6 Kasım 2015 Cuma

cahit külebi - atatürk kurtuluş savaşında

ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINDA
Ne bulutlar gitti, ne padişahlardan bir haber geldi.
Kemal Paşa derler bir yiğit vardı.
Bu sefer de millet türkülerle Kemal Paşaya haber saldı.
V
Kemal Paşa, yenilmez yiğit, şanlı komutan!
Savaş girer gibi yetiş bize!
Yetiş bize, çöllerde bile olsan!
İnanç doldur, güç doldur içimize!
Bin kere yurdumuzu kurtaran!
Bir görseydin ağlardın hâlimize!
Kuşun kanadında türküler
Kemal Paşanın gönlüne vardı,
Cevabından önce kendi geldi.
VI
Bir gemi yanaştı Samsuna sabaha karşı
Selâm durdu kayığı, çaparı, takası,
Selâm durdu tayfası
Bir duman tüterdi bu geminin bacasından bir duman
Duman değildi bu!
Memleketin uçup giden kaygılarıydı.
Samsun limanına bu gemiden atılan
Demir değil!
Sarılan anayurda
Kemal Paşanın kollarıydı.
Selâm vererek Anadolu çocuklarına
Çıkarken yüce komutan
Karadenizin hâlini görmeliydi.
Kalkıp ayağa ardısıra baktı dalgalar
Kalktı takalar,
İzin verseydi Kemal Paşa
Ardından gürleyip giderlerdi.
Erzuruma kadar.
Bu ne inançtı ki, Kemal Paşa
Atının teri kurumadan
Sürüp geldin yeni yeni savaşların peşinde
VII
Bir selâm gibi gitti Erzuruma,
Bin selâm gibi geldi Sivasa Erzurumdan.
Dağlar alçaldı yol vermeğe,
Temizlendi ılkımından karından.
Analar bacılar yola döküldü,
Cephane taşıdı arkasından.
Irmaklar suyundan faydalattı,
Ağaçlar daldasından.
Yer gök inledi bir yol daha
Kurtuluş savaşından.
.............................................
Düşman koymuş meydanları kaçıyordu.
XI
Kattı Kemal Paşanın ordusu düşmanı uğruna
Pişman eti anasından doğduğuna.
Çevirdi Sakarya, çevirdi süvariler,
Veryansın etti topçu,
Veryansın etti piyadeler.

Kattı Kemal Paşanın ordusu sürdü gitti,
Yetiştikçe vurdu düşmana.
Hayın düşman sarhoş gibi sallana sallana
On beş günde İzmiri dar buldu,
Ölen kurtuldu, sağ kalan teslim oldu.
Kaçtı gemiler.
Alnı sargılı, kolu sargılı, boynu sargılı,
Ahmetler, Bekirler, Aliler,
Mahmutlar, Kâzımlar, İsmailler
Peşlerinden yettiler,
Diz çöküp Kordonboyuna
Ta yürekten çekip tetiği
Gemilere yaylım ateş ettiler.
Bu ne inançtı ki, Gazi Paşa!
Atının teri kurumadan
Sürüp gittin yeni yeni savaşların peşinde.
XII
Sana borçluyuz ta derinden!
Çünkü yurdumuzu sen kurtardın,
Hasta, yorgun düşmüştük,
Yaralarımızı iyice sardın.
Yiğittin, inanç doluydun yapıcıydın,
Sanatkârdın, denizler kadar engin;
Kimsenin görmediğini görürdü
Sevgiyle bakan gözlerin.
Dedin ki: Bu millet, bu büyük millet
Yüzyıllar boyunca geri kalmış;
Bu yurt, bu güzel yurt, bizim yurdumuz
Her yanından yaralar almış.
Dedin ki: Bir güzel savaşmalı
Kurmak için yeniden;
Bilgiyle, inançla, çoşkunlukla
"Övün, çalış, güven!"
Sana borçluyuz ta derinden!
Işığısın bu yurdun.
Dilimizi, ulusallığımızı öğrettin bize,
Çünkü cumhuriyetimizi sen kurdun.
Hürriyeti sen yaydın içimize,
Halkçıyız dedin halk içinden,
İnançta hür yetiştirdin bizi,
Borçluyuz sana ta derinden!
Devrimlerle yüceltti, çok yüceltti,
Bu milleti temiz ellerin.
Sana borçluyuz ta derinden
En büyüğü Mustafa Kemallerin!

Cahit KÜLEBİ

10 kasım şiirleri - orhan seyfi orhon

ÖLMEZ
Bitmez yasımız, içte kapanmaz yaramız tez,
İnsanlar ölür, bir koca tarih olan ölmez!
Solmaz o beniz, yok, o bakışlar yine mavi,
Lâyık onu tutsak biz ilahlarla müsavi.
Göğsünde bu yurdun tütedurdukça ocaklar
Eksilmeyecektir ona kan ağlayacaklar.
Batmaz o güneş, yurdu aşıp tarihe dalsa,
Her Türk Ata'nın yolcusudur tek kişi kalsa!
Atmaz bir adım arkaya "Türk"üm diyecek genç,
Yoktur onu inkâr edecek, varsa ne iğrenç!
Çiğnenmeyecek ömrünü vakfettiği ülkü,
Ahrette bulur, ölse de, ardında bu mülkü.
Ant içtik evet gitmeye gösterdiği izden,
Her gün tutacaktır o büyük Ruh elimizden.
Yok işte bakın ondaki nur ayda, güneşte,
On beş yıla sığdırdı o Dev, yüzyılı işte!
Gencim! diyen artık bir akistir o güneşten.
İçlerde yanan kutsal alev hep o ateşten.
Parlar o güneş, âlemi sonsuz gece sarsa,
Bir laht ona tarih, o anıt şanına darsa.
Bir dağdı aşılmaz, yüce gökten daha yüksek,
Yetmez, biz o insanla asırlarca övünsek.
En ünlü adamlar bile etsin ona gıpta
Yansın ona âlem, yüreğinde kan akıp da.
Kalbimizdeki tunç heykeli gök çatlasa bölmez,
İnsanlar ölür, Türk'e ilâh olmuş er ölmez!

Orhan Seyfi ORHON

4 Kasım 2015 Çarşamba

tevfik fikret - sis

SİS
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu';
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir;
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş;
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde;
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz;
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn;
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs;
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci'
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli';
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn;
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar;
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf;
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf;
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,
  Hele sizler…

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...



18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)



DİZE AKIŞ SIRASINA GÖRE ŞİİRDEKİ
SÖZCÜKLERİN-SÖZCÜK GRUPLARININ ANLAMLARI
âfâk: ufuklar
dûd: duman, sis
muannid: dik başlı, inatçı
dûd-ı muannid: inatçı sis
zulmet: karanlık
beyzâ: ak, çok beyaz
zulmet-i beyzâ: ak karanlık
peyâpey: birbiri arkasından, durmadan, gitgide
mütezâyid: artan, birikerek çoğalan, çoğalan
tazyik: basınç, sıkıştırma
eşbâh: cisimler, gövdeler, vücutlar
kesâfet: yoğunluk
ibâret: meydana gelen, oluşan
elvâh: levhalar, tablolar
heybetli: korku uyandıracak irilikte, korkunç, ulu
nazar: bakış
nüfûz eylemek: içine geçmek, içine işlemek
gavr: derinlik, dip
lâkin: ama
sürte: perde, örtü
muzlim: kara, karanlık, uğursuz
sürte-i muzlim: kara örtü, uğursuz örtü
tesettür: örtünme
sahn: alan, sahne
mezâlim: haksızlıklar, zulümler
sahn-ı mezâlim: haksızlıklar alanı, zulümler alanı
garrâ: ak, parlak, gösterişli aklık, gösterişli parlaklık
sahne-i garrâ: parlak sahne
zî-şa'şaa: gösterişli, parlak, süslü, şatafatlı, yaldızlı
hâile: facia, trajedi
pîrâ: donatan, süsleyen
hâile-pîrâ: facia süsleyen
sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ: facia süsleyen şatafatlı sahne
şa'şaa: gösteriş, parlaklık, şatafat
kevkebe: gösteriş
mehd: beşik
şark: doğu
ezelî: başlangıcı olmayan, çok eskiden beri, öncesiz
hâkime: ece, kadın hükümdar, kraliçe
câzibedâr: alımlı, cazibeli, çekici
hâkime-i câzibedâr: alımlı kraliçe, çekici ece
mahabbet: aşk, sevgi, sevme
bî-lerziş: titremeden, titreyişsiz
bî-lerziş-i nefret: nefretle titremeden
perverde eden: besleyen, büyüten
sîne: göğüs
meshûf: susamış
sefâhet: aşırı derecede eğlence ve zevk düşkünlüğü
sîne-i meshûf-ı sefâhet: zevk ve eğlence düşkünü göğüs
mâi: mavi, su renginde
der-âguuş: kucakta, kucağında
tûde: küme, öbek, yığın
zinde: canlı, diri
tûde-i zinde: canlı yığın
fertût: bunak, çok yaşlı, kocamış
müsahhir: büyüleyen, büyücü, sihir yapan
fertût-ı müsahhir: büyücü kocakarı
bîve: dul
bâkir: el değmemiş, erden
bîve-i dul: el değmemiş dul
hüsn: güzellik
sihr: büyü, sihir
hüveydâ: açık, belli, ortada 
enzâr: bakışlar
temâşâ: bakıp seyretme, izleme
enzâr-ı temâşâ: seyreden bakışlar
hâriç: dış, dışarı, dışında
çeşmân: gözler
kebûd: gök rengi, mavi
çeşmân-ı kebûd: mavi gözler
mûnis: cana yakın, sıcak kanlı, uysal
girye: ağlama, dökülen gözyaşı
bî-his: duygusuz, hissiz
te'sis olunurken: kurulurken
dest: el
hıyânet: güveni kötüye kullanma, hainlik, ihanet
dest-i hıyânet: hainlik eli
bünyân: yapı
zehr: zehir
zehr-âbe: acı su, kötü su, zehir gibi su
lânet: kargıma, kargış
zehr-âbe-i lânet: zehir gibi kargış suyu
levs: kir, pislik
riyâ: iki yüzlülük
levs-i riyâ: iki yüzlülük kiri
zerre: çok küçük parça, parçacık
safvet: arılık, saflık, temizlik
zerre-i safvet: temizlik zerresi
hased: kıskançlık
levs-i hased: kıskançlık kiri
teneffu': çıkarcılık, faydalanma, fayda sağlama
levs-i teneffu': çıkarcılık kiri
tereffu': terfi, yükselme
ümmîd-i tereffu': yükselme umudu
ecsâd: cesetler, cisimler, gövdeler
nâsiye: alın, cephe
pâk: temiz
ü: ve
dirahşan: parıldayan, parıltılı, parlak
şehr: kent, şehir
müebbed: sonsuza kadar, sonsuzca
fâcire: erkeğe düşkün kadın, günah işleyen kadın, kötü kadın
dehr: çağ, dünya, evren
fâcire-i dehr: dünya orospusu, evrensel orospu
debdebe: görkemli gürültülü patırtılı gösteriş
tantana: gürültülü parıltılı şatafatlı gösteriş
kal'a: kale
dahme: mezar, türbe
mersûs: dayanıklı, direngen, sağlam
havâtır: anılar, hatıralar
dahme-i mersûs-ı havâtır: anıların sağlam mezarı
ma'bed: tapınak
gırre: yok yere övünen, gafil, gereksiz gurura kapılan, övüngen
dîv: cin, dev, ifrit, şeytan, kötülüğü temsil eden varlık
mukayyed: bağlanmış, bağlı
mâzî: geçmiş
âtî: gelecek
nakletmek: anlatmak, bir başkasına anlatmak
me'mûr: görevlendirilmiş, görevli
sûr: sur, kentleri çeviren yüksek duvarlar
kafile-i sûr: sur kafilesi, sur silsilesi
mebânî: binalar, yapılar
münâcât: Tanrı'ya dua etme, yakarma
mebânî-i münâcât: Tanrı'ya yakarma yapıları, tapınaklar
mahmil: sepetli yüklük, sepetli eyer, yük taşıyan, yüklü armağan
ezkâr: sözler, yinelenen yakarılar
mahmil-i ezkârı: sözlerini taşıyan, yakarılarını yineleyip duyuran
minârât: minareler
sakf: çatı, dam
medrese: din eğitimi verilen okul
zıll: gölge
zıll-ı siyâh: kara gölge
te'mîn etmek: elde etmek, sağlamak
sâil: dilenci, dilenen
sâbir: sabreden, sabırlı
sâil-i sâbir: sabırlı dilenci
rahmet: Tanrı'dan bağışlama, esirgeme dileme
mekaabir: mezar taşları
elvah-ı mekaabir: mezar taşları tabloları, mezar yazıtları
pür-velvele: gürültü patırtı dolu, şamata dolu, şamatalı
yâd: anma, anı, anış
iykâz etmek: aklına getirmek, uyandırmak
sâmit: konuşmayan, sessiz, suskun
sâkin: durgun
ecdâd: atalar, dedeler
ma'reke: cenk yeri, savaş alanı, savaşılan yer
tîn: balçık, çamur
gubâr: toz   
ma'reke-i tîn ü gubâr: çamur ve tozun savaş alanı
rahne: bozulan, bozuk yer, gedik, yıkık
vak'a: olay
vîrâne: yıkık yapı kalıntısı, yıkıntı  
mekmen: pusu kurulan yer, pusu yeri
hâb: ölüm, uyku, son uyku
eşirrâ: kötüler, it kopuk sürüsü
mekmen- i pür-hâb-ı eşirrâ: uykulu it kopuğun pusu yeri
ber-pâ: ayakta, ayakta duran, yıkılmamış
mâtem-i ber-pâ: yıkılmamış yas
temsîl etmek: örneği olmak, simgelemek   
âsûde: huzurlu, rahat, sessiz
fersûde: eskimiş, yıpranmış
mesâkin: konutlar, meskenler
mavtın: oturulan, yaşamın sürdürüldüğü yer, vatan
gam-dîde: gamlı, kaygılı, tasalı 
merâret: acılık, tatsızlık
mi'de: mide
tekâza: çekişme, çıkışma, kakma, sıkıştırma, takaza 
zehr-i tekâzâ: sıkıştırmanın zehri
zillet: alçaklık, aşağılık, aşağılık davranışlar
bel'eyleyen: içine alan, yutan
efvâh: ağızlar
kadîd: bir deri bir kemik kalmış, kurumuş, sıska, sıskası çıkmış
efvâh-ı kadîde: kurumuş ağızlar
fazl: bağış, kerem
fazl-ı tabîat: doğanın bağışı, doğanın bağışladığı
âmâde: hazır
mün'im: bakıp besleyen, nimet veren, yediren içiren
fıtrat: yaradılış
makrûn: kavuşmuş, ulaşmış
âtıl: devinimsiz, duran, tembel
âkim: dölü olmayan, kısır, verimsiz
ni'met: Tanrı'nın sunduğu yiyecek, içecek; yaşam için gerekli şeyler
esbâb: nedenler, sebepler
rehâ: kurtuluş
esbâb-ı rehâ: kurtuluş nedenleri
züll: alçalma, düşkünlük, horluk
tevekkül: işi Tanrı'ya bırakıp yazgıya katlanma
züll-i tevekkül: yazgıya katlanma düşkünlüğü
mürâyi: iki yüzlü
savt: ses, ün
kilâb: köpekler
savt-ı kilâb: köpeklerin sesi
şeref: onur
nutk: insanoğlunun konuşma, söz söyleme yetisi
şeref-i nutk: konuşma onuru
mümtâz: seçkin, başkalarına göre üstün tutulmuş
tel'in eden: lanetleyen, kargıyan, kargışlayan
âvâz: bağırtı, çığlıkça, yüksek ses
girye-i bî-fâide: yararsız gözyaşı, boş yere akıtılan gözyaşı
hande: gülme, gülüş
zehrîn: acı, zehir gibi
hande-i zehrîn: acı gülüş, zehir gibi gülüş
nâtıka: insanoğlunun düşünüp söyleme yetisi, düzgün konuşma; dirayetli, dokunaklı düzgün söz söyleme, doğru düzgün sözler
acz: güçsüzlük, zor durumda olma
nâtıka-i acz ü elem: güçsüzlük ve elem bildiren sözler
nazra: bakış
nefrîn: kargıyan, lanet okuyan 
nazra-i nefrîn: kargıyan bakış, lanetleyen bakış
cevf: iç, içine yönelen, oyuk, oyulmuş
esâtîr: efsaneler, mitolojik masallar
cevf-i esâtîre: efsanelerin içine
kıble: zor durumda kalınınca başvurulan kapı, Müslümanların namazda yöneldiği yan
ikbâl: baht açıklığı, yüksek onura ulaşma durumu
kıble-i ikbâl: yükselme kapısı
reh: yol
pâ-bûs: ayak öpme, ayak öpen
reh-i pâ-bûs: ayak öpme yolu
havf: korku, ürkü
müsellâh: silah kuşanmış, silahlı
havf-1 müsellâh: silahlı korku
hasârât: hasarlar, zararlar
râci': -den dolayı, ilgili, o yüzden
şekve: şikayet, yakınma
tâli': kısmet, talih
şekve-i tâli': talihten yakınış, talihten yakınma
masûniyet: dokunulmazlık, korunma
makrûn: ulaşmış, yakın, yaklaşmış
hakk-ı teneffüs: soluk alma hakkı, yaşama hakkı
efsâne-i kanûn: yasa efsanesi, (şiirde, anayasa masalı)
va'd: söz, vaad
muhâl: olmayacak, olanaksız
vad'i muhâl: gerçekleşmeyecek vaad, olmayacak vaad, olmayacak söz
ebedî: sonsuza dek sürecek
kizb: yalan
muhakkak: belli olmuş, gerçekliği araştırılmış, kesin
kizb-i muhakkak: bilinen yalan
mütemâdî: aralıksız, her zaman
savlet: saldırma
evhâm: kuruntular
savlet-i evhâm: kuruntuların saldırısı
bîtâb: bitkin, güçsüz kalma, halsizlik
tahassüs: duygulanma, etkilenme, içlenme
bî-tâb-ı tahassüs: duygulanmaktan bitkin 
temdîd edilen: süresi uzatılan, uzatılmış
gûş: kulak
tecessüs: anlama merakı, gizlice öğrenmeye çalışma
bîm: korku
bîm-i tecessüs: dinlenme, gözlenme, izlenme korkusu
gayret-i milliye: ulusal çaba
mebgûz: nefret edilmiş
muhakkar: hakaret edilmiş, hakir görülen, hor görülmüş
seyf: kılıç
mahkûm-ı siyâsî: siyasal mahkum
behre: kısmet, nasip, pay, üleş
fazl: erdem, kerem, üstünlük
behre-i fazl ü edeb: erdem ve edebin payı
mensî: bellekten gitmiş, unutulmuş
çehre-i mensî: unutulmuş yüz
bâr: ağırlık, yük
hazer: çekinme, korku, sakınma
bâr-ı hazer: korku yükü
me'lûf: alışkın, alışmış, huy edinmiş
eşrâf: ileri gelenler
tevâbi': uşaklar, yardakçılar
unsur: öğe, bir bütünü oluşturan her bir parça
ma'rûf: herkesçe bilinen, ünlü
unsur-ı ma'rûf: ünlü parça, ünlü öbek
re's: baş
fürûberde: aşağı eğilmiş
re'si fürûberde: eğilmiş baş
ta'kîb: izleme
mâder: ana, anne
hicranzede: ayrılık acısı çeken
mâder-i hicranzede: ayrılık acısı çeken ana
hemser: arkadaş, aynı kafada, eş, eşlik eden
muğber: dargın, gücenik, kırgın
hemser-i muğber: gücenik eş
âvâre: başı boş
hâile: facia


Tevfik FİKRET

turgut uyar - arz-ı hal

ARZ-I HAL

Ben de günahkar kullarındanım Allahım...
Bir "Kulhuvallahi" bilirim dualardan,
Bir de "Yarabbi şükür" demeyi doyunca,
Bir kere oruç tutmam ramazan boyunca,
Ama çekmediğim kalmadı sevdalardan.
Ben de günahkar kullarındanım Allahım!...

Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...

Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...
Meleklerin sana bunları söylemezler.
Artık, pek yarattığın gibi değil dünya
İnsanlar hem sabuna karıştı, hem suya:
Ne olursun hoşuna gitmediyse eğer,
Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...

Sana bir şey soracağım, affet, Allahım!...
Beş vakit kızlar doluyor camilerine,
Beyaz yaşmaklı, beyaz tenli masum kızlar...
Benim bir defa görüşte yüreğim sızlar;
Sen tutulmadın mı, içlerinden birine?
Sana bir şey soracağım, affet, Allahım!...

İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...
Kıt kanaat sere serpe yollar boyunca
Sen, bizim için hala o ezeli sırsın.
Sen de, bizi bilmiş olsan, başkalaşırsın...
Herkesin kederi, gailesi boyunca.
İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...

ziya gökalp - vatan

VATAN
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın...
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkûre bir, lisan, adet, din birdir...
Mebusânı temiz, orda Boşo'ların sözü yok,
Hududunda evlâtları seve seve can verir,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermâye
Sanatında yol gösteren ilimle fen Türkündür
Hirfetleri birbirini dâim eder himâye
Tersâneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın!


Ziya  GÖKALP

vedat günyol - dağlarca için

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
Dağlarca, Cumhuriyet döneminin, özellikle ikinci kuşak şairlerinin en özgünü, nicelik ve nitelik bakımından en verimlisidir. Gerek dili, sözcükleri, gerek temaları, şiir kalıpları ile kendinden önceki şairlere benzemediği gibi, çağdaşlarına da benzemez. Onun kadar hiçbir şairimiz, hiçbir sanatçımız, gerek yerlebir gerçeğe; gerek insan denen bilinmezin çekirdeği çocuk'tan başlayarak Tanrıya; Tanrı'yı da, insan aklının yüzyıllardan bu yana vardığı Evren kavramını da aşan, ancak engin bir sezgiyle (aklın durduğu yerde başlayan sezgiyle) alacakaranlık halinde sezebildiğimiz gerçeküstü gerçeğe böylesine şairce kanat açamamıştır.
Dağlarca, Fransızların Victor Hugo'ya yakıştırdıkları mâge (büyücü, müneccim) sözüne, dünya ölçüsünde, belki en çok hak kazanan, antenleri gözle görülür dünyaya olduğu kadar, gözle görünmeyen, insan aklını aşan sezgiler dünyasına pencereler açan tükenmez, tükenecek sandığımız bir anda, yeni yeni sezgileriyle insanı şaşırtan, kaynağı kurumaz bir şairdir: Yüz-binlerce çağrı bana, yüzbinlerce / Şaşar kalır şuracıkta yüreğim (Deliböcek).
Dağlarca, şiire daha 19'unda, askeri okul sıralarında başlar. İlk şiiri (Yavaşlayan Ömür), 1933'te İstanbul dergisinde çıkar. Bütün acemiliklerine karşın, yer yer şaşırtıcı bir olgunluk taşıyan bu şiirde bilinmeyen bir sevgiliye seslenir. Bir sevda sarkışıdır bu: Akşamın bastırmasıyla seslerin dindiği bir saatte içinin derinlerinde başlayan eski bir şarkı; kırk yıllık sanat hayatında ağır basan, ama her an tazelenen, ilk sevgiliden insanlara, dünyaya, evrene açılan, durmadan tazelenen bir sevda şarkısı.
Dağlarca'nın ilk şiir kitabı 1935'te yayınlanır: Havaya Çizilen Dünya. Ama şair, asıl kişiliğini bütün yönleriyle yansıtan eserinde, Çocuk ve Allah'ta, bulur. Dağlarca'nın özelliği insan kaderi, dünya ve evrendeki yeri üzerine, sevgiyle karışık çocuksu bir şaşkınlıkla eğilmesidir, diyebiliriz. Şair bu kitapta, iki uç arasında, Çocuk'la Tanrı, görünenle görünmeyen arasında şaşkınlıkla gidip gelir. İnsanlığın kaderi üzerine çocuk'tan, insanlığınkine Taş Devri'nden (1945) başlayarak Tanrı'ya, Evrene, oradan da Evren ötesine {Âsû, 1955) kadar uzanır ilgisi. Bu düzeyde şairin son vardığı aşama Âsû'dur. Dağlarca'nın belki en karanlık, belki de en aydınlık eseri olan Âsû "insanın günümüzden (yani, şairin sezgisinden) eski çağlara doğru tek kesit içinde incelendiği" eserdir. Âsû, hiçbir bilimin, hiçbir dinin bugüne kadar kavrayamadığı; içine, Tanrısı, doğası, insanı, evreni, uzayı ile her şeyi alan, "süreden sürez'e" uzanan "bir devinimin", bir "büyük aydınlığın" (gözleri kör eden, onun için de ne olduğunu bilemeyeceğimiz bir aydınlığın) ta kendisidir.
Dağlarca'nın şiirini, o engin, çağlayanlar gibi gürül gürül akan, aktıkça coşan, coştukça akan şiirini, Daha'daki (1943) "Dışımızla içimiz" adlı şu dörtlük özetlemektedir:
Görünenle
Olmak
Düşünmek
Görünmeyenle.

Görünenle olmak. Nedir görünen? Dünya gerçeği. Dağlarca için görünen, her şeyden önce insandır, önce, çocuk'ta başlayan, anada, kardeşte arkadaşta, sevgilide somutlaşan, önce kendi ulusunda, sonra dünya uluslarında, bir kelimeyle, insanlıkta oluşan insan. Dağlarca'nın, insan bilmecesinin çekirdeği çocuk'la başlayan "görünenle olmak" serüveni, Çakırın Destanı (1943) ile insanın dış dünya karşısındaki davranışına ve ruh yapısına, oradan da Anadolu köylüsünün kaderine (Toprak Ana, 1950; Aç Yazı, 1951), Türk ulusunun fetihlerle yüce, Kurtuluş Savaşı'yla kutsal yaşantısına kadar uzanır. Bu aşama destanlar aşamasıdır. Üç Şehitler Destanı (1945) ile başlayan, İstiklâl Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklâl Savaşı-İnönüler (1951), Yeni Mehmetler (1964), Çanakkale Destanı (1965) ile sürüp giden bir sürü destanda şairin yüreği yurdu için çarpar. Dağlarca bununla da kalmaz, 27 Mayıs Devrimi'ni izleyen özgürlüksüz demokrasi döneminin bütün haksız eylemlerine mertçe cephe alır.
Bütün bu destanların yanı sıra, Çakırın Destanı ayrı bir önem taşır. Bu eserde şair, yüzyıllardır horlanmış, ezilmiş bir ulusun çocuğu olan Çakır'ın ağzından "bir cihan türküsü" özlemi içinde antenlerini gerip "uzak milletlerin gençlerini" yarını dinlemeye çağırır. Bununla da kalmaz, Sivaslı Karıncayı (1951) yollara salıp, ilk kez dünyaya açılarak, insanın ortak kaderi üstünde durur Asya'yla Avrupa'yı kıyaslayarak. Şair artık yalnız kendi ulusunun değil, bütün ulusların, özellikle ezilmiş, horlanmış, uyanmamış, uyanması engellenmiş ulusların sözcüsü olur, hatta daha da ileri giderek, Vietnam halkının bir sömürgen devlete karşı kahramanca sürdürdüğü (tıpkı bizim Kurtuluş Savaşımız gibi) kurtuluş çabasını benimseyerek Vietnam Savaşımız (1966) adı altında bir destan yazar, Kubilay Destanı (1968) doğrultusunda bir coşkuyla.
Dağlarca'nın ikinci özelliği görünmeyenle düşünmek'tir. Görünmeyen, önce, adına Tanrı dediğimiz kavram, sonra gökleri, yıldızlarıyla (bütün uzay deneylerine rağmen) çözülmez bir bilmece halinde karanlıklara gömülü bir evren, daha sonra da ölüm, o yokluk, o Allah'a doğru uzanan yolculuk'tur.
Dağlarca'dan Tanrı, Mevlanâ ve Yunus'taki gibi mistik bir varlık, insanın ulaşmaya, kendini onda eritmeye yöneldiği bir varlık değildir. Daha çok bir bilinmezler kavramıdır Tanrı. Evrenin dinginlik senfonisinde her şey Tanrı kadar "mevcut" ve hareketsiz, her şey onun kadar "namevcuttur" çünkü. Tanrı, olsa olsa, insanda yaşayan, insanla birlikte var olan bir bilinmez, belki de bir sonsuzluk özlemidir. Oysa insan, hele çocuk, her yerde var ve "mevcuttur". Öylesine var ve "mevcuttur" ki, Dağlarca onu son eserinde (Arkaüstü, 1974) uzay boşluklarında, yatağında sırt üstü yatmış durumda, renkleri öttürme yarışları, sesleri boyama oyunları içinde, ışıktan giysilerle, uçan sevinçlerden sevinçlere koşturup, Exupery'nin Küçük Prens'inin dünya ötesi gezegenindeki serüvenine taş çıkartan bir düş ve fantezi zenginliğinde dolaştırıyor.
Dağlarca, sayısı otuz üçü bulan, her biri ötekinden güzel ve ilginç kitaplarıyla Türk edebiyatında, gerek kapsamı, ön seziş yeteneği, hayal gücü hiçbir şiir geleneğine bağlı olmayan eserleri, gerek şiir dilinin özgünlüğü, hepsinin üstünde sözcüklere yüklediği düşünce ve duygu zenginliğiyle erişilemez bir doruktur. Daha 1939'larda Orhan Burian: "Dağlarca'nın şiiri ya cinnete, ya da dehaya varmak üzeredir" demişti. Aradan geçen 36 yıl bu yargının dehadan yana ağır bastığını gösteriyor.

Vedat GÜNYOL
Çalakalem, İş Bankası Yayınları, 1999

orhan hançerlioğlu - düşünce tarihi

GÜNEŞ ÜLKESİ İtalyan Giordano Bruno 1600 yılında Roma'da diri diri yakılırken Fransız Michel de Montaigne yaşamıyordu, öleli sekiz yıl olmuştu. Ama bir başka İtalyan, Tommaso Campanella, o sırada otuz iki yaşındaydı ve Bruno'nun diri diri yakılışını gördü. Oysa, onun da başına gelecekler vardı, diri diri yakılmayacaktı ama, İspanya egemenliğine karşı çıktığından ötürü ömrünün yirmi yedi yılını Napoli zindanlarında geçirecekti.
XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla geçiyor, XVIII. yüzyıla yöneliyoruz. Görüyorsunuz ki XII. yüzyılda öldüğü sanılan ortaçağ henüz gizli gizli yaşamakta, can çekişmektedir. Bu koca karanlık çağı öyle birkaç yüzyıl içinde temizleyivermek olacak iş değildi elbet.
Kendilerini mutlu kılacak devleti yeryüzünde bulamayan insanlar, onu masallarda tasarlıyorlar. İngiliz Thomas More'un Ütopya masal devletinden sonra, İtalyan papazı Tommaso Capanella'nın (1568-1639) Güneş Ülkesi masal devleti böylesine bir düşünce ürünüdür. Örnek, Platon'dan gelmiştir. Rönesans, yeni Platonlar yaratmaktadır. Aranılan, insan mutluluğudur. Tommaso Campanella da Platon'la Tomas More gibi, bu mutluluğun, düzenli bir devletle gerçekleşebileceği kanısındadır. Her üçüne göre de kişilerin mutluluğu için devlet gereklidir. Ancak bu devletin nasıl olması gerektiği yolunda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bununla beraber, kişiyi mutlu kılacak devletin toplumcu bir devlet olmasında birleşmektedirler.
Campanella'nın Güneş Ülkesi (Civitas Solis), Topraban adasındadır (Seylan). Ülke, yedi bölgeye ayrılmıştır ve her bölge bir yıldızın adını taşımaktadır. Tepedeki tapınağın içinde yedi şamdan yanıyor. Pythagoras'tan kalma sayı mistikliğinin Campanella'da da sürüp gittiği görülmektedir. Koyu dinci olan bu devletin başında büyük metafizikçi ya da sol adını taşıyan bir papaz vardır. Campanella, böylelikle, Mesih Monarşisi (Monarchia Messiae) adlı yapıtında savunduğu, bütün prenslerin papanın yönetimi altına girmeleri düşüncesini de gerçekleştirmektedir. Büyük metafizikçi işbaşına seçimle gelir, koltuğunu bilgeliğin gücüyle kazanmıştır. Daha açık bir deyişle, büyük metafizikçi, güneş ülkesinin en bilge kişisi olduğu için seçilir. Ömrünün sonuna kadar bu koltukta oturabilir. Ancak, kendisinden daha bilge bir kişi yetişirse büyük metafizikçiliği ona bırakmak zorundadır. Büyük metafizikçi ya da sol, memurlarını kendi seçer. Kesin ve karşı konulmaz yetkileri vardır. Kendisinden daha bilge bir kişi yetişmediği sürece bir çeşit diktatördür. Dinsel ve siyasal yönetim, tümüyle ona bırakılmıştır. Kendi seçtiği üç büyük bakan vardır. Pon (pouvoir, güç) adını taşıyan güç bakanıdır, askerlik ve savaş gibi güce dayanan bütün işleri o yönetir. Sin (sagesse, bilgelik) adını taşıyan bilgelik bakanıdır, dinsel ve eğitimsel bütün işleri o yönetir. Mor (amour, aşk) adını taşıyan aşk bakanıdır, sağlık işleriyle cinsel işleri o düzenler.,
Platon, özel mülkiyeti sadece yöneticiler için ve en iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla yasaklıyordu. Thomas More, özel mülkiyeti eşitliği sağlamak ve kötülüklerin kökünü kurutmak amacıyla bütün vatandaşlara yasaklamıştır. Campanella bu konuda Thomas More'a katılmaktadır. Güneş ülkesinde de özel mülkiyet bütün vatandaşlar için kaldırılmıştır. Her şey devletindir. Güneş ülkeliler birlikte üretip birlikte tüketmektedirler. Thomas More'un yasakladığı lüks üretime Campanella izin vermektedir. Ona göre, kişilerin mutluluğu için lüks de gereklidir. Platon'un sekiz saat olarak yasalaştırdığı çalışma yükümü (mükellefiyet), Tomas More'da altı saat, Campanella'da dört saattir. Çalışma saatlerinin gittikçe azalmasının nedeni, planlı çalışmanın az emeği gerektirdiği düşüncesidir. Campanella'ya göre lüksü de içine alan bütün üretim için vatandaşların dört saatlik çalışmaları yetecektir. Böylelikle vatandaşlar eğlenmeye, güzel sanatlarla uğraşmaya, Tanrı'ya bağlanmaya daha çok vakit bulacaklar ve daha mutlu olacaklardır. Güneş ülkesinde tembellik suçtur ve cinsel birleşmeden yoksun bırakılmak cezasıyla cezalandırılmaktadır.
Platon, aileyi de özel mülkiyet gibi sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla yasaklıyordu. Thomas More aileye dokunmamış, tersine, aileyi desteklemişti. Campanella bu alanda Platon'la birleşmektedir. Güneş ülkesinde aile yoktur, kadınlarla erkekler evlenmeden birbirleriyle birleşirler. Çocuklar, Platon'da olduğu gibi , toplumundur, ana babalarını tanımazlar. Devlet onları toplu olarak büyütür, eğitir ve iyi vatandaş yapar. Ancak, Thomas More özel mülkiyet yasağını Platon'a karşı nasıl bütün topluma yaymışsa, Tommaso Campanella'da aile kurmak yasağını Platon'a karşı bütün topluma yaymaktadır. Bir başka deyişle, Platon'da sınıflar vardır ve yasaklar bu sınıflar için ayrı ayrıdır; Thomas More'la Tommaso Campanella'da sınıflar yoktur, konulan yasaklar da bundan ötürü bütün toplum içindir. Güneş ülkesinde aile bulunmadığı halde cinsel birleşmeler pek o kadar kolay değildir, isteyen istediğiyle birleşemez. Kimin kiminle birleşeceğine memurlar karar verir. Bu yasa, aşk bakanının yürütmek zorunda bulunduğu başlıca görevlerden biridir. O kadar ki, aşk bakanı, sadece insanların yetkinliğiyle değil, hayvanların yetkinliğiyle de görevlidir. Bu açıdan üretim araçları olarak ele alınan insanlar ve hayvanlar, yetkin olmalıdırlar. 
Aile konusunda Campanella'nın bir özelliğide, Thomas More'un özel mülkiyette bulduğu bütün kötülükleri ailede bulmasıdır. Thomas More bütün kötülüklerin (hırsızlık, kavga, öldürme, kıskançlık, yalan) kaynağını özel mülkiyetin varlığında bulmaktaydı. Tommaso Campenella da bütün bunların kaynağını ailenin varlığında bulmaktadır. Ona göre kötülüklerin tümü kadına ve çocuklara verilen değerden doğar. Bu değerler ortadan kalkarsa kötülükler çok azalacaktır. Bu noktada da More'la Campanella arasında bir ayrılık vardır. More, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacağına inanıyordu. Campanella, ailenin kaldırılmasıyla kötülüklerin büsbütün ortadan kalkacağına inanmıyor, sadece azalacaklarını söylüyor. Bu düşüncesinin sonucu olarak da Güneş ülkesinde güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardır.
Campanella'nın pratik etkileri, Platon'la More'a göre, çok geniş olmuştur. Öncelikle, pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde, Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması, Güneş ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştır. Rinaldi adındaki bir sosyalist şefin yönetiminde yapılan ayaklanma, önceden haber alınıp bastırılmasaydı, Campanella'nın düşü, daha o yaşarken gerçekleşecekti. Bu ayaklanmaya otuz çektirmeyle Türkler de katılmışlardır.
Campanella'nın öldüğü yıl olan 1639'da, cizvit papazları, onun düşünü Paraguay'da gerçekleştirdiler. İspanya'nın olayı önemsememesinden yararlanan papazlar, Paraguay yerlilerini Güneş ülkesi örneğine uygun olarak örgütlediler. Toprak mülkiyeti, Tanrı'ya (Paraguay yerlilerinin dilinde Tupanbak) bırakılmıştı. Ülke otuz köye ayrılmıştı. Üretim, Tanrı için yapılmaktaydı, tüketimse bütün vatandaşlar içindir. Her köyde iki cizvit papazıyla bir yerli yardımcı, üretim ve tüketimi düzenliyordu. Ancak aileye dokunulmamış, aile cizvitlerce de, Thomas More'da olduğu gibi, desteklenmişti. Daha da ileri gidilerek, birtakım erdemsizlikler doğurduğundan ötürü bekarlık yasaklanmıştır. Evlenme zorunluğuna karşı, çocuklar toplumundu. Çocuk, memeden kesilinceye kadar ansında bırakılıyor, memeden kesilince toplumsal eğitime veriliyordu. Çocuklara, aileye bağlılık yerine topluma bağlılık duygusu aşılanıyordu. Çocuklar, koyu bir Katolik eğitimiyle yetiştiriliyorlardı. Esir avcılarından kaçan bütün yerliler Güneş ülkesine sığınıyorlardı. 1765 yılında ülkenin nüfusu yüz elli bine çıkmıştı. Paraguay Güneş ülkesi 1773 yılına kadar, yüz otuz yıl yaşadı. 1767 yılında, dinsel nedenler yüzünden, İspanyollar Paraguay'dan cizvit papazlarını kovdular. Yerliler, alıştıkları düzeni bir süre daha uyguladılarsa da sağdan soldan gelen baskılara dayanamıyarak dağılmak zorunda kaldılar. Tupanbak, topraklarını koruyamamıştı. Böylece, Tommaso Campanella'nın Katolik egemenliği ütopyası da tarihin derinliklerine karışmış oldu.
Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi

aziz nesin

1915 (20 Aralık) İstanbul, Heybeliada'da doğdu.
1925 İstanbul'da Süleymaniye'de 'Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3.sınıfına girdi. Sonradan okulun adı, İstanbul 7. ilkokul oldu.)
1935 Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirip Harp Okuluna geçti.
1937 Ankara'da Harp Okulunu bitirip asteğmen oldu.
1941 2.Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya'da çadırlı ordugahta görev yaptı.
1942 Erzurum Mustahkem Mevkii İstihkam Tb.Bölük Komutanlığına atandı. Bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılmış olan ordu cephaneliğinin boşaltılmasıyla görevlendirildi.
1944 Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı.
1944 Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirildi.
1945 Askerlikten ayrıldıktan sonra Karagöz Gazetesinde ve Yedigün Dergisinde redaktörlük ve yazarlık yaptı, profesyonel olarak yazarlığa başladı.
1945 Tan Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı. (4 Aralık'ta tek parti iktidarı üniversite gençlerine Tan Gazetesi'ni yaktırdı.)
1945 Yayınlanmış ilk bağımsız yapıtı 'Parti Kurmak Parti Vurmak' adlı 16 sayfalık broşürü çıktı.
1946 Sabahattin Ali ile birlikte Markopaşa ve süreği olan gülmece gazetelerini çıkardı.
1947 Bursa'ya sürgün edilerek güvenlikte gözaltında tutuldu.
1948 İkinci kitabı olan 'Azizname' adlı taşlama kitabını çıkardı. Bu kitap için İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesinde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda aklandı.
1949 İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı Faruk her üçü birden Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı savıyla aleyhine dava açtılar. 6 ay hapse mahkum edildi ve ceza infaz edildi.
1952 İstanbul'da yeni kurulmaya başlanan Levent'te bir dükkan kiralayarak Oluş Kitabevi'ni açtı. Sabahları Levent'teki evlere gazete dağıtıyordu.
1953 İki küçük çocuğuyla birlikte Levent'teki kitabevinden geçimini sağlayamayınca Beyoğlu'nda Bursa Sokağı'ndaki yeni yapılmış hanın bir odasında 'Paradi Fotoğraf Stüdyosu'nu bir ortağı ile birlikte kurdu.
1955 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkanlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanmıştı. Aziz Nesin'de suçlu olarak Sıkıyönetimce tutuklandı.
1955 Halil Lütfü Dördüncü'nün 'Yeni Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı.
1956 İtalya'da (Bordighera'da) yapılan uluslararası (yirmi iki ulus) gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiye'yi 'Kazan Töreni' adlı öyküsüyle kazandı.
1957 Yine İtalya'daki aynı uluslararası yarışmada 'Fil Hamdi' adlı Öyküsüyle ikinci kez birincilik ödülü olan Altın Palmiye'yi kazandı.
1960 İtalya'da kazandığı ilk Altın Palmiye'yi devlet hazinesine bağışladı.
1961 Tanin Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı.
1961 Zübük adlı haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmaya başladı.
1962 Sahibi bulunduğu Düşün Yayınevi anlaşılamayan bir nedenle bir gece yandı. Üst fiyatları 3 milyon lira olan (bugünkü para değeriyle en az yarım milyar lira) depodaki kitapları yandı.
1965 Elli yaşındayken ilk kez pasaport alabildi, ve yurtdışına çıktı. Çağrılı olduğu Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na katıldı. Altı ay süren bu ilk yurtdışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti.
1966 Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi 'Vatani Vazife' adlı öyküsüyle kazandı.
1968 Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında 'Üç Karagöz' oyunuyla birincilik ödülü aldı.
1969 Moskova'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında 'İnsanlar Uyanıyor' adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülü kazandı.
1970 Türk Dil Kurumu'nun oyun ödülünü 'Çiçu' adlı oyunuyla kazandı.
1972 Kimsesiz çocukları yetiştirmek için Nesin Vakfı'nı kurdu.
1974 Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin Lotus ödülünü kazandı.
1975 Lotus ödülünü almak için Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı.
1976 Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek Hitar Petar ödülünü kazandı.
1977 TürkiyeYazarlar Sendikası Başkanı seçildi.
1978 'Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz' adlı romanıyla Madaralı roman ödülünü kazandı.
1982 Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından hastaneye kaldırıldı. 'Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi'nde bir ay kalarak tedavi gördü.
1983 ABD'de Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrıldı. Pasaportu geri alındığı için bu toplantıya katılamadı.
1984 (20 Aralık) Şan Sinema Salonu'nda 70. Doğumgünü töreni yapıldı.
1984 Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu.
1985 Ekin A.Ş'nin kurulması girişiminde bulundu.
1985 İngitere'de PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi.
1985 TÜYAP'ın düzenlediği 'Halkın Seçtiği Yılın Yazarı' ödülünü kazandı.
1989 'Demokrasi Kurultayı'nın toplanmasında etkin görev aldı. Oluşturulan 'Demokrasi izleme Komitesi'nin iki başkanından biri oldu.
1989 Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen 'Tolstoy Altın Madalyası'na değer görüldü.
1990 (19 Mart) Ankara'da Sanat Kurumu'nda 75.Yaşı kutlandı.
1991 - 1995 Yoğun etkinliklerle geçen yıllar.
1995 5 Temmuz Çeşme'deki imza günü sonrası, saat 01.05'te öldü.

Kaynak : Nesin Vakfı
www.nesinvakfi.org
  

octavio paz

Şairlerin özyaşam öyküleri olmaz.
Onların özyaşam öyküsü yapıtlarıdır.
                                       Octavio PAZ

ceyhun atuf kansu - çocukluk aşkı

ÇOCUKLUK AŞKI

Düşün, düşün ki anne ben daha çok küçüğüm,
Ilık ellerimden tut, beraber götür beni,
Oyuncakçıda büyük mavi bir gemi gördüm,
İşlenmiş, dalgaların köpüğüyle yelkeni.

Şu renk renk toplara bak, anne, ne güzel renk renk
Dönüyor içimde bir bayram yeri dönüyor,
Yuvarlanıyor gönlüm şu uçan toplara denk,
Bir yokuştan koşarak kalbim sana iniyor.

Kan değil, zafer akar benim savaşlarımda,
Hürriyet için ölür genç kurşun askerlerim,
İnsanlığın cenneti saklı göz yaşlarımda,
Yeni bir bahar çağı getirecek zaferim!

Korkma, korkma kaçmam ben, tahta atımla dağa,
Senden daha güzel bir dağ var mı rüyalarda?
Niçin uğraşsın küçük kuş yurdundan kaçmağa,
Yaşarken annesinin yeşerttiği kırlarda?

Kırılır, bütün iyi oyuncaklar kırılır,
Çocuk kalblerinden mi yaparlar hep onları,
Niçin oyun biterken en sonra hatırlanır,
Hâtıralarımızın en tatlı oyunları?

Satılır mı zengin bir oyuncakçıda söyle,
Anne, dün okuduğun masaldaki güzel kız?
Yeter, altın bir kalbim olsun, Tanrıdan dile,
Bütün zenginliğimi verir onu alırız.






Ceyhun Atuf KANSU

ali şir nevai

Ali Şir Nevâî
Nizâmüddîn Ali Şir Nevâî, 9 Şubat 1441 (H. 17 Ramazan 844) tarihinde Herat’ta doğdu. Uygur Türklerindendir. Babası Gıyâsüddîn Kiçkine Bahadır, Horasan hâkimi Ebu’l-
Kâsım Babur’un hizmetinde bulunmakta idi. Ana tarafından büyük babası Ebû Sa’îd Çisekde Mîrzâ Baykara’nın beylerbeyi idi. Esasen ataları başlangıçtan beri Timurluların hizmetinde bulunuyorlardı.
Babası, 1447 yılında Şâhrûh’un vefatı üzerine altı yaşındaki Ali Şir’i yanına alarak
Irak’a gitmek üzere yola koyuldu. Yolculuk esnasında Teft şehrine uğrayıp Timur’un tarihçisi Şerefüddîn Alî Yezdî’nin hankahı yanında konakladılar. Ali Şir küçük yaşına rağmen
Mevlânâ Yezdî ile tanışıp mülâkât şerefine erişti.
XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı 74
1452 yılında Sultan Ebu’l-Kâsım Babur, Horasan hâkimi olunca baba-oğul Horasan’a
döndüler. Bu sırada babası bir süre Sebzvâr şehri emirliğinde bulundu. Ali Şir, küçüklükten itibaren Mîrzâ Baykara’nın torunu Emîr Gıyâsüddîn Mansûr’un oğlu Hüseyn-i Baykara
ile birlikte büyümüş ve birlikte öğrenime başlamıştı. Aralarında ölünceye kadar sürecek
olan dostluğun temelleri bu yıllarda atılmıştı.
1456 yılında Ali Şir, Ebu’l-Kâsım Babur ile birlikte Meşhed’e gitti. Ebu’l-Kâsım Babur
bu şehirde vefat etti, ancak Ali Şir hemen geri dönmeyip bir müddet daha Meşhed’de kal-
dı, öğrenimini sürdürdü. Yine bu sıra Şeyh Kemâl-i Tevbetî ile görüşüp ondan feyz aldı.
Babasının vefatı üzerine Herat’a dönen Ali Şir, Ebû Sa’îd Mîrzâ’nın hizmetine girdi. Ancak
Hüseyn-i Baykara ile olan yakınlığı sebebiyle Ebû Sa’îd Mîrzâ’nın hizmetinde fazla kalamayıp ayrıldı. Herat’tan Semerkand’a giderek orada Hâce Fazlullâh Ebû Leysî hankahına
gelerek iki sene derslere devam etti.
1469 yılında Ebû Sa’îd Mîrzâ’nın Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan üzerine yürümesi
sırasında Karabağ’da yakalanıp öldürülmesi neticesinde Hüseyn-i Baykara Horasan’ı ele
geçirip Timurlular tahtına oturdu. Ali Şir bu hadise üzerine Herat’a dönüp dostu Hüseyn-i
Baykara’nın hizmetine girdi. Hüseyn-i Baykara, Ali Şîr’e “mühürdarlık” görevini verdi. Ali
Şir bu görev yanında Baykara’nın en yakın dostu ve destekçisi oldu. Nitekim o sıra vergi
yüzünden ortaya çıkan bir ayaklanmayı Ali Şir dirayetiyle önlemeye muvaffak oldu. Ayrıca Şâhrûh’un torunu Mîrzâ Yâdigâr Muhammed’in Uzun Hasan’ın desteği ile Herat üzerine yürümesi ve şehri ele geçirmesi olayında Ali Şir’in emrindeki kuvvetlerle şehre girip
Mîrzâ Yâdigâr Muhammed’i yakalaması ve tahtı kurtarması, onun Baykara’ya olan sadakatini gösterdiği gibi büyük bir idareci olduğunu da işaret etmektedir.
1472 yılında Nevâî, “Emîr” yani “Dîvân beyi” unvanını aldı. Bütün gücüyle ülkedeki
yolsuzluklarla savaşıp haksızlığa uğrayanları korumaya çalıştı. Bu hareketi birçok düşman
edinmesine sebep olduysa da asla doğru yoldan ve mücadeleden ayrılmadı.
1476 yılında büyük hürmet ve takdir beslediği devrin önde gelen siması Molla
Câmî’nin irşadı ile Nakşbendî tarikatına intisab etti.
1479 yılında, Ebû Sa’îd Mîrzâ’nın oğlu Mîrzâ Ebû Bekr’in ayaklanmasını bastırmak
için Esterâbâd’a yürüyen Baykara, Herat’ta naib olarak Ali Şir’i bıraktı.
1483-1485 yılları arasında Hamse’sini tamamladı. 1487 yılında Esterâbâd valiliğine
gönderildi, böylece gereksiz yere Herat’tan uzaklaştırılan Nevâî, bu görevde bir yıl kaldıktan sonra 1488 yılında görevden affını istedi, kabul edilince Herat’a döndü.
1489 yılında üstadı ve yakın dostu Seyyid Hasan-ı Erdşîr’in vefatı Ali Şir’i fazlasıyla
üzdü. Ali Şir Nevâî bunun üzerine Seyyid Hasan-ı Erdşîr’in hayatı, faziletleri ve münasebetlerini ihtiva eden risalesini kaleme aldı.
1490 yılında Nevâî, Divan beyliği görevini bırakarak Hüseyn-i Baykara’nın nedimi
olarak kalmakla yetindi. 1492 yılında ise mürşidi ve üstadı Molla Câmî’nin vefatı Nevâî
için daha büyük bir yıkım oldu. Bunun yanında saray entrikaları, Hüseyn-i Baykara’nın
oğulları ve torunları ile olan münasebetleri, şehzadelerin taht kavgaları Nevâî’yi fazlasıyla
rahatsız etti ve hayattan bezdirdi. 1498 yılında teselli için Meşhed’e gitti, bir müddet kaldıktan sonra Hacc’a gitmek için saraydan izin istedi. Ancak yolların güvenli olmayışı sebebiyle izin verilmedi ve Herat’a döndü.
Hayatının son yıllarını Herat’ta sadece sanatıyla zamanını geçiren Ali Şir Nevâî, 3
Ocak 1501 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu ve hayattayken hazırlattığı Kudsiye Camii
yanındaki kabre gömüldü.
Ali Şir Nevâî’nin klâsik Çağatay edebiyatının teşekkülünde seçkin bir yeri vardır. Dört
Türkçe, bir Farsça divanı, hamsesi, Mecâlisü’n-Nefâis adlı şuara tezkiresi, Muhakemetü’l-
Lugateyn’i ve sayısı otuzu aşkın çeşitli konudaki eserleri ile başlı başına bir çağı dolduran,
ona kendi damgasını vuran büyük bir şair, fikir adamı, devlet adamı ve hepsinin üzerinde
3. Ünite - XV. Yüzyıl Doğu Türk Edebiyatı: Çağatay Dili ve Edebiyatı 75
dil ve ulus arasındaki köprüyü kurmasını bilen bilinçli bir Türk dili savunucusu ve hadimi
(=hizmetçisi) idi. Bu düşünce ile Türklüğü aydınlatan eserler verdi ve Türkçe için çalıştı.
Farsçanın resmî dil olarak hüküm sürdüğü, Fars edebiyatının Molla Câmî ile zirveye
ulaştığı ve aydın kesimin Farsça yazmayı meziyet saydıkları dönemde Nevâî’nin, Türkçenin
birçok yönden Farsçadan üstün bir dil olduğunu savunması ve Türkçe ile de yüksek
bir edebiyat meydana getirmenin mümkün olduğunu bizzat eserleriyle ispat etmesi, genç
şairleri Türkçe yazmaya özendirmesi göz önüne alınırsa, kültür ve edebiyat hayatımızdaki
yeri ve hizmeti daha iyi anlaşılır. O ayrıca, doğusu ve batısı ile bütün Türk şairlerini okuyan ve değerlendiren bir edip idi.
Nevâî’nin her eseri, döneminin sosyal ve kültürel bir yönünü aydınlattığı gibi, onun
geniş kültürünü, millî şuurunun yüceliğini ve sanat dehasını da yansıtmaktadır. Câmî ve
Hüsrev-i Dihlevî’nin tesiri altında kalmasına rağmen hiçbir zaman taklitçi bir sanatkâr olmamış, orijinal kalmaya hatta bazı bakımlardan üstatlarını aşmaya muvaffak olmuştur.
Orta Asya Türk kültür ve sanat hayatının gelişmesinde en büyük rolü oynayan Nevâî, şaşılacak derecede Türkçe sevgisine ve Türkçenin ifade kudretinin üstünlüğü inancına sahiptir. Altmış yıllık hayatını bu inanç uğruna veren Nevâî, kültür ve edebiyat tarihinde seçkin bir yer edinmiştir.
Nevâî’nin şöhreti, yalnız Çağatay alanı içerisinde kalmamış, siyasî ve coğrafî sınırları aşarak bütün Türk ülkelerine yayılmış, eserleri her yerde zevkle okunmuş, yüzyıllar boyunca yetişen nice ünlü şairleri etkisi altında bırakmıştır. Pek çok Osmanlı şairi, nazireler
yazarak hatta Çağatay Türkçesinde şiirler kaleme alarak Nevâî’ye olan şükran borçlarını
dile getirmekten geri kalmamışlardır.
Eski yazarlarca “Nevâî tili” diye de adlandırılan Çağatay Türkçesi, henüz gereği gibi araştırılmış olmaktan uzaktır. Agâh Sırrı Levend’in hazırladığı ve kıymetli bir bibliyografya
ile şairin bütün eserleri hakkında genel bir bilgi vermeyi amaç edinen dört ciltlik yayın,
bu alanda büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Nevâî’nin eserlerinin hemen hemen tamamı
üzerinde bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Kültür dünyamızdaki büyük bir boşluk bu şekilde doldurulsa da filoloji çalışmasına dayanan edebiyat araştırması henüz yapılmamıştır.
Nevâî’nin çeşitli tür ve konularda pek çok eser vermesi, onun kuruculuk vasfı ve gayesi
ile izah edilebilir. Gerçekten Nevâî, Türk edebiyatının gelişmesinde Tanzimatçıların oynadığı rolü, klâsik Çağatay edebiyatının teşekkül ve gelişmesinde yüklenir. Bu sebepledir
ki Nevâî, Fars edebiyatını örnek almış, çeşitli türlerde Farsça yazılan eserleri Türkçeyle yeniden
ve orijinal kalarak yazmaya gayret etmiştir.
Nevâî’nin eserleri şunlardır:
Divanları (Hazâ’inü’l-Me‘ânî): Ali Şir Nevâî, Münşe’ât’ında 4 Türkçe divanını tertip etmeden önce 1469-1486 yılları arasında Bedâyi‘ü’l-Bidâye ve Nevâdirü’n-Nihâye adını verdiği iki divanını tanzim ettiğini yazmaktadır. Bedâyi‘ü’l-Bidâye’nin Hüseyn-i Baykara’nın arzusu ile tanzim edildiğini ayrıca belirtmek gerekir. Nevâî’nin kendi derlediği ikinci divanı Nevâdirü’n-Nihâye tek nüshadır ve 1480’lerde Alî Meşhedî tarafından yine Baykara için yazılmıştır.
Nevâdirü’n-Nihâye’den sonra tanzim ettiği divanının adı Hazâ’inü’l-Me‘ânî’dir. Bu tertip her iki divanın yazılışından sonra yazılan şiirleri içerir. Hazâ’inü’l-Me‘ânî şairin çocukluk, gençlik, orta yaş ve yaşlılık dönemlerinde yazdığı şiirleri ihtiva eder. Yani Garâ’ibü’s-
Sıgâr, Nevâdirü’ş-Şebâb, Bedâyi’ü’l-Vasat ve Fevâ’idü’l-Kiber olarak düzenlenmiştir.
Garâ’ibü’s-Sıgâr (Günay Kut, Ali Şir Nevayi. Gara’ibü’s-Sıgar, İnceleme-Karşılaştırmalı
Metin, TDK Yayınları, Ankara 2003), Nevâdirü’ş-Şebâb (Metin Karaörs, Nevâdirü’ş-Şebâb,
İstanbul 1984 (İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora tezi), Bedâyi’ü’l-
Vasat (Kaya Türkay, Bedâyi’ü’l-Vasat, TDK Yayınları, Ankara 2002) ve Fevâ’idü’l-Kiber
(Önal Kaya, Fevâyidü’l-Kiber, TDK Yayınları: 670, Ankara 1996) adlı divanlarından başka
olarak yine Farsça Divan’ı da vardır.
XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı 76
Hamsesi: Hayretü’l-Ebrâr (M. Sabir, Hayretü’l-Ebrâr (İnceleme-Metin-İndeks), İstanbul 1961 (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora
tezi), Ferhâd u Şîrîn (Gönül Alpay Tekin, Alî Şîr Nevaî. Ferhad u Şirin. (İnceleme-Metin),
TDK Yayınları: 577, Ankara 1975), Leylî vü Mecnûn (Ü. Çelik, Alî-şîr Nevâyî. Leylî vü
Mecnûn, TDK Yayınları: 659, Ankara 1996), Seb’a-i Seyyâre, Sedd-i İskenderî (Hatice Tören,
Alî Şîr Nevâyî. Sedd-i İskenderî, TDK Yayınları: 674, Ankara 2001) hamsesini meydana getiren mesnevileridir. Bunlardan başka şairin mensur eserleri de vardır.
Mecâlisü’n-Nefâis (Kemal Eraslan, Mecâlisü’n-Nefâyis I-II, TDK Yayınları, Ankara
2001), şairler tezkiresi olup mensurdur. Nesâyimü’l-Mahabbe min Şemâyimi’l-Fütüvve
(Kemal Eraslan, Nesâyimü’l-Mahabbe min Şemâyimü’l-Fütüvve, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları: 2654, İstanbul 1979) ise, bir çeşit velîler tezkiresidir. Risâle-i
Mu‘ammâ, Mîzânü’l-Evzân (Kemal Eraslan, Mîzânü’l-Evzân (Vezinlerin Terazisi), TDK
Yayınları: 568, Ankara 1993) ve Muhakemetü’l-Lugateyn (F. Sema Barutcu, Muhâkemetü’l-
Lugateyn, TDK Yayınları: 656, Ankara 1996) adlı eserleri dil ve edebiyatla ilgilidir.
Münâcât, Çihil Hadîs (N. Asım, “Hadîs-i Erba’în Tercümeleri”, Millî Tetebbular Mecmuası,
1915, S. 77, s. 149-155), Nazmü’l-Cevâhir, Lisânü’t-Tayr (Mustafa Canpolat,
Lisânü’t-Tayr, TDK Yayınları: 626, Ankara 1995), Sîrâcü’l-Müslimîn (Tanju Oral Seyhan,
Sîrâcü’l-Müslimîn. Giriş- Karşılaştırmalı Metin, Ankara 2005) ve Mahbûbu’l-Kulûb (Kargı Ölmez, Mahbûbu’l-Kulûb (Metin-Gramer-Açıklamalar-Sözlük), Ankara 1993 (Hacettepe Üniversitesi, yüksek lisans tezi) dinî nitelikli eserleridir.
Târîh-i Enbiyâ vü Hükemâ, Târîh-i Mülûk-ı ‘Acem (A. Deniz Abik, ‘Alî Şîr Nevâyî’nin Risaleleri, Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ, Târîh-i Mülûk-i ‘Acem, Münşeat (Metin, Gramatikal
İndeks, Sözlük), Ankara 1993, (AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora tezi) ve Zübdetü’t-
Tevârîh adlı eserleri tarihle ilgilidir. Bunlardan başka, Hâlât-ı Seyyid-i Hassan-ı Erdşîr
(Kemal Eraslan, “Nevâyî’nin Hâlât-ı Seyyid Hasan Big Risâlesi”, Türkiyat Mecmuası, C.
XVI, İstanbul 1971, s. 89-110), Hamsetü’l-Mütehayyirîn (A. Deniz Abik, Ali Şir Nevayi: Hamsetü’l-Mütehayyirin (Metin-Çeviri-Açıklamalar-Dizin), Ankara 2006) ve Hâlât-ı
Pehlevân Muhammed adlı biyografik eserleri de bulunmaktadır.
Vakfiyye ve Münşe’at ise belge niteliğindeki eserleridir.
Garâibü’s-Sıgâr’dan
Sin öz òulúuŋnı tüzgil bolma il aòlÀúıdın òorsend
Kişige çün kişi ferzendi hergiz bolmadı ferzend
Sen kendi huyunu düzelt, başkalarının ahlakı ile yetinme.
Çünkü insana başkasının çocuğu asla kendi çocuğu gibi olmaz.
ZamÀn ehlidin üz peyvend eger diseŋ birev birle
Úılay peyvend bÀrì úılmaġıl nÀ-ehl ile peyvend
Zamanın insanlarından ilişkini kes, eğer birisi ile dersen ki,
ilişki kurayım, hiç olmazsa layık olmayanla ilişki kurma.
Köŋül kÀmını úoy ger òod miniŋ dìvÀne köŋlümni
Taparsın eyle yüz perkend ü sal her itke bir perkend
Gönlün dileğini bir yana bırak, eğer bizzat benim deli gönlümü
bulursan yüz parça et ve her bir parçasını bir köpeğe at.
İşitmey òalú pendin ùurfe kim pend ilge hem dirsin
Úıla alsaŋ işitgil pend sin kim ilge birmek pend
Halkın öğüdünü dinlemeyerek, işin şaşılacak yanı, hem de
başkalarına öğüt verirsin.Yapabilirsen öğüt dinle, sen kim
başkalarına öğüt vermek kim.
Bu fÀnì deyr ara ger şÀhlıġ ister iseŋ bolġıl
GedÀlıġ nÀnıġa horsend ü bolma şÀhġa óÀcetmend
Eğer bu ölümlü dünyada hükümdar olmak istersen
kulluk ekmeğine razı ol ve hükümdara muhtaç olma.
Bolup nefsiŋġa ùÀbiè bend úılarsın tüşse düşmeni
Saŋa yoú nefs dik düşmen úıla alsaŋ úıl anı bend
Nefsine uyup, eline geçerse düşmanı bağlarsın.
Sana nefsin gibi düşman yoktur; yapabilirsen onu bağla.
3. Ünite - XV. Yüzyıl Doğu Türk Edebiyatı: Çağatay Dili ve Edebiyatı 77
Şeker-lebler tebessüm úılġanın körgeç köŋül birme
Ki bì-dillerni açıġ yıġlatur Àòir bu şeker òand
Şeker dudaklıların gülümsediğini görünce gönül verme.
Çünkü âşıkları sonunda bu şeker gülüş acı acı ağlatır.
CihÀn leõõÀtını şìrìn körer sin lìk bendiŋdür
GiriftÀr olma vÀúıf bol ki úayd u úand irür mÀnend
Dünyanın zevklerini tatlı görürsün ama onlar senin
ayak bağındır.
Bu bağa yakalanma, gerçeği iyice bil, çünkü “bağ” ve
“şeker kamışı” benzerdir.
Köŋüldin cehl renci dÀfièi ger isteseŋ bardur
NevÀyì bÀġ-ı naômı şekkeristÀnıda ol gül-úand
Gönülden cehalet hastalığını gideren bir ilaç ararsan
o gülbeşeker Nevâî’nin şiir bahçesinin şeker kamışlığında vardır.

şeyyad hamza

Şeyyâd Hamza
Hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan Şeyyâd Hamza’nın son araştırmalara göre XIII.
yüzyılın son çeyreğinde doğduğu tespit edilmiştir. Fuad Köprülü, başta Latifî Tezkiresi olmak üzere bazı kaynaklarda Nasreddin Hoca ile görüşüp konuştuğu belirtildiği için önceleri on üçüncü yüzyıl şairlerinden olduğunu kabul etmiştir. Fakat son çalışmalar şairin
1348 yılında Akşehir civarında çıkan ve etrafı kasıp kavuran bir veba salgınını yaşadığını
ve iki çocuğunu bu salgında kaybettiğini ortaya koymuştur. Şairin 1348 yılında meydana gelen bu salgının yol açtığı tahribat sebebi ile yazdığı mersiyeye göre de 1350 yıllarında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Şeyyâd Hamza, veba salgını Akşehir’de görüldüğünden
ya hayatını burada geçirmiş veya doğudan göçerek bu şehre gelmiş olabilir. Doğu Türkçesi
özellikleri bulunan bir şiiri, bu durumu az da olsa desteklemektedir.
Şeyyâd Hamza’nın Edebî Kişiliği ve Eserleri
Edebî Kişiliği: Şeyyâd Hamza’nın Yunus’u takip ederek Nesîmî’ye giden çizgide önemli
bir yeri vardır. Şiirlerinde musammat özellik bulunması, onu eski Türk edebî zevk anlayışına bağlamaktadır. Şeyyâd Hamza, özellikle Ahmed Yesevî, Ahmed Fakîh, Mevlânâ
ve Ali’den etkilenmekle birlikte kendine has şiirler yazmıştır. Nazire mecmularından şiirlerinin bazılarının tanzir edildiği anlaşılmaktadır. Şiirlerini hece ve aruz vezni ile yazan Şeyyâd Hamza’nın en önemli özelliği manzumelerinde Peygamber sevgisine geniş yer
vemesidir. O, Anadolu’da ilk güzel na’t örneklerini yazan şairdir. Yûsuf u Zelîhâ’dan sonra
bu na’tları ile öne çıkan ve bir na’t şairi olarak tanınan Şeyyâd Hamza, edebiyatımızda Yunus’tan sonra kaside nazım şekli ile na’t yazan şairdir. Ancak onun na’tları, Yunus’un
na’tlarından daha fazladır.
Yunus’ta olduğu gibi gazel ve kasidelerindeki lirizm dikkati çeken şair, şiirlerini samimi,
akıcı bir üslupla ve açık bir dille yazmıştır. O, mesnevilerinin kurgusunda aklı ön planda tuttuğu için bu eserlerinin dili, gazel ve kasidelerine göre daha durgundur. Şeyyâd Hamza’nın
şiirlerinde, mesnevilerine göre daha çok Arapça, Farsça kelime ve tamlama vardır.
XIV. Yüzyıl Batı Türk
Edebiyatı II:Anadolu Sahası
Şair ve Yazarları
XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı 34
Şeyyâd Hamza edebiyatımızda mersiyeleri ile de dikkati çeken bir şairdir. Türk edebiyatında başlangıcı çok öncelere, Alper Tonga için söylenen ağıtlara dayanan bu türde özellikle çocuklar için şiir yazan ilk şair Şeyyâd Hamza’dır. Bu tür şiirler, Âşık Paşa ve Cem
Sultan ile devam ederek Âkif Paşa’ya kadar uzanır. Coşku ve heyecanını, şiirlerine başarılı bir şekilde yansıtan Şeyyâd Hamza, mersiyesinde hislerini açık ve samimi bir şekilde
dile getirmiştir.
Eserleri: 1. Yûsuf u Zelîhâ: Şeyyâd Hamza’nın en büyük eseri olan Yûsuf u Zelîhâ, Anadolu sahası Türk edebiyatının bu konuda bilinen ilk mesnevisidir. Fâ’ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün
vezniyle yazılan ve 1529 beyit olan bu mesnevi, altı bölümdür. Ancak eserde bölümleri bildiren bir başlık yoktur. Yûsuf u Zelîhâ, adından da anlaşılacağı üzere görünüşte Hazret-i
Yusuf ile Zeliha arasında geçen bir aşk hikâyesidir, ancak hikâyede Hazret-i Yusuf’un hayatı anlatılmaktadır. Şeyyâd Hamza’nın özellikle Yusuf kıssasını seçip Yûsuf u Zelîhâ’yı yazması, bir bakıma eserin sürükleyiciliğini de beraberinde getir miştir. Kur’an’da “kıssaların en güzeli” olarak belirtilen ve Hz.Yusuf’un hayatını konu alan Yûsuf Sûresi’nden hareketle yazılan hikâyede, Zeliha’nın aşkı, kölelikten hükümdarlığa ve peygamberliğe giden
yolda yaşanan olaylar, kıskançlıklar, ölüm, kuyuya atılma, saraydaki durum, aşk, kölelik,
zindan hayatı, rüya yorumu gibi her devirde olduğu gibi o devir için de geçerli olan ve birbirini takip eden olaylar anlatılmıştır. Şair, eserini yazarken tamamen Kur’an’a bağlı kalmamış, serbest olarak kaleme almıştır.
Yusuf hikâyesi, her şeyden önce ilâhî bir kaynağa dayandığı için sıradan bir aşk hikâyesi
değildir. Mesnevî, bir bütün olarak değerlendirildiği zaman aile, çocuklar ve bunlar arasındaki münasebetler, aile idaresi, çocuk terbiyesi, toplumun çeşitli hâlleri, insan tipleri,
devlet idaresi gibi konuların eserin temelini oluşturduğu görülür. Güzellik, aşk ve hasret
ise hikâyeyi sürükleyen unsurlardır.
Şeyyâd Hamza’nın bu hikâyeyi anlatırken samimi, saf, temiz, anlaşılır ve pürüzsüz bir
dil kullanması, her yönü ile insanları bu esere çekmiştir. Eserde Arapça, Farsça kelime ve
tamlamaların sayısı çok azdır. Arapçadan alınan kelimeler Farsçaya göre daha fazladır, ancak onlar da halk arasında yaygın olarak kullanılan kelimelerdir.
Yûsuf u Zelîhâ’yı tıpkıbasımı ile birlikte ilk defa yayımlayan Dehri Dilçin’dir (1946).
Osman Yıldız, eser üzerinde geniş bir dil incelemesi yapmış ve bu çalışmasında eserin
metni ile dizinini de yayımlamıştır (2008).
2. Dâstân-ı Sultân Mahmud: Şeyyâd Hamza’nın küçük bir mesnevisidir. Fâ‘ilâtün
fâ‘ilâtün fâ‘ilün vezninde yazılan ve 79 beyit olan eserde, Sultan Mahmud ile yoksul bir
derviş arasında geçen konuşma anlatılır. Şeyyâd Hamza bu eserde Gazneli Muhmud’un
şahsında devrin beylerini de eleştirerek daha sonraki zamanların beylerine, güç sahiplerine, zenginlerine ve padişahlarına da yol gösterir. Edebiyatımızda münazara türünün bir
örneği gibi görünen bu mesnevide kısa ve canlı tasvirler yer alır. Bu eser, Sadettin Buluç
tarafından yayımlanmıştır.
3. Ahvâl-i Kıyâmet: Kıyametin konu edildiği mesnevi, 343 beyit olup fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün vezni ile yazılmıştır. Bu mesnevide kıyametin kopması, ölülerin yeniden diriltilmeleri, kıyametin zor zamanları, Peygamber’in insanlara şefaati ve hesapların görülmesi gibi
olaylar anlatılmıştır. Eserde ayrıca Hazreti Ali’nin Kevser şarabı dağıtmasına da değinilerek Mevlânâ ve Sultan Veled’e de yer verilmiştir. Bu eseri, ilk defa Âmil Çelebioğlu tanıtmış ve eserin Şeyyâd İsa’nın olduğunu belirtmiştir. Ancak Millî Kütüphane A-3772 numarada bulunan ve Şeyyâd Hamza adına kayıtlı olan nüsha, eserin Şeyyâd İsa’ya ait olmadığını göstermektedir. Metin Akar, dil ve üslup yönünden eserin Şeyyâd Hamza’ya ait olduğu
kanaatindedir. Kemal Tavukçu ise eserin 289 beyitinin Şeyyâd Hamza tarafından yazıldığını, Şeyyâd İsa’nın ise esere daha sonra 55 beyit eklediğini belirtmektedir.
2. Ünite - XIV. Yüzyıl Batı Türk Edebiyatı II: Anadolu Sahası Şair ve Yazarları 35
4. Mi‘râc-nâme: 545 beyitten meydana gelen bu mesnevi, fâ‘ilâtün fâ‘lâtün fâ‘ilün
vezni ile yazılmıştır. Anadolu Türk edebiyatında Âşık Paşa’nın eserindeki miraç-
nâme bölümünden sonra yazılan ikinci miraç-nâmedir. Bu küçük mesnevide Hz.
Peygamber’in miraca çıkışı ve gördüğü hâller açık, anlaşılır bir dille ortaya konmuştur. Ankara Millî Kütüphane’de 3772 numarada bulunan bu eser üzerinde, bir yüksek lisans çalışması yapılmıştır.
5. Vefât-ı Hazreti Muhammed aleyhisselâm: 483 beyit olan bu mesnevinin 356 beyti
Şeyyâd Hamza tarafından yazılmış, geri kalan 127 beyitlik kısmını ise müstensih eklemiştir. Fatma Turhan-Güler eser üzerinde yüksek lisans çalışması yapmıştır.
6. Şiirler: Şeyyâd Hamza’nın farklı mecmualarda on altı şiiri vardır. Bu şiirler, Necmeddin
Halil Onan, Mecdut Mansuroğlu, Sadettin Buluç, Metin Akar ve Orhan Kemal Tavukçu tarafından yayımlanmıştır. Orhan Kemal Tavukçu “Şeyyâd Hamza’nın Bilinmeyen Bir
Şiiri Münâsebetiyle” adlı makalesinde şairin bilinen bütün manzumelerini değerlendirmiş
ve on altı şiirini yayımlamıştır. Bazıları na’t olan bu şiirlerde Şeyyâd Hamza’nın na’t yazmada usta bir şair olduğu da anlaşılmaktadır.
Şeyyâd Hamza’nın Bir Gazeli
mefâ‘îlün mefâ‘îlün mefâ‘îlün mefâ‘îlün
1. Senün ışkun kamu derde devâdur yâ Resûlallah
Senün katunda hâcetler revâdur yâ Resûlallah
2. Senün nûrun gören gözler ne ay gözler ne yılduzlar
Nurundan gice gündüzler ziyâdur yâ Resûlallah
3. Deründen açılur güller sözünden şehd ü şekkerler
Senünle hasta gönüller şifâdur yâ Resûlallah
4. Habîbsin pâdişâhlara tabîbsin dertlü âhlara
Şefâ‘atün günâhkâra anâdur yâ Resûlallah
5. Ay u güneş yidi yılduz seni öger kamu düpdüz
Senün sözünden ayruk söz hatâdur yâ Resûlallah
6. Hased kılur sana İblîs zihî ahmak olur telbîs
Seni sevdüg’içün İdrîs a’lâdur yâ Resûlallah
7. Ururlar nevbetün dâyim bu beş vakt sünnetün kâyim
Gelürse hônuna her kim salâdur yâ Resûlallah
8. Mugaylanlar harîr geydi beriyyeler abîr toldı
Senün cefâlarun derdi vefâdur yâ Resûlallah
9. Satıldı Yûsuf-ı Ken‘ân inen az nesneye pinhân
Seni görmeklige bin cân bahâdur yâ Resûlallah
10. Davud egninde hil‘atun Halîl hônında ni‘metün
Musâ elinde ibretün asâdur yâ Resûlallah
11. Mübârek türbesi yirde tolu nûr ile perverde
Velî rûhun feleklerde ayândur yâ Resûlallah
12. Makâmun Ka‘be-i zemzem hemîşe kâyim ü muhkem
Hızır ümmetüne her dem sakâdur yâ Resûlallah
13. Şeyâd u Hamza ol şâhdan diler kim kurtıla âhdan
Seni medh itmek Allah’dan atâdur yâ Resûlallah
XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı 36
Yûsuf u Zelîhâ’dan
fâ’ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün
1. Çok zamân geçmez bu sözün üzere
Hoca getürdi Yûsufı bâzâra
2. Münadîler çagırur şehrlü gelür
Aya benzer kıymetî kul kim alur
3. İmdi gelün güzel oglan görici
Bahası çok İmrânî kul alıcı
4. Şehrlü kamu dirilür ol araya
Yûsuf turmış sûreti benzer aya
5. Şehr içinde bay u yohsul kalmadı

yunus emre

Yunus Emre
Yunus Emre’nin hayatına ait kesin bilgiler çok azdır. Onun doğduğu, yaşadığı yer ve hayatı
hakkında söylenen menkıbeler ile çeşitli yerlerde onun için yapılmış makamlar ve mezarlar, bu büyük şairin mezarının bulunduğu yeri de belirsiz hale getirmiştir. Kendi kurduğu
Yunus mektebine mensup şairlerin şiirlerinin onunkilere karışması da Yunus’un kimliğinin
belirlenmesinde karı şıklıklara sebep olmuştur. Yunus Emre’den sonra yaşayan Miskîn
Yunus, Âşık Yunus, Dervîş Yunus gibi daha başka adlarla anılan veya Yunus adını taşıyan şairler onun hayatı gibi şiirlerini de gölgelemiştir.
Yunus Emre, eserlerindeki bilgilere göre Anadolu’da birçok yeri gezmiş, Halep’e, Şam’a,
“yukarı iller” dediği Azerbaycan’a kadar gitmiş, Konya’da Mevlânâ’nın meclisinde bulunmuştur. O, şiirlerinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ahmed Fakîh, Saltuk, Barak, Tapduk Emre ve Molla Kasım’dan bahseder. Saltuk ve Barak hariç bunların hepsi XIII. ve XIV. yüzyılda yaşayan kimselerdir. Yunus Emre, Adnan Sadık Erzi’nin Bayezid Devlet Kütüphanesi’nde bulunan bir mecmuada tespit ettiği bilgilere göre, h. 720/m. 1320 tarihinde 82 yaşında ölmüştür. Bu duruma göre, 1240 yıllarında II. Gıyaseddin Keyhusrev zamanında doğduğu tahmin edilen Yunus Emre, yaşlılık yıllarını son Selçuklu sultanı V. Kılıçarslan (1310-1318)
ile Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey (1300-1322) zamanında geçirmiştir.
XV. yüzyılda yazıya geçirilen Hacı Bektaş-ı Velî Velâyet-nâmesi’nde, XVI. yüzyılda yazılan Taşköprülüzade’nin Şakâyık-ı Nu’maniyye’sinde ve Lâmi’î’nin Nefehatu’l-Üns’ünde
Yunus Emre’nin, Tapduk’un dervişi olduğu, uzun yıllar şeyhine hizmet ettikten sonra Sakarya havzasında bulunan Sarıköy’de yaptırdığı zaviyesinde bir süre halkı irşat ettikten
sonra öldüğü ifade edilir.
Hacı Bektaş-ı Velî Velâyet-nâmesi’nde Yunus Emre ile şeyhi Tapduk Emre Bektaşî olarak gösterilir. Ancak Yunus Emre, şiirlerinde Tapduk Emre’ye bağlılığını sık sık belirttiği,
Mevlânâ’nın, Ahmed Fakîh’in, Seyyid Necmüddîn, Geyikli Hasan vb. şahısların adlarını
andığı halde Hacı Bektaş-ı Velî’den hiç söz etmemiştir. Yunus’un şiirlerinde Bektaşî olduğunu gösteren herhangi bir unsur da bulunmaktadır.
Yunus Emre ile ilgili çalışma yapanların da onun doğduğu ve yaşadığı yer konusunda
farklı görüşleri bulunmaktadır. Cahit Öztelli ve İbrahim Hakkı Konyalı Yunus Emre’nin
Karamanlı olduğu, Fuad Köprülü ise Sivrihisar yöresinde veya Bolu’ya ait Sakarya suyu
çevresindeki köylerden birinde yetiştiği, Abdülbaki Gölpınarlı ve Faruk Kadri Timurtaş
ise şairin Sarıköy’de yaşadığı ve orada vefat ettiği görüşündedir. Şahabeddin Tekindağ’ın
ileri sürdüğü dördüncü bir görüşe göre, Yunus’un Konya ile Kayseri arasındaki illerden
birinde yaşamış olma ihtimali vardır. Biz de, eldeki verilerin ve menkıbelerin ışığında Yunus’un Aksaray ve Kırşehir illerine yakın bir yerden olduğu kanaatindeyiz. Çünkü
Hacı Bektaş’ın bulunduğu Suluca Karahöyük ve Tapduk Emre’nin yattığı yer buralardadır.
Yunus’u da bu yerlerde aramak gerekir. Ayrıca Türkçenin o devirde Yunus hayatta iken yazılan büyük eserleri olan Mantıku’t-Tayr ve Garib-nâme de bu bölgede yazılmış eserlerdir.
Yunus Emre, adı ve şöhreti Türk halkı arasında çok yaygın bir şairdir ve onun şiirleri bugün bile sevilerek okunmaktadır. Mevlânâ’nın onun için, “ilâhî konaklardan geçerken her çıktığım menzilde Yunus’un izini gördüm” demesi şairin halk arasındaki değerini
göstermesi bakımından önemlidir. Eğirdir, Bursa, Keçiborlu, Emre Köyü, Aksaray, Karaman ve Erzurum’un Dutçu köyü gibi Anadolu’nun pek çok yerinde onun adına makamlar
(=anıt-mezarlar) yapılmış, başka Yunus’lara ait olan mezarlar da bu şaire ait kabul edilmiştir.
XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı 18
Yunus Emre’nin eserlerine göre, Arapçayı ve Farsçayı bildiği, dört kitabı (Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an) okuduğu, ayetlerden, hadislerden iktibaslar yapacak derecede sağlam bir
İslamî kültüre sahip olduğu anlaşılmaktadır. O, Konya medreselerinde öğrenim görmüş,
Ahmed Fakîh ve Mevlânâ gibi şahsiyetlerin bulunduğu meclis ve eğitim yerlerinde yetişmiştir. Bu durumu aşağıdaki beyitlerinde görüldüğü gibi kendisi de açıkça belirtmiştir:
Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
… Fakîh Ahmed Kutbuddîn Seyyid Sultân Necmüddîn
Mevlânâ Celâlüddîn ol kutb-ı cihân kanı
Yunus Emre’nin Edebî Kişiliği ve Eserleri
Edebî Kişiliği: XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın başlarında yaşamış olan Yunus
Emre, XIII. yüzyılda Anadolu’da gelişmeye başlayan tasavvufî halk edebiyatının en önemli
kaynağı ve temsilcisidir. Sonraki yüzyıllarda yetişen çok sayıda şair, Yunus Emre’den
etkilenmiştir. XIV. yüzyılda Said Emre ile Kaygusuz Abdal’da, XV. yüzyılda Eşrefoğlu,
XVI. yüzyılda Ümmî Sinan ve XVII. yüzyılda Niyâzî-i Mısrî gibi tanınmış birçok şairde
Yunus’un etkisi açıkça görülür.
Şiirlerini aruz ve hece vezni ile yazan Yunus Emre, çoğu zaman aruz vezninin mısra
ortasından ikiye bölünebilen kalıplarını kullanarak beyitlere dörtlük şeklinde yazılabilme özelliği vermiş ve böylece şiirlerinde ahenk sağlamıştır. Aruzla yazdığı şiirlerinde bazı
mısraların hece vezni ile yazıldığı görülür ki, bunlar Yunus Emre’nin halk şiirinin vezin ve
ahengine aruzdan daha yakın olduğunu gösterir.
Yunus Emre, yaşadığı ilâhî aşkın heyecanını şiirlerinde terennüm eden bir derviş; şeriata (=İslam’a) bağlı, tarikat yoluyla marifete ulaşmış, hakikatin nuru ile ruhunu arıtmış
kâmil (=olgun) bir insandır. Duygu ve düşüncelerini sade ve samimî bir dille ifade edebi-
len lirik bir şair olan Yunus, yaşadığı yüzyılda Türkçenin de ifade gücü yüksek bir dil olduğunu başarıyla ortaya koymuştur. Yunus Emre, aradan geçen yüzlerce yıla rağmen canlılığını ve güzelliğini kaybetmeyen şiirleriyle Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biridir.
Türk şiirine “nefes” adını veren Yunus’un şiirleri, okuyucuya birdenbire açılmayan,
cezbeyle söylenmiş şiirler olup gönülleri, aniden parlayan bir ışık gibi aydınlatıp kaybolur.
Yunus Emre’nin şiirlerinde başta aşk olmak üzere, âşık ve halleri, gönül, gönlün içinde
bulunduğu durumlar, gönül yıkmama, dünya ve dünya hayatı, hayatın geçiciliği, insanlara
iyi gözle bakma, nefis, nefis terbiyesi, toplumda aksayan yönlerin eleştirisi, tevazu, sabır, cömertlik, zamanı iyi değerlendirme, gerçek sevgili için çalışma ve yaşama, ölmeden
önce dünyada hesap verme ve ölüm gibi pek çok konu yer almıştır. Yunus, insanlara bu
şekilde öğüt verirken Ahmed-i Yesevî’den, Süleyman Bakırganî’den, Edib Ahmed’den ve
Yusuf Has Hacib’den faydalanır, onları özetleyip kendi dünyasına açılarak şiirlerini söyler.
Şiirlerinde büyük bir yer tutan aşk, ona göre bir varlığa sevgi duymaktır. Yunus’un aşkı,
ilâhî (=gerçek) aşk, yani Allah aşkıdır. Gerçek âşık olmak için ise büyük fedakarlıklar yapmak gerekir. Şiirlerinde Peygamber aşkı ve dostluğunu da dile getiren Yunus, aşağıda matla beyti verilen şiiri ile gazel tarzında na’t türünün de edebiyatımızdaki ilk temsilcisidir.
Işkun ile âşıklar yansun yâ Resûlallâh
İçüp ışkın şarâbın kansun yâ Resûlallâh
Onda bitmez tükenmez bir bakış, çağlayan bir gönül ve o gönle bağlı olarak söyleyen
bir dil vardır. Yunus’un anlamın kapalı olduğu bazı şiirleri, şathiye özelliği gösterir. Aslında Yunus’un anlaşılır gibi görülen çok sayıdaki şiirinde de aynı durum vardır.
1. Ünite - XIV. Yüzyıl Batı Türk Edebiyatı I: Anadolu ve Azerî Sahası Türk Edebiyatı 19
Şathiye: Anlamı kapalı, anlaşılması şerhe muhtaç şiir demektir. Zâhirde saçma görülen, fakat
şerh ve tahlil edildiği zaman anlamlı olduğu anlaşılan manzumelere verilen isimdir. Yunus’un
aşağıdaki iki beyiti alınan şiiri şathiyenin tanınmış örneklerindendir:
Çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi
Bostan issi kakıyup dir ne yirsin kozumı
Kerpiç koydum kazana poyraz-ıla kaynatdum
Nedür diyü sorana bandum virdüm özini
Türkçeyi gönül dili haline getiren şair, tasavvufu en ince şekilde anlatarak milletin tercümanı olur. Risâletü’n-Nushiyye’de ele aldığı konular Divan’ında da işlenir. Şairin Divan’ı,
Risâletü’n-Nushiyye’nin geniş bir açılımı gibidir. Ancak Divan’ındaki dili çok incedir. O,
düşüncelerini belli bir seviyede bulunan, kültürlü kimselere anlatır. Bunun için Risâletü’n-
Nushiyye dışındaki şiirlerinde de peygamberlere, tanınmış mutasavvıflara, Attâr’ın ve
Mevlânâ’nın eserlerindeki hikayelere yer yer telmihlere başvurur. Bu yönü ile edebiyatımızda telmihle anlatımda ön sırada yer alan ilk şair Yunus Emre’dir. Onunla aynı zamanda
yaşayan şairlerden Gülşehrî ve Âşık Paşa da bu yönden Yunus’u takip ederler.
Eserleri: Risâletü’n-Nushiyye isimli ahlâkî bir mesnevisi ve Divan’ı olmak üzere iki eseri bulunan Yunus Emre, Türk edebiyatında hem Türkçe mesnevisi ve divanı olan ilk şair
hem de Anadolu’da başlayan Türk edebiyatında ilk Türkçe divan sahibi olan şairdir.
1. Risâletü’n-Nushiyye: Küçük bir öğüt kitabı olan bu eser, 1307’de yazılmış tasavvufî ve ahlâkî bir mesnevidir. Mesnevinin başında fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün vezniyle yazılmış on üç beyitten meydana gelen bir manzumeden sonra kısa bir düz yazı yer alır. Bundan sonraki bölümü
mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün vezni ile yazılmış olan eser, yazma nüshaya göre 562, matbuya
göre 623 beyittir. Risâletü’n-Nushiyye, divan yazmalarının ve baskılarının da başına konmuştur.
Risâletü’n-Nushiyye’nin,
Pâdişâhun hikmeti gör n’eyledi
Od u su toprag u yile söyledi
şeklindeki daha ilk beytinden itibaren eserde, yaratılışın aslı olan dört ana unsurdan bahsedilir ve insan vücudu anlatılır. Sonra akıl, nefis, can ve gönüle yer verir. Yunus bu eserinde, iyi-kötü, akıl-nefis, cömetlik-cimrilik, sabır-acelecilik, doğruluk-eğrilik, alçak
gönüllük-kibir gibi zıtlıkları ele alır ve böylece anlatımına bir çekicilik getirir. Yer yer iyi
ve kötü hallerden bahsederek örnekler verir. Eserde iyiler aklın, kötüler de nefsin yardımcıları ve askerleri olarak gösterilir. Yunus bu durumu baştan sona kadar paralel bir şekilde
ele alıp anlatmıştır. Yunus Emre, Risâletü’n-Nushiyye’de yer alan,
Cümleler toğrudur sen toğru isen
Toğrulık bulunmaz sen eğri isen
şeklindeki her zaman geçerli olan özdeyişini, asırlar ötesinden günümüze göndermiştir.
Yunus Emre, bir öğüt kitabı olan Risâletü’n-Nushiyye’sinde bütün iyilikleri ve kötülükleri saymış, insanı yücelten ve alçaltan ne varsa anlatmış ve insan olmanın yolunu göstermiştir. Bunu yaparken peygamberlerin hayatlarından örnekler de vermiş, cimrilik, haset,
kibir, öfke, gaflet, dünya sevgisi, kin, gıybet ve dedikodunun insanı felakete sürüklediğini
belirterek bunların aşağılık ve insanı küçük düşüren şeyler olduğunu vurgulamıştır. İnsanın yücelmesi için bunları terk edip kendini bilip tanıması gerekir. Eserini zıtlıkları ele
alıp anlatarak çekici hale getiren Yunus, kibrin karşısına tevazuu (=alçakgönüllülük), nefsin
karşısına da aklı koyar.
XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı 20
Yunus’un Risâletü’n-Nushiyye’de kullandığı dil, Divan’ındaki şiirlerine göre daha durgundur.
Divan’ı gönle, bu eseri ise akla hitap eder. Divan’ındaki şiirlerinde daha çok coşkunluk hâkimken Risâletü’n-Nushiyye’deki beyitleri canı ve gönlü ferahlatan sözler olarak karşımıza çıkar. Anlaşılırlık yönünden Risâletü’n-Nushiyye daha açıktır. Bu durum
Divan’ındaki bazı şiirlerinde de görülür.
2. Divan: Yunus Emre’nin ikinci eseridir. Daha çok gönül coşkunluğu ile yazdığı cezbe
şiirleri ile aklın ötesine geçen ve gönül dünyasına açılan manzumelerden meydana gelmiştir. Ona yakın nüshası bulunan Divan’ın bazı nüshaları ise, mecmualar arasındadır. Millet
Kütüphanesi’ndeki nüsha, eldeki en iyi nüshadır.Yunus’u ilk keşfeden Fuad Köprülü,
Divan’ını ilk yayımlayan ise, Burhan Ümit Toprak’tır (1933-34).
Âşık Paşa’dan ve Said Emre’den itibaren birçok şairin ve başka Yunus’ların şiirleri Yunus Emre’nin şiirleriyle karıştırıldığı için Divan’ındaki şiirlerin sayısı zamanla artmıştır.
Abdülbaki Gölpınarlı, üç cilt halinde yayımladığı Divan’da (I-II. cilt birlikte 1943’te, III.
cilt 1948’de) yazmaları karşılaştırarak Yunus Emre’ye ait olanlar ile başka Yunus’ların şiirlerini birbirinden ayırmıştır. Gölpınarlı’nın yayımladığı Divan’da Yunus Emre’ye ait 356
şiir vardır. Bu şiirlerin 287’si hece, 69’u da aruz vezniyle yazılmıştır. Bunlardan başka Cahit Öztelli (1971), Faruk K. Timurtaş (1980) ve Mustafa Tatçı (2005) gibi araştırmacılar da
Yunus’un şiirlerini yayımlamışlardır. Her yayında şiir sayısında farklılık görülür. Faruk Timurtaş yayımladığı eserde 326 şiire yer verirken, Tatçı bu sayıyı 415’e çıkarmıştır.
Yunus Emre’den gazeller
Gazel I
1. Bir şâha kul olmak gerek hergiz ma’zul olmaz ola
Bir işik yastanmak gerek kimse elden almaz ola
2. Bir kuş olup uçmak gerek bir kenara geçmek gerek
Bir şerbetden içmek gerek içenler ayılmaz ola
3. Çevik bahrî olmak gerek bir denize talmak gerek
Bir gevher çıkarmak gerek hîç sarraflar bilmez ola
4. Bir bagçaya girmek gerek hoş teferrüc kılmak gerek
Bir güli yıylamak gerek hergiz ol gül solmaz ola
5. Kişi âşık olmak gerek ma’şûkayı bulmak gerek
Işk odına yanmak gerek ayruk oda yanmak ola
6. Yûnus imdi var dek otur yüzüni hazrete götür
Özün gibi bir er getür hîç cihâna gelmez ola
Gazel II
1. Çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi
Bostan issi kakıyup dir ne yirsin kozumı
2. Kerpiç koydum kazana poyraz-ıla kaynatdum
Nedür diyü sorana bandum virdüm özini
3. İplik virdüm çulhaya sarup yumak itmemiş
Becid becid ısmarlar gelsün alsun bezini
4. Bir serçenün kanadın kırk katıra yükledüm
Çift dahı çekemedi şöyle kaldı kazanı
5. Bir sinek bir kartalı salladı urdı yire
Yalan degül gerçekdür ben de gördüm tozını
6. Bir küt ile güreşdüm elsüz ayagum aldı
Güreşüp basamadum köyindürdi özümi
1. Ünite - XIV. Yüzyıl Batı Türk Edebiyatı I: Anadolu ve Azerî Sahası Türk Edebiyatı 21
7. Kaf tagından bir taşı şöyle atdılar bana
Öglelik yola düşdi bozayazdı yüzümi
8. Balık kavaga çıkmış zift turşusın yimege
Leylek koduk togurmış baka şunun sözini
9. Gözsüze fısıldadum sagır sözüm işitmiş
Dilsüz çagırup söyler dilümdeki sözümi
10. Bir öküz bogazladum kakıldum sere kodum
Öküz issi geldi eydür bogazladun kazumı
11. Bundan da kurtılmadum n’idesini bilmedüm
Bir çerçi geldi eydür kanı aldun gözgümi
12. Tospagaya sataşdum gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer kancaru Kayseri’ye azimi
13. Yûnus bir söz söyledün hiçbir söze benzemez
Münâfıklar elinden örter ma’nî yüzini

3 Kasım 2015 Salı

kutadgu bilig - yusuf has hacib


6412. negü erse ârzû tilekiñ kamuğ
aça bérsü teñri saña ol kapuğ
6413. negü erse ârzû tilekiñ takı
tükel bérsü teñri saña ay akı
6414. sewinçin awınçın tirilgil uzun
erejlengil ança ay kılkı tüzün
6415. dirîğâ seniñ teg kişiler ölüp
kara yérde yatsa süñüki ulup
6416. negü kılğu teñri bu dünyâ işi
bu yañlığ törütmiş ay ilçi başı
6417. neçe ölse bolmaz séni teg ölüg
özüñ edgülerdin ilindi ülüg
332 YUSUF HAS TAYANGU
6418. kerek öl kerek kéç yaşağıl uzun
atıñ edgü birle yadıldı sözün
6419. seweriñ üküş bolsu sewmezleriñ
saçılsu birerin kéñüsü yériñ
6420. yér öpti turup çıktı kesti sözin
atın mindi urdı ewiñe yüzin
6421. kelip tüşti kirdi ewiñe yorıp
yédi içti yattı bir ança serip
6422. yana koptı erte işin başladı
ayu bérdi kördi özi işledi
6423. köñül til köni tuttı tüzdi yorık
kamuğ egriler köndi itti kılık
6424. itildi ajun arttı ed kü du‘â
kutadtı küni künde edgü du‘â
6425. olar bardı kaldı ol edgü atı
yitip barğu ermez atı hürmeti
6426. körü barğıl emdi bu yañlığ kişi
kişimü bolur bu firişte işi
6427. kişi erdi erse olar ne üdün
negü ol ayu bér bu künki bodun
6428. kalı biz kişi ersemiz ay bügü
olarığ séziksiz firişte tigü
6429. olarnıñ kılınçı ne kılkı sözi
eşitip kutadğu ol edgü izi
6430. ukuşluğ ukar ol biliglig bilir
ölür öz bu dünyâ séziksiz kalır
6431. bulunmış bu üd kün yawa kılmadın
tapuğ kılğu tegmez munıñda adın
6432. munıñda uluğ pend takı ne bolur
seniñde ozakı ölür köz körür
6433. kalır karşı ordu saraylar kamuğ
anı bend tutumaz bu öz ay uluğ
6434. neçe karşı ordu neçe berk tura
ölüm buzdı kıldı kara yér kör e
6435. neçe kend uluş bağ çéçekliklerig
kuruğ kodtı kör bu ölüm ay tirig
6436. kalır karşı ordu saray pâk saña
alıp sen tutar sen bu bend tép maña
6437. kalın sü idisi ajunçı kanı
süsin kodtı boldı kara yér sanı
KUTADGU BİLİG 333
6438. kanı ol suk ilçi ilim az tédi
üküş él küçedi yéyü bilmedi
6439. kanı ol küçegli kişiler yérin
kulaç yér alındı yatur ınçıkın
6440. kanı ol müsülmân kanı tökgüçi
nelük kirdi yérke kanı ol küçi
6441. kanı ol kişig satğağuçı kişi
nelük boldı satğağ kara yér tuşı
6442. kanı ol tütüşügli dünyâ üçün
turu kaldı dünyâ ol öldi küçün
6443. kanı ol tirigli tawar kodmadın
iki böz iletti tilemez adın
6444. kanı ol üküş yér tilegli kişi
kara yér töşendi itildi işi
6445. bu yañlığ-turur dünyâ hâli kamuğ
ukuş birle körgil açılğay kapuğ
6446. erejleri emgek sewinçi sakınç
ağırı uçuzluk awınçı irinç
6447. negü kelse yüdgil sen ınçıklama
erej erse erter ne emgek yéme
6448. eşitgil negü tér bilig bérgüçi
ay emgek bile sen sabır kılğuçı
6449. ay ni‘met idisi şükür kıl yégil
ay mihnet idisi habır kıl egil
6450. sabır kılsa mihnet bolur ni‘metiñ
şükür kılsa nimetka artar tigil
6451. körü bar ay bilge bu künki üdüg
öñin boldı barça kamuğ iş küdüg
6452. biliglig uçuz boldı tutnur özin
ukuşluğ ağın boldı açmaz sözin
6453. telim boldı élde bu yawlak kişi
yawaş boldı satğağ kötürmez başı
6454. borun yüz yuğuçı namâz kodğuçı
kür ersig atandı yorıtur küçi
6455. fesâd fisk idisi atandı eren
bor içmez kişi atı boldı saran
6456. namâz rûzaˆ birle yorığlı kişi
munâfik atandı ay élçi başı
6457. halâl yitti barça haram üstedi
harâm yégli köñlin kara kir tudı
334 YUSUF HAS TAYANGU
6458. halâl atı kaldı körüglisi yok
harâm karma boldı toduğlısı yok
6459. kanı bu harâmıñ haram tégüçi
harâmığ kodup bir halâl yégüçi
6460. sakınuk tégüçi kim ol çın köni
könilik küni bar yarutur küni
6461. harâm birle artuk karardı köñül
halâl kayda bulğu tilep ay oğul
6462. muñar meñzetü keldi emdi bu söz
munı yakşı tıñla ayâ köñli tüz
6463. harâm birle köñlüm kara boldı kir
bilig işke tutmaz özüm yüzde bir
6464. et öz eglü bilmez havâ bulnadı
tapuğka tegümez özüm açtı sır
6465. ajun kılkı barça adın boldı kör
kişi köñli tilde öñin boldı kör
6466. vefâ kitti halkta cefâ üstedi
tilep bir ınanğu kişi kalmadı
6467. vefâ kétti halkta cefâ urdı iz
ınanğu tayanğu kişi boldı kız
6468. yakınlık yağukluk yırattı kadaş
bağırsaklıkın kodtı edgü adaş
6469. kiçigde edeb yok uluğda bilig
otunlar üküş boldı yitti silig
6470. yakınlık neçe boldı yarmak üçün
kanı iş kılığlı köni hak üçün
6471. emanet atı bar kanı kıldaçı
nasîhat sözi bar kanı tuttaçı
6472. kanı emr-ü ma‘rûf kılığlı kişi
kanı nehy-ü münker tıdığlı kişi
6473. satığçı kötürdi emânetlerin
bu uzlar kötürdi nasîhatlerin
6474. biliglig köni sözleyümez sözin
tişide uwut kitti örtmez yüzin
6475. köni bardı keldi neçe egrilik
kanı kalmadı bir kişi teñrilik
6476. kişi barça yarmak kulı boldılar
kümüş kimde erse boyun bérdiler
6477. cemâ‘at köp erdi bu mescidler az
kalın boldı mescid cemâ‘atler az
6478. negü tér eşitgil sakınuk kişi
köñülke alın sen ay edgü başı
KUTADGU BİLİG 335
6479. kanı bir könilik kılığlı kanı
kanı teñilik iş yorığlı kanı
6480. ajun barça bütrü tükel artadı
körüp tañladaçı kanı bir munı
6481. müsülmân karıştı için et yéşür
tükel inçke tegdi bu kâfir yatur
6482. kapuş karma boldı müsülmân neñi
kanı adra tutğan harâmığ öñi
6483. fesâd fisk üni kör udıtmaz kéçe
kanı ilm ü kur’ân üni az çıça
6484. köñüller katığ boldı til yumşadı
könilik özi bardı kaldı yıdı
6485. atalık kılur kör ataka oğul
oğul beg bolup kör ata boldı kul
6486. tiriglik kısıldı uzadı sakınç
baru arttı sukluk koradı sewinç
6487. çığay tul yetîmig suyurkağlı yok
ajun tegşürüldi tañırkağlı yok
6488. idi yakşı aymış bügü bilgi kéñ
ajunuğ sınağlı akı elgi kéñ
6489. ajun boldı âhır törü artadı
isizlerig edgü körü artadı
6490. ukuşluğ ukar ol biliglig bilir
yıl ay kün küniñe baru artadı
6491. oğul kız kemişti ata hürmeti
söküş boldı erke awuçğa atı
6492. kamuğ tegşürüldi törü öñdiler
karalı ürüñli bir ök boldılar
6493. bu barça uluğ kün nişânı-turur
nişânı körünse keligli kelür
6494. küdezsü uğan teñri îmânımız
kötürsü bu fıtneˆ belâ isiz iz
6495. yıl altmış iki erdi tört yüz altmış iki bile
bitiyü tükettim bu söz ülgüle
6496. ögüm yetmişi söz bitirdim tükel
okığlı ukuğlı özüñ ülgi al
6497. kayu törlüg erse yorıkıñ yoluñ
ayu bérdim azrak bekütgil uluñ
6498. bu ol dîn yolı hem bu dünyâ yolı
bu yolça yorı yolda azma ulı
336 YUSUF HAS TAYANGU
6499. kalı dünyâ kolsa yolı uş unu
apañ ‘ukbî kolsa izi uş munu
6500. özüñ kullukı kıl bayat birge küç
kayusın tilese tile kılma üç
6501. ilâhî özüm bu sözüg başladı
tilekim ne erdi bilir sen idi
6502. tilemedim özke kü çaw edgü at
kişi asğı koldum öz erse ya yat
6503. okığlı okısa méni üşgürüp
du‘â kılğamu tép maña bir turup
6504. tilekim bu erdi umınçım bu ok
okığlı maña bir du‘â ıdğa uk
6505. tilim sözledi söz bitidi elig
ölür bu elig til ay kılkı silig
6506. elig til nişânı munu bu bitig
saña kodtum emdi bitip ay tetig
6507. unıtma méni ay okığlı tirig
özüm dünyâ kodsa töşense yirig
6508. ayâ meñü muñsuz idim sen uluğ
sen ök yarlıkağıl bu muñluğ kuluğ
6509. küremiş kul erdim yazukum telim
yazuk yarlıkağıl sen ök sen idim
6510. kuluñ men idim sen kul atı kul ok
idim sen tüzün sen idilik kıl ok
6511. kuluñ men idim sen maña ay ğafûr
méni yarlıkağıl yazukum keçür
6512. yéme yarlıkağıl kamuğ mü’minığ
toğardın batarka tegi ay arığ
6513. otun men otundın otunluk kelir
tüzün sen yazukum keçür ay bilir
6514. yıpardın yıpar ok yıdır ol ıdı
pelîddin kelir ol arığsız yıdı
6515. umınçım sen ök sen maña ay umınç
umınç kesmegey men saña ay umınç
6516. yazukluğ kulur-men kılınçım cefâ
vefâlığ idim sen maña kıl vefâ
6517. cefâdın cefâ ok kelir ay idim
vefâda vefâdın adın bilmedim
6518. tüzü yarlıkağıl kamuğ mü’minığ
yazukum olarka bağışla arığ
KUTADGU BİLİG 337
6519. tümen miñ selâmım tegür sawçıka
ol edgü kulavuz köni yolçıka
6520. tüzü tört éşiñe meniñdin selâm
tegür ay bayatım tutaşı ulam
D
I
yégitlikke açıp awuçğalıkın ayur
6521. yorığlı bulıt teg yégitlikni ıdtım
tüpi yél keçer teg tiriglik tükettim
6522. isizim yégitlik isizim yégitlik
tuta bilmedim men séni terk kaçıttım
6523. yana kelgil emdi yégitlik maña sen
ayada tutayın ağı çuz töşettim
6524. isiz bu yégitlik kanı kança bardı
tilep bulmadım men neçe me tilettim
6525. tiriglikke tatğı süçig cân sewinçi
yégitlik teg edgü yok ermiş ayıttım
6526. kiçiglik tatığı yégitlik ereji
yitürdüm men emdi tutarda kürettim
6527. karılıkta kor yok köni turdum erse
yawalıkka isiz tiriglikni ıdtım
6528. esirkep açır-men saña ay yégitlik
kamuğ körkümi sen yırattıñ yırattım
6529. temâm erğuvân teg kızıl meñzim erdi
bu kün za‘ferân urğın eñde tarıttım
6530. yıparsığ kara başka kâfûr eşüdüm
tolun teg tolu yüz kayuka ilettim
6531. yaruk yaz teg erdim tümen tü çéçeklig
hazanmu tüşüttüm kamuğnı kurıttım
6532. kadıñ teg bodum erdi ok teg köni tüz
ya teg egri boldı egildim tüñittim
6533. yawa kıldım isiz tiriglik awınçın
ökünç birle közde kanın yaş akıttım
6534. kiçiglik keçürdüm yégitlik yitürdüm
künüm çalpaladım özümni çökittim
6535. yémek içmek erse yidim içtim ud teg
tilek sürmek erse tümen toğ tozıttım
6536. neçe kuşka awka awındım sewindim
uçar kuş teg arkun ağımdaı kürettim
6537. adaş koldaşımka sewüg cân teg erdim
yağım boldı erse tosun teg suçıttım
338 YUSUF HAS TAYANGU
6538. sere söktüm emdi neçe yalñukuğ men
yazuksuzka yarlığ elig til uzattım
6539. kögüz kerdim ança yağı sançmış er teg
küwez teg kür erip kaya te kadıttım
6540. içip yatmış er teg udıp odlu keldim
özüm yolda azmış bayatka uyadtım
6541. bayat tapğı kaldı kişi tapğı kıldım
ajun tegre yügrü özümni kürettim
6542. tilek ârzû birle yügürdüm néçe men
kuturmış böri teg ajunnı ulıttım
6543. kişig tuttum aldım küçün yarmakın men
kimig serdim irdim kimi me açıttım
6544. maña rabbım aysa nelük kıldıñ andağ
negü tıldağım bar uwutka tuşıktım
6545. kayu télve kılkı bolur munda tetrü
keçer künke awnıp tiriglikni ıdtım
6546. sewinç keçti emgek yéme keçgey erdi
yawa boldı kün ay ökünçke basıktım
6547. tutayın ya kisrâ ya kaysarça boldum
ya şeddâd u ‘âd teg takı uçmak ittim
6548. ajun bütrü tuttum sikender tutarça
tükel nûh yaşın men yaşadım yaşattım
6549. özüm haydar erse yaşın teg kılıçlığ
ya rüstemleyü men ajunda çawıktım
6550. ya ‘îsâ bolup kökke ağdım takı men
ya nûşîn-revân teg törü tüz yorıttım
6551. ya kençim tükel boldı kârûn neñi teg
ya ashab-ı res teg temür kend tokıttım
6552. negü asğı âhır yanış yérke boldı
turu kaldı dünyâ iki böz ilettim
6553. yalıñ keldim erdi yalıñ kirgü yérke
nelük dünyâka özni munça isittim
6554. keçer dünyâ keçti tüpi yél keçer
teg keçer dünyâka öz osalın basıttım
6555. tiriglikke asğı kanı edgü kılkım
tégitlikte tarlağ kayu yérke ektim
6556. negü ektim erse anı orğu âhır
negü ordum erse anın öz süçittim
6557. yégitlikni ıdtım karılıkka tegdim
yana yanğıl emdi negü söz tağıttım
6558. uzun tünle yatma idike tapın sen
odun yığla tınma yazukka basıttım
KUTADGU BİLİG 339
6559. yılan kurt koñuz yémi öz igdileyü
bu ni‘met bile men negüke igidtim
6560. ayâ usrık öz sen odun yığla tınma
bayatka tapuğ kıl yok erse yokadtım
6561. karılık kavurdı yégitlik yıradı
tatığ bardı barğu udu yol könittim
6562. idi kéçki dünyâ üküş ardı halkığ
kayusında men-men ne munça sewittim
6563. ya rab odguru bér méni ay idim sen
süre ıdmağıl men köñülni arıttım
6564. sen ök sen yazuk yarlıkağlı idim bir
suyurka méni sen yazukum unıttım
II
öçlek artakın dôstlar cefâsın ayur
6565. turayı barayı ajunuğ kezeyi
vefâlığ kim erki ajunda tileyi
6566. kişi kızlıkı boldı kayda tilegü
tilep bulğu erse tileyü köreyi
6567. kamuğ ârzû buldum kişi bulmadım men
kalı bulsa ârzûm yüziñe bakayı
6568. vefâ kahtı boldı cefâ toldı dünyâ
vefâ kimde erki men azrak kolayı
6569. apañ bulsa men bir vefâlığ akı er
eginke yüdeyi közümke urayı
6570. kalı bulmasa men vefâ birle yalñuk
keyik tağı birle tiriglik kılayı
6571. yigüm ot köki bolsu yağmur suwı tap
ediz kum tüneyi tağar ton kedeyi
6572. ya vahşı bolup men biyâbanda yügrü
kişide yırayı ajunda yiteyi
6573. takı bolmaz erse ajun barça kodtum
ögüz teg akayı tüpi teg toğayı
6574. idim muñka tegdim vefâsızka tuştum
vefâlığ kim erki sewüg cân béreyi
6575. atı kaldı yalñuk kişi kılkı bardı
bu kılk kança bardı udu men barayı
6576. bağırsak kişi yok ajunda tiledim
bağırsızka köñlüm negü teg ulayı
6577. kimi özke köz teg yakın tuttum erse
yağı çıktı yek teg yekig ne kılayı
6578. kimi sewdim erse sewüg cânça tuttum
cefâ keldi andın kimi met seweyi
340 YUSUF HAS TAYANGU
6579. kişi köñli bilgü tanuk erdi til söz
köñül til ala boldı kimke büteyi
6580. bu kün munda mınça kimi iş kılayı
ya kimke büteyi kimi dôst tutayı
6581. köñül kimke bérgü muñum kimke ayğu
muñadtım men emdi bir azrak ayayı
6582. adaş koldaşımda umınç bilmedim men
kadaş kılkı yat teg negü teg açayı
6583. apañ andka erse imînlik bütünlük
bu and tutğuçı kim anı er atayı
6584. tuz etmek hakı tép küdezigli barmu
kümüş gevher altun bile men kalayı
6585. kanı koşnı aşnı sewinç kadğuka iş
kamuğum béreyi men ewdin çıkayı
6586. adaş koldaşım tép ınanç boldaçı kim
anı beg kılıp men özüm kul bolayı
6587. kişi bulmadım men muñadur ma yalñuz
sakınçın sızar-men sewinçin küleyi
6588. nelük artadı halk negü öñdi kodtı
kayu üdke tuştum ya kayda turayı
6589. azu tilve munduzmu boldum ya mundum
negü sözledim men ayu bér ukayı
6590. ya sewdâ küçedip meñim artadı ol
közümkemü körnür özüm hab içeyi
6591. maña okmu tuştı bu yañlığ kişiler
azu menmü tetrü kişi-men yanayı
6592. isizim isizim kanı ol kişiler
vefâ atı kodtı ajunda ögeyi
6593. bu kün körse erdi bu öñdi törü kılk
olar kodmış erse sewinçlig bolayı
6594. yok erse ayu bérsü öñdi törü kılk
tüzün törke keçsü otunuğ süreyi
6595. kamuğ edgü bardı törü öñdi éltti
kişi soñı kaldı ne edgü bulayı
6596. bu bod sın yorığlı kişi erse barça
firişteˆmü erdi olar ne bileyi
6597. olar bardı kaldım bularnı bile men
negü teg yorıyı ne kılkın yarayı
6598. neçe sözlese-men tükemez takı söz
bu munça tap emdi sözüñ ne barayı
6599. maña munda yégrek adın bulmadım men
uluş kend kodayı kişide yırayı
KUTADGU BİLİG 341
6600. atım bilmesünler méni körmesünler
tilep bulmasunlar sözümni keseyi
6601. çadan teg tikerler çıbun teg sorarlar
köpek teg ürerler kayusın urayı
6602. olındım men emdi otunlarka tuştum
ökünç birle tün kün neçe yük yüdeyi
6603. cefâ cevri barı maña tegmesüni
otun bifalardın sıñardın bolayı
6604. ilâhî rûzî kıl sewüg sawçı yüzin
yéme tört işiniñ yüzini köreyi
III
kitâb idisi yûsuf uluğ hâcib öziñe pend bérür
6605. bilig bil özüñke orun kıl tör e
bilig bilse özke idi berk tura
6606. biligsiz yürek til negüke yarar
bilig birle suw teg kamuğka yara
6607. neçe bildiñ erse takı bir tile
biligli tegir kör tilekke sora
6608. bilir-men tése sen biligdin yırak
biligsizke sandıñ biligli ara
6609. bilig bir teñiz ol uçı yok tüpi
neçe suw kötürgey semürgük sora
6610. bu bilgiñ bile öz başıñ tezginür
bilümez özüñni özüñde yıra
6611. bilig bil kişi bol bedütgil özüñ
ya yılkı atanğıl kişide yıra
6612. biliglig yazılmaz sakınçın tügük
biligsiz sewinçin küler katğura
6613. bilig bilse kadğun kalı katğurar
biligsiz sığun sen ağınap yor a
6614. biliglig kişeldi turup yügrümez
biligsiz yorır kör tilekin süre
6615. ay bilge kişeldiñ biligsiz yorır
biligsiz kişelse kişenin bür e
6616. elig sundum uş men biligni tilep
sözüg sözke tizdim şaşurdum ura
6617. keyik tağı kördüm bu türkçe sözüg
anı akru tuttum yakurdum ara
6618. sıkadım sewittim köñül bérdi terk
takı ma beliñler birerde yére
6619. sunup tutmışımça ederdim sözüg
kelü bérdi ötrü yıparı bura
342 YUSUF HAS TAYANGU
6620. köni sözledim söz irig hem açığ
köni sözni yüdgen ukuşluğ er e
6621. okığlıka artuk ağır kelmesün
özüm ‘udri koldum aça hem yora
6622. köni sözde taştın sözüg söz téme
köni egri farkı ürüñli kara
6623. yıl (altmış iki) erdi tört yüz altmış iki bile
bu söz sözledim-men tutup cân süre
6624. tükel on sekiz ayda aydım bu söz
üdürdüm adırdım söz ewdip tire
6625. yadım tü çéçek teg yıdı kin burar
ötündüm men itnü tükettim türe
6626. sözüg kim tüketür neçe sözlese
aka tınmaz erter bulaklar ara
6627. ay yûsuf kerek sözni sözle köni
kereksiz sözüg kizle kılğa kor a
6628. üküş sözlediñ söz suwı barmasun
üküş sözke yalkar bu yalñuk ire
6629. ınançsız ajun kılkı irsel yayığ
ukuşluğ özindin yırak tur yıra
6630. sen emdi yapuştuñ bu dünyâğa berk
katığlan köñül mundın üzgil bura
6631. imîn bolma dünyâka artuk imîn
bayatka sığınğıl katığ yalwara
6632. üküş halknı ıdtı bu irsel ajun
köni yolda azdı kişi ked köre
6633. saña ma itindi bezenip küler
ayı sewme azrakkına katğura
6634. neçe dünyâ yégli ajun begleri
ölüm tuttı bardı közi telmire
6635. yégitlik yawa boldı isiz künüm
tüker bu tiriglik ökün kadğura
6636. neçe miñ yaşasa âhir ölgülüg
neçe tirse dünyâ kalır arkara
6637. saña ok sığındım bayat sen küdez
bu ğaf et usındın méni odğura
6638. uwutsuz kuluñ men yazukum telim
tüzünlük seniñdin kelür belgüre
6639. saña yazdı séndin küredi özüm
bu kün sığnu keldim saña yalwara
6640. negüke ınandıñ ayâ muñluğ öz
kayuka tayandıñ körür köz kör e
KUTADGU BİLİG 343
6641. yoluñ tüzgil emdi yorıkıñ köni
özüñ iki ajunda bulğıl töre
6642. sewinçin süzilmiş bu dünyâ bütün
munı kod takı bir ajunka kör e
6643. tiliñ tıd boğuz yığ udıma üküş
közüñ yum kulak tu bir inçin tur a
6644. yâ rab yarlıkağıl kamuğ mü’minığ
telim rahmetiñdin tükel turğura
6645. tegür sawçımızka tümen miñ