24 Ekim 2009 Cumartesi

attila ilhan - rinna rinna nay ( kendi sesinden )



Rinna-rinnan-nay

melengecin dalinda cifte sigircik diley cifte sigircik
cigerime ates degdi oley diley oley gencecik
zehir pamuk irgatligi gavur gundelikcilik

rinna-rinnan-nay
yuregim bolundu lay
damarlarim delindi
kan gider kan gider

melengecin dalinda cifte saksagan diley cifte saksagan
boynumda donup batir oley diley sol kahbe devran
aglarim bir yandan kan kusarim bir yandan

rinna-rinnan-nay
ellerim kirildi lay
gozum seli duruldu
kum gider kum gider

melengecin dalinda cifte guvercin diley cifte guvercin
egnimde goynek yok oley diley ayagim yalin
olursem kahrimdan oldugum bilin

rinna-rinnan-nay
yollarim kapandi lay
bulutlar parcalandi
gun gider gun gider

melengecin dalinda cifte ispinoz diley cifte ispinoz
aziktan yetimim oley diley katiktan oksuz
dirliksiz duzensiz hanidir hurriyetsiz

rinna-rinnan-nay
kunyemiz yazildi lay
kervanimiz dizildi
can gider can gider

(Sisler Bulvarı)

Atilla İlhan

orhan veli - istanbul'u dinliyorum ( cem karaca yorumu )



İstanbul'u Dinliyorum

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.

behçet kemal çağlar - istiyorum ( attila atasoy )

İSTİYORUM


Bir çiçek istiyorum, ben bakmadan solacak;
Bir kanat istiyorum, beni yerden alacak;
Bir güneş istiyorum, gece bende kalacak...

Bir mermer istiyorum, arzumca oymak için;
Bir kadın istiyorum, ruhunu soymak için;
Bir çift diz istiyorum, başımı koymak için...

Bir zincir istiyorum, hırsımı bağlayacak;
Bir yangın istiyorum, ruhumu dağlayacak;
Bir ana istiyorum, başımda ağlayacak...

Bir bilinmez kaleyi fethetmek tek başına,
Vurulup düşmek birden son burcun son taşına;
Uzanan bir çift dudak gözlerimin yaşına...

Bir ilham istiyorum, bir gün vahye erecek,
Bir çift göz istiyorum, can evimi görecek;
Bir sevgi istiyorum, ömürlerce sürecek...

Bir mihrap istiyorum, önünde diz çökmeğe;
Biraz yer istiyorum yoldan, fidan dikmeğe;
Ve tohum istiyorum, boş tarlamı ekmeğe...

Bir yapı, temeline elimle taş koyacak;
Bir sevgili, her derdin gözüne yaş koyacak;
Bir iman istiyorum uğruna baş koyacak.




Behçet Kemal ÇAĞLAR

ahmet muhip dranas - fahriye abla ( özdemir erdoğan yorumu )


FAHRİYE ABLA


Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!


Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin.
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla!


Ahmet Muhip DRANAS

nazım hikmet - kerem gibi ( kendi sesinden ve genco erkal yorumu )


kendi sesinden

Kerem Gibi

Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum...

O diyor ki bana:
- Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem
gibi
yana
yana...
"Deeeert
çok,
hemdert
yok"
Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır...
Hava kurşun gibi ağır...

Ben diyorum ki ona:
- Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa..

Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum.....




genco erkal yorumu

22 Ekim 2009 Perşembe

nazım hikmet - kurtuluş savaşı destanı II

nazım hikmet - kurtuluş savaşı destanı I



Kurtuluş Savaşı Destanı ( Kuvayi Milliye



onlar



onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.

en bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
asırda onlar yendi, onlar yenildi.
çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.




birinci bap


yil 1918-1919
ve
karayilan hikâyesi



ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
istanbul 918 teşrinlerinde,
izmir 919 mayısında
ve manisa, menemen, aydın, akhisar :
mayıs ortalarından
haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar...
adana,
antep,
urfa,
maraş :
düşmüş
dövüşüyordu...

ateşi ve ihaneti gördük.
ve kanlı bankerler pazarında
memleketi alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.

ateşi ve ihaneti gördük.
murat nehri, canik dağları ve fırat,
yeşilırmak, kızılırmak,
gültepe, tilbeşar ovası,
gördü uzun dişli ingiliz'i.
ve aksu'yla köpsu,
karagöl'le söğüt gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü italyan'ı gördü.
ve çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve seyhan ve ceyhan
ve kara gözlü yürük kızı,
gördü mavi üniformalı fransız'ı.
ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar :
bağdasar ağa'dan
kellesi büyük mehmet ağa'ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
ve bizim tarafa geçenler oldu
tunuslu ve hindli kölelerden.
ve türkistanlı hacı ahmet,
kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makinalı tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.

ateşi ve ihaneti gördük.
dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık izmir'de, aydın'da,
adana'da dayandık,
dayandık, urfa'da, maraş'ta, antep'te.

antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

antep sıcak,
antep çetin yerdir.
antepliler silâhşor olur.
antepliler yiğit kişilerdir.

karayılan
karayılan olmazdan önce
antep köylüklerinde ırgattı.
belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
karayılan
karayılan olmazdan önce.

düşman antep'e girince
antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.

altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.

antep çetin yerdir.
kırmızı kayalarda
yeşil kertenkeleler.
sıcak bulutlar dolaşır havada
ileri geri...

düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
antepliler düz ovada
sıkışmışlardı.
düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
düşman tutmuştu tepeleri.
akan : antep'in kanıydı.

düz ovada bir gül fidanıydı
karayılan'ın
karayılan olmazdan önceki siperi.
bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.

antep sıcak,
antep çetin yerdir.
antepliler silâhşor olur.
antepliler yiğit kişilerdir.
fakat düşmanın topu vardı.
ve ne çare, kader,
düz ovayı antepliler
düşmana bırakacaklardı.

«karayılan» olmazdan önce
umurunda değildi karayılan'ın
kıyamete dek düşmana verseler antep'i.
çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.
derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
hayvan devrildi kaldı.

karayılan
karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini .
«ibret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı anteplileri,
seğirttiler peşince.
düşmanı tepelerde yediler.
ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
karayilan dediler.

«karayılan der ki : harbe oturak,
kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür...»

ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
karayılan'ı
ve anteplileri
ve antep'i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destânımızın birinci bâbına koyduk.





ikinci bap


yil yine 1919
ve
istanbul'un hâli
ve
erzurum ve sivas kongreleri
ve
kambur kerim'in hikâyesi



biz ki istanbul şehriyiz,
seferberliği görmüşüz :
kafkas, galiçya, çanakkale, filistin,
vagon ticareti, tifüs ve ispanyol nezlesi
bir de ittihatçılar,
bir de uzun konçlu alman çizmesi
914'ten 18'e kadar
yedi bitirdi bizi.
mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir istanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
ve lâkin tarabya'da, pötişan'da ve ada'da kulüp'te
aktı ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
miloviç de beyaz at gibi bir karı.
bir de sakalı halife'nin,
bir de vilhelm'in bıyıkları.

biz ki istanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
öfkeli, büyük bir şair :
«ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demiş
bize
ve bir başkası,
yekpare acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

biz ki istanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
türk halkının yüce katına.
mevsim yazdır,
919'dur.
ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.

biz ki istanbul şehriyiz,
fransız, ingiliz, italyan, amerikan
bir de yunan,
bir de zavallı afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
vahdettin sultan,
ve damadı ferit
ve ingiliz muhipleri
ve mandacılar.

biz ki istanbul şehriyiz,
yüce türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 temmuzunun 23'üncü günü
pek mütevazı bir mektep salonunda
in'ikad etti erzurum kongresi.

erzurum'un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

erzurum'da kavaklar, balam,
erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

erzurum'un düzdür, topraktır damı.
erzurum güzelleri giyer, balam,
incecik ak yünden ehramı.
yürek boynun büker, balam,
erzurumlu türkülere.
halim selimdir erzurum'un adamı
ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

erzurum'da on dört gün sürdü kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

orda, bir şÃ»rayı millî'den bahsedildi,
iradei milliyeye müstenit bir şÃ»rayı millî'den.
buna rağmen,
«âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
«makamı hilâfet ve saltanata.»
hattâ casuslar vardı içerde.

buna rağmen,
«bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«kabul olunmaz,» denildi,
«manda ve himaye...»

buna rağmen,
istanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
türk halkından kesmişlerdi umudu.
yağdırıldı telgraflar erzurum'a :
«amerikan mandası altına girelim,» diye.
«istiklâl, diyorlardı, şÃ¢yanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
memâliki osmaniye'nin cümlesine şÃ¢mil
amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nâfi
bir şekli hal kabul ediyoruz.»

fakat bu şekli halli kabul etmedi erzurumlu.
erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
kabullenmez yılgınlığı...

istanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için amerika'ya anadolu'yu
şöyle diyorlardı erzurum'dakilere :
«bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız.
işte bu yüzden amerika çok işimize geliyor.
filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti amerika.
ne olacak,
biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra yeni dünya'nın sayesinde
istiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
bir türkiye vücuda geliverir.
amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
avrupa'ya göstermek ister.
hem artık işi uzatmağa gelmez.
çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

4 eylül 919'da toplandı sıvas kongresi,
ve 8 eylülde
kongrede bu sefer
yine ortaya çıktı amerikan mandası.
ak koyunla kara koyunun
geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
ve istanbul'dan gelen bazı zevat,
sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
ve ihanetleriyle birlikte
bir de amerikan gazeteci getirmiştiler.
ve erzurumlulardan ve sıvaslılardan ve türk milletinden çok
işbu mister bravn'a güveniyorlardı.
bu zevata :
«istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
denildi.
fakat ayak diredi efendiler :
«mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
dediler,
«herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
dediler,
«hem zaten,»
dediler,
«birbirine mani şeyler değildir
istiklâl ile manda.
ve esasen,»
dediler,
«müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
vâridat ise 15 milyon ancak.
ve allah muhafaza buyursun
izmir kalsa yunanistan'da
ve harbetsek,
düşmanımız vapurla asker getirir.
biz erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
dediler.
«onlar dretnot yapıyor,
biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
hem, istanbul'daki amerikan dostlarımız :
mandamız korkunç değildir,
diyorlar,
cemiyeti akvam nizamnamesine dahildir,
diyorlar.»

ve böylece, bin dereden su getirdi istanbul'dan gelen zevat.
sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
«hey gidi deli gönlüm,»
dedi,
«akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya istiklal, ya ölüm!»
dedi.

kambur kerim de böyle dedi aynen.
adapazarlıydı kambur kerim.
seferberlikte ölen babası marangozdu.
seferberlik denince aklına kerim'in :
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
fahri bey çiftliğinde patates toplayıp
kaz gütmek,
mektep kitapları
ve bir de saçları altın gibi sarı
fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335'te kerim eskişehir'e gitti,
mektebe, teyzelerine ve dayısına.
dayısı şimendiferde makinistti.
düşman elindeydi eskişehir.
kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
dümdüzdü fidan gibi
ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
hintli askerlerle dost oldu kerim.
bunlar
(şaşılacak şey)
türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
kocaman bir ambarları vardı,
kerim içinde oynardı.
ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
(şaşılacak şey,
katırların yemesi için)
ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
bir gün dedi ki makinist dayısı kerim'e :
«ambardan silâh çalıp bana getir,
gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
ve ambardan silâh çaldı kerim :
bir
bir tane daha
beş
on.
aldattı hindistanlı dostlarını
zeybekleri daha çok sevdiğinden.
zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
kerim geçirdi onları istasyona kadar.
ertesi gün lefke köprüsünü atıp
zeybekler gelince eskişehir'e
dayısı kerim'i elinden tutup
verdi onlara.
ve işte o günden sonra
bugüne kadar
kahraman bir türküdür ömrü kerim'in.
eskişehir'den alıp onu
«kocaeli grubu» paşasına götürdüler.
çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

çabucak öğrendi kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
-zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
ve bütün bu marifetleriyle kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
götürdü haber.
onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
ve bir fidan gibi düz
bir fidan gibi cesur
bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
sürdü 1337'ye kadar...

kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
yüksek
kalın.
gökyüzü gözükmez.
durgun bir geceydi.
hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim'in.
solda
ilerde
tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«tekneciler» diye anılan
gâvur çetelerinin olmalı.
dallardan damlalar düşüyordu kerim'in yüzüne.
beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
ipsiz recep'in yanından dönüyordu kerim.
kâatlar götürmüş
kâatlar getiriyor.
birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
şaşırdı kerim.
dizginleri bıraktı.
sarıldı beygirin boynuna.
deli gibi gidiyordu hayvan.
çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
kim bilir kaç saat böyle gidildi.
orman bitti birdenbire.
-ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
ve kerim aynı hızla geldiği zaman
armaşa'nın altında başdeğirmenler'e
beygir ansızın kapaklandı yere,
tekerlendi kerim.
doğruldu.
ve aklına ilk gelen şey
saatına bakmak oldu.
kırılmıştı camı.
bindi beygire tekrar.
hayvan topallıyordu biraz.
uslu uslu yola koyuldular.
sol kulağı kanıyordu kerim'in,
kirezce'ye geldiler
(sapanca'yla arifiye arası),
kerim durdu,
biraz zor nefes alıyordu.
geyve'ye girdi ertesi akşam.
beli o kadar ağrıyordu ki
inemedi beygirden
indirdiler.
kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
adapazarı.
sonra belki on gün, belki on beş,
kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,
yahşıhan,
konya,
sile nahiyesi
(burda malûl gaziler için
takma kol ve bacak yapılıyordu),
ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta.
hâlâ rüyalarında görür kerim
incecik bir yoldan eşekle gelip
üzerine doğru eğilen
bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
usta, ovdu kerim'i bayıltıncaya kadar.
sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
yirmi gün geçti aradan.
ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
kerim'i kambur çıkardılar.




üçüncü bap


yil 1920
ve
arhaveli ismail'in hikâyesi



ateşi ve ihaneti gördük.

düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
akhisar, karacabey,
bursa ve bursa'nın doğusunda aksu,
çarpışarak çekildik...
920'nin
29 ağustos'u :
uşak düştü.
yaralı
ve dehşetli kızgın
fakat toprağımızdan emin,
dumlupınar sırtlarındayız.
nazilli düştü.

ateşi ve ihaneti gördük.
dayandık
dayanmaktayız.

1920 şubat, nisan, mayıs,
bolu, düzce, geyve, adapazarı :
içimizde hilâfet ordusu,
anzavur isyanları.
ve aynı sıradan,
3 ekim konya.
sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş
girdi şehre.
alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
ve manavgat istikametlerinde kaçıp
ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

ve 29 aralık kütahya :
4 top
ve 1800 atlı bir ihanet
yani çerkez ethem,
bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları,
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
düşmana geçti.
yürekleri karanlık,
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
atları ve kendileri semizdiler...

ateşi ve ihaneti gördük.
ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
beygirler çirkindiler,
bakımsızdılar,
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
insanlar uzun asker kaputluydu,
yalnayaktı insanlar.
insanların başında kalpak,
yüreklerinde keder,
yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
insanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
insanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
köy odalarında unutulmuştular.
ve orda sargı,
deri
ve asker postalları halinde
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
eğrilip bükülmüştü
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

ve asker kaçakları,
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
acıkmıştılar,
merhametsizdiler,
bedbahttılar.
şosenin ıssız beyazlığına inip
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için
deviriyorlardı uçurumlara :
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

ve çok uzak,
çok uzaklardaki istanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
hürriyet ve ümit,
su ve rüzgârdılar.
onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
fındık ve tütün getirip
şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
şimdi, denizde bir insan sesinin
ve demirli şileplerin kederlerini
ve kabataş açıklarında sallanan
saman kayıklarının fenerlerini
peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp
küçük,
kurnaz
ve mağrur
gidiyorlardı karadeniz'e.
dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
baltabaş gemi
ingiliz torpitosudur.
ve dalgaların üstünde sallanarak
alev alev
yanan :
şaban reisin beş tonluk takası.

kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
rüzgar :
yıldız - poyraz.
esirlerini bordasına alıp
kayboldu ingiliz torpitosu.
şaban reisin teknesi
ateşten diregiyle gömüldü suya.

arheveli ismail
bu ölen teknedendi.
ve şimdi
kerempe fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil :
rüzgârın,
bulutların
ve dalgaların kalabalığı,
ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

arheveli ismail
kendi kendine sordu :
«emanetimizle varabilecek miyiz?»
kendine cevap verdi :
«varmamış olmaz.»

gece, tophane rıhtımında
kamacı ustası bekir usta ona :
«evlâdım ismail,» dedi,
«hiç kimseye değil,» dedi,
«bu, sana emanettir.»

ve kerempe fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
ismail, reisinden izin isteyip,
«şaban reis,» deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.

«allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
ismail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.

rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.

elleri kanayarak
çekiyor ismail kürekleri.
ismail rahattır.
kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
ismail unsurunun içinde.
emanet :
bir ağır makinalı tüfektir.
ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.

rüzgâr bocalıyor.
belki karayel gösterecek.
en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
fakat ismail
ellerine güvenir.
o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.

rüzgâr karayel göstermedi.
yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.

ismail beklemiyordu bunu.
dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
ismail şaşırıp bıraktı kürekleri.
ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
bir ürperme geldi ismail'in içine.
ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.

sular tekneyi açığa sürüklüyor.
artık hiçbir şey mümkün değil.
kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
ilkönce küfretti.
sonra, «elham» okumak geldi içinden.
sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
sonra...
sonra, malûm olmadı insanlara
arhaveli ismail'in âkıbeti...





dördüncü bap


nurettin eşfak'in bir mektubu
ve
bir şiiri



kardeşim,
sana bu mektubu ankara'da kuyulu kahvede yazıyorum.
hep aynı anadolu havalarını çalıyor gramofon
kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
dışarda yağmur...
mektepten istifa ettim.
cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
çocuklarımıza türkçe okutmak,
öğretmek, sevdirmek onlara
dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
kendi dillerini,
güzel şey,
büyük şey.
fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
daha büyük
daha güzel.

biliyorum :
iş bölümünden bahsedeceksin.
fakat, ankara'da çocuklara ders vermek,
bozkırda ateş hattına girmek
haksız ve hazin
bir iş bölümü.
öyle günlerde yaşıyoruz ki
ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

bak, tam sana bunları yazarken
asker geçiyor sokaktan ;
yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
meclis'in önüne doğru iniyorlar,
istasyona gidecekler.
ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
sesini incelterek marş okuyor genç türk köylüsü :
«ankara'nın taşına bak,
gözlerimin yaşına bak...»

yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
tıraşları uzamış biraz.
elleri büyük ve esmer.
elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

yine birdenbire yunus emre geldi aklıma.
başka türlü anlıyorum ben yunus'u :
bence onda bütün bir devir dile gelmiş türk köylüsü :
öte dünyaya dair değil,
bu dünyaya dair kaygılarıyla...

bir şiir yazdım,
garip bir şiir,
«türk köylüsü» diye.
bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.


kardeşin
nurettin eşfak






türk köylüsü

topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
hoca nasreddin gibi ağlayan
bayburtlu zihni gibi gülendir.
ferhad'dır
kerem'dir
ve keloğlan'dır.
yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
o, «yûnusû biçâredir
baştan ayağa yâredir»,
ağu içer su yerine.
fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterişip
«-gayrık yeter!...»
demesinler.
bunu bir dediler mi,
«isrâfil sûrunu urur,
mahlûkat yerinden durur»,
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa.
ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
«dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»





beşinci bap


920'nin 16 marti
ve
manastirli hamdi efendi
ve
reşadiyeli veli oğlu memet'in hikâyesi




«bu hamiyetli ve cesur, manastırlı hamdi efendi olmasaydı, istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. istanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. bir ucu ankara'da bulunan telin istanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(nutuk, s. 295, devlet basımevi, istanbul 1938)




920'nin 16 martı.
öğleden evvel
saat onda
makina başında şöyle bir telgraf aldı ankara'daki :

«der-aliye 16/3/1920.
ingilizler bastı bu sabah
şehzadebaşı'ndaki muzika karakolunu.
müsademe edildi.
işgal altına alıyorlar istanbul'u şimdi.
berâyi malûmat arzolunur.
manastırlı hamdi.»

920'nin 16 martı.
harbiye nezareti telgrafhanesi buldu ankara'yı :
«etrafta dolaşıyor ingiliz askerleri.
şimdi işte
ingiliz askerleri giriyorlar nezarete.
işte giriyorlar içeri.
nizamiye kapısına.
teli kes.
ingilizler burdadır.»

920'nin 16 martı.
manastırlı hamdi efendi
buldu ankara'dakini tekrar :

«paşa hazretleri,
harbiye telgrafhanesini de işgal etti ingiliz bahriye askeri
tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
paşa hazretleri,
emri devletlerine muntazırım.

16 mart 1920
hamdi»


920'nin 16 martı.
durumu bir daha tekrar etti hamdi efendi :

«sabah bizim asker uykuda iken
ingiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
ingilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
beyoğlu ve tophane'yi işgal edip.
işte beyoğlu telgrafhanesi de yok.
işte beyoğlu telgraf memurları geldiler.
kovmuşlar.
burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.
şimdi haber aldım efendim.»

920'nin 16 martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
ingiliz'in hepsi değil domuzu
sabaha karşı aldı canımızı.

920'nin 16 martı
basıldı vezneciler'de karargâh.
uyan be tosunum uyan.
üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz : abdullah çavuş, şarkışla'dan osman,
bir de zileli abdülkadir.

920'nin 16 martı
bozdoğan kemeri'nde
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.

920'nin 16 martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
soktu osman'ın karnına kasaturayı,
bastı göğsüne kâfirin dizi.
dört çocuk babasıydı abdullah çavuş.
doymadı dünyasına abdülkadir.
üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.

920'nin 16 mart sabahı,
karakolun karşısında
bırakmadım elimden silâhı,
yere serdim iki ingiliz'i.
senin ırzını kurtardım istanbul'um,
sana can feda çakır gözlü gülüm.

üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
şimdi üçümüz :
abdullah ve osman ve abdülkadir,
taşları yan yana yatar eyüp'te.
arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilemeyiz yerini.


uykuda kestiler üçümüzü,
kurşuna dizdiler ikimizi,
ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.
bir de altıncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekânı şöyle dursun,
adını da bilen yok...






altinci bap


muharebeler
ve
düşman elinde kalanlar
ve
kartalli kâzim'in hikâyesi



inönü meydanı, yavrum,
rüzgâr,
soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
zemheriler bitti diyelim,
hamsin ya başladı, ya başlıyor.
muharebe beş gün beş gece sürdü.
kan gövdeyi götürdü.
ve nihayetinde
düşmanlar karın üstünde
top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
altı kamyon bıraktılar.
sonra, kaçarlarken, yavrum,
köyleri, köprüleri yaktılar...

bu, birinci inönü,
sonra ikincisi :
23 mart 1921 günü
düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor.
onlarda, topçu ve piyade
bizden üç kere fazla,
bizim atlımız çok.
atların makanizması,
hartucu,
namlusu yoktur
ve kılıç
çıplak, ucuz bir demirdir.
26 mart :
akşam.
sağ cenah ilerimize yanaştılar.
27 mart :
bütün cephelerde temas.
28, 29, 30 :
kavgaya devam.
ve martın 31'inci gecesinde,
(ayışığı var mıydı bilmiyorum)
inönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
ve ertesi gün
1 nisan :
metristepe aydınlanıyor.
saat altı otuz.
bozöyük yanıyor.
düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

sonra, 8 nisandan 11 nisana kadar :
dumlupınar.

sonra, haziran.
bir yaz gecesi.
dünyada yalnız pırıltılar
ve böceklerin sesi.
sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
basarak aldık
adapazarı'nı.
ve dolaşıp sapanca gölü'nün sazlıklarını
yanaştık izmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
düşman,
kısmen gemilere binerek
denizden
ve kısmen
karamürsel üzerinden
bursa'ya çekilip
boşalttı izmit şehrini gece yarısı.

sonra 23 ağustos :
sakarya melhamei kübrâsı ki
devamı 13 eylül gününe kadardır.
bizim kırk bin piyademiz,
dört bin beş yüz atlımız,
düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
üç yüz topu vardır.
harp meydanının kuzey yanı
sakarya
ve dağlardır :
keskin
ve dik yamaçlarıyla
ve kireçli toprakları
ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
haşin
ve münzevi çam ağaçlarıyla
abdülselâm-dağı,
gökler-dağı,
dağlar.

ve sakarya'dan bu havalide
yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
ankara suyunun döküldüğü yerden
eskişehir kuzeybatısına kadar
sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
güneyde
ve güneydoğuda
yapraksız ve hazin
geniş ve uzun
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
ölmek arzusu veren
cihanbeyli ovası :
çöl...
bu çölün,
bu dağların,
bu nehrin ve bizim önümüzde
yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

buna rağmen :
sene 1922
ve 15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.
inanılmaz şeyler düşmandadır ki
bunların arasında :
7 göl, 11 nehir
ve köklerinde baltamızın yarası
ve yangınlarıyla bizim olan
yüz kere yüz bin dönüm orman,
bir tersane, iki silâh fabrikası,
ve 19 körfez ve liman ki
belki birçoğunun
rıhtımı,
mendireği,
kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
ve belki sularında
ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
fakat onlar
tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
sonra, 3 deniz,
6 kol tren hattı,
sonra, göz alabildiğine yol :
sılaya gittiğimiz,
gurbette göründüğümüz
ve neden
ve niçin olduğunu sormadan
çöle, çanakkale'ye,
ölüme gittiğimiz yol
ve sonra toprak
ve o toprağın insanları :
uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
manisa'lı saraçlar,
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
ve kurnaz
ve cesur
ve ağırbaşlı ve çapkın
ve kütleleriyle delikanlı
istanbul ve izmir işçileri
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
kıl çadırlı yürükleri aydın'ın,
ve sonra, ırgat,
ortakçı,
maraba,
davarlı ve davarsız,
yarım meşin çizmeli
ve ham çarıklı köylüler.
15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.

mehtaplı bir gece,
gümüş bir kutunun içindesin :
ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
ya çok seslidir
ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

yatıyor filintasının arkasında kartallı kâzım.
kız gibi osmanlı filintası.
parlıyor arpacık
namlının ucunda :
yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
ve bir damlacık.

kâzım emir aldı merkezden :
gebze'deki ingiliz'in tercümanı vurulacak.
köylerde teşkilât kurmuş tercüman mansur :
satıyor bizimkileri.

kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
işte sökün etti mansur karşıdan :
beygirin üzerinde.
beygir yüksek,
ingiliz kadanası.
kendi halinde yürüyor hayvan
ortasında demiryolunun
sallana sallana,
ağır ağır.
tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
başı sallanıyor,
belki de uyuyor üzerinde beygirin.

yaklaştıkça büyüyor herif.
zaten mehtapta heybetli görünür insan.

arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
namlıyı kaldırdı birazcık kâzım,
nişan aldı sallanan başına mansur'un.
soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
-ağaç çınar-.
kuş ürkmüş olacak.
çevrildi kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana,
mehtapla yüz yüze geldiler.
mehtap koskocaman,
desdeğirmi,
bembeyaz.
ve kâzım'ın gözünü aldı âdeta.
zaten bu yüzden,
tekrar göz, gez, arpacık
ve filintayı ateşlediği zaman
ilk kurşun mansur'un başını delecek yerde
galiba omuzuna girdi.
herif «hınk» dedi bir,
beygirin başını çevirdi
dörtnal kaçıyor.
yetiştirdi ikinci kurşunu kâzım.
beygirin üstünde sola yıkıldı mansur.
üçüncü kurşun.
tercüman düştü beygirden.
fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
sonra kurtuldu ki ayağı
yıkılıp kaldı olduğu yerde.
yamaca sardı beygir.
kalktı kâzım,
yürüdü mansur'a doğru,
üzerinden kâatları alacak.
arada dört telgraf direği yalnız,
ellişerden iki yüz metre eder.
mansur doğruldu ansızın,
kaçıyor bayır aşağı.
filintayı omuzladı kâzım.
dördüncü kurşun.
yıkıldı herif.
koştu kâzım.
doğruldu yine mansur.
yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
kaçmıyor artık,
yürüyor.
kâzım da bıraktı koşmayı.
deniz kıyısına indiler.
orda boş bir fabrika var,
bir de beyaz bir ev,
tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
mansur suya giriyor,
kâatlar ıslanacak.
beşinci kurşunu yaktı kâzım.
suya düşüp kaldı önde giden
ve kâzım tazelerken şarjörü
bir ışık yandı beyaz evde,
bir pencere açıldı.
galiba bir kadın baktı dışarıya..
boğazlanıyormuş gibi bağırdı mansur.
pencere kapandı,
ışık söndü.
tercüman attı kendini tahta iskeleye.
art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
hay anasını,
ay da denize düşmüş
toplanıp dağılıyor,
dağılıp toplanıyor.
velhasıl,
lâfı uzatmıyalım,
mansur'un işini bıçakla bitirdi kâzım.
kâatlar kan içindeydi.
fakat kan kapatmıyor yazıyı...

namussuzun biriydi mansur,
muhakkak.
düşmana satılmıştı,
orası öyle.
kaç kişinin başını yedi,
malûm.
ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
ne malûm? dersen :
dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
kavgadan önce kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra kartal'da bahçıvan...





yedinci bap


922 ağustos ayi
ve
kadinlarimiz
ve
6 ağustos emri
ve
bir âletle bir insanin hikâyesi



ayın altında kağnılar gidiyordu.
kağnılar gidiyordu akşehir üstünden afyon'a doğru.
toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
ve ayın altında kağnılar
yürüyordu akşehir üstünden afyon'a doğru.

«6 ağustos emri» verilmiştir.
birinci ve ikinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
gecenin içinde toprak.
gecenin içinde rüzgâr.
hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde :
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.
ve onların arasında
birinci ordu ikinci nakliye taburu'ndan
istanbullu şoför ahmet
ve onun kamyoneti vardı.
bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
ihtiyar,
cesur,
inatçı ve şirret.
kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
ihzar ve teşkil olunanlar,
bu meyanda ahmet'in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
afyon - ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
siyah mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
bir deniz kıyısındadır şehir.

vantilâtörde adedi devir
düşüyor gibi.
arkadaşlar ileri geçtiler.
ay battı.
manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür'ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, harbiye nezareti'nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.

motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.

ne diyorduk oğlum ahmet?
dökmeciler sağda kalır,
derken, uzunçarşı'ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
«hikâyei billûr köşk»,
altı cilt «tarihi cevdet»
ve «fenni tabâhat».
tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.

ilerde bir süvari kolu gidiyor,
saptılar sola.

uzunçarşı'yı dikine inersin.
sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
ve sen istanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın istanbullulara :
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
rüstem paşa camii.
urgancılar.
urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
zindankapı, babacafer.
uzakta balıkpazarı.
kuruyemişçiler.
yemiş iskelesindeyiz :
sandalları, mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
yüzüne hasret kaldığım deniz.

sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
inip
baksam...

yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
eyüp'te niyet kuyusu'na gittikti.
elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
kaşları da hilâl gibi çekikti.
tam kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...

lastik hava kaçırıyor.
derdine deva bulmazsak eğer...
dur bakalım babacafer...

üç numrolu kamyonet durdu.
karanlık.
kriko.
pompa.
eller.
küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
ahmet hatırladı :
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız...

iç lastik boydan boya patladı.
yedek?
yok.
dağlarda avaz avaz
imdat istemek?

sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
süleymaniyeli şoför ahmet
soyun...

soyundu.
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,
ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.

bu şarkı nihaventtir.
deniz kıyısında bir şehir...
beyaz başörtüsü...

saatta elli yapıyoruz...
dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför ahmet'i,
dayan arslan...

hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti...




sekizinci bap


26 ağustos gecesinde saatlar
iki otuzdan beş otuza kadar
ve
izmir rihtimindan akdeniz'e
bakan nefer



saat 2.30.

kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
düşman üç saatlik yerdedir
ve hıdırlık-tepesi olmasa
afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
küzeydoğuda güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
ovada akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
akarçay dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
ve afyon önünde
altıgözler köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve konya tren hattına rastlayıp yolda
büyükçobanlar köyü'nü solda
ve kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.

düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, yunan'dan önce ve seferberlik'ten evvel
selimşahlar çiftliği'nde ırgatlık ederken manisa'da
geçerdi gediz'in sularını başı dönerek.

dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
paşalar onun arkasındaydılar.
o, saatı sordu.
paşalar : «üç,» dediler.
sarışın bir kurda benziyordu.
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
kocatepe'den afyon ovası'na atlıyacaktı.

saat 3.30.

halimur - ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.

izmirli ali onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
sağda birinci nefer
sarışındı.
ikinci esmer.
üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp urfa'ya girdiği akşam.
altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «deli erzurumlu» derdiler.
yedinci, mehmet oğlu osman'dı.
çanakkale'de, inönü'nde, sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
sekizinci,
ibrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
ve izmirli ali onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.

saat 4.

ağzıkara - söğütlüdere mıntıkası.
on ikinci piyade fırkası.
gözler karanlıkta, uzakta.
eller yakında, makanizmalar üzerinde.
herkes yerli yerinde.
tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
içi rahattır.
cennet, ebedî bir istirahattır.
ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

saat 4.45.

sandıklı civarı.
köyler.
sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
ikinci süvari fırkası'ndan dördüncü bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
geride, köylerde bir horoz öttü.
ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir denizli horozu.
düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...

saat beşe on var.

kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
tınaztepe'ye karşı kömürtepe güneyinde,
on beşinci piyade fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
darülmuallimin mezunu
nurettin eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-bizim istiklâl marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
meselâ, bakın :
«gelecektir sana vaadettiği günler hakkın.»
hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«kim bilir belki yarın...»

saat beşe beş var.

dağlar aydınlanıyor.
bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
gün ağardı ağaracak.
kokusu tütmeğe başladı :
anadolu toprağı uyanıyor.
ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

topçu evvel mülâzımı hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

yüzbaşı sordu :
- saat kaç?
- beş.
- yarım saat sonra demek...

98956 tüfek
ve şoför ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
birinci ve ikinci ordular
baskına hazırdılar.

alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
nurettin eşfak
baktı saatına :
- beş otuz...
ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...

sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
bunlar :
karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

sonra.
sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
aslıhanlar civarında
30 ağustosa kadar.

sonra.
sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
esirler arasında general trikopis :
alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak'ın ayağı.
nurettin dedi ki : «teselyalı çoban mihail,»
nurettin dedi ki : «seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»

sonra.
sonra, 31 ağustos günü
ordularımız izmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
deli erzurumluydu.
devrildi.
kürek kemikleri altında toprağı duydu.
baktı yukarı,
baktı karşıya.
gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
sonra...
sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve deli erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...

solda, ilerdeydi ali onbaşı.
kan içindeydi yüzü gözü.
bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«dörtnala gelip uzak asya'dan
akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.

bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...

yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»>

sonra.
sonra, 9 eylülde izmir'e girdik
ve kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
güneyden kuzeye,
doğudan batıya,
türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından akdeniz'i.

ve biz de burda bitirdik destanımızı.
biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâceraları vardır...



Nazım Hikmet Ran

faruk nafiz çamlıbel - memleket türküsü



MEMLEKET TÜRKÜSÜ

El gibi dolaşma Anadolu’nda,
Arkadaş, yurdunu içinden tanı:
Dinle bir yosmayı pınar yolunda,
Dinle bir yaylada garip çobanı.

Bir ıssız ev gibi gezdiğim bu yurt,
Yavrunun derdiyle ah eder Bayburt,
Yıllarca döktürür sana gözyaşı
Tuna’nın özlemi yakar Maraş’ı...

Bir çölü andırır, bil ki dört yanın,
Bağrını delmezse yanık türküler :
Varlığı bu korla tutuşmayanın
Kirpiği yaşarsa gözleri güler.

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

cemal süreya - san ( kendi sesinden )



San / Cemal Süreya

Kırmızı bir kuştur soluğum
Kumral göklerinde saçlarının
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların

Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dört nala sevişmek lazım

1957


20 Ekim 2009 Salı

edebiyatımızda ilkler tablosu

Edebiyatımızda ilkler tablosu

Tür

Eser Adı

Sanatçı

İlk şiir çevirisi

J.J.Ruso ve V.Hugo’dan

Şinasi, P.Paşa

İlk roman çevirisi

Telemak (Fenelon’dan)

Yusuf Kâmil Paşa

İlk yerli roman

Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnat

Şemsettin Sami

İlk edebî roman

İntibah

Namık Kemal

İlk tarihî roman

Cezmi

Namık Kemal

İlk psikolojik roman denemesi

Zehra

Nabizade Nazım

İlk psikolojik roman

Eylül

Mehmet Rauf

Anadolu konulu ilk hikâye

Karabibik

Nabizade Nazım

İlk kıssa hikâye örneği

Letaif-i Rivayet

Ahmet Mithat

İlk gerçekçi (realist) romancı

Romanları

Halit Ziya Uşaklıgil

İlk makale

Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi

Şinasi

İlk tiyatro

Şair Evlenmesi

Şinasi

İlk eleştiri

Tahrib-i Harabat,

Renan Müdafaanamesi

Namık Kemal

İlk resmî gazete

Takvim-i Vakayi


İlk yarı özel gazete

Ceride-i Havadis

Çörçil

İlk özel gazete

Tercüman-ı Ahval

Şinasi,

Agâh Efendi

Popüler romanın öncüsü

Romanları

Ahmet Mithat

servet-i fünun edebiyatını hazırlayan nedenler

SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINI HAZIRLAYAN

SİYASAL VE SOSYAL SEBEPLER

Avrupai Türk edebiyatının ikinci ve toplu hareketi 1895 yılında, Servet-i Fünûn mecmuasında toplanan genç edebiyatçılar tarafından yapıldı. Abdülhamit’in saltanat dönemi edebiyatı üç bölümde incelenmektedir:

1.Dönem: Tanzimat edebiyatı ile, Servet-i Fünûn edebiyatı arası.

2.Dönemi: Servet-i Fünûn edebiyatı oluşturur. Bu da ancak beş altı yıl devam edebildi.

3. Dönem:Bu dönem Servet-i Fünûn’dan sonra II. Meşrutiyet’in ilanına kadar süren dönem.

Servet-i Fünûn batı etkisindeki Türk edebiyatının II.önemli safhasıdır.Bu edebiyat, Sultan Abdülhamit zamanında doğmuş, gelişmiş ve yine bu devirde son bulmuş bir edebiyattır.

Türk edebiyatı aşağıda bahsedeceğimiz ideolojiler etrafındaki mücadeleleriyle mühim bir rol oynar. Bazen de bizzat hazırladığı bu vakaların kuvvetli tesiri altında kalır.

Gelişen ideolojileri şu başlıklar halinde ele alabiliriz:

1. Osmanlıcılık

2.İslamcılık

3. Medeniyetçilik

4.Türkçülük

Her biri cemiyetin ayrı bir realitesini karşılayan bu ideolojilerin etrafındaki mücadele, belki de Modern Türk Edebiyatının asıl tarihini yapar.

Medeniyetçilik ideolojisiyle hareket eden şair ve yazarlardan, Hamit ve Recaizade şu fikirleri ileri sürüyorlardı:

1-İslam medeniyeti devrini tamamlamıştır.

2-Batıda düşüncesiyle, sosyolojisiyle ve tekniği ile yeni bir medeniyet çıkmıştır.

3-Osmanlı devletini bu medeniyet er-geç yıkacaktır.

Bu açıklamalarla Avrupa’nın tablosunu çiziyorlardı. Bu tablo karşısında bizde durum nasıldı?

Bu dönem özellikle imparatorluk üzerinde kötü emeller besleyen, Avrupalı devletlerin bu emellerini gerçekleştirmek için, içte ve dışta çeşitli oyunlar sergilemeye çalıştıkları bir devredir.İmparatorluk ise, kendisine ‘hasta adam’ gözüyle bakılan devleti bir müddet daha ayakta tutabilmek için birtakım sıkı tedbirler almak zorunda kalır. Bu dönemin sert görünüş hürriyet anlayışını adeta bir fikri sabit hale getiren bu devir gençlerinde ruhi bir bunalım yaratmıştır.

Özellikle devletin içten ve dıştan maruz kaldığı bu tehlikeleri önleyebilmek için alınan tedbirler, Tanzimatçıların sahip oldukları hürriyet havasına imkan vermiyordu.Bu imkansızlık gençleri ruhi bunalımlara sevk ediyordu.1877 Osmanlı-Rus harbinin kötü sonuçlanması üzerine,1876’da açılan Meclis-i Mebusan tekrar kapatılır.Devlet Rumeli’de istiklalini kazanmaya çalışan azınlıklar karşısında bile zayıf duruma düşer.Dünyayı kaplayan hürriyet, milliyet ve istiklal cereyanlarının, özellikle batılı büyük devletlerin gayretleriyle hızla gelişmesi, devlet yönetimini de bunaltır.Bu yüzden alınan tedbirlerin dozu biraz daha artar.Kendi tebası olan yabancı toplulukların dıştan desteli isyan teşebbüslerini önleme imkanı daralır.Büyük devletlerin her zengin coğrafyaya sahip olma istekleri gittikçe bir ihtiras halini alır.Kendi aydınları tarafından bile desteklenme talihini kaybeden imparatorluk yönetiminin alınan bu sıkı tedbirlerin sebebini açıklayamaması, yönetimi gençlerin gözünde tek suçlu durumuna düşürüyordu.

İdealist fikirlerle ortaya çıkan Jön Türklerin dış tehlikeler karşısında tam bir milli bütünlük içerisinde bulunulmak yerine, işi Ermenilerle iş birliği yapacak kadar ileri götürmeleri, yönetimin aldığı tedbirleri daha da arttırmasına yol açar.Bu arada saray yönetimi içinde, hoşnutsuzluğu gittikçe nefrete dönüşen bu gençleri dış tehlikeler karşısında uyanık olmaya çağıracak tecrübeli ve bilgili kişiler bulunmamaktaydı. Devletin maruz kaldığı bu tehlikeler karşısında bir kısım münevverler hadiselere kayıtsız kalırken, bir kısmı ise kendisini koyu bir Avrupa perestliğin kucağına atıyordu. Babıali’nin nüfusunu Abdülhamit, tamamıyla ortadan kaldırıp, Yıldız’ı hakim vaziyete getirmiş,iktidar mevkilerine kendine uygun adamları geçirmek suretiyle, mutlak bir disiplin mekanizması kurmuştu.Bu hakimiyetini kontrol altında tutabilmek için bir hafiye teşkilatı kurmuştu.Bu öyle yaygınlaştı ki herkes padişaha yaranmak için birer hafiye kesilmişti.

Çizdiğimiz bu siyasi tablonun karşısına medeniyetçiler şu görüşlerini ileri sürdüler:

1-Batıdaki düşünceleri, yaşayışları, tekniği aynen almalıyız.

2-Bir Avrupalı gibi olursak, onlara benzediğimiz için Avrupalılar bize saldırmazlar.

Medeniyetçiler, daha önce açıkladıkları gibi ‘İslam medeniyeti devrini tamamlamıştır’ derlerken, Avrupalıların (Hıristiyan) medeniyet ve tekniğinin hızla geliştiğini ileri sürmekteydiler.Halbuki şunu unutuyorlardı, hayran oldukları bu medeniyet, bir zamanlar Osmanlı devletinin himmetine muhtaç ve Osmanlı-İslam medeniyeti hayranı idi.Onlar Orta çağ engizisyonunu yaşarken, bizde ilim ve fen canlı bir şekilde devam ediyordu. Batı; düşüncede, sosyolojide ve teknikte bir gelişme göstermiştir.Ama Servet-i Fünûn gençliğine göre biz bunların hepsini aynen almalıyız. Ama şunu akıl edemediler ki; her milletin düşünce, yaşayış ve sosyal yapısı farklıdır.

Bu bunalımlı ve buhranlarla dolu zor dönem 1908’de son bulur. Devlet yönetimi İttihat ve Terakki cemiyetinin eline geçer. Fakat felaketler zinciri yine de son bulmaz. Devlet İttihat ve Terakkinin tecrübesiz hareketi sonucu Balkan harbinin getirdiği başarısızlıklarla sürüklenir.

Bu edebiyat o dönemin siyasi durumu, anlatırken d belirtildiği gibi, hürriyetsizlik anlayışının o dönem gençlerince bir bunalım olarak görüldüğü devrede kuruldu.Bu dönem, batının sadece edebiyat kaynağı olarak görüldüğü gibi, hürriyet kaynağı olarak ta görüldüğü devredir. Bu dönemde batıya olan hayranlık had safhaya ulaşmıştır. Bu siyasi dönemde yetişip edebiyat yapmaya çalıştırlar.Böyle bir durum bütün millette doğurduğu hastalık, melankoli, hayattan bezginlik ve kaygısızlık şüphesiz onlarında ruhunda aynı tesiri uyandıracaktı.

Bu cereyanın edebiyatçıları, şark kültüründen evvel ve şark edebiyatından önce batı edebiyatını tanımışlardır. Hatta aralarında bunu bir iftihar vesilesi sayanlar da vardır. Sosyal meselelerin serbestçe konuşulamayışı,bu hususta kendini göstermek isteyen iradelerin susturuluşu, herkeste bir neme lazımcılık hissi doğurmuştu.Herkes kendi derdine ve kendi keyfine düşmüş,sosyal sorumluluk duygusu tamamen yok olmuştu.Meseleleri söz söylemek olan edebiyatçılar başka mevzular aramaya başlamışlardı. Şu fikirleri ileri sürdüler:

a-Avrupa imparatorluk ve derebeylik dönemini aşmıştır.(1789 Fransız ihtilali ile)

b-Avrupa da (bilhassa Fransa’da) burjuvazi adı verdiğimiz şehirlilerle işçiler gibi iki tabaka vardır. Bu iki tabakanın çekişmesiyle iki edebiyatta buna bağlıdır. Bizde de benzeri yapılar gerçekleşmediği takdirde, edebiyatımızın gelişmesi mümkün değildir.

Servet-i Fünün Sanat Anlayışının Başlangıcı:

Tevfik Fikret ve Ahmet İhsan Recaizade Mahmut Ekrem’in talebeleri olmak dolayısıyla onunla yakından temasta idiler. Halid, İzmir’de üstadı eserlerinden tanıyor, hatta görüşüp konuşuyorlardı. H.Cahit ise daha birleşmeden önce Fikret’i tanıyordu. Kısaca bu edebiyat cereyanı içindekiler birbirlerini daha önceden tanımış ve kaynaşmışlardı.

Servet-i Fünûncuların düzenli tahsil görmeleri, okudukları Avrupai mekteplerde, Avrupalı edipleri yakından öğrenmeleri ve hemen hemen hepsinin orta tabaka ailelerden gelmeleri, onlarda ortak bir sanat zevkinin doğmasına yol açmıştır. Fakat aynı sanat zevkine sahip olmalarına rağmen bu zevki aksettirişleri farklıdır.

Bu edebiyatta Tanzimat’ta olduğu gibi bir siyasi ve aktif bir fonksiyon yoktur. Aşırı alafrangalılık bu edebiyatın en çok kınanan özelliklerindendir. Memleket meseleleri ve Anadolu insanının yaşayışı,bazı küçük denemeler dışında bu edebiyatta mevcut değildir.Yaşadıkları siyasi devir onları hakikatten kaçmalarına,günlük meselelerle ilgilenmemelerine sebep olmuş. Hüzne düşkünlük ferdiyetçilik gibi duygularını beslemiştir.

Solgun çiçeklerden, düşmüş sarı yapraklardan bahseden ve kadın denince bunun bile veremlisinin makbul sayıldığı bu dönemin özelliği,onların özel hayatlarına girmiştir.Verem, intihar, kimsesizlik ve inziva, aşkı ölümle neticelenmek, sarı-siyah gibi daha çok hastalığı ve ölümü temsil renkler, karanlık mevzular onların ortak sanat çizgileridir.

Servet-i Fünûn Edebiyatı 1895 yılında başladı. Bu yılın sonlarında Recaizade’nin teşvik ve aracılığıyla, Servet-i Fünûn mecmuasının baş muharrirliği, onun en kıymetli talebesi Tevfik Fikret’e verildi. Bu sanat çizgisine dahil olup başka dergilerde (Mektep, Maarif, Hazine-i Fünûn, Mirsat ve Malumat) yazan birçok şair ve yazar Servet-i Fünûnda toplandı. Hep birden Servet-i Fünûn edebiyatı denilen bir edebi çığırı açtılar.

SERVET-İ FÜNUN EDEBİYAT ANLAYIŞI:

1. Çağdaş Fransız edebiyatına benzer eserler ver­mek ve bu eserlerde sanat için sanat anlayışına bağlı kalmaktır.

2. Servet-i Fünûncuların örnek aldıkları Fransız yazarları, realist­lerle natüralistlerdir. Aynı edebiyatın şiirde yaptığı yeniliklerde kısmen Parnasse, kısmen Symbolisme akımlarının izleri vardır.

3. Bu edebiyatın bir diğer özelliği, Avrupa tipi eserler vermek yolunda Tanzimat edebiyatından daha becerikli, daha çalışkan oluşudur.

4. Servet-i Fünûncular, kendi­lerinden önceki Avrupaî Türk edebiyatını hem iptidaî, hem yetersiz buluyorlardı. Onlara göre, Tanzimat edebiyatı: “J.-J. Rousseau'dan beş on sayfa, La Fontaine' den birkaç efsane, Vefik Paşa'nın Moliere adaptasyonları, sayısı onu geçmediği halde sanat bakımından hiç de başarılı sayılamayacak birkaç hikâye"den ibaret­ti. Servet-i Fünûncular, Türkiye'ye tam anlamıyla Avrupai bir edebiyat getirdiklerine inanıyorlardı.

5. Servet-i Fünûncular, herhangi bir halk sınıfına hitap etmekten uzak kalmışlardır. Servet-i Fünûncular, yurt çoğunluğunun bedii-içtimai ihtiyaçlarını dü­şünmemiş: Yurdun, İstanbul dışı hayatiyle çok az ilgilenmiş, mevzularını Avrupa­lılaşmış aydınların hayatından almış ve yine onlar için yazılmış bir salon edebiyatı meydana getirmişlerdir.

6. Eserlerini mübalağalı derecede aristokrat bir dille yazma­ları, baskısı yüzünden hiç bir sosyal hareketin başına geç­mek imkânı bulamayışları; nihayet, karakter bakımından toplumcu olmaktan çok, sanatkâr bir ruh taşımaları, onları daha çok yüksek sanat eseri oluşturma anlayışına bağlı bı­rakmıştır.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATINDA DİL ANLAYIŞI:

1. Servet-i Fünûn yazarları, Namık Kemal'den çok, Abdülhak Hamid'in eserlerindeki yeni ve göz alıcı Osmanlı Türkçesini beğenmişlerdir.

2. Servet-i Fünûn lisanı fazla külfetli ve aristokrat bir dildir.Yazılarında süslü cümleler kullanarak, zarif, ahenkli, fakat işitilmemiş kelimeler sıralamak hevesindedirler.

3. On­lar, bilhassa Farsça kelimelerin söylenişinde âdeta bir alafrangalık buluyor, Farisî terkiplerle birleşik sıfatları, Fransızca söyleyişleri andırdıkları ve herkesçe bilin­meyen sözler oldukları için, zevk ve hevesle kullanıyorlardı.

4. Fransızcada rastla­dıkları Neige d'or (Altın kar) terkibini Farsça, berf-i zerrîn ifadesiyle, Frisson iamineux (Işıklı titreyiş) terkibini, lerze-i rûşen şekliyle Fârisîleştirmekte özel ahenk buluyorlardı.

5. Dilde milliyetçilik hareketleri­nin kuvvetli bir çığır halini almadığı o devirde, halk Türkçe’sinin inceliklerini bil­meyen Servet-i Fünûncular için, Servet-i Fünûn dilinden başka bir lisan kullan­mak kolay değildi.

6. Servet-i Fünûn lisanı, sade Türkçe bakımından za­rarlı olmuş, fakat edebiyat sanatının gelişmesine ve daha zengin bir ifade va­sıtası bulmasına hizmet etmiştir.

7. Fikret'in, Cenab'ın, Süleyman Nazif'in şiir ve ne­sirlerinde örneklerini gördüğünüz ve Halid Ziya'nın yazılarında süslü cümleleriy­le karşılaştığınız Servet-i Fünıın dili, sanatkârlarının zevkle, hatta sevgiyle kul­landıkları bir lisandı.

8. Bu dil, aşırı bir şekilde Farisî terkipleri ve birtakım Ede­biyat-ı Cedîde vasf-ı terkibîleri ile, yani Fars kaidesiyle yapılan birleşik sıfatlar­la süsleniyor, kolaylığını, ahengini ve akıcılığını bu güzel, fakat yabancı unsur­lardan alıyordu.

9. Zaman zaman: Sâât-ı semenfâm = Yasemin renkli saatler gibi, devrin klasik lisan kurallarına ve klasik söyleyiş mantığına aykırı olarak yapılan bu yabancı terkiplerin Servet-i Fünûn diline -bütün itirazlara rağmen- bir ve­cize zarifliği ve bir vecize zenginliği verdiği meydandadır.

10. Servet-i Fünûn Edebiyatı'nın en önemli başarısı, edebiyat türlerinde yaptığı yeniliklerde ve bu türlere daha Avrupaî bir görüşle bakmasındadır. Bu sebeple, Edebiyat-ı Cedide'yi, belli başlı edebiyat türlerine göre gözden geçirmek yoluyla tanıtmak daha yerinde olur.

SERVET-İ FÜNUN ŞİİRİ

1. Edebiyat-ı Cedide şiiri, gerek dil, gerek şekil, gerek şiir anlayışı bakımından Tanzimat şiirinden epey fark­lıdır. Servet-I Fünûn şiirinde her şeyden önce, bir musiki zevki ve kuvvetli bir musiki lisanı vardır. Bu lisan, dış musikisi, vezin ve şekil kusurluğu bakımından en ziyade Fikret'in nazmında gelişmiş; iç musikîsi, yani doyurucu şiir olabilmek özelliğini de en çok Cenab'ın şiirlerinde göstermiştir.

2. Ede­biyat-ı Cedîde şairleri, açık ve kapalı hecelerden kurulu Türkçe’ye Divan edebiyatı yüzyıllarının kazandırdığı üçüncü heceyi, yani, uzun heceyi mısralarında Türk­çe’nin tabiî bir sesi gibi kullanmışlardır.

3. Servet-i Fünûn şairleri, aruzun Türk dili musikisine en uygun kalıplarına zevkle ve ihtimamla seçerek kullanmış, Türkçe’yi bu vezinlere yerleştirmekte ustalık göstermişlerdir.

4. Edebiyat-ı Cedide şairlerinin nazım şekilleri bakımından yaptıkları değişik­lik, Avrupa şiirinin klasik bir nazım şekli olan sonnet'yi kullanmaları ve yine aruz vezniyle bir serbest nazım hareketi yapmalarıdır.

5. Onların, Divan şiirindeki müstezat şeklini genişleterek yaptıkları bir serbest nazım cereyanı, bilhassa Fikret ve Cenab gibi şairler tarafından başarıyle yürütül­müştür.

6. Kafiye anlayışları da şekilden çok ses benzerliğine dayanır. Ser­vet-i Fünûncular bu anlayışı, Recaîzade Ekrem'in, kafiye göz için değil, kulak içindir· cümlesiyle ifade ediyorlardı.

7. Divan şiirinde bir mısra, ya da bir beyitte tamamlanan manzum cümle an­layışı da, kesin olarak Servet-i Fünûncular tarafından değiştirilmiştir. Bir sözün bir beyitte başlayıp, diğer bir -veya birkaç- beyit boyunca de­vam ederek, bir başka beytin ortalarında bitmesi tarzındaki serbest söyleyişi, ke­sin olarak -ve âdeta kendi şiirlerinin karakteristik vasfı halinde- tatbik eden şairler, Servet-i Fünûn şairleridir.

8. Edebiyat-ı Cedîdecilerin şiirde yaptıkları diğer bir yenilik de, onun mevzuu­nu genişletmiş olmalarıdır: Şiirimizde önce Hamid'in eserlerinde başlayan bu çe­şitlilik, Servet-i Fünûncuların elinde hızla yayılmış ve Türk dilini hayatın iyi, kötü, çirkin, güzel, her hali, her duygusu, her düşüncesi, her sesi, her hadisesi için. şiir söylemek yolunda bir gelişmeye ulaştırmıştır. Ancak bu çeşitlilik, şiirleşen heyecanların yüceliğine engel olmamış, Servet-i Fünûncular, âdî duyguları, âdi sözlerle söyleyip, şiiri bayağılığa düşürmemişlerdir.

SERVET-İ FÜNÛN HİKÂYE VE ROMANI :

1. Bu edebî tür, daha Tanzimat yıl­larında bile, yeni şiirin gördüğü ölçüde itiraz görmemiş, bünyesindeki Avrupaî yenilikleri Türk hayat ve edebiyatına daha kolay kabul ettirmiştir. Bunun baş­lıca sebebi, gazeteciliğin kuruluşundan beri edebiyatta nesrin daha geniş bir rağ­bet görmesi, nazmın ise hemen yalnız şiirde kullanılan bir ifade vasıtası haline gelmesidir.

2. Roman, Türk edebiyatında âdeta yepyeni bir edebî tür diye karşı­lanmış, onun, eski ve manzum Şark hikâyelerinin yerini aldığı, muhafazakârlarca fark edilmemiştir. Bu sebeple, önce tercüme eserlerle başlayan Avrupaî Türk ro­manı, kısa zamanda telif eserlerin yazılmasını teşvik eden, geniş bir rağbet gör­müştür.

3. Servet-i Fünûn romancıları arasında ilk öğrenimlerinden beri, Avrupa dillerini ve edebiyatlarını öğrenmiş bulunanlar vardı. Bunlar, roman zevkini ya doğrudan doğruya Batı edebiyatından, yahut yine Batı tesiri altında gelişen Tan­zimat romanından almış bulunuyorlardı. Yeni romancılar, eski Türk edebiyatına zevk, şekil ve edebî anlayış bakımından bağlı bulunmadıkları için, Türkiye'de Av­rupaî roman ve hikâyenin gelişmesi yolunda tam bir cesaretle ve geriye bakma­dan çalışabilmişlerdir.

4.Tanzimat'ın hikâye ve romanı, Fransız romantiklerinden biraz da realistler­den örnek almıştı. Servet-i Fünûn romancılarına örnek olanlar da, genel olarak realist ve natüralist Fransız edebiyatıyle, yine Fransa'da bir psikolojik roman çı­ğırı açan yazarlardır.

5. Batı'ya dönüşün kuvvetli oluşu ve eski Doğu'dan hatıra taşımayışı yüzünden, Servet-i Fünûn romanının yalnız roman mimarîsi değil, hayatı ve kahramanları da biraz Avrupaîdir. Bununla beraber, Edebiyat-ı Cedîde romancılarının roman dünyamıza içinde bulundukları sosyal hayattan bazı kuvvetli tipler ve sahneler getirdikleri inkâr olunamaz. Halid Ziya'nın Mai ve Siyah romanındaki Ahmet Ce­mil tipi, Aşk-ı Memnu'daki Firdevs Hanım, Nihâl ve Bihter, o devir İstanbul'unda yaşamışlardı.

6. Servet-i Fünûn'un küçük hikâyesi, daha çok, Sami Paşazade Sezaî'nin ulaş­tığı merhaleden harekete geçmiş durumdadır. Servet-i Fünûn yazarlarının kitaplar dolusu küçük hikâyeler yazmaları çok önemlidir, Bu yazarların yaşadıkları çağ­lar, Türkiye'de küçük hikâye edebiyatının altın devri sayılır. Küçük hikâyenin, yazarlar ve okuyanlar arasında gördüğü rağbet, Servet-i Fünûn'dan sonra da yeni birtakım küçük hikâyecilerin yetişmesini sağlamıştır.


TEVFİK FİKRET

Servet-i Fünûn edebiyatının önde gelen şairi olarak başladığı sanat hayatını, çağının sorunlarına yönelen toplumsal içerikli şiirlerle sürdürmüş bir şairimizdir.

24 Aralık 1867'de İstanbul'da doğdu, 19 Ağustos 1915'te aynı kentte öldü. Asıl adı Mehmet Tevfik'tir. Çocuk yaşta annesinin ölümü ve babasının uzun yıllar sürgünde olması onu yaşamı boyunca etkiledi. Ortaöğrenimini önce Mahmudiye Rüştiyesi'nde, sonra da Galatasaray Sultanisinde yaptı. Burada Recaizade Ekrem'in öğrencisi oldu. Duygulu kişiliği onu genç yaşlarda şiire yöneltti.

1888'de Galatasaray'ı bitirdikten sonra Hariciye Nezareti İstişare Odası'nda (Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi) kâtip olarak göreve başladı. Yeterince çalışmadan para aldığı gerekçesiyle buradan ayrıldı. Onun bu dürüst tutumu yaşamı boyunca çeşitli zamanlarda ortaya çıkacaktı. Daha sonra kısa bir süre sonra çeşitli memurluklarda bulundu. Ek iş olarak Ticaret Mekteb-i Alisi'nde hat ve Fransızca öğretmenliği yaptı. 1891'de Mirsad dergisinin açtığı şiir yarışmasında birinciliği kazanınca, edebiyat çevrelerinin dikkatini üstüne çekti. 1892'de Galatasaray Sultanisi'nin ilk bölümüne Türkçe öğretmeni atandı. 1894'te Hüseyin Kâzım Kadri (1870-1934) ve Ali Ekrem Bolayır'la (1867-1937) birlikte Malûmat dergisini çıkartmaya başladı. 1895'te hükümetin bütçede kısıntı yapma gerekçesiyle memur maaşlarının yüzde onunu kesmesine tepki olarak Galatasaray'daki görevinden istifa etti ve inzivaya çekildi.

1896'da, eski öğretmeni Recaizade Ekrem'in aracılığıyla Servet-i Fünûn dergisinin yazı işleri yönetmenliğine getirildi. Aynı yıl Robert Kolej'e Türkçe öğretmeni olarak atandı. Bu dönemde Abdülhamid yönetimi aydınlar üstündeki baskısını giderek yoğunlaştırıyordu. Sansür ve jurnalcilik bütün hızıyla işliyordu. Tevfik Fikret o günlerde bir dost evinde okuduğu II. Abdülhamid'i eleştiren bir şiiri nedeniyle gözaltına alındı. Evi arandı, söz konusu şiir ele geçmeyince serbest bırakıldı. Bir süre sonra, bu kez ahlaki açıdan yıpratılmak için, Robert Kolej'deki bir çaya karısıyla birlikte gitmesi bahane edilerek yeniden göz altına alındı. Bütün bunlar ondaki "inziva" düşüncesini daha da derinleştirdi. Bu düşünce, Servet-i Fünûn öbür yazarlarınca da benimseniyordu. Bir ara hepsi birlikte Yeni Zelanda'ya gitmeyi, daha sonra Hüseyin Kâzım'ın Manisa'nın bir köyündeki çiftliğine yerleşmeyi düşündüler. Ama Fikret'in "Yeşil Yurt" şiirinde de açıkça görülen bu sıla ütopyası ve birlikte yaşama özlemi bir türlü gerçekleşmedi. Servet-i Fünûn'cular arasında görüş ayrılıkları başlamıştı. Bazıları dergiden ayrıldılar. Bir süre sonra Fikret de derginin sahibi ile anlaşamayarak yazı işleri yönetmeliğini bıraktı.

Bütün zamanını Robert Kolej'de geçirmeye başladı. 1901'de "inziva" düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla Rumelihisarı'nda Robert Kolej'in yamacında, planlarını kendi çizdiği Aşiyan adlı evi yaptırmaya başladı. Bugün Tevfik Fikret Müzesi olan Aşiyan 1905'de tamamlandı. Fikret, eşi ve oğlu Haluk'la birlikte buraya yerleşti. Çok az insanla görüşüyor, toplumcu bir tavırla kavga şiirleri yazıyor, bunlar İstanbul'da elden ele dolaşıyordu. "Sis", "Sabah Olursa", "Bir Lahza-i Taahhur" bu dönemin ürünleridir. Bu arada babasının, arkasından da, çok sevdiği kızkardeşinin yaşamlarını yitirmesi ve evinin Abdülhamit'in haber alma örgütünce sürekli gözetlenmesi onu büyük ölçüde etkiledi. Bu döneminde, özgürlük getireceğine inandığı İttihat ve Terakki'yi destekliyordu. 1908'de de, II.Meşrutiyet'in ateşli savunucuları arasına katıldı.

Meşrutiyet'ten sonra "inziva"sından çıktı, eski arkadaşlarıyla barışarak, Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahid'le birlikte Tanin gazetesini kurdu. Ama, gazete İttihad ve Terikki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıkıp, Hüseyin Cahid'le kavga ederek oradan da ayrıldı. Yeni Yönetimin önerdiği maarif nazırlığı görevini de geri çevirdi. Bu göreve getirilen Abdurrahman Şerefin çağrısıyla, Galatasaray Sultanisi'nin müdürü oldu bir süre önce yanmış olan okulun onarımını üstlendi. Bu arada, toplantı salonunu mescitin üstüne yaptırdığı gerekçesiyle tutucu basının ağır eleştirilerine uğradı. O günlerde 31 Mart Olayı patlak verdi. Fikret olayı protesto amacıyla önce kendini okulun kapısına zincirle bağlattı, ertesi günde istifa etti. Ancak öğrencilerin ve maarif nazırı Nail Bey'in ısrarlarıyla tam yetkili olarak göreve döndü. Ama sekiz ay sonra, yeni maarif nazırı Emrullah Efendi'yle anlaşamayarak bir daha dönmemek üzere Galatasaray'dan ayrıldı. Darülmuallimin ve Darülfünun'daki görevlerinden de istifa etti ve yeniden Aşiyan'a çekildi. Artık, İttihad ve Terakki İktidarına da muhalif olmuştu. 1912'de meclisin kapatılması üzerine, bu olayı meclisin 1878'de (Hicri tarihle 1295'te) kapatılmasına benzeterek "Doksan Beşe Doğru" şiirini yazdı. Bunu "Han-ı Yağma", "Sancak- Şerif Huzurunda" gibi şiirler izledi. Bu kez de İttihad ve Teraki'nin fedailerince izlenmeye başlandı. Modern pedagoji ilkelerine uygun bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkartmak gibi tasarıları olduysa da bunları gerçekleştiremedi. O günlerde, ağır şeker hastalığına yakalanmış olduğu anlaşıldı. 1914'te kolu şiştiği için bir ameliyat geçirdi. Tedaviye yanaşmaması sonucunda hastalığı iyice artarak ölümüne neden oldu.

Gençlik dönemindeki şiir denemelerinden sonra, Galatasaray'da Fransız şiiriyle tanışan kendi şiir bireşimini aramaya başlamıştır. Le Parnasse Contemporain dergisi çevresinde toplanan ve Parnasçılar olarak anılan şairlerden, özellikle de François Coppè'den etkilenmiştir. 19007de çıkan Rübab-ı Şikeste'de topladığı şiirlerinde görülen şiir anlayışında ve ses arayışında bu şairlerin etkisi olduğu düşünülebilir. Fransız edebiyatındaki "Şiirsel yazı" türünün etkisiyle dize sonlarını değişik fiil kipleriyle ya da fiilsiz bağlayan şiirleri, beyit bütünlüğünü kırıp düzeyi özgür bırakışı, aruz ölçüsünün katı kalıplarını genişletmiştir. Müstezat kalıbında yazdığı şiirlerindeki bu tür denemelerin, Türk şiirinde serbest nazma geçişi kolaylaştırdığı söylenebilir. Rübab-ı Şikeste'deki "Sis", "Sabah Olursa", "Hemşirem İçin", "İzled " gibi toplumsal konulara ağırlık veren şiirlerin yanı sıra, günlük konuşma diline yatıştığı "Balıkçılar" ve benzeri şiirlerinde izlenimci bir hava görülür. Ama, "Balıkçılar" dakiyalın söyleyişe bütün şiirlerinde rastlanmaz. Servet-i Fünûn'cuların çoğunda görülen dil seçkinciliği, onun şiirinin de özelliğidir. Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde sözcük kullanımına örnek verilirken çoğunlukla Fikret'in şiirlerinden alıntı yapılması da bunun kanıtıdır. Onun, şirini zedeleyen bu tutumu, müzikal anlatımı öne çıkartmış, ama bazı şiirlerini de yer yer söylev havasına sokmuştur.

Fikret'in doğa şiirlerinde, doğayla neredeyse örtüşmeye varan bir uyum vardır. "Yağmur" şiiri, yağmur damlarının cam üstüne düşüşünü andıran bir sesle kurulmuştur. Fikret'in betimlemelerindeki ayrıntı ustalığı onun ressam kişiliğiyle de ilgilidir. Şiirlerindeki karmaşık dil resimlerinde görülmez. Çoğu tablosunda yalın bir ayrıntı arayışı göze çarpar. Pastel renklere ağırlık verişi, şiirlerindeki hüzünlü söyleyişi anımsatır. Güleriz Ağlanacak Halimize adlı kendi portresinde ve Aşiyan tablosunda ise stilize bir anlatım vardır.

SANATI VE ESERLERİ

Tevfik FİKRET’in sanat hayatını dört devreye ayırabiliriz.

A)Gençlik şiirleri

B)Olgunluk çağı

C)İkinci meşrutiyet sonrası

D)Son yılları

A)GENÇLİK ŞİİRLERİ: Bu devir şiirleri Mirsad ve Malumat dergilerinde çıkar.Mirsad’ı çıkaran İsmail SAFA,onu himayesine alarak kıymetli bir şair olarak takdim eder.Bu şiirlerin atmosferi iyimserdir.Mirsad’ın “sitayiş-i hazret-i padişahı” konusunda açtığı yarışmada birincilik kazanır.

Mirsad kapatıldıktan sonra FİKRET Malumat’ta yazmaya baslar.Burada da şiirlerin atmosferi iyimserdir ve Abdülhak HAMİT’le ve Recaizade Mahmut EKREM’den etkilenmiştir.Burada henüz kendine has bir üslubu yoktur.Eski edebiyattan alma hayal, mazmun ve kelime oyunlarına sık rastlanır.

Malumat dergisine şiir yazdığı yıllarda (1893-1896) batıyla ilgilenmeye başlar.Avrupa metinlerini okur, onlar üzerinde düşünür,tercümeler yapar,taklide çalışır.Burada önemli olan şiir üzerinde düşünmeye başlamasıdır.

Şinasi’den Ekrem’e kadar gelen devrede şiirde en önemli eksiklik resim duygusudur.Fikret bu eksikliğin farkına varır.Resme önem verir ve Türk Edebiyatı’nda ilk defa açıkça duygulardan bahseder. Ressam olması onun resim,şiir ve musikinin yakınlığını kavramasına yardımcıdır.

Şiir görüşü şu şekilde açıklanabilir;Fikret ilk önce hayal kuruyor hayalinde bir tablo oluşturup onu yazıyor.Hayal kurmadığı zaman resimlerden, hikayelerden ve batılı eserlerden yararlanıyor. Kaynak ne olursa olsun hareket noktası daima bir tablodur.

Şiirin zor bir iş olduğunu anlamış ve üzerinde düşünmüştür.Vezin, kafiye ve iç ahenge dair yeni fikirler oluşturmuştur.

Bu devrede yazdığı makalelerde okuduğu çeşitli yazar ve kitaplardan bahseder.Bu devrede dikkati belli bir yazar ve akım üzerinde durmuyor daha çok tercüme üzerinde duruyor bu da üslubunun pekişmesini sağlamıştır.Bu devirde verdiği şiirlerde iyimserdir.Duygular aşk konusunda çevrelenir.Malumat dergisinde gençlik döneminin ikinci bir safhası gözlenir.Artık eskisi gibi kelimelere takılıp kalmamış;mana , nüans ,renk ve duyuş tarzına önem vermiştir.Bu şiirleri ile yeni bir mısra yapısına kavuşur.Şiirleri monotonluktan kurtulur.

B)OLGUNLUK ÇAĞI: (1896-1900) Servet-i Fünun’da çıkan şiirleri ve Rübab-ı Şikeste’de de ki şiirleri içerir.1896 dan sonra şairin hayata bakış açısında büyük değişiklikler olmuştur.Bu zamana kadar hayata,aşka ve Allah’a inanan şair yavaş yavaş kötümser olmaya,hayattan şikayete, sevmemeye, dine karşı kayıtsız hatta dinsiz ve isyankar bir tavır almaya baslar.

Bu devrede yazdığı ve Servet-, Fünun’da yayınladığı şiirlerin büyük bir kısmını Rübab-ı Şikeste’de toplar.

Şiirlerini ana başlıklar altında toplayacak olursak;

a) Kendi benliğini ve duyuş tarzını anlattığı şiirler; hakikatten çekindiğini kainatın sınırsızlığının kendisini korkuttuğunu anlatır. Şiirin özünü;hakikatten korkma,diş alemden çekilme,aldatıcıda olsa hayata sığınma motifleri oluşturur.Rübab’ın başında “Süha ile Pervin” şiiri kendisini anlattığı bir şiir olmasa da şairle Süha arasında benzerlikler vardır. Bu “ölüm arzusu” dur.ölüm arzusu da gerçek hayata ayak uyduramayışın bir sebebidir.

1896-1900 yılları arasında bu tip şiirler yazmıştır. Önceleri ızdıraptan zevk alırken sonraları bunu bir hayat felsefesi haline getirir.

b) Sanatla ilgili şiirler; bir çok şiirinde sanat gayretinden bahseder. “Resim Yaparken” adlı şiiri onun bu eser üzerinde günlerce çalıştığını gösterir.Diğer Servet-i Fünun’ cular gibi Fikret’te bütün sanatlar içinde musikiye büyük önem verir. Kitabının adı bile bir musiki aletinden gelir.

c) Kötümserlik; 1895’den sonra Fikret hayat karşısında kötümser bir tavır alır.Bunun en önemli örneği “Gayya-ı Vücut” şiiridir.Şiirde iğrenç bir bataklık tasviri yapar.İnsan,bütün çirkinliğine rağmen bu zehirli aynaya bakmaktan kendini alamaz.Hayat bu bataklığa benzer,insan kurtulmak istedikçe batar.

d)Hayal şiirleri; gerçekten korkan ve hayata kötümser bir gözle bakan Fikret bu devirde kurtuluşa hayal,aşk ve sanatla bulur.”Hayal” ve “Hayalime” şiirlerinde bunları açıkça görebiliriz.

e) Aşk şiirleri; Fikret şiire aşk şiirleri yazarak başlamıştır.Fikret sevgiliyi kendisine sığınılan bir koruyucu varlık olarak görür. Şair için sevgili bir aşiyandır. Rübab’da yer alan aşk şiirlerini eşi ve kısa süren aşk maceralarıyla ilgili olarak ikiye ayırmak mümkündür. Eşiyle ilgili şiirler daha ziyade beraber yaşamış olmanın verdiği bağlılık duygusunu anlatır. “Birlikte” şiirinde şair hayatın acılarına beraberce daha kolay katlanılacağını ifade eder.Kısa süreli aşk hikayelerini anlatan şiirlerinde basmakalıp olmayan gerçek yaşanmış duyguları anlatır.

f) Tabiat şiirleri; Tanzimat’tan sonra Türk Edebiyatı’nda batılı edebiyatın tesiriyle de yeni bir edebiyat görüşü görülmeye başlar. Hamit ve Ekrem Türk Edebiyatı’na romantiklerin tabiat görüşünü getiriler.

Ressam Fikret de bu temayüle uyarak göze hitap eden tabiat tasvirleri yapmıştır.Böylece Türk şairleri mistik veya metafizik tabiat görüşünden uzaklaşarak tablo alma gayesi güden veya şairin ruh haline dekor ve sembol vazifesi güden yeni bir tabiat şiirine gitmişlerdir.Şairin hareket noktası tabiat değil doğrudan doğruya tablodur.

Fikret’in en güzel tabiat şiirlerinden biri “Mai Deniz”dir. Şair burada tabiatı sadece gözle seyretmez.Deniz onun duygularına bağlı bir varlık haline gelir.Bu şiir 1899 da şairin huzursuzluğunun ve kötümserliğinin doruk noktasında yazılmıştır.

Izdıraptan acıdan zevk alan Fikret Servet-i Fünun’da çıkan bazı şiirlerinde tabiatın hüzün verici mevsim,manzara ve saatlerini tasvir etmiştir.Bu şiirlerin bir kısmı “Hazan Yadigarları” ve “Evrak-ı Siyah” genel başlıkları altında çıkmıştır.

Fikret 1898-1899 yıllarında, marttan başlayarak şubata kadar her ayın tabii manzarasını veya onun kendisinde uyandırdığı çağrışımları tasvir eden şiirler yazmış ve bunlar Servet-i Fünun’da “Avengi şuhur” genel başlığı altında muhtevasına uygun resimlerle süslenerek yayınlanmıştır.

g) Haluk, 1895’te doğan Haluk, Fikret’İn hayatında ve dünyaya bakış tarzında önemli bir rol oynar.Mizac itibariyle kötümser olan Fikret’i hayata bağlayan amillerin başında oğlu Haluk gelir. 18952de yazdığı “Haluk İçin” şiirinde Fikret, bir insana heyecan veren şeyleri sıraladıktan sonra bunların hiçbirinin bir çocuğun verdiği duyuyla kıyaslanamayacağını ifade eder.Aynı yıl çıkaran “Tecdid-i İzdivaç” şiirini Fikret belkide Haluk’un doğumu münasebetiyle yazmıştır.Şiirde birbirinden soğuyan karı kocayı birleştiren yegane bağın çocuk olduğu fikri hakimdir.

h) Kız kardeşi; Fikret’in şahsi duygulardan beşeri fikirlere yükselişinin başka bir örneğini kız kardeşi Sıdıka Hanım’ın ölümü üzerine yazdığı “Hemşirem İçin” adlı şiirde görmek mümkündür.

ı) Portreler; Rübab’ın dikkat çekici bölümlerinden biri , Fikret’in sevdiği şairlerin maddi ve manevi portrelerini çizdiği “Aheng-i Tesavir” dir. Fikret Rübab’ın “Eski Şeyler” bölümünde “Musset İçin” adlı şiirinde bu Fransız şairini yüceltir,fakat onun ferdi özelliklerine temas etmez.Yine aynı yerde bulunan “Nijad’a” adlı şiirinde Ekrem’in oğlunu tasvir eder.

j) Merhamet şiirleri; Fikret’in bu devrede yazdığı sosyal sayılabilecek şiirler,hayata kötümser bir gözle baktığı manzumelerdir.Fikret’in Servet-i Fünun devrinde yazdığı sosyal konulu merhamet şiirleridir. Realist olan Servet-i Fünun’cular, mesela Halit ZİYA ve Hüseyin CAHİT küçük hikayelerinde fakir ve orta halli insanları anlatmışlardır. Fikret bu tarz şiirlerde Fransız Coppée den etkilenmiştir.

k) Vatani şiirler;1897 Türk-Yunan savaşı dolayısıyla Fikret de bazı vatani şiirler yazmıştır.Fikret bu şiirlerinde de Coppée den etkilenmiştir.

l) Dini konulu şiirler; Rubab-ı Şikeste’de dini konulu eserlerde vardır.Allahüekber sesi Şiilerde etrafta akisler yaparken şair tabiatın adeta zikrettiğini düşünür.şiirlerde tabiat duygulu kılınmıştır.

Şiir din konusunu işlemekle beraber, yapı ve tasavvur bakımından diğer tablo şiirlerden farksızdır.

Bir şiirinde bayram sabahının dini manası üzerinde hemen hemen hiç durmaz.Fikret, bu şiirinde ne içten yaşadığı din duygusunu ifade etmiş ne de dinin sosyal ve metafizik manası üzerinde durmuştur.

Fikret bir tarihten sonra dini duygularını kaybetmiş, sadece gözlerine hitap eden renk ve ışıktan ibaret,boş bir manzarayla karşı karşıya kalmıştır.

1900-1908 YILLARI ARASINDAKİ ŞİİRLER;

Fikret bu devrede yazdığı şiirleri “Tarih-i Kadim” hariç Rübab-ı Şikeste’nin ikinci meşrutiyetten sonraki baskısına almıştır. Bu devirdeki en önemli şiirlerinden biri “Kocaman Saat” tir. Bu saat şair zaman duygusunun ne kadar önemli olduğunu anlatır. Saatin sesi şaire ölümü çağrıştırır.Kötümser hava taşıyan bir şiirdir. Bu devrin en önemli şiiri “Sis” tir. Bu şiir şairin daha önce bir çok örneğini verdiği sembolik tablo veya tasvir şiirlerinin belirli bir mekan,zaman ve sosyal hayata tatbikinden ibarettir. Burada yeni olan hitabet tonu ile lanetlemektir. Koptuğu şehir ve toplumu Fikret açık bir şekilde Sis şiirinde tasvir eder. Şiirin muhtevasını

a) şehrin genel görünümünün bıraktığı genel izlenim

b) şehri vücuda getiren çeşitli maddi varlık ve onların temsil ettiği mana

c) şehirde yaşayan insanlar,onların ahlak davranışları,çeşitli zümreler ve tipler olmak üzere 3 kısma ayırmak mümkündür.

Bu dönemde tarih,din ve Osmanlıyı kötüleyen “Tarih-i Kadim” şiirini azmış,Mehmet Akif ERSOY da “Süleymaniye Kürsüsü” şiirinde Fikret’i zangoçlukla suçlamıştır.

Yine bu dönemde Ermeni Suikasti ile ilgili olarak “Bir Lahza-i Teahhur” şiirini yazmıştır. Ancak suikastin nedeninin yönetime karşı değil doğuda ermeni devleti kurmaya yönelik olduğunu öğrendiği zamanda şiirini yayınlamaktan kaçınmamıştır.

SİS

Satrmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid,

Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid,

Tazyikının altında silinmiş gibi eşbâh;

Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;

Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar

Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar.

Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,

Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim;

Ey sahn-ı mezâlim... Evet, ey sahn-ı garrâ,

Ey sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pirâ!

Ey şâ'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;

Şarkın ezeli hâkime-i câzibedârı;

Ey kanlı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret

Perverde eden sine-i meshûf-i sefâhet;

Ey Marmara'nın mâi deragüşu içinde

Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;

Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir

Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;

Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ;

Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşâ.

Hâricden, uzakdan açılan gözlere süzgün,

Çeşmân-ı kebudunla ne mûnis görünürsün.

Mûnis, fakat eıı kirli kadınlar gibi mûnîs;

Üstünde coşan giryelerin hepsine bi-his.

Te'sis olunurken daha, bir dest-i hıyânet

Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet.

Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,

Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.

Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffü

Yalnız bu... ve yalnız bunun ümmîd-i tereffü'.

Milyonla barındırdığın ecdâd arasından,

Kaç nasiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan;

Örtün, evet, ey hâile.. örtün evet ey şehr;

Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;

Katil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;

Ey dahme-i mersûs-ı havâtır, ulu mâbed;

Ey gırra sütunlar ki birer dîv-i mukayyed.

Mâzîleri âtilere nakl etmeğe me'mur,

Ey dişleri düşmüş, sırıtan kafile-i sûr;

Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;

Ey doğruluğun mahmîl-i ezkârı minârât;

Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;

Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer

Te'min edebilmiş nice bin sâil-i sâbir,

Geçmişlere rahmet,. diyen elvâh-ı mekabir;

Ey türbeler, ey her biri pür-velvele bir yâd,

İkaz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;

Ey mâ'reke-i tıyn u gubâr eski sokaklar,

Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar;

Virâneler, ey mekmen-i pür hâb-ı eşirrâ;

Ey kapkara damlarla. birer mâtem-i ber-pâ

Temsil eden âsüde ve fersûde mesâkin,

Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın

Gam-dide ocaklar ki merâretle somurtmuş,

Yıllarca zamandan beri tütmek ne... unutmuş,

Ey mîdelerin zehr-i tekazâsı önünde

Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadide,

Ey fazl-ı tabiatle en âmâde ve mün'im

Bir fıtrata makrün iken aç, âtıl u âkım,

Her nîmeti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı

Gökten dilenen züll-i tevekkül ki... mürâyi!

Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtaz,

İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz,

Ey girye-i bi-fâide, ey hande-i zehrin,

Ey nâtıka-i acz ü elem; nazra-i nefrîn:

Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra; nâmus,

Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâbûs,

Ey havf-ı müsellâh, ki hasârâtına râci'

Öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli';

Ey şahsa -masüniyet ü hürrîyete makrun

­Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kanun,

Ey vâ'd-ı muhâl, ey ebedi kizb-i muhakkak ,

Ey mahkemelerden mütemâd sürülen hak;

Ey savlet-i evhâm ile bîtâb-ı tahassüs

Vicdanlara temdid edilen gûş-ı tecessüs,

Ey bim-i tecessüsle kilitlenrniş ağızlar,

Ey şöhret-i milliye ki, mebguz u nıııhahkar;

Ey seyf ü kalam, ey iki mahıkum-ı siyâsi,

Ey behre-i fazl u edeb, ey çehre-i mensî;

Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeğe me’luf;

Eşrâf u tevabi' koca bir unsur-ı mâ’ruf;

Ey re's-i fürübürde ki ak hak, fakat iğrenç;

Ey tâze kadın, ey onu tdkîbe koşan genç;

Ey mâder-i hicrân-zede, ey hemser-i muğber,

Ey kimsesiz, âvâre çocuklar... hele sizler!..

Hele sizler!

Örtün, evet ey hâile... örtün, evet ey şehr

Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

SİS

Realiteden nefret eden Servet-i Fünün'cular, ruhlarını tabiat,aşk ve hayal ile avutmaya alışırlar. Fikret ''SİS'' adlı şiirini derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde kaleme almıştır.

''SİS'' şiirinde Fikret'in kötümserliği,İstanbul'un maddi,manevi bütün varlığına karşı duyulmuş kuvvetli bir nefret halinde kendini gösteriyor.Türk edebiyatında İstanbul ilk defa SİS ile menfur ve mel'un bir şehir olarak ele alınmıştır.Eski Türk edebiyatında Nedim ve Nabi İstanbul'u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvif etmişlerdi. Fikret'in bu ''mel'un şehir'' görüşünü,batılı yazarlardan almış olması çok muhtemeldir.Galatasaray ve Kolej muhitinde yabancılarla yakın temasta bulunan Fikret'in onların umumiyetle Şarka,Osmanlı İmparatorluğuna ve İstanbul'a bakış tarzını benimsemiş olması da mümkündür.

Fikret'in İstanbul'a bakış tarzı,kendisinden sonra,Meşrutiyet ve ilk Cumhuriyet devirlerinde Türk edebiyatına çok tesir etmiştir.

''SİS'' şiirinin kuvvetli,sadece Fikret'in nefret duygusunun şiddetinden değil,aynı zamanda sanatının hususiyetinden ileri gelir.Fikret'in şiiri de resmin tesiri altındadır.Servet-i Fünün'cular gibi o da bir manzarayı,bütün teferruatına kadar tasvir etmekten ve ona bir ruh hali vermekten hoşlanıyor.

''SİS'',Servet-i Fünün edebiyatının başlıca ifade mekanizmasını teşkil eden şu esasa dayanıyor: dış dünya ile ruh hallerini birleştirmek;başka bir deyişle maddiyi manevi maneviyi d maddi kılmak.Fikret ''SİS'' te İstanbul'un maddi unsurlarını şehrin ruhunun dış görünüşü olarak tefsir ediyor.Başta sis ve arkasından hayal meyal seçilen şehir tasvir olunmuştur.Daha sonra şehrin şairde bıraktığı umumi intiba,maddi güzellik ile ''ahlak çöküşünü'' birleştiren ''güzel fahişe'' imajıyla anlatılıyor.Bunu şehrin mimarisinin tasvir ve tesfiri takip ediyor.Nihayet, onun bozulmuş ruhundan ve insanlarından bahsolunuyor.Bu geniş, kasvetli,karanlık,köhne,kokuşmuş manzaranın üzerinde sis tekrar edilen ''örtün...'' beyti ile nefret ve lanet dolu bulutlar gibi dolaşır.Gözlerimiz bu korkunç tabloyu izlerken kulaklarımız şairin nefret ve merhamet dolu ''ey'' nidalarıyla doluyor.Fantastik bir maceraya ağır ve boğucu bir musiki refakat ediyor. ''SİS'' şiiri,bir tek hakim duygunun tesiri altında kaynaşan ve aynı duyguya iştirak eden bir sürü teferruattan mürekkeptir.Şairin teferruatı şiirde nasıl işlediğini inceleyelim;

1 Şiirin başında sisin anlatıldığını söylemiştik.Fikret burada sisin maddi görünüşü ile manevi tesirlerini tasvir ediyor.

2 İkinci kısımda konu şehrin bıraktığı genel intibadır.Şehir onüç mısra devam eden ''güzel fahişe'' imajı ile tasvir ediliyor.Servet-i fünün'cularda güzellik ve ahlak kavramlarından güzellik ön plana çıkarken,Fikret'te ahlak kavramı önplanda yer almaktadır.Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de Fikret'in İstanbul’un kendisinden değil,içerisindeki ahlaki çöküşten nefret ettiği gerçeğidir.

3 Üçüncü kısımda, her mısrada şehrin mimarisini oluşturan unsurlardan biri ele alınıyor.Fikret'in bu noktada tasvir tarzı korkunçtur.ona göre kuleler kanlı, surlar dişleri düşmüş sırıtan kafile gibidir

İstanbul'u bu yönleriyle ele alan Fikret'i tarihe ve dine büyük bir sevgi beslememesine bağlayabiliriz.

4 Bu şehri sukut ettiren amiller nelerdir?''SİS''in son kısmında şair bu soruya cevap vermiştir.Bu şehri dolduran insanların ruh çürümüş,ahlakı bozulmuştur.Bu şehirde açlık korkusu ile her alçaklığı yutan insanlar yaşar.Onları bu yaşayışa iten ''tevekkül'' anlayışlarıdır.Allah'a inanan ve güvenen insan fikrine karşı,kendine ve tabiata inanan ve güvenen insan fikrini ortaya koydu.Ona göre istikbali yaratacak olan Haluk böyle bir tip olacaktı.

Fikret'e göre Abdülhamit korktuğu için milleti sindirmiş,anayasayı ortadan kaldırmış,ordu ve memur sınıfı siyasi mahkum derecesine düşmüştür.Memleket meselelerine kayıtsız olan gençlik ise kadın peşinde koşmaktadır.Baştan sona kadar nefret hissi içinde olan ''SİS'' hicranlı annelere,kimsesiz ve avare çocuklara karşı olan merhamet hissi ile sona erer. ''SİS'' şiirinde Fikret, Meşrutiyet'ten önceki sanatının doruk noktasına erişir.''SİS'' in üslubu Servet-i Fünun'cuların ''pitoresk ve müzikal üslup'' ideallerine tamamıyla uygundur.Onların yabancı kelime ve terkiplere düşkünlükleri bundandır.Varlıkları ayrı ayrı tas ve tasvir endişesi,,onları sıfat ve isim tamlamalarına götürüyor.Farsça terkip mekanizması,küçük imajlara bir bütünlük veriyordu.Dil musikisi de onlara yabancı kelimeleri sevdirmiştir.''SİS''in mısraları ayrı ayrı incelenirse, burada bir sürü fonetik oyunları görülür. Namık Kemal ve Ziya Paşa'da , mücerret fikirlerin vezin ve kafiyeye sokulmasından ibaret olan sosyal şiir,Fikret'te çok sanatkarane bir şekil alır.Onda bahis konusu olan artık 'prensipler' ve 'hikmetler' değil, hayattan alınma sahneler ve manzaralardır.Sonuç olarak Fikret düşünce ve duygularını Canlı tablolar haline koydu ve onlara hitabete elverişli,heyecanlı bir sentaks ve musiki verdi.

Sabah Olursa

Bu memlekette de bir gün sabâ olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı kavî bir elin, kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temasiyle silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse...- O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayâta pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz;- o gün benden
Ümidi kes, beni kötrüm ve boş muhitimde
Merâretimle umut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarların seni mâziye çekmek ister;sen
Bütün hüviyet ü uzviyyetinde âtisin;
Terennüm eyliyor el'an kulaklarımda sesin!

Evet sabah olacaktır, sabâh olur, geceler
Tulû-ı haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
Bu mai gök size bir gün acır; melul olma
Hayâta neş'e güneştir, melâl içinde beşer
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların edebi iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-i âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli,
Zîya içinde koşun bir halas-ı meşkura.
Ümidimiz bu;ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!

(T. Fikret)

Balıkçılar
- Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder,
Bugün açız yine; lakin yarın, Ümid ederim,
Sular biraz daha sakinleşir... Ne çare, kader!

- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur;
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta...

- Olur;
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala;
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz...
Cocuk düşündü şikayetli bir nazarla: - Ya biz,
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz?

Hala
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi.

- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın;
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme...
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın;
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme,
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha!

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa.

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa?
- O gitmek istedi; "Sen evde kal!" diyor...
- Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem?

Kadın bu son sözle
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle
Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine
Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine.
Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan
Bir ihtilac ile etrafa ra'şeler vererek
Uğulduyordu...

- Yarın yavrucak nasıl gidecek?

şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
ılerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak -
şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah kaburgasını... Ah açlık, ah ümid!
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid
Eliyle engini guya işaret eyleyerek
Diyordu: "Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!"

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; "Yürümek,
Nasibin işte bu! Hala gözün kenarda... Yürü!"
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?

Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... ölüyor:
Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle,
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle,
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor;
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikayetler...

Tevfik Fikret


YAĞMUR

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler Küçük, tekdüze, ürkek vuruşlar

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz Kafeslerde, camlarda titreşerek

Olur dembedem nevha-ger, nağme-saz Durmadan türkü söyler, ağıt yakar

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz Kafeslerde, camlarda titreşerek

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler... Küçük, tekdüze, ürkek vuruşlar...

Sokaklarda seylabeler ağlaşır, Sokaklarda seller ağlaşır

Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır; Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;

Bulutlar karardıkça zerrata bir Bulutlar karardıkça zerrelere bir

Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir; Ağır, ölgün dalgalanma gelir;

Bürür bir soğuk, gölge etrafı hep, Bir soğuk gölge çevreyi bürür,

Nümayan olur gündüzün nısf-ı şeb. Gündüzden gece yarısı görünür.

Söner şimdi, manzur olurken demin Söner şimdi, görünürken demin

Hayulası karşımda bir alemin. Maddesi karşımda bir alemin

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere; Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;

Bakıldıkça vahşet çöker yerlere. Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.

Geçer boş sokaktan, hayalet gibi, Geçer boş sokaktan, hayalet gibi,

Şitaban u puşide-ser bir sabi; Koşarak bir çocuk, başı örtülü.

O dem leyl-i yadımda, solgun, tebah, O sıra, andığım gece, solgun ve bitkin,

Sürür bir kadın bir rida-yı siyah Sürür bir kara çarşafı bir kadın

Saçaklarda kuşlar -hazindir bu pek!- Saçaklarda kuşlar - acıdır bu pek! -

Susarlar, uzaktan ulur bir köpek. Susarlar, uzaktan ulur bir köpek.

Öter guş-i ruhumda boş bir enin, Öter ruhumun kulağında boş bir inilti,

Boğuk bir tezad-ı sükun u tanin; Boğuk bir sessizlikle tınlamanın çelişkisi

Küçük, pür heves, gevherin katreler Küçük, istek dolu, inci gibi damlalar

Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz Sokaklarda, damlarda hep titreşir

Olur muttasıl nevha-ger, nağme-saz Ezgi söyler durmadan, ağıt yakar

Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz Sokaklarda, damlarda hep titreşir

Küçük, pür heves, gevherin katreler... Küçük, istek dolu, inci gibi damlalar...


Tevfik Fikret (1897)

HAN-I YAĞMA()

Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazur!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır.

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir.

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtiamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab-u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar.

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayâlini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i bâlini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helâlini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
() : Yağma Sofrası

SEN OLMASAN

Sen olmasan... Seni bir lâhza görmesem yâhut,

Bilir misin ne olur?

Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücud

Bu leyl-i serd ile bir çâre-i teennüs arar,

Ve bulur;

Fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak

Bütün güneşle, semâlarla beslenen rûhu,

Bu rûh-ı mecrûhu?..

Sen olmasan... Seni bulmak hayâli olsa muhâl,

Yaşar mıyım dersin?

Söner ufûlüne bir lâhza kaail olsa hayâl;

Soğur, donar, kırılır senden ayrılınca nazar

Ne hazin

Gelir hâyât o zaman hem vücûda hem rûha,

Yaşar mıyız seni kaybetsek âh ben, kalbim,

Bu kalb-i muztaribim?

Sen olmasan... Bu samîmî bir îtirâf işte;

Sen olmasan yaşayamam:

Seninle rabıtamız hoş bir îtilâf işte;

Fakat bu râbıta hâlî mi rûhu ezmekten?...

Akşam

Gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu:

Fenâ değil sevişip ağlamak, fakat heyhât,

Bükâya değse hayat!..

TEVFİK FİKRET ÜZERİNE KİTAPLAR

Akyüz Kenan, Tevfik Fikret, 1947
Ayni, Mehmet Ali, Reybilik, Bedbinlik, Lailahilik Nedir? 1927
Aydın, Cazibe, Tevfik Fikret, Konfüçyüs, Rubens, 1961
Bayrak, Mehmet, Tevfik Fikret, 1973
Bezirci Asım, Bütün şiirleri, 3 cilt, 1984
Bilgegil, M. Kaya, Tevfik Fikret'in İlk Şiirleri, 1970
Bölükbaşı, Rıza Tevfik, Tevfik Fikret, 1945
Çamlıbel, Faruk Nafiz, Tevfik Fikret, Hayatı ve Eserleri, 1937
Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret, 1935
Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, 1963
Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret Malümam'ta, 1965
Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret Mirsad'da, 1965
Eşref Edip, İnkılap Karşısında Akif-Fikret, 1940
Eşref Edip, Tevfik Fikret'i Beş Cepheden Kırk Muharririn Tenkidi, 1943
Fuad Köprülü, Tevfik Fikret ve Ahlakı, 1918
Gölpınarlı, Abdülbaki, Tevfik Fikret ve Şiirimiz, 1941
İbrahim Alaeddin, Tevfik Fikret, 1927
Kaplan, Mehmet, Tevfik Fikret ve Şiiri, 1946
Kaplan, Mehmet, Tevfik Fikret, Devir-Şahsiyet-Eser, 1971
Karaca, Mehmet Selim, Akif'e Ve Fikret'e Dair, 1971
Memet Fuat (Bengü), Tevfik Fikret, 1979
Kemalettin Şükrü, Tevfik Fikret, Hayatı ve Şiirleri, 1931
Kiper, Kadri Ziya, Fikret'in Hayatı, 1947
Kudret, Cevdet, Tevfik Fikret-Son Şiirler, 1952-1968
Nayır, Yaşar Nabi, Tevfik Fikret, 1952
Nigar, Salih Keramet, Fikret'in Hayatı ve Eseri, İlhamı, 1926
Nigar, Salih Keramet, İnkılap Şairi Tevfik Fikret'in İzleri, 1943
Ozan, Kunt, Tevfik Fikret, 1937
Öngay, Mehmet, Tevfik Fikret, 1968
Özkırımlı, Atilla, Tevfik Fikret, 1978
Sertel Sabiha Zekeriya, Tevfik Fikret-Mehmet Akif Kavgası, 1940
Sertel, Sabiha Zekeriya, Sebilürreşatçıya Cevap, 1940
Sertel, Sabiha Zekeriya, Tevfik Fikret, İdeolojisi ve Felsefesi, 1946
Sertel, Sabiha Zekeriya, İlericilik Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret, 1969
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Tevfik Fikret, 1937
Sümbüllük, Esat S., Tevfik Fikret'in İman İhtiyacı Şiirinin Şerhi, 1946
Sümbüllük, Esat S., Tevfik Fikret'in Tarihi Kadim Unvanlı Manzumesinin Şerhi, 1947
Tanyu. Hikmet, Tevfik Fikret ve Din, 1970
F. R. Tuncor - S. Arıkan, Dante, Mimar Sinan, Sokrat, Tevfik Fikret, 1952
Unesko (Türkiye Milli Komisyonu), Tevfik Fikret, 1967
Uraz, Murat, Tevfik Fikret, Hayatı, Edebi Şahsiyeti ve Şiirleri, 1945
Uraz, Murat, Tevfik Fikret ve Kitaplarında Çıkmayan Şiirleri, 1959
Ülken, Hilmi Ziya, Tevfik Fikret, 1941
Ruşen Eşref, Tevfik Fikret, Hayatına Dair Hatıralar, 1919
Yücebaş, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Tevfik Fikret, 1959

YAŞAR NABİ Varlık Yayınları “Tevfik Fikret hayatı sanatı şiirleri İstanbul 1954 sayfa 274

”Rubab-ı Şikeste” ikinci basım Ahmet SAİT Matbaası 1945 İstanbul

Kemal AKYÜZ “Batı tesirinde Türk şiir antolojisi”

sayfa;222-235/275-276

“Bütün cepheleriyle Tevfik FİKRET” sayfa;10-13/42-46 Hilmi YÜCEBAŞ

”Türk büyükleri dizisi18” Tevfik FİKRET MEHMET KAPLAN sayfa; 7-35

Mehmet KAPLAN “Tevfik FİKRET devir şahsiyet eser” Dergah Yayınlaroı Ekim 1997 5. baskı sayfa;172

”Rübab-ı Şikeste ve Tevfik FİKRET1’in diğer eserleri İnkılap ve Aka Kitapevleri. Terkip ve telif eden Fahri UZUN 1973 İstanbul

“İlericilik,gericilik kavgasında Tevfik FİKRET” Sabiha SERTEL Çağdaş Yayınları Ekim 1996 İstanbul

“Tevfik FİKRET hayatına dair hatıralar RUŞEN EŞREF Hazırlayan; dr. SONGÜL TAŞ. Malatya 1998



CENÂB ŞEHÂBEDDİN

HAYATI VE SANAT ANLAYIŞI

Servet-i Fünun şiirinin kuruluşunda ve gelişmesinde Fikret’ten sonra en mühim yeri Cenâb Şehâbeddin alır. 1870’de Manastır’da doğan Cenâb, ilk ve orta öğrenimini İstanbul’daki askerî okullarda yaptıktan sonra, 1889’da Askerî Tıbbiye’yi yüzbaşı olarak bitirmiş ve ihtisasını yapmak üzere, 1890’da Paris’e gönderilmiştir. Bu süre içinde, şiirle de uğraşmış ve yazdığı şiirlerin bir kısmını Tâmât (1887) isimli küçük bir kitapta toplamıştı. Cenâb, sembolizmin rağbet görmeye başladığı bu tarihlerde Paris’te dört yıl kaldı ve tıptan çok edebiyatla ilgilendi. 1894’de İstanbul’a döndüğü zaman, artık gerek şekil ve gerekse muhteva bakımından, daha çok Fransız şiirlerine benzeyen şiirler yazmağa başladı. Bu şiirler Fikret’in de dikkatini çekerek, Servet-i Fünun’da, onları öven bir yazı yazdı. Bunun üzerine, Cenâb da Servet-i Fünun’a katıldı(1896). Bir yandan da, resmî doktorluk yapıyordu. Yirmi yıl süren bu meslek hayatında bulunduğu en büyük görevler, Suriye Vilayeti Sıhhiye Reisliği (1906) ve Dâire-i Umûr-i Sıhhiye Müfettişliği (1908) dir. 1908’den sonra, politika ile uğraşmaya başladı. Türlü gazetelerde, günlük politikaya ait birçok yazıları çıkıyordu. 1914’te kendi isteği ile emekliye ayrıldıktan sonra, aynı yıl, İstanbul Üniversitesi Fransızca Tercüme öğretmenliğine ve Edebiyyât-ı Garbiyye profesörlüğüne tayin edildi. İktidardaki İttihâd ve Terakkî Partisi’nden mühim sayılabilecek şahsî bir fayda sağlayamaması üzerine 1917’den sonra, muhaleet yapmaya ve Hürriyet ve İtilâf Partisi’ni tutmağa başladı. 1919’da, Tasvîr-i Efkâr gazetesi adına, Avrupa’da bir inceleme gezisine çıktı ve bu geziye ait izlenimlerini aynı gazetede Avrupa Mektubları adı ile yayınladı. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başlaması üzerine, Ali Kemal ile birleşerek, onun çıkarmakta olduğu Peyâm-ı Sabah’ta, Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadele aleyhine yazılar yazdı. Aynı yıl (1919), İstanbul Üniversitesi Osmanlı Edebiyatı profesörlüğüne ve Tedkîkât-ı Lisâniyye Encümeni üyeliğine tayin edildi. Cenâb, askerî ve siyasî olayların akışına kapılarak, Millî Mücadele’yi bazen yeren ve bazen de öven yazıları ile, Türk kamuoyunda büyük bir tepki uyandırmakta devam etti. Cumhuriyetin ilanından sonra, politikadan tamamiyle çekilerek, edebî incelemelerle uğraşmaya koyuldu. Arasıra, şiirler de yayımlıyordu. Yarı münzevi bir halde, 13 Şubat 1934’te, İstanbul’da öldü.

Bazı manzumelerinde Râik Vecdî takma adını da kullanan Cenâb, şiirlerini Evrâk-ı Leyâl adı altında toplamayı düşünmüşse de bunu başaramamış ve şiirlerinin mühim bir kısmı ölümünden sonra kitap halinde basılmıştır,

Cenâb’ın yetişme tarzı da, Fikret’inkinden pek farklı değildir. O da, önceleri, Divân nazmını yaşatmaya devam edenleri ve bu arada bilhassa Muallim Naci ile Şeyh Vasfi’yi taklit etmiş; ondan sonra, Ekrem ve Hâmid’e kayarak, onların yazdıklarını örnek tutmaya başlamıştır. Bunun içindir ki, içinde on yedi şiir bulunan ilk şiir kitabı Tâmât’ta, her iki tarzdaki şiirlere de rastlamak mümkündür. Paris’e gitmeden evvel kendisinde Ekrem-Hâmid kanalı ile başlamış olan Fransız şiiri tesiri, Paris’te iyiden iyiye kuvvetlendi. Ancak, bu yıllarda Fransa’da sembolizmin rağbette olmasına rağmen, Cenâb, bu henüz çok yeni şiir anlayışını ve sembolün kullanılış şeklini pek kavrayamamış, sadece, bu şiirin “istiâreyi ve müziği ön plana almak” hususundaki görüşünü benimsemiştir. Fakat, şiirlerinde istiâreye çok yer vermekle beraber, yukarıda da belirtildiği gibi, bu istiârelerin sembolle ilgisi yoktur. Cenâb, istiâreleri, o zamana kadar bütün dünya şairlerince kullanıldığından başka türlü kullanmış değildir. Bunların taşıdıkları özellik, Türk şiirine değişik hayaller getirmelerinden ibaretti.

İstiâre gibi, müzik de Cenâb’ın şiirinin başlıca unsurlarındandır ve müzik, sembolist şiirde olduğu gibi, daha çok, “derûnî”dir. Bunun içindir ki Cenâb, bütün ömrünce, müzikalite bakımından Hece veznine göre çok daha zengin bulduğu Aruz’un sadık bir koruyucusu olarak kaldı. Bütün Servet-i Fünun şiiri ile sembolist şiir arasında, yeni bir vokabüler kurmakta kullanılan metod bakımından da, bir benzerlik göze çarpar. Daha önce de belirtildiği gibi, sembolistler Fransızcada artık kullanılmayan, fakat müzikal değerleri olan birtakım eski kelimeleri sözlüklerden çıkarıp yeniden şiir diline sokmuşlar ve hatta, bazen onlara eski anlamlarından ayrı, yeni anlamlar da yüklemişlerdir. Servet-i Fünun şairleri de aynı işlemi tekrarlamışlar, sözlüklerden bulup çıkardıkları Arapça ve Farsça eski kelimeleri şiir diline doldurmuşlardı. Ancak, bu işi yaparlarken onların düşünceleri, şiirde müzikaliteyi arttırma isteği ile birlikte, “mübtezel kelime kullanmamak, halkın ağzında her gün çiğnenen kelimelerle ilgisi mümkün mertebe kesilmiş bir vokabüler kurmak”tır. Böylece, eski kelimeleri seçerlerken gaye bakımından sembolistlerden ayrıldıkları gibi, onlara yeni anlamlar vermeye de kalkışmamışlardır. Ancak, bu eski kelimelerin seçiminde müzikal değeri dikkate almak bakımından, Cenâb’ı diğer Servet-i Fünun şairlerinden ayırmak mümkündür. Bu husustaki itinası, şiirlerinde konuya uygun bir psikolojik atmosferle uyumlu ve büyük bir telkin gücü taşıyan bir âhenk sağlamakta onu başarıya götürmüştür. Cenâb, müziğin bu atmosfere tam olarak uyması için, aynı şiir içinde bazen iki, hatta üç vezin kullanmayı (Elhân-ı Şitâ) da denemiş ve bunu ustalıkla başarmıştır. Ancak, şiirinin vokabülerini kurarken konuşma dilinden uzaklaşmada gösterdiği aşırılık, onu Osmanlıcanın da inatçı bir savunucusu durumuna düşürmüş ve hele 1911’den sonra, büyük bir hızla gelişen edebî dildeki Türkçeleşme hareketine karşı şiddetli bir muhalefete sürüklemiştir. Bu muhalefetini de, kamuoyundaki itibarını sarsan hareketleri arasında saymak mümkündür. Zaten, bu direnmenin tamamiyle bir inattan ibaret olduğunu, zaman büyük bir açıklıkla ortaya koymuş ve son şiirlerinde onun Osmanlıcadan kendi isteği ile ne derecede ayrıldığını göstermiştir.

Aşk ve tabiat, onun şiirlerinin başlıca temalarıdır. Aşk teması, mahiyeti bakımından, onda değişik şekiller gösterir. Bu aşk, bazen çok hissidir, bazen de, çok maddidir. Bu bakımdan, onun şiirlerinde kadının, bazen çok idealize edilmesine karşılık, bazen de sadece bir zevk vasıtası sayıldığı görülür. Tabiat şiirleri ise, dış âlemle iç âlemin çok başarılı bir kompozisyonu halindedir. Bu şiirlerde, tabiatla insan iç içe yerleştirilmiş ve kaynaştırılmıştır. Tanzimât şiirinde ilk denemelerini Hâmid’te gördüğümüz insan-tabiat kompozisyonunu, bu kadar başarılı bir şekilde, ilk defa ortaya koyabilen Cenâb’tır. Onun tabiat şiirlerinin içine psikolojik bir durumun da yerleştirilmiştir. Bu bakımdan, onda tabiat tasvirleri çok subjektif bir karakter taşır ve bunların zaman kadrosunu çoğunlukla mevsimler ve geceler kurarlar.

Cenâb, yalnız şair olarak değil, nâsir olarak da şöhret yapmıştır. Gezi notlarında Cenâb, Namık Kemal’in Cezmî romanında uygulamaya başladığı sanatkârâne nesrin yabancı tamlamalar bakımından daha da ağırlaşmış bir devamını vermektedir. Cenâb’ın nesrinde, üslûbtaki itina ile birlikte, geniş bir edebî kültürün; oldukça alaycı olmakla beraber, ince ve zarif bir zekânın da yer aldıkları kolaylıkla görülebilir. Zengin lirizmi ve hele çok renkli ve geniş hayal gücü ile, bu devir batılı Türk şiirinin en seçkin kişilerinden biri olmaya hak kazanmıştır. Cenâb kısa bir süre için Fikret’i bile tesirinde bırakan ve büyük bir telkin kabiliyetine sahiptir. “Güzellik için sanat” formülüne sonuna kadar bağlı kalan bu tamamiyle ferdiyetçi sanatçının, Servet-i Fünun şiirinin gördüğü geniş rağbetteki payı büyüktür.


CENÂB ŞEHÂBEDDİN’İN ŞİİRLERİNDE PİTORESK

Pitoresk’in kelime anlamı bir durumun veya görünüşün resim konusu olmaya değer görünüşüdür. Cenâb Bey Paris’te bulunduğu esnada Fransız edebiyatını yakından tanıma imkanı bulmuş ve Parnasse akımından etkilenmiştir.Parnasyenler objektif,gayrişahsi,şekil bakımından mükemmel manzumeler kaleme almışlardır.

Cenâb Şehâbeddin, tıpkı parnasyenler gibi,resmi şiirin esas gayesi yaptı. Cenâb Bey şiire ferdi veya beşeri duygular sokmak istemiş fakat bunları derinden duymadığı ,mizacına maledemediği için, tesirli bir hale getirememiştir. Cenâb’ın tabiat tasvirlerinde büyük bir ustalık görülür. Fakat bunlar “gayribeşeri” bir intiba uyandırır ve bir tabloyu seyreder gibi yabancı kalınır. Şekli bir tabiat tasvirine düşmekten çekinen Cenâb, kendisinin asla inanmadığı bir “ruh-ı kainat” fikri uydurur. Tabiatın da insan gibi bir ruhu olduğuna inanmak ister.

Cenâb’ın şiirlerinde tasvir,daha Avrupa’ya gitmeden, Tıbbiye öğrencisi iken Tamat adlı şiir kitabında başlar. “Yatıyor” isimli manzumesinde bu açıkça görülür.

Dilber yatıyor, ne ulviyane!

Saçlar dağınık, yanakta tel tel...

Dalgın uyuyor, tebessüm etmiş;

Kudret,sanırım tecessüm etmiş.

Bir el dolaşık bu giysuvane,

Vicdanını dinlemekte bir el.

Piraheni çak olup açılmış,

Pistanları sinesi bu mahın.

Tanzir ediyor metalii bu,

Tenvir ediyor melamii bu.

Bu nur mu şemsten saçılmış?

Etrafı ne şu’lever şu mahın!

Fakat Tamat’ta çıkan diğer manzumelerinde Cenâb, Namık Kemal’in, Abdülhak Hamid, Recaizade ve Muallim Naci’nin tesiri altındadır. Henüz hangi tipte şiir yazacağı pek belli değildir. Avrupa’dan döndükten sonra yazdığı eserlerde o,artık evvelki nesillerin tesirinden kurtulmuş,tasvir yolunda yürümeye karar vermiştir. Cenâb bu şiirlerinden sonra tasviri mahiyette çeşitli manzumeler yazar. Bunlar genel olarak: a) alegoriler, b) ev içi tasvirler, c) tabiat manzaraları olmak üzere üç kısma ayrılır.

a) Alegorik şiirler: Alegori, bir görüntü bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırılıp dile getirmedir. Cenâb’ın yazmış olduğu ilk alegorik manzume Hazine-i Fünun dergisinde çıkan Mürg-i Siyah isimli sonesidir.Bu manzumede şair sert ve haşin taşlar üzerine düşmüş ,kanadı kırılmış, gece gündüz ah ve figan eden bir kuşu tasvir eder. Bu zavallı kuş uçmak ister, amma meçhul bir el onu olduğu yerden kıpırdatmaz. Cenâb’ın zikretmiş olduğu bu manzumedeki yenilik,bu konuyu alegorik bir tarzda işlemiş olmasıdır. Cenâb’ın bu tarzda yazdığı en başarılı eseri Mektep dergisinde çıkan Berk-i Hazan manzumesidir. Bu manzumede ,sonbaharda dalından ayrılarak taze bahçeler görmek ümidine kapılan bir yaprağın macerası anlatılır. Rüzgar yaprağı şurada burada dolaştırır durur. Son bölümde şair, bu serseri yaprak imajını kendisine tatbik ederek, şöyle der:

Kıldın avare ,sevgilim ,beni sen,

Ben de şimdi misal-i berk-i hazan

Geçerim bir hevesle her yerden.

Seni gördüm de, ey peri, gönlüm

Düştü bir aşıkane ümide,

Ta ebed kaldı serseri gönlüm.

b) Ev içi tasvirleri: Bu tip şiirlerin ilki Hazine-i Fünun’da çıkan Hab-ı Seheri adlı manzumesidir. Cenâb burada ,sabah vakti yatakta uyuyan bir anne ile çocuğunu tasvir eder. Başta “latif perdelerinden sarışın bir ziya süzülen odayı”anlatır.Sonra “aşiyan-ı muhabbet”te uyuyan anneyi gösterir.

Melek-lika, sarışın bir peri-i bi-emsal

Derin derin uyur asude bir hayal gibi.

Annenin şakaklarından inen saçları çocuğun yüzünü örter. Çocuğun yüzü şöyle tasvir olunmuştur.

Hicab-ı çeşminin altında mai gözlerine

Görünce belli belirsiz gönül kıyas eyler:

Rakik bir tülün altında mai sünbüller.

Alegorik şiirlerde başarılı olan Cenâb ev içi tasvirinde son derece basit kalmıştır.

c) Gece şiirleri: Cenâb’ın üzerinde en çok işlediği temlerden biri,içinde genellikle bir sevgiliden bahsolunan mehtaplı veya mehtapsız gece tasvirleridir. Bir tablo teşkil eden bu tarz manzumelerinde o, alegorilerinden ve ev içi tasvirlerinden daha başarılıdır. Mektep dergisine çıkan Ab ü Ziya manzumesinde ,şair gecenin içinde tabiatın güzelliğine dalar.”Sahil-i saf-ı bahr”e inerek başını bir taşa dayar ve etrafında gördüklerini şöyle anlatır:

Gark-ı nur-ı sürur idi derya,

Sanki bir sesle bir parıltı idi

Suda her katreyi eden imla.

Görülen bir ziya-yı şüste-lika

Duyulan tatlı bir çağıltı idi,

Sanki ağlardı ab içinde ziya.

Cenâb bu manzumesinde sade ışık ve renkten değil, sesten de yararlandığı görülüyor. Parnasyenlerle Sembolistler mehtaplı gece temini çok kullanmışlar ve ay ışığı ile musiki arasında ilgiler kurmuşlardır.Mektep mecmuasında çıkan bu manzumede Cenâb’ın kullandığı yeni hayaller, düşünce ve duygularını yeni sözcüklerle anlatmak için Arap ve Fars sözcüklerinden o zamana kadar kullanılmamış sözcükler bulup (saat-ı semenfam [yasemin renkli saatler], berf-i zerrin [altın kar], lerze-i ruşen [parlak titreyiş]) gibi birtakım yeni isim ve sıfat tamlamaları ve birleşik sıfatlar kullanması özellikle “saat-i se menfam” terkibi basında gürültüler uyandırmış, şaire “dekadanlık [1880-1890 arası yılların simgecilik öncesi Fransız şairlerinin duygusallığını nitelendirmek için kullanılmış estetik ve edebiyat eleştirisi terimidir.] adının verilmesine sebep olmuştur. Cenâb’ın bu şiirinde de ses ve renk, musiki ve resim birleşmiştir. Cenâb tabiatı kullandığı manzumelerinde tabiatı beşeri tavır ve hareketler ile canlandırmaya çalışır. Sonbaharı zaaf ile diz çöken , dua eden ve zaman zaman hayata dönerek bakan bir insana benzetir.Dallarda beşeri hareketlerin akislerini bulur. Ölüm sarası geçiren dallar,” çarpınır, çırpınır, kırar, kırılır, bad-ı nalana haykırır, darılır. Bir üçlükte küçük bir tablo resmediliyor:

Yıkılan lanelerle birlikte

Dökülür ab ü hake yapraklar

Na’ş-ı evrak ile dolar laklar.

Cenâb aynı şeyi daima değişik imajlarla anlatmıştır. Onun manzumeleri sadece bütün itibariyle değil ,teferruat bakımından da resme has bir karakter taşır. Bunlar Cenâb’ın şiirlerini son derece süslü gösterir.

CENÂB ŞEHÂBEDDİN’İN ŞİİRLERİNDE SES VE MUSİKİ

Cenâb Şehâbeddin’in şiirlerinde resim kadar musiki de mühim bir yer tutar. O, musikiyi taklit eden şiir tarzını sembolistlerden öğrenmiştir.

Cenâb, yaşanılan olaylardan öte seyir zevkine ve sese önem verir. Şiirleriyle hayatın ızdıraplarını zevkle dinlenen bir musiki haline getirir. Şahsiyetini kazandıktan sonra yazmış olduğu bütün şiirlerinde resim ve musiki kavramlarını ifade eden kelimelere sık sık rastlanıldığı gibi, bunların konum ve yapılarında da bu iki sanatın büyük tesiri görülür.

Yalnız Cenâb değil bütün Servet-i Fünuncular, nazımda ve nesirde musikiye, hem konu hem üslup tekniği olarak büyük önem vermişlerdir. Örnek vermek gerekirse Halid Ziya hemen hemen bütün romanlarında, bu konuya ne kadar dikkat ettiğini bize gösterir. Kahramanları genellikle müziğe aşina olan insanlardır. Mai ve Siyah romanı, Ahmed Cemil’in hayatının iki safhasına tekabül eden, mai ve siyah adını verebileceğimiz iki musiki parçasıyla başlar ve sona erer. Yine diğer bir örnek, Mehmet Rauf’un Eylül romanındaki Suad ve Necib’in aşk duygularını geliştiren etmenlerden birisinin müzik olmasıdır. Tevfik Fikret’in şiirlerinde de musiki, baştan sona kadar hissedilebilen bir konu olarak karşımıza çıkar.

Servet-i Fünunculardan önce Abdülhak Hamit ile Recaizade Ekrem de şiirlerinde ses unsurlarına zaman zaman yer vermişlerdir. Peki tüm bu örneklerin altında yatan neden nedir?

Bu soruyu ‘’Servet-i Fünuncuların yaşadıkları devir ve aldıkları terbiye icabı; dini, siyasi ve sosyal duygulardan çok estetik bir hayat görüşüne sahip olmaları’’ olarak cevaplarsak yanılmış olmayız. Onlar bütün güzel sanatlarla beraber musikiyi de başlıca zevk ve saadet kaynaklarından biri yapmışlardır. Bu konuda önceki edebi kuşaklardan daha başarılı olmuşlardır.

Servet-i Fünuncuların genelinde olduğu gibi Cenâb Şehâbeddin’de Fransız sanatından etkilenmiş, dolayısıyla o milletin edebiyatındaki ses unsurlarını örnek alarak kendi şiirine musikiyi yerleştirmiştir. Onun müziği konu edinmeyen şiirlerinde dahi ses ahengi hissedilir. Dilde musiki bütün duygularına refakat eder.

Cenâb Şehâbeddin’in şiirlerinde ses konusuna daha tıp eğitimi aldığı yıllarda kaleme aldığı eserlerinde rastlamak mümkündür. Örnek olarak yine bu senelerde yazdığı ‘’Tamat’’ adlı şiirinde kuş sesini şu mısralarla anlatır:

Nedir bu zulmet içre berk urur bir lemaver bir ses?

Nedir bu samt-ı hiçahiç içinde devreden bir ses?

Nida-yı hatifidir, san semavata gider bir ses,

Bu ahenk ile göklerden san istinşad eder bir kuş.

Cenâb, bu şiiri yazdıktan sonra Fransa’ya gider ve bu ülkenin edebiyatını yakından tanır. Türkiye’ye döndükten sonra, yurtdışındaki tecrübelerinin yardımıyla kendi sanatını geliştirir. Şiirde hatırı sayılır bir ilerleme kaydettiği sonraki senelerde yazdığı eserlerinde açıkça görülür. Buna bağlı olarak musikinin kullanımındaki yeteneği de gelişir. Ustaları Hamid ve Ekrem’den farklı bir üslup oluşturur. Gülbuse-i Aşk manzumesinde yeni bir musiki tekniği kullanır. Mısralar eser boyunca çalınan bir plak gibi tekrar edilir.

En nağmeger, en mübtesim, en taze ve en saf

Bir mevsim ufuktan küreyi tazeliyordu.

En nağmeger, en mübtesim, en taze ve en saf

Bir bad-ı rebii seni yelpazeliyordu.

Cenâb’ın bu tarihten sonra yazmış olduğu bütün şiirlere dikkatle işlenilmiş bir şiir musikisi refakat eder ve tabiat sesi veya insan sesi manzumelerinin başlıca konusu olur. Nısfü’l-leyn, Riyah-ı reyal, Elhan-ı Nalan, Temaşa-yı leyal ve Yakazat-ı leyliyye bu eserlerin başlıcalarıdır.

Artık sadece bir teknikten ibaret olan bu suni ifade tarzı değerini kaybetmiştir. İkinci Meşrutiyet’ten sonra hayata hakim olan siyasi ve sosyal ideolojiler edebiyatçılarımızın kompozisyon ve üsluplarını değiştirmiştir.

Ancak ne olursa olsun Cenâb Şehâbeddin’e tablo ile musikinin el ele tutuştuğu şiir tarzının öncülerinden olduğu için hak ettiği değeri vermek gerekir.


CENÂB ŞEHÂBEDDİN VE NESİR

Servet-i Fünun devrinde resmî kitabette kalıntısı devam eden eski divan nesrinin aleyhinde bulunan Cenap Şehâbeddin, Muallim Naci’nin mükemmel hale getirdiği düz ve açık nesir üslûbunu da beğenmiyordu. Birincinin son derece sûni olmasına karşılık, ikincisini tabii, fakat vasat düşüncenin akışına uygun, sanat ve güzellikten mahrum buluyordu. Alelâde nesir ile edebî nesir arasında derin bir fark gören Cenab, yeni ve sanatkârâne bir nesrin esaslarını aradı.

Hayatın gerçeğini unutan eski zihniyet tamamiyle şekilci idi. Onlar için şekil için muhteva feda edilirdi. Tanzimattan sonra edebiyatta bu aşırı şekilciliğe karşı muhteva ön plana geçmiştir. Cenâb’a göre Servet-i Fünuncuların gayesi: Muhtevayı şekle değil, şekil muhtevaya uydurmaktır.

Duygu ve düşüncenin başlıca hususiyeti durmadan değişmesi, hiçbir anının ötekine uymamasıdır. Cenâb’a göre nesrin temel prensibi de bu olmalıdır. İç dünya da dış dünya da hareketli olmalıdır.

Cenâb da diğer Servet-i Fünuncular gibi dil ve üslupta değişiklik yapmayı düşünürken Halk edebiyatında faydalanmayı aklına getirmemiş, sadece, yüksek edebiyat ve sanat çerçevesi içinde kalmıştır. Çünkü Halk edebiyatındaki hayat görüşü, hassasiyet tarzı, üslup ve ifade umumiyetle müşterek ve basma kalıptır. Onu taklit ederek yüksek bir sanata ulaşmak mümkün değildir.

Türk nesri cümle yapısı olarak umumiyetle düzgün sıralıdır. O zamana kadar nazım işlendiği halde nesir üzerinde durulmamış, onun kanunları ve imkânları araştırılmamıştır. Cenâb’a göre ilk yapılacak şey en güzel Türk nesir örneklerini inceleyerek, bunlarda bulunan güzellik araştırılmalı ve tespit edilmelidir.

Cenabâ göre böyle bir araştırma yapıldığı takdirde Türk nesrinin bazı kaideleri olduğu meydana çıkacak ve bunlar okullarda okutularak yeni bir Türk nesri oluşturulabilecektir.

Cenâb Şehâbeddin nesir alanında:

İlk olarak Hac Yolunda (1909) adlı yolculuk notları ile dikkati çekti.

Suriye’ye yaptığı geziye ait Suriye Mektupları (1917)

Avrupa’ya yaptığı gezi ile ilgili Avrupa Mektupları (1919)

Cenâb Şehâbeddin bu gezi notlarında, Namık Kemal’in Cezmî romanında uygulamaya başladığı sanatkârâne nesrin yabancı tamlamalar bakımından daha da ağırlaşmış bir devamını vermektedir.

Ayrıca 1908’den sonra türlü gazetelerde çıkmış denemelerinden bir kısmını Evrâk-ı Eyyâm (1915), ve Esr-i Harb, Nesr-i Sulh ve Tiryâki Sözleri (1918) isimli kitaplarında topladı.

Cenâb Şehâbeddin keskin zekası ve kendisinin “zekanın tabii bir hakkı” olarak tanıdığı zehirli alaycılığı ile, mizah yapmak için elverişli bir mizaca sahipti. Mizacının bu özeliğini, 1908’den sonra yazdığı mizah yazılarında kullanmak fırsatı buldu. “Dahhâk-i Mazlûm” imzası ile yazdığı ve sayıları pek fazla olmayan bu tarz yazılarını bir araya toplamış değildir.

Cenâb Şehâbeddin biri dram biri komedi olmak üzere iki tiyatro eseri yazmıştır.

Körebe: Şair Evlenmesi’nde olduğu gibi görücü usulüyle evlenmenin kötülüğü temasını işlemiştir. Cenâb Şehâbeddin’in bu piyesinde feminizm ve kadın haklarına temas etmekte, kadınların bir mal gibi alınıp satıldığını öne sürmektedir.

Yalan: Bu piyesinde 31 Mart Vakasını işlemiştir.

Her iki piyeste de, teknik zayıflığın yanıbaşında, dilin, üslubun konuşma diline uygunsuzluğu da dikkat çekmektedir.


ELHAN-I ŞİTA’NIN TAHLİLİ

Prof. Dr. Mehmet Kaplan’a Göre

Elhân-l Şitâ ile başka bir tabiat ve sanat anlayışına dayanan Servet-i Fünun şiirine giriyoruz. Servet-i Fünun edebiyatı Tanzimat devrinin aşırı muhteva anlayışına karşı, aşın bir şekil ve üslup endişesi ile karşı koyar. Hâmid, tabiatı değerlendirirken, onun dış görünüşünden ziyade düşünce duygu hayaller ile fizik âlemi aşarak metafizik âleme geçiyordu. Servet-i Fünun edebiyatında ise tabiatın dış görünüşü tasvir edildi. Bu sanatçılar dini ve felsefi fikirlerden /iyadc, renk, şekil ve-hareket ile ilgilendiler. Resme karşı ilgi duyan hu nesil Batı'dan, resim gibi şiir yazmak iddiasında bulunan parnasyenlerle, nesirlerini resim halinde ortaya koyan Goncout’ları ve Flaubert'i örnek aldılar.

Cenâb, tabiatta insan ruhuna ben/er bir ruh, bir "ruh-i kâinat11 olduğun farz eder. Servet-i Fünun sanatçıları kendi iç alemlerini ve tabiatta bulunduğunu varsaydıkları ruhu da, gözle görünür bir hale koyarlar. Servet-i Fünun edebiyatının esasını nazım ve nesirde tasvir teşkil eder. Servet-i Fünuncular musikîyi de resim gibi benimsediler. Hu musiki sevgisini sadece müzikal temleri işlemekle değil; üsluplarında da gösterdiler. Servet-i Fünun da şiir resim ve musikiden oluştu. Tanzimat şairlerinin ihmal ettikleri ahenk, Servet-i Fünun da içerik kadar önemli yer tuttu. Nesirleri bile müzikal karakterli idi.

Resim ve musiki kompozisyon fikrini değiştirir. Sadece düşünce ve duygusuna kendisini terkeden bir insan asla kompozisyon fikrine erişemez. Düşünce ve duygulara güzel sanatlar ile şekil verilebilir. Hâmid'in, sadece duyguya itibar etmesi yüzünden, geleneğin vezni ve şekli içinde dahi ne kadar dağınık ve karışık olduğunu biliyoruz. Servet-i Fünun sanatçıları eserlerin içini ve dışını büyük bir titizlikle düzene soktular.

Servet-i Fünun sanatçıları, Tanzimat edebiyatının bel kemiğini teşkil eden din ve tarihe karşı imanım kaybettiği ve istibdadın baskısı altında boğulduğu için koyu bir kötümserlik ve melankoli içine düştüler. Sosyal davalarla meşgul olmaları imkansızdı. Bu durum karsısında onlar içlerine kapandılar, ince ruh hallerini tahlil etmekle meşgul oldular. Aşk. tabiat, hayâl ve sanatla oyalandılar. Sanata en üstün kıymet olarak baktılar. Sanal yapmak bir amaçtır tezini savundular. Elhân-ı Şitâ, bu hususta en ileri giden, şiiri bir nev'i oyun haline getiren Cenâb'ın bütün ustalığın gösteren güzel bir örnektir.

Bu şiirde ilk dikkati çeken şey, şekil ve üslubun son derece işlenmiş olmasıdır. Muhteva pek o kadar ehemmiyetli değildir. Bir kış manzarasının tasvirinden ibarettir. Eskiler kışı daima statik olarak ele almışlardır. Cenah onu hareketli bir manzume haline getiriyor; karların yağışını tasvir ediyor. İzlenim, klişe beyazlık ve soğukluk vasıflarında kalmıyor, çok yeni şekillere bürünüyor. Karların yağış hareketinde müzikal bir özellik buluyor. Bundan dolayı şiirine Elhân-ı Şitâ: Kış musikisi adını veriyor. Şiiriyle bu musikîyi taklide çalışıyor. Şiirin en mühim tarafı, şekil, vezir ve çeşitli ahenk unsurlarıyla bir musiki vücuda getirmesidir. Karların yağışı, Cenâb'a musiki izlenimden başka, çeşitli imajlar yaratıyor. Bu imajlar silsilesi şiire bir resim karakteri veriyor. Şiire kaybolan bir saadetin hüznü hakimdir. Düşen karlara, bahara ait sevimli unsurların zavallı hatırası karışıyor. Kaybolan bahar ile bir kader gibi çökmekte olan kış arasında adeta bir trajedi cereyan ediyor.

Elhan-ı Şitâ'nın dış şekli, tamamen müzikal bir karakter arzeder. Fakat bu musikî sadece dış şekle değil, iç şekle de hakimdir. Genel olarak şiiri 2 kışına ayırabiliriz:

1) Küçük, hareketli

2) Büyük, tek unsurlu ve monoton

Birinci kısım, karların yavaş yavaş ve parça parça yağışına, ikinci kısım süratli ve tek parça olarak düşüşüne tekabül eder. Birinci kısımda bahar hatıraları ile kar tanelerinin hareketleri, ikinci kısımda hakim ve mutlak bir kuvvet halinde kış anlatılmıştır. İçeriğin düzenlenme şekli şöyle gösterilebilir:

1) Karların uçuşunun tasviri

2) Bahara ait unsurların hatırlanışı (şarkılar ve güvercinler)
3) Tekrar karların düşmesinin tasviri

4) Tekrar bahara ilişkin bir unsurun hatırlatılması

5) Tekrar karların tasviri

6) Tekrar baharla ilgili bir unsurun hatırlatılması

7) Kısa hitap

8) Karların düşmesinin tasviri

9) Kısa hitap

Şiirin kışın bahara, melankolinin saadete ulaşması ile sona eriyor. Cenâb'dan önce Türk edebiyatında bir şiirin muhtevasının bu kadar dikkatle düzenlendiği görülmemiştir. Servet-i Fünuncular muhtevayı tan/.im fikrini Fransız edebiyatından öğrenmişlerdir.

Cenâb. Elhân-ı Şitâ'da şekil olarak dört ünite kullanır. Hakim kafiyelerden bazıları şiir boyunca bir düzene göre tekrar eder. Şekil ünitelerini ve kafiye tertibini şu şema ile gösterebiliriz:

Bu karışık şema ile şiirin içeriği ve hareket tasviri arasında sıkı bir münasebet vardır, l ve 2 numaralı üniteler birbirini takip ediyorlar. Cenâb, iki ünitede (b) ile gösterilen "karlar-gibi kar" kelimelerini tek başına bırakmak suretiyle karların düşme hareketini şekil ve ahenk ile dalın belirgin hale getiriyor.3 numaralı ünitede kafiye çaprazlama ve kış unsuru hakim. Hareket daha monoton bir hal almış. Altı beyit teşkil eden 4.ünite ağır, tek parça ve monoton hareketleri tasvir ediyor. Şiirde şekil ile beraber vezin de değişiyor. Servet-i Fünun sanatçıları her veznin bir ruha tekabül ettiğini ileri sürdüler.

Cenâb, Elhân-ı Şitâ'da vezni üç kere değiştiriyor. Bunlardan birinci kalıp l ve 2 inci ünitelerde, ikinci kalıp 3 üncü ünitede, üçüncü kalıp 4 üncü ünitede kullanılmıştır. Cenâb bu şekilde şekil ile vezni birleştirmiş oluyor. Cenah karların hareketini hem müstakil hem birbirine bağlı bir şekilde gösteriyor.

Elhân-ı Şitâ'da tem, şekil ve vezin tekrarlarının yanında mısra tekrarlan da vardır. Cenâb bu tekrarlarla bir ahenk yaratıyor, ruhi bir tesir uyandırıyor. Bu da Cenâb'ın şekli, vezni ve imajı ne kadar önemli bir sanat malzemesi haline getirdiğini gösteriyor.

Elhân-ı Şitâ'da ünlü ve ünsüzlerin tertibi ile ince bir mûsikî de oluşturuluyor, kışın hâkim okluğu ikinci ve üçüncü kısımda sert ünsüzleri ihtiva eden kelimeler çoğalıyor ve aliterasyon yapılıyor.

Cenah, Fikret'ten de fazla kelimelerin seslerine dikkat ediyor. Mısra yapısını tesadüfe bırakmayarak muhtevaya veya tesire göre düzenleniyor. Veznin içinde kelimelerin yerinin büyük önemi vardır.

Divan şiirinde nasıl hemen her fikir bir mazmun ile ifade olunuyorsa, Servet-i Fünun şiirinde de hemen her intiba ve her unsur bir teşbih, mecaz veya istiare ile ortaya konulur.

Elhân-ı Şitâ'da tabiata ait unsurlar çeşitli vasıtalarla beşerileştirilmiş veya okluklarından başka bir şekle sokulmuşlardır. Zarflar ve fiiller vasıtasıyla da karlara bir hassasiyet ve beşeri bir tavır izâfe olunmakladır.

Bahara ait unsurlar da, çeşitli şekillerde tasvir edilerek hassasiyetle dolduruluyor.

Görülüyor ki Cenâb, sıfatlar, benzetmeler ve mecazlar vasıtasıyla karları ve diğer unsurları, şiir boyunca durmadan değiştirmiş, başka bir şekle sokmuştur. Bunların başlıca iki gayesi vardır: Biri manzarayı resim gibi gözlerimizin önünde canlandırmak, ikincisi, "ruh-ı kâinat"! meydana çıkarmak, tabiatı hassas kılmaktır. Elhân-ı Şitâ'da, psikolojik izlenim, imajların içinde gizlidir. Saadet ile hüzün duygusu birbirine karışıyor. Bahara ait unsurlar saadeti, kışa ait unsurlar hüznü temsil ve telkin ediyorlar. Galip duygu, kaybolan bir saadet duygusu veya melankolidir. Bu duygu hemen hemen bütün Servet-i Fünun edebiyatına hakimdir.


ESERLERİ

ŞİİR:

Tâmât (1887)

Seçme Şiirleri (1934, ölümünden sonra)

Bütün Şiirleri (1984, ölümünden sonra)


TİYATRO:

Körebe (1917)


DÜZYAZI:

Hac Yolunda (1909)

Evrak-ı Eyyam (1915)

Afak-ı Irak (1917)

Avrupa Mektupları (1919)

Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri (1918)

Vilyam Şekispiyer(1932)

Elhan-ı Şita

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
Gibi kar
Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar...
Ey kulûbün sürûd-i şeydâsu,
Ey kebûterlerin neşideleri,
O baharın bu işte ferdâsı
Kapladı bir derin sükûta yeri
Karlar
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.
Ey uçarken düşüp ölen kelebek
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek
Gibi kar
Seni solgun hadîkalarda arar.
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Nâ'şun üstünde şimdi ey mürde
Başladı parça parça pervâze
Karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar!
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
Gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar;
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgân!-
Son kalan mâi tüyleri kovalar
Karlar
Ki havada uçar uçar ağlar.
Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir
Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter...
Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
Her şahsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek!-
Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümid...
Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar
Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar
Bir bâd-ı hamûşun Per-i sâfında uyuklar
Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar,

Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân,
Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân
Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,
Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.
Dök kâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök.
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.

Cenap Şehabettin


HALİT ZİYA UŞAKLIGİL (1866 - 1945)

Halit Ziya’nın ailesi, Uşak’ta helvacılıkla uğraşırken, İzmir’e göçerek "Uşşakizadeler" diye anılmaya başlayan zengin bir ailedir. Bu aile, işleri çok gelişince İstanbul’a da bir şube açtı ve bu şubeyi sermayesiyle birlikte oğul Hacı Halil Efendi’ye verdi. Halit Ziya, Hacı Halil Efendi’nin üçüncü çocuğu olarak 1866’da İstanbul’da doğdu.

İstanbul’da Askeri Rüştiye'ye giden Halit Ziya, babasının işleri kötü gitmeye başlayınca, annesiyle birlikte İzmir’e dedesinin yanına gönderildi. Öğrenimini İzmir Rüşdiyesi’nde sürdürdü (1878). Bu arada babasının işlerini düzene koyup İzmir’e gelişi ve yeni bir işyeri açışıyla sığıntı olma düşüncesini de zihninden atan Halit Ziya, ikinci bir okula hazırlık için Frenk Mahallesi’nin Alioti bölümündeki Auguste de Jaba adlı avukatın emrine verildi.

Halit Ziya, babasının kâtibi olarak işe başladı, bu iş edebiyat merakıyla pek bağdaşmadığından yeni iş tavsiyelerini dikkate aldı, ancak İstanbul’da hariciyeci olmak için yaptığı başvuru sonuçsuz kaldı. İzmir’e dönüşünde rüştiye öğretmenliğine başladı ve akabinde Osmanlı Bankası’na girdi.

İstanbul’da Reji Genel Müdürlüğü’nün başkâtiplik teklifini kabul ederek İzmir’den ayrıldı (1893). Reji’deki çalışma günlerinde Servet-i Fünûn’a da katılarak edebi faaliyetlerini yoğunlaştıran Halit Ziya, Meşrutiyet’ten sonra bir süre Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde Batı Edebiyatı okuttu.

Sonra Mabeyn Başkâtibi oldu (1909). Buradan ayrıldıktan sonra memuriyete dönmeyen ve tüm zamanlarını edebiyata veren Halit Ziya, 23 Mayıs 1945 tarihinde İstanbul’da öldü.

ESERLERİ

Nemide Bir İzdivacın Tarih-i Muâşakası, Bir Yazın Tarihi, Onu Beklerken, Sanata Dair Kırk Yıl,

Bir Ölünün Defteri, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Solgun Demet, Aşka Dair, Bir Acı Hikaye

Ferdi ve Şürekası, Nâkıl Bir Şi’r-i Hayal, İhtiyar Dost, Saray ve Ötesi

Mai ve Siyah, Bu Muydu?, Sepette Bulunmuş Kadın Pençesi

Kırık Hayatlar, Heyhat, Bir Hikâye-i Sevda İzmir Hikâyesi

Aşk-ı Memnu, Küçük Fıkralar, Hepsinden Acı

MAİ VE SİYAH

Romanın baş kahramanı Ahmet Cemil, Mülkiye Mektebi`nin son sınıfına geçtiği yıl babası ölür. Bunun üzerine annesinin ve kız kardeşi İkbal`in geçimini sağlamak onun üzerine düşer.

Okul sıralarından beri edebiyata aşırı tutkusu vardır. Askerî Rüştiye`den bu yana en yakın arkadaşı olan Hüseyin Nazmi`nin de teşvik, yardım ve tavsiyeleriyle; kendi gayretiyle öğrenmiş olduğu iyi Fransızcasıyla çevirilere başlar. Bu işi yeterli görmemesi üzerine ek işler arar ve "Mir`-at-ı Şuûn" adlı bir gazetede iş bulur. Bu gazeteye girebilmek kendisini çok mutlu etmiştir.

Daha sonra bir ek iş daha bulur ve akşamları zengin bir ailenin çocuğuna ders vermeye başlar. Artık evlerinin geçimi düzene girer, hatta ona göre zengin olmaya başlarlar.

Ahmet Cemil`in en büyük halellerinden biri, edebiyat dünyasında çok iyi tanınan, ünlü bir yazar olmaktır. Bu konuda bir sürü hayal kurar. Bu Hamellerine bağlı olarak kafasında, kendisini ünlü yapabilecek bir eser şekillendirmeye başlar.

Bu arada, gazetede saydığı, sevdiği kişilerden biri olan Ahmet Şevki Efendi, yine çalıştığı gazetenin sahibi olan Tevfik Efendi`nin, oğlu Vehbi`ye bir eş aradığını söyler. Ahmet Cemil kız kardeşini vereceği bu adamın durumunu yeterince araştırmadığı halde, yapılan görüşmeler sonucunda anlaşmaya varılır ve İkbal, Vehbi ile evlendirilir. Ahmet Cemil, kardeşinin evlenmesinden dolayı bir sıkıntı duyar ve eniştesine bir türlü ısınamaz.

Ahmet Cemil bir gün en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin uzun süredir görmediği kız kardeşi Lâmiâ ile karşılaşır ve ona âşık olduğunu anlar. Bu olay onu eserine yoğunlaştırır ve bir an önce bitirme isteği doğurur.

Bu sırada, gazete sahibi Tevfik Efendi felç olur. Bunun üzerine oğlu, aynı zamanda Ahmet Cemil`in eniştesi, Vehbi gazeteye gelir ve yönetimi ele alır.

Ahmet Cemil ve arkadaşları önceleri korkmalarına rağmen, bir müddet sonra Ahmet Cemil bundan memnun olmaya, hatta eniştesine sevgi duymaya başlar. Artık Ahmet Cemil baş yazar ve bir miktar para vererek gazeteye yeni makineler alınmasını sağlamış küçük bir ortak olmuştur.

Birgün Ahmet Cemil eserini bitirmeyi başarır. Arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin evinde yapılacak ve devrin önemli ediplerinin de hazır bulunacağı bir partide eserin okunmasına karar verilir. Nihayet o gün Ahmet Cemil eserini okur ve herkes tarafından beğenilir. Orada bulunanların hepsi kendisini tebrik eder. Hatta Lâmiâ bile bir fırsatını bulup, gizlice, eserin sonuna "Tebrik ederim ....." yazar ve Ahmet Cemil de bunun farkına vararak mutlu olur.

Bu mutluluk içinde yaşarken, bir gün annesi ona eniştesi hakkında hoş olmayan şeyler anlatır. Artık eniştesinin kötü bir insan olduğunun iyice farkındadır. Birgün bir gazetede, onu kıskanan ve kendisine hep düşman olan kötü arkadaşı Râci tarafından yazılmış, kendisini ve eserini yerden yere vuran bir yazı çıkar. Bunun gazetesini kötü yönde etkileyeceğini düşünen eniştesi, baş yazarlığı başka birisine verir ve Ahmet Cemil ile araları iyice açılır. Bir akşam evde bu konuda çıkan bir tartışmada eniştesi, hamile karısı İkbal`in karnına tekme atar. Bunun üzerine bebek düşer ve İkbal de ölür.

Bir süre sonra Hüseyin Nazmi`den, Lâmiâ`yı bir subaya verdiklerini ve Lâmiâ`nın da bunu istediğini öğrenir.

Artık Ahmet Cemil`in hayatta sarılabileceği hiçbir umudu kalmamış, annesi hariç her şeyini kaybetmiştir. Her zaman hayallerinin esiri olduğu için kendisine kızar, edebiyatla ilgi her şeyden tiksinir hale gelir ve eserini yakar.

O andan itibaren, kendisine bütün bu acıları yaşatan bu şehirde yaşayamayacağını anlar ve Osmanlı`nın uzak bir vilayetine gitmek üzere annesiyle birlikte İstanbul`u terk ederler...


MEHMET RAUF (1874- 1931)

Mehmet Rauf (1874-1931) İstanbul’da doğmuştur. Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’nden sonra Mekteb-i Bahriye’de okumuştur. (1884-1893). He­nüz on altı yaşında iken yazdığı Düşmüş adlı hikâyesi İzmir’de, Halit Ziya’nın çı­kardığı Hizmet gazetesinde yayınlanmıştır. Daha sonra Mektep dergisinde, Edebiyat-ı Cedide kurulduğu zaman da Servet-i Fünun’da küçük hikâyeler, mensur şiirler, edebi makaleler yazmış, Servet-i Fünun’da tefrika edilen Eylül romanıyla ünü genişlemiştir. Meşrutiyet (1908) ten sonra deniz subaylığından ayrılarak hayatını yazarlıkla kazanmaya çalışmış, birçok hikâye, roman, piyes yazmış, sürdüğü maceralı ve dengesiz bayat sonunda yoksulluk içinde ölmüştür.

MEHMET RAUF’UN EDEBİ KİŞİLİĞİ

Mehmet Rauf’un edebi kişiliğini 3 aşamada ele almak mümkündür.

1) Servet-i Fünun Edebi Topluluğu’nun kuruluşuna kadar geçirmiş olduğu hazırlık dönemi

2) Servet-i Fünun Edebi Topluluğu’ndaki olgunluk dönemi

3) II. Meşrutiyet’ten sonraki edebi düşüş ve unutuluş dönemi

1) HAZIRLIK DÖNEMİ : Mehmet Rauf’un edebiyata eğitimi çok küçük yaşta okuduğu kitaplar ve babası ile gittiği tiyatrolarla başlar. Bu dönemdeki yoğun okuma faaliyetine paralel olarak ilk denemelerine de bu yıllarda başlar. Okuduğu eserlerin etkisiyle “Denâet Yahut Gaskonya Korsanları” adında bir roman yazar. Mehmet Rauf bu dönemde A. Mithat Efendi ve eserlerinin etkisindedir. Ancak yazdığı romanlar babası tarafından yırtılıp atılır ve onun edebiyata olan bu ilgisi okulda alay konusu olmasına neden olur.

Mehmet Rauf edebi hayatının bu ilk döneminde “Sefillerin Cinayeti” adlı trajik bir roman kaleme alır. Bu tür romanlar yazmasının nedeni o yıllarda Batı’dan çevrilen bu tür romanların popüler oluşudur. Ancak edebi hayatının ilk yıllarında yazdığı bu eserler kaybolup gitmiştir. Daha sonraları Mehmet Rauf’un edebi zevki gittikçe gelişmiştir. Artık “çocukça şeyler” olarak nitelendirdiği bu tür romanlardan yavaş yavaş uzaklaşarak Emile Zola, Gustave Flaubert, George Ohnet gibi yazarlar okumaya başlar.

Nemide romanı ve yazarı Halid Ziya’nın Mehmet Rauf’un edebi hayatında çok önemli bir yeri vardır. Aslında Mehmet Rauf, Halid Ziya’yı Nemide’nin kitap olarak yayımlanmasından çok önce, “Bir Muhtıranın Son Yaprakları” ve “Bir İzdivacın Tasih-i Muaşakası” adlı eseri ile tanınmıştır. O güne kadar alışılagelmişin dışında, konuları bambaşka bir üslupla işleyen bu eserler Mehmet Rauf’u çok etkilemiştir.

Nemide, gerek şahıs kadrosu, gerek vak’anın kuruluşu, gerekse üslup bakımından Mehmet Rauf’un Türk edebiyatında bulamadığı ve Fransız romanlarında gidermeye çalıştığı eksikliğe cevap verecek türdendi. Bu etkiyle Mehmet Rauf Halid Ziya’yı daha yakından tanımak ister ve ona hayranlığı giderek artar. Mehmet Rauf “Düşmüş” adlı bir hikayesini “fikrini almak üzere” Halid Ziya’ya gönderir. Halid Ziya bu hikayeyi beğenerek “Mehmet” adlı gazetesinde yayımlar. Daha sonra Mehmet Rauf ve Halid Ziya arasında mektuplaşmalarla gelen bir dostluk oluşur.

Mehmet Rauf’un bu ikinci ve yoğun okuma faaliyeti, daha bilinçli bir şekilde cereyan eder. Fransızca bilgisi, okuma sevgisi ve bizzat tanıştıktan sonra Halid Ziya gibi seçkin bir yazarın zengin kütüphanesinden yararlanma hatta okudukları hakkında yazarla fikir alışverişinde buluna.bilme imkanı, Mehmet Rauf’a edebi hayatında yepyeni ufaklar açar.

Bu dönemde, “Düşmüş” adlı hikayesi de dahil olmak üzere Mehmet Rauf yazılarında, Rauf Vicdani takma adını kullanır.

2) OLGUNLUK DÖNEMi : Mehmet Rauf bu dönemde de yoğun bir şekilde okumaya devam eder. Bir taraftan da hikayeler, mensureler ve seyahat izlenimlerini kaleme alarak yazı becerisini arttırır. Mehmet Rauf,’un bu dönemde yazmış olduğu “Garam-ı Şebâb”, Halid Ziya’nın tavsiyesi ile İkdam gazetesinde yayımlanır. Ancak biz açık olara k Mehmet Rauf imzasını daha önce Mektep dergisinde görmekteyiz. Mektep, Mehmet Rauf’un, Servet-i Fünun edebi topluluğu meydana gelip, kendisinin de bu dergiye tam olarak geçişine kadar edebi faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdürdüğü ilk dergidir.

Mehmet Rauf’un daha çok Fransız edebiyatının tanınıp etkisinde kalındığı bu devirde yazmış olduğu İngiliz edebiyatıyla ilgili incelemeleri bu alandaki ilk çalışmalardan biri olma özelliğini taşımaktadır.

Mehmet Rauf’un “İbsen’in Temaşası” adlı bir makalesini, olgunluk döneminde “Bir Bebek Evi” adlı piyesle aynı adı taşıyan makalesi izleyecektir. Tiyatro ile ilgili deneme mahiyetindeki bu dönem makaleleri, Mehmet Rauf’un II. Meşrutiyet’ten sonra daha yoğun bir şekilde ilgileneceği tiyatro alanındaki ilk makaleleridir. Bütün bunlar, Mehmet Rauf’un Servet-i Fünun edebi topluluğuna girmeden önce, edebi kişiliğini kanıtlamada epey yol almış olduğunu göstermektedir.

Bu arada Servet-i Fünun, Tevfik Fikret’in çabalarıyla tamamen bir edebiyat dergisi haline gelmiş, Mehmet Rauf, Cenab Şahabeddin başta olmak üzere Mektep mecmuasından bazı arkadaşları da Servet-i Fünun’da yazmaya başlamışlardır. Servet-i Fünun’a geçmeden hemen önce, Mehmet Rauf’un “Mütalâa” adlı bir dergide de iki hikayesinin yayımlandığını görürüz.

Mehmet Rauf’un Servet-i Fünun’daki edebi faaliyetlerini hikayeler, romanlar, mensur şiirler, makale ve incelemeler olarak sınıflandırabiliriz.

Mehmet Rauf’un biri ilk diğeri ise sanatının zirvesi olarak kabul edilen iki romanı yine bu dönemde, yine Servet-i Fünun dergisinde tefrika edildi.

Mehmet Rauf’un ilk romanı “Ferdâ-yı Garam” iki gencin aşıklarının ifadesidir. Bu romanın özelliği, birbirleriyle görüşemeyen aşıklar için Mehmet Rauf’un “hasta olma” motifini icat etmiş olmasıdır. Mehmet Rauf’un daha sonra “Eylül” romanında da kullanacağı bu motif sayesinde aşıklar birbirleriyle görüşme imkanı bulabileceklerdir. Eylül romanı Mehmet Rauf’un edebiyat hayatının ikinci ve en önemli romanıdır.

Mehmet Rauf, Mekteb dergisinde başlamış olduğu ve adını Halid Ziya’dan alan “mensur şiir” türünün en güzel örneklerini yine bu dönemde verir. Servet-i Fünun’da beş yıl süren bu ilk edebi faaliyeti sırasında yazmış olduğu kırk iki mensureyi önceliklerle birlikte Eylül’den sonra en çok tanınan eseri “Siyah İnciler” de biraraya geririr.

İşledikleri konulara ahenk içinde olan ve okuyana duyguları adeta yaşatan bu mensureler, gerek bu özellikleriyle gerekse üslup bakımından mensur şiirin öncülerinden sayılmasına rağmen Halid Ziya’nın mensurelerini gölgede bırakmıştır. Bunun bir nedeni de Halid Ziya’nın daha çok romanlarıyla öne çıkmasıdır.

Mehmet Rauf’un bu dönemde yazmış olduğu makale ve incelemelere gelince; bunları kendi içinde:

1- Edebi incelemeler

2- Makaleler

a) Türk Edebiyatı

b) Batı Edebiyatı : İngiliz Edebiyatı ile ilgili makaleler

Fransız Edebiyatı ile ilgili makaleler

c) Eleştirel Makaleler

d) Tiyatro ile ilgili makaleler

3- Çeşitli konulardaki makaleler olmak üzere kabaca sınıflandırmak mümkündür.

Mehmet Rauf’un bu dönemde yazmış olduğu en önemli makaleleri şunlardır:

“Eser-i Edebi”, edebi eserin ne olup ne olmadığını ortaya koyan önemli bir makaledir.

“Bizde Hikaye” ve “Bizde Roman” adlı makalelerinde ise Mehmet Rauf, edebiyatımızda romanın yeri ve önemini eleştirel bir şekilde ele alır.

“Bir Cinayet-i Aşk” Mehmet Rauf’un etkisinde olduğu Fransız yazardı Paul Bourget’nin aynı adı taşıyan “Un Crime d’amour” adlı analitik özetinden ibarettir.

“Asıl Romanlar” ise, günlük gazetelerde yer alan en ufak bir haberin bile bir edebi esere konu olabileceğini örneklerle anlatan yine Bourget etkisinde psikolojik ve analitik bakışla ele alınmış bir makaledir.

“Aşka Dair” adlı seri makalesi aynı bakış açısıyla aşkı ve kadını konu alan aynı zamanda da onun edebi eserleriyle paralellikler kurabileceğimiz bilgileri de içermektedir.

Mehmet Rauf’un Türk edebiyatı ile ilgili olarak yazdığı makaleler ise, genellikle Servet-i Fünun edebi topluluğundaki arkadaşları ve onların eserleri hakkındadır.

Batı edebiyatı ile ilgili makaleleri ise, ikisi İngiliz şairi Tennyson ve şiirleri; diğer ikisi Fransız şairleri Sully Prudhommme ve Alfred de Musset; ve son olarak ünlü romancı Emile Zola’ya aittir.

Mehmet Rauf’un bu dönemde yazmış olduğu ve doğrudan eleştiri ve ilgili makaleleri ise “Tekâmül-i Tenkid” adını taşımaktadır. Rauf’un bu seri makaleler dışındaki eleştiriyle ilgili bir diğer makalesi de “Şu Tenkid Mes’elesine Dair” adını taşımaktadır.

Tiyatro ile ilgili olarak ise Mehmet Rauf sadece tek bir makale yayımlar. İbsen’in hayatına da kısaca temas edilen bu makalede, İbsen’in eserlerinden “Bir Bebek Evi” ele alınmaktadır.

“Gazeteler”, gerçek gazetecilikle taklitçi gazeteciliği ele almaktadır.

“İngiliz Tabileri” İngiltere’de yayımcıların yayınları nasıl ucuza mal edebildiklerini anlatan haber niteliğinde bir makaledir.

Diğer taraftan bu makalede Mehmet Rauf, İngiliz yayıncılarla Fransızları karşılaştırır ve İngilizleri daha başarılı bulur.

Mehmet Rauf’un Servet-i Fünun’da bu dergiden adını alan topluluk içindeki edebi faaliyetleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Bu yoğun faaliyet arasında, Mehmet Rauf ile Hüseyin Cahid “Yeni Mecmua” adında bir mecmua çıkarmak isterler ancak saraya yapılan bir jurnal nedeniyle bu dergiyi çıkaramazlar.

Yine o yıllarda, yeni keşfedilen Yeni Zelanda’ya gidip yerleşmek, orada doğayla iç içe yazmak Servet-i Fünuncuların “Yeşilyurt” adını verdikleri en büyük özlemlerinden biridir.

Mehmet Rauf, gazetelerde Yeni Zelanda ile ilgili olarak çıkan haberleri ve bazı broşürleri İngilizce’den Türkçe’ye çevirir.

Bu değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere, Servet-i Fünun edebi topluluğu ile birlikte Mehmet Rauf’un bu dergideki faaliyetleri onun edebi hayatının en önemli devresini oluşturmaktadır. Mehmet Rauf, bu dönemde vermiş olduğu edebi eserleriyle edebi kişiliğinin doruğuna ulaşmıştır.

3- II. MEŞRUTiYET’TEN SONRAKİ EDEBi DUŞÜŞ VE UNUTULUŞ DÖNEMİ : II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte tekrar yazı hayatına dönen Mehmet Rauf, bu dönemde Servet-i Fünun, Resimli Kitab; Musavver Hâle; Musavver Muhit; Şehbâl; Şiir ve Tefekkür; Şebâb; Cumhuriyet, Peyâm (Peyâm-ı Edebi); Pâyitaht; Vakit gazetelerinde yazar. Mahasin; Süs, Gelincik ve Sinema Yıldızı adında dört de magazin dergisi yayımlayan Mehmet Rauf, bunların bazılarında da başyazarlık yapar.

Mehmet Rauf, II. Meşrutiyet’ten sonra daha yakından ilgilendiği tiyatro alanında birçok makalenin yanı sıra, telif ve adapte olmak üzere bir takım piyesler de yazar. Mehmet Rauf’un son dönem edebi faaliyetlerini de:

1- Doğrudan edebiyatla ilgili faaliyetleri

2- Tiyatro ile ilgili faaliyetler

3- Gazetecilikle ilgili faaliyetleri olarak inceleyebiliriz.

Doğrudan Edebiyatla İlgili Faaliyetleri :

a) Hikayeler : 1908 ile 1927 yılları arasında geçen yaklaşık on dokuz yıl zarfında Mehmet Rauf toplam 49 hikaye kaleme almıştır. Bu dönem hikayelerinin bir yönü de, bunlarda ele alınan aşk anlayışının platonik aşkı işleyen önceki devrelerden farklı olarak, maddi aşkı ele almış olmasıdır.

b) Romanlar : Mehmet Rauf, bu son dönemde toplam 11 roman kaleme almıştır.

c) Mensur Şiirler : Bu dönemde, Mehmet Rauf’un mensur şiirlerinin sayısında azalma gözlenir. Bu, aynı zamanda Mehmet Rauf’un artık duygusallığa fazla önem vermediğinin kanıtıdır. Mehmet Rauf bu dönemde sadece 8 mensur şiir kaleme almıştır. Bunlar 1901 yılında yayımlanan “Siyah İnciler” adlı kitabın dışında kalmışlardır.

d) Seyahat İzlenimleri : Mehmet Rauf’un Vakit gazetesi yazarı olarak Napoli’ye yaptığı seyahat ve buradaki izlenimlerini aktardığı bir dizi yazı, seyahat türü içinde değerlendirilebilir.

e) Makaleler : Mehmet Rauf bu dönemde, Türk edebiyatı, Batı edebiyatı ile ilgili makaleler yazmıştır. Bu iki konudan başka, çeşitli konularla ilgili de makaleler yazmıştır. Mehmet Rauf’un çeşitli konularda yazdığı makaleleri ise kadınlara yönelik magazin yazılar, Avrupa ve İstanbul yaşantısı, eğlence hayatları ve o günlerin yeni sanat dalı olan sinemayı konu olan yazılarla aşkı ele alan yazılardan meydana gelmektedir.

Mehmet Rauf, bu dönemde çıkarmış olduğu Mahasin ve Süs gibi dergiler başta olmak üzere magazin dergilerinde kadınlarla ilgili birçok makale kaleme almıştır. Ancak çeşitli konulara değinen bu yazıların edebi hiçbir değeri yoktur.

Bunların yanında, kadınların sosyal hayatta daha fazla ve etkili bir rol almaları gerektiğini anlatan “Kadın Mücadelâtı” ve “Kadının Hayattaki Mevkii” ile tiyatro ile ilgili faaliyetleri içinde değineceğimiz diğer bir makalesi, devri için oldukça yeni ve ileri fikirleri içerir.

Tiyatro ile ilgili faaliyetler :

Mehmet Rauf bu dönemde beşi telif ve on tanesi ise adapte olmak üzere toplam on beş piyes kaleme almıştır. Bunların yanında Mehmet Rauf, tiyatro ile ilgili makaleler de yazmıştır. Bu makalelerini de;

a)Aktör ve aktrislerle ilgili yazılar

b) Çeşitli oyunlar hakkındaki makaleler

c)Doğrudan tiyatro sanatıyla ilgili makaleler olmak üzere sınıflandırmak mümkündür.

Mehmet Rauf’un oyunlar ve tiyatro sanatıyla ilgili makalelerine oranla sayı olarak daha az olan oyuncularla ilgili makaleleri ise; meşhur aktrislerden Sarah Bernhord ve Eleonara Duse ile aktör Burhaneddin Bey hakkında yapılan soruşturmaya verdiği cevap ve kendisinde tiyatro ve edebiyat sevgisinin uyanmamasında büyük rolü olan Mınakyan Efendi hakkında yazılmış olanla birlikte toplam dört makaleden oluşmaktadır.

Mehmet Rauf’un çeşitli oyunlar hakkında yazmış olduğu makalelerine gelince; bunların dört tanesi Şahabeddin Süleyman’ın seviciliği işlediği aşırı tepki gören ve büyük münakaşalara yol açan piyesiyle aynı adı paylaşan “Çıkmaz Sokak” ile iki perdelik dramı “Fırtına” ve yine Şahabeddin Süleyman’ın Tahsin Nahid’le birlikte yazmış oldukları piyesleriyle aynı adı paylaşan “Kırık Mahfaza” ve “Kösem Sultan” adlı makaleleridir. Daha sonra ise İzzet Melih ve bir perdelik piyesi hakkında “Leylâ Müellifi İzzet Melih Bey” ile çeşitli tiyatrolarda sahnelenen oyunlar hakkında “İstanbul’da Hamlet”, “la Tendresse (Şefkat) Piyesi”, “Beyoğlu’nun La Tendresse’i Oyunu”, “Kapı Mandalları -Darülbedâyi’de Mevsimin İlk Oyunu-” ve “Darülbedâyi’de Hocanın Eşeği” başlıklı makaleler gelmektedir.

Mehmet Rauf’un doğrudan tiyatro sanatı ile ilgili makaleleri ise, eleştirel makaleleri gibi, diğerleri arasında önemli bir yer işgal eder. Mehmet Rauf ilki dokuz bölümlük bir seriden oluşan “Tiyatro Hayatı” başlıklı bu makalelerinde tiyatro ve sahne hayatını, sahneden başlayarak eserin kabulü, rollerin dağılımı, karşılıklı okuma, dekor, kostüm, rejisörün görevleri, provalardan oyunun sahnelenmesine kadar en ince ayrıntılarıyla aktarmaya çalışır.

Bu seri dışındaki makaleleri ise, bu alanın diğer problemlerine değinen eleştirel fikirleri içerir. Bu makalelerden de en dikkate değer olanı Temâzâ dergisinde yayımlanan “İ. Galip’le Konuşma” adlı makaledir.

Gazetecilikle ilgili faaliyetleri :

Mehmet Rauf’un gazetecilikle ilgisi, bu dönemde de çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı makalelerle sınırlı kalmamış, çıkardığı dergiler, bir gazeteci sıfatı ile yaptığı seyahat ve izlenimlerini aktardığı yazılar, yaptığı röportajlar ve bazı dergilerin başyazarı olarak aldığı görevlerle aktif olarak devam etmiştir.

Diğer taraftan, Mehmet Rauf’un gazete ilanları ve doğrudan gazetecilik mesleğini ele aldığı makalelerinin de bu faaliyetleri içinde ayrıntılı bir yeri vardır.

Yayımladığı Mecmualar :

Mehmet Rauf, II. Meşrutiyet’ten hemen sonra çıkardığı Mahasin adlı aylık bir magazin dergisiyle yayın dünyamızda görülen hareketlilik içinde yerini alır. Mehmet Rauf’un bu dergisinin ömrü de, o dönemde çıkan diğer dergilerinki gibi kısa sürmüş, yaklaşık bir yıl sonra Mahasin yayımına son vermiştir.

Dergide, takılardan ev dekorasyonu ve aksesuarlara kadar çeşitli magazin yazıları yer almıştır.

Mehmet Rauf’un yayımladığı ve yine kadınlara yönelik ikinci magazin dergisinin adı da Süs’tür. Süs dergisinin yayımına son vermesinin hemen ardından Haziran ayının ikinci haftasında “Gelincik” adlı bir dergi çıkaran Mehmet Rauf, ancak 9 sayı yayımlayabildiği bu derginin de “Sahib-i İmtiyazı” ve aynı zamanda başyazarıdır. Gelincik de ilk iki dergi gibi magazin dergisidir ve edebi bir değeri yoktur. Ayrıca “Sinema Yıldızı” adlı haftalık bir dergi daha vardır.

Öncekiler gibi bir magazin dergisi kimliğinde olan bu dergide de çeşitli resimler, sinema hileleri, aktör ve aktrislerle ilgili haberlerin yanı sıra, ilk sayısında sinemanın yedinci sanat olduğundan bahseden imzasız bir makale yer almaktadır. Sayısı az da olsa sinema hakkında yazan ve hikayelerinde de sinemadan motif olarak yararlanan Mehmet Rauf’un bu derginin yardımcısı olması kuvvetle muhtemeldir.

ROMANLARI VE ROMANCILIĞI

A- ROMANLARI

Eylül (1901), Ferdâ-yı Garam (Aşkın Yarını, 1913), Karanfil ve Yasemin (1924), Genç Kız Kalbi (1925), Böğürtlen (1926), Define (1927), Son Yıldız (1927), Ceriha (Yara 1927), Kan Damlası (1928), Halas (Kurtuluş 1929), Bir Zambak’ın Hikayesi (1910), Bir Aşkın Tarihi (1915), Menekşe (1915), Harabeler (1927), Kâbus (11928).

Ferdâ-yı Garam :

Ferdâ-yı Garam; Mehmet Rauf’un hikayelerinde de sık sık rastlanan, kurtuluşu ölümde görecek kadar derin bir aşkla birbirini seven iki gencin aşklarının hikayesidir. Romanın bir diğer özelliği de birbiriyle görüşemeyen aşıklar için Mehmet Rauf’un bulduğu “hasta olma” motifini ilk kez bu romanda kullanmış olmasıdır.

Romanın konusu: Bir memur ailesinin çocuğu olan Macit, ailesinin tayininin çıkması üzerine, öğrenimi yarım kalmasın diye amcasının yanında İstanbul’da bırakılır. Macit ile amcasının kızı Sermek aynı yaşlardadır ve birbirleriyle çocukluklarından beri anlaşamazlar. Bu arada hastalanan Macit’in ameliyat olması gerekmektedir. Hastalığın da verdiği karamsarlıkla, kadın ve aşk konuları üzerinde uzun uzun düşünür ve Sermet’i sevdiğini anlar ama artık bunu ona hiçbir zaman anlatamayacağını düşünerek ölüp aşkını da beraberinde götürmek ister. Ama, kendisini ziyarete gelen Sermez onu ameliyata ikna etmekle kalmaz, iyileşinceye kadar da yanından ayrılmaz. Nekehat devresinde de kırlarda birlikte gezinti yaparlarken birbirlerine olan sevgilerini itiraf ederler.

Bir Zambak’ın Hikayesi :

Romanın konusu: Adı belli olmayan roman kahramanı, birlikte yaşadığı Zambak adında genç kadının, daha önce sevişme teklifini geri çeviren erkek düşmanı, Naciye adlı sevici bir kadınla dost olduğunu öğrenince, bir tuzak hazırlayıp ona sahip olmayı düşünür ve Zambak’ın da yardımıyla bunu başarır.

Genç Kız Kalbi :

Romanın konusu: Ailesi tarafından iyi yetiştirilen Pervin, aldığı eğitim ve kültüre eş değerde birini İzmir’de bulamayacağın düşünerek İstanbul’daki amcasının yanına gelir.

Pervin, köşe gelen akrabadan Mehmet Behiç adında genç bir şaire gönlünü kaptırır. Mehmet Behiç, onun bu şehirde gördüğü ilk kültürlü ve ince ruhlu insandır. Şair de genç kıza karşı kayıtsız değildir. Bu arada ailesi, Pervin’i İzmir’de bir jandarma subayına vermek istemektedir. Görücü usulü evliliğe karşı olan Pervin, bir mektup yazarak ailesinin bu fikrine karşı çıkar.

Diğer taraftan, aralarındaki ilişkiyi sezen amcası da, Mehmet Behiç’e Pervin’le ilgili düşüncelerini sorar. Mehmet Behiç, Pervin’i beğendiğini ancak zengin olmadığı için onunla evlenemeyeceğini söyler. Bu gerçekleri öğrenen Pervin, büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Pervin, binbir ümitle geldiği İstanbul’dan, ailesine reddetmesini söylediği jandarma subayı ile evlenmek üzere ayrılır.

Bir Aşkın Tarihi :

Romanın konusu: Büyükada’ya bir arkadaşını görmeye gelen anlatıcı, Macit adlı arkadaşından herkesin adaya döndüğünden bahsettiği Güzin adlı kızın kim olduğunu sorar.

Adı aşk dedikodularına karışmış Güzin, servetini Abdülhamid’in sayesinde yapmış Sırrı Paşa’nın kızıdır ve verem olduğundan hava değişimi için geçen yaz olduğu gibi yine adaya gelmiştir.

Güzin, ada halkına karşı çok kayıtsızdır ve onun bu tavrı gençler tarafından zenginliğinden kaynaklanan kendi bencililiğine yorulur.

Ancak Macit, geçne yıl Güzin’le mektuplaşmayı hatta buluşmayı başarmıştır. Yaz boyu birçok kez bir araya gelen gençler arasındaki ilişki, duygusal düzeyde kalır.

Yaz sonunda, Mısır’a gideceğini söyleyen Güzin’e Macit de eşlik etmek ister ama teklifi tatlı bir şekilde geri çevrilir. Ayrı kaldıkları süre içinde mektuplaşabileceklerini, hatta geri döndüğünde tekrar birlikte olacakları vaadiyle Macit’i ikna eder. Son gecelerinde kendini Macit’in kollarına bırakan Güzin, duygusallık adına bundan yararlanmayan ve ertesi gün kendisini yolcu etmek üzere rıhtıma gelen Macit’i tanımazlıktan gelir.

Anlatıcının, Macit’le son görüşmesinde, arkadaşının daha önce yücelttiği bu hanım hakkındaki fikirlerinin tamamen değiştiğini görür. Güzin, Mısır’da evlenmiş ve hakkında çıkan dedikodularında doğruluğu ortaya çıkmıştır. Çünkü Macit de, onun bazı kaçamaklarına tanık olmuştur.

Menekşe :

Romanın konusu: Evli ve bir çocuk babası olmasına karşın mutlu olmayan Hüseyin Bülent, romanlarıyla ünlü bir yazardır. Onun ruhu büyük heyecanlar verecek aşkları aradığı için kadınlardan uzak durmaz. Önceleri İclâl ve Münevver adlı iki hanıma yakınlık duysa da, bir Ermeni ailenin evinde tanıdığı Violet adlı güzel ve kültürlü bir kıza gönlünü kaptırır. Ancak, Violet’in İzmir’e dönüşünden sonra aldığı bir mektupla onun bir Türk kızı olduğunu anlar. Menekşeyi çok sevdiği için, ona bu ismi arkadaşları takmıştır. Hüseyin Bülent bu genç hanımı artık göremese bile anılarında yaşatmakla yetinecektir.

Karanfil ve Yasemin :

Romanın konusu: Avrupa’dan yeni dönen Samim, Pertev’le arkadaşlığı sayesinde, Pertev’in babası Kadri Paşa’nın sosyetesine girer. Bu yaşam tarzı onu etkiler. Samim bu ailede önce Nevhiz’le yakın bir ilişkiye girer. Bu arada kocasıyla anlaşamayan, Kadri Paşa’nın kızı Pervin Samim’le yakınlaşmaya başlar. İki kadın arasında kalan Samim, ikisini de idare etmeye çalışır. Sonunda Nevhiz’le ikisini birlikte yakalayan Pervin hastalanıp ölürken, Nevhiz ise Avrupa’ya kaçacaktır.

Böğürtlen :

Romanın konusu: Müjgan, babasını kaybettikten sonra, kötü şöhretleriyle İstanbul’da tanınan kuzenleri Şekure, Mahmure ve Nigar’ın yanına sığınmak zorunda kalmıştır.

Bu kadınlarla arkadaşı Nihat aracılığıyla tanışan Pertev de onların arasında hanımefendi tavırlarıyla dikkati çeken Müjgan’a gönlünü kaptırır. Ancak Müjgan kuzenleri gibi olmadığından uzun süre Pertev’i tersler sonunda ciddiyetine inanarak onunla evlenir.

Define :

Romanın konusu: Erzurum Hastanesi Baştabibi Şakir Feyzi, çağrıldığı Hacı hanım adlı yaşlı bir kadını altı ay boyunca evine giderek tedavi eder. Şakir Feyzi’den memnun olan kadın, hayat hikayesiyle birlikte bir de ona sır verir. Gençliğinde bir Paşanın konağında çalışan Hacı Hanıma, Paşa bir kitap vererek ona vasiyette bulunmuştur. Bu vasiyette Paşa’nın konağında sakladığı bir “define”nin yeri yazılıdır. Paşa, Avrupa’ya kaçan kızı eğer yurda dönerse bu kitabı ona vermesini söylemiştir. Hacı Hanım ömrü vefa etmeyeceğini bildiğinden bunu Şakir Feyzi’den istemektedir.

Şakir Feyzi, Paşa’nın kızı Hadiye Hanım’ı bulur.

Kocasının gerçek yüzünü öğrenim yurda döndükten sonra tekrar evlenen Hadiye Hanım, eşi öldükten sonra kızıyla beraber babasının yıkık dökük konağına sığınmış ve fakir bir hayat sürmeye başlamıştır. Defineden haberdar olan Hadiye Hanım’ın ilk kocası Raci sürekli anne kızı rahatsız etmektedir. Bu korkulu günler Şakir Feyzi’nin konağa gelmesiyle son bulur. Bir süre sonra da Şakir Feyzi hem defineyi bulur, hem de Hadiye Hanım’ın kızıyla evlenir.

Kan Damlası :

Romanın konusu: Şakir Feyzi, eşi, çocukları ve kayınvalidesiyle birlikte Tarabya’da bir köşkte mutlu ve zengin bir yaşam sürmektedir. Son derece iyi korunan bu köşkte önce Suzan’ın süt ninesi Sıdıka Hanım boğazı kesilerek öldürülmüş bulunur. Yaşlı kadının eline sıkıştırılmış bir kağıdın üzerinde “numara bir” yazılıdır ve altında bir “kan damlası” vardır. Raci ve adamlarının yakalanmasında Şakir Feyzi’ye yardım eden Hasan Fuad evinde öldürülmüş ve eline sıkıştırılan kağıtta da “numara iki” yazılı bulunur. Son olarak da sıranın Hadiye Hanım’da olduğuna ilişkin bir kağıt bulunmuştur. Olay, polis tarafından soruşturulurken Polis Hayret, bu köşkün odalarından birinin altında gizli bir geçit olduğunu fark eder ve üç kişiyi yakalar. Çok geçmeden de cinayetleri yapan Hüsrev de bir çatışma sonunda Polis Hayret tarafından öldürülür.

Polis Hayret, bu olayı aydınlatarak hem büyük bir üne kavuşur, hem de Şakir Feyzi ile eşinin koydukları para ödülünü almaya hak kazanır.

Son Yıldız :

Roman, vak’aların azlığı ve ruhsal çözümlemelerin aşırı derecede oluşu, roman yazarın İtalyan izlenimlerinin aktarıldığı bölümlerin sıkıcılığı ve tekniğin eksikliğinden dolayı Hikmet Şevki tarafından eleştirilir.

Romanın konusu: Perran, gençlik aşkı Fuad’ın cepheden gelen ölüm haberi üzerine annesinin ısrarıyla duyarsız bir adam olan Avukat Şefik Nuri ile evlenmiştir. Her şeyi sineye çekecek kadar geniş yürekli olan ve söylentilere aldırış etmeyen Şefik Nuri, avukatlığını yaptığı Fahri Cemal’le eşinin ilişkilerini bilerek göz yumar. Ancak Fuad cephede ölmemiş, esir düşmüştür. Savaştan sonra da okumak üzere Almanya’ya gitmiş, tahsilini tamamlayınca yurda dönmüştür.

Perran’ın sürdüğü yaşam tarzını öğrenen Fuad ondan uzaklaşır. Başlangıçta Fuad ile Perran’ın biraraya gelmesinden rahatsız olan Fahri Cemal, sonradan, gerçekten birbirlerini sevdiklerini anlayınca onları barıştırır ve evlenmelerini sağlar.

Halas :

Roman, “Büyüklerin en büyüğü Gazi Mustafa Kemal’e” ibaresiyle Atatürk’e ithaf edilmiştir. Mütareke ve Milli Mücadele dönemini konu aldığından esere, tarihi roman gözüyle de bakılabilir. Ancak Mehmet Rauf’un romanlarında yurt ve millet sevgisini işleyen tek roman olmasına rağmen, bu romanda bile bu yüce duygular aşk ekseninde verilmiştir. Halas’ın Latin harfleriyle basılan “ilk büyük roman” olduğu da söylenmektedir; ancak buradaki bilgi “tâbiden naklen” verilmiştir.

Harabeler :

Harabeler, Tanzimat’tan sonra başlayarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam eden yanlış anlaşılan batılılaşmanın toplumda açtığı yaraları toplumsal bir eleştiriyle dile getiren Cumhuriyet ideolojisiyle kaleme alınmış bir romandır. Yeni Cumhuriyet kuşağının romandaki temsilcisi, tutumlu, hesabını bilen ama eğlenceden de geri kalmayan Nuri Süha’dır.

Romanın tezi: Saltanat devrinin ve rejiminin sosyal bünyede yaptığı yıkım tam bir “harebe”dir. Bu “harabeler” üzerine yeni ve sığlıklı temeller atılmalıdır. Cumhuriyet kuşağı da bunu yapabilecek güçtedir. 34, 34 ve 24 fasıllık üç bölümden oluşan romanın bu tezi, gereksiz tekrarlar arasında boğulmuştur.

Kâbus :

Romanın konusu: Bir dairede memur olarak çalışan Aziz Nihat, karısı Nigâr ve çocuklarıyla mutlu bir hayat sürmektedir. Öylesine mutludurlar ki, Nigâr’ın ağabeyi Celal Bey ile karısı Halet Hanım’ın birbirleriyle tartışmalarında arabulucu ve örnek olurlar. Ancak, kayınbiraderinin yaşadığı bu olaylardan etkilenen Aziz Nihat’ın içinde de bir kıskançlık, bir kuşku düşer ve karısını izlemeye başlar. Bu kuşkular öylesine bir al alır ki, artık hayaller görmeye başlar. Kocasının bu hallerini anlamayan Nigar ise, karşılarındaki evde oturan genç bir erkekten mektup alır. Genç adamın ısrarlarına dayanamayan Nigar, sırf meraktan bir gün onunla gezmeye çıkar. Ancak bu adam Nigar’ı randevu evine götürür ve Nigar buradan kaçarak evine döner. Aynı gün sokaklarda bir süre karısını aradıktan sonra eve dönen Aziz Nihat, münakaşa ederken cinnet geçirir ve boğazını sıkarak karısını öldürür.

EYLÜL :

Romanın konusu: Süreyya ile Suad, beş yıl önce sevişerek evlenmiş bir çifttir. Süreyya’nın ailesiyle birlikte yaşamaktadırlar. Otoriter bir baba, dedikoduyu seven bir kızkardeş ve kaba bir enişteyle birlikte yaşamak, başta Süreyya’ya sıkıcı gelmektedir. En büyük arzusu ailesinden ayrı deniz kenarında bir evde yaşamaktır. Ancak maddi durumu buna uygun değildir. Suad ise kocasının hayalini, babasından istediği para ile gerçekleştirir.

Boğaziçi’nde bir yalı kiralayan karı koca hiç olmazsa bir yaz boyu mutlu olacaklardır. Süreyya artık her gün denizdedir. Suad ise evdedir ve yalnızdır. Bu arada Süreyya’nın akrabası Necib’i de yalıya gelip kalması için davet ederler. Böylelikle, yalıya sık sık gelip giden Necib ile Suad arasında duygusal bir yakınlaşma olur. Süreyya denizde iken, piyano çalan Suad ile ona çeşitli notalar getiren Necib arasında ortak bir beğeni olan müziğin de etkisiyle bir aşk başlar. Her ikisi de Süreyya’ya ihaneti asla akıllarından geçirmezler ama içlerinde yaşattıkları yasak aşkları da onları yiyip bitirmektedir. Necib’in bir ara ağır bir hastalığa tutularak yalıya gelemeyişi, Suad’a onun her kadınla gönül eğlendiren bir tip olduğunu düşündürür. Çünkü, Necib önceden Süreyya’nın evli olan kızkardeşi Hacer’le de gönül eğlendirmiştir. Oysa şimdi durum farklıdır. Necib’in hastalığını duyan Suat, onu ziyarete gider ama Hacer de oradadır.

Suad’ın kayıp eldivenini Necip’in yastığı altında bulan Hacer ikisinin arasında birşeyler olduğundan şüphelenmeye başlamıştır. Sonbaharla birlikte, Süreyya’nın isteğiyle konağa geçerler. Necib konağa da gelmektedir ama artık ev kalabalık olduğu için ikisinin de hareketlerinde daha dikkatli davranmaları gerekmektedir. Bu arada konak ziyaretlerinden birinde yine hastalanan Necib’e bu kez Suad eldivenin diğer tekini verir. Artık duygularını birbirlerine açmışlar, aşklarını kelimelere dökmüşlerdir. Tam bu sırada, bir gece aniden çıkan yangında, Suad’ın dışarı çıkamayıp konakta kaldığı anlaşılır. Süreyya, “Suad Suad” diye haykırırken, Suad’ı kurtarmak için kendisini alevlerin içine atan Necib de Suad da çöken çatının altında kalırlar.

a. Eylül, bir ruh çözümlemesi romanıdır. Edebiyatımızın psiklojik roman türündeki ilk örneğidir. Bu ünlü roman “Servet-i Fünun” dergisinde yayınlanmıştır.

b. Vakası “yok” denecek kadar basittir. Anlatılan birkaç olayın kişiler üzerindeki etkisiyle, kişilerin o olaya karşı tepkisi üzerinde durulmuş; böylece eser, dış olaylar üzerine değil, iç olaylar üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı da romanda olay betimlemeleri değil, ruhsal çözümlemeler yer alır. Halit Ziya’ya ayrıntılar romancısı denebilirse, Mehmet Rauf’a ruhsal ayrıntıların romancısı adı verilir.

c. Bu romanda dostlukları sevgiye dönüşen iki insanın çektikleri acı anlatılmıştır. Yasak aşk teması işlenmiştir. Genelde olduğu gibi, Eylül’de olayı karı-koca aşık üçgeni arasında geçer. Ancak yazar romanında kocayı yani Süreyya’yı tamamlayıcı öğe olarak kullanmış, Suad’la Necib’in duygularını düşüncelerini ön plana almıştır. Bu tema başta Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su, Kırık Hayatlar’ı olmak üzere birçok Servet-i Fünuncu yazarın işlediği temadır.

d. Aşk-ı Memnu’da olduğu gibi, Eylül’de de, aşktan başka kaygıları olmayan, çalışmayı ayıp sayan, aylak hazır yiyici kişilerin yaşayışları; yazarın kendi söyleyişiyle “hep aşk, hep garâm, hep şiir ve musiki” üzerine oturtulmuş yükümsüz ve sorumsuz tutumları anlatılmıştır. Eserin üç kahramanı da (karı, koca, aşık) bir çeşit güzellik avcısı rolündedirler; Boğaziçi’nin güzelliklerine bakan küçük yalıyı kuş kafesine benzetirler; musiki ve sevdadan başka işleri olmayan kendileri de, bu hesapça muhabbetkuşu gibidirler.

e. Romanın baş kişileri belirtildiği gibi Süreyya, eşi, Suad ve Suad’a aşkından dolayı acı çeken Necib’dir. Süreyya, yazar tarafından ayrıntılı biçimde işlenmemiş, yalnızca yasak aşka yol açacak gelişmeleri anlatabilmek için araç olarak kullanmıştır. Süreyya’nın tip niteliğinden çıkıp karakter boyutuna geçemediği görülmektedir. Roman başından sonuna kadar değişmeyen, trajik çatışmayı yaşamayan kahramanıdır. Suad’sa kocası Süreyya’ya göre daha ayrıntılı ele alınmıştır. Suad, romanda konu edilen türden bir ruh dinginliğine açık bir ruhsal yapı içindedir. Akıl ve mantığı, ruhsal coşkunluğuna ve “gerçek” mutluluğa yeğler. Necib ise romanın başında Beyoğlu’nda gece yaşamı içine dalmış, yaşamı çapkınlıkla geçen, kültürlü bir delikanlı olarak tanıtılır. Ancak Necib’in öz yapısında, Boğaz’daki yalıya gidip gelmeye başladıktan sonra değişme başlar. Necib fırtınalı yaşamından bıkmış, aile yaşamını özlemiştir. Yani yasak aşka, biri dinginlik aradığı, ötekisiyse dingin yaşamdan bıktığı için açıktır. Romanın öteki kişileri, Süreyya’nın Beyefendi ve hanımefendi diye anılan annesi ve babası; kızkardeşi Hacer; Hacer’in kocası Fatin tek yönleriyle ele alınan ikinci kişilerdir. Olayın geçmesinde pek fazla rolleri yoktur.

Yazar kişileri tanıtırken ve olayı geliştirirken, Suad ve Necib’in trajik çatışmalarına öylesine ağırlık vermiştir ki, romanda toplumsal yanın ihmal edildiği söylenebilir. Örneğin Necib de, Süreyya da nasıl geçinmektedirler, pek belli değildir; yazar bir iki yerde Süreyya’nın “kalem”e gittiğinden söz eder ama ne iş yaptığını belirtmez.

f. Üslup Halit Ziya’nın üslubundan daha sade ve daha özentisizdir. Halit Ziya’nın romanlarında olduğu gibi dil musukisi yaratma çabası bu romanda o kadar belirgin değildir. Mehmet Rauf müziği betimlemelerde aramıştır. Bu bakımdan Eylül’e betimleme romanı da denebilir.

g. Eserin kahramanı olan Necib’in duyguları, hatta hayatı ile yazarın duyguları ve hayatı arasında bir benzerlik olduğu söylenmektedir.

MENSUR ŞİİRLERİ

Mensur Şiirleri ve Mensur Şiir Yazarlığı Üzerine :

Mensur şiir yazarın en başarılı olduğu edebi türlerden biridir. Mehmet Rauf, Servet-i Fünun mecmuasında beş yıl süren bu faaliyeti arasında yazmış olduğu kırk iki mensureyi, Mektep mecmuasındakilerle birlikte, Eylül romanından sonra en çok anılan eseri Siyah İnciler’de biraraya getirir. Onun mensur şiirleri Halid Ziya’nın mensur şiirlerini dahi gölgede bırakmıştır. Mehmet Rauf’un mensur şiirlerinin Baudelaire ile mukayese edilmesi göz önüne alınırsa devrindeki etkisi daha iyi anlaşılır.

Siyah İnciler, Mehmet Rauf’un hatıralarında belirttiğine göre beş yüz adet basılmıştır. Beş bölümden oluşan ve sırasıyla Halid Ziya, Hüseyin Cahid, Celal Sahir, Faik Ali ile eseri zikredilerek Sami Paşazade Sezai’ye ithaf edilen bu bölümler 1, 12, 19, 13 ve 20’şer metinden meydana gelmiştir.

Mehmet Rauf’un bazı hikayelerine Siyah İnciler’de yer vermesi, onun Paul Bourget’nin etkisiyle gözleme, insanın iç dünyasına, psikolojik analizlere dayalı hikayeleriyle mensur şiirlerin karıştırılmasına yol açmıştır. Bu karışıklık biraz da Mehmet Rauf’un piyes, roman, albüm, mensur şiir demeyip her kitabının sonuna bir iki hikaye eklemiş olması da yol açmıştır. Oysa Mehmet Rauf’un mensur şiirleriyle hikayeleri karıştıracak olursa hacim bakımından aralarında en azından üç dört sahifelik bir fark olduğu görülür.

MEHMET RAUF’UN ÜSLUBU

Genel olarak Mehmet Rauf’un üslubunun Servet-i Fünun edebi topluluğunun karakteristik özelliklerini taşıdığını söyleyebiliriz.

Mehmet Rauf’un üslubu konusunda, edebiyat tarihindeki ortak kanı, onun bir üslup sanatkarı olmadığı, bazı özentilerine rağmen ağır tamlamalardan, süslü anlatımlardan kaçındığı, “dışa değil, içe” yönelerek çeşitli ruhsal durum analizlerinde daha başarılı olduğu yolundadır. Çünkü, onun amacı, sanat göstermek değil, hissettiği gibi yazarak, duygularını okuyucuya aktarmak ve onlara bu ruhsal durumu yaşatmaktır.

Hüseyin Cahid, anılarında Mehmet Rauf’un üslubunu, sanki “düşüverecekmiş, hissiyle insanı heyecanlandıran ve yürürken öteye beriye çarpan” bir adama benzetir. Ancak yine de bilmeden kullandığı Arapça, Farsça kelime ve tamlamalarıyla anlatmaya çalıştığı yepyeni duyuşlarıyla insanı etkilediğini söyler.

Hüseyin Cahid’in sözünü ettiği ve Mehmet Rauf’un üslubunda görülen bu pürüzler, herşeyden önce topluluğu hazırlayan dönemin bir özelliğidir.

Diğer taraftan Hüseyin Cahid, kendisinin ve Mehmet Rauf’un sadeliğinin, onların söz dağarlarının kıtlığından, süslü yazmak istemelerine rağmen bunu beceremeyişlerinden kaynaklandığını söyler.

Eserlerine genel olarak bakıldığında, Mehmet Rauf’un roman ve hikayelerine oranla mensur şiirlerinde daha sade bir dil kullandığını görürüz. Bunun nedeni roman ve hikayenin mensur şiir gibi adeta serbest bir tür olmayıp bir tekniğe, bütünlüğe, kompozisyona, kısacası belli bir üslubu gerektiren edebi tür olmalarındandır.

Piyeslerindeki dilin de sahneye uygun olmadığını, hatta kendisinin de bunun bilincinde olduğunu ama bazı eserlerini oynamak için değil seyirciyi eğiterek hazırlamak amacıyla okunmak için kaleme aldığını söyleyebiliriz.

Yine, Mehmet Rauf’un döneminde eski edebiyat taraftarlarının eleştirilerine neden olan “ve” ile başlayan cümlelerini de özellikle belirtmek gerekir. Ancak onun üslubundaki bu tuhaf cümle yapıları sadece “ve” bağlacının kullanılışı ile sınırlı değildir. Eserlerinin büyük bir bölümünde “evet” “işte” gibi kelimelerle başlayan cümleler de az değildir.

Mehmet Rauf’un eserlerinde, kesik kesik konuşmaları andıran kısa cümleler, konuşma üslubuna yaklaşan rahat bir söyleyiş hakimdir. Onun üslubunda bazı tekrarlar ve yerel konuşma özelliklerine rastlanırsa da, bunlarda başarılı olduğu söylenemez. Aynı şey, bazı eserlerinde rastlanan azınlıkların konuşmaları için de geçerlidir. Bu yüzden Mehmet Rauf, taklidi konuşmalara eserlerinde pek yer vermez. Ayrıca onun eserlerinde, işlenen konuya ve zemine göre zaman zaman argo kelime, ibare ve cümlelere de rastlanır.

Mehmet Rauf’un eserlerinde sıkça görülen özelliklerden biri de “âh!, of!, oh!, aman yarabbi!” gibi nidaların bolluğudur. Bu nidalar yanında eserlerinde devamlı tekrar edilen ve birbirine çok benzeyen bazı cümlelerin kullanıldığı da görülür. Bunların bir kısmı, soru cümleleri, bir kısmı hüküm cümleleri, bir kısmı ise doğa ve tablo betimlemelerinde topluluğun sık başvurduğu isim cümleleridir.

Mehmet Rauf da, doğanın insanın psikolojisi üzerindeki etkisini gösterebilmek için bu betimlemelere ayrı bir özen gösterir ve uzun cümlelerle yapılan bu betimlemelerde başarılı olduğu da söylenir.

Ancak, Mehmet Rauf’un asıl başarısı insan ruhuna ait analizlerin inceliğinden ve kuvvetinden doğar.

Yeni duygular için yeni ifade şekilleri peşinde koşan ve bu yüzden Farsça kelimelere ağırlık veren Servet-i Fünun edebi topluluğu yazarlarının aksine, Mehmet Rauf’un üslubunda Arapça kelimelerin daha ağırlıklı olduğunu söyleyebiliriz.

Batı dillerinden ise, Fransızca ve İngilizce’nin yanı sıra denizcilik mesleğinden gelen İtalyanca kelime, terim ve cümlelere de eserlerinde yer verir. Elbette bunlar Arap harfleriyle ve Türkçe okunuşlarıyla yazılmışlardır.

Onun Avrupa görmüş, asri ve sık kahramanları, birbirleriyle konuşurlarken, yabancı dil bildiklerini gösteren bazı kelimeleri kullanmayı da ihmal etmezler.

Genel olarak, Mehmet Rauf’un üslubuna özen göstermediği söylenebilir. Örneğin başlangıçta “rençber” olarak tanıttığı kahramanı, eserin sonunda “hamal” yapabilir.

Sonuç olarak bütün eserleri göz önüne alındığında, Mehmet Rauf’un üslubunun, topluluk içindeki arkadaşlarına oranla ve dönemine göre sade olduğu, ruh analizlerine gösterdiği aşırı özeni diğer noktalarda göstermediğin hatta ihmal ettiğini söyleyebiliriz.

KAYNAKÇA

1.Tarım Rahim; Mehmet Rauf Hayatı, Sanatı, Eserleri, Kültür Yayınları, Ankara-1998, syf:69-84

2.Kutlu Şemsettin; Servet-i Fünun Edebiyatı (Antoloji), Toker Yayınları, İstanbul-1976, syf:69-82

3.Yüzbaşıoğlu Nermin, Yüzbaşıoğlu Muammer; Türk ve Batı Edebiyatından Ünlü Romanlar, Serhat Yayınları, İstanbul-1990, syf:48-51

4.Kudret Cevdet; Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, İnkılap Kitabevi, İstanbul-1987, syf:269-277

5.Bek Kemal (Günümüz Türkçesi); Mehmet Rauf Eylül, Özgür Yayınları, İstanbul-2000, syf:5-23

6.Alangu Tahir; Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman, C. I, II, III, İstanbul-1965

7.Moran Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış/A. Mtihat’tan A.H. Tanpınar’a, İletişim Yayınları, 1983: 93-278

8.Akalın, L. Sami; Mehmet Rauf/Hayatı, Sanatı, Eserleri, Varlık Yayınları, 1953

9.Özbalcı Mustafa; Mehmet Rauf’un Romanlarında Şahıslar Kadrosu, Samsun-1992

10. Ünaydın, Ruşen Eşref; Diyorlar ki, Mehmet Rauf bölümü


SERVET-İ FÜNUN'UN DİĞER YAZAR VE ŞAİRLERİ

Süleyman Nazif,

Fâik Âli Ozansoy,

Ali Ekrem Bolayır (A. Nadir)

Süleyman Nesib,

Hüseyin Suat Yalçın,

Hüseyin Siret Özsever,

Celâl Sahir Erozan,

Hüseyin Cahit Yalçın,

Ahmet Hikmet Müftüoğlu.

Süleyman Nazif:

Servet-i Fünûn şairlerinden Fâik Ali Ozansoy'un ağabeyidir. Soy olarak bilgin, tarihçi ve edebiyatçı bir aileye mensuptur. Babası da hem bilgin bir edebiyatçı hem dezamanın değerli bir devlet adamıdır.

Bütün sanat hayatı boyunca Namık Kemal'in etkisinde kalan Süleyman Nazif hem nazım hemde nesir alanında eserler vermiştir. O Servet-i Fünûn topluluğunu daima onlara uzaktan katılan bir üyesidir. Aktif olarak bu topluluğun içinde bulunmadığı gibi sanat ve estetik bakımından da onlardan oldukça farklıdır. Süleyman Nazif duru ve yalın Türkçe'nin de karşısındadır. Özden bir vatan ve milletsever bir sanatçı ve aynı zaamanda da oldukça tutucudur. Geçmişin her türlü olumlu değerlerine büyük bir inançla bağlıdır. Servet-i Fünûncuların “sanat sanat için” anlayışını kabul edip buna göre eser vermelerine karşılık Süleyman Nazif sanatı daima toplumun ve ulusal sorun ve davaların emrinde kullanmıştır. Dilce, düşüncece birhayli eski olan Süleyman Nazif vatan ve millet davaları konusunda bütünüyle yeni ve çağdaş bir görüşe sahihtir.

Süleyman Nazif kişisel hayatında olduğu gibi manzum ve mensur tüm eserlerinde de heyecanlıdır. Onun ortası hemen hemen yok gibidir. Sevip beğenmediği ölçüsüz yüceltir. Sevmeyip beğenmediğini de alabildiğine küçültür ve alçaltır.

Nazif Osmanlı Türkçesinin en güçlü dönemindeki yazarların çoğundan daha sağlam ve daha sanatlı bir dile sahiptir. Ne var ki dilinin anlaşılabilirlikten uzak oluşu onu günümüzden uzaklaştırmıştır. Süleyman Nazif de Cenap Şahabettin gibi sanat hayatının II. Döneminde nazım çalışmalarını azaltmış ve büyük ölçüde nesir alanında eser vermiştir.

Başlıca Eserleri:

Gizli Figanlar(şiirler); Batarya ile Ateş; Firak-ı Irak; Malta Geceleri; Çal, Çoban Çal; Tarihin Yılan Hikayesi; Piyer Loti Hitabesi.

Siyasal görüş ve tartışmaları: Çalınmış Ülke, İmana Tasallût, babil Melikesi, Yıkılan Müessese.

Faik Ali Ozansoy:

Süleyman Nazif'in kardeşidir. İlk şiirlerini mülkiyede iken yazmaya başlayan Faik Ali Ozansoy bu eserlerini o zaman yeni kurulmuş bulunan Servet-i Fünûn topluluğuna gönderip bu dergide yayınlattı. Şiirlerinde hep göklerin derinlik ve yüceliğinden, füsun dolu sırlarından söz ediyordu. Bu tarz şiirlerinde Hamit'in etkisi ve izleri de vardır. Bu nedenle kendisini “ikinci Hamit” olarak ta nitelendirirler. Eserlerinde duygu ve hayale, bilinmeyip de belli belirsiz sezilen ruh, ürperti ve sezgilerine geniş yer ayırırdı. Kadın, aşk ve tabiat motifleri şiirlerinin hemen hiç değişmeyen temalarıdır. Şair dil ve anlatım konusunda-belli bir oranda- kendisini yenilemesini bildiği için son eserleri duru bir özellik taşımaktadır. Faik Ali bir kaç manzum tiyatro denemesi yapmış olmakla birlikte bunlar onun en zayıf eserleri arasında yer almaktadır.

Eserleri: Fâni Teselliler; Temasil; Elhan-ı Vatan; Mithat Paşa Payitahtahtın Kapısında(Vatan ve özgürlük konusunda tiyatro);Nedim Lale Devri(tarihi tiyatro).

Ali Ekrem Bolayır(A.Nadir):

Namık Kemal'in oğludur.Bundan dolayı soyadı kanununa kadar, imzasını çoğunlukla “Kemal-zade Ekrem” olarak atmıştır. Arkadaşı Ahmet Raşit bey gibi eserlerini takma adla yayınlamıştır. Onun şiirlerinde kullandığı ad A.Nadir'dir. Babasının heyecanından ve sanat gücünden yoksundur. Ve şiirleriyle hiç bir zaman büyük ün ve etki oluşturamamıştır. Servet-i Fünûn'un sıradan şairlerinden biri olarak kaldı. Yalnız 1997 Türk-Yunan Savaşı'nda, meşrutiyetin ilanı yıllarında ve Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale muharebeleri konularında yazdığı bazı manzumelerle dikkati çekebildi. Dil ve anlatımda Servet-i Fünûncular içerisinde en tutucu sanatçılarından biri olarak tanındı. Onun Türk edebiyatına hizmeti-eserlerinden fazla-Darülfünun'da okuttuğu dersleriyle olmuştur. Diğer bir hizmetide çocuk şiirlerinin ilk örneklerini verenler arasında yer almasıdır.

Eserleri: ( şiir kitapları ) Rüh-ı Kemal ( babsı anısına manzum ve mensur anılar, şiirler); Zılal-ı ilham; Ordunun Defteri; Şiir Demeti.

İncemeler: Namık Kemal; Recaizade Mahmut Ekrem;

Süleyman Nesip:

Asıl adı Sami olan, Servet-i Fünûn'daki şiirlerini Süleyman Nesip olarak imzalayan bu şair, XIX. Yüzyılın ünlü ve değerli komutanlarından Süleyman Paşa'nın oğludur. Babası Süleyman Paşa Abdülaziz'in tahttan indirilmesi olayına karıştığı için Bağdat'a sürgün edilmiştir. Bu nedenle oğlu Süleyman Nesib'indeAbdülaziz zamanında İstanbula gelmesi pek mümkün olmamıştır. Bu nedenle de Süleyman Nesib'in Servet-i Fünûn'la ilişkisi hep uzaktan olmuştur.

Temiz ahlaklı ve karakteri şiirlerinde de kendisini gösteren Süleyman Nesib, güçsüz ve iddiasız bir şairdir. Manzumeleri sayıca az olduğu gibi duygu, düşünce ve heyecan yönlerinden de hayli mütevazıdir. Şiirlerini bir araya toplayıp kitap halinde bastıramamıştır. Edebiyatımızda Sonne tarzını ilk defa kullanan şairdir. Eseleri: Süleyman Paşa-zade Sami Bey; İlm-i .Terbiye Etfal ( çocuk eğitimi üzerine bir deneme ); Fröbel ve pastalozzi ( eğitim ve öğretim üzerine bir çeviri ).

Hüseyin Suat Yalçın:

“Yüzlerdeki sahte gülüşü, maskeyi kaldır;

Gözyaşlarının bak ne acı izleri vardır.”

Hüseyin Suat Yalçın

Servet-i Fünûn şairleri arasında oldukça geniş bir şöhret yapan Hüseyin Suat Yalçın!ın şiir sahasındaki çalışmaları pek yeterli değildir. Servet-i Fünûn'da lirik şiirleriyle tanındı. Servet-i Fünûn topluluğuna Cenap Şahabettin!in teşvikiyle girmiştir. 1908'den sonra şiirde lirizmden hemen hemen tamamiyle uzaklaşarak hiciv ve mizaha yöneldi “ Gâve-i Zâlim” takma adıyla siyasi ve sosyal hicivler yazdı. Tiyatro denemelerinde bulundu. Çoğunu kendisinin yazdığı bir kısım çeviri yada adepte olan bir hayli tiyatro meydana getirdi. Bunların o zamanki adı Darül-bedâyi olan “ şehir tiyatrosu'nda “ oynattı duru ve tabii bir dille eserler verdi.Eserleri:Löne-i Meal (serveti finun dönemi şiirleri) ; Gave Destanı (Mizahi şiirleri) Dehhak-i zalim, Gâve-i zalim imzalarıyla mizah ve hicir manzumeleri yazmıştır.

Tiyatro eserleri: Kirli Çamaşırlar, Çürük Temel, Kayseri Gülleri, Harman Sonu, Ahirette Bir Gün, (Manzum tiyatro)

Hüseyin Siret Özsever:

“Âmir, hakim, talip, sahip varsa eğer toprakta; o da millet, o da millet,o da millet, mutlaka” (Hüseyin Siret Özsever)

Servet-i Fünûn topluluğunun hayattan en son ayrılan temsilcisidir.Asıl adı Hamdullah Siret olan şairin adını Tevfik Fikret Hüseyin Siret'e çevirmiştir. Kendiside Mehmet Tevfik adını “ Tevfik Fikret” yaparak böylelikle serveti finun ailesi arasındaki fikir ve duygu birliğine canlı bir örnek olmak istemiştir. Hüseyin Siret Serveti Finun şairleri içinde duygusal yönü ve lirizmi en belirli şair olarak tanınmıştır. O konularını özellikle hisli ve ince temalarda seçmiş aşk, özlem, gurbet ve tabiat güzellikleri üzerine manzumaler düzenlemiştir. İlk şiirlerinde Fikret'in tekniği ve cenabın duygusallığı göze çarpar dil ve anlatımda diğer serveti finunculardan pek ayrılmayan Hüsayın Siret sonraları dilde belli bir durululuğa yönelmiştir.

Eserlri: Leyâl-i Girizân (Servet-i Fünûn dönemi şiirleri);Bağbozumu (Yeni tarza yönelik şiirleri) Kıvılcımlı Kül (son şiirleri)

Celal Sahir Erozan: 1883' İstanbul'da doğdu. Fransız lisesini bitirdi. Iki yıla kadar Hukuk'a devam ettiyse de burasını bitiremeden hayata atıldı. Çok genç yaştayken ve bu topluluğun son döneminde Servet-i Fünûncular arasına katıldı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra önce Selanik'te Genç Kalemler topluluğuna katıldı. Bundan kısa zaman sonra İstanbul'da kurulan Fecriâti topluluğunun başına geçti. Servet-i Fünûn'un enson ve en genç şairlerinden olan Celâl Sahir bu dergide ve bundan sonraki şiirlerinde “aşk ve kadın şairi” olarak ün kazanmıştır. Şiirlerinde konu, ruh ve anlam bakımından belirli bir yenilik ve özellik bulunduğu söylenemez. Onun şiirlerinin en belirgin özelliği canlı, hareketli, aşk ve yaşam duygusuyla dolu olması ve yeniliğe yönelişinin olmasıdır. Bu şiirlerin dilinde ise Servet-i Fünûn'un en koyu ve en külfetli sözlüğünden dil evriminin en duru ve arı havasına gittikçe berraklaşan bir hava göze çarpar.

Eserleri: (şiir kitapları ) Beyaz gölgeler; Buhran; Siyah kitap, Numaralı kitaplar.

Hüseyin Cahit Yalçın:

Servet-i Fünûn yazarları arasında en çok evrime uğrayan edebiyatçıdır. Sanat hayatına hikâye, roman, hatta mensur şiir yazarak girmiş ve daha sonra genellikle tenkid ve tartışmada karar kılmıştır. Servet-i Fünûn'a yapılan çeşitli saldırılara aynı şiddette cevaplar vermekle ün salmıştır. Sonraları bu türde yazdıklarını bir kitap haline getirmiş ve “kavgalarım “ adını vermeyi uygun bulmuştur. Hiç bir zaman Servet-i Fünûn'daki diğer arkadaşları gibi “ salt sanatçı “ olmamıştır. Bundan dolayıdır ki tek bir romanı ile bir kaç hikâye kitabı sıradan bir ürün olmaktan ileri gidememiştir

Dilde üslupçuluktan, sanatta duygusallıktan fazla katı bir gerçekçiliğe, akla, mantığa ve bilime yönelir. Özellikle “ Hayat-ı Hakikiye Sahneleri “ adını taşıyan kitabındaki hikâyeleri kendisinin bu yönünün çok iyi belgeler. Bu hikâyeler bir sanat ürününden çok günlük bir gazete havadisi veya röpörtaj havasını yansıtır.

Eserleri: Nadide ( ilk roman denemesi ); Hayal İçinde ( roman ); Hayat-ı Muhayyel (hikâyeler); Hayat-ı Hakikiye Sahneleri; Edebi Hatıralar, Kavgalarım ( tenkidler, tartışmalar

Ahmet Hikmet Müftüoğlu:

Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı hikayeleri ile Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katıldı. O sıralarda başlayan “ Yeni Lisan “ ve “ Türkçülük “ akımlarını benimseyerek Türk Yurdu dergisinin kurucuları arasına katıldı.

Ahmet Hikmet'in edebiyat hayatı iki döneme ayrılır:

Edebiyat-ı Cedide devrindeki hikayeleri: Bunlar Servet-i Fünûn hikaye ve romanının özelliklerini taşımaktadır. Dil yabancı sözcüklerle yüklüdür. Bu tür hikayelerini “ Hartistan “ adlı kitapta toplamıştır. Herhangi bir görüşe, hatta doğru dürüst bir olaya bile dayanmayan hikâyelerle doğa ve kişi tasvirleri, ruh hallerinin anlatılması hatta konuşmalar hep bir takım süslü söyleyişler ve cicili bicili sözcüklerle örülmüş bir söz kalabalığı arasında boğulmuştur.

Türkçülük akımının başladığı devirdeki hikayeleri: 1911'den sonra Türkçülük akımının etkisi altında yazılmış bulunan hikayelerin dili sadedir. Bazıları az Türkçe ile yazılmıştır. Fakat hepsinde süslü bir dil kullanmıştır.