31 Ekim 2015 Cumartesi

30 Ekim 2015 Cuma

29 Ekim 2015 Perşembe

nazım hikmet


behçet necatigil


ahmet hamdi tanpınar

https://simgesiir.files.wordpress.com/2015/10/tanpina11.jpg

fuzuli - gazel

GAZEL / Fuzulî

31/10/2009
fuzuli

BENİ CANDAN USANDIRDI…

Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan, murâdım şem’i yanmaz mı?
Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan,
Niçin kılmaz bana derman, beni bîmâr sanmaz mı?
Şeb-i hicran yanar cânım, döker kan çeşm-i giryânım,
Uyarır halkı efgânım, kara bahtım uyanmaz mı?
Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı akar su,
Habîbim, fasl-ı güldür bu, akar sular bulanmaz mı?
Gamım pinhan tutardım ben, dediler yâre kıl rûşen
Desem ol bi-vefâ bilmem, inanır mı inanmaz mı?
Değildim ben sana mâil, sen ettin aklımı zâil
Bana ta’neyleyen gâfil, seni görgeç utanmaz mı?
Fuzûlî rind-i şeydâdır, hemişe halka rüsvâdır,
Sorun kim bu ne sevdâdır, bu sevdâdan usanmaz mı?

FUZULÎ

nef'i - gazel

GAZEL / NEF’Î




GAZEL

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhib-mezâkıdır gönül
Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ etsem n’ola
Nice demlerdir esîr-i iştiyâkıdır gönül
Dildedir mihrin ko hâk olsun yolunda cân u ten
Ben ölürsem âlem-i ma’nâda bâkîdir gönül
Zerredir ammâ ki tâb-ı âfitâb-ı aşk ile
Rûzigârın şemse-i tâk u revâkıdır gönül
Etse Nef’î n’ola ger gönlüyle dâ’im bezm-i hâs
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül

NEF’Î


Günümüz Türkçesiyle:
Hem kadeh hem şarap hem bir şûh sâkidir gönül
Kısaca aşk ehlinin en keyiflisidir gönül
Bir anlık yâr yüzü için hem bin can versem n’ola
Nice zamandan beri hasret esiridir gönül
Sevgin gönüldedir toprak olsun bırak can ve ten
Ben ölürsem mânâ âleminde bâkidir gönül
Zerredir amma aşk güneşinin ışığı ile
Vaktin kemer ve saçağında bir şemsedir gönül
Kursa Nef’î n’ola her dem gönlüyle mey bezmi
Hem kadeh hem şarap hem bir şûh sâkidir gönül
(Dil içi çeviri: Ahmet Necdet)

baki - gazel

BÂKÎ

(1526 -1600)

GAZEL

Söylemez küsmüş bana cânâne söylen söylesin
N’eyledim ol yâr-ı âlî-şâne söylen söylesin

Nâz ile güftâre gelmezse helâk eyler beni
Ol cefâ vü cevri bî-pâyâne söylen söylesin

Derd-i aşkı gayrdan sorman ne bilsin çekmeyen
Ânı yine âşık-ı nâlâne söylen söylesin

Hâr zahmından neler çektiğimi gülzârda
Bâğbân-ı bülbül-i giryâne söylen söylesin

Baki’yâ dil durmasın güftâra takat kalmadı
Vaktidir ol husrev-i devrâne söylen söylesin

hoca dehhani - gazel

Hoca DEHHÂNÎ

(13. yy.)

GAZEL


Sabreyle gönül derdine dermân ere umma
Cân atma oda bî-hude cânân ere umma
Gözüm sadefinden nice dürdâne dökersin
Sol dişi güher dudağı mercân ere umma
Gel vasl dilersen ko bu feryadı i bülbül
Gül gönce gibi ağzı gülistân ere umma
İnceldise hecr ile karınca gibi belin
Firkat nice bir ola Süleymân ere umma
Feryâd ü figân etme i bülbül dahi ağzın
Yum gönce gibi yine gülistân ere umma
Maksûd anın kim ele düşvâr erişir
Yırtma yakanı eline âsân ere umma

nef'i - gazel

NEF’Î

(1582 – 1635)

ÂŞIKA TÂN ETMEK OLMAZ…


Âşıka ta’n etmek olmaz mübtelâdır n’eylesin
Âdeme mihr ü mahabbet bir belâdır n’eylesin
Gönlü dilberden kesilmezse acep mi âşıkın
Gamzesiyle tâ ezelden âşinâdır n’eylesin
N’ola ta’yin etse zabt-ı mülk-i hüsnü gamzeye
Zülfü bir âşüfte-i ser-der-hevâdır n’eylesin
Zülfüne kalsa perîşân eylemezdi dilleri
Anı da tahrîk eden bâd-ı sabâdır n’eylesin
N’ola olsa muztarib hâl-i dil-i uşşâkdan
Sînesi âyîne-i âlem-nümâdır n’eylesin
Olmasa Nef’î n’ola dil-beste zülf-i dilbere
Tab’-ı şûhu dâma düşmez bir Hümâdır n’eylesin

ahmed paşa - şarkı

AHMED PAŞA

(? -1497)

ŞARKI

Gül yüzünde göreli zülf-i semensây gönül
Karasevdâda yeler bî-ser ü bî-pây gönül
Demedim mi sana dolaşma ana hây gönül
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül

Dil dilerken yüzünün vaslına candan dahi yeğ
Bir demin görür iken iki cihandan dahi yeğ
Aktı bir serve dahi âb-ı revandan dahi yeğ
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül

Ahmed’em kim okunur nâmım ile nâme-i aşk
Germdir sözlerimin sûzile hengâme-i aşk
Dil elinden biçiliptir boyuma câme-i aşk
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvây gönül

nedim - gazel

NEDÎM

(1681-1730)

GAZEL

Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni
Kim yetiştirdi bu gûnâ servden bâlâ seni
Bûydan hoş rengden pâkizedir nâzik tenin
Beslemiş koynunda gûya kim gül-i ra’nâ seni
Güllü dîbâ giydin amma korkarım âzâr eder
Nazenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni
Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ
Hangisin alsam gülü yûhut ki câmı yâ seni
Sandım olmuş ceste bir fevvâre-i âb-ı hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesnâ seni
Sâf iken âyîne-i endâmdan sînem dirîğ
Almadım bir kerrecik âgûşa ser-tâ-pâ seni
Ben dedikçe böyle kim kıldı Nedîm’i nâtüvân
Gösterir engüşt ile meclisteki mînâ seni

nabi - gazel

NÂBÎ

GAZEL

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz
Çok da mağrûr olma meyhâne-yi ikbâlde
Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâl-i pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i cangüdâz-ı ahdır sermâyesi
Biz bu maydânın nice çâbük süvârın görmüşüz
Bir gün eyler dest-i beste pâygâhı câygâh
Bî-aded mağrûr-ı sadr-ı îtibarın görmüşüz
Kâse-i deryûzede tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâdehârın görmüşüz

naili - gazel

NÂİLÎ-İ Kadîm


GAZEL

Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb
Şehnâme-hânlık eyledi Keyhusrev-i güle
Destân-serâ-yı sebz ü bahâr oldu andelîb
Feryâda başladı yine her perri hârdan
Dîvân-serâ-yı gülde hezâr oldu andelîb
Gül gördü pâre pâre ciger gonca gark-ı hûn
Memnûn-ı zahm-ı hancer-i hâr oldu andelîb
Ey Nâilî vedâ’-ı gül ü bâğ u râğ idüp
Mehcûr-ı yâr u dâr u diyâr oldu andelîb

fuzuli - gazel

GAZEL


Her gören ayb etti âb-ı dîde-i giryânımı
Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı
Lâhza lâhza hûblar gördüm ki dil kasdındadır
Pâre pâre eylerim men hem dil-i sûzânımı
Çoh yetirme göklere efgânım ey kâfir sakın
İncinir nâ-geh Mesîhâ işidip efgânımı
Kılma her sâ’at beni rusvâ-yı halk ey berk-i âh
Eyleme rûşen şeb-i gam külbe-i ahzânımı
Çıkma ey dîvâne bâzâr-ı melâmetten deyu
Muttasıl çâk-i girîbanım tutar dâmânımı
Hansı bütdür bilmezem îmânımı gâret kılan
Sende îmân yok ki sen aldın diyem îmânımı
Ey Fuzûlî câna yetmiştim gönülden şükr kim
Bağladım bir dilbere kurtardım andan cânımı

FUZÛLÎ

fuzuli - gazel

GAZEL

Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâkî olan kimdir mey û sahbâ nedir
Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir
Vasldan çün âşık-ı müstâğni eyler bir visal
Âşıka mâşukdan her dem bu istiğnâ nedir
Hikmet-i dünyâ vü mâfihâ bilen ârif değil
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâfihâ nedür
Ah u feryâdın Fuzûlî incidibdir âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedir

Fuzûlî

nedim - müstezad

MÜSTEZAD (Şarkı)

Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan
Mâ’-i tesnîm içelim Çeşme-i nev-peydâdan
Görelim âb-ı hayât akdığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Geh varıb havz kenarında hırâmân olalım
Geh gelib Kasr-ı Cinân seyrine hayran olalım
Gâh şarki okuyub gah gazelhân olalım
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
İzn alıb Cum’a namazına deyû mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıb iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a
Bir sen ü bir ben ü bir mutrib-i pâkîze-edâ
İznin olursa eğer bir de Nedîm-i şeydâ
Gayrı yârânı bugünlük edib ey şûh fedâ
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a

Nedîm

şarkı - şeyh galib

Şarkı
Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek
Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni

Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır
Rişte-i cem’iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır
Hastayım ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır
Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni

Ey hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu
Sûy-i mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu
Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu
Yâ savâb olmuş veya olmuş hatâ sevdim seni

Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine
Sıhhatim rûh-i lebindendir helâk olsam yine
Tîğ-i gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine
Hâsılı beyhûde cevr etme bana sevdim seni

Gâlib-i dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn’a salâ
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana ben bir yana
Şem’ine pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana
Anlasın bîgâne bilsin âşinâ sevdim seni

                                                    Şeyh Gâlib

esrar dede - gazel

Azm-i sefer ettin dil-i nâçârı unutma
Gittin güzel ammâ bu dil-efkârı unutma

Gâhîce uyandıkça şebistân-i safâda
Şol gice olan sohbet-i hemvârı unutma

Vardıkça şeker-hâba girip bister-i nâza
Ne zehr içer dîde-i bîdârı unutma

Ben sabr edeyim derd ü gam-i hecrine ammâ
Sen de güzelim ettiğin ikrârı unutma

Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma

Yok tâkati hicrânına lutf eyle efendim
Dil-haste-i aşkın olan Esrârı unutma

                                                   Esrâr Dede

nef'î - gazel

Ne tende cân ile sensiz ümîd-i sıhhat olur
Ne cân bedende gam-i firkatinde râhat olur

Ne çâre var ki firâkınla eğlenem bir dem
Ne tâli’im meded eyler visâle fırsat olur

Ne şeb ki kûyuna yüz sürmesem ol şeb ölürün
Ne gün ki kâmetini görmesem kıyâmet olur

Dil ise gitti kesilmez hevâ-yı aşkından
Nasîhat eylediğimce beter melâmet olur

Belâ budur ki alıştı belâlarınla gönül
Gamın da gelse dile bâis-i meserret olur

Nedir bu tâli’ ile derd-i Nef’i-i zârın
Ne şûhu sevse mülâyim dedikçe âfet olur

                                                      Nef’î

ahmed arif - adiloş bebe

Adilos Bebenin Ninnisi

Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü...

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...

Bu,namustur
Künyemize kazılmış,
Bu da sabır,
Agulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara,
Sarıl da büyü.

Ahmed ARİF 

28 Ekim 2015 Çarşamba

murathan mungan - manşet

MANŞET 
Hayatıma manşet istiyorum. 
Birkaç manşete ihtiyacım var, günler tekdüze 
Karton filmlerden yapılma bütün serüvenlerin 
içinden geçtiğimiz karanlık tünel bizim olmayan gündelik 
Büyük bir köy artık bana tanınan, dünya! 
                                  ölüm tek ticaretin 
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler 
sanal gerçeklikler için vurguna inmiş manşet 
Gözlerimize attıkları bandın sakladığı karanlık 
kimsenin ofsetinde kazınmıyor yalan sarmal grafik 
kendine çevriniyor 
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler 
Rekabetten başka yapacak bir şey bırakmıyorlar bize 
Şerefin, haysiyetin, adaletin ve ümidin 
eski moda öyküsüne bir biletim var, alıp cezalı bir biletle 
değiştiriyorlar. Sesim hiçbir metinde tanınmayacak böyle
giderse. 
    Aşık olmak istiyorum. 
    Kendileri koyuyorlar kuralları. Naklen yayınlamak 
istiyorlar bütün duygularımı. Güzel pişmanlıklar yaşamak 
istiyorum, bırakmıyorlar, sterilize ediyorlar hemen yaşadığım 
her anı. Hilesiz kuşlar bile kartpostallarda tuzağa düşürülüyor, 
Tebrik ediliyor; poz verdiriliyor kanatlarına. 
    Pozdan putlar yaratılıyor her yanda, afişlerde, ekranlarda, 
vitrinlerde, sokak pozlara tapmaya zorlanıyor insanlar. 
Zorlandıklarını hiç anlamıyorlar. 
     Her yerde bela var. Olmayacak yerlerde üşüyorum. 
Çarşaflarımı denetliyorlar ben yokken. Pencereme konan kuşları 
takibe alıyorlar. Tek kişilik bir içbükey zaman bile 
bırakmıyorlar bana. 
    Çıkmasam odam gömleğim oluyor. Çıkmasam sokaklar tundra. 
    Aynaya bile şebekemi gösteriyorum. 
    Bakın kimseyi dövmek istemiyorum. Aktör de olmak 
istemiyorum. Vücuduma ve ruhuma muhtacım. Rahat 
bırakmıyorlar. Yerimi bilmeliyim gitmeden önce. İzmarit olmak 
istemiyorum. Gençken ve yeniyken bir şeyler denemeliyim. Önce 
bir manşet bulmalıyım kendime, her şeye bir manşetten 
başlamalıyım. 
    O zamanları anlatmak istiyorum. 
    Zamanı öğrenmeye çalışırken yitirdiğimiz zamanları. 
    Ölümden anlayan bir yanımız vardı gene de 
    Sesimiz açılırdı. Uyurken korkardık. Sıçrardık uyku 
arasında ya da birinin elini tutardık 
    Gecenin koyu kibrinde gölgelense de erden masumiyetimiz 
    gelip geçerdik her şeyin yanı başından 
    derinleşmekti en büyük tehlike 
    Bağışlanırdık. Gençtik.  Gençlik kaba cephane. 
    hiçbir şeyin içimize fazla işlemesine izin vermezdik 
    kahkahayla baş etmeye çalışırdık gözümüzle göremediğimiz 
her şeyle, ölesiye korkardık 
    kendi içimizden tanımadığımız biri çıkacak diye günün 
birinde 
 
 anonim bakış için rehin verdiğiniz gözler 
                          önünde 
 geçip giden yazıp duran söyleyip eyleyen 
                       ben değilim 
 duru suyun arı mantığın dingin optiğin 
                         önünde 
 görülmek görünmek gözükmek isterim 
 çok mu zor çok mu olanaksız bilmek isterim 
karşı durduğum şeyler vardır hayatta 
manifestoya varmadan daha kısa mesafelerde 
çözgüsü atkıya daha kolay dolanabilecek bir dolu yol 
               derin çözümsüzlükte 
adı konmamış gizli bir sözleşme saklı madde 
                    imha ve imla 
ne çöllerde yiten geç dönemin mecnunları 
ne teneke kutularda biriktirdiğim madeni paralar 
en büyük günahımı işlemedim daha 
elementlerin minimal kullanımı 
daha yolun başındayım, yakında 
 
 
    şimdiki zaman yalnızca çarşı 
    pop ve popcorn zulmün bütün ayları 
    iki bin yıllık kadim şehirlerde işkenceciler emniyet 
müdürü, katiller vali, Bağdat naklen bombalanıyor tarih ekrana 
çıkıyor, şifreli çantalarda taşınıyor parçalanmış haritalar, zulme 
çalışıyor devletin ve sermayenin bütün kanalları, polisler 
gazeteci, sarı kartlı muhbirler, satılık şeref koltukları, 
      eski bir alınlık: Geçmişi anlamayan onu bir daha yaşamak 
zorundadır 
      hem ortadoğudayız hem viyana kapılarında 
      kuşe bir gravürde dağılıyor kimlikler değerler özsu; katil 
hep başkası çıkıyor kara piyasada kapalı iktisat 
      her yıl geriye çalışıyor infilaka kadar körlük 
                                     infilaka kadar kötülük 
      herkes birbirine düşman olursa sistem mümkün oluyor ve 
buna, hayat işte, deniyor 
      şairler biliyor sonuna geliyoruz büyük duvara 
      herkes bir manşet bulmalı parçalandığı fragmanlara 
      bugünlerden bir gün çıkacaksak eğer, çıkılacaksa, 
gömdüğümüz şeyler olmalı bugünlere, bir gün başka gözler 
bugünleri yeniden okuduğunda bizi görsünler diye, birkaç 
manşetlik kaba cephane 
      ne yalnızca siper ne barikatta verdiğimiz ölüler 
      şiir gizimizi herkesin gözleri önünde kaçırır geleceğe 
      kolay kirlenmeyecek mecralar deltalara vurur akıntısı 
      çıkarız çıkmalıyız acemi şiirler büyür başkalarının okuduğu 
olduğu yerde 
      bizi de oldurur derin teorisiyle 
      tekin olmayan şiirlerin kotuma altına aldığı yarınlar 
      saklar kendi çocuklarını da 
      eski ve kara bir şarkı yineler kendini başkalarının 
kaderlerinde: 
"kendini ele verdiğin yerde 
başkasına ihanet etmiş olursun 
yapma n'olursun! 
bizi almazken bizim kurduğumuz şehirler 
biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler 
varsın olsun sen gene de 
yapma n'olursun!" 
 
      yarım bırakılmış bir fragman gibi, 
      parçalanmışlığın sunduğu acemilikler gibi 
      mükemmel olmaktan özellikle kaçınmış şiirler gibi 
      söylenebilecek binlerce sözden yalnızca birkaçı gibi 
      kirletilmiş kayıtsızlığın her vahşeti mümkün kıldığı bir 
dünyada 
      hayatımızın başına çekin kendi manşetinizi 
1991-1994 Ludwigshafen-İstanbul 
Murathan MUNGAN

murathan mungan - omayra

YALNIZ BİR OPERA

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin


      Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
      Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

      
      Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
      yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
      kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
      çerçevesine sığmayan
      munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
      lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu

     
      Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
      Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.
   
Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
      Takvim tutmazlığını
      Aramızda bir düşman gibi duran
      Zaman'ı
      Daha o gün anlamalıydım
      Benim sana erken
      Senin bana geç kaldığını


      Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
      Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
      Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.

Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.


      Şimdi biz neyiz biliyor musun?
      Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
      Birbirine uzanamayan
      Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
      Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
      Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
      Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
      Ne kalacak bizden?
      bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
      Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
      Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
      Bizden diyorum, ikimizden
      Ne kalacak?

      Şimdi biz neyiz biliyor musun?
      Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
      Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
      Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
      Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

      kış başlıyor sevgilim
      hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
      bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
      oysa yapacak ne çok şey vardı
      ve ne kadar az zaman 
      kış başlıyor sevgilim
      iyi bak kendine
      gözlerindeki usul şefkati
      teslim etme kimseye, hiçbir şeye
      upuzun bir kış başlıyor sevgilim
      ayrılığımızın kışı başlıyor
      Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

     
      Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...

      Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
      çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
      içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
      para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
      Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
      gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
      korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
      dışarıda hayat düşmandır size
      içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
      Bir ayrılığın ilk günleridir daha
      Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla

      Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
      kulak verdiğiniz saatin tiktakları
      kaplar tekin olmayan göğünüzü
      geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
      bakınıp dururken duvarlara
      boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
      kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
      yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
      kendimizi hazırlar gibi
      yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
      ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
      ve kazanmış görünürken derinliğimizi
      Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
      bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
      hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar


      denemeseniz de, bilirsiniz
      hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar
   

      Bana Zamandan söz ediyorlar
      Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
      öyle düşünürler.
      Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
      Zaman
      Alır sizden bunların yükünü
      O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
      O boşluk doldu sanırsınız
      Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

      gün gelir bir gün
      başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
      o eski ağrı
      ansızın geri teper.
      Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
      Bitmişsinizdir.

      Zamanla  yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
      önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini 
      kazanır. Yokluğu derin  ve sürekli bir sızı halini alır.

      Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
      Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
      Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır


      ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
      günlerin dökümünü yap
      benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
      kim bilebilir ikimizden başka?
      sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
      kendiliğindenliği
      yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
      bir düşün
      emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
      şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
      Bunlar da bir ise yaramadıysa
      Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda


      Bu şiire başladığımda nerde,
      şimdi nerdeyim?
      solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
      ikindi yağmurlarını bekleyen
      yaz sonu hüzünlerinden
      gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
      geçti her çağın bitki örtüsünden
      oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
      bakarken dünyaya
      yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
      çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
      unuttuklarını hatırlamaktan
      uzak uzak yolları tarif etmekten
      haydutluktan ve melankoliden
      giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
      Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
      Bütünlemeli çocuklarla geçti
      gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
      dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

      Bu şiire başladığımda nerde,
      şimdi nerdeyim?
      yaram vardı. bir de sözcükler
      sonra vaat edilmiş topraklar gibi
      sayfalar ve günler
      ışık istiyordu yalnızlığım
      Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
      İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
                     Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
                     daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
      Aşk... Bitti. Soldu şiir.
      Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden


      Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
      Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
      Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
      uyudum, hiç uyanmadım.
      barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
      her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
      el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
      birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
      eksiliyorduk
      mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
      her otelde biraz eksilip, biraz artarak
      yani çoğalarak
      tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
      birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
      ağır ve acı tanıklıklardan
      geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
      maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
      linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
      korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
      ve açık hayatları seviyordu.
      Buraya gelirken
      uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
      atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
      ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
      çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
      panayır yerleri... panayır yerleri...
      ölü kelebekler... ölü kelebekler...
      sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
      Adım onların adının yanına yazılmasın diye
      acı çekecek yerlerimi yok etmeden
      acıyla baş etmeyi öğrendim.
      Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?
     
      ipek yollarında kuzey yıldızı
      aşkın kuzey yıldızı
      sanırsın durduğun yerde
      ya da yol üstündedir
      oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
      ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
      ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

      AŞKIN BİR YOLU VARDIR
      HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN
      AŞKIN BİR YOLU VARDIR
      HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN
      gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
      gözlerim
      aşkın kuzey yıldızıdır bu
      yazları daha iyi görülen
      Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
      ilerlerim
      zamanla anlarsın bu bir yanılsama
      ölü şairlerin imgelerinden kalma
      Sen de değilsin. O da değil
      Kuzey yıldızı daha uzakta
      yeniden yollara düşerler
      düşerim
      bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
      ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
      Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
      yaşamsa yerli yerinde
      yerli yerinde her şey

      şimdi her şey doludizgin ve çoğul
      şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
      şimdi her şey yeniden
      yüreğim, o eski aşk kalesi
      yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden


      Dönüp ardıma bakıyorum
      Yoksun sen
      Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren


Murathan MUNGAN

orhan veli kanık

Orhan Veli KANIK Yazdırılabilir sayfa

Orhan Veli KANIK          




1914'te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşımda gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak saldım. 13'te Oktay Rifat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim.


Orhan Veli Kanık, 13 Nisan 1914 doğdu. Babası Mehmet Kanık, annesi Fatma Nigar'dır. İki kardeşi, Yazar Adnan Veli Kanık (1916-1972) ve Fürüzan Yolyapan.

Orhan Veli'nin çocukluğu İstanbul'da Beykoz ile Beşiktaş ve Cihangir'de geçer. Mütareke sırasında Beşiktaş'ta Akaretler'deki ilkokulun ana sınıfına girer. Bir yıl sonra buradan alınarak Galatasaray Lisesi'ne yatılı verilir. Fransızcaya büyük ilgi duyar. Derslerinin yanı sıra spora da düşkünlük gösterir.

Kargalar sakın anneme söylemeyin!
Bugün toplar atılırken evden kaçıp
Harbiye Nezaretine gideceğim.
Söylemezseniz size macun alırım,
Simit alırım, horoz şekeri alırım;
Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar,
Bütün zıpzıplarımı size veririm.
Kargalar ne olur anneme söylemeyin!


1925'te dördüncü sınıfı tamamlayarak, babasının isteğiyle Galatasaray Lisesi'nden ayrılır. Annesiyle Ankara'ya gider. Gazi İlkokulu'nun beşinci sınıfına yazılır. Bir yıl sonra Ankara Erkek Lisesi'ne girer.

"Orhan'ın ilk aşkı, (eğer buna aşk demek caizse) on iki yaşında başlar. Beykoz'daki komşularının on yaşındaki kızı Fetanet'i sevmişti. Bu uzun sürmedi. Orhan bir müddet sonra yine Beykoz'da, 'Pembeliler' adını verdiği üç kız kardeşin en küçüğü olan 'Fetanet'e tutuldu. Lisede iken Ankara'da 'Cazibe' adında bir başka kızı sevdi. O'nun 1935 yılından sonraki maceraları ve aşkları hakkında burada isim saymaya hakkım yok. Çünkü sevdiği insanların çoğu bugün yuva kurmuştur." (Kardeşi Adnan Veli Kanık)

Edebiyata merakı ilkokulda başlar, gittikçe artar. "Çocuk Dünyası" dergisinde bir şiiri basılır. Yedinci sınıfta Oktay Rifat'la tanışır. Bir yıl sonra da Melih Cevdet'le tanışıp arkadaş olur. Üç arkadaş yazdıkları şiirleri birbirine okurlar. Çeşitli sanat sorunları üzerine tartışır, söyleşirler. Melih Cevdet'in sonradan belirttiğine göre, o dönemde Orhan Veli "uzun boylu, ipince, sivilceli, durgun" bir delikanlıdır.

Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksekkaldırımda, güpegündüz?
Melahati almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim, öyle mi.
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galata'ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o Mualla'yı sandala atıp
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikayesi?


Orhan Veli lisenin ilk sınıflarında öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar'dan yakınlık ve yardım görür. Onun özendirmeleri ve öğütleriyle yazmayı sürdürür. Ayrıca, daha sonra, Rıfkı Melül Meriç ile Halil Vedat Fıratlı ve Yahya Saim Sinanoğlu gibi öğretmenlerden de yararlanır. Bunlardan özellikle Rıfkı Melül Meriç'i sürekli saygı ve sevgiyle anar.

Birdenbire,
Birdenbire;
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.


Lisede okurken oyun çalışmalarına katılır. Onda öteden beri tiyatro merakı vardır. Küçüklüğünde yazdığı bazı oyunları evlerinin bahçesinde kardeşi ve arkadaşlarıyla oynamıştır.


Orhan Veli, Şinasi, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday



Lisede kooperatifin parasıyla Oktay Rifat ve Melih Cevdet'le, "Sesimiz" adlı bir dergi çıkarır. Arkadaşlarıyla orada yazar, canla başla çalışır.

Birisi o incecik, o dal gibi kız,
Şimdi galiba bir tüccar karısı.
Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir.
Ama yine de görmeyi çok isterim,
Kolay mı? İlk göz ağrısı.
İkincisi Münevver Abla, benden büyük
Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları
Gülmekten katılırdı, okudukça
Bense bugünmüş gibi utanırım
O mektupları hatırladıkça.
........çıkar
........dururduk mahallede
........halde
........yan yana yazılırdı duvarlara
........yangın yerlerinde
Dördüncüsü azgın bir kadın,
Açık saçık şeyler anlatırdı bana.
Bir gün önümde soyunuverdi.
Yıllar geçti aradan, unutamadım,
Kaç defa rüyama girdi.
Beşinciyi geçip altıncıya geldim.
Ama ben pek varamadım tadına.
Bütün kibar kadınlar gibi
Küpe fiyatına, kürk fiyatına.
Sekizinci de aynı bokun soyu.
Elin karısında namus ara,
Kendinde arandı mı küplere bin.
Üstelik ........
Yalanın düzenin bini bir para.
Ayten'di dokuzuncunun adı.
İş başında şunun bunun esiri,
Ama bardan çıktı mı,
Kiminle isterse onunla yatar.
Onuncusu akıllı çıktı
........ gitti ........
Ama haksız da değildi hani.
Sevişmek zenginlerin harcıymış
İşsizlerin harcıymış.
İki gönül bir olunca
Samanlık seyranmış ama,
İki çıplak da, olsa olsa,
Bir hamama yakışırmış.
İşine bağlı bir kadındı on birinci.
Hoş, olmasın da ne yapsın,
Bir zalimin yanında gündelikçi,
.leksandra
Geceleri odama gelir,
Sabahlara kadar kalır.
Konyak içer sarhoş olur,
Sabahı da iş başı yapardı şafakla.
Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der.
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.


Orhan Veli'nin hayatındaki son ve en önemli kadın Nahit Hanımdır. Ankara Kız Lisesi ve Haydarpaşa Erkek Lisesi'nin yanı sıra Edirne Lisesi'nde de edebiyat öğretmenliği yapan Nahit Hanım için Samet Ağaoğlu anılarında "Rönesans gibi kadın" tanımlamasını; Cemal Süreya "Bin dokuz yüz yirmi üç gibi kadın da diyebiliriz. Ya da Cumhuriyet gibi kadın." Tanımlamasını, kullanmışlardır.

Aynada başka güzelsin,
Yatakta başka;
Aldırma söz olur diye;
Tak takıştır,
Sür sürüştür;
İnadına gel,
Piyasa vakti,
Mahallebiciye.
Söz olurmuş,
Olsun;
Dostum değil misin?


Nahit Hanım, 1980 yılında Orhan Veli ile ilgili Zeynep Oral'la yaptığı konuşmada:

"O'nu tek kelimeyle anlatmaya çalışsam, hüzünlüydü derim. Hüzünlüydü.. Mahzundu.. Neden? Bence... Tabii başkasına, başkalarına göre başka türlü olabilir. Ama bana soruyorsunuz. Onun için bana göre, benim düşündüğümü söylemek zorundayım. Yapısından geliyordu bu hüzün... Her şeyi ama, her şeyi içine atmasından... Fiziğinden... Öfkesini bile içine atardı. Sıkıntılarını da... Hüzünlüydü. Ve sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde konuşmazdı. 'Şimdi gelirim' der, kalkar gider, ya yarım saat sonra, ya üç gün sonra gelirdi... Örneğin, Mahzun Durmak şiiri, O'nun tavrına çok uygun bir şiirdir."

Sevdiğim insanlara
Kızabilirdim,
Eğer sevmek bana
Mahzun durmayı
Öğretmeseydi.


1933'te liseyi bitirir. İstanbul'a gelir. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne yazılır. Fakültenin Talebe Cemiyeti Başkanlığı'na seçilir. Bir yandan Fakülte'ye devam ederken, bir yandan da Galatasaray Lisesi'nde öğretmen yardımcılığı yapar. At yarışlarına merak sarar.



Fakülteyi bitirmeden, 1936'da Ankara'ya döner. P.T.T. Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosu'na memur olur. Aynı yılın 1 Aralığında "Varlık" Dergisi'nde "Oaristys", "Ebabil", Eldorado", Düşüncelerimin Başucunda" başlıklı şiirleri yayımlanır. Bunları, bir bölümü Mehmet Ali Sel imzasını taşıyan öbür şiirleri izler. 1936-1942 yılları arasında "Varlık"ın yanı sıra "İnsan", "Ses", "Gençlik", "Küllük", "İnkılapçı Gençlik" dergilerinde şiir ve yazıları basılır.

1938 Ocağında yazdığı "Oktay'a Mektuplar"da da belirttiği gibi bir süre işsiz kalır, geçim sıkıntısı çeker:

Bir aydan beri iş arıyorum, meteliksiz
Ne üstte var, ne başta
Onu sevmeseydim
Belki de beklemezdim
İnsanlar için öleceğim günü.


1939'da Ankara'da bir otomobil kazası geçirir, yirmi gün komada, Numune Hastanesi'nde kalır. Melih Cevdet'in kullandığı araba Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlanmıştır.

1941'de İstanbul'da Oktay Rifat ve Melih Cevdet'le "Garip" adlı kitabı çıkarır. Kitap, büyük yankılar yaratır. Bir sürü övgü ve yergiye konu olur.

Orhan Veli aynı yılın güzünde askere çağırılır. Terhis dönüşü Ankara'ya gelir. Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'na girer. 1942-1948 döneminde "Varlık", "Ülkü", "Demet", "İşte", "Aile" dergilerinde şiir ve yazıları görülür. "Vazgeçemediğim", "Destan Gibi", "Yenisi" adlı şiir kitapları basılır. Fransızca'dan çevirileri yayımlanır.

"Orhan Veli'nin sigarasını da içkisini de babam bilirdi ama, Orhan babamın yanında hiç bir zaman içmezdi. Örneğin; ölümünden bir kaç gün önce, Şişli'de oturduğumuz evde, bir ara Orhan Veli ortalıktan kayboldu. O'nun sigara içmek için balkona çıkmış olabileceğini tahmin ettim. Gerçekten de balkondaydı. 'Bu soğuk havada niye burada içiyorsun? Nasıl olsa babam biliyor. Gir içeriye de rahat rahat iç' dedim. 'Şu üç günlük dünyada, bir sigara için babamı kırmaya değer mi? Hadi sen gir içeriye, ben de biraz sonra geliyorum' dedi. Gerçekten üç günlük dünya. Birkaç gün sonra Orhan Veli öldü..." (Kız kardeşi Füruzan Yolyapan)

Hasan Ali Yücel'den sonra Reşat Şemsettin Sirer bakan olunca, Milli eğitimde tutucu, baskıcı bir hava eser. Orhan Veli buna uyamayacağını anlayarak buradaki işinden ayrılır.

"Orhan Veli, şiirlerinin hemen hemen hepsinde birer hikaye anlatır, hem de uzun bir hikaye, sanki birer hayat. Ancak bu hikayeleri bütün fazlalıklardan temizler, bize birkaç satırda özü özetleyiverir. O koca hikayeyi şiir üslubuna koyuverir." (Nurullah Ataç)

1949'da Karşı adlı son şiir kitabını çıkarır.

"Orhan Veli, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin güçlü bir lokomotifidir. Şiirin fildişi kulelerde olduğu bir zamanda halka ulaşmasını bilmiş, sevilerek okunmuştur. Orhan Veli, aydınlık bir şiiri savunmuş, Türk şiirine yeni bir anlatış, yeni konular, yeni kavramlar getirmiştir. Ayrıca da kendisine gelene kadar gizemcilikle, aşk ve sevdayla, hamasi şiirle doyan ciddi tavırlı okuru gülümsetmiş, şiir okurunu çoğaltmıştır." (Hikmet Altınkaynak)

Ankara'da karanlık bir sokakta yürürken belediyenin kazdırdığı bir çukura düşer. Başından hafifçe yaralanır. Sonra İstanbul'a gelir.

"...vücudundaki sızılardan şikayet ediyordu. 14 Kasım (1950) Salı günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi. Hastaneye kaldırıldı. Beyninde damar çatlaması yüzünden başlayan baygınlığın nedeni ilkin hekimler tarafından anlaşılamadı. Alkol zehirlenmesine karşı tedavi yapıldı. Saat 20.00 de komaya girdi. Bütün gayretlere rağmen kurtarılamayarak Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde hayata gözlerini yumdu." (Adnan Veli Kanık)

Sait Faik, Vatan-Sanat Yaprağı adlı dergiye 15 Kasım 1953 tarihinde yazdığı yazıda şunları söyler:

"Onu her yıl anmaktan bir fayda çıkmaz gibi geliyor bana. Genç şair ve eleştirmeciler onun için bir kaç kitap yazsalar çok yerinde olur. Aradan bir on sene geçsin, kıymeti daha çok anlaşılacak gibime geliyor. Her sene anmak, onu biraz aktüel yapıyor ve yaşayan şairlerin kıymeti ile kıymetlendiriyoruz. Halbuki aramızdan ayrılan şairi başka türlü kıymetlendirmek gerekir. Düşmanlıkları ve kıskançlıkları üstüne çekmek lazım. O, kavgaların ve kıskançlıkların ötesindedir. Bir genç şair eleştirmecinin onu uzun uzun, seve seve bize anlatmasını bekliyorum."





(www.orhanveli.org adresinden alıntılar yapılmıştır. Saygılarımızı sunarız.)


ESERLERİ :

Garip (1941)
Vazgeçemediğim (1945)
Destan Gibi (1946)
Yenisi (1947)
Karşı (1949)

La Fontaine Masalları (1948)
Nasrettin Hoca Hikayeleri (1949)

amatörce-iz

25 Ekim 2015 Pazar

lale müldür - destina

Destina / Lale Müldür

Dün gece sen uyurken
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç
Öykülerini anlattım

Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara

Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana

DESTİNA

Sen öyle umarsız uyusan da bir köşede
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için
Seni bu denli yıktıkları için DESTİNA
Yaşamımın gizini vereceğim sana

karacaoğlan

Üryan geldim gene üryan giderim / Karacaoğlan

Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mi var
Azrail gelmiş de can talep eder
Benim can vermeye dermanım mi var

Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-u mahşerde divan dudurlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mi var

Karacoglan der ki, ismim öğerler
Zehir oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye itham ederler
Benim Hak'tan öte sevdiğim mi var

mayakovski

Sonsöz / Vladimir Mayakovski

Sizi düşündüm de yazdım
Bütün bunları
Bahtıkara sıçanlar !.

Acıdım evet size..
Göğsümde meme yok..
Yoksa
bir sütana gibi emzirirdim sizleri.
Kupkuru kesildim işte:
Vücutsuz bir vücudum tüm zaferlerimle.

Ama bu karşı-vücud’a karşı
Kim
Hangi çağ ve hangi ülkede
Bu insanüstü hür gelişmeyi
Sundu düşüncelere?
Ben.
Diktim gökyüzüne parmağımı
İki kere iki dört eder gibi ispat ettim:
“Tanrı bir hırsızdır !”

Bazen bana
Bir Hollanda horozu olmuşum gibi gelir
Yada Pskov kentinde bir hükümdar yada Çar.
Ama bazan da
Bütün bunlardan çok daha fazla hoşuma giden bir isimdir
Kendi ismim:
Vladimir Mayakovski.
1913

sabahattin ali - rüzgar

Rüzgar / Sabahattin Ali

Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve sözler kulaklarıma sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
Tanrıların başı gibi başları diktir,
Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
Ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
Bakıyorum aşağlarda kalan hiçliğe.

Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, «o»na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar kanatlarını,
Ve anlatır mâbutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.

«Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr!
Benim arık yalnız sana itimadım var.
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
Etrafımın sözlerine asla aklım ermedi,
Etrafımda bana asla kulak vermedi.
Senelerden beri hâlâ anlaşamadık,
Bende kestim anlaşmaktan ümidi artık.
Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla.

Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asîl şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fânî bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi herkes cılızdır.
Ne hakikî aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük bir cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.

Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlûp olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgâr, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asîl şey seni buldum bu kâinatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne süse, gösterişe bir baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.

Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
Rüzgâr! Bu dağ başlarında çırpınan serin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azamete âşıkım ben de.
İşte rüzgâr! Senin gibi ben de deliyim.

Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgâr! Sana, yalnız sana benzemeliyim.»

1931 (Atsız Mecmua, s. 2, 1931)

platon - şölen

Şölen / Platon

Başkası için ölmek, bunu yalnız sevenler yapabilir, erkekler değil
yalnız, kadınlar bile. Pelias'ın kızı Alkestis(21) Yunanlılara bu dediğimin
örneğini verdi: Kocası için ölmeyi bir o göze aldı, oysa ki anası da vardı,
babası da. Ama Sevgi, kadına öyle bir yürek verdi ki, onun yanında ana baba,
oğullarına sadece isimle bağlı birer yabancı gibi kaldılar. Bir kadın yaptı
bunu, hem öylesine yaptı ki, yalnız insanlar değil, tanrılar bile şaştı kaldı
ve o kadar güzel buldular ki yaptığını, Hades'ten yukarı çıkmasına izin
verdiler. Oysa bu yetkiyi tanrılar nice nice güzel işler yapmış nice nice
insanlar arasında pek az kimselere vermişlerdir. Demek tanrılar da Sevginin
insana kazandırdığı gücü ve erdemi her şeyden üstün tutuyorlar. Buna karşılık,
Oiagros'un oğlu Orpheus(22), Hades'ten elleri boş dönüyor, almaya geldiği
karısının kendisini değil, sadece hayaletini götürüyor. Çünkü, tanrılara göre
Orpheus, yumuşak davranmış, - ne de olsa bir çalgıcı - Alkestis gibi ölmeyi
gözüne alacak yerde, binbir çareye başvurup, Hades'e ölmeden girmenin yolunu
bulmuş. İşte bu yüzden tanrılar cezasını veriyor, ölümü kadın eliyle oluyor.
Ama Thetis'in oğlu Akhilleus'a(23), Mutlular Adalarına(24) gitmek şerefini
veriyorlar. Neden, çünkü annesi diyor ki ona: Hektor'u öldürürsen, sen de
öleceksin, öldürmezsen, yurduna dönüp uzun uzun yaşayacaksın. O gene, sevdiği
Patroklos'un yardımına koşmak, öcünü almak yiğitliğini gösteriyor, onun için
ölmeyi değil yalnız, o öldükten sonra ardından gitmeyi de göze alıyor. İşte
bundan ötürü, yani kendini sevene böylesine değer verdiği için, tanrılar
yaptığına hayran, hem de nasıl hayran kalıp, ona görülmedik şerefler
bağışlıyorlar.

Şunu söyleyeyim ki, Patroklos, Akhilleus'un sevgilisiydi demekle
saçmalıyor Aiskhylos(25). Akhilleus, yalnız Patroklos'tan değil, bütün
yiğitlerden daha güzelmiş bir kere; Homeros'un dediği gibi, daha saklı
terlememiş, yani Patroklos'tan daha gençmiş. İşin doğrusu şu ki, sevgiden
gelen erdeme en çok değer veren tanrıların asıl hoşlandıkları, hayran
oldukları şey, sevenin sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene
bağlayan sevgidir. Çünkü seven, tanrılara daha yakındır, özünde tanrılık
vardır; işte bu yüzden Akhilleus'u Alkestis'ten daha fazla beğenmiş ve onu
Mutlular Adalarına göndermişlerdi.

(...)

İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü insan,
her zaman bugünkü gibi değil, bir başka türlüydü. İnsan soyu ilkin üç çeşitti.
Şimdiki gibi erkek, dişi diye ikiye ayrılmıyordu, her ikisini içine alan bir
üçüncü çeşit daha vardı. Bu çeşidin kendi kayboldu, sadece adı kaldı:
Androgynos denilen bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek, hem dişiydi; bugün
sözü edilmesi bile ayıp sayılır. İşte bu insanlar yuvarlak sırtları ve
böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da
bacağı vardı. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit, ama ters
yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa, dört kulak; edep yerleri ve herşeyleri de
ona göre hep ikişer. Yürürken istedikleri öne doğru, bizim gibi, düpedüz adım
atabilir, koşmak istedikleri zaman da, tepetaklak, havaya fırlayan
bacaklarıyla bir tekerlek olur, sekiz kola, bacağa birden dayandıkları için,
döne döne uçar giderlerdi. Peki ama, neden insanlar üç çeşitti, neden dediğim
gibiydiler? Çünkü erkek, aslında güneşten gelmeydi, dişi bu dünyadan, ikisini
birleştiren cins de aydan; ay hem güneş, hem de dünyaya bağlı ya. Toparlak
olmaları, döne döne gitmeleri de bu gezegenlere çektikleri içindir, Homeros'un
anlattığı Ephialtes ile Otos(33), bu cins insanlar olacak. Hani göğe
tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.

Bunun üzerine Zeus ve öbür tanrılar görüşmüş, konuşmuşlar, ne
yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek, devler gibi
soylarını yıldırımla yakıp, kül etmek istemiyorlarmış (çünkü o zaman
insanların kendilerine sundukları kurbanlar bitermiş), öte yandan da
küstahlığın bu derecesine göz yumamazlardı. Zeus uzun uzun düşündükten sonra,
"Galiba bir çare buldum," der, "insanlar hem kalsın, hem de kuvvetten düşüp
hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem
de sayıları artıp, bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki bacak
üstünde doğru düsürst yürüyecekler. Yine de hadlerini bilmez, uslu
durmazlarsa, yeniden ikiye bölerim, bu kez tek bacak üzerinde zıplaya zıplaya
giderler."

Böyle der Zeus ve der demez de insanları tutar ikiye böler, tıpkı bir
meyveyi kışa saklamak için ikiye böler gibi, ya da bir yumurtayı ince bir
kılla ortasından keser gibi.

Zeus, kestiği adamların yüzünü boyunlarıyla Apollon'a tersine
çevirtmiş ki, kesilen yerlerini görsünler ve akılları başlarına gelsin.
Yaralarını iyi etmesini de buyurmuş. Apollon da yüzlerini tersine çevirmiş,
derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi
birleştirmiş, orta yeri sıkı sıkı üzmüş ve bir tek delik bırakmış. İşte biz
buna, göbek diyoruz. Sonra bakmış buruşuklukları var, onları düzeltmiş,
ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir araçla
göğüslerine bir biçim vermiş; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve
göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakmış.

İnsanın yapısı böylece ikileşince, her yarı öbür yarısını özleyip,
üstüne atlıyor, kollarını birbirine sarıp, yeniden bir bütün haline gelmek
arzusuyla kucaklaşıyor, birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemeyerek,
açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan,
bir başkasını arıyor, ona sarılıyormuş, rasgele sarıldığı bir insan bir erkek
yarısı da olabiliyormuş, dişi yarısı da (ki bugün bir bütün olan bu dişi
yarıya kadın diyoruz). Bu yüzden insan soyu azalıp gidiyormuş. Zeus, hallerine
acımış, bir başka çare bulmuş, ayıp yerlerini önlerine getirmiş, çünkü arkada
olunca, çiftleşerek değil, ağustosböcekleri gibi, toprağa yumurta döküp
çoğalıyorlarmış. Ayıp yerleri öne alınınca, dişi-erkek birleşip çoğalmaya
başlamışlar. Maksadı şu imiş: Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan
soyunun çoğalmasını sağlamış olacak, yok eğer erkekle erkek arasında olursa,
arzularına kanarak, başka işlere yönelecekler, yani hayatlarında başka
amaçları olacak. Demek ki insanın kendi benzerine duyduğu sevgi, çok eski bir
zamandan kalmadır, Sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı bir
tek varlık haline getiriyor, kısacası insanın yaradılışındaki bir derde deva
oluyor.

Her birimiz bir insanın symbolon'u(34), tamamlayıcı parçasıyız, pisi
balıkları gibi bir bütünün yarısına benzeriz, onun için de hep tamamlayıcı
parçamızı arar dururuz. Demin Androgynos dediğimiz katışık varlığın bir
parçası olan erkekler, kadınlara düşkündür, bir kadınla yetinmeyen erkeklerin
çoğu da bunlardan gelmedir; erkeklere düşkün, kocalarıyla yetinmeyen kadınlar
da bunlardandır. Fakat bir dişiden kesilme kadınlar, erkeklere hiç yüz
vermezler ve daha çok kadınlara meylederler, seviciler de bunlar arasından
çıkar. Bir erkekten kesilme erkeklere gelince, onlar de erkek yarılarını
ararlar ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler;
onlarla düşüp kalkmaktan, kucaklaşmaktan hoşlanırkar. Çocuklar ve delikanlılar
arasında en iyileri bunlardır, çünkü yaradılışlarından erkeklik en çok
onlardadır. Oysa birçokları bunları edepsiz diye ayıplarlar. Yanlış! Çünkü bu
işi edepsizlikten yapmazlar, içlerinde atılganlık, mertlik, erkeklik olduğu
için kendilerine benzeyene bağlanırlar. Bunu ortaya koyan bir olay da şudur:
Yalnız onlar yetiştikleri zaman, tam adam olur ve devlet işlerine girerler.
Olgun çağlarında onlar da erkek çocukları severler ve yaradılışları gereği
evlenmeye, çocuk yapmaya heves etmezler, bu işi sırf adet yerini bulsun diye
yaparlar. Ömür boyunca kendi aralarında bekar yaşamak, bol bol yeter onlara.
Kısacası bu türlü insanlar hep kendi cinsinden olanlara bağlı kalır, erkekleri
sever yalnız.

İnsanların karşısına demin sözünü ettiğim kendi yarısı çıktı mı, ister
erkek çouklara, ister başkalarına düşkün olsun, derin bir dostluk, akrabalık,
sevgi duygusuyla vurulmuşa döner, bir an için bile ondan ayrılmak istemez.
Bütün ömürlerini bir arada geçiren bu insanlar birbirinden ne istediklerini
anlatamazlar size. Kimse diyemez ki, onlar bu kadar coşkunlukla birleştiren
zevk sadece bir cinsel arzu ortaklığıdır. Bu iki candan her birinin aradığı
bambaşka bir şeydir, istediklerini duyar, sezer de anlatamazlar. Onları şimdi
bir yatakta uzanmış olarak düşünün, Hephaistos bütün aletleriyle karşılarına
dikilip soruyor: "Ey insanlar! Birbiriniz için dilediğiniz nedir?" Bu soru
karşısında sevgililer susacak. Hephaistos bir daha soracak: "Şu mu yoksa
candan dilediğiniz; öylesine kaynaşmak, bir tek varlık olmak ki, artık ne
gece, ne gündüz sizi birbirinizden ayıramasın. Eğer bu ise istediğiniz, sizi
bir arada eriteyim ve körükleye körükleye kaynatayım sizi birbirinize. İkiyken
bir olur, ömrünüz boyunca bir tek insan gibi aynı hayatı yaşarsınız. Öldükten
sonra da, öbür tarafta Hades'te iki olacağınıza bir olur, aynı ölümü
paylaşırsınız. Düşünün, bu mudur arzuladığınız? Böyle bir kadere razı
mısınız?" Hangi sevgililer bunu duyar da, hayır der, başka bir şey
isteyebilir? Tersine, bu sözde çoktandır özledikleri bir şey dile gelmiş olur:
Sevdiğine kavuşmak, onda erimek, iki ayrı varlıkken bir tek olmak.

(...)

Bunun üzerine Sokrates söze başlamış:

- Evet, sevgili Agathon, sen söze güzel başladın sanırım. Önce
Sevginin ne olduğunu anlatmak sonra neler yaptığını ortaya koymak gerektiğini
söylemekte haklıydın. Bu başlangıca hiç diyeceğim yok. Peki, madem Sevginin ne
olduğunu bu kadar güzel, bu kadar parlak sözlerle anlattın, şunu da söyle
bize: Sevgi kendiliğinden bir başka şeyin sevgisi midir, yoksa, hiçbir şeyin
sevgisi değil midir? Sevgi, bir ananın ya da babanın sevgisi midir diye
sormuyorum, gülünç olur böyle bir soru, ama tut ki, baba, baba olarak nedir
diye düşündük de, ben sana sordum: Baba bir başkasının babası mıdır, yoksa
kimsenin babası değil midir? Ne cevap vereceksin? İster istemez: Baba bir
oğlun ya da bir kızın babasıdır diyeceksin, değil mi?

- Elbette, demiş Agathon.
- Ana için de öyle demez misin?

Bunu da kabul etmiş.

- Şimdi bir şeyler daha sorayım da, ne demek istediğimi daha iyi anla.
Bir kardeş, kardeş olarak birinin kardeşi midir, değil midir? diye sorsam.

- Evet, birinin kardeşidir, derim.
- Bir erkek ya da bir kız kardeşin kardeşi?
- Evet.
- Şimdi sevgi için aynı şeyi düşün ve söyle: Sevgi, bir şeyin sevgisi
midir, yoksa bir şeyin sevgisi değil midir?

- Elbette bir şeyin sevgisi olacak.
- Peki bunu aklında tut: Sevgi bir şeyin sevgisidir. Şunu da söyle
bakalım: Sevgi, sevdiği şeyi arzular mı, arzulamaz mı?

- Arzular tabii.
- Kendinde olan bir şeyi mi arzular, sever; yoksa kendinde olmayan bir
şeyi mi?

- Kendinde olmayanı herhalde.
- Herhaldeyi bırak da, kesin olarak söyle: Arzulamak bizde olmayanı
istemek midir, değil midir? Bizde olan bir şeyi arzu eder miyiz, etmez miyiz?
Bana öyle geliyor ki, bunun başka türlü olması düşünülemez. Sen ne dersin,
Agathon?

- Bana da öyle geliyor.
- Güzel. Gerçekten, büyük olan büyük, güçlü olan güçlü olmayı
isteyebilir mi?

- Söylediklerimize göre isteyemez.
- Demek insan, kendinde olan şeylerden yoksun olamaz.
- Doğru.

- Ya güçlü olan güçlü olmayı arzu ederse, çevik olan çevik olmayı,
sağlam olan sağlam olmayı?.. Öyle ya, biri çıkar der ki; kendinde bunlar ve
buna benzer değerler bulunan kimse bu değerleri arzu da edebilir. Bir
yanlışlık yapmamamız için, bu nokta üzerinde duruyorum. Bir insan düşün ki,
Agathon, bugün istese de, istemese de, bu değerler elinde. Bu insan, kendinde
ister istemez olan bir şeyi nasıl arzu edebilir? Ama birisi bize diyebilir:
Ben sağlamım, sağlam olmak da istiyorum, zenginim, zengin olmak da istiyorum,
demek ki bende olanı arzu edebiliyorum. Ona şöyle cevap verebiliriz: Be adam,
sen zenginliği, sağlığı, gücü, gelecek için istiyorsun, çünkü bugün için
istesen de, istemesen de bunlar sende var. Bende olanı arzu ediyorum dediğin
zaman, acaba demek istediğin şu olmasın: Bugün elimde olanı yarın için de
arzuluyorum: Bunu doğru bulmaz mı o adam?

- Bulur.
- Bütün bu değerlerin ileride bizim olmasını, elimizde kalmasını
istemek, henüz elimize geçmemiş bir şeyi sevmek değil midir?

- Öyledir.
- Demek bu adam da, her arzu eden gibi, henüz elinde, emrinde olmayanı
istiyor: Arzunun, sevginin aradığı, erişmediğimiz bir durum, yoksun olduğumuz
bir şey değil mi?

- Budur.
- Haydi öyleyse, ne üstüne anlaştığımızı bir düşünelim şimdi.
Birincisi sevgi bir şeyin sevgisi midir, ikincisi de sevgi henüz bizde olmayan
bir şeyin sevgisi midir?

- Evet.
- İstersen ben sana hatırlatayım. Aldanmıyorsam, senin dediğin şuydu:
Tanrıları uzlaştıran, güzellik sevgisidir, çirkinlik sevgisi diye bir şey
yoktur. Bu değil miydi söylediğin?

- Buydu.
- Ha şöyle, ağzına sağlık, dostum! Demek sevgi yalnız güzelliğin
sevgisidir, çirkinliğin değil.

- Kabul.
- Peki, sevmek bizde olmayanı istemektir demedik mi?
- Dedik.
- Öyleyse sevgi, güzellikten yoksundur.
- İster istemez.
- İyi, ama güzellikten yoksun, güzelliğe kavuşmamış bir şeye sen güzel
der misin?

- Diyemem elbet.
- Böyleyken, sen hala sevginin güzel olduğu düşüncesinde misin?
- Belki de ne söylediğimi bilmiyordum demin konuşurken.
- Ama yine de parlaktı konuşman, Agathon. Bir küçük sorum daha var:
İyi dediğin şey sence güzel midir?

- Bence öyledir.
- Madem sevgi, güzellikten yoksundur, güzellik de iyilik olduğuna
göre, sevigi iyilikten de yoksundur.

- Ben seninle başa çıkamam, Sokrates, dediğin gibi olsun.
- Senin başa çıkamadığın, doğruluk, iki gözüm, yoksa Sokrates'le başa
çıkmak hiç de zor değil.

Ama şimdi seni rahat bırakıp, vaktiyle sevgi üstüne Diotima ile,
Mantineia'lı bir kadınla konuştuklarımıza geleceğim. Bu konuda, daha birçok
konularda bilgili bir kadındı, vebaya karşı kestirdiği bir kurbanla on sene
Atinalıları bu beladan korumuştu. Sevgi üstüne ne biliyorsam, ondan öğrendim.
Bu kadının bana söylediklerini anlatmaya, Agathon'la giriştiğimiz yoldan
yürümeye çalışacağım, elimden ne kadarı gelirse. Senin söylediğin gibi,
Agathon, sevgi kimdir, nedir, önce onu anlamak, sonra gördüğü işlere geçmek
lazım. Bana en rahat gelen, size yabancı kadının sorularını sırasıyla
anlatmak. Çünkü benim söylediklerim aşağı yukarı şimdi Agathon'un bana
söyledikleri oldu: Sevgi, büyük bir tanrıdır, güzelin sevgisidir. Kadın,
söylediklerimi benim şimdi Agathon'a ileri sürdüğüm düşüncelerle çürüttü,
kendi sözlerimle sevginin ne iyi, ne de güzel olduğunu ortaya koydu.

- Ne diyorsun, Diotima? dedim o zaman. Demek sevgi çirkin, kötü bir
şey.
- Ölçülü konuş, dedi. Güzel olmayan sence ister istemez çirkin midir?
- Elbette.
- Bilgin olmayan mutlaka bilgisiz mi demektir? Bilginlikle
bilgisizliğin bir ortası yok mu sence?

- O da neymiş?
- İnsan hesabını veremeden de doğru düşünebilir. Buna bilgi diyebilir
misin, diyemezsin, (çünkü bilgi, mantığa dayanmadı mı, bilgi olmaz),
bilgisizlik de diyemezsin, (çünkü bilgi, rasgele de olsa bilgisizlik
sayılmaz), demek ki bilmekle bilmemek arasında doğru düşünmek diye bir şey
vardır.

- Haklısın, dedim.
-Öyleyse, güzel olmayan çirkin, iyi olmayan kötüdür deme. Sevgi de
böyle. Onun için iyidir, güzeldir demediğine göre, çirkindir, kötüdür de deme,
ikisi arası bir şey olarak düşün sevgiyi.

- Evet ama, sevgiyi büyük bir tanrı sayıyor herkes.
- Herkes dediğin bilenler mi, bilmeyenler mi?
- Hepsi birden.
- Nasıl olur, dedi Diotima gülerek. Sevgiyi bir tanrı bile saymayanlar
ona, büyük tanrı diyebilirler mi?

- Onlar da kim?
- Biri sen, biri de ben.
- Olur mu böyle şey?
- Olur elbet. Sence bütün tanrılar mutlu ve güzel değil midir?
Onlardan birinin güzel ve mutlu olmadığını söylemeye dilin varır mı?

- Varmaz, Zeus hakkı için!
- Mutlu dediklerin iyiliğe, güzelliğe varmış olanlar, değil mi?
- Elbette.
- Ama demin dedin ki, sevgi iyi ve güzel şeyler ister, çünkü onlardan
yoksundur.
- Evet, öyle dedim.
- İyiliği, güzelliği olmayan, hiç tanrı olabilir mi?
- Olamaz gerçekten.
- Görüyorsun ya, sen de sevgiyi tanrı saymıyorsun.
- Nedir öyleyse sevgi? Ölümlü bir varlık mı?
- Hiç de değil.
- Nedir öyleyse?
- Demin dedim ya, ikisi ortası, ölümlü ile ölümsüz arası bir şey.
- Evet, ama, ne?
- Büyük bir cin(48), Sokrates, çünkü cin dediğimiz, tanrı ile insan
arası bir varlıktır.

- Ne iş görür bu cinler?
- İnsanlardan tanrılara, tanrılardan insanlara haberler, sözler
götürüp getirirler, dileklerimizi, adaklarımızı onlar ulaştırır tanrılara,
onlar getirir bize tanrıların buyruklarını, kurbanlarımızın karşılığı. Tanrı
ile insan arasındaki boşluğu dolduran cinler, böylece bütünün bütünlüğünü
kurarlar. Onlardan gelir bilicilerin büyük bilgisi, rahiplerin kurbanları,
kehanetleri, falları, büyüleri, üfürükleri gereğince başarma sanatı. Aslında
tanrı, insana karışmaz, bu cinler araya girer, uykuda olsun, uyanıkken olsun,
tanrılarla insanların buluşmalarını, konuşmalarını sağlarlar. Bütün bunları
bilende tanrı soluğu vardır(49). Bunları değil de, başka şeyleri bilen, işi,
sanatı ne olursa olsun, bir zanaatçi olmakla kalır. Bu cinler, hem pek çok,
hem de pek çeşitlidir. Sevgi de onlardan biridir.

- Peki, dedim, hangi anadan, hangi babadan gelmiş?
- Uzun sürer bunu sana anlatması, ama bir deneyeyim. Aphrodite
dünyaya geldiği gün, bütün tanrılar bir şölendeymiş. Zeka'nın oğlu Bolluk da
aralarındaymış. Yemekten sonra Yoksulluk(50), şölenden payını istemeye gelmiş,
kapının önünde durmuş, beklemiş. Tanrı şerbeti(51) ile sarhoş Bolluk (daha
şarap yokmuş o zaman), Zeus'un bahçelerine çıkmış ve bir yerde sızmış.
Çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk'tan bir çocuğu olmasını kurmuş,
gitmiş yanına yatmış ve Sevgi'ye gebe kalmış. Aphrodite'nin doğduğu gün, ana
karnına düştüğü için Sevgi, bu tanrının kulu, yoldaşı olmuş. Aphrodite güzel,
o da yaradılıştan güzele düşkünmüş.

Bolluk ile Yoksulluk'tan doğan Sevgi'nin talihi de ona göre olmuş.
Sevgi, her şeyden önce ve her zaman yoksuldur, çoklarının sandığı gibi, hiç de
öyle ince ve zarif değildir, tersine, kabadır, pistir, evsiz barksız,
yalınayaktır, açıkta, dağda, bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar
kalkar. Ne yapsın, anasına çekmiş, yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken
tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır,
yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, ömrü kafa
yormakla geçer, bilicilikte, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de
ölümsüzdür. Bakarsın, aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de
ölür; sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir
şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Sevgi, hiçbir zaman ne
yokluk içindedir, ne de varlık içinde.

Bilgi ve bilgisizliğin de ortasındadır. Bakın niçin: Tanrıların
hiçbiri bilgiyle uğraşmaz, bilgeliğe özenmez (çünkü zaten bilgedir); bilgeliğe
ermiş bir insan da artık bilgiyle uğraşmaz; bilgisizler de öyle, ne bilgiyle
uğraşırlar, ne bilge olmaya özenirler. Bilgisizlik neden kötüdür? Cahil kişi
güzellikten, iyilikten, akıldan yoksunken, hepsini kendisine toplamış sanır da
ondan. Yoksun olduğunu bilmeyen kimse, ne diye kendinde olmayanın peşine
düşsün!


---------------
(21) Euripides'in "Alkestis" adlı tragedyasının baş kişisi. Alkestis, kocası
Admetos yerine ölmeyi gözüne alan bir kadındır. Eceli gelen Admetos'a tanrı
Apollon bağışta bulunmuş, yerine ölecek birini bulabilirse, kendinin sağ
kalacağına söz vermişti. Admetos'un ne annesi, ne de yaşlı babası, oğulları
için ölmek istemeyince, Alkestis, kendini feda eder. Alkestis, Yunan tragedya
kişilerinin en sevimlilerinden biridir.

(22) Efsaneye göre, ozan Orpheus, tatlı nağmeleriyle vahşi hayvanları bile
büyülermiş. Günün birinde karısı Eurydike ölünce, Orpheus yeraltı dünyasının
bekçisi köpek Kerberos'u çalgısıyla uyutmuş, böylece Hades'e girip, Hades
tanrıdan karısını geri istemiş. Tanrı da yeryüzüne varıncaya dek arkasına
dönüp bakmamak şartıyla Eurydike'yi Orpheus'a vermiş, ama Orpheus dayanamamış,
tam aydınlığa çıkacakken, arkasına dönüp bakmış. O anda Eurydike yine duman
olup karanlığa dalmış. Bundan sonra bir türlü avunamaan Orpheus da Trakya
ormanlarında gece gündüz şarkı söylemiş. Tanrı Dionysos ayinlerini kutlayan
Bakkhalara yüz vermediği içindir ki, bu kadınlar onu parçalamışlar.

(23) Homeros, "İlyada" destanında şöyle anlatır: Agamemnon ile kavga eden
Akhilleus, savaştan çekilir, ama Troyalı Hektor, dostu Patroklos'u öldürünce,
onun öcünü almak için yine savaşa katılır ve Hektor'u öldürür. Tanrıça
Thetis'in oğlu olan Akhilleus'un bedenine silah işlemez, ancak topuğundan
yaralanabilirdi. Hektor'u öldürdükten sonra, Paris'in bir oku ile topuğundan
vurulur ve ölür.

(24) Efsaneye göre, dünyanın batısında bulunan Mutlular Adaları, yararlık
gösteren yiğitlerin ve bilgelerin öldükten sonra göçtükleri bir çeşit
cennettir.

(25) Aiskhylos'un kaybolmuş "Myrmidones" adlı tragedyasında.

(...)

(33) Ephialtes ile Otos, Zeus dünya üzerine egemenliği ele alınca, dağları üst
üste yığıp Olympos'a saldırmaya kalkışan iki devdir.

(34) "Symbolon" ilk anlamdan, ikiye bölünen bir çanak parçasıdır. İki insan
birbirine konuk oldu mu, bu çanak parçalarından birini dostluklarının
belirtisi olarak alır saklarlar, kendileri ölünce, çocuklarına bırakırlardı.
Sembol anlamı oradan gelmektedir.

(...)

(48) Sokrates'in "daimon" dediği varlık; "cin" sözü ile çevirdik. Homeros'un
destanlarında daimon, insan biçimine girmiş bir tanrı buyruğudur. Sonraları
daimon kavramı soyutlaşır. Hesiodos'a göre daimonlar ya da heroslar bu dünyada
erdemle yaşamış insanların ölümsüzlüğe ermiş canlarıdır. Bu yarı tanrısal
varlıklar, insanlarla tanrı arasındaki alışverişi sağlar. Miletoslu Thales de
kainatı bu gibi daimonlarla dolu görür. Herakleitos daimonların insanlara
bekçilik ettiklerine inanır. Pisagor da öyle düşünür. Yunan dünyasında iyi,
yararlı bir varlık sayılan daimon Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla kötülüğün
sembolü olmuş, daimon şeytana denmiştir. Eflatun, Sokrates'ten önceki
filozofların daimon-heros kavramı üstündeki görüşlerini "Şölen"de
derinleştirir.

(49) Aslında "daimonlu adam" deniyor.

(50) Diotima'nın anlattığı bu masalın iki kahramanı Poros ile Penia'dır. Penia
yoksulluk demek. Çare, yol anlamına gelen Poros için Türkçe tam karşılık
bulamadık. Poros'a çare, Penia'ya da çaresizlik diyebilirdik, ama yoksulluğun
karşıtı olan bolluk sözünü kullanmayı daha uygun bulduk.

(51) Tanrıların içkisi olan "nektar".