2 Aralık 2009 Çarşamba

söylev türü

Bir topluluğa, belli bir duygu ve düşünceyi aşılamak için yapılan coşkulu ve heyecanlı konuşmalara “söylev” denir.

Bu tür konuşmalara “nutuk” veya “hitabe” de denilmektedir.

Topluluk önünde konuşma yapan kişilere “söylevci” veya “hatip”, nutuk söyleme sanatına ise “hitabet” denir.

Söylevler genellikle millî ve sosyal konularda söylenir. Millî bayramlarda yapılan, kutlama ve anma törenlerinde, mitinglerde dinleyicileri bilgilendirmek, duygulandırmak, coşturmak, yüreklendirmek için söylenir.

Söylevlerin insanlar veya topluluklar üzerindeki etkisi büyüktür. Söylevler, sönen heyecanları canlandırır, yenilmiş orduları zafere ulaştırır, kaybedilmiş davaları kazandırır, topluma belli düşünce ve idealleri aşılar, toplumu bilinçlendirir, yönlendirir.

Söylevlerin en önemli, en can alıcı bölümleri başlangıç ve bitiş bölümleridir.

Söze iyi başlayın, iyi bitirin; arasını neyle doldurursanız doldurun.

(Victor Murdock)

Söylevlerde en önemli nokta, söze iyi başlamaktır. İlk sözler, ilk izlenimler son derece önemlidir. Söylevin başındaki beş on sözcükle, dinleyiciler ya kazanılır ya da kaybedilir.

(L. Thorpe)

Söylevin giriş bölümünde, dinleyicilerin dikkatleri canlıdır. Bu bölümde, konuşmanın konusu ve amacı kısaca belirtilmelidir. Bir atasözü, bir özdeyiş söyleyerek ya da espri yaparak dinleyicilerin ilgisi kazanılmalıdır. Daha sonra konu ayrıntılı olarak ele alınmalı, tezler ortaya atılmalıdır. Sonuç bölümünde söylevci, kesin yargısını ortaya koymalıdır. Söylevin bitiş bölümü konuşmacının ustalığını ortaya koyduğu yerdir. Söylevcinin son sözleri, dinleyicileri derinden etkiler, onların belleklerine kazınır. Bu nedenle söylevci, konuşmasını duygulu, içten, coşkulu ve heyecanlı bir şekilde sonlandırmalıdır.

Söylev türü denince ilk akla gelen isim Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk’ün “Nutuk” (Söylev) adlı eseri edebiyatımızda bu türün ilk ve en önemli örneğidir. Bu kitapta yer alan “Gençliğe Hitabe” ve “Onuncu Yıl Nutku” söylev türünün en güzel örneklerindendir.

Söylev türünün edebiyatımızdaki bir diğer önemli temsilcisi Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Hamdullah Suphi, söylevlerini “Dağ Yolu 1-2” adlı eserinde toplamıştır.

Mustafa Kemal, “Nutuk”

Hamdullah Suphi, “Dağ Yolu 1-2”

Etkili Bir Söylevin Özellikleri

Toplumu yakından ilgilendiren konular işlenmelidir.

Duygulu, çoşku ve heyecan düzeyi yüksek cümleler kullanılmalıdır.

Söylev metni, kısa, öz, ve anlaşılır olmalıdır.

Dinleyicilerin dikkatini canlı tutacak sözler, konuşma metnine ustalıkla serpiştirilmelidir.

İyi Bir Söylevcinin Özellikleri

Söylevci, konuşacağı konu hakkında sıkı bir araştırma ve hazırlık yapmalı, hitap edeceği kesimi yakından tanımalıdır.

Söylevci, konuşması boyunca ses tonunu iyi ayarlamalı, sözcüklerin söyleniş ve vurgusuna dikkat etmeli, coşku ve heyecanını korumalıdır.

Söylevci, konuşması sırasında dinleyicilerle sürekli bir göz teması sağlamalı, yazılı metne olabildiğince az bakmalıdır.

Söylevci, düşüncelerini tane tane anlatmalı, çok hızlı konuşmaktan kaçınmalıdır.

Söylevci dinleyicilerin ilgisinin azaldığını hissettiği anda, gerek bakışlarıyla, gerekse ses tonunu yükselterek ve ilginç sözler söyleyerek dinleyicileri kazanmalıdır.

Söylevci, toplumsal statüsüne, mesleğine, hitap ettiği kesime uygun bir biçimde giyinmeli, abartıya kaçmamalıdır. Giyim kuşama gösterilen özen, dinleyicilere verilen değerin bir göstergesidir.

Söylev Çeşitleri

1. Siyasî Söylev: Genellikle millet meclislerinde, seçim meydanlarında, kapalı yerlerde, gösteri ve mitinglerde söylenen söylevlerdir.

2. Askerî Söylev: Komutanların, askerleri duygulandırıp coşturmak, onlara cesaret vermek amacıyla yaptıkları konuşmalardır. Savaş zamanında cephede, barış döneminde kışlada yapılan konuşmalar, askerlerin morallerini yükseltir, onlara yurt savunmasının kutsal, yüce bir görev olduğunu kavratır. Bu yolla maddi gücün yanında manevi değerlerin önemi ve kendine güven duygusu kazandırılmış olur.

3. Dinî Söylev: Din adamlarının ibadet yerlerinde yaptıkları konuşmalardır. Bu konuşmalarda; dinî konularda bilgi vermek, dinî görüşleri açıklamak, nasihat etmek, doğruluğu, güzel ve iyi ahlâkı, hoşgörüyü aşılamak, toplumda birlik, kardeşlik, çalışkanlık duygusu oluşturmak amaçlanır.

4. Hukukî Söylev: Mahkemelerde görülen davalarla ilgili olarak hak ve hukuk konularında yapılan konuşmalardır. Savcıların iddianameleri, avukatların savunmaları, haksızlığa uğramış insanların mahkeme salonlarında kendilerini savunmaları, yargıçların yasaya dayalı konuşmaları hukuksal söyleve örnektir.

5. Akademik Söylev: Bilim adamlarının, öğretim görevlilerinin, uzman kişilerin, yazar, şair veya sanatçıların, akademik bir topluluk karşısında kendi sahalarıyla ilgili konularda bilgi vermek amacıyla yaptıkları konuşmalardır.

Söylev Türü Örnek Metinler

Atatürk’ün 28 Aralık 1919 Tarihinde Ankara’ya İlk Gelişinde Verdiği Söylevden

Efendiler!

Hepinizce bilinmektedir ki savaşın son döneminde Amerika cumhurbaşkanı Wilson, on dört maddeden oluşan bir programla ortaya çıktı. Bu program ulusların kendi alınyazılarını, egemenliklerini sağlıyordu. Programın on ikinci maddesi ise sadece Türkiye'ye, devletimize ve ulusumuza ilişkindir. Wilson bu madde ile Türkiye'nin, ulusumuzun tam egemenliğini elde etmesi gereğini ileri sürdükten sonra buna bir iki koşul da eklemiştir. Bu koşullar şunlardır: Aramızda yaşayan Müslüman olmayan toplulukların güvenlerini ve gelişme özgürlüklerini sağlamak... Bir de Boğazların açık bulundurulmasıdır.

Bütün Bağlaşık Devletler Wilson'un ilkelerini kendi çıkarları için uygun gördükleri gibi bizim devletimiz de bu on ikinci maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi. Ve kabul etti. Gerçekten kabul edilebilecek bir ilkedir. Çünkü Mister Wilson'un istediği Müslüman olmayan toplulukların can ve malları ile her türlü hakları ve gelişme nedenleri için gereken her şeye aslında, öteden beri devletimiz ve ulusumuzca saygı gösterilmişti. Gerçekten, Gayrimüslim unsurların Osmanlı Devlet ve ulusunun kucağında elde ettikleri ayrıcalıklar, üç yüz yılı aşkın bir zamandan beri pek çok vardır. Bundan dolayı bu koşul bizim için yeni bir şey değildi.

Efendiler! düşmanlarımız, bizim için uydurdukları kara çalmalarını bir aralık Paris Konferansı'na da kabul ettirir gibi oldular. Belki bunun sonucu olarak daha savaş sırasında birbiriyle yaptıkları gizli antlaşmaların, alıp verdikleri sözlerin uygulanmasına başlanmıştı. İzmir, Antalya, Adana, Antep, Urfa ve Maraş'ı işgalleri hep bu karşılıklı yükümlenmeler sonucu olsa gerek. Oysa haktan, adaletten söz açan Bağlaşık Devletlerin bu gibi işlemlerde bulunmamaları gerekirdi; uygarlık ve insanlıktan söz edenlerden bu beklenmezdi.

Ancak, Efendiler! Her halde dünyada bir hak vardır. Ve hak gücün üstündedir. Şu kadar ki, ulusun haklarını bilip savunma ve korunması yolunda, her türlü özveriye hazır olduğuna ilişkin dünyaya bir inanç vermek gerekir. İşte düşmanlarımızın bu davranışı, ulusumuzu, bu anlayıştan, bu özveri duygusundan yoksun sandıklarından çıkmıştır.

Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, ateşkesten beri birbirini izleyen hükümetlerimizin ülkenin karşı karşıya kaldığı haksızlıklara karşı yanılgı ile ve akılsızca davranışları bize karşı yanlış düşünceleri pekiştirmeye yardımcı olmuştur. Örneğin, Tevfik Paşa, yurdumuzun bir bölümünü Ermenistan'a katmada bir sakınca görmemekteydi. Ferit Paşa, resmi demeçlerinde doğu illerinde geniş bir Ermenistan özerkliğinden söz ettiği gibi, Paris'te de güney sınırımızın Toros olabileceğini söylemişti. Toros’un güneyinde Arapça konuşulduğunu sanıyor. Ve Toros’tan ta Antakya'ya değin olan bölgede Türklerin oturduğunu ve bin yıldan beri Türk kanıyla yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu. İşte bu gibi hükümetlerin davranışları ve eylemleridir ki, ulusumuzun geçmişini unutmuş, ulusçuluğun ve özel uygarlıkların bağışladığı haklardan habersiz, kansız, uyuşuk bir ulus olarak tanınmasına yol açmıştır.

Efendiler; Bir ulus varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün düşünce ve maddi güçleriyle ilgilenmezse, bir ulus kendi gücüne dayanarak varlık ve bağımsızlığını sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.

Ulusal yaşamımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim biçimimiz buna pek güzel kanıttır. Bu nedenle örgütlerimizde Kuvayı Milliye’nin etken ve ulusal iradenin egemen olması ilkesi kabul edilmiştir. Bugün, bütün dünya ulusları yalnız bir egemenlik tanırlar : Ulusal Egemenlik… Örgütün öteki ayrıntılarına bakacak olursak işe köyden ya da mahalleden, ve mahalle halkından, kısacası bireyden başlıyoruz. Bireyler düşünür olmadıkça, haklarını anlamış bulunmadıkça, yığınlar istenilen yöne, herkesçe iyi ya da kötü yönlere sürüklenebilirler. Kendini kurtarabilmek için her bireyin ülkenin alınyazısıyla kendisinin ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kuruluş elbette sağlam olur. Kuşku yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya olmaktan çok, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.

(Behçet Kemal Çağlar, “Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri”)

Atatürk’ün, 5 Kasım 1925 Tarihinde Ankara Hukuk Fakültesi’ni Açarken Yaptığı Konuşma

Atatürk'ün SöylevleriBugünkü toplantımız, Cumhuriyetin yönetim merkezinde bir hukuk okulunun açılması dolayısıyladır. Bu olay, yüksek işyar (memur) ve uzman bilgin yetiştirmek çabasından daha büyük bir önem taşıyor. Yıllardır sürüp duran Türk devrimi, düşünüşünü, varlığını, sosyal yaşayışını, üzerine kurulduğu yeni hukuk ilkelerini saptamak ve sağlamlaştırmak yoluna girmiş oluyor.

Türk devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün birdenbire akla getirdiği "ihtilâl" anlamının ötesinde ve ondan daha geniş bir değişmeyi dile getirmektedir. Bugünkü devletimizin biçimi, yüzyıllardır sürüp gelen eski biçimleri bir yana iten en olgunu, en gelişmişidir. Ulusun, varlığını sürdürebilmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri sürüp gelen biçimini, niteliğini değiştirmiş; ulus bireylerini, din bağı - mezhep bağı yerine, Türk Ulusçuluğu bağı ile toplamış, bir araya getirmiştir.

Ulus, uluslararası genel savaş alanında, kendisini var gücüyle yaşatabilecek aracın, ancak çağdaş çevrede, uygarlıkta bulunabileceğini, bir değişmez gerçek olarak kendisine ilke edinmiştir. Kısacası, baylar, ulus, saydığım değişikliklerle devrimlerin gerekli ve doğal sonucu olarak, genel yönetiminin, bunu sağlayacak bütün yasaların, ancak dünyalık ihtiyaçlardan doğacağını, bunlar değişip geliştikçe ona ayak uyduracak bir görüş ve düşünüşün kendisini esenliğe kavuşturup ölümsüz bir yaşayışa ulaştıracağını kavramış bulunuyor.

Eğer, yalnız altı yıl önceki anılarınızı yoklarsanız; devletin biçiminde, halkın birbiriyle kaynaşmasında, bizi güçlendiren uygarlık olanaklarının sağlanışında, kısacası, bütün kuruluşların ve oluşların gelişip oturmasında uygulanan ilkelerin nasıl yeni ve değişik olduğunu hatırlarsınız. Altı yıl içinde büyük ulusumuzun yaşayışında beliren değişiklik, herhangi bir "ihtilâl"den daha güçlü, daha yüksek olan en büyük devrimlerdendir.

Ulusların kurtuluş ve yükseliş savaşında çoğu zaman kızgın ve öfkeli oldukları görülmüştür. Ama bu kızgınlık, Türk ulusunun bilinçli öfkesine benzemez. Sözünü ettiğim büyük devrim yolunda Türk ulusunun şimdiye değin harcadığı çabalar, dıştaki ve içteki saldırılara karşı yorulmaz, yıpranmaz savaşmalar içinde, ulusal egemenliğini karşı durulmaz bir güçle uygulama yolunda, hukukçuların ellerinde ve dillerinde dolaşan, alışılıp aşınmış ilkeleri bilmezlikten gelerek yeni gerçeklerin ve gelişen olayların havasında yoğrulmuş bir yönetim biçimi, bir yeni devlet yönetimi arayıp bulmak uğrunda, geçmiştir. Şimdi kurulup ortaya çıkan bu büyük yapıtın görüşünü, düşünüşünü, isteklerini belirtip karşılayabilecek yeni hukuk ilkelerini, yeni hukuk adamlarını yaratma işine girişmek günü gelmiştir.

Sanıyorum ki, Ankara Hukuk Okulu ile, Cumhuriyet Hukukunu yalnız sözüyle ve görünüşüyle değil, bilinçli ve bilgisel niteliği ile, yeni yasalarıyla, yeni hukuk adamlarıyla açıklayacak, savunacak ve uygulayacak bir davranışa baş vurmuş oluyoruz.

Cumhuriyet Türkiye'sinde eski yaşama kurullarının eski hukuk ilkelerinin yerini bugün, yeni hukuk ilkelerinin almış olduğu bilinen bir gerçektir. Bu olup bittiyi sizin kitaplarınız ve uygulanacak yasalarınız anlatacak ve açıklayacaktır.

Sevgili Hukuk Öğrencileri! Sayın Hukuk Adamları!

Yeni hukuk ilkelerinden, yeni kuruluşumuzun gerektirdiği yasalardan söz açarken, "Her devrimin kendisine özgü dayanağı bulunmak gerektir" nedenini, yalnız bu ana nedeni göz önüne koymak istemiyorum; ille boş yere sitem etmekten vazgeçerek Türk ulusunun, çağdaş uygarlığın özelliklerinden ve verimlerinden yararlanabilmesi için, en az üç yüz yıldan beri harcadığı çabaların ne kadar kaygı verici engeller karşısında araya gittiğini göz önüne alarak, bütün uyanıklığım ve üzüntümle söylüyorum: Ulusumuzu çöküntüye sürükleyen, zaman zaman bağrından kopup da ileri düşünceleri için savaşmayı göze almış kimseleri yıldırıp usandıran gerici ve ezici güçler, bugüne değin elinizde bulunan hukuk kurallarıyla ona içten bağlananlar olmuştur. Belki ağır düşerse de, tarihe dayanan bu görüşüme, bu yüce topluluk içinde yer alanlardan ve Cumhuriyet hükümetine çok yararlı olan seçkin kimselerden pek şaşan bulunmayacağını umarım : Yine de amacımı biraz daha açıklamama izninizi dilerim. Uluslararası genel tarih içinde Türklerin 1453 zaferini, İstanbul'un fethini bir düşünün; bütün bir dünyaya karşı İstanbul'u Türk toplumuna mal eden güç, aşağı yukarı o yıllarda bulunan matbaayı ülkeye mal etmek için o zamanki hukukçuların uğursuz direncini göğüsleyememiştir. Eskimiş hukukla dar düşünceli hukukçulardan buna izin koparabilmek için üç yüz yıl, kuşkular, kararsızlıklar, üzüntüler içinde beklemek zorunda kalmışızdır.

Eski hukukun çok uzak, çok eski ve yaşama gücünü çoktan yitirmiş bir dönemini seçtiğimi sanmayın. Eski hukukla ona saplanıp kalanların bu devrim yıllarında bana gösterdiği güçlüklerden örnek vermeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesine düşmüş olurum. Şu kadarını bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluş günlerinde bu oluşu hukuk ilkelerine ve bilimsel görüşlere aykırı bulanların başında ünlü hukukçular vardı. Büyük Millet Meclisinde egemenliğin ulusta olduğunu belirten tasarıyı öne sürdüğüm gün, bu ilkenin Osmanlı Anayasasına aykırılığından dolayı karşısına çıkanların başında yine eski ve bilimsel erdemi ile ün salan, ulusu aldatıp durmuş olan belli hukukçular yer alıyordu.

Cumhuriyet ilân olunduktan sonra bile, baş gösteren bir acıklı olayı uyanık gözlerinizin önünde canlandırmak isterim: En ileri, en bayındır bir kentimizin hem bizim yurdumuzda hem Avrupa'da okuyup yetişmiş seçkin uzmanlardan kurulu baro topluluğu, açıktan açığa halifeci olduğunu söyleyip duran birisini kendine başkan diye seçmiştir. Bu olay, köhne hukuka saplanmış olanların cumhuriyet anlayışına karşı nasıl bir eğilimde olduklarını belirtmeye yetmez mi? Bütün böyle olaylar, devrimcilerin en büyük ama en sinsi can düşmanlarının çürümüş hukukla onun zavallı tutkunları olduğunu göstermektedir.

Ulusun arasız ve ateşli devrim atılışları sırasında sinmek zorunda kalan eski kanun hükümleri, eski hukuk adamları, devrimcilerin ateşi ve etkisi yavaşlamaya başlar başlamaz hemen canlanarak devrim ilkelerini, ona içten bağlı olanları, bunların kutsal ülkülerini suçlayıp kötülemek için fırsat beklerler ve bu fırsat, eski yasaların yürürlükte kalmasıyla, eski anlayışı sinsice kollayıp yürütmekte direnen yargıçların ve avukatların varlığı ile belirir ve beslenir.

Bugünkü hukuk çalışmalarımızın gerekçelerini böylece açıklamış olduğumu umuyorum. Büsbütün yeni yasalar düzenleyerek eski hukuk ilkelerini temelinden kazımaya girişiyoruz. Yeni hukuk ilkeleriyle, alfabesinden okumaya başlayacak bir yeni hukuk kuşağı yetiştirmek için bu okulu açıyoruz. Bütün bu işlerde dayanağımız ulusumuzun üstün yeteneği ve kesin isteğidir. Bu girişimlerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle birlikte anlattığım nitelikte anlamış olan seçkin hukuk bilginlerimizdir.

Yeni hukuk ilkeleri genel yaşayışımızda başarılı uygulamalarla etkisini gösterene kadar geçecek zamanı, devrimin yorulmaz ve yıpranmaz gücü kısaltacak ve zararsız kılacaktır.

Öğrenciler !

Yeni Türk toplumunun kurucusu ve kollayıcısı olmak amacıyla okumaya başlayan sizler, Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir gün önce yetişmenizi ve ulusun isteğini yürürlüğe koymanızı hepimiz sabırsızlıkla beklemekteyiz. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin kendilerinden beklenen ödevi hakkıyla yerine getireceklerine güveniyorum. Cumhuriyetin yapıcısı ve kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılmasında duyduğum mutluluğu hiç bir girişimimde duymadım. Bunu böylece belirtip açıklamaktan da ayrıca sevinçliyim.

5 Kasım 1925

(Behçet Kemal Çağlar, “Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri”)

BURSA’NIN GERİ ALINMASI

Hamdullah Suphi(Büyük Millet Meclisi’nin eski binası önünde, 12 Eylül 1922)

Hanımlar,

Bu kadar acıdan sonra, bu kadar ayrılıktan sonra, yan yana çektiğimiz bu kadar hasretten sonra, kurtuluş günleri geldi. Siz bu kurtuluş günlerini bize kazandıran aziz şehitlerin, gazilerin anaları, arkadaşları, kız kardeşleri! Artık sevinin, sevinmek hakkınızdır, bayram edin, en büyük bayrama erdiniz, büyük bayramınız mübarek olsun.

Anadolu kadınları,

Bu gaza diyârında, bin seneden beri, ateş ve cenk yerlerine oğullarını koşturan Anadolu kadınları, bin senedir oğulları dâima uzak yerlerde ölen, yetiştirdikleri oğulların mezarları nerededir bilmeyen Anadolu kadınları! Kurtuluş günleri, kavuşma günleri geldi. Sevinin, bayram edin.

Cihan Harbinden beri ardı arası gelmeyen bir cenk için, ağızdan bir şikâyet sözü çıkmadan, nesi varsa hepsini veren Anadolu kadınları! Erkekleri kan ve ateş yerlerinde savaşırken; uzak denizlerin kıyılarından orta yaylalara doğru, günlerce haftalarca çıplak ayakları giyimsiz sırtlarıyla kurşunları, top mermilerini taşıyan Anadolu kadınları! Batıda, Doğuda, kıblede, bütün cephelerin arkasında memleketi işleten, tarlaları yeşerten, sayısız yetim çocukları yetiştiren, büyüten sensin, ey Anadolu kadını!

Sırası gelince cephaneyi, yaralıyı taşımak sana yetmedi, silaha sen de sarıldın, düşman önünde sen de nöbet bekledin, ateşlere sen de girdin, sen de gaza ettin. “Erkek arslan arslan olur da, dişi arslan arslan olmaz mı?” diyen sensin. Erkeğinle beraber zafere erdirdiğin gazan mübarek olsun. Zafere eren gazanın büyük bayramı mübarek olsun.

Subaylar!

Dünyanın hiçbir ordusunun yüklenemeyeceği kadar ağır bir vazifeyi genç omuzları üstünde taşıyan subaylarımız! Baba ocaklarının gölgesi altında değil, cenk yerlerinin güneşi ve ateşi içinde yetişen subaylarımız! Birçok muharebelerin ateşinden, demir kasırgalarından geçen yırtık, yanık gaza bayrakları gibi, düşman kurşunlarıyla vücutları delik deşik olan subaylarımız! Milyonlarca delikanlılarımızın yolunda can verdiği vatanı, siz, düşünüp sezmediniz; siz onu haritalar üstünde kitaplar içinde öğrenmediniz. Siz onu adım adım gezdiniz, her avuç toprağını kanınızla suladınız.

Ey Türk Subayı! Senin gözlerinin içinde, güneyin kızgın çölleri tutuşup duruyor. Senin gözlerinin içinde, Kafkas’ın buzlu dağları buruşup duruyor. Senin gözlerinin içinde, Malazgirt ovaları, Pasin ovaları serilip duruyor, vatan senin içinde yaşıyor.

En büyük askerimiz diyordu ki: “Subay muharebeleri yapıyoruz.” Subay muharebeleri, yani fikir muharebeleri yapıyoruz. Sen bir fikirsin. Gevşemez, vazgeçmez, sarp, yalçın bir fikirsin. Türklük ve istiklal fikrinin bayrağını, yangın kızıltısı içinde, demir kasırgası ortasında yücelten sensin. Düşmanın milliyet fikrine, milliyet fikrinle karşı çıktın; seninki elinkinden üstündü. Her biri, ayrı ayrı kaç adamın ömrünü doldurmaya kâfi, o kadar acı, tatlı hatıralarla dolu olan genç başın, bugün zaferin sabah aydınlığı içinde duruyor. Bugün mesutsun, mağrursun, kimin bu saadete, bu gurura senden fazla hakkı var. “Türk tarihi tükendi, bitti.” demişlerdi. O tarihin aşkıyla dolu bağrından bir gürleme, bir kükreme sesiyle haykırdın: “Türk tarihi yeniden başlıyor.” dedin. Senin elinde Türk tarihi yeniden başladı, vatan kurtuldu. Onu kurtaran sensin. Duyuyor musun? Anadolu’nun ufuklarında, Sakarya’dan İnönü’ne, İnönü’nden Çanakkale’ye, Çanakkale’den Plevne’ye, Mohac’a, Niğbolu’ya, Kosova’ya kadar eski yeni bütün gazaların sancaklarını şimdi geçit yapıyor, takı takım uçuyor. Duyuyor musun? Başının ucunda rüzgâr dönemeçler gibi bir ses var. Cenk yerlerinde kalan silah arkadaşlarının ruhları seni bin kere aziz başının üstünde bugün tavaf ediyor. Ey Türk subayı, ey damarlarında kan yerine güneş akan destanî kahraman, bayramın mübarek olsun!

Deniz subaylarımız,

Gözlerimizden ırak olduğunuz bu günlerde, sanmayınız ki kalplerimizden de ıraksınız. Anadolu Harbi’nin düşman zincirini eritmek için yaktığı ateşleri, uzak sahillerden siz getirdiniz. Düşman elleri irili ufaklı ne kadar harp gemimiz varsa bizden aldığı vakit, zannetti ki sizi vasıtasız bıraktı. Halbuki çare sizin kararınızda, sizin kalbinizde idi. Başkalarının bir gezintiye çıkmaya cesaret edemeyeceği, kırık, sakat tekneler içinde, denizle oynadınız, fırtına ile oynadınız ve en ziyade canınızla oynadınız. Karadeniz’in, Akdeniz’in, Kızıldeniz’in eski kurtları olan denizci babalarınız içinizde yaşıyor. Deniz yollarında ne yaptığınızı denizin içlerine sokulup uzanan Anadolu unutmayacaktır. Kıraç, çorak yaylaların boşlukları üstünden, sahilleri kuşatan ormanlı dağların sırtlarından size sesleniyorum, bayramınız mübarek olsun.

Erler!

Milletin göz bebekleri, bin yokluk içinde en büyük varlığımız olan ey Türk askeri! Bu doğuş olur muydu? Eğer sana inanmasalardı, sana güvenmeselerdi! Bu kurtuluş olur muydu? Eğer ortada her zorluğu yenen gücünle sen olmasaydın. Cihan Harbi’nden sonra Türk askeri kalmadı, tükendi dediler. Ümit azalmıştı. Dünyamız kararmıştı. Bir gün tekrar sen göründün. Sen tekrar göründüğün gün, ümit tekrar göründü. Gözlerimi bir yerden ovalara doğru uç vererek sessiz dalgalarla akıp geldiğini gördüğüm gün, gözlerim kapanıncaya kadar aklımdan çıkmayacaktır. O günden beri talihimiz yeni baştan bize döndü.

Ey Türk askeri! Dostun ve düşmanın, kim seni cenk yerlerinde gördü de, sana hayran olmadı, sana gönül vermedi? Hangi sevgi senin kalbine girdi de, yanan, tutuşan bir aşk olmadı? Hangi düşünce senin başında yer etti de bir din bir iman olmadı? Senin sabrın karşısında hangi inat istediğinden vazgeçmedi?

Bize yedi sene süren muharebelerden bahsederler, bize otuz sene süren, yüz sene süren muharebeler anlatırlar, sen bin sene muharebesini yapıyorsun. Atalardan babalar, babalardan oğullara, oğullardan torunlara miras kalan nihayetsiz bir muharebenin sen ismi dünyaları tutmuş kahramanısın. Keşke senin dilin ben olsaydı, istediğin vakit her düşündüğünü en kolay ve en güzel anlatan o tılsımlı dilin bende olsaydı. Karşında söz söyleyen bu şehir uşağı, daha sana neler diyecekti. Gönlüm istiyor, fakat dilim yetmiyor. Ey Türk askeri yüreğim sevginle dolu… senden dolayı eriştiğimiz bu bayram sana mübarek olsun diyorum.

İşçilerimizi unutabilir miyiz? Üç senedir, gece gündüz örsünün başında enkaz halinde bırakılmış tüfek ve top parçalarından dişlerine kadar silahlanmış düşmanlara karşı yıldırım cihazları çıkaran işçilerimiz. Sizi unutabilir miyiz? Bu zaferde sizin ne büyük payınız vardır. Mübarek olsun bayramınız sizin de…

Hanımlar, efendiler!

Başımızın üstünde parlayan bu ikindi güneşi şimdi kurtulan Aydın’ı, İzmir’i ve Bursa’yı aydınlatıyor. Burada kurtaranların bayramı, orada kurtaranların ve kurtulanların bayramı var… Aydın’a, İzmir’e, Bursa’ya evleri donatan, sokakları kızartan bayraklarımızla şafaklar indi. Kurtarıcı askerlerimizin geçtiği yollardan sevgili Bursa’mıza selamlar gönderiyoruz.

Ben Bursa’yı bilirim. Kaç defa camilerinde, türbelerinde uzun uzadıya dalgın saatler geçirdim. İçinde atalarımızın uyuduğu topraklarından, yeşil dumanlar gibi tüten servilikleriyle, üstüne dâima bir ay ışığı vurmuş gibi bembeyaz duran minareleriyle, Bursa da şimdi bayram yapıyor.

Sabahlara kadar su sesleri içinde uyuyan Bursa, çamlarının, dede çınarlarının dallarında deniz hışıltıları eksik olmayan Bursa… İlkbahar olunca, ovalarına şafaklar devrilmiş gibi, gelincik bulutlarıyla taraf taraf kızaran, tutuşan Bursa… Şimdi gözyaşları içinde kurtuluş bayramını yapıyor.

Biraz ötede, gök kubbenin altında bir tek olan, zavallı İstanbul’umuz var. Daha ötede, Tunca’nın, Arda’nın, Meriç’in kol kol uzandığı ovaların ortasında, başında bir dağa benzeyen büyük bir gufran dalgasıyla, Selimiye’siyle duran zavallı Edirne’miz var. İstanbul, kurtulanları düşünerek seviniyor ve kurtulmayı bekliyor.

Mütareke günlerinden sonra idi. İzmir’e Yunan askerleri çıktığı vakit, başımıza gelen tehlikeyi o, anlamıştı; İstanbul anlamıştı ki, büsbütün karanlığa giriyoruz, belki bu tarih kapanacaktır, bitecektir. Evlerden, mahallelerden seller gibi çıktılar, seller birleşerek dereler oldu, dereler birleşerek nehirler oldu. Matemlere bürünmüş simsiyah bayraklar altında toplananlar bir mahşerdi, bir kıyametti.

O yerlerde bir daha toplanacağız, İstanbul’umuzun, Edirne’mizin kurtuluşuna hamdetmek için toplanacağız .

Karanlıklarımız var, ağartacağız. Yurdumuz virandır, şenleteceğiz. Yüz binlerce öksüz yavrularımız var, okutacağız, büyüteceğiz. Tanrı, ulu Tanrı! Bizi bu işlerde muzaffer kıl!..

(Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Dağ Yolu 1”)

İSTANBUL MİTİNGLERİNDE

Zavallı Kadınlarımız, Efendiler, Aziz Kardeşlerim!

Hakkımızda başkaları son sözlerini söylemeden evvel, biz halkça, milletçe kendi hakkımızda son sözlerimizi, son kararlarımızı söylemek mecburiyetindeyiz. Çok zaman geçmeden bedbaht Türk milletine muzaffer düşmanlarımız kendi hükümlerini tebliğ edecekler. Bu hüküm bizim verdiğimiz hükme uymayacaktır. Biz düşünüyoruz ki, mağlup olmak, mahvolmak için bir sebep teşkil etmez. Bize tebliğ edilecek hükümler, on dört aydan beri beklediğimiz sulhün yerine bir idam kararı getirmek istidadındadır. Eğer bu iş tahmin ettiğimiz gibi çıkarsa, Bulgaristan hudutlarından Erzurum’a kadar binlerce Türk’ün göğsünden ıstırapla, yeisle aynı cevap çıkacak: Hayır, biz ölmek istemeyiz, ölemeyiz. Onlar bizim idamımıza, bizi memur etmek istiyorlar. Hayır biz düşmanlarımızın emriyle intihar etmeyeceğiz.

Biz ölmeyiz ölemeyiz. İsterlerse tarihin kaydettiği birçok mutantan cinayetlerden birini daha irtikaba kalkışsınlar. Bu teşebbüs meydanı boş bulmayacaktır.

Aylarca, senelerce milletlere kendi hakimiyet ve hürriyetlerine tam bir tasarruf hakkından bahseden Vilson’dan daha evvel, Büyük Fransız İhtilali milletlerin kendi kendini idare etmek hakkını tanımıyor mu idi? Yeni bir Avrupa halkeden, Avrupa’yı yer yer inkılaplara uğratan, hükümetler parçalayan, hükümetler kuran Fransız İhtilali’nin bu umumî ve beşerî taahhüdünden Türk milletinin hissesi yok mudur? Hiçbir hükümetin cebir ve kahrıyla diğer bir milleti esir ve mahkum edemeyeceğini ilan eden Büyük İhtilalini ve bunun taahhütlerini Fransız milleti unuttu mu? Bunu ona hatırlatmak isteriz. Harp esnasında Londra’nın, Paris’in, Roma’nın, Vaşington’un resmî kürsülerinden kaç defa en kat’i bir lisanla, mağlup hiçbir milleti tahkir ve tezlil etmek istemediklerini söylediler. İngiliz devletinin Başvekili birçok defalar Türk memleketlerinin, Trakya’nın, İstanbul’un, Anadolu’nun mahfuz kalacağını, İngiliz Millet Meclisi’nin kürsüsünden dünyaya ilan etti. Bu sözler taahhütlerdir.

Garbî Anadolu’da geçen faciayı Avrupa milletlerinin gözleri görmüyor mu? Mora kıtallerinden sonra Tisalya’da tek bir Türk bırakmayan zulümden, cefadan sonra Yunanistan’ın ellerine geçen bütün toprakları Türklerin avlandığı bir saha haline koyan, sayısız tazyikler ve cinayetlerden sonra, şimdi Yunan ordusu Garbî Anadolu’yu baştan başa yakmakla meşguldür.

Hanımlar, dikkat edin, iyi koklayın. Bursa üzerinden gelen rüzgârlarda yangın kokusunu sezeceksiniz. Yunanistan İzmir’e, Aydın’a, Manisa’ya bir cehennem gibi girdi. Üzerimize gelen, asırdide kindir. Yunan ordusunu sevk ve idare eden, eski Anadolu topraklarının pek iyi tanıdığı mutaassıp, kudurmuş Salip Ordularının ruhudur. Onlar istedikleri kadar zulmü artırsınlar. Zulmü artıranlar içimizde mukavemet ve intikam arzusunu artırıyorlar.

Bin seneye yakın bir zamandır Selçukîlerden bu son Osmanlı devrine kadar, altı üstü baştan başa Türk olan bir memleketi, masa başında yapılan, ufacık Yunan milletine ihsan ettiler. Bu yağma, bu taksim, Afrika ortalarında esir edilen beyaz adamın derisi üzerinde tebeşirle yapılan çizgiler gibi bir taksimdir. Bu, daha esir adam canlı iken etlerin parça parça satılmasından başka bir ameliye değildir. Türk’ün çok katı kemikleri, binlerce senedir boğuşa boğuşa çok nasırlaşmış etleri, ufacık Yunanlının dişlerine fazla sert geleceği, bu dişleri kıracağı muhakkaktır. Bu katı lokmayı onlar yiyemez. Soruyoruz, Fransız milleti Adana topraklarında ne arıyor? İki terazi, iki ölçü, iki adalet manen büyük kalmak isteyen milletleri karşısında ıskat etmeye kifayet eder. Yüksek din taşıyanlar, başkalarının dinine hürmet etmeyi bilir. Milliyet fikrinin asil telakkisi başka milliyetlere hürmeti emreder.

Fransız milliyetperverliği el birliğiyle üzerine çökülen Türk halkının bir millet kalmak hakkını inkar etmeye razı olduğu gün, Şark dünyası karşısında onun eski mevkisi kalmamıştır.

Hanımlar, Efendiler;

Yalnız Trakya değil, yalnız Garbî Anadolu değil, Antalya, Adana değil, şark vilayetleriniz de, Karadeniz yalıları da ve nihayet İstanbul’unuz da tehlike altındadır. İşteha gün geçtikçe artıyor. Mukadderatı mevzusu bahsolan yerlerden biri, başınızın üstünde taraf taraf yükseldiğini gördüğünüz bu binlerce minarenin, yüzlerce İslam mabedinin bulunduğu İstanbul’unuzdur. Beş asra yakın bir zamandır topraklarını tâ derinlerine kadar kemiklerimiz doldurdu. Şehri içinden ve dışından kuşatan sayısız mezarlıklarda kavaklarıyla bir mahşer halinde kalkmış ve toplanmış cetlerimiz, bugün Türk vatanının talii hakkında söylenen sözleri ve vereceğimiz kararları dinliyorlar. Vereceğimiz kararlar, onların şöhreti dünyayı tutan asil, civanmert, kahraman ruhlarına layık olacaktır. Türk milleti, Bizans İmparatorluğu’nun bin seneyi mütecaviz bir zamanda yaptığını, on misli daha fazlasıyla beş asırda yaptı. Bizans medeniyetinden sanat ve umran namına ne kalmışsa, kısacık bir zaman zarfında onu fersah fersah geçti. İstanbul’da yıkıcı olmayan Türk’ün mürüvveti ve müsaadesi sayesinde hâlâ ayakta duran bazı yadigarlar var. Fakat Bizans’ın yerine kaim olan İstanbul’un şeklini, Türk dehasının iradesi ve sanatı yepyeni bir çizgi halinde arzın bu ufukları üstünde dalgalandırdı.

Her avuç toprağında kanımız ve kemiğimiz, alın terimiz ve emeğimiz olan; sanatımız ve dehamız yükselen bu toprakları bırakamayız. Diri veya ölü, onun üstünde ve içinde kalacağız. Onu terk etmeyeceğiz. Gördüğümüz bütün haksızlıklara rağmen adalet hislerini büsbütün kaybetmediklerine hâlâ inanmak istediğimiz itilaf devletlerine söylüyoruz. Türk vatanına, onun tarihine, onun hakimiyet ve birlik hakkına layık olmayacak tekliflerde bulunmayın. Biz, bütün bir millet, fertlerimizi birbirine bağlayan sayısız, binlerce aziz tarih hatırasıyla, kan, dil ve din bağıyla her zamandan daha sıkı birleştik. Uğradığımız felaket cesaretimizi artırmıştır. Tarih her zamandan fazla içimizde yaşıyor. Muhakkak elde edeceğimiz bir kurtuluş imanıyla mazlum Türk vatanının evlatları birbirimize bağlandık ve yemin ediyoruz: Trakya’nın, İstanbul’un, Anadolu’nun birliğini parçalatmayacağız.

13 Ocak 1920

(Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Dağ Yolu 2”)

İSTANBUL’UN FETHİ

Ey Benim Paşalarım, Beylerim, Şu İstanbul Savaşındaki Arkadaşlarım,

Sizi buraya kararlaştırdığım genel taarruzda şimdiye kadar gösterdiğinizden daha büyük fedakârlık ve cesaret istemek için topladım. Adı bütün cihanda ün salmış İstanbul gibi bir beldeyi zapt edeceksiniz. İstanbul’un adı geçen her yerde, o şehri zapt eden kahramanlar olarak şan ve şerefle anılacaksınız. Bize daima pusular hazırlayan bu şehri zapt ettikten sonra güven ve emniyet içinde yaşayacağız, kapımızı açık bırakacağız. Kale duvarlarını toplarla o kadar hırpaladık ki, size hedef olarak bir kale değil, bir ova gösteriyorum. Fakat bununla beraber şehrin alınması kolay değildir. Yıkılmış kaleler üzerine saldıracak yiğitler, büyük tehlikelerle karşılaşacaktır. Maharetiniz, cesaretiniz her engeli yenecektir. Zafer rüzgârı bizden yana esecektir! Askerlerinizi şevkle coşturunuz! Onlara anlatınız ki harp üç şeye bağlıdır: Yılmamak, namus ve itaat…

Ne kadar yüksek bir maksada itaat ettiğinizi göz önünde bulundurun!

Hücumda ben sizin yanınızda olacağım. Hücum boruları çaldıktan sonrası sizindir!

Komutanlar, sizleri selamlıyorum!

(Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs 1453)

KADIKÖY MİTİNGİ

Yarab! Ben kardeşlerime değil, ilk evvel sana hitap ediyorum. Vatanın felâketi karşısında bir genç kızın feryadını dinle! Bu ağlayan anneler, şehitlerin annesi; bu boynu bükük genç kadınlar, fedakârların genç zevcesi; su hıçkıran yavrular, askerlerin yetimleri değil mi? Böyle necib bir kavme gözyaşı döktürmekte hikmet ne? Galipler size hitap ediyorum: Eğer bu mücadeleleriniz insanları mesut etmek içinse, biz de insanız. Geleceklerin ne olacaklarını sorabilmek için, geçmiş zamanları göz önüne getirmek lâzımdır.

Ey tarihlerinin kara gününü yaşayanlar! Size hitap ediyorum: Milletler için kara günler olabilir. Fakat artık fenâ bulmak yoktur. Bir millet yok edilemez. Tarihin sayfasına kendini yazdıranlar, var olmak şerefine mazhar olmuş demektir. Milletler için de "Ba'sü-badel mevt" var. İşte Lehistan... Milletimizin yok edilebileceğine inananlar aldanacak. Heyecanlarımız, kanlarımız söndürülse bile, göğsümüzde milletten yapılmış bir kalp var ki onda, bir yabancının, bir düşmanın ne ihtiras, ne korkusu yaşar. Onların semalarını kaplayacak ancak hava-yı istiklâldir.

Ben, kendi hürriyeti gasp edilmiş bir milletin kızı olarak, istiklâlime nasıl yürüyeceğimi söyleyeceğim. Bu beyanatım, kollarımızı bağlamak isteyenler için dikkate şâyân olmalı.

Oğlum bana, “Ben neyim?” diye ilk sorduğu günü, ona semalardan haykıran bir melek gibi, “Büyük tarihli bir Türk’sün.” diye hitap edeceğim. Bu nida, bu hayırlı ses, onun ruhunda ne fırtınalar hazırlar. Ninnisini söylerken, bugünleri yanık sesle ruhuna serpeceğim. Ona büyük Türk ırkının şarkılarını terennüm edeceğim. Kundağına mimarların yaptığı bu abideleri isleyeceğim.

Masallarda, Fâtihleri, Yavuzları anlatacağım. Mendilinde, kitabında, cüzdanında, fesinde hep İzmirler görecek.

Ölürken ona, babamdan kalan altın kakmaIı kılıcı, rafta sarılı duran bayrağı bir miras olarak vereceğim. Ve kulağına gizli bir vasiyet söyleyeceğim. İste o günden itibaren, galiplerin taktığı zincirler çözülmeye mahkûmdur. Çünkü o gün oğlumun kalbine ektiklerim hürriyet çiçekleri olarak açacak, kızıl isyan olarak taşacak. Sulhu müebbet düşünenler, bize indirilecek darbenin aksi sedasının yarınki insanlığın sükûtunu mutlaka ihlâl edeceğini unutmamalıdır. Bir millet yok edilemez? Sözlerime nihayet vermeden herkesin, her Müslümanın söylemek istediği, fakat ne için bilmem yüksek bir sesle söylemekten çekindiği birkaç sözü ben hemşirelerime, babalarıma, ağabey ve kardeşlerime açıkça söylemek isterim. Hepimiz masa üzerinde hastaya bakan bir operatör olur, bu yarayı teşrih eder, birlikte pansuman edersek, yasamak hakkına malik olacağız.

Evet, Müslüman kardeşlerim, açık söylüyorum.

Biz tamamiyet-i mülkiyemizi muhafaza edecekmişiz. Fakat hangi hudut dâhilinde? Bu tasrih edilmedikçe Türkiye'de sulh ve salâh kabil olmayacaktır. Ben bu kanaatteyim. Çünkü buna karsı tuğyan etmeyecek bir Türk kalbi tanımıyorum. Efendiler, az söylemek, çok is görmek zamanı hulûl etmiştir. Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılacak hak, hıçkırıklarımızı işitecek kalp yok. Teşkilâta, nihayet fiiliyata mübaşeret!”

(Münevver Sâime Hanım, Kadıköy Mitinginde Yaptığı Konuşma, 22 Mayıs 1919)

YAŞLILARA SAYGI DİNİMİZİN EMRİDİR
Aziz Mü’minler!

Yüce Mevla’mızın koyduğu kanun gereği insan, doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmak ve ölüm kaçınılmazdır. Ömrümüz olduğu sürece yaşlanmak her insanın başına gelecek bir hakikattir.

Yüce dinimiz, dünya hayatını yaşanılır bir biçimde sürdürebilmemiz için kurallar koymuştur. Bu kurallara uyulması halinde, Mü’min, hem çevresine saygı duyar hale gelir, hem de kendisi saygıya layık bir konuma yükselir.

Bazı insanlar yaşlılığı hoş görmemekte, zaman zaman yaşlıları hor görmekte ve yaşlılığı kabullenememektedirler. Oysa yaşlılık, insanın en olgun çağıdır. Temkinli kararların alındığı, daha doğru adımların atıldığı, saygı ve itibara mahzar olunduğu bir dönemdir.

İslam Dini, büyük-küçük herkesi saygıya layık görür. Yaşlı ve güçsüzlere yardım etmek Kur’an'ın bizlere önemli bir talimatıdır. Yanında yaşlanan ana-babasına hürmet etmek, tanıdığı, tanımadığı bütün ihtiyarların hatırını sorup gönlünü almak, onların nasihatlarından faydalanmak, ihtiyacımız olmasa bile onlara danışarak gönüllerini hoş tutmak, erdemli ve onurlu bir davranıştır. Unutmayalım ki bugünün yaşlıları, dünün gençleriydi. Bugünün gençleri de yarının yaşlıları olacaklardır.

Bu husus Kur’an-ı Kerimde şöyle açıklanmaktadır. “Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çevirir, gücünü azaltırız. Hala düşünmeyecekler mi?” (Yasin 36/68)

Yaşlılık; bu dünya hayatının fani, insanoğlunun aciz, ölümün muhakkak, Yüce Allah’ın baki ve kudretinin de sonsuz olduğunun açık bir delilidir.

Değerli Mü’minler!

Gençliğinde büyüklere saygı duymayanlar, yaşlandıklarında küçüklerinden saygı bekleyemezler.

Gençlerimiz sahip oldukları endamın, güç ve kuvvetin, devamlı olmayacağını bilsinler... Gençlere güzel ahlak, güler yüz, Allah’a itaat daha çok yakışır. Bu düşünce ve inanç doğrultusunda büyüklerimize saygıda kusur etmeyelim ki saygı duyulan kimseler olalım. Sevgi ve saygı her şeyin anahtarıdır. Peygamberimizin (sav) “Birbirinizi sevip saymadıkça iman etmiş olamazsınız” (Müslim iman 93 ) Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Allah’ın yarattıklarına merhamet ediniz ki Allah da size merhamet etsin (M. Ali Nasıf, Tac. 5/17) buyurmuşlardır.

Yaşlılarımız da bilsinler ki ihtiyarlık hali Yüce Allah’ın takdir ettiği bir dönemdir. Yaşlılarımızdaki tecrübe gençlerde olsaydı; dünyadaki önü alınamayan yanlışlıklar tekrar etmeyecekti. Nice bilinçsiz ve düşüncesiz davranışlar, toplumda yer bulmayacaktı. Unutmayalım ki, yaşlılarımıza saygı göstermek hepimizin görevidir. Onlara gösterilen hürmet, tüm insanlığa olan hürmettir. Onlar başımızın tacıdır. Onların elleri öpülmeden bayramlarımızın bile hiçbir anlamı olmaz. Onların dualarına ömür boyu muhtacız.

(Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 21.03.2003 tarihli hutbesidir.)

ANNE HAKKI VE ANNE SEVGİSİ
Muhterem Müslümanlar !

Yaratılmışların en şereflisi ve en mükemmeli olan insan bir çok görevlerle sorumlu tutulmuştur. Bu görevlerin başında Allah'a karşı görevlerimiz ile ailemize karşı sorumluluklarımız gelmektedir.

Allah, insanın ve bütün kainatın yaratıcısıdır. Anne ve babamız ise dünyaya gelişimizin sebebidirler.

Canlılar arasında insanın ayrı bir yeri vardır, Yeni doğan çocuk, hayatım devam ettirebilmek için zorunlu olan en tabii ihtiyaçlarını bile karşılamaktan acizdir. Belli bir süre bakıma, himayeye, şefkate muhtaçtır. Bu çocuğa en iyi bakacak, onu her türlü olumsuzluklara karşı, kendi hayatını bile tehlikeye atarak kuruyacak ve himaye edecek olan yegane varlık annedir.

O anne ki, çocukları için bir çok sıkıntılara katlanır. Sevgi ve şefkat duyguları ite onları her türlü tehlikelerden, dert ve sıkıntılardan korumaya çalışır. Onların büyümeleri ve iyi bir insan olmaları için eşiyle birlikte çalışır, didinir.

O, gerektiğinde yemez, yedirir. Giymez, giydirir. Dinimiz, anne-babanın çocukları için katlandığı sıkıntılara, çektiği çilelere karşılık onları mükafatlandırmış, Allah'ın rızasının kazanılabilmesi için (incelikle anne-babanın rızasının kazanılmasın) emretmiştir, Anne-babanın rızasını kazanmak; gönüllerini hoş tutmakla, onlara hizmet etmekle, öğütlerini dinlemekle, onlara saygılı davranmakla, emirlerini yerine getirmekle, onları üzmemekle, incitmemekle, ihtiyaçları varsa o ihtiyaçları gidermekle mümkün olur,

Bu konuda; Yüce Allah İsra Süresi 23. Ayetinde; "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmeniz, anne-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel ve tatlı söz söyle" buyurmaktadır.

Görüldüğü üzere dinimiz, ebeveynimizi üzmek, incitmek, şöyle dursun; yüzlerine karşı "Öf" bile demeyi yasaklamış, onlara son derece saygılı olmayı, hoşgörülü davranmayı ve onları yürekten sevmeyi emretmiştir.

Anne-babamız bize darılsalar da, kırıcı ve acı sözler söyleseler de, onlara daima güler yüz göstermeli, hoş görülü olmalıyız. Onlardan hiçbir zaman şikayet etmemeliyiz.

Aziz Mü'minler!

Anne sevgili, sevgilerin en güzelidir. Anne; bağlılığın fedakarlığın, cömertliğin, karşılık beklemeden vermenin ve sevmenin sembolüdür.

Anne ilahi rahmete benzer. Hep verir, fakat karşılık beklemez.

Yüce dinimiz, anneye ve anne sevgisine Özel bir yer vermiş, cenneti annelerin ayakları altına sermiş, vaktinde kılınan namazdan sonra en sevimli işin anneye iyilik etmek olduğunu, Allah'ın rızasını kazanmanın, cennete ulaşmanın en kestirme yolunun anneye hizmetten ve anneyi gereği gibi sevmekten geçtiğini bildirmiştir.

Muhterem Mü'minler !

Anneler, senenin belli bir gününde sevilip, diğer zamanlarda ihmal edilecek varlıklar değildir. Anneler, ömür boyu sevgiye, saygıya, hizmete ve hürmete layık en yüce varlıklardır. Anneler, başların tacı, gönüllerin ilacıdır.

Ne mutlu, annelerini, layıkıyla sevenlere; onları her zaman hatırlayanlara, annelerine en güzel şekilde hizmet edenlere, annelerinin hayır dualarını alıp, dünya ve ahiret mutluluğuna erebilenlere.

söyleşi-fıkra-eleştiri

Sohbet - Söyleşi


Bir yazarın gündelik yaşam, insan, sanat ve edebiyatla ilgili bir konu hakkındaki düşüncelerini, sanki karşısında okuyucular varmış da onlarla sohbet ediyormuşçasına sıcak ve içten bir anlatımla dile getirdiği yazılara “sohbet” denir.

Sohbet sözcüğü, dilimize Arapçadan geçmiştir. Sohbet türündeki yazılara “söyleşi” de denmektedir.

Gündelik yaşamda insanı ilgilendiren hemen her şey sohbetin konusu olabilir. Sohbet yazarı bir anısını, bir sanatçı arkadaşını, onun eserleri hakkındaki değerlendirmelerini, okuduğu bir dergi ve kitap hakkındaki düşüncelerini, izlediği bir sinema veya tiyatro hakkındaki yorumlarını, gündelik yaşamında gözüne takılan şeyleri okuyucularıyla paylaşır.

Sohbet türündeki yazıların deneme, makale, fıkra gibi diğer türlerden ayrılan yönü konunun işlenişinde, anlatımındadır. Okuyucu, sohbet türündeki bir yazıyı okurken bir anda yazar tarafından kuşatıldığımızı, yazarın çekim gücünün etkisine girdiğimizi hissederiz. Sanki yazar ete kemiğe bürünür, karşımıza geçer, bizimle konuşur, bize sorular sorar. Azıcık dikkatimiz dağılsa, ses tonunu yükseltir, kaşlarını çatar, suratını ekşitir. Okuyucunun ağzından sorular sorar, bu soruları yine kendisi cevaplar. Okuyucuya “….. sizce de öyle değil mi?”, “…. siz de böyle düşünmez misiniz?” gibi sorular sorarak okuyuculardan onay bekler.

Yazar, ele aldığı konu ya da kişiyle ilgili düşüncelerini açıklarken bir bakarsınız öfkesinden köpürür, bir bakarsınız çok beğenmiştir, neşelenir, gülümser. Sohbet türündeki yazılarda belli bir heyecan, canlılık, çekim gücü vardır. Sanki yazar karşımıza geçmiş, ellerini kollarını kullanarak, kaşını gözünü oynatarak, ses tonu yükseltip alçaltarak, heyecanlı bir şekilde konuşmaktadır. Öyle ki, karşımızda konuşan kişi sanki yazar değil de kırk yıllık yakın bir arkadaşımız yahut dostumuzdur. Yazarla okuyucu arasında böylesine bir yakın ve içten bir bağ kurulur.

Sohbet yazarları kültür, sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarda zengin bir birikimi olan kişilerdir. Ele aldığı konuyu fazla derine inmeden, kanıtlama endişesi taşımadan, âdeta okuyucularla dertleşiyormuş gibi içten anlatır. Konunun ağırlaşmaya başladığı, okuyucunun sıkılmaya başladığını düşündüğü anda bir espri yaparak, bir nükte söyleyerek, bir fıkra anlatarak okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başarır. Düşüncelerini kimi zaman bir atasözü söyleyerek, bir vecize söyleyerek, bazen de ünlü bir düşünürün sözleriyle pekiştirir. En sıkıcı, en ağır konular bile usta bir sohbet yazarının kalemiyle şekillenince neşeyle, keyifle okunan bir yazı haline dönüşür.

Sohbet türündeki yazılar gazete ve dergilerde yayımlanır. Bu yazılar daha sonra bir kitapta toplanabilir. Sohbet türündeki yazılar üç-beş sayfalık kısa yazılardır.

Sohbet Türündeki Eserler

Sohbet türündeki eserlerin sayısı oldukça azdır. Edebiyatımızda sohbet türüne örnek olarak şu eserleri verebiliriz:

Nurullah Ataç, “Söyleşiler”

Şevket Rado, “Eşref Saat”

Ahmet Rasim, “Ramazan Sohbetleri”

Suut Kemal Yetkin, “Edebiyat Söyleşileri”

Melih Cevdet Anday, “Dilimiz Üstüne Konuşmalar”

Sohbet Türü Örnek Metinler

BEZENMEK

Nurullah Ataç SöyleşilerBilmem ben kendime çekidüzen vermesini, derviş gibiyimdir. Berbere uğramaya üşenip sakal bir karış, saçlar öylesine, günlerce dolaştığım olur. Bir Mehmet Beyimiz vardı, çoktan öldü, rahmet dilemiş olacak, hatırlayıverdim. Tanışır, konuşurdum ama, adımı hiç mi merak etmemiş, yoksa unutu mu vermiş, nedir? Bir gün benim için: “Hani saçı sakalı akar gibi bir adam geliyor buraya, o işte.” demiş, duyanların hepsi de anlamışlar ben olduğumu. Bana da söylediler, hoşuma gitti, doğrusu tam bulmuş rahmetli. Çamurdan kaçınmayı bir türlü beceremem; çoraplarım hep düşer; yakamla boyun-bağımın biri bir yandadır, biri bir yanda; cigara külüne bulanmışım, ona da aldırmam… Dedim ya, derviş gibiyimdir.

Eee! Ne yapalım? Fikir adamıyım, bilim adamıyım ben; derin derin düşüncelerimden çıkıp da süslenmeye, dış güzelliklerle uğraşmaya ayıracak vaktim mi var benim? Okuyup okuyup da içimi bezeyeyim, kafamı donatayım, yeter bana. Ama görenler beni beğenmeyeceklermiş, varsınlar beğenmesinler! Öyle görünüş düşkünü kimselerin diyeceklerinden bana ne? Ben geçici şeylerle, istedik mi çıkarıp atabileceğimiz şeylerle değil, bizim ta içimize işleyen, benliğimizi yoğuran meziyetlerle övünen insanlardanım; onlarla yetinmeyip bir de dışa bakanlar uzak olsunlar benden, onlarla düşüp kalkmayı ister miyim ben?

Bilirsiniz beni, bilirsiniz de inanmazsınız bu son dediklerime. Saçımın sakalımın akar gibi olduğu, benim kendime çekidüzen vermesini bilmediğim doğrudur ama övünülecek şey mi bu? Süslenmek, bezenmek elimden gelmez ama süslenmeyi, bezenmeyi kötülemeye kalkanlara pek kızarım. Adam dediğin üstüne başına da bakmalıdır; yalnız temiz giyinmesi de yetmez, kendine yakışacak şeyleri bulmalı, güzel olmaya, kendini bezendirmeye çalışmalıdır.

Güzel olmak… “Ya yaradılışından güzel değilse?” demeyiniz, en çirkin, en biçimsiz insanlar dahi, biraz zevkleri varsa, o çirkinliklerini, biçimsizliklerini örtmenin, başka güzelliklerle karşılarındakilere unutturmamanın bir yolunu bulurlar. Süslenirler, bezenirler, öylelikle olsun kendilerini karşılarındakilere şirin gösterirler.

“Ben yaradılışımdan güzel değilim” deyip de boynunu bükmek olur mu? Medeniyet dediğiniz, bir bakıma, tabiatla savaşmak, tabiatı olduğu gibi bırakmayıp düzeltmek, insanoğlunun istediği hale getirmek değil midir? Öyle olunca insanlar arasındaki çirkinlikleri de: “Ne yapalım? Öyle doğmuş onlar!” deyip çirkin bırakamayız, onları da elimizden geldiğince güzelleştirmek borcumuzdur. Bittabi kendimizden başlayarak.

Bu söylediklerimin kendimi de kötülemek olduğunu biliyorum. Benim işime gelmiyor diye doğruyu saklayayım da işime gelecek doğrular mı uydurayım? Üstüne başına bakmayan, kendine bir çekidüzen vermeye özenmeyen adam gerçekten medenî bir adam değildir. Bir kere öyle kimselerde çevrelerindekilere bir aldırışsızlık vardır. Çevrelerindekilere gerçekten aldırsalar, onları gerçekten düşünseler kendilerini onlara beğendirmek isterler. “Ben böyle sallapati gezerim, korkunç bir suratım olur, gene de başkalarının arasına girerim, benimle konuşurlar, konuşmaya mecburdurlar.” demek kendini beğenmenin, büyüklenmenin ta kendisi değil midir? Böyle kendini beğenen, büyüklenen kişiden topluma ne iyilik gelebilir? Bilgisi varmış, derin derin düşünceleri varmış, şöyle iyilikleri, böyle üstünlükleri varmış… Bütün o bilgisi, derin derin düşünceleri, iyilikleri, üstünlükleri kendisinde, başkalarınca da beğenilmek, başkalarınca da hoş, sevimli görülmek dileğini uyandırmamışlarsa topluma ne hayrı olur öyle meziyetlerin? İyi biliniz, süslenmeyi, bezenmeyi kötüleyen, bir suç saymaya kalkan kimseler, toplumu hiçe sayan kimselerdir. Çocuklarınızın, gençlerin kendilerini beğenmeyip toplum için çalışmalarını istiyorsanız, onlara bezenmek, kendilerini çevrelerine beğendirmek dileğini de aşılayınız. O bezekleri iç bezekler, dış bezekler diye de ayırmayınız. İkisi de lüzumludur, ikisi de birbirinin tamamlayıcısıdır.

Bezenmeyi kötüleyenlere bir başka bakımdan da kızarım. Önce kişilerin bezeklerine takılırlar, sonra da toplumun bezeklerini küçümserler. “Bize şairden önce, feylesoftan önce, iş adamı gerektir; tiyatrodan, eğlence yerlerinden önce daha önemli şeyler vardır.” diye kendilerini beğene beğene bir konuşurlar, maazallah! Tüyleri ürperir insanın. Giderek şairle feylesofu, tiyatroyu, eğlence yerlerini, hattâ hemen bir fayda sağlamayacak bilgilerle uğraşan kimseleri toplum için zararlı saymaya başlarlar. Kişilerin güzel giyinmeye özenmelerini ayıpladıkları gibi sözlerini doğru dürüst söylemeye, düşüncelerine bir biçim vermeye çalışmalarını da beğenmezler, onları birer biçim düşmanı olmakla suçlarlar, biçimsiz özün kendini belirtmeyeceğini anlamazlar da: “Biz öz istiyoruz, öz!” diye bağırırlar. Bu da her türlü medeniyetin yok olmasına varır.

(Nurullah Ataç, “Söyleşiler”)

GELDİĞİ GİBİ

Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl bir boy: “İnsanların en çok çalıştıkları, en çok düşündükleri, en çok eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış, masallar uydurmuş, insanlar yasalar kurmuş. Medeniyeti kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmış değil mi?” derim ama olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont’un bilmem hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya beni avutmaya, güz sonu içimi sarmaya başlayan o korkuyu andırır perişanlığı gidermeye yetmiyor.

Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyle çok üşümedim ömrümde; serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. Üşümenin, şöyle biraz üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, yarım saat yürüdükten sonra sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu? Gözlerinizin içi parlar, “Vu-u-u-u! Üşüdüm” diyerek mangala, sobaya yaklaşırken gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü… Ben en çok bir gece, otuz beş yıl oluyor, Sofya’da üşümüştüm; trenden inmiş, açık arabayla bir otele gidiyorduk, bir soğuk ki öyle paltoydu, atkıydı dinlemiyor, bıçak gibi işliyor insanın içine. Ertesi sabah öğrendik; meğer o gece sıfırın altında kırkı, kırk biri boylamış… Aklıma geldikçe hâlâ titrerim. Hasretle anmıyorum o günü: “Öyle bir soğukla, ah! Bir daha karşılaşsam!” demiyorum, neme lâzım? Özenilecek şey mi? Gene de memnunum o soğuğu bir kere çektiğime… Belki çektiğime değil de, çekmeyi geçirmiş olduğuma memnunum. Acayiptir hatıra, bakarsınız, en büyük sıkıntılara, sadece geçtikleri için, geçmişe karıştıkları için bir güzellik veriverir.

Kışı, gündüzleri kısacık olduğu için sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen güneş erkenden de çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü geçti mi, ortalık kararıveriyor. Ne anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır Ankara’nın ışığında, İstanbul’unki gibi öyle baygın değildir, yarı sevdalı, yarı güzünlü hülyalar kurmaya sürüklemez insanı, çıkıp gezmeye çağırır. Ama nereye gideceksin? Sen daha biraz yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın. Lambaların ışığı ne kadar parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.

Aylı gecelerde, hattâ büsbütün karanlıkta yürümenin de zevki yoktur demedim. Düşüncelerine dalar, belki kendin de pek fark etmeksizin hafiften bir türkü tutturur, öyle uzun uzun gidersin. Sonunda nereye varacaksın? Bilmezsin onu, kim bilir? Belki kendi kendine varacaksın… Ama onun için ortalık tenha olmalı, herkes evlerine çekildikten, yattıktan sonra, saat akşamın beşinde altısında öyle mi? Sokaklar kalabalık, gün daha bitmemiş… Ne ad takacağınızı bilemediğiniz bir zaman: Ne gündüz, ne de gece; ne gündüzün ışığı var, ne de gecenin sükûnu, sessizliği. İster istemez içine karıştığınız anlaşılmaz haller gibi sinirlendirir sizi. Bir kurtulsanız, evinize mi gireceksiniz, nereye gireceksiniz girseniz de bir kurtulsanız. Kış günlerinin o saatlerinde günü tamamlamak için geceden kesilip gündüze eklenen saatlerinde, siz de öyle misiniz bilmiyorum, ben bir şaşkına dönerim. Vakti anlayamam bir türlü. Erken desem değil, ortalık kararmış; geç de desem değil, şehrin insanları daha işlerini, alışverişlerini bitirmemiş, sofralarına oturmamışlar. Kış, insanoğluna gündüzünü gecesini şaşırtan bir mevsimdir.

“Yaşlandın sen artık, kocadın, yarım saat dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?” diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Ama yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı, unutayım da yaz gelince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben ışığı, ışıklı günleri yalnız gezmek, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği bütün yerler sizindir, şu tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça yüzü beliren gölge, hepsi, hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça, onları gördükçe benliğinizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsınız. Yalnız değilsiniz, çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar uzaklarda hayat var, hepsini sevebilir, hepsini düşünebilirsiniz. Kışın ise öyle mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah! Bu kış geceleri, bitmek bilmeyen, insanı kendine kendine, hep kendi kendini düşünmeye sürükleyen kış geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür, büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, medeniyeti belki kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmıştır, kış geceleri belki hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye masallar uydurmaya, insanlar, yasalar kurmaya elverişlidir, bizi kendi kendimizle uğraşmaya, kendimizi beğenmeye sürükleyen de odur…

Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi söylemek istedim, işte o kadar. Böyle geldi, böyle yazdım.

(Nurullah Ataç, “Söyleşiler”)

GÜLER YÜZ

Şevket Rado Eşref SaatAsık suratlı insanlardan hoşlanır mısınız desem tabii bana gülersiniz. Zaten ben de biraz gülmeniz için söze böyle başladım. Güler yüze ve gülmeye dair olan bu konuşmayı asık suratla dinlemenizi istemem tabii. Konuşurken söze başladığınız sırada karşınızdakinin kaşlarını çattığını, asık bir suratla sizi dinlediğini görürseniz konuşmak hevesiniz kırılır. Lafı kısa kesip bu tatsız sohbeti bir an önce bitirmeye bakarsınız. Bir de karşınızdakinin sizi güler yüzle dinlediğini, hatta araya biraz da tatlı söz karıştırarak sohbete renk verdiğini görecek olsanız konuştukça konuşacağınız gelir.

Zaten öyledir. Güler yüz her şeyden önce insana cesaret verir. Çünkü güler yüzlü insanlar her kusuru hoş gören, affeden insanlardır. Dünyada ilk adımlarını yeni atmaya başlamış bir çocuğa herkes güler yüzle bakar. Onun her kusuru yapabileceğini ve bütün kusurların affedilmeye layık olduğunu önceden kabul ettiğimiz için çocuk karşısında gülümser bir yüz takınırız. Olgun insanlar yalnız çocuklara değil, herkese affedici, kusura pek aldırmayıcı bir yüzle bakarlar. Bu dünya öyle çatık kaşla dolaşmaya, şunun bunun kalbini kırmaya değer bir dünya değildir. Onun için güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha tatlı geçer.

Bazı kimseler vardır, sanki Cenabı Hak onlara gülmeyi yasak etmiştir. Gülümsemeyi aklı başında adamın ciddiliğini bozan bir hâl sayarlar. Yüzgöz olmasınlar diye çocuklarına gülmezler; laubali demesinler diye komşularına gülmezler. Kaşları sanki kudretten çatılmıştır. Çalışırken çatık, konuşurken çatıklar. Hatta kendilerine ettikleri zulüm yetmiyormuş gibi gülenlere de kızarlar.

Hayatı böyle saymak çok yanlıştır. Unutmayalım ki, biz insanların hayvanlardan bir farkımız konuşmaksa öteki farkımız da gülmektir. Hiç siz ömrünüzde gülen, kahkahalar savuran bir hayvan gördünüz mü? Zavallılar kim bilir ne kadar gülmek istiyorlardır! Hatta insan kardeşlerinin öyle bazı tuhaflıkları vardır ki, onların karşısında herhâlde kahkahalarla gülmek için can atıyorlardır. Ama, ne hikmetse, yüzleri gülmeye elverişli bir şekilde yaratılmamıştır. Kendilerini ne kadar zorlasalar gülemezler. Hâlbuki insanlar, çok şükür, gülebiliyorlar. Bu imkanı niçin kullanmamalı?

Alain filozof hiddetin bir hastalık olduğunu söyler. Hem de hiddeti öksürüğe benzetir. Nasıl öksürük bir gıcıkla gelirse hiddet de öyledir. Bir kere başladı mı bir kere ile kalmaz; ikide bir öksürdüğünüz gibi ikide bir de hiddetlenir, sağa sola çatarsınız. Bu hastalığın bir tek tedavisi vardır. O da gülmeye alışmaktır.

Gülmeye alışmak deyip geçmeyiniz. İkinci Cihan Harbi’nden önce, belki de Birinci Cihan Harbi’nin yarattığı ruh hâli yüzünden Avrupa’da bazı milletler çok az güldüklerini fark etmişlerdi. Âdeta neşe azalmış, insanlar fazlasıyla somurtur olmuşlardı. Bunun en çok Macarlar farkına varmışlar ve hatırımda kaldığına göre Budapeşte şehrinde insanlara gülmeyi öğreten bir mektep açmışlar. O zaman bu mektebe pek çok öğrenci yazılmış; özel olarak yetiştirilmiş hocalar gülmeyi ya öğrenmemiş veya unutmuş olan yaşlı başlı öğrencilerine hayatın türlü hadiseleri karşısında evlerinde, çalıştıkları yerlerde, kulüplerde, gazinolarda, hatta eğlence yerlerinde nasıl güleceklerini öğretmişler. O insanlar şimdi ne hâldedirler pek bilmiyoruz ama fi tarihinde insanları biraz olsun gülmeye alıştırmak için harcanan gayret herhâlde boşuna değildi. Nitekim Tagor filozof da kendi hususi mektebinde öğrencilerine günde bir saat gülmeyi, kahkahalarla gülmeyi değilse bile, gülümsemeyi belletiyordu. Japonlarda yüksek terbiye, en büyük matem günlerinde bile gülümsemeyi emreder. Kocası ölen bir Japon kadını ziyaretçilerini gülerek karşılamak zorundadır.

Hayatı iyi karşılamanın sırrını bulabilmek için her şeyden önce gülümsemeyi öğrenmeli. Belki siz de bilirsiniz: Her hadiseyi güler yüzle karşılayan bir adama, “Eh… Hayatta muvaffak olduğun için sen tabii daima gülersin. Ama biz öyle miyiz ya?” demişler. Adam, bir kere daha gülmüş, “Yanılıyorsunuz, hem de çok yanılıyorsunuz. Ben hayatta muvaffak olduğum için gülmüyorum. Tam tersine! Güldüğüm için hayatta muvaffak oluyorum.” demiş. Bu söz boşuna söylenmiş bir söz değildir. İçinde bilinmesi gereken bir hakikat saklı.

Soğuğa dayanmanın en emin çaresi soğuğu sevmektir, derler. Gerçekten insan soğuğu aradığı zaman, ne kadar şiddetli olursa olsun, etkilenmez. Sıcacık şehir dururken karlı dağlara çıkanlar, vaktinden önce kışı arayanlar vardır. Karların içinde, gömleklerini de çıkararak bir pantolon âdeta çıplak gezerler. Soğuk, sıfırın çok altında olduğu hâlde onları üşütmez. Soğuğu sevdikleri için ona seve seve dayanırlar. Hayata dayanmanın en emin çaresi de hayatı sevmektir. İnsan bir kere hayatı sevince onun bütün külfetlerine katlanır; hiçbiri ağır gelmez. Sizi çok seven anneniz nasıl sizin yüzünüze hep gülerek bakarsa siz de hayata güler yüzle bakar, etrafınızdaki insanlara da neşe verir, hayatın bir kat daha güzelleşmesine hizmet edersiniz.

“Güleriz ağlanacak hâlimize.” diyen şair, emin olunuz ki, hata ediyor. Ağlanacak bir hâl karşısında ağlamaya kalkan adamdan hiçbir fayda gelmez. Fakat gülümseyen adamda, ümit vardır: Bu hâlin bir çaresini bulacak demektir.

Güler yüzün çözemeyeceği hiçbir mesele yoktur. Buzlar güneş karşısında nasıl erirse çetin meseleler de işe güler yüzle başlayan ve öylece devam eden insanların elinde çözülür. Asık surata kapanan kapılar güler yüze açılır.

Bektaşi’nin hikâyesini bilirsiniz: 80 yaşında öldüğü hâlde mezar taşına “5 sene yaşadı” diye yazdırmış. Bu beş sene onun hayatta gülerek, neşe içinde yaşadığı, gam kasavet nedir bilmeden hoşça geçirdiği senelermiş. Hayatınızı yaşadığınız yıllar boyunca uzatabilmek için her anınızı gülerek geçirmeniz gerekir.

Gene bizim bir şairimiz bir dostuna hediye ettiği resminin altına “Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz!” diye yazmıştır. Bu da güzel bir sözdür. Çünkü en iyi hatıra gülerek geçen günlerin hatırasıdır. Hayatta o günlerin sayısı az olursa insan bir gün gelir, “Ne etmişim de gülmemişim!” diye ağlayabilir.

Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın.

(Şevket Rado, “Eşref Saat”)


Fıkra-Köşeyazısı

Gazete ya da dergilerin belirli sütunlarında yayımlanan, güncel, siyasal ve toplumsal sorunların ele alındığı yazılara “fıkra” denir.

Fıkra türündeki yazılara “köşe yazısı” da denir.

Fıkralar güncel olaylar üzerine yazılan günübirlik yazılardır. Fıkra türündeki yazıların ömrü kısadır, birkaç günlüktür. Kalıcılığı yoktur. Saman alevi gibi bir anda parlar, kısa sürede etkisi geçer.

Fıkra yazarı güncel bir olayı, herhangi bir toplumsal sorunu konu olarak seçer. Bu konuyu çeşitli yönlerden ele alır, önemli yerlerine dikkat çeker, çözüm önerileri sunar. Öne sürdüğü görüşlerini kanıtlama yoluna gitmez. Sıradan bir gözün göremeyeceği şeyleri görür, görünür kılar fıkra yazarı. Okuyucuları bilgilendirir, onların gözlerini açar.

Fıkra yazarlarının okuyucuyu sıkmayan, güler yüzlü, samimî bir tavırları vardır. Yazılarında yer yer espriler yaparlar, nüktelere yer verirler.

Fıkra yazarlığı gerçekten zor bir uğraştır. Gündemi yakalayabilmek, her gün yazılacak değişik konular bulabilmek, bunu yaparken tekrara düşmemek kolay değildir. Fıkra yazarının zengin bir bilgi ve kültür birikimine sahip olması gerekir. Kendini hemen her konuda yenileyebilmeli, gündemi yakından takip etmelidir.

Fıkra yazarlarının ömrü de tıpkı yazdıkları gibi kısadır. “Fıkra yazarlığı, kelebeğin yaşamına çok benzer. Kelebek gibi renkli, parlak, göze çarpan bir şeydir, ama yine kelebek gibi yaşamı ancak bir günlüktür… yirmi yıl hiç aksatmadan her gün yazmış bir fıkra yazarı bile, kalemi elinden bırakınca çok çabuk unutuluverir.” (Aziz Nesin)

Fıkra Türleri

Genel anlamda üç tür fıkra vardır.

1. Güncel Fıkralar: Güncel olaylar üzerine yazılan, kalıcılığı olmayan, kısa sürede etkisini kaybedip unutulan fıkralardır.

2. Edebî Fıkralar: Güncel bir konudan hareketle yazılmış olsa da dilin kullanımı ve üslûp yönlerinden kalıcılık gösteren fıkralardır. Bu tür fıkralar, güncelliğin sınırını aşar. Bu yazılar bir araya getirilerek kitap halinde yayımlanabilir. Yıllar sonra da keyifle okunabilir. Edebiyatımızda edebî fıkralarıyla tanınmış yazarlarımız şunlardır: Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet, Yusuf Ziya Ortaç, Falih Rıfkı Atay, Şevket Rado, Oktay Akbal, Haldun Taner, Çetin Altan…

3. Makaleye Benzeyen Fıkralar: Bu tür fıkralarda yazar, yine güncel bir konuyu ele alır, ancak ileri sürdüğü görüşlerini kanıtlama yoluna gider.

Güldürü Fıkraları

Halk arasında, insanları güldürmek, eğlendirmek amacıyla anlatılan kısa öykücüklere de “fıkra” denmektedir. Bu tür fıkralar gülüp eğlendirmenin yanı sıra insanlara birtakım mesaj ve dersler de verir. Bunlara örnek olarak şunları verebiliriz: Nasrettin Hoca fıkraları, Karadeniz fıkraları, Bektaşi fıkraları…

Fıkra Türü Örnek Metinler

Yanan Biziz

Oktay Ekşi HürriyetTÜRKİYE'nin ciğerini bu defa Antalya'da dağladılar.

Gazetelerde yayınlanan rakamlara göre 31 Temmuz günü çıkan orman yangınında binlerce hektarlık alandaki ağaçlar kül oldu. Sadece ağaçlar değil, böceğiyle, bitkisiyle, karıncasından tavşanına kadar orada doğmuş tüm hayatlar söndü.

Sebebini henüz bilmiyoruz.

Bir yıldırım düşmesi de olabilir, bir alçağın sabotajı da... İki ayaklı bir hayvanın attığı izmarit de buna yol açabilir, kırılmış bir şişe dibinin mercek görevi yaparak ateşlediği kuru otlar da...

İster o ister öteki... Sonuçta -bizim Ekonomi servisindeki arkadaşların hesabına göre- en az 1 milyar YTL değerinde maddi zarara uğradık. Sayıca 10 milyon ağacımız kül oldu. Bunların 2 milyon 500 bin kadarı, her biri ortalama 400 YTL değerindeki Kızılçam idi.

Zararın maddi bölümü öyle veya böyle telafi edilebilir. Asıl, o yöredeki "hayat" bitti.

Taa ki tabiat kendini yenileyip de böcekleriyle, kelebekleriyle, yılanıyla, kuşuyla, otuyla, bitiyle avdet edene kadar...

Bizim anlayamadığımız bir şey var:

Özellikle Akdeniz ve Ege bölgesindeki ormanlarımızın her yılın yaz aylarında büyük bir yangın tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bilinir.

Sadece maddi açıdan bakacak olsak, bu yangınlar yüzünden her yıl en az 1 milyar ABD doları tutarında zarara uğradığımız da bellidir.

O halde bu zararı asgari düzeye indirmek için gerekli yatırımı neden yapmayız?

Veya bugüne kadar yaptığımız yatırımların yetersiz olduğu ortada olduğuna göre neden ek yatırım ve önlemlerle soruna etkili bir çare bulmayız?

Öyle ya... Dört yılda kabaca 5 milyar dolar zarar edeceksek, bu işe 500 milyon dolar yatırmak akıllıca olmaz mı?

Neler yapılabilir?

Öncelikle "yangın ihbar sistemi"ni olabilecek en etkili noktaya çıkarmak gerekir. Özellikle cep telefonunun bu kadar yaygın olduğu Türkiye'de orman yangını nerede çıkarsa çıksın ilk 5 yahut 10 dakika içinde 177 No'lu yangın ihbar merkezine bilgi gelmesinden kolay bir şey olmamak gerek.

Acaba Orman İdaresi bu numarayı herkesin hafızasına yerleştirecek kadar tanıtmadı mı?

Sadece numarayı ezberletmek hiçbir şey çözmez. Asıl önemlisi halka, yangın çıkaran yanlışları yapmamayı öğretmektir. Bu okulda, evde, TV'de, her yerde, her an karşımıza çıkan yoğun ve sürekli propaganda kampanyasıyla alınabilecek bir sonuçtur. Yılda birkaç kez yapılan uyarıyla değil.

Üçüncüsü, Orman İdaresi'nin, orman yangınlarını söndürecek personeli sayıca ve eğitim yönünden yeterli mi?

Yetkililerin "yeterli" demesi yetmez. Bunlar o konuda gelişmiş ülkelerdeki personelin eğitim düzeyine çıkarılmadıkça amaca ulaşılmış sayılmaz.

Yangına duyarlı bölgelerdeki sivil halktan iyi eğitim verilmiş "gönüllü" birlikleri kurulmadıkça ve onlar zaman zaman tatbikat yapılıp gereğinde devreye sokulmadıkça yine yetmez.

Geriye teknolojiyi devreye sokmak, onun altyapısını hazırlamak kalır.

Tabii sorumlulara zahmet olmazsa!

(Oktay Ekşi, Hürriyet, 5 Ağustos 2008)

Kene ve Orman

YANAN her ağaç, iyi bir "ormancı" yani orman mühendisleri başta olmak üzere o idareye bağlı insanlar için bir evlat kaybetmek gibidir.

İyi olmayan ormancı zaten ağaç düşmanı aşağılık bir mahluktur.

Son orman yangınları "iyi" ormancılarla "kötü"lerini ayırdı.

İyiler -gelen haberlere göre- Manavgat-Serik ormanları alev alev kavrulurken canları pahasına mücadele verdiler.

Kötüler, -yine haberlere göre- yanı başlarındaki köyler yangın tehdidi altındayken karpuz yiyip keyiflerine baktılar.

Sonuç olarak en az 4 bin 500 hektar büyüklüğünde yeşilimiz 6 gün içinde kül olup gitti.

Şimdi yetkililerin değerlendirmelerini okuyoruz:

Orman ve Çevre Bakanı'nın yangın söndürme amacıyla 300 milyon dolar yatırım yaparak her biri yaklaşık 30 milyon dolar değerinde 8-10 uçaklı bir filo kuracaklarını açıkladığı bildiriliyor.

Orman Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kurtulmuşlu ise yangının bölgeye atom bombası atılmış gibi zarar verdiğini, ekosistemi bozduğunu belirtmiş.

Ancak Kurtulmuşlu orada kalmamış. Yangının, bitki örtüsünün kaybına neden olduğunu, orman yolları ve köprüler gibi altyapıya zarar verdiğini ve bölgenin ağaçlandırılması için çok ciddi ekonomik kayıp olduğunu belirttikten sonra;

"Yangının bir tek iyi tarafı, bu ormanlarda kene kalmadı. 1940 ve 1950'li yıllarda bölgede çıkan bazı büyük yangınların kenelerden kurtulmak isteyen köylüler tarafından çıkarıldığı anlaşılıyor" demiş.

İnsanın aklına Osmanlı döneminin "Ah şu mektepler olmasa Maarif Nazırlığı kolay yapılırdı" diyen sözde devlet adamı geliyor.

İsterseniz o Maarif Nazırı'ndan çok, meşhur Karadeniz fıkrasındakine benzetin:

Hani, bir türlü yakalayamadığı sinek bir yakınının alnına konunca çekip tabancayla sineğe nişan alan ve hem sineği hem de yakınını öldüren Karadenizlinin, "Bir senden bir benden" diyerek ödeşmesi hikáyesi var ya ona...

Sayın Genel Müdür Yardımcısı'nın atladığı bir nokta daha var:

Nasıl AIDS hastalığı 1980'den önce bilinmiyor idiyse "kene"nin sebep olduğu "Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi" denen hastalık da en azından Türkiye'de 2002 yılından önce bilinmiyordu. İlk olarak 1944-45 yıllarında Kırım'da karşılaşılmış, daha sonra 1960'lı yıllarda Kongo'da görülmüştü.

O nedenle Türkiye'de büyük orman yangınlarının yaşandığı 1944-45 yıllarında halkımızın "kene öldürmek" amacıyla orman yaktığını söylemek doğrusu hayli yersiz görünmektedir.

Tamam kırsal alandaki halkımız hem o yıllarda hem de özellikle 1950'li yıllarda bilerek hayli orman yakmıştır. Ama onların nedeni "Bize oy verir de partimizi iktidara getirirseniz, ormandan açacağınız alanı devlet size tarla olarak bırakacak" diyerek oy isteyen alçak siyaset adamlarıdır.

Zaten 1961 Anayasası'nın 131'inci maddesine "Orman suçları için genel af çıkarılamaz; ormanların tahribine yol açacak hiçbir siyasi propaganda yapılamaz" diye hüküm konulmasının nedeni de budur.

(Oktay Ekşi, Hürriyet, 6 Ağustos 2008)



Eleştiri-Tenkid-Kritik


Bir sanat eserini, bir sanatçıyı çeşitli yönleriyle inceleyip tanıtmak, anlaşılmasını sağlamak, beğenilen ve kusurlu yanlarını ortaya çıkarmak amacıyla yazılan yazılara “eleştiri” denir.
Eleştiri türünde yazılar yazan, bu işi meslek edinmiş kişilere “eleştirmen” ya da “eleştirici” denir.
Eleştiri türüne eskiden “tenkit”, bu türde eser veren kişilere de “münekkit” denirdi.
Tenkid” sözcüğü, “paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek” anlamına gelen Arapça “nakd” sözcüğünden türetilmiştir.
Dilimizde eleştiri sözcüğünün yanı sıra, tam olarak eleştiri anlamında kullanılmasa da buna yakın bir anlamda şu sözcükler de kullanılmaktadır: “kritik, analiz, tahlil, şerh, tefsir, yorum, inceleme, çözümleme.”
Eleştirmen, sıradan bir gözün ilk bakışta göremeyeceği, en kuytu köşelere saklanmış güzellikleri arayıp bulur. Eserin karanlık yerlerine ışık tutar. Bunu yapabilmek için de incelediği kişi, eser ya da konuyla ilgili çok kapsamlı bir araştırma yapar, bilgiler toplar.
Eleştirmenlik fedakârlık isteyen, sabır isteyen, yorucu bir meslektir. Öyle ki, okuduğumuz birkaç sayfalık, küçücük bir eleştiri yazısı, günlerce, hatta yıllarca süren yoğun bir okuma ve çalışma sonrasında yazılmıştır. Eleştirmen ele aldığı bir eseri ya da sanatçıyı tam olarak tanıyıp anlayabilmek için günlerce, yıllarca okur, okur, kafa yorar. Ancak sonunda eserdeki görülemeyen gizli manaları keşfeder.
“Eleştirmek” sözcüğü genelde olumsuz yanıyla algılanır. Birini eleştirmek demek, o kişinin sadece olumsuz, kötü, kusurlu, zayıf, beğenilmeyen yanlarını ortaya dökmek demek değildir. Eleştiri türünde kişi ya da eserin hem olumlu hem de olumsuz yanları bir arada verilir. Bu nedenle, eleştiri yazılarında kişi ya da eserin kusurları yanında onun olumlu, iyi, güzel, güçlü, beğenilen yanları da ortaya çıkarılır. Eleştiri yazılarını sadece kişiyi karalayan, kötüleyen yazılar olarak değerlendirmek yanlış olur.
Eleştiri yazılarının önemli bir işlevi de tanıtımdır. Okuyucu o güne kadar hiç bilmediği, adını dahi duymadığı sanatçı ve eserleri, birkaç sayfalık eleştiri yazısı sayesinde tanıma fırsatı bulur. İzlemek istediğimiz bir sinema, bir tiyatro yahut alıp okumayı düşündüğümüz bir kitap hakkında okuduğumuz kısa bir eleştiri yazısı, kafamızdaki pek çok soruyu yanıtlar, bize fikir verir.
Eleştirmen, incelediği kişi hakkında değerlendirmeler yaparken olabildiğince objektif (nesnel) davranmalı, öznel (kişisel) yargılardan kaçınmalıdır. Bir eleştirmenin inanç, siyasî görüş yönlerinden kendisine yakın kişilere hak etmediği övgülerde bulunması ya da kendisinden farklı olan kişileri haksız yere karalaması doğru bir tutum değildir. Eleştirmen eser üzerine yoğunlaşıp onu edebî, estetik, sanatsal yönlerden değerlendirmelidir.

Eleştiri türünün önemli temsilcileri: Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin, Mehmet Kaplan, Memet Fuat, Asım Bezirci, Fethi Naci...
Eleştiri Türleri

1. Esere Yönelik Eleştiri
Eleştirmenin, sadece eser üzerine yoğunlaştığı eleştiri anlayışıdır. Ortada tamamlanmış bir eser vardır. Eleştirmen, eseri oluşturan parçaları –konu, olay örgüsü, kişiler, zaman, mekan, anlatım biçimleri, dilin kullanımı…- bu parçaların nasıl bir araya getirildiğini, nelerden faydalanıldığını ayrıntılı olarak inceler. Sanatçının ele aldığı konuyu, malzemeyi nasıl işlediğini, biçimlendirdiğini çözmeye çalışır.
Esere yönelik eleştiri anlayışına “biçimci eleştiri”, “yapısalcı eleştiri”, “nesnel eleştiri” de denmektedir.

2. Sanatçıya Yönelik Eleştiri
Eleştirmenin, eseri açıklamak ya da çözümlemek için sanatçının yaşamı ve kişiliği üzerine yoğunlaştığı eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen eser ile sanatçı arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu düşünür.
Sanatçıya yönelik eleştirinin iki çeşidi vardır:
* Biyografik Eleştiri: Eser ile sanatçı arasında güçlü bir ilişki olduğunu varsayan bir eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen, ele aldığı eserin sanatçısı hakkında ciddi bir araştırma yapar. Sanatçının yaşamının eserine yansıdığını düşünür.
* Ruhbilimsel Eleştiri: Eser ile sanatçının ruh dünyası, kişilik özellikleri arasında güçlü bir ilişki olduğunu varsayan bir eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen sanatçının iç dünyasından, kişiliğinden hareketle eseri çözümlemeye çalışır.

3. Topluma Yönelik Eleştiri
Eser ile eserin yaratıldığı dönemin tarihî ve toplumsal özellikleri arasında sıkı bir ilişki olduğunu savunan eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen, eserin yaratıldığı dönem hakkında araştırmalar yapar. Elde ettiği bilgilerin ışığında dönemin tarihî ve sosyal koşullarını da göz önünde bulundurarak eseri çözümlemeye çalışır.
Topluma yönelik eleştirinin iki çeşidi vardır:
* Tarihî Eleştiri: Her sanat eseri, belli bir tarihte, belli bir zaman diliminde oluşturulmuştur. Her eser, yaratıldığı zamanın koşullarına göre şekillenir; tadını, rengini, kokusunu yaratıldığı dönemin koşullarından alır. Eleştirmen, incelediği eserin yaratıldığı dönem hakkında iyice bilgi sahibi olduktan sonra, eser hakkında değerlendirmeler yapar. Esere, yaratıldığı dönemin gözüyle, zevk anlayışıyla bakar.
* Sosyolojik Eleştiri: Eleştirmen, esere estetik açıdan değil, toplumsal bir belge olarak yaklaşır. Eserin, yaratıldığı dönemin toplumsal özelliklerini yansıttığını düşünür, buradan hareketle eseri değerlendirmeye çalışır.

4. Okura Yönelik Eleştiri (Öznel/İzlenimci Eleştiri)
Bu tür eleştiri anlayışında eleştirmen, kendisini okuyucunun yerine koyar. Eseri incelerken kendisini tamamıyla özgür hisseder. Eleştirmen okuduğu, izlediği, incelediği bir eseri beğenmiş, ondan zevk almış ise, yahut beğenmediği, hoşlanmadığı yanları varsa, eleştirisinde bu duygularını dile getirir. Eserin kendi ruhunda bıraktığı izlenimleri anlatır.
Okura yönelik eleştiride öznellik ağır bastığı ve eleştirmeni sınırlayan kurallar olmadığı için bu tür eleştiri yazıları “deneme” havası taşır. Eleştirmen ele aldığı eseri değerlendirmekten çok, eseri bahane ederek asıl kendisini anlatır.

5. Dilbilimsel Eleştiri
Bu tür eleştiri anlayışında eleştirmen, esere her şeyden önce bir “dil ürünü” olarak bakar. Eser, dilbilim ilkeleri doğrultusunda dikkatle incelenir. Eserde kullanılan sözcük, deyim ve terimler tespit edilerek bunların hangi sıklıkta kullanıldığına ilişki sayısal döküm çıkarılır. Eleştirmen buradan hareketle yazarın ve eserin dil özelliklerini belirler.

6. Çözümleyici Eleştiri (Çok Yönlü Eleştiri)
Kimi eleştirmenler ele aldıkları eserleri değerlendirirken, tek bir eleştiri anlayışına bağlı kalmak istemez. İhtiyaç duyduğu eleştiri anlayışlarından faydalanabilir.
Çözümleyici eleştiri anlayışında eleştirmen, eleştiri çeşitlerinden -esere, sanatçıya, topluma yönelik ve dilbilimsel eleştiri- hangisine ihtiyaç duyuyorsa, eseri o eleştiri anlayışıyla çözümlemeye, değerlendirmeye çalışır. Çözümleyici eleştiri, birden çok eleştiri anlayışının iç içe geçtiği, karma bir eleştiri anlayışıdır.
Eleştiri Türü Örnek Metinleri

Orhan Veli

Nurullah Ataç Sözden SözeVarlık yayınları arasında küçük bir kitap daha çıktı: Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri. Yaşar Nabi iyi etmiş bunu düşündüğüne, zaten bu işle uğraşmak en çok ona düşerdi: Orhan Veli’yi de, arkadaşlarını da Varlık dergisinde o tanıtmıştı. Ancak tamam değil o kitap. Orhan Veli’nin bende bir defteri vardır, on yıldan çok oluyor, bir gün kendisi vermişti; şimdi nerede olduğunu bilmiyorum, kolayca da bulamam. O defterdeki şiirlerinin birkaçı bu kitapta yok gibi geliyor bana. Arayıp bulurum elbette, kitabın ikinci baskısı çıkarsa eksik olanları oraya alırlar. Doğrusu, eksiklerin büyük bir önemi yok: Onlar Orhan Veli’nin pek beğenmediği, sağlığında çıkardığı kitaplara da almadığı ilk şiirleri, ilk denemeleridir.

Ama önemli eksikler de var: Örneğin, Orhan Veli’nin son yazdığı şiirlerden biri olan “Aşk Resmigeçidi”. Bu şiir için kitabın sonunda şöyle deniliyor: “… yarım kalmış ve sonradan düzelttiği metni bulunamadığı için bu kitaba alınmayan ‘Aşk Resmigeçidi’ isimli şiiri…” Demek Yaşar Nabi’nin elinde o şiir var: Daha bitmemiş, düzeltilmemiş ilk şekli. Yarım olmasının, düzeltilmemiş olmasının zararı yok, bize hiç olmazsa onu vermeliydi. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli’nin kâğıtları arasında arasalar son metni de bulabilirlerdi. Ben o şiiri görmedim, ancak Orhan Veli’nin kendisinden dinlemiş olanların birinden duydum, çok güzelmiş. Şair onda gerçek, yahut hayalî birtakım sevgilerini anlatıyor: “Mabadi var” diye bitiriyormuş. Şiirini okuduğu gün, ölümünden bir iki hafta önce: “Mabadi yok ya, neyse!” demiş. Ölümü bu şakaya acılık katıyor. Yaşar Nabi ne yapıp yapıp o şiiri bulmalı; bulamazsa, demin dediğim gibi elinde bulunan yarım, düzeltilmemiş metni dergisine koymalı. Gene kitapta söylenildiğine göre Orhan Veli son günlerinde bir dergiye birkaç şiir vermiş, Yaşar Nabi kitaba koymak, üzere istemiş, alamamış. Onlar için üzülmüyorum: O dergi hangisi ise, o şiirleri elbette basar, biz de görürüz.

O küçücük kitabı karıştırırken bir üzünç çöküyor kişinin içine: Bir şair yaşamış, sevmiş sanatını, uğraşmış, anlamayanların gülmelerine, kaba, bayağı sözlerine karşı koymuş, bütün bıraktığı işte bu… Küçümsemiyorum o eseri, bilmiyorum değerini, bizim şiir, sanat anlayışımızı, dünya görüşümüzü tazeleyiverdi. Ama Orhan Veli yaşasaydı daha çok şeyler verebilirdi. Günden güne olgunlaşıyordu; hem olgunlaşıyor, hem de sanattaki devrimciliğinden ayrılmaksızın, özüne hıyanet etmeksizin değişiyordu. Yaşlandıkça uslanan, şu içsiz, sevgisiz, inansız, kendi kendilerine araştırmalara girişmekten korkan, yerleşmiş kanılara bağlanıp sağlıklarında yok oluveren kimselerin uslanmak dedikleri pısırıklığa düşecek insanlardan değildi o. Yaşasaydı düşüncesi günden güne zenginleşecek, genişleyecekti. Kendi sanatını savunmak, kendi değerini belirtmek için başkalarını küçültmeye kalkışanlardan da değildi. Kaynak dergisi birtakım yeni şairlere Yahya Kemal için ne düşündüklerini sormuştu: Çoğu, hemen hepsi, o şairi kötülemeyi, onun yaptıklarını inkâr etmeyi bir hüner sandılar, iri iri kof lâkırdılar söylediler. Orhan Veli ise Yahya Kemal’in şiirini anladığını gösterdi, ona olan saygısını, sevgisini, ona olan borcunu söyledi. Oysaki Orhan Veli sevmediği, beğenmediği, değerine inanmadığı şairleri batırmasını da hepsinden iyi bilirdi. Kendine gerçekten güvendiği için bütün gerçek değerleri, ancak onları savunmanın boynuna borç olduğunu anlamıştı. Gençti, kelimenin bayağı, aşağı manasıyla uslanmamıştı, uslanmayacaktı ama yüksek manasıyla tek doğru manasıyla uslanmıştı, öteden beri uslu idi, yani düşüncede dölekliğe, temkine varmıştı. Yaşasaydı, en iyi eleştirmecilerimizden, sanat anlatıcılarımızdan biri olacaktı. Onda, ancak Yahya Kemal’de gördüğümüz bir kavrayış vardı. Naili’nin, Galip’in, daha birçok eski şairlerimizin eserlerini ne iyi anlardı! Bir zamanlar Nazîm’in: “Gel gör Nazîm başımıza geldi âkıbet – Divânegân-i aşka gülerdik zaman ile” beytini, Naili’nin “Gamzene böyle kılan hâtır-i âşûbu esîr” diye başlayan terkibini birlikte okurduk: Onlardaki güzelliği ne iyi sezer, ne iyi sezdirirdi!.. Bir Fuzuli’yi sevmemesine, onu anlamamasına üzülürdüm. Nedense Fuzuli’yi hep ağlar, yalvarır bir şair diye görür: “Bana dilenci gibi geliyor bu adam!” derdi. Giderek onun inceliklerini de, bütün o sözde ağlamalar, yalvarmalara altındaki gerçek şiir sevgisini de anlayacağından şüphem yoktu Orhan Veli yaşasaydı… Boş bütün bu sözler, yaşamadı işte… Hem ne biliyoruz? Belki de yaratma, anlama gücü tükenmiş olduğu için ölmüştür.

Yeni çıkan kitabı karıştırırken, Orhan Veli için ilk yazdığım yazılardan birini hatırladım. Hemen hiçbir yazımı saklamadığım gibi onu da saklamadım, eski Haber gazetesinden de onu kim bulup çıkaracak? Dursun durduğu yerde, bugün onu belki ben de beğenmem: “Hatırlamasaydım keşke şunu!” derim. O yazımda, Orhan Veli ile arkadaşlarının, yani Oktay Rıfat’ın, Melih Cevdet’in şiirlerini okurken bende de şiir yazmak hevesi uyandığını söylüyordum. Geçmiş gün, yanılmıyorsam bir yerinde de şöyle diyordum: “Ben şiir yazacağım da siz benimle alay etmek için yeni bir fırsat ele geçireceksiniz diye hemen sevinivermeyin. Yapmam öyle şey, bilirim ben boyumun ölçüsünü. Ancak size bu gençlerin insana şiiri sevdirdiklerini, dünyaya bir şair gözüyle bakmayı öğrettiklerini, çevremizde umulmadık güzellikler sezdirdiklerini söylemek istiyorum.” Kitabı karıştırırken gene durdum o ilk şiirlerin üzerinde. Bilmem ama bana öyle geliyor ki biri de yitirmemiş tazeliğini: “Robenson”, “İnsanlar”, “Bayram”, “Hicret”… Hepsi de, şiir yazmak hevesi uyandırıyor gene bende, hepsi de Oktay Rıfat’ın şiirde söylediği gibi, benim için gökyüzünü birdenbire başlatıveriyor, bu dünyayı bağışlayıveriyor.

Küçücük bir kitap, ama bir şairden, gerçek bir şairden kalma bir kitap, neler neler var içinde…

(Nurullah Ataç, “Sözden Söze”)

Halikarnas Balıkçısı

Vedat Günyol ÇalakalemHalikarnas Balıkçısı takma adıyla tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı (1886-1973), öykücü ve romancı olarak, Ege ve Akdeniz kıyılarımızın, ekmeğini çekişe dövüşe denizden çıkaran yoksul, ama namuslu insanlarının yaşam serüvenini, bu bölgelerin taşı toprağı, ormanı dağı, mitolojisi efsanesiyle birlikte, şiirsel bir anlatımın bütün sıcaklığında coşa taşa edebiyatımıza mal eden ilk ve tek sanatçıdır.

Daha babasının (Şakir Paşa) elçi olarak bulunduğu Atina’da geçen çocukluk günlerinde filizlenip, Oxford’daki tarih öğreniminde daha bir gelişerek bilinçlenen mitoloji merakı, meraktan da öte tutkusu, o taşkın deniz sevgisiyle sarmaş dolaş olarak, hikâye ve romanlarına yansır.

Cevat Şakir, Oxford’dan klasik kültür yüküyle yurda dönünce (1910), resim karikatür, dergi kapağı resimleri, çevirilerle başlar gazetelerde çalışmaya. 1925’te Resimli Ay dergisinde, asker kaçaklarının yargılanmadan kurşuna dizilmelerini konu alan bir öyküsü, Doğu İsyanı günlerine rastlaması kasıtlı bir eleştiri sayılarak sanatçı üç yıl Bodrum’da kalebentlik cezasına çarptırılır. Daha Bodrum’a ayak bastığı ilk gece ile sanatçının yaşamında, ömrünün sonuna kadar sürecek olan, yepyeni bir dönem başlar. Yurt gerçeklerinden uzakta, varlıklı, alafranga bir çevrede, Batı kültürüyle beslenmiş çıtkırıldım genç aydının, görüp yaşadığı, alışıp benimsediği dünyadan apayrı, yoksul ama mert deniz insanları ile karşılaşmasıdır bu. Cevat Şakir, Bodrum’da geçirdiği bir buçuk yıl içinde, daha başlangıçtan beri kafasından yüreğine, yüreğinden kafasına akıp ona gerçek kişiliğini aydınlatan her şeyi bulur: Denizle sarmaş dolaş doğa güzelliği yanında, taşı toprağıyla boğazına kadar mitolojik anılarla dolu bir dünya, o anılardan habersiz, günlük ekmek tasası içinde çırpınan yoksul ama dürüst, temiz deniz insanlarının imrenilesi yaşamı.

Kalebentlik cezası biter ama, ondaki deniz sevgisi, deniz insanlarına duyduğu hayranlık, sevgi bitmez. İstanbul’lardan kalkıp, evini barkını, kolay hayatını, rahatını elinin tersiyle bir yana iter ve gelip tam yirmi yıl Bodrum’da yaşar, ekmeğini alnının teriyle kazanan deniz insanlarının arasında.

Önce sokaklara palmiyeler dikip, yurtdışından getirttiği bitkilerle şehrin dört bir yanını donatmak, bilgisini, görgüsünü bütün cömertliğiyle çevresine saçmakla başlar işe. Sonra, karşılıklı sevgi ve duygu alışverişinin potasında oluşturduğu zengin izlenimleri, hayal gücünün bütün yetisiyle dile getirir hikâye ve romanlarında.

Vedat Günyol ÇalakalemDaha öykü kitaplarının adlarından başlar deniz sevgisinin, insanı doğayı kucak kucağa birbiriyle kaynaştıran önüne geçilmez bir tutkunun serüveni. Yazarın ilk hikâye kitabı, Halikarnas Balıkçısı adıyla 1939’da çıkar: Ege Kıyılarında. Onun ardından sırasıyla Merhaba Akdeniz (1947, 1962), Ege’nin Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957) yayınlanır. Balıkçı, bütün bu öykülerde (romanlarında olduğu gibi), kara insanlarının yanı sıra, ama onlardan çok, umutlarını, fırtınalı denizlerde dalgalarla boğuşa boğuşa çoluk çocuklarının günlük nafakasını çıkarmaya çalışan yiğit babaların, oğulların, vefalı kocaların, kardeşlerin, vazgeçilmez sevgililerin ağları, sandalları, kürekleri yelkenleri, tekneleri ile bir bereket müjdesi gibi geri dönmelerini, rıhtımlarda, kapı aralıklarında, damlarda pencerelerde bekleyen kızlı erkekli, çoluklu çocuklu kıyı insanlarının çileli yaşayışını verir. Kimi zaman denizin üstünde, kimi zaman sünger avcıları, dalgıçlarla denizlerin dibinde, renkli, esrarlı, sürprizli bir dünyanın ta orta yerinde buluruz kendimizi.

Bir geçim kaygısı olmakla birlikte, o kaygıyı gerilerde bırakıp, kazası belası, bin bir tehlikesi güçlüğü ile bir serüven tutkusuna dönüşen deniz sevgisi, deniz büyüsü, Balıkçı’nın romanlarını da alır avucunun içine. Balıkçının ilk ve en güzel romanı olan Aganta Burina Burinata’nın (1946), amcası açıklarda boğulduğu için, denizcilikten uzaklaştırılan, evlendirilip karaya bağlanmaya çalışılan kahramanı genç Mahmut’u, sonunda denizin çağrısına dayanamayıp, enginlere teslim eder kaderini.

Deniz insanlarına olan hayranlığı, Balıkçı’yı, yanında yöresinde görüp tanıdığı, ölesiye bağlandığı sıradan insanlar yanında, tarihimize mal olmuş deniz kahramanlarının hayatlarını da romanlaştırmaya götürür. Uluç Reis (1962) ve Turgut Reis (1966) adlı romanlar bu hayranlığın bir ürünüdür.

Balıkçı’nın, öykücülüğü ve romancılığı yanında, bir o kadar önemli, bir o kadar üzerinde durulması gereken özelliği, tarih bilinci ve mitoloji merakıyla sivrilen, bunların da ötesinde, gelmişi geçmişiyle Anadolu’nun kültür kaynakları üstüne eğilen, gerçek bir düşünür, yurtsever bir düşünür olmasıdır. Balıkçı, bir yandan, mitoloji tutkusuyla Anadolu Efsaneleri (1955) ve Anadolu Tanrıları (1962) üzerine eğilirken, öte yandan, Batı kültürünü oluşturan kaynağın Yunanistan’da değil, Anadolu’da yeşerip geliştiğini ispatlamaya adar kendini. Anadolu’nun Sesi (1971) ve Hey, Koca Yurt’ta (1972) İyonya (Anadolu) kültürünün Yunanistan kültüründen üstünlüğünü göstermeye çalışır. Ona göre Batılıların Yunan Mucizesi diye belledikleri şey, aslında Ege bölgelerinde yeşermiş, aklı mantığı, olumlu düşünceyi başlatan bir çabanın, adına, göğsümüzü kabarta kabarta Ege Mucizesi diyebileceğimiz bir düşünce akımını ürünüdür. Balıkçı’ya göre, insan aklının olumlu tohumları maddeci düşünürlerle İyonya’da atılmıştır. Sokrataes ve Platon’la, bu akılcı atılım bir başka yöne yaptırılmış, ruh ve madde ayrılığı içinde ruha üstünlük tanıyarak, insan aklı 1800 yıllık bir gecikmeye uğratılmıştır.

Doğru yanlış yönleri bir yana, Batı kültürünü İyonya dışında yalnız Yunanistan’a bağlayan klasik görüşe karşı çıkışı, yurt topraklarında, nüfus kütüğü merakına düşmeden, boy atmış, gelişim göstermiş her çeşit düşünceyi özümseme yolundaki çabası ile Balıkçı, Azra Erhat’ın deyimiyle bir kültür öncüsü olmuştur ve öyle anılacaktır.

(Vedat Günyol, “Çalakalem”)

Tek Başına Mutlu Olmaktan Utanan Şair

Doğan Hızlan Edebiyat Daima6 Mayıs 2006’da aramızdan ayrılan iyi öykücü, romancı, yayıncı, 1950 Kuşağı’nın önemli adlarından Erdal Öz’ün anısına düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün ilki bu sene düzenlendi ve ödül Gülten Akın’a verildi.

Adına ödül verilenle ödül alan arasında bir edebi akrabalık bulunmalı mı? Yorumlar, kanılar farklı olabilir. Ama Gülten Akın'la Erdal Öz arasında yazar sorumluluğu, edebiyatı algılayış bakımından yakınlıklar vardır.

Gülten Akın şiirinin Türk şiirindeki yeri nedir? Daha önemli bir soru, hayatımızdaki yeri nedir?

Ben onun şiirlerini okurken, Türkiye'nin edebi, siyasi, toplumsal güncesini de okumuş olurum.

TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildiğinde, İhsan Yılmaz’ın bir sorusuna verdiği yanıt, onun halk şiirini, halk edebiyatını nasıl modernleştirdiğini özetleyen çok önemli bir cümledir: “Anadolu’nun dili bana önemli bir dayanak sağladı. Oradan kesinlikle seçmeler yaptım. Dili adeta stilize ettim.”

Dünya Şiir Günü Bildirisi’nde de şiiri ve hayat bağlamında özgürlük kavramını tanımlamıştı: “Birey olmak için toplumsallıktan geçiremediğimiz bu hayattan hâlâ biraz utanç mı duyuyoruz? Utancı yenmek mi istiyoruz; bir gün anne, bir gün sevgili, bir gün şiir diyerek?

Yine de savaşlara, gücün güçlünün egemenliğine, kıyımlara, işkencelere karşı durmaya çalıştı şiir.

Şiirin düşünceyi, sezgiyi zenginleştirici, derinleştirici, ufuk açıcı olduğunu biliriz. Şiir her zaman, şiir bazen, şiir bir kez de olsa paylaşılan şeydir.”

Gülten Akın’ın şiirlerini okudunuzsa, size onun şiir üzerine yazılarını da salık vereceğim.

Şiir Üzerine Notlar ve Şiiri Düzde Kuşatmak, kitaplığınızın şiir rafında mutlaka yerini almalı.

Gülten Akın’ın bu iki kitabı, hem şiiri, hem başka şairler üzerine düşündüklerini içerir. Şiirinin arkasındaki poetikanın oluşumunu öğrenirsiniz. Bu kadarla bitmez bu yazıların işlevi.

Onun Türk şiirini, yeni şairleri, kendinden sonraki kuşağı nasıl izlediğini, onlar üzerine derinlemesine yargılar verdiğini de okuyacaksınız bu kitaplarda.

Şiirini yenileyen sözünü kullanmam, yetkin şiiri aynı düzeyi hep sürdürmüştür.

Ama gene de, her yeni şiir kitabında yeni bir şairin/şiirin tazeliğini bulursunuz. Her zaman, her yeni kitabı için yazma isteği duymam buradan kaynaklanıyor.

Onun üzerine inceleme yapacakların iki öğeye dikkat etmelerini, belki de özellikle o eksen çevresinde dönmelerini söylemeliyim.

Halk dili, nasıl o folklorik özelliği kalmadan bugüne getirilir?

Toplumculuk, iyi şiirle nasıl buluşur, bunun yanıtı onun şiirlerindedir.

Son çıkardığı iki kitap üzerine de kısa notlar aldım.

Kuş Uçsa Gölge Kalır’da, bireyin yaşadığı çağdaki yeri, konumu nedir? Dünle bugünün kucaklaşması, hesaplaşması, sorgulanması bir arada yazılır. Zordur şiirin hassas terazisini kullanmayı bilmek. Ama daha da zoru bu şarttır.

Bağlar, hayatından/hayatımızdan kesittir, günceldir, şiirinde güzel yinelemeler göze çarpar, bir duyguyu, bir düşünceyi bize anımsatır, sonra geleni daha kuvvetle vurgulamak için:

“siz neyi taşıdınız

ben neyi taşıdım?”

Son iki dize klâsik şiirin esintisini taşır:

“bende bir gülten kaldı

hangi bağa diksem yabancı”

Bu yargımı Şehrazad şiiri için de sürdürebilirim:

“şimdi hepsi düştü

Gülten gizde kaldın”

Celâliler Destanı, bir isyan hareketinin şiirsel tarihidir. Tarihi bir olayı tarih kitaplarından okurum, ama bunun uzantılarını ancak edebiyatta bulduğum kanaatini taşırım.

Osmanlı devlet yönetimine karşı bu başkaldırmanın şiirdeki izdüşümü, onun bugün bile süren etkisini taşımaktadır.

Gülten Akın, daha önce Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı, Seyran Destanı’nı yazmıştı.

Aslında “destan” türünün -öyle diyelim- başarılı örnekleriydi bu çalışmalar.

Celâliler Destanı’nın başındaki Sunu’da bakın ne yazmış?

“Celâliler Destanı ise koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bir dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanın destanı olsun diye yazıldı.

İmparatorluk onmadı bir daha. Cumhuriyet ve onunla başlayan devrim süreci dışarıdan ve içeriden nedenlerle ‘İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ amacına ulaşamadı. Gerçek bir demokrasinin koşullarıysa bir türlü oluşturulamadı.

‘Celâliler’ yeniden türedi. Çoğaldı. Karşı kalkışmalar kanla, acıyla, hışımla sindirilmeye çalışıldı.”

Gülten Akın’ın şiirlerini yeniden okuyun, yeni şiirsel tatlar keşfedeceksiniz.

(Doğan HIZLAN, Hürriyet, 29 Mart 2008)

Postmodern Bir Romancı: Evliya Çelebi


Evliya Çelibi’nin Seyahatnâmesi, bende tekrar tekrar okuma isteği uyandırır. Tutkusu demek daha doğru. Bir şehrin, bir beldenin nasıl gezileceğini ve yazılacağını, her seyahat yazarı ondan öğrenmiştir. Ondan el almayan, ona burun kıvıran bir gezginin hali haraptır.


Evliya Çelebi’yi bugünün Türkçesine aktarmak zor iştir. Üslubun lezzetini bozmaya gelmez. Gene de genç kuşağın okuyacağı bir metin hazırlanması desteklenecek emeklerdendir.


Geçen hafta üç Evliya Çelebi kitabı okumaya başladım, böylece savaşın kasvetini daha az hissettim.


Seyit Ali Kahraman ile Yücel Dağlı’nın hazırladığı Evliya Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul, iki kitaplık bir bugünün diline aktarmaydı.


Diğeri de Evliya Çelebi Diyarbekir’de adını taşıyordu.


İ. Gündağ Kayaoğlu’nun ‘... İstanbul’ kitabına yazdığı Sunuş’unda söylediklerine mührümü basarım:


‘Tabii ki o dönem Türkçesini bilerek Evliya’yı orijinalinden okumak çok daha güzel, çok daha zevkli bir iş olurdu. Ama bu zevki yalnızca iki elin parmaklarını zor geçecek sayıda uzmana bırakmaya da gönlümüz razı olmadı. Ama günümüz Türkçesiyle yapılan bu yayından alınacak tadın da olsa olsa diyet baklava tadında olacağını biliyoruz.


Kaygısı bizim, kıvancı sizin olsun.’


Evliya Çelebi
’nin söyledikleri doğru mudur, değil midir, abartma payı nedir? Seyahatnâme için böyle sorular abestir.


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’deki yargısına uymalı:


‘Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve daima bu yüzden kârlı çıkarım.’


Yer yer, gerçeküstü bir metin içine düşersiniz, bazen hayal gücünün büyüsüne kapılırsınız, ama en güzeli onun peşine takılırsınız.


İçindeki gizli mizah onu çok eğlendirmiştir, çünkü o inandırmak için yazmamıştır.


O asırda hakir İstanbul Kalesi’ni fırdolayı adımladığımızı bildirir, der. Adımlarını sayar, beni adım atışı ilgilendirir sayısı değil.


Arkasından, İstanbul’un 27 adet kapılarının araları ne kadar adımdır onu bildirir, deyip gene bir istatistik çalışmaya girer.


Batıl inançların da eğlenceli yanını severim. İstanbul’un içinde ve dışında olan acayip ve garip tılsımları bildirir, bölümünü okurken bir mitoloji kitabından satırlara gönderme yapmaktan kendimi alamam.


Kumburgaz adı nerden gelir? Böyle sorulara meraklı olanlar için yanıtı gene Evliya’dan alalım:


‘İstanbul’un güney tarafında Yedikule’den yarım erhale Kumburgaz adlı kale yakınında bir tür beyaz saat kumu çıkar. Onun için ‘kum burgazı’ derler. Öyle beyaz ve incedir ki göz fark edemez. İstanbul’un ve Frengistan’ın kum saatçileri ve altıncıları ondan kum alıp kullanırlar.’


Bir yeri, mekânı, kişileri öylesine bir bütünlük içinde anlatır ki, gerçekten romandan bir sayfa zannedebilirsiniz.


Ustaca tasvirleri, benim için edebiyat tarihindeki başarılı tasvirlere örnek gösterilmelidir:


‘Bir gün Hünkâr, Evliya Çelebi şimden gerü sırdaşımsın, sırrı açıklama’ buyurdular. Hemen hakir bu beyitleri söyledim. Beyt:


Şöyle sakla sırr-ı aşkı tende cânın duymasın


Yanılıp ağzına alma kim zebânın duymasın.


Hadis kim çenesini turtasa afetlerden emin olur buyurmuşlar ki, Padişahım sırdaş olanın sırlar mahzeni olması gerekir,’ dedim.’



ÇELEBİ’NİN DİYARBEKİR’İ


Evliya Çelebi Diyarbekir’de
kitabının lezzetli, kimisine göre abartmalı bölümlerinden biri Hamrevat suyunu anlattığı satırlardır:


‘Eski hekimler bu Hamrevat suyu içine pamuk bırakıp sonra pamuğu kurutup tartmışlar ve Maarra şehri suyu pamuğundan hafif olmuştur.’


Kervansaraylar, bekâr ve evsizlerin hanlarının övülmesi, o zamanki düzenin işleyişi konusunda bize fikir verirler.


Diyarbekir’de hamamların hepsi şehrin çöpüyle ısındığından, şehir böylece çöpten ve pisliklerden arınmış olmaktadır.


Halkını, erkeklerin meslek ve kazançlarını, kadınlarını, yemeklerini anlattıktan sonra sıra şehrin gezinti yerlerinin övülmesine gelir:


‘Fakat Diyarbekir’in Şattu’l- Arab kıyısında olan Reyhan bağının ve düzenli bostanının Anadolu’da, Arap ve Acem diyarlarında benzeri yoktur.’


Diyarbekir
’i bütün yönleriyle ve ayrıntılarıyla anlatıyor Evliya Çelebi.


Ayrıca bu kitapta yer alan incelemeler, Evliya Çelebi’nin yazdıklarının kaynak olarak da niteliğini ortaya koymaktadır.

(Doğan Hızlan, Hürriyet, 22 Mart 2003