23 Nisan 2016 Cumartesi

23 nisan bayramımız kutlu olsun...

23 NİSAN

Sanki her tarafta var bir düğün.
Çünkü, en şerefli en mutlu gün.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep neşeyle doluyor insan.
İşte, bugün bir meclis kuruldu,
Sonra hemen padişah kovuldu.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep neşeyle doluyor insan.
Bugün, Atatürk'ten bir armağan,
Yoksa, tutsak olurduk sen inan.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep neşeyle doluyor insan.
Saip EGÜZ

orhan pamuk gülenay börekçi söyleşisi

Renklerle meşgul olmayı seven Orhan Pamuk, “Beyaz Kale”, “Kara Kitap” ve “Benim Adım Kırmızı”nın ardından şimdi “kırmızı” isimli ikinci kitabı “Kırmızı Saçlı Kadın”la okur karşısında.

Kendi adıma, romanda en sevdiğim şu oldu: Bir bölümde, saçları doğal kızıl olan bir kadınla boya kızılı esas kadın karşılaşıyor. Saçlarını boyayan, “Onunki sadece tesadüf, bense böyle olmayı kendim seçtim” diyerek kurtarıyor gururunu. Ama tam kurtaramamış olacak ki o günden sonra artık saçlarını boya yerine kınayla renklendirmeye başlıyor.

Orhan Pamuk’la mülakatımıza bir soruyla değil, bu kısmın beni hem eğlendirdiğini hem de bunda onun edebiyatçılığını -ve benim de okuma tercihlerimi- açıklayan bir yan bulduğumu söyleyerek başladım. Yıllar önceki ilk sohbetimizde, “Samimiyet istiyorsanız başka romancıları okuyun. Ben çok gayrısamimiyim; hilem samimiyetsizliğimi samimiyetle yapmaktır” dediğini de hatırlattım. Buradan devam ettik…

Kırmızı Saçlı Kadın romanın bir yerinde, “Saçlarımı kınayla boyamaya başlamasaydım eğer, Cem beni hiç fark etmeyebilirdi” diyor, neden?

Eh, anlaşılır bir şey, kına doğal bir malzeme, o da kendini böyle daha iyi hissediyor. Ben sorayım: Kırmızı saçlı olmayı seçmek sizce samimiyetsizlik mi?

Hayır, öyle düşünmüyorum.

Ben de öyle düşünmüyorum. Ama sizin gibi, romanın bu kısmını ben de çok seviyorum. Onu benim edebi tutumuma karşılık gelen bir metafor olarak görmeniz de hoşuma gidiyor. “Kafamda Bir Tuhaflık”taki cümleyi hatırlatayım: “Doğruyu söylemem, samimi olduğum anlamına gelmez.” Bazen en tartışılmaz doğruları ifade ederken son derece samimiyetsiz olabilirsiniz. Özellikle bunu karşınızdakinin canını yakacağınızı bile bile yaparsanız… Romancılık düşünceli, yani hesaplı davranırken bile saf kalmayı gerektirir. Bazen kelimeler size bir yerden gelir, siz sanki onları sadece kaydediyorsunuzdur. Bazen de her şeyi titizlikle hesaplarsınız. Kesersiniz, biçersiniz, küçük ayrıntıları büyütüp dramatize edersiniz; okurun üzerinde samimi bir etki yaratmak için hikâyenizi sabunlar, şekerlendirir, çiçeklendirirsiniz… Bunların hiçbiri samimi işler değildir ama romancılıkta hepsi meşrudur.

“Saf ve Düşünceli Romancı”da anlattığınız şeyler bunlar…

A’yı B diyerek anlatan adam olmayı severim; Shakespeare ve Dostoyevski çizgisidir bu. Her insanın kalbinde birbiriyle çelişen iki düşünce mutlaka olur. Türkiye mesela hem Batılı hem de Doğuludur. Memleketi bir çizgiyle ortadan ikiye bölüp insanları Doğulu-Batılı, laik-muhafazakâr diye ikiye ayıramayız. Gerçi siyasi partiler oy almak için milleti zehirleyip böyle ayrımlar mümkünmüş gibi davranıyorlar. Bu yüzden bence liberal, hoşgörülü siyaseti politikacılar değil, iyi romancılar yapıyor aslında; Dostoyevski’ler… Onlar bir insanın A demek isterken pekala B diyebildiğinin, B derken bambaşka bir şeyi kastedebildiğinin farkındalar.

“Romancılığın iğneyle kuyu kazmak olduğunu her zaman söyledim. Ama bazen ne kadar ısrarla kazarsan kaz, suyu bulamayabilirsin”

Sofokles’in Oedipus’u, Rüstem ile Sührab efsanesi, Bizans kuyuları, Freudyen rüya yorumları, Jules Verne romanları, Pasolini filmleri; romanınız kültür tarihi gibi… Ağır iş yaptım duygusu var mı?

Zihnimde sürekli boğuştuğum ve neredeyse 30 yıldır bekleyen bir hikâyem vardı ve anlatmayı çok istiyordum. Altı ayda yazarım sandım ama bir yılı geçti.

Kuyucu Mahmut Usta, “Buradan bir şey çıkmaz” diyenlere rağmen bir gün su bulacağını hissederek kazıyor toprağı, siz de böyle hissettiniz mi?

Artık olgun romancı olduğum için bazı şeyleri daha rahat söyleyebiliyorum, yazarken aklımın bir köşesinde Ernest Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz”i duruyordu.

Sevdiğiniz bir roman mı?

Doğayla savaşı mükemmel anlatan bir roman. Kusuru, balıkçının yapayalnız olması, denizin ortasında kendi kendine konuşup durması… Ben, tek başına kuyu kazan bir adamı yazmak istemedim, o zaman “Kendini yazmış” diyeceklerdi. Öte yandan, kuyucuyla özdeşleştiğim doğru; romancılığın iğneyle kuyu kazmak olduğunu her zaman söyledim. Ama bir yere kadar! 40 yıldır sabırla yaptığım bir işim var, kitaplarım çok okunuyor, insanlar beni önemsiyor, bazı konularda ne söyleyeceğimi dinlemek istiyor… Ama kabul, bazen ne kadar ısrarla kazarsan kaz, suyu bulamayabilirsin.

Ne yapıyorsunuz o zaman? Elinizdeki romanı çöpe mi atıyorsunuz?

Hayır, başladığım hiçbir kitabı çöpe atmadım. 1980 darbesinden sonra yazdığım bir kitap var sadece ama onu artık yayınlayamazdım, öylece bıraktım. Ama yok, devam ediyorsunuz. “En sonunda suyu bulacağım” diyorsunuz, arkadaşlarınıza okutuyorsunuz, orasını burasını kesiyor, biçiyorsunuz. Yeni şeyler ekliyorsunuz. Depresyon geçiriyorsunuz. (Gülüyor.) Arada dursanız bile kazmaya yeniden başlıyorsunuz. Siz düşünüyorsunuz, kuyu derinleşiyor.

“Hiç kimse sonsuza kadar babasından nefret etmez, hiç kimse de sonsuza kadar babasına hayran kalıp kendini onun için feda etmez”

Mahmut Usta bir zamanlar insanların kıymet verip kuyularda sakladığı, sonra da unuttuğu şeylere rastlıyor. “Düşünceli” romancısınız ama bazen siz de beklenmedik şeylerin peşine düşüyor musunuz?

Roman yazmanın en zevkli yanı budur işte. Düşünceliyim ama demek ki saf bir yanım da var. (Gülüyor.) Bakıyorsun, hiç hesaplamadığın bir şey gelip seni bulmuş. Mesela öğleden sonra 1’le 3 arası saflığıma hitap edecek hiçbir şey gelmez. Ama zihnimi kirletecek şeylerden uzak durmuşsam, internetteki haberlere bakmamışsam, hele akşam 8’de güzel bir kadeh şarap içmişsem; uykudan kalkıp pijamalarımla masanın başına geçerim. Gece yarısından sonra öyle düşünceler gelir ki… Yazar farkında bile olmadan kaleminin ucunu sürekli biler. O sırada gelen tesadüflerin güzelliğini görebilirse, onları bir çerçeve içine koyarak kitabının parçası yapar, hatta kendi bile şaşırır bunu daha önce niçin akıl edemediğine…

Kitabınızın esas meselesine gelirsek; karakterinizin onu farklı biçimlerde hırpalayan, inciten iki babası var…

Babası pek ortada olmadığından, Cem başka türlü bir baba şefkati arıyor ve bunu ustasında buluyor. Buradaki şefkat, otoriterlik de içeriyor. “İstesem senin kemiklerini kırarım ama hepsi sana duyduğum sevgiden” diyen babalar yok mudur? Şefkat ve otorite kardeştir. Şu da var: Hiç kimse sonsuza kadar babasından nefret etmez, hiç kimse de sonsuza kadar babasına hayran kalıp kendini onun için feda etmez.

“Her baba bunu bilse iyi olur” dercesine söylediniz…

Babayla ilişki hep sorunludur. Astığı astık, kestiği kestik bir babam olmadığı halde ben de epey sıkıntı yaşadım ama benimki entelektüel bir sıkıntıydı. Babanın seni ezmesinin yanında benimki gibi buhranlar hiçbir şeydir. Babam kötü bir baba değildi; tam tersi, zeki, karizmatik, yetenekli, kendine güvenen bir adamdı. Abimle bana “akıllı oğullarım” derdi. Gerçekten akıllı olduğumuz için değil, kendini çok akıllı bulduğu ve bu durumda bizim de akıllı olmamız gerektiğini düşündüğünden… Bilmem anlatabiliyor muyum?

orhan pamuk egoistokur gulenay borekci yky 1

“Kemal Tahir babamdı; ona hem hayrandım hem de kalbimi kırabilir diye tanışmaktan kaçardım”

Sizin kaç babanız oldu?

Açıkçası bir babam daha oldu. Yazmaya yeni başladığım yıllarda Kemal Tahir’e hayrandım. Hayattaydı; isteseydim, tanışabilirdim. Ama o istemez diye düşünür, korkardım.

Ve?

Tanışmadık! Bir şey söyleyip kalbimi kırabilirdi ve bu kez ondan nefret eder, öldürmek isterdim… Babamı öldürmek istediğim zamanlardakinden bile daha güçlü bir istek duyardım belki bunun için. Hayran olduğumuz, ‘baba’ saydığımız insanları yakından tanımak, sahip oldukları güçleri öğrenmek isteriz. Ama onların arkadaş ilişkilerini, kişisel tarihlerini, iktidar sırlarını tükettikten sonra da özgür olmayı seçer, ucuz bir bahane uydurup kaçarız. Oh be, nihayet bitti! Şimdi kime âşık olacağız, kime baba diyeceğiz?

Romanınızın karmaşık karakterlerinden biri, “Seni kör etmek istiyorum, çünkü bir babada dayanılmayacak yan, seni hep görmesi” diyor.

Ve kendi yolunu çizmek, kendi romanını yazmak istiyor. (Gülüyor.) Güçlü adamların kendilerine özgü bir narsisizmleri vardır, yanlarına gittiğinde senin küçük zenginliklerini anlamayabilirler. Bozulursun, hem kendine hem de ona kızarsın. Bu yüzden büyük şairlerin, romancıların dostlukları hayat boyu sürmez. Belki bir tek İkinci Yeni şairleri hariç… Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreya arasında hep saygılı bir ilişki oldu. Sanat ve edebiyat dünyamızda dost kalabilmiş başkası da gelmiyor aklıma. İsterdim öyle yakın romancı arkadaşlarım olmasını…

Çırağınız oldu mu peki, size “baba” diyen biri?

Bilmiyorum, vardır benden etkilenenler ama ben onlara o gözle bakmam.

“Saldırıların üzerinizde durmazsanız, kendinizi gökyüzünde uçan bir kuş gibi hissedersiniz. Güzel bir duygu, kaybetmek istemem”

Toplumların da babaları var anladığım kadarıyla. “Devlet Baba, Allah Baba, Paşa Baba, Mafya Babası; bu ülkede kimse babasız yaşayamaz” deniyor romanda…

Bizde insanlar yere sağlam bastıklarından bir türlü emin olamadıkları için sırtlarını iktidara dayayarak yaşamak isterler. Ailenin iktidarı da olabilir bu, bilginin, devletin, kaba gücün iktidarı da… Baskıcı bir toplumda yaşıyoruz, zordur bizde babasız olmak. Ben, hiçbir gazetede düzenli yazmadım mesela ve bunun sıkıntısını çok çektim. Karalama kampanyaları açıldı, başım dertten derde girdi. Ama kötü günlerin şöyle bir faydası oluyor; derin kalınlaşıyor, aldırmamayı öğreniyorsun. Şimdilerde hükümet yanlısı gazeteler sataşıyor biraz ama umurumda değil, “Bu göz neler gördü neler” diyorum içimden.

Daha iki üç sene öncesine kadar diğer taraftan saldırıya uğruyordunuz ama. Üstelik hatırladığım kadarıyla saldırının şekli aynıydı…

Retoriği bile aynıydı, kelimeler değişmiyor… Üzerinde durmazsanız, kendinizi gökyüzünde uçan bir kuş gibi hissediyorsunuz. Güzel bir duygu, kaybetmek istemem.

80’lerin sol çevrelerinin ağır maçoluğuna vurgular var gibi geldi bana. Örgüt içi ilişkilere, evliliklere müdahaleler, kimin kiminle ne yaptığının çetelesinin tutulması…

Ben sol çevreler demezdim…

Ne derdiniz?

“Anladım Orhan, baban korku veren biri olmamış. Peki, sana bunu yapan biri oldu mu?” diye sorardım. O korkuyu bana ailemin dışındakiler yaşattı. Nasıl başlayıp yerleştiğini tam kestiremiyorum ama evimizin ötesinde karanlıklarla dolu bir dış dünya olduğunu hissederdim.

“Kuvvetli bir babam olmadığı için belki, ben hep kuvvetli, her şeye hâkim kadınlara yöneldim”

Cem, Kırmızı Saçlı Kadın’la yatakta kitap okuduklarını, ardından öpüşüp sevişerek uyuyakaldıklarını hayal ediyor. Babasından ödünç aldığı bir hayal bu aslında… Ve yıllar sonra karısıyla tam da böyle bir şey yaşıyor.

Cem’in karısıyla arasındaki son derece uyumlu ilişkide erotik gerilim yok; fazla arkadaş onlar… İtiraf edeyim, burada yoğun bir otobiyografik yan var. Kuvvetli bir babam olmadığı için belki, ben hep kuvvetli, her şeye hâkim kadınlara yöneldim. “Kırmızı Saçlı Kadın”da Cem’de kendinden daha güçlü, dertlerini açabilecek kadar güveneceği bir kadın istiyor. Belki kaçsa ya da gizli bir şeyler yaşasa kendini daha özgür hissedecek ama bunu da aramıyor.

Ama esas güçlü olan Kırmızı Saçlı Kadın, romanınızdan bunu da öğreniyoruz.

Cem şeytani cazibesine kapılıyor onun ama evlenmiyor; evlenmeyi aklından bile geçirmiyor. Demonik buluyor Kırmızı Saçlı Kadın’ı; haklı da…

Kapak için Dante Gabriel Rosetti’nin Regina Cordium’unu seçtiniz. Rossetti, “Uğultulu Tepeler”i okuduktan sonra şöyle demiş: “Olaylar cehennemde geçiyor, ama nedendir bilmem, yer isimleri İngilizce.” Sizin romanda olaylar nerede geçiyor?

Cennet’te mi, yoksa Cehennem’de mi geçtiğini soruyorsanız, Araf’ta diyelim…

“Unutmayın, roman, düşünceyi yasaklamak isteyenlere karşı icat edildi. Düşünce özgürlüğüne karşı kurmaca…”

Gençlerden Adam Thirlwell’in bir yazısını çevirmeye çalıştım geçenlerde. “Herhangi bir hikâyeyi anlatmayı seçtiğiniz an, anlattığınız kişiyle ilişkinizi riske atıyorsunuz demektir” diyor Thirlwell. Yazmak, ilişkilerinizi riske attığınızı hissettirdi mi size diye sorsam…

İyi de ben artık genç değilim, 40 yıldır yazıyorum. Kurmaca dediğimiz şeyin en büyük gücü ne biliyor musunuz? Adamın biri, sizin ona dair bir şey yazdığınızı sanıp kızmışsa, “Yok yahu bu sadece hikâye, niye seni yazayım, yakışır mı hiç sana?” diyebilirsiniz. Ya da diyelim, tamamen hayal gücünüzden çıkmış bir fanteziyi yazdınız ama o bunda kendini görmüş. “Aman abi, elbette senden hareket ettim” dersiniz, sevincini bozmazsınız.

Ailenizden, arkadaşlarınızdan mı bahsediyorsunuz?

Hayır, yalnızca yakın çevrenize karşı kullandığınız bir kalkan değildir bu. Onu, okura, devlete, millet, düşmanlarınıza karşı da kullanabilirsiniz. Unutmayın, roman, düşünceyi yasaklamak isteyenlere karşı icat edilmiştir. Düşünce özgürlüğüne karşı kurmaca… “Dur yahu, dokunma buna, anlattığım her şey hayal ürünü” diyebilme şansı verir yazara. “Böyle şeyler olmadı, gerçekle alakası yok, üzerine alınma…” İnsanoğluna hiç olmazsa bu kadarını kabul ettirebilirsin.

O zaman başta konuştuğumuz şeye dönüyoruz; “Kafamda Bir Tuhaflık’taki o cümlenize… “Doğruyu söylemem samimi olduğum anlamına gelmiyor.” Eh, bu durumda, yalan söylemek de her zaman sahtekârlık olmayabiliyor.

Yasakların var olduğu her yerde “Bunlar gerçek değil kurgu” diyen bir koruma mekanizmasından da söz edilebilir. Ama ben “Kırmızı Saçlı Kadın’ı bunu söylemek için yazmadım.

Öyle düşünmedim zaten…

Öte yandan, ne biliyorsunuz, belki bunu söylemek de kurgunun bir parçasıdır.

orhan pamuk egoistokur gulenay borekci yky 2

Oedipus, Rüstem, Freud… Kelimeler, renkler…

Rüstem neden ağladı, Oedipus neden kendini kör etti?

Oedipus ve Zaloğlu Rüstem mitlerine kafayı takan karakteriniz müze müze dolaşıyor ve Oedipus’un, babasını öldürdüğü ve annesiyle yattığı o iki an dışında her anının resmedildiğini fark ediyor. Oysa Sührab’ın babası Rüstem tarafından öldürülmesi Doğu’da her zaman açıkça resmedilmiş. Bu bize neyi gösterir?

Bakın, Rüstem’in oğlunu öldürmesi değil o minyatürlerde önemli olan, öldürürken ağlaması… İlginç bir durum var orada: Osmanlı padişahları da tahta çıktıklarında şehzade kardeşlerini öldürürken ağlarmış, tıpkı ona benziyor bu. Yalandan da değil üstelik, içtenlikle ağlıyorlardı herhalde… Gelin görün ki ağlamalarının esaslı bir nedeni daha vardı: Eylemin meşrulaşması, Oedipus ile Rüstem’in -ve tabii kardeşlerini boğduran padişahların- dürüstlüğünün kanıtlanması, için, gözyaşlarının toplum tarafından görülmesi gerekiyordu. “Gördünüz mü?” diyorlardı bir bakıma. “Biz zalim değiliz, bunu devletimizin bekası için mecburen yaptık, ne kadar acı çekiyoruz, baksanıza!”

Oysa Oedipus…

Oedipus da Rüstem gibi acı çekiyor; bilmeden babasını öldürdüğünü, yetmiyormuş gibi öz annesiyle evlendiğini fark ettiği için… Ve kendini cezalandırmak için gözlerini kör ediyor. Resimlerde ve kitap kapaklarında falan, babasını öldürmesiyle ya da annesiyle evlenmesiyle değil, kendini kör edişiyle resmedilmesi bundan. Orada gördüğümüz şey, suçluluk duygusu… Oedipus’un kendini kör etmesi ve Rüstem’in ağlaması aynı kapıya çıkıyor…

“Zihnimiz var ya zihnimiz; o bizi durmadan aldatıyor, onun yüzünden rüyalarımızda yanlış filmler çekip duruyoruz”

Cem, Kırmızı Saçlı Kadın’ın yataktaki bazı tavırlarını nasıl söyleyeyim, “biraz edepsizce” buluyor, neden?

Belki de okur her sayfada bu kadar ince eleyip sık dokumamalı…

Normalde bunun nedenini sormazdım ama hikâyenin burada açık etmek istemediğim şahane finalini düşününce, bu tanımlama ilginç geldi bana, o yüzden soruyorum…

Hah, tamam, anladım ne demek istediğinizi. Şimdi efendim, onu aslında kim yazmışsa, yazmış, okuyan öğrenecek… Elinizdeki kitabın aslında başka bir kitap olabileceğini gösteren bütün postmodern hileleri burada da kullandım, evet. Madem açtınız bu konuyu, okur kitabın son 15 sayfasında küçük bir sarsıntı da geçirecek, hadi o kadarını söyleyelim. Tartışmaya açık yanları olan bir kitap. “Hataları var” demek istemiyorum. Hataları vardır mutlaka, ayrı. Tartışılacak yanlar derken söylemek istediğim, hikâyenin soru sormaya davet etmesi… Kim baba, kim oğul? Hikâyeyi hangisi anlatıyor, o anlatıyorsa, bu ne oluyor? Başta gayet ortada görünen bazı şeylerden sonradan hiç bahsedilmemesinin manası ne? Cem, bu kadar büyük bir takıntı haline getirdiği Kırmızı Saçlı Kadın’ı sonradan niçin hiç hatırlamıyor, aklına getirmiyor? Bir ipucu: Oedipus babasını öldürdüğünü gerçekten bilmiyor muydu, Rüstem oğlunu öldürdüğünün farkında değil miydi? Bu konular, üzerinde düşünmeye değer konular.

Freud’çu olmadığınızı vurguluyorsunuz ama ondan epeyce bahsediyorsunuz…

Freud’çu değilim ama ondan çok şey öğrendim. Bütün o alt bilinç-üst bilinç meselelerini, dil sürçmelerini, rüya yorumlarını eğlenceli buluyorum ama doğrusunu isterseniz, çok da inanmıyorum. Hayatımızın ilk 10 yılının karakterimizi belirlediği de doğru değil; sonuçta irade diye bir şey var, öyle değil mi? İnsan evirip çevirip kendini yeniden yaratan bir varlık, sürekli başka biri olmaya devam ediyor ve bir noktadan sonra hayatının ilk 10 yılını iyice gerilerde bırakıyor. Ama zihnimiz var ya zihnimiz; o bizi durmadan aldatıyor, onun yüzünden rüyalarımızda yanlış filmler çekmeyi sürdürüyoruz… Freud’un antik Yunan tragedyası Oedipus’u sahnede izlemesi ve sonra da üzerine yazması önemliydi. “Baba katli” otoriteden kurtulmak, modern olmak arzusundan kaynaklanır. Modernlik doğduğumuz yerden, bizi belirleyen evden, sokaktan, mahalleden kaçmak isteğidir. Ailenin, okulun, cemaatin, dinin baskısından kurtulabilmemiz ve kimsenin bizi görmemesi, ancak şehir hayatında mümkündür. Şehir, insanın babadan, iktidardan kaçabileceği tek yerdir. Çünkü orada hem insan içindesin hem de gözlerden uzak kalabilirsin. Kitaplarım çoğunlukla büyük şehirde kaybolmak isteyen insanlar hakkında…

“Kelimeler işitsel dünyaya, renkler görsel dünyaya ait olsa da, ikisi de aynı sonuca ilerler, aynı kalbi etkilemeye çalışır”

Kitaplarınızın adlarında sıklıkla renklere yer veriyorsunuz… “Beyaz Kale”, “Kara Kitap”, “Benim Adım Kırmızı”, şimdi de bu… Yeni romanınızın kilit karakterlerinden biri, “Şairim, işim kelimelerle oynamak ama gerçek düşüncenin kelimelerden değil resimlerden çıkacağını biliyorum” diyor. Katılıyor musunuz ona?

Ressam olmak istemiştim, yazar oldum. Ama ikisi arasında köprü olmayı, renklerin verdiği duyguları kelimelerle anlatmayı seviyorum. Renkleri işitmeyi, kelimeleri görmeyi deniyorum… Sonuçta, bakmak ve dinlemek kardeş sanatlar; renklerle kelimeler birbirine o kadar da uzak sayılmaz. Bilhassa öfke, arzu, tutku gibi güçlü duygular size, kelimelerle değil imgelerle gelir… Ve kelimeler işitsel dünyaya, renkler görsel dünyaya ait olsa da, ikisi de aynı sonuca ilerler, aynı kalbi etkilemeye çalışır. Şimdi yeni bir roman yazıyorum. “Veba Geceleri”nde, hayatında hiç renk görmemiş birinin zihninde geziniyorum. Anlatıcılardan biri doğuştan kör ama hafızası sağlam, renkler hakkında duyduğu her şeyi zihnine kaydediyor ve onların neye benzeyeceğini hayal etmeye çalışıyor.

Kırmızının sizde neyi çağrıştırdığını sorsam…

Bu soruyu, “Benim Adım Kırmızı”yı yazarken, 1998’de, ben de kendime sormuştum. Bulduğum cevaplar arasında çiğ et, kan, iktidar ve daha başka birçok şey vardı… Demirle bakır arası bir metaldi benim için ve çiçeklerden güle değil papatyaya benziyordu. Eskiden ne fotokopi vardı ne de fotoğraf makinesi. O yüzden insanlar Avrupa’yı gezer, döndükten sonra da gördükleri sanat eserlerini kelimelere dökerdi. Farkında değiliz belki ama insanoğlunun kafası değişti ve bizler, fotoğraf ve sinemanın icadından sonra renkleri görme yeteneğimizi biraz kaybettik.

Gülenay Börekçi

bülent gündoğmuş - şimdiki geçmişte saklıdır/ kırmızı saçlı kadın

Şimdi Geçmişte Saklıdır / Kırmızı Saçlı Kadın

Fraktal Geometri’nin kurucusu matematikçi Beneoit B. Mandelbrot fraktalı[1] her bir parçası bütünün yansıması olan desen ya da şekil olarak tanımlamaktadır. Fraktal sistemin özgünlüğü bir temel motifin dallanıp budaklanarak bütün sistemin yapısını kararlaştırmasıdır. Görünürde birbiriyle ilişkili olmayan olaylar arasında garip bir bağ olduğunu gösteren bu yapılar basit fikirlerden başlayarak karmaşık yapılar kurmaya izin verir. Geçmiş geleceği ne kadar şekillendirir? Bir olay diğerine bağımlı mıdır yoksa ondan bağımsız mıdır? Mandelbrot, şu an gerçekleşen bir olayın, başka yerde ve uzak bir gelecekte başka bir olayı etkileyebileceği konusunda bir teori geliştirmiş ve adına da uzun vadeli bağımlılık teorisidemiştir. Teoriye göre, çan eğrisinin normal beklentilerinin çok ötesinde, vahşi türde değişimler gösteren bir türbülanstır söz konusu olan. Değişimlerin bir orada bir burada yoğunlaştığı, bir değerden diğerine ani sıçramaların olduğu bir sistemdir bu.
Öte yandan başlangıç noktasına hassas bağımlılık ilkesinin hâkim olduğu sistemlerde, başlangıç verilerindeki küçük değişiklikler sistemin uzun vadeli davranışlarında büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurur ya da farklar yaratır. Kelebek Etkisi[2] dediğimiz bu olayla sıkça karşılaşırız.

Kırmızı Saçlı Kadın
Kapak Fotoğrafı: Elizabeth Siddal’ın Portresi, Dante Gabriel Rossetti

Orhan Pamuk son romanı Kırmızı Saçlı Kadın’nın olay örgüsünü fraktal bir yapı üzerine inşa etmiş ve geçmişin geleceği nasıl etkileyebileceği, hatta belirleyebileceği konusunda, ortaya, çarpıcı bir roman çıkarmış. Romanda, 1980’lerin ortalarında, 16 yaşındaki Cem’in 33 yaşındaki Kırmızı Saçlı Kadın’la olan bir gecelik aşkının – ki buna başlangıç noktası diyoruz – kelebek etkisi yaratarak farktal bir desen çizip, sürükleyici, beklenmedik ve heyecan verici bir maceraya dönüştüğüne şahit oluyoruz.
Roman, 30-35 yıl öncesindeki bir olayın, başlangıç noktasına hassas bağımlılık ilkesiyle – ki aşk gibi hassas bir olaydır söz konusu olan – dallanıp budaklanarak (fraktallaşarak) bugünü etkilemesi hatta belirlemesi bakımından Mandelbrot’un uzun vadeli bağımlılık teorisiyle uyum gösteriyor.
Batı’dan (Yunan) yaklaşık 2500 yıl önceki Sophokles’in Kral Oidipus’u ile Doğu’dan (İran) 1000 yıl önceki Firdevsi’nin Şehname’sindeki Rüstem ve Sührab’ın hikâyeleri gibi iki önemli efsaneyle süslenen roman – ki romanda birçok olay bu iki efsaneye bağlanmıştır – söylenenlerin aksine yoğun değil, okunması kolay ve akıcı. Bu iki efsaneyle mistik bir havaya bürünen romanın ikinci kısmı kimi tekrarlar nedeniyle ağır aksak bir tempo tutturmuş olmasına rağmen, son kısımda ilk kısmındaki hızına kavuşuyor ve dallanıp budaklandıktan sonra birçok olayı üst üste getirerek çarpıcı bir biçimde son buluyor.
Efsaneler
Bilindiği gibi, Oidipus Yunanistan’daki Thebai şehrinin kralı Laios’un oğludur, ancak Apollo tarafından lanetlendiği için yazgısında babasını öldürüp annesiyle evlenmek vardır. Bunu öğrenen kral onun daha bebekken ölmesi için bir ormana terk edilmesini emreder.  Ormana terkedilen bebeği komşu krallığın bir nedimesi bulur ve çocukları olmayan bu krallığın kral ve kraliçesi onu evlatları sayıp bir şehzade gibi büyütürler. Günün birinde Oidipus Delphoi Tapınağı kâhininden lanetlendiğini ve yazgısını öğrenince bunun gerçekleşmemesi için gerçek bildiği anne ve babasından kaçarak krallığı terk eder.
Bilmeden doğduğu Thebai şehrine giden Oidipus bir köprüden geçerken ihtiyar bir adamla lüzumsuz yere tartışır, kavga ederler ve Oidipus ihtiyar adamı öldürür, ama bunu kimse görmez. Daha sonra şehre, sorduğu soruları bilmeyenleri öldürerek bela olan, kadın yüzlü, aslan vücutlu kocaman kanatlı canavarın (Sfenks) muammasını çözer ve kahraman, hatta kral olarak kraliçeyle, yani öz annesiyle evlenir. Dört çocukları olur.
Yıllar sonra şehre veba gelir. Vebadan kırılan halk Tanrılarının ne dediğini merak edip bir aracı gönderirler. Tanrılar, vebadan kurtulmanın yolunun, önceki kralı kimin öldürdüğünün bulunup şehirden atılmasıdır, derler. Bunun üzerine köprüde tartışıp öldürdüğü adamın önceki kral ve öz babası olduğunu bilmeyen Oidipus gerekli emirleri verir, hatta katilin bulunması için en çok kendisi çalışır. Bütün deliller katil olarak kendisini gösterdiğinde ise hem baba katili olduğunu hem de öz annesiyle evlendiğini öğrenince kendi gözlerini kör ederek şehri terk eder. Şehir de vebadan kurtulur.

Oidipus ve Sfenks
Oidipus ve Sfenks

Rüstem İran’da cesur bir savaşçı Şah Keykavus’un göz bebeği bir askerdir. Bir gün avlanırken atını kaybeder ve onu ararken düşman toprağı olan Turan’a girer. Turan Şahı beklenmedik misafire iyi davranır, onun için bir şölen düzenler.
Gece olunca odasına çekilen Rüstem’in kapısı çalınır. Rüstem’in kapısını çalan, şölen sırasında onu görüp âşık olan Şahı’n kızı Tehmine’dir. Odasına kadar gelen güzel Tehmine’ye dayanamayan Rüstem onunla sevişir ve sabah olunca da doğacak çocuğu için işaret olarak bir kolye bırakarak ülkesine döner.
Annesi Tehmine babasız doğan çocuğuna Sührab adını verir. Yılar sonra babasının Rüstem olduğunu öğrenen Sührab önce İran’a giderek zalim İran Şah’ı Keykavus’u tahttan indirip yerine babasını geçirmeye, sonra da Turan’a dönüp Şah Efrasiyab’ı tahttan indirip yerine kendisi geçmeye ant içer. Böylece İran ve Turan, Doğu ile Batı birleşecek ve adil biçimde yönetilecektir.
Turan Şahı İran’la savaşacak diye Sührab’ı destekler, babasını tanımasın diye de ordusuna casuslar sokar ve baba oğul birbirlerini tanımadan savaşa girişirler. Efsane bu ya, savaş meydanında karşı karşıya gelen baba oğul zaten zırh içinde olduklarından birbirlerini tanımayacaklardır. Ayrıca Rüstem rakibi tüm gücünü toplayamasın diye dövüşlerde kendini hep saklar, Sührab ise, tek amacı babası Rüstem’i İran tahtına oturtmak olduğu için, kiminle savaştığına dikkat etmezmiş.
Dövüş günlerce sürer. İlk gün Sührab Rüstem’i yere indirir ve üstüne oturarak hançerini babasını öldürmek üzere çeker. Ancak Rüstem Sührab’a, ilk seferinde öldürmemesini, ikinci kez yere indirirse öldürmeye hak kazanacağını söyler, Sührab da bunu kabul eder. O akşam Sührab’ın dostları Rüstem’i öldürmemekle yanlış yaptığını söyleseler de Sührab buna aldırmaz. Ancak üçüncü gün, daha dövüşün başında Rüstem oğlunu yere serip kılıcını gövdesine daldırarak göğsünü yarar ve öldürür.
Sührab ölmeden önce kendisini daha önce at uşağı olarak tanıtan Rüstem’e kolyesini göstererek Rüstem’e vermesini, ama öldüğünü söylememesini ister. Kolyeyi gören Rüstem acılar içinde kendisinin Rüstem olduğunu söyler.
Oidipus ile Rüstem ve Sührab efsanelerinin benzerliği baba ile oğulun dövüşürken birbirlerini tanımamaları, ama ilkinde babanın oğulu, ikincisinde ise oğulun babayı öldürmesidir. Pamuk’a göre Batı’da oğul babayı, Doğu’da ise baba oğulu öldürmüş olur.

Rüstem ve Sührab
Rüstem ve Sührab

“Kader ve Kısmetin Haritası Geçmişte Saklıdır”[3]
Roman bugün kırk beş yaşında olan Cem Çelik’in otuz yıl önce yaşadığı bir hikâyeyi hatırlamasıyla başlar. Okullar tatil olmuş, eczacı babası evi terk etmiş, kahramanımız Cem annesiyle birlikte, eczane de kapanmış olduğundan parasız kalarak, Beşiktaş’tan Gebze’ye taşınmıştır. Cem’in üniversiteye girmesi için dershaneye gitmesi, ancak bunun masrafını karşılaması için çalışması gerekmektedir. İşi kuyu kazmak olan Mahmut Usta’nın çıraklık teklifini kabul eder ve onunla birlikte Öngören’e gider. Mahmut Usta’nın tabiriyle “Küçük Bey” Cem işe çabuk adapte olur. Tekstil atölyeleri yapılmak üzere su ihtiyacını karşılamak için kazdıkları kuyu kasabanın biraz dışındadır. Tüm gün çalışırlar, akşamları da kasabaya giderek bir kahvede oturup yorgunluk atarlar. Kuyu kazdıkları alan ile kasaba arasındaki gidip gelmeler sırasında vakit akşamüzeri, akşam ya da gece olduğu için gökyüzünde sürekli bir yıldız sağanağı vardır.
Hiç evlenmemiş, çocuğu olmayan Mahmut Usta babacan ve şefkatli bir adamdır ve usta çırak ilişkisini baba oğul ilişkisi gibi görmektedir. Böylece terk edilmiş oğul yeni bir baba bulmuş olur.
Mahmut Usta ile Cem geceleri kuyu kazdıkları alanda kurdukları çadırda yattıklarından vakit geçirmek için kasabadan döndükten sonra birbirlerine hikâyeler anlatırlar. Mahmut Usta’nın hikâyeleri Kuran’ı Kerim’den ya da çocukluk anılarından, Cem’inkiler ise okuduğu kitaplardan türetilmiştir. Cem’in esas hikâyesi de Kral Oidipus’ın trajedisidir.
Cem bir gün kasabada dolaşırken Kırmızı Saçlı Kadın’ı görür ve bir türlü aklından çıkaramaz. Kırmızı Saçlı Kadın’ı, namı diğer Gülcihan’ı hep aklında taşır. İbretlik Efsaneler adlı gezici bir tiyatroda çalışan Gülcihan ve arkadaşlarının kurdukları çadır tiyatrosu kasabaya çok yakındır. Cem bir gece Mahmut Usta’dan izin de almadan tiyatroya gider ve orada Rüstem ile Sührab oyununu izler.
Aynı gece tiyatrodan çıktıktan sonra, Gülcihan’ın kaldığı evin kapısındayken, Cem’in heyecanlı olduğunu gören Kırmızı Saçlı Kadın “Korkacak bir şey yok… bak ben annen yaşındayım” der, ama evde birlikte olur, sevişirler. Hoş geldin Kral Oidipus! Ve bu Cem için kaçınılmaz sonun başlangıcıdır.
Romanın birinci kısmının sonunda ustasını yanlışlıkla öldürdüğünü düşünen – bu süreç roman boyunca heyecan verici bir biçimde çok iyi işlenmiştir – Cem Öngören’i apar topar tek eder.
İkinci kısımda önce Cem’in pişmanlıklarına, sonra da müthiş yükselişine şahit oluruz ve efsaneler peşinde koşması bu kısımda olur. Yanlışlıkla da olsa ustasını, bir bakıma babasını öldürmüş olmaktan duyduğu pişmanlık bir türlü peşini bırakmaz. Ancak geçmişle hesaplaşmaktan korktuğu için Öngören’e ne zaman gitmeyi düşünse hep vaz geçer.
Önce yazar olmak istemiştir, ama aklından bir türlü silemediği Mahmut Usta ve onun mesleği adına İTÜ’ye dereceyle girerek jeoloji yüksek mühendisi olur. Daha sonra eczacılıkta okuyan Ayşe ile tanışır ve evlenirler. İnşaat işine girip kurdukları şirkete Sührab adını verirler ve çok zengin olurlar. Bu arada, muhtemelen 12 Mart 1971 döneminin devrimcilerinden olan babasıyla hiç görüşememiştir. Görüştükten bir süre sonra da onu kaybeder.
Cem ve Ayşe’nin çocukları olmaz. Ama Cem günün birinde Öngören’e, otuz yıl önce kazılmasında çırak olarak çalıştığı kuyunun bulunduğu yere, beklenen akıbetine, yeni siteler yapmak üzere koşar adımlarla giderek Kırmızı Saçlı Kadın ve ondan olan oğlu ile karşılaşır. Hoş geldin Rüstem ile Sührab.
Özet olarak anlatılanlardan anlaşılacağı üzere olan biten kelebek etkisi ve uzun vadeli bir bağımlılık ilişkisinin hoş bir örneğidir. Teori gerçekleşmiş, çan eğrisinin normal beklentilerinin çok ötesinde vahşi türden bir türbülans ortaya çıkmıştır; tıpkı değişimlerin bir orada bir burada yoğunlaştığı ve ani sıçramaların meydana geldiği gibi.
İlk iki kısımda Cem bize seslenmiştir. Üçünü ve son kısımda ise Kırmızı Saçlı Kadın seslenir ve her şey, ama her şey, sıra sıra, yan yana bir ipe dizilmiş gibi çarpıcı biçimde ortaya çıkar. Bu kısım aynı zamanda romanın yazılış hikâyesidir. Bu anamda Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzindesi’nin son cildi olan Yakalanan Zaman ’ı çağrıştırır. Geçmişte saklı olan kader kısmetin haritası bulunmuştur.
AÜT ve Doğu Despotizmi
Önce benim için önemli olan iki anektodla başlamak istiyorum. 1978 yılı olmalıydı. İstanbul Üniversitesi’nde iktisat “master”ı yapmaya hazırlanıyordum. Güzel bir ilkbahar günü arkadaşlarım Haldun İleri, Mehmet Günsür ve Salih Ecer ile sevgili ağabeyimiz Ahmet Hamdi Dinler’in Beykoz’daki evinde toplanmış, onun çok sevdiği Beethoven eşliğinde rakı içiyorduk. Atmosfer olabildiğince rahat, sohbet politik anlamda hayli derindi. Bir ara Ahmet Hamdi kayboldu ve kütüphanesinin derinliklerinden arayıp bulduğu kalın bir kitapla geldi: Le Despotisme Oriental. Karl A. Wittfogel’in Fransızca edisyonu olan ünlü Doğu Despotizmi kitabıyla ilk kez o zaman tanışmıştım. Ahmet Hamdi: “Çocuklar, işte ezberlenmesi gereken bir kitap. Bu kitabı okumadan doğu toplumlarını dolayısıyla Türkiye’yi anlayamazsınız” demiş, sohbeti daha da derinleştirmişti.

Karl Wittfogel
Karl Wittfogel, Le Despotisme Oriental

Bir yıl sonra, “Master” tezimi, Ahmet Hamdi Dinler’in özendirmesiyle, Türkiye toplumunu Doğu Despotizmi ve AÜT kavramlarıyla anlamaya ve açıklamaya çalışan İdris Küçükömer’den yazmaya karar vermiştim. Bir gün Hoca’nın odasına girmiş, tez hakkında konuşuyorduk. Masasının üzerinde küçük bir çan gördüm ve “Hocam bu çan neyin nesidir” diye sorunca, Hoca çanı eline aldı, ayağa kalktı ve odada turlayarak konuşmaya başladı: “Doğu toplumlarını Batı toplumlarının normlarıyla açıklayamayız, kendi normlarımızı üretmemiz lazım. Biz hala despotik ve göçebe bir toplumuz, Batı ise agora ve fora (forum) üzerine kurulmuştur.” Hem konuşuyor hem de elindeki çanı çalıyordu.
Karl Marx’ın Grundrisse’de yazdığına göre ve özetle ifade edilecek olursa Çin, Hindistan, Osmanlı İmparatorluğu gibi Asya toplumlarıyla, Meksika gibi bazı Latin Amerika toplumlarında hüküm süren Asya üretim tarzının en belirgin özelliği, mülkiyetin bir despotun elinde toplanması ve ilişkilerin yukarıdan aşağıya doğru dikey biçimde sürdürülmesidir.[4]
Marx’ın adaşı Karl A. Wittfogel işte bu teoriyi de dikkate alarak, yukarıda anılan hidrolik toplumlar bağlamında, toprakları geniş ve coğrafyaları zor ülkelerde tarım yapabilmek için gerekli suyu kanallar ya da kemerlerle taşıyabilmenin oldukça büyük bir bürokratik örgütlenmeyi gerektirdiğini düşünüyordu. Bu örgütlenme ancak otoriter krallar ya da yöneticiler tarafından gerçekleştirilebilirdi. Doğallıkla, böyle örgütlenmiş bir devletin Batı’lı anlamda yurttaşları ya da gelişmiş bireyleri yerine, her şeye boyun eğen köleleri – memurları, cariyeleri, yani tebaa – olabilirdi.
Kuşkusuz, bu konuda devasa bir literatür mevcuttur. Uzatmayacağım, şöyle bir tezim var: Şimdi geçmişte saklıdır! O kadar öyle ki, Karl Marx bu konuda şöyle yazar:
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” [5]
Darrin Mc Mahon da ekler:
“Tüm soruların cevapları geçmişte saklıdır. Tüm bulmacaların çözümleri geçmişte saklıdır. Kader ve kısmetin haritası geçmişte saklıdır.”[6]
Bu bağlamda Orhan Pamuk’un “şimdi”yi geçmişte araması temellere inip soru işaretini derine koyması bakımından anlamlı ve heyecanlıdır. Ancak romanın kahramanı Cem’in babasının kendisine verdiği Wittfogel’in Doğu Despotizmi kitabından kalkarak karısı Ayşe’nin Doğu’da kralların bu güçlerine dayanıp, “Karılarına, memurlarına öyle davranan o krallar, en sonunda kendi oğullarını da öldürürler”[7]demesi oldukça kısa, yetersiz ve mekanik bir yorum olmuştur. İlk bakışta önemsiz gibi görünen bu itirazımın önemi, romanın Doğu / Batı gerilimi üzerinden yazılmış olduğu düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır. Eğer Türkiye’nin bugününü daha iyi anlamak için bir zamanlar Doğu’da hüküm süren o vahşi despotizmi dikkate alarak bir yere varmak istendiyse, efsanelerden ziyade gerçeklere daha fazla yer verilebilirdi. Tabi sonuç olarak roman bir kurgudur ve yazar istediğine istediği kadar önem atfedebilir. Özetle demek istiyorum ki, Doğu / Batı sorunsalı bağlamında despotik toplum meselesi bir kaç sayfa ile geçiştirilemeyecek kadar ciddidir.
Bir zamanlar mevcut iktidarı şiddetle destekleyen Hilmi Yavuz iki gün önce verdiği bir röportajda demokrasiye vurgu yaparak şöyle diyor: “Türkiye demokrat o – la – maz. Çünkü bizim insanımız demokrasiyi sevmiyor. Burası, bir Doğu toplumudur. Doğu toplumlarının koşullarında iktidarlar daima despotizme meyillidir.”[8] Hilmi Yavuz gibi bir zamanlar iktidarı şiddetle destekleyen Orhan Pamuk ve birçok yazar – aralarında muhtemelen Wittfogel’i ve Marx’ı okuyanlar çoğunluktadır – şimdi şiddetle eleştiriyorlar.
Bana ise, hem uzun vadeli bağımlılık teorisi, hem Doğu toplumlarının despotik olmaları bağlamında, Wittgenstein’dan esinlenerek, Türkiye’de aydınların hala temellere yeterince inemediklerini ve soru işaretini yeterince derine koyamadıklarını, söylemek düşüyor.
Notlar
[1] Mandelbrot, B. Benoit. The Fractal Geometry of Nature, W.H. Freeman & Company, NY, USA, 1977.
Mandelbrot, B. Benoit & Hudson, L. Richard. The (mis)Behaviour of MarketsA Fractal View of Risk, Ruin and Reward, Profile Books, London, UK, 2004.
Fraktal terimi parçalanmış ya da kırılmış anlamına gelen Latince “fractus” sözcüğünden türetilmiştir. Fraktaller, kendilerini farklı ölçülerde tekrarlayan motiflerdir. Başka bir deyişle, fraktalı, her bir parçası bütünün yansıması olan desen ya da şekil olarak tanımlayabiliriz.  İlk olarak 1975’te Polonya asıllı matematikçi Beneoit B. Mandelbrot tarafından ortaya atılan fraktal kavramı yalnızca matematik değil, fiziksel kimya, fizyoloji ve akışkanlar mekaniği gibi değişik alanlar üzerinde önemli etkiler yaratan yeni bir geometri sisteminin doğmasına yol açmıştır. Doğadan sıkça kullanılan bir örnek brokolidir; her küçük çiçekçik temel motif olarak kendisini tekrarlayarak bir sonraki çiçekçik katını oluşturur ve böylece brokolinin nihai şekli tamamlanır. Aşağıda, fraktallara örnek olarak bir ağaç figürü verilmiştir. Deniz kabuğu figürü için Sistemik Düşüncenin Özellikleri adlı yazıma bakılabilir. http://bulentgundogmus.com/sistemik-dusuncenin-ozellikleri/
Ağaç fractal
[2] Meteorolog Edward Lorenz’in  M.I.T.’de hava durumu tahminleriyle ilgili olarak deney yaparken, bilgisayarına 0.506127 yerine kolaylık olsun diye bu sayıyı yuvarlayarak 0.506 girmesiyle yapılan tahminin çok farklı çıkması, bu kavramın keşfedilmesine yol açmıştır. O gün bu gündür bu türden değişiklikler yaşadığımızda Arizona’da kanat çırpan kelebeğin Hindistan’da kasırga yarattığını söyler olduk.
[3] Mc Mahon, Darrin M. İlahi Gazap: Deha Nedir? Dahi Kimdir?, Çeviren: Arlet İncidüzen, Ayrıntı Yayınları, İst., 2015, s. 37.
[4] Marx, Karl. GrundrisseEkonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İst., 1979,  s. 525-533.
[5] Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ank., 1976. s.13-14.
[6] Mc Mahon. A.g.e., s. 36-37.
[7] Pamuk, Orhan. Kırmızı Saçlı Kadın, YKY, İst., 2016, s. 132.



17 Nisan 2016 Pazar

ataol behramoğlu - yunus gibi

YUNUS GİBİ

“Gitti beyler mürveti, Binmişler birer atı / Yediğü yoksul eti, içtiği kan olısar” Yunus Emre
( Mürvet: yiğitlik, olısar: olmuştur)

Kıran vurdu memleketi/ Zalimler hakan olmuştur
Yedikleri yoksul eti/ İçtikleri kan olmuştur
*
Kula kulluk etmeyenin/ Vicdanını satmayanın
Haram lokma yutmayanın/ Mekânı zindan olmuştur
*
Yalan dolan yazıp çizen/ Kudretliye övgü düzen
Dün dinsizim diye gezen/ Bugün Müslüman olmuştur
*
Emeksiz zengin olanın/ Kitapsız bilgin olanın
Sermayesi din olanın/ Rehberi şeytan olmuştur
*
Haramisi, soyguncusu/ Uğursuzu, vurguncusu
Cellat ruhlusu, soysuzu/ Bakan, sadrazam olmuştur
*
Korkan varsa konuşmaya/ Anlam yükleyip susmaya
Gerek kalmadı korkmaya/ Çünkü korkulan olmuştur
*
Sesime kulak ver gülüm/ Tutsaklığa yeğdir ölüm
Nerde varsa böyle zulüm/ Çaresi isyan olmuştur

Ataol Behramoğlu