananız bu helni kürip, seherden bir sihirbaz karçık kitirtip, padişahnın künilini Tahirden suvıtmak üçin bir heyle kıl dip, ul karçık calmavızga küp mal birmiştir. Arınan sun ul karçık, alay bulsa yarar dip, bir nerse kılıp, padişahnın künilini suvıtkandır. Padişah hezir de sizlerni küzetmege karavılçılar ve her yagınızga küzetçiler kuyıp, kiçe kündiz sizlerni tikşirip yürirler, - didi. Zührecan apasınnan bu süzlerni işitkeç, urınınnan kuzgalırga tekati kalmaymça, gakılı başınnan kitip, bihuş buldı. Apaşı bu hellerni kürgeç, süylegenligine bik ükindi. Emma ni çara? Zührenin yüzine gül suları sibip, ayak-kulların suypadı. Zühre bir zamannan sun küzlerin açıp, ah itip kükreklerin uvıp, nerkis küzlerinnen gül yüzleri üslerine incü yeşler sil bulıp ağıp tüşti. Arman sun Zühre bu sirlerni hiçkimge bildirmiy künilinde sakladı. Birkün Zühre sultannın canı tarıgıp, saray çarlagınnan kilgen ve kitken ademnerni seyir ve tamaşa kılıp utırganda kürdi kim, bir kimse Tahir gaşıykmn şigır ve nazımnarın huş avaz ile yırlap ütip barır. Zühre munnan bu şigırlerni işitkeç, gıyşkı kuvetlenip, kiyimnerini ve yakalarını parepare eyledi. Elkıyssa, bu taraftan Tahirnin gıyşkı hem kuzgalıp kulma surnayların alıp, bag-bustan içinde seyir kılıp, şigırler eytip yürir iri. Küniline kildi kim, Zührecannın sarayı karşısına barıp, gül yüzini küreyin deyü. Tugrı saraynın karşısına kilip, çarlak terezesine karap bir nazım eytti: - Birik digen vegdenni unıtıpsın, Zührecan; Kamil birgen künilini suvıtıpsın, Zührecan. Can yulında gaşıyktan heberin yuk, Zührecan, Zar-sergerdan, gariptan heberin yuk, Zührecan. Gaşıyk yarlar megşukka heber salmas bulırmı? Çın hakıykat yar bulsa, heber almaş bulırmı? Elkıyssa, Zühre, Tahirnin hup avazların işitip, derhal terezenin kanatların açtı. Emma apaşı, Zührenin bu hellerin kürip: - İy sultanım biraz sabır kılıp, açmay tursanız ni bulır? Çünki sizlerni küzetçiler küzetirler. Benagyah bizlerni kürseler, yahşi bulmas, - didi. Emma Zühre bu süzlerni kulagma almadı, uyat, namusnı kuyıp, Tahirge cemal kürsetip, bir şigır eytti: - Kaygı bulgan yuldaşım, mehbus bulgan gül başım, Tahir, künilim kaldırma, gıyşkın-minim mundaşım. Tahir eytti: - Şahzade kız bulsan da, turmadın sin vegdede; Çın gaşıykım bulsan da, turmadın sin vegdede. gördükten sonra, Tahir'in saraya girmemesini emretti, dedi, ama buna rağmen padişahın sizi Tahir'e verme niyeti var idi, ananız razı olmadı, hatta han düğün için gerekenlerin bir kısmını hazırlatmıştı, ananız bu hali görüp, şehirden bir sihirbaz kocakarı getirtip, padişahın gönlüne onu Tahir'den soğutmak için bir hile yap deyip, o kocakarı cadıya çok mal vermiştir. Ondan sonra o kocakarı öyleyse tamam diyerek bir şey yapıp padişahın gönlünü soğutmuştur. Padişah şimdi de sizleri gözlemek için nöbetçiler ve here tarafınıza gözcüler koyup gece gündüz sizleri gözetleyip durur, dedi. Zührecan ablasından bu sözleri işitince yerinden kıpırdamaya takati kalmadı; aklı başından gidip bihuş oldu. Ablası, bu halleri görünce, söylediğine çok pişman oldu. Ama ne çare: Zühre 'nin yüzüne gül suları serpip ellerini ayaklarını sıvazladı. Zühre bir zaman sonra gözlerini açıp, ah ederek göğsünü ovdu. Nergis gözlerinden gül yanakları üstüne inci yaşlar sel olup aktı. Ondan sonra Zühre bu sırları hiç kimseye bildirmeden gönlünde sakladı. Bir gün Zühre sultanın cam sıkılıp saray çardağından gelen ve giden insanları seyir ve temaşa kılıp otururken gördü ki, bir kimse aşıkı Tahir'in şiir ve nazımlarını hoş bir sesle söyleyip geçip gider. Zühre, bundan bu şiirleri işitince, aşkı kuvvetlenip giysilerini ve yakalarını pare pare eyledi. El-kıssa, öte yandan Tahir'in aşkı da artarak eline zurnalarını alarak bağ bostan içinde dolaşıp şiir söyleyip yürür idi. Gönlüne geldi ki, Zührecan'in sarayı karşısına gidip gül yüzünü göreyim diye. Doğru sarayın karşısına gelip çardak penceresine bakarak bir nazım söyledi: Vereyim dediğin vadeni unutmuşsun, Zührecan; Tamamen verdiğin gönlünü soğutmuşsun, Zührecan. Cano yolunda aşıktan haberin yok, Zührecan, Zar ü nergerdan garipten haberin yok, Zührecan Aşık yârlar maşuğa haber salmaz olur mu: Hakikatli yâr olsa,haber almaz olur mu: El-kıssa, Zühre, Tahir'in güzel sesini işitip derhal pencerenin kanatlarını açtı. Ama ablası, Zühre'nin bu hallerini görüp: -Ey sultanım, biraz sabredip açmasanız ne olur: Çünkü sizleri bekçiler gözetlerler. Ansızın bizleri görürlerse iyi olmaz, dedi. Ama Zühre bu sözlere kulak asmadı, utancı, namusu bir yana koyup Tahir'e yüz göstererek bir şiir söyledi: Kaygı olmuş yoldaşım, mahpus olmuş gül başım, Tahir, gönlümü bırakma, aşkın benim sırdaşım. Tahir dedi: Şehzade kız olsan da, durmadın sen vadede; Gerçek âşığım olsan da, durmadın sen vadede. Andıyn sun Tahirnin cemalin kürip, gakılı başınnan kite yazıp kaldı. Emma Tahir ni kader beyit eytse, hemmesinde: "Vegdesiz Zühre", - didi. Andıyn sun Tahir Zührege eytti: - İy can Zühre, biznin ayırıluvıbızga sebep nidir? - didi. Zühre: - Garep kul ilen sihirbaz karçık sebep bulgandır, - didi. Elkıyssa, bularnın bir-birine şigırler eytişkennerin kürip, derhal ul garep melgunga heber birdiler. Ul tiz zaman padişahka barıp heber birdi. Padişah, ul melgunnen bundıy süzler işitip, temam açıyglandı hem Tahirge küp gaskerler kündirdi. Gaskerler kilip kürdiler kim, Tahir ilen Zühre bir-birinnen ayırılmaga muvafıyk şigırler eytişirler. Tahirnin yanında kural yuk idi. Gaskerler Tahirni kamap tutıp padişah huzurına kiltirdiler. Padişah ziade açuvınnan evvelgi vegdesin unıtıp, celladka kıçkırıp: -Tiz şul hıyanetçi balanın başın kis, cihanda isimi ve cismi kalmasın, ve kalgannarga gıybret bulıp, ikinci mertebe hiçbir kişi padişahnın sarayına rühsetsiz kasıd kılmas, - dip emir kıldı. Şul zaman vezirleri, ayak üzre turıp, hemmesi Tahirni padişahtan tilediler. Bularnın tilegin kabul kılıp: -Kanın sizge bağışladım, lekin bu seherde turmasm, Merdin seherine ciberilip, hibis kılınsın, - didi. - Ve eğer de bu şeherge kilgenini işitsem, eman birmiy ültirirmin, - dip vegde kıldı. Vezirler cellad kulınnan Tahirni alıp saraylarına kitirdiler. Annan sun Tahirni argımakka mifigizip, kaşına biş-un adem kuşıp, Merdin seherine uzattılar. Emma Tahir yuh Zühre sultannın sarayına uçradı. Derhal Tahir ütip barganda, saray terezesine karap, Zühre sultanga bir nazım eytti. Nazmı Tahir gaşıyk: - İr yiğitler irligin kılmayınca kuyarma? Şir yiğitler süzlerin ülmeyinçe kuyarma? Gaşıyk bulgan yarınnan yiğit künili suvınarma? Künil kuygan yar bulsa, ülmey künili suvınarma? Megşuk yarın kürmeyin, yiğit künili tmarma? Ayırılırga yarınnan ülmey muym sunarma? Rencü-mihnet kürmeyin, yiğit künili bulırma? Yar yulmda ülmeyin, yiğit künili bulırma? Atan kulga alıpdi, firkat utm salıpdi, Temam ilni aralap, bik zur düşman tabıpdi. Andıyn sun Zühre terezenin kanatlarm açıp, küzlerin yeş ile tultırıp, Tahirge bir nazım eytti: - Argımakka minersin, küp cirlerni ütersin, Gaşıyk yarın. Zühreni kimge kuyıp kitersin? Atlı gasker unında, altm surnay kulıfida, Ondan sonra Tahir'in cemalini görüp, aklı başından gideyazıp kaldı. Ama Tahir ne kadar beyit söylese, hepsinde "sözünde durmayan Zühre" dedi. Ondan sonra Tahir Zühre'ye dedi: - Ey can Zühre, bizim ayrılmamıza sebep nedir? dedi. Zühre: Arap köle ile sihirbaz kocakarı sebep olmuştur, dedi. El-kıssa, bunların birbirlerine şiirler söylediğini görüp derhal o Arap meluna haber verdiler. O da, hemen padişaha gidip haber verdi. Padişah, o melundan bu sözleri işitince çok öfkelendi ve Tahir'in üstüne çok asker gönderdi. Askerler gelip gördüler ki, Tahir ile Zühre, birbirlerinden ayrılmalarına muvafık şiirler söylerler. Tahir'in yanında silah yok idi. Askerler Tahir'in etrafını sarıp yakalayarak padişah huzuruna getirdiler padişah iyice öfkelenerek evvelki vadesini unutup cellada haykırarak: - Tut şu hain çocuğun başını kes, cihanda ismi ve cismi kalmasın ve kalanlara ibret olsun bir daha hiç kimse padişahın sarayına izinsiz gelmeye kalkmasın, diye emir verdi. Bunun üzerine vezirler ayağa kalkıp padişahtan Tahir'i bağışlamasını dilediler. Bunların dileğini kabul edip: -Kanını size bağışladım, lâkin bu şehirde durmasın, Merdin şehrine gönderilerek hapsedilsin, dedi. Ve eğer bu şehre geldiğini işitirsem, aman vermez öldürürüm, deyip yemin etti. Vezirler, cellat elinden Tahir'i alıp saraylarına getirdiler. Ondan sonra Tahir'i bir küheylana bindirip önüne beş on adam katarak Merdin şehrine gönderdiler. Ama Tahir'in yolu Zühre sultanın sarayına rastladı. O an Tahir geçip giderken, saray penceresine bakıp Zühre sultana bir nazım söyledi: Nazm-ı Tahir aşık: Er yiğitler erliğini yapmadan durur mu ? Aslan yiğitler sözlerini ölmeden bırakır mı? Aşık olduğu yârinden yiğit gönlü soğur mu? Gönül koyduğu yâr olsa, ölmeden gönlü soğur mu? Maşuk yârini görmeden, yiğit gönlü durur mu? .Ayrılmaya yârinden ölmeden boynunu verir mi? Rene ü mihnet görmeden, yiğit gönlü olur mu ? Yâr yolunda ölmeden, yiğit gönlü olur mu Baban hapsetmiştir, ayrılık ateşi yakmıştır, Bütün ülkeyi dolaşıp, pek büyük düşman bulmuştur. Ondan sonra Zühre, pencerenin kanatlarını açıp gözlerini yaş ile doldurarak Tahir'e bir nazım söyledi: Küheylana binersin, çok yerleri geçersin, Aşık yârini Zühre 'yi kime koyup gidersin ? . Atlı asker önünde, altın zurna elinde, Kızıl güller açılsın, Tahir, yürgen yulında. Behit bulsın kuldasın, Huzır-İlyas - yuldaşıfi. s Sagınganda, Tahirim, bılbıl bulsın mundaşm. Yırak cirden megşukım, süyiniç heber işitilsin. Eman bulsın başınız, uzak bulsın yeşiniz, Büten yarlar süyseniz, tiz kisilsin başınız. Elkıyssa, Tahir biçara tekat tuta almadı, Merdin seherine tugrı yüheldiler. Biraz cir barıp, Tahir gaşıyk Zühre tarafına kayırılıp karasa, megşukası Zühre, sarayının terezesinnen başını biline çaklı çıgarıp, Tahirni karap turır, Tahir anı kürip yıglıy-yıglıy bir nazım eytti. Nazmı Tahir: - Karay-karay kaldın sin, küp kıyınnar Saldın sin, Süygeninnen ayırılıp yıglay-yıglay kaldın sin. Butasınnan ayırılgan düyedey buzday kaldın sin, Küp tubınnan ayırılgan kuştay munday kaldın sin. Butagınnan kayırılgan güldey sulıp kaldın sin, Anasınnan ayırılgan baladay yıglap kaldın sin. Kana tırman kayırılgan, yalgızmnan ayırılgan, Balaçıgın aldırgan kuştay çulay kaldm sin. tndi huş-sav bulınız eman-isen bulınız, Can gaşıykıfi Tahirge duga kılıp hırınız. Kayda biznifi süzimiz, birge yürgen künimiz, Bag-bustannar içinde seyran kılgan künimiz? İndi kayçan yürgeymiz, sizni kimnen surgaymız, Burmgıday bir bulıp indi kayçan yürgeymiz? Gaşıyk yarım, elfirak, megşuk yarım, elfirak, Birge tuvıp, birge usken şehri yarım, elfirak, Çın vegdeler kuyışkan, ayırılmayık diyişken, Gam şerabm birge içken mihirbanım, elfirak! Kürsem, küzim citmestir, eytsem, süzim bitmestir, Kaygın isten kitmestir, Zühre canım, elfirak! Gaşıykım dip uynagan, didarıma tuymagan, Kaygım cıyıp kuymagan şehri yarım, elfirak! Künilim-kuş kanattı hanzadeler sanatı. İki dünya devleti, Zühre canım, elfirak! Bag gülzarım, elfirak, servi nazım, elfirak! Ruh revanim küveti dil nevazım, elfirak! Can kurdaşım, unıtma, can yuldaşım, unıtma! Birge yürip, birge usken yar mundaşım, unıtma! Bar sirlerni bilgüçi, yar yullarm tüzgüçi, Tapşırıpmm allaga, unıtma, canım, unıtma! Elkıyssa Tahirnin küzlerinnen kanlı yeşler revan uldı. Bu helni kürip, yanmdagı kişiler yıglaştılar. Tahirnin gıyşkı kuvetliliginnen astmda argımagı bir cirde turmay, Tahirnin avazına uynar idi. Künili taşdıyn katı kişilernin künili balavızday yumşak bulır idi. Yulda gyah vakıtnı Zührenifi Kızıl güller açılsın, Tahir, yürüdüğün yılda Talih olsun yardımcın, Hızır îlyas yoldaşın. Kederlendiğinde, Tahirim, bülbül olsun sırdaşın. Uzak yerden maşuğum, iyi haber işitilsin Uzak yerden maşuğum, sevinçli haber işitilsin. Emin olsun başınız, uzak olsun yaşınız, Başka yârlar sevseniz, tez kesilsin başınız. * * * El-kıssa, biçare Tahir tahammül edemedi, Merdin şehrine doğru yöneldiler. Biraz yürüyüp Tahir aşık Zühre'ye doğru dönüp baksa, maşukası Zühre sarayın penceresinden başını beline kadar çıkarıp Tahir'e bakıp durur, Tahir onu görüp ağlaya ağlaya bir nazım söyler. Nazm-ı Tahir: Baka baka kaldın sen, çok zorluklar çektin sen, Sevgilinden ayrılıp, ağlaya ağlaya kaldm sen. Yavrusundan ayrılmış deve gibi böğürüp kaldın sen, Sürüsünden ayrılmış kuş gibi bunalıp kaldın sen. Dalından koparılmış gül gibi solup kaldın sen, Anasından ayrılmış çocuk gibi ağlayıp kaldın sen. Kanadından yaralanmış, bir tanesinden ayrılmış, Yavrucuğunu kaptırmış kuş gibi ötüp kaldın sen. - Şimdi sağ salim kalınız, emin esen olunuz, Can aşığın Tahir'e dua edip durunuz. Nerde bizim sözümüz, beraber olduğumuz günümüz, Bağ bostanlar içinde dolaştığımız günümüz? Artık ne zaman gezeceğiz, sizi kimden soracağız? Eskisi gibi bir olup, acaba ne zaman gezeceğiz? Aşık yârim, elveda, maşuk yârim, elveda, Beraber doğup beraber büyüdüğümüz şehr-i yârim, elveda. Hakikatli yeminler ettiğim, ayrılmayız dediğim, Gam şarabını beraber içtiğim mihribanım, elveda! Baksam, gözüm görmez, konuşsam, sözüm bitmez, Hasretin akıldan çıkmaz, Zühre canım, elveda. Aşığım deyip oynamış, didarıma doymamış, Kaygımı bitirmemiş şehr-i yârim, elveda! Gönlüm kuş kanadı, şehzadeler yoldaşı, ; . İki dünya saadeti, Zühre canım, elveda! Bağ gülzarım, elveda, serv-i nazım, elveda! Ruh-ı revanim kuvvet-i dil-nevazım, elveda! Can dostum unutma, can yoldaşım, unutma! Beraber gezip beraber büyüdüğüm dert ortağım, unutma! Bütün sırlan bilen, yâr yollarını kuran, Havale etmişim Allah'a, unutma, canım unutma! El-kıssa, Tahir'in gözlerinden kanlı yaşlar revan oldu. Bu hali gören yanındaki kişiler de ağlaştılar. Tahir'in aşkının kuvvetinden altındaki küheylan bir yerde durmayıp Tahir'in sesine görüp türlü hareketler yapardı. Yüreği taştan katı kimselerin yüreği baldan yumuşak olurdu. Yolda bazen Zühre'ye olan aşkı gıyşkı kuzgalıp, nazımnar eytip^ kaşındagı ademner hem birge yıglar idiler. Hasıyli kelam süzni kıska kılayık, bizler keyif kurayık. Bunlar cidinçi künni Merdin seherine kirdiler. Tahirni zindan başçısına tapşırıp, tapşırgannarına name aldılar. Bunlar Tahir ile isenleşip-vidaglaşıp yulga kirmek buldılar. Ul zaman Tahir eytti: - Duşlarım, barınız, Zührege eytiniz, vegdesin unıtmasm, bizlerge kılganı alladin kaytsm, - dip. Bular yulga revan uldılar. Cidinçi künde kilip zindan başçısının, kegazin padişahka birdiler. * * Elkıyssa , Tahir gaşıyk, Zührenifi gıyşkınnan tün-kün zar-zar yıglap, şigırler ve nazımnar yazıp, zindannın terezesinnen tüben ata idi. Begzı derdimend gaşıyklar tavıp, vilayetten vilayetke yürtir idiler. Herkim Tahirnin nazımnarm ukısa, elbette künilinde bir gıyşık peyda bulır idi. Şigır ve nazımda şundag mahir idi kim, seher Merdinde ve gayri seherlerdi minmi digen şagıyrler ve akınnar Tahirnifi yazgan şigırlerine beraber kıla almaş ve şigırine cavap bire almaş idiler. Elkıyssa, ravi şundag rivayet kılır ki, Tahir derdimend kiçe ve kündiz Zührenin gıyşkı ilen griftar ulıp, zindan içinde cidi yıl kaldı. Gaşıyk, Zühre sultannı sagmıp, zar yıglap bir nazım eytkeni: - Gaşıyk bulgan yarımnı kürir künim bulırma? Çm hakıykat yarımnı kürir künim bulırma? Karagaylı kara urman üter künim bulırma? Kara bulıt başımnan kiter küni bulırma? 517 Kaygıların başımnan kiter küni bulırma? Mihnet kitip, rehetler citer küni bulırma? Cidi yıldır buldı zar, didarma intizar, Mihirbanım, vafadar, kürir künim bulırma? Kara nerkis küzlerin, şirin dane süzlerin, Kızıl güldey yüzlerin kürir künim bulırma? Kızıl alma iyegin, saf kümiştey süyegin, Gevher-yakut bileğin kürir künim bulırma? Sinsiz yigen aşlarım kızıl kanga uhşaydı, Yaktı künde yürgenim kara tünge uhşaydı. depreşip şiirler söyler, önündeki adamlarla beraber ağlar idi. Hasıl-ı kelâm, sözü kısa keselim, bizler keyif sürelim. Bunlar yedinci gün Merdin şehrine girdiler. Tahir'i zindancı başına teslim edip buna dair belge aldılar. Tahir'le vedalaşarak yola çıkmak için hazırlandılar. O zaman Tahir şunu söyledi: - Dostlarım, gidin, Zühre ye söyleyin, vadesini unutmasın, bizlere yaptığını Allah'tan bulsun. Bunlar yola koyuldular. Yedinci gün zindancı başının belgesini padişaha ulaştırdılar. V El-kıssa, âşık Tahir, Zühre'nin aşkından gece gündüz acı acı ağlayarak şiirler ve nazımlar yazıp bunları zindanın penceresinden aşağıya atar idi. Bazı dertli âşıklar bunları bulup vilayet vilayet dolaştırırlardı. Tahir'in şiirlerini kim okusa, gönlünde bir aşk peyda olur idi. Şiir ve nazımda öylesine usta idi ki, Merdin şehrinde ve diğer şehirlerde benim diyen şairler ve ozanlar Tahir'in yazdığı şiirlerle atışamazlar ve bunlara karşılık veremezlerdi. El-kıssa, ravi şöyle rivayet eder ki, dertli Tahir gece gündüz Zühre'nin aşkına giriftar olup yedi yıl zindanda kaldı. Aşık Tahir'in, Zühre sultanı özleyip ağlayarak söylediği bir şiir: -Aşık olduğum yârimi görür günüm olur mu ? Hakikatli yârimi görür günüm olur mu ? Karaçamlı ormanı geçer günümolur mu? Kaygıların başımdan gider günü olur mu? Mihnetin gidip rahatın gelir günü olur mu ? Yedi yıldır hasret kaldı, didanna intizar, Mihribanım, vefadar, görür günüm olur mu? Kara nergis gözlerini, şirin sözlerini, Kızıl gül gibi yanaklarını görür günüm olur mu ? Kızıl elma çeneni, saf gümüş gibi kemiğini Cevher yakut bileğini görür günüm olur mu? Sensiz yediğim aşlarım kızıl kana benzer, Yürüdüğüm aydınlık gün kara geceye benzer. Elkıyssa, Tahir biçara, künilin yuvatıp, zarilık kılıp eytkeni: - Yıglama, künlim, yıglama, tünner üter, kün bulır, Mihnet ütip, garipke rehet citer kün bulır. Kaygu brrgen allamız alsa kirek, inşallah; Ayıra bilgen allamız kuşsa kirek, inşallah. Mihnet birgen iyemiz rehet birir, inşallah, Hesret birgen iyemiz, şatlık birir, inşallah. Her mihnetke bir rehet bulsa kirek, inşallah; ; Gıyşık birgen allamız kuşsa kirek, inşallah, El-kıssa, biçare Tahir'in gönlünü avutup hasret çekip söyledikleri: Ağlama, gönlüm, ağlama, geceler geçer, gündüz olur, Mihnet geçip garibe rahat edeceği gün gelir. Kaygı veren Allah'ımız kurtarır, inşallah; Ayrılabilen Allah 'imiz kavuşturur, inşallah, Mihnet veren sahibimiz sevinç verir, inşallah. Hasret veren sahibimiz sevinç verir, inşallah. Her mihnete bir rahat olsa gerek, inşallah; Aşk veren Allah 'imiz kavuşturur, inşallah. . Elkıyssa, ravilar şundag rivayet kılır ki, bu taraftan Zühre sultan Tahirnin gıyşkı ile yanıp, biriki segat gül yüzlerine yeşler ağıp bihuş buldı. Apaşı bu helni kürip, Zührenin başın tizi üstine salıp biraz nesıyhet kıldı. Gaşıyk bulgan ademge ügit ve nesıyhet kyar kılırmı? Emma, ni kılsa da, Zühreni küterip isen cıydırdı. Biraz zamandıyn sun ul, saray çardağına minip, Tahirnin firakı ilen yuvanıp utırdı. Elkıyssa, künnerde bir kün Zühre ul sarayda utırganda, isine Tahir tüşip, küzlerinnen yeşleri revane ulıp, kilgen ve kitken ademnerni karap utırır iken. Nagyeh kürdi kim, karşıdan bik zur kiledir. Kervan kile-kile saraynın yanına citip üte başladılar. Şul zaman kulına uyınm alıp, terezenin kanatların açıp, kervanga karap bir nazım eytti: - Küç miken, kervan miken, derdime derman miken? Min Tahirim aldırdım, bir heberiniz bar miken? Elkıyssa, ul kervannın arasında bir yeş bala bar idi. Gayet şigırge usta idi. Ul bala, Zührenin nazımını işitip, derhal kulına sazın alıp, Zührege karşı bir şigır eytti. Yeş uglan şigıri: - Küç te biz, kervan da biz, dertlige derman da biz; Sin Tahirin aldırsafi, Tahirden arman da biz. Elkıyssa, bu kervannar tugrı Merdin seherine revane buldılar. Küçe-kuna cidi künner bulganda, Merdin seherine kilip çittiler. Hikmeti huda, Tahir yatkan zindannın aldında bir hup seyranlık ve bulmlık bar idi. Ul kervannarnın yuh şul bulınlıkka tugrı kilip, ni hup kır iken dip k'undılar ve, çatırlar tigip, kaysı ut yağıp, kaysı su kitirip, kaysı utın kitirip, kaysı dumbra çiyirtip işleri ile meşgul uldılar. Emma kervan başının çatın Tahir yatkan zindannın terezesine karşı tigilmiş idi. Kervan başı, çatırmda utırganda, bir hup avaz işitti. Bazargyannar kulak salıp tınladılar. Tahir biçara bu çatırlarm kürip bir nazım eytti: - Küp kervannar kilipdi, küp çatırlar tigipdi, Min Zühremnen ayırılıp, mundaşım saz ulıpdi. Andıyn sun ul yeş bala, Tahirnin nazımın işitip, Tahirge karşı bir nazım eytti: - Sazın küp mun kıladi, işitken tan kaladi, Darip gaşıyk yakın kil, isiminiz kim buladi? Tahir karşı cavap birdi: - İsimim ah-zur ulsın da, alla medet kılsın da, Nindiy yahşi adem siz, yar isi bar kaşında. El-kıssa, raviler şöyle rivayet ederler ki; diğer taraftan Zühre sultan Tahir'in aşkı ile yanıp bir iki saat gül yanaklarına yaşlar akıtarak aklı başından gitti. Ablası, bu hali görüp Zühre 'nin başını dizi üstüne koyup biraz nasihat etti. Aşık olan insana öğüt ve nasihat kâr eder mi: ama, ne yaptıysa, Zühre'ye tesir edip aklını toplattı. Bir zaman sonra o, sarayın çardağına çıkarak, Tahir'in firakına teselli bulup oturdu. El-kıssa, günlerden bir gün, Zühre sarayda otururken aklına Tahir gelip gözlerindene yaşlar akarak, gelen ve giden insanlara bakıp oturuyormuş. Birden karşıdan çok büyük bir kervanın geldiğini gördü. Kervan, sarayın yanına kadar gelip geçmeye başladı. O sırada Zühre, eline çalgısını alıp, pencerenin kanatlarını açarak kervana doğru bir nazım söyledi: Göç müdür, kervan mıdır, derdime derman mıdır? Ben Tahir'imi kaçırdım, bir haberiniz var mıdır? El-kıssa, bu kervanın içinde bir delikanlı var idi. Şiirde gayet ustaydı. Bu delikanlı Zühre'nin nazmını işitince hemen eline sazını alıp Zühre'ye karşı bir şiir söyledi Genç oğlanın şiiri: Göz de biziz, kervan da biziz, derman da biziz; Sen Tahir 'ini kaçırdıysan, Tahir 'den armanda biz. El-kıssa, bu kervanlar Merdin şehrine doğru yöneldiler. Göçüp konaklayarak yedi gün geçtikten sonra, Merdin şehrine ulaştılar. Allah'ın hikmeti, Tahir'in yattığı zindanın önünde güzel bir otlak vardı. Kervanın yolu bu otlağa düştü, ne güzel bir kır imiş diyerek konakladılar ve çadırlar diktiler. Bazısı ateş yakıp bazısı su bazısı odun getirip bazısı da dombra çalıp işleriyle meşgul oldular. Fakat kervan başının çadırı Tahir'in yattığı zindanın penceresine karşı kurulmuş idi. Kervan başı, çadırında otururken güzel bir ses işitti. Bezirganlar kulak verip dinlediler. Biçare Tahir, bu çadırları görünce bir nazım söyledi: Çok kervanlar geldi, çok çadırlar kuruldu Ben Zühre 'mden ayrılınca, dert ortağım saz oldu. Daha sonra bu delikanlı, Tahir'in nazmını işitince ona karşı bir nazım söyledi: Sazın çok hüzün verir, işiten hayran kalır Garip âşık yakına gel, isminiz nedir? Tahir cevap verdi: İsmim kaygı hasret olsun da, Allah yardım etsin de, Ne güzel insansınız, yâr kokusu var......... da. Mumn Tahir ikenin bilip, yeş bala bir şigır eytti: - Yiğit, ah-sar itmeniz, süyinçiler birseniz, Yulım uçrap küripmin, selam didi Zühreniz. * * Elkıyssa, Tahir, Zührenin selamin işitken sun, biraz zaman ah çigip bihuş buldı. Yene isine kilip, yene bihuş buldı. Kervan halkı ul cirden küçip kittiler. Bir zamnnan sun, Tahir isin cıyıp, üz-üzine eytti: "Şul sevdegerlerden biraz sualim surayın", - dip terezedin karasa, ul kervannarnın urınnarınnan çiller işer. Tahir, bu helni kürip, zar-zar yıgladı. Küp yeşinnen zindan içi su buldı. Derhal turıp, teharet alıp, hak tebareke ve tegalege zarıylık kılıp, münecet kılıp eytti: - Hudavende, kadirsen, pervardikyar üzin sen, Parça yeşirin sirlerni sin eşkyara bilir sen, Kudratin küp, hudaya, her ni kılsan kılır sen, Gariplernin helini sin bilirsin, hudaya. Her ni kıylsafi bendege, sin kılır sen, hudaya, Min biçara kulına rehim kılsan, hudaya. Bu zindannan kutkarıp helas kılsan, hudaya. Yeş küzinnen müldirep medet kılsan, hudaya. Cidi yıldır kunganım, taş zindanda kalganım, Zar-sergardanbulganım, helas kılsan, hudaya. Yıglap kilgen kulınnı kaytarmasan kulmı, Ah-zar itken süzini kabul kılsan, hudaya. Piygamberler hürmeti, evliyalar hürmeti, Garip cannar hürmeti helas kılsan, hudaya. Cidi yıl zindan içinde, ah-fegan içinde. Piygamberin Yusıfnı kutkarıpsıfi, hudaya. Piugamberin Yunusnı, balık içinde Yumsnı, Kırık künner bulganda, kutkarıpsıfi, hudaya. Sendin meded bulmasa, kimdin derman tilermin? Sin tilegim kaytarsan, kimdin ferman tilermin? Bag-bustannar yulıma açar dip tileymin, Cidi yıllık zarıma kuşarma dip tileymin. * * Elkıyssa, hak tebareke ve tegale Tahirnin dugasm kabul kılıp, yastu vakıtında zindan işigi açılıp, hezreti Huzır İlyas galeyhisselam işikten içkeri kirip selam birdi. Tahir ayağı üzre tegzıym birle selamin aldı, emma kim ikenin bilmedi. Huzır galeyhisselam: "Uglım, yıglama ve gam çikme. Huday tebareke ve tegale sinin dugannı kabul kılıp, bu zindannan kutkarıp, megşukan ile kürişmekni müyesser kıldı", - didi. Emma Huzır galeyhisselamnin citeginde bir kara atı bar idi. Tahirge: "Turgıl ve şul atka mingil, min sini megşukana yulıktırırmın",- didi. Tahir bu cavapnı işitip, huday tebareke ve tegalege küp şükirler kılıp, Huzır galeyhisselamnin kulların üpti. Annan sun ul atnıfi yanına kilip, Huzır galeyhisselam Tahirnin bugavların çişti ve ul atka mingizip, üzi aldan yulga kirip Onun Tahir olduğunu anlayınca genç çocuk bir şiir söyledi: Yiğit, ah ü zar etmeyiniz, sevinçli haberler verseniz, Yolum düşüp görmüşüm, selam yolladı Zühre 'niz. * * El-kıssa, Tahir, Zühre'nin selamını işittikten sonra, bir zaman ah çekip aklı başından gitti. Tekrar aklı başına gelince yeniden aklı başından gitti. Kervan halkı oradan göçüp gitti. Bir zaman sonra, Tahir aklını toplayıp, kendi kendine, "Şu bezirganlara biraz soru sorayım" deyip pencereden baktığında, kervanların yerinde yeller estiğini gördü. Bu hali görünce acı acı ağladı. Göz yaşından zindan içi suyla doldu. Derhal yerinden kalkarak, abdest alıp Hak tebareke ve tealaya ağlayıp yalvararak şunları söyledi: Ey hüdavend, kadirsin, perverdigar kendinsin, Bütün gizli sırları sen apaçık bilirsin, Kudretin çok, ey Hûda, her ne Gariplerin ihalini sen bilirsin, ey Hûda. Her ne yapsan kuluna, sen yaparsın, ey Hûda, Ben biçare kuluna merhamet et, ey Hûda, Bu zindandan kurtarıp ihlas kılsan, ey Hûda. Gözünden yaş akıtıp medet kılsan, ey Hûda. Yedi yıldır oturmuşum, taş zindanda kalmışım, Zar, sergerdan olmuşum, ihlas kılsan, ey Hûda. Ağlayıp duran kulunu geri çevirmesen elini, Ah ve zar ettiği sözleri kabul kılsan, ey Hûda, Peygamberler hürmeti, evliyalar hürmeti, Garip canlar hürmeti ihlas kılsan, ey Hûda. Yedi yıl zindan içinde, ah ve figan içinde, Peygamberin Yusuf'u kurtarmışsın,ey Hûda. Peygamberin Yunus 'u, balık içinde Yunus 'u, Kırk gün dolduğunda, kurtarmışsın, ey Hûda. Senden medet olmazsa, kimden derman dilerim? Sen dileğimi reddetsen, kimden ferman dilerim? Bağ bostanlar yolumu açar diye dilerim, Yedi yıllık hasretime kavuştur mu diye dilerim. * * * El-kıssa, Hak tebareke ve teala, Tahir'in duasını kabul ederek yatsı vaktinde zindan kapısı açılıp Hz. Hızır İlyas a.s. kapıdan içeri girdi selam verdi. Tahir, ayağa kalkıp saygı ile selamını aldı, fakat kim olduğunu anlamadı. Hızır aleyhisselam, "Oğlum, ağlama ve gam çekme. Hûda tebareke ve teala senin duanı kabul ederek bu zindandan kurtarıp sevgilin ile görüşmeni kolaylaştırdı" dedi. Fakat Hızır aleyhisselamın yularından tuttuğu bir kara atı vardı. Tahir'e "Kalk ve bu ata bin, ben seni sevgilinle buluştururum" dedi. Tahir bu cevabı işitince Hûda tebareke ve tealaya çok şükürler ederek, Hızır aleyhisselamın ellerini öptü. Daha sonra o atın yanına gelince, Hızır aleyhisselam Tahir'in prang