13 Ekim 2012 Cumartesi

attila ilhan - söyleşi


Uşaklığın Zirvesindeki Komprador Aydınlar

“... artık Avrupalılar Osmanlı Devleti’nin, başlıbaşına kendisini yönetmeyecek sayılması gerektiğini; bu yüzden de vesayet altına alınması icab ettiğini kesinlikle açıkladılar...
İşte o zaman efendiler, bir paşanın başkanlığında üçü Hırıstiyan olmak üzere, altı memur, onu ulema ve iki askerden oluşan bir heyet Bab-ı Ali’de toplandı. (Elindeki Anayasa’yı göstererek) Ve bu kitabı yazdı...
“... Bu kitap, milleti memnun etmek için, milletin arzuları ve gerçek emelleri için, olumlu ve elle tutulur bir gerçeğin yansıtılması değildir. Efendiler bu kitap, düşmanlarımızı, geçici de olsa, memnun etmek amacını gözetmiş bir kitaptır... Bu kitabın içeriğinin millet ile, hakimiyet ile, milletin iradesi ile hiç alakası yoktur...
Efendiler bu kitap taşıdığı ünvan sayesinde, milleti senelerce aldatan ve aldattıkça yıkılış çıkmazına sürükleyen bir kitaptan başka bir şey değildir... Bir paçavradır efendiler...”

Mustafa Kemal, TBMM, 1 Aralık 1921


Cumhuriyet döneminde Türkiye'yi yönetenler veya Türk aydınlarının ağzında medeni dünya diye bir laf yoktu. O dönemler Türkiye büyük bir hızla ve gayretle muasır medeniyet seviyesini yakalamak peşindeydi. “Hür dünya” diye bir tanım bilmiyordu. “Hür dünya” tanımı bizim sözlüklerimize demokrasiden sonra girmiştir. Demokrasi hareketi başladıktan sonra Türkiye'de bazı parti liderleri medeni dünya, medeni dünya ile aynı düzeyde olmak, medeni dünyanın değerlerine sahip olmak ve onlar gibi olmak prensibini ortaya atmışlardır.

İktidar olmuş partilerimizin pek çok lideri pek çok nutkunda bu medeni dünya deyimini kullanırlar. Bunu rahatlıkla kullanırlar ve hiçbir zaman düşünmezler ki medeni dünya diye Batıyı kastederlerken dünyanın geri kalanını gayrı medeni ilan ediyorlar.

Batının Evrensellik İddiası Emperyalizm Döneminde Başladı

Kendi kendisine medeni dünya demesi, kendi kültürünü, kendi sanatını evrensel sayması ve bütün dünyaya karşı hakim kılacak şekilde örgütlemek istemesi Batının emperyalizmiyle birlikte başlamıştır.

Ondan önce onlar sadece Hıristiyan değerlerine güveniyorlar, Hıristiyan değerlerine inanıyorlar ve dünyayı Hıristiyan yapmak istiyorlardı. Fakat bunun adına evrensellik izafe etmeleri ve bunu bütün dünyaya yaymak istemeleri aşağı yukarı sömürgeciliğin dünyaya hakim olmasıyla ortaya çıkmıştır. Yeni kuşaklar bunu bilmezler ama biz ilkokula başladığımız zaman bile dünyada Afrika kıtasının neredeyse tümü, Asya’nın üçte birinden fazlası sömürgeydi ve Güney Amerika sömürgeye çok yakın bir konumda bulunuyordu.

Daha da dramatik olanı, Birinci Cihan Harbi’nin sonunda eğer Sevr Anlaşması uygulanabilseydi dünyadaki bütün müslümanlar sömürge halkı oluyorlardı. Böyle bir ortam içerisinde Batılı, kendini Şangay’da, Bombay’da, Kahire’de, sömürgenin herhangi bir şehrinde vakarla, hakim, üstün ve onların üzerinde hissetmek için çok rahat bir şekilde kendisini evrensel bir değer, evrensel bir güç ve evrensel bir medeniyet sahibi sayıyordu.

Komprador: Ana Kültürüyle Yerli, Misyoner Eğitimiyle Yabancı

Sömürgecilik dünyaya yayılmaya başlayınca “Bu yayılmada biz nasıl bir yol kullanacağız” tartışmaları doğmuştur o zamanlar. Çok güzel bir yol buldular. Üzerine hakimiyet kurmak istedikleri toprakları önceden tespit ediyorlar. Bu topraklarda onlar için elverişli bazı şeylerin olması lazım geliyordu. Bunlar iktisadi imkanlardı. Eğer bunlar varsa oraya misyonerlerini gönderiyorlardı. Misyonerlerin yanı sıra misyoner okulları gidiyordu. Onların yanı sıra da bazı büyük şirketler oralarda acentalar açıyorlardı, ticaret başlıyordu.

Bu ticareti geliştirebilmek için de bir takım büyük ticaret firmalarının temsilcileri o ülkelere, daha doğrusu o limanlara gidiyorlardı.

Böyle bir yere geldikleri zaman kolonyalizmin temsilcilerinin en büyük güçlüğü yerli halktı. Niye güçlük oluyor? Bu yerli halkların hepsinin kendilerine mahsus bir medeniyeti, bir kültürü, bir dini var. Bir dili var. Halbuki bunlar, gelenler şu kesin inançtaydılar ki, asıl gerçek din Hıristiyanlıktır. Gerçek kültür de kendi kültürleridir. Yerliler aslında barbardırlar. Fakat bunlarla iş yapmak zorundalar.

Bunlarla iş yapabilmek için onlarla temas etmek lazım. Onların dilini öğrenmekte zorluk çekiyorlar. Hatta biraz da tenezzül etmiyorlar. Hal böyle olunca yapılması lazım gelen şey çok net ve açık ortada; misyoner mekteplerinde bunların bir kısmını Hıristiyan yapıyorlar. Hıristiyan yaptıkları insanlara kendi dillerini öğretiyorlar ve kendi kültürlerini zerk ediyorlar. Ortaya yeni bir tip adam çıkıyor. Bu yeni çıkan adam tipi dokusuyla, ana kültürüyle baba kültürüyle yerli; fakat misyonerlerden aldığı eğitimle ve öğrendiği şeylerle yabancı. Eğer sen şimdi bu ortaya çıkmış garip tipi şirketinde önemli bir yere koyarsan birdenbire hayatı kurtuluyor ve bu defa menfaatiyle oraya bağlanmış oluyor.

İlk defa bunlara “kompradore” diyorlar; Kompradore, doğrudan doğruya bir yerli halkın içinden seçilmiş, dini, dili ve kültürü değiştirilmiş, yani kültürsüzleştirilmiş bir adamın hakim metropol ülkeye tâbi bir insan olarak kulanılması anlamına gelıyor.

Kültürsüzleştirilmiş Bir Halkın Yabana Gitmiş Evlâtları

Bu en çok hangi ülkelerde ortaya çıkmış, dikkatle bakıp incelemek gerek. Bu, ciddi şekilde Hindistan’da ortaya çıkmış. Hintlilerden çok komprador tüccar çıkıyor fakat tüccarlıkta kalmıyorlar, sonradan sanayici de oluyorlar. O kadarla da kalmıyorlar, entelektüel oluyorlar hatta sanatçı oluyorlar. Yani adam Hindu fakat dinine bakıyorsun püriten, yani İngilizlerin dinine ait, kültürü tamamen İngiliz.

İngilizlerle beraber eğitim görmüş hatta İngiltere’ye gitmiş, Oxford’da, Cambridge’de okumuş, sonra memleketine dönmüş, memleketinde İngiliz kültürünün öncülüğünü yapmış. Şaheserler yaratmış, İngilizce olarak yaratmış. Hatta kraliçe veya kral tarafından “sir” ünvanıyla “lord” ünvanıyla takdir edilmiş adamlar var orada.

Şimdi bunlar Hint edebiyatının veya Hint kültürünün büyükleri değil. Bunlar İngiliz edebiyatının büyükleri de değil. İşte bunlar komprador edebiyatının büyükleri. Kültürsüzleştirilmiş bir halkın yabana gitmiş insanları bunlar.

Peki aynı şey başka nerede görülüyor? Fransızlar bu işi Kuzey Afrika’da yaptılar. Kuzey Afrika’da çok ciddi bir şekilde Fransızlaştırma operasyonu yapılmıştır ve bu operasyonun sonunda da şimdiki Fransız edebiyatındaki romancıların çoğu Kuzey Afrikalıdır. Görüyoruz şimdi isimlerini Fransız olarak yazıyorlar. Adamın adı Ahmet, Hüseyin, bilmem ne. Aslında onlar Arap. Kuzey Afrikalı Arap. Tunuslu, Faslı, Cezayirli. Fakat o vasıflarını kaybediyorlar, o dili kaybediyorlar, o kültürü kaybediyorlar ve Fransa da, berbat bir halde yaşıyorlar ve kendilerini Fransız sayıyorlar. Fransız değiller. Arap sayıyorlar Arap da değiller. İkisinin arasında bir yerdeler.

Aynı şekilde aynı kültürü Uzak Doğu’da görüyoruz. Uzak Doğu’daki bazı kavimlerde de böyle. Malezya kökenli, Çin kökenli bazı kişiler aynı şekilde komprador tüccar, komprador sanayici, komprador entelektüel olmuşlar ve ortaya çıkmışlardır. Ve bu insanlar sömürge düzeni devam ettiği sürece metropollerde çok itibar gördüler. Çünkü kendi halkları aleyhine çalışan, kendi halklarının kültürünü reddeden ve o ülkeye metropol kültürünü yaymaya çalışan insanlardır.

Kanatları Düşmüş Osmanlı'nın Sömürgeleştirilmesi

Bunun bizimle alakası var. Osmanlı İmparatorluğu emperyalizmin dikkatini Napolyon Savaşı’ndan sonra ciddi şekilde çekmiştir. Napolyon’un Mısır’a kadar gelmiş olması ve Osmanlı’nın onları atamaması ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyan ederek neredeyse Bolu’ya kadar gelmesi ve padişahı tehdit etmesi, sonunda Batılıların araya girmesiyle ara bulunmasıyla birlikte Batı emperyalizmine Osmanlı İmparatorluğu’nun da içinde taşıdığı bir çok zenginliklerle pekala bir sömürge olabileceği düşüncesini getirmiştir.

Tıpkı Çin gibi, Hint gibi. Büyük bir imparatorluk, büyün zenginlikler içinde ve üstelik jeostratejik olarak çok önemli hele İngiltere için Hindistan yolunu kapatan bir olay. Eğer bu sömürgeleştirilirse fevkalâde cazip bir şey ortaya çıkabilir. Ama karşılarındaki Afrika’daki veya Malezya’daki bir kabile devleti değil. 600 seneden beri devam eden bayağı güçlü bir imparatorluk ama şimdi görülüyor ki, kanatları düşmüş, Napolyon’u kovamıyor. Hatta isyan eden bir valisiyle başa çıkamıyor. Buna karşı bir çare düşünmek lazım.

Tanzımatı Hayriyye Değil, Tanzımat-ı Şeriyye

Zaten hasbelkader kabul edilmiş kapitülasyonlar var. O kapitülasyonlar da Batı sermayesine ve Batı emperyalizmine zaten bir takım haklar tanımış. Şimdi nasıl yapılırsa bu imparatorluk aynı oyuna getirilebilir. Tanzimat buldukları çaredir Batılıların. “Bu Osmanlı’yı nasıl yeriz?” düşüncesinin bulunmuş çaresidir.

Bunu İngilizler istemişlerdir. Tanzimat-ı Hayriye diye ilan edilen şey tam anlamıyla, Tanzimat-ı Şerriye’dir. Bir beladır. Çünkü o zaman onlar Osmanlı halklarını serbestliğe, medeni haklara, medeni dünyaya, medeni hürriyetlere kavuşturuyoruz diye kendi kurallarını Osmanlı’ya kabul ettirmeye başlamışlardır.

Mesela Tanzimat’ın ilan edildiği dönemde burada İngiliz sefiri olan adamın karısının anılarında bu olay çok açık görülmektedir. Nasıl oynuyorlar bizimle. Sadrazam Sait Paşa hep bunlarla uğraşıyor. Yani bir yere bir vali tayin edilecek, o valiyi tayin etmek için mücadele vermek zorunda kalıyorlar çünkü oraya mesela Erzurum Valiliği’ne tayin edilecek olan adamın aslında Hıristiyan olmasını istiyor İngilizler. Bizimkiler vermek istemiyorlar. Çünkü oraya bir Hıristiyan tayin edersek sonra orada bir Ermeni valisi isteyecekler. Arkasından da özerklik isteyecekler, biliyorlar.

Bunun için ne yaptı peki Batı? Çok basit bir şey yapmış. Aynen öbürlerine yaptıkları gibi misyoner mekteplerini Osmanlı’nın içine salıvermişler. 1800'lerde birden pıtrak gibi Anadolu’da ve Orta Doğu’da her taraf bu okullarla dolmuştur. Ve özellikle de şunu seçiyorlardı: Çeşitli azınlıkların bulunduğu bölgelere daha yoğun gönderiyorlardı.

Mesela Lübnan Fransızların tercih ettiği bir bölgeydi. Musul, Irak tarafı aynı şekilde daha çok İngilizlerin tercih ettiği bir bölgeydi.

Güneydogu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesi Amerikalıların tercih ettiği bir bölgeydi. Oralarda bunların mektepleri dolmuştu. Çeşitli tarikatlardan çeşitli insanlar... Bunların hepsinin de başkenti Robert Koleji. Buralarda Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinden gelmiş ve aslında etnik özellikleri farklı kişiler tamamen onların medeni dünya dedikleri kendi dünyaları ölçüleri içerisinde yetiştiriliyorlar.

Bunların ileride Osmanlı’nın yönetiminde yer almasına dikkat ediyorlardı. Fakat bu iş bu kadarla kalmamıştır. Bizim orduyu, donanmayı da onlar adam edecekler gibi bir tavra girilmiştir Tanzimat’tan hatta öncesinden itibaren. Bunun için de mesela kara ordusunu Almanlara, deniz ordusunu da İngilizlere emanet etmişiz. Oradan da İngiliz kafalı deniz subayları, Alman kafalı kara subayları yetişmiş. Osmanlı İmparatorluğu kendisini bağımsız bir devlet hatta bir imparatorluk sayıyor fakat yetiştirdiği aydınlar artık başka bir kültürle yetişiyorlar ve onu adam edeceğiz diye öteki kültüre uydurma yollarını araştırıyorlar.

Tanzimat Da Meşrutiyet De Yabancıların Etkisiyle Olmuştur

O zaman onların Hindistan’dakilerden pek bir farkı kalmıyor. Hindistan da böyle oldu çünkü. Bizdeki Tanzimat hareketi de, Meşrutiyet hareketi de dikkat edilirse yabancıların etkisiyle ve onların istekleri istikametinde olmuştur.

O zamanın sadrazamlarına bakıyorsun Koca Vasıf Paşa İngiltere taraftarı, Halil Paşa İngiltere taraftarı, Fuat Paşa İngiltere taraftarı, Sait Paşa o kadar İngiltere taraftarı ki halk ona İngiliz Sait Paşa diyor. Mahmut Nedim Paşa Rus taraftarı, Nedimof demişler. Bu Tanzimat’ın tablosu. Yani yönetim zaten dominyon haline gelmiş.

Birdenbire bir yeni inkılap yapıyoruz, Jöntürkler yapıyorlar. Jöntürk hareketi, Jöntürklerin yaptığı inkılabın halkımızla hiç alakası yok. Gene o okullardan yetişmiş kişilerin yaptığı bir hareket. Alman İmparatorluğu not düşmüş; “Bizim askerlerin”, bizim asker dediği de onlarda eğitim görmüş askerler, Enver Paşa’yı kastediyor. “Onların yaptığı bir devrimdir” diyor. İtalyanlar da diyorlar ki, “Bizim masonlar bu işi örgütlediler” falan. Nitekim her ikisi de doğru. O kadar doğru ki 1908’de Meşrutiyet ilan edilir, 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’a çıkarlar. Yeni hükümet harp ilan etmez. Ona yardım ettiler diye diyet olarak veriyor Trablusgarp’ı.

Tipik bir sömürge muamelesi görüyoruz Batılılar tarafından ve başka yerde yaptıkları şeyleri aynen burada yapıyorlar. Sömürge aydını yetiştirebilmek, sömürge memuru yetiştirebilmek için buraya bir defa yabancı okullar giriyor, misyoner okulları hem din değiştirmek için işi yapıyorlar hem aynı zamanda kültür değiştirme. Eğer dinini değiştirebilirse ne ala, değiştiremezse kültürünü değiştiriyor. O da onun işine geliyor çünkü halka yabancılaşıyor.

Bir de Osmanlı’nın inanılmaz avantajları var diğer ülkelerde olmayan. Osmanlı tebasının önemli bır kısmı Hıristiyan, onlara din değiştirmek de gerekmiyor. Onlara merhaba diyorsun, mezhep değiştir diyorsun, yani Ermeni Gregoryansa bakıyorsun Katolik oluyor. Fransızların hizmetine giriyor böylelikle.

Sömürge Limanlarında Komprador Şehirleri

Özellikle iki harp arasında çekilen filmlerde bu çok işlenirdi. Uzakdoğu’nun egzotik limanlarında, Afrika'nın egzotik limanlarında bir takım aşklar yaşanır oralara gitmiş olan birtakım Batılılar ya yerli kızlardan biriyle veyahut da oraya gelmiş Batılı fahişelerden biriyle inanılmaz maceralar yaşarlar.

Oraya gitmiş olan komprador tüccarlar Avrupalı mahallesinde otururlar, bir de komprador yöneticiler Avrupalı mahallesinde otururlar. Diğerleri yerli mahallelerinde otururlar. Hatta yerli mahallelerine gitmek tehlikeli sayılır Batılılar için.

Bunlar hangi şehirlerdir? İskenderiye'dir, Kazablanka'dır, Şangay'dır, Hong Kong'tur, Makao'dur. Bunlar çok tanınmış, özellikle sömürgecilik döneminde öne çıkmış olan şehirlerdir. Bu şehirlerin içerisinde elinle koymuş gibi bulabileceğin bir Avrupalı şehri vardır. Onun etrafında daha fakir yoksul ve küçümsenmiş olan bir yerli şehri vardır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun içerisinde Selanik, İstanbul, İzmir, Beyrut ve İskenderiye aynen böle bir komprador limanı olmuşlardır. Bu limanların içerisinde de aynen o şehirlerde olduğu gibi bir Avrupalı yerleşim yeri vardır. O Avrupalı şehri Selanik'te Beyazkule civarıdır, İstanbul'da Beyoğlu'dur, İzmir'de de meşhur Frenk mahallesidir.

Tanzimat Aydını Ülkeyi Sevr'e Getirdi

Tanzimat sonları Meşrutiyet başlarına doğru Avrupa'ya okusunlar diye gönderilmiş aydınların da evcilleştirilmesi suretiyle Beyoğlu'nda, Beyazkule'de veya Frenk mahallesinde yerli Hıristiyanlarla beraber artık Batılılaşmış, yani medeni dünyaya ait olmuş sayılan bir aydın kesimi belirmiştir.

Bu aydın kesimi Türkiye'yi ileriye götürme teşebbüsü içinde görünür fakat aslında Sevr muhadenesine götürürler. Sevr muhadenesini imzalamayı da çok yerinde bir şeymiş gibi yapmışlardır. Ve onlara karşı Kemalist hareket belirmiştir.

Kemalist hareketin neye karşı belirdiği çok nettir. Batılı senin topraklarına el koymaya karar veriyor. Senin topraklarına el koymak için uyguladığı evcilleştirme süreci, devşirme süreci aynen sömürgelere uyguladığı süreç. Önce seni dinden kaydırmaya çalışıyor, sonra dilden kaydırmaya çalışıyor, yavaş yavaş zevklerini ve yaşama biçimini değiştiriyor. Sen gittikçe ona uyuyorsun ve bunu ilericilik ve medenilik zannediyor ve savunmasını yapıyorsun. Halbuki seni kültürsüzleştiriyor.

Mustafa Kemal Paşa medeni dünya dememiştir. Tam tersine Batıya inanılmaz suçlamaları vardır. Mustafa Kemal Paşa “onların yaptığı gibisini aynen yapalım” demiyor. O “biz medeni olacağız” diyor ve “kendi medeniyetimizi yapmaya çalışacağız” diyor. Bunun için de Türk tarihine, Türk diline ayrı önemler veriyor.

Cumhuriyet Türkiyesi'nde Ulusallık Esas

Cumhuriyet Türkiyesi’nde Mustafa Kemal'in uyguladığı dış politika inanılmaz esneklikteki bir dış politikadır. Sovyetleri İngilizlere karşı kullanmıştır. İngilizleri Sovyetlere karşı kullanmıştır. İngilizlere karşı Sovyetlerle beraber Fransızları kullanmıştır. Fransızlara karşı İtalyanları kullanmıştır. Mustafa Kemal Paşa bunların hepsini kullanır, hiçbirisine taviz vermez. Cumhuriyet onun için tam bağımsızdır. Bunda çok ısrarlıdır. Rusya büyük dostumuzdur, Rusya'ya da taviz vermez. Ya da yönetime burnunu soktukları anda karşılarına çıkar.

Ulusallık esastır. Ulusallığı ekonomide istemiştir. Ulusal bir ekonomi kurmaya gayret etmiştir, bunun için de kendi tabiriyle bir devlet sosyalizmi yapmak istiyor. Bunu yapmak istemesinin sebebi de çok net çünkü amele sınıfı yok, olmayınca öbür sosyalizm olmazdı. Çok akıllıca bir şey, devlet vasıtasıyla böyle bir şey yapabilirim diye düşündü.

Buna kalkışırken bunun ulusal olmasında çok ısrarlıdır, çünkü olmadığı takdirde sömürge haline düşüyorsun, perişan oluyorsun. Ulusal bir kültür yaratmak gayreti içindedir. Bunun için de dili mümkün olduğu kadar ulusallaştırmaktan yanadır. Bunu yaparken de ulusal kültür eserleri verilmesinden yana çıkmıştır. Kısa süren hayatı içerisinde yönetimde bunları yapmaya gayret etmiştir.

İlk Ray Değiştirme 1938'de

Peki biz ne zaman ray değiştirdik? İlk ray 1938’de değiştirildi. 1938'de Gazi'yi kaybedince ray değiştirdik. Çok kısa bir süre sonra o zamana kadar Batıyla hiçbir anlaşma yapmamış Türkiye Cumhuriyeti Fransa ve İngiltere'yle ittifak anlaşması yapmıştır. 1940'ta Yunan-Latin tabanına dönülmüştür. Bunun Tanzimat demek olduğu çok güzel gizlendi, büyük bir ilericilikmiş gibi sunuldu. Ve 1941'den itibarenden de milli eğitim milli olmaktan çıkarıldı. Aynı zamanda hem dini eğitime fırsat verildi hem yeniden sömürge okulları memleketin her tarafında pıtrak gibi bitmeye başladı.

Soğuk Savaş buna tüy dikti. Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra teorik olarak yalnız kalması o zamankileri dehşete düşürdüğü için kendilerini büsbütün Anglo-Saksonların kucağına attılar. Anglosaksonlar da burasını Hindistanmış gibi çok güzel biçimlendirdiler.

Ne oldu? Türkiye 1960'lara doğru tekrar eskiden olduğu gibi komprador tipli aydın, komprador tipli tüccar, komprador tipli sanayici yetiştirmeye başlamıştır.

Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarında birer birer ulusallaştırılmış, kamulaştırılmış olan ecnebi şirketlerinin yerine yenileri geldiler. Ve burada o şirketlerin vaktiyle acentası durumunda olan kişiler bilahare o şirketlerin Türkiye'deki fabrikalarını kurdular, şirketlerini kurdular yani onlara ortak oldular. Böylelikle çok tipik manada komprador bir ekonomi oluşmaya başladı.

Komprador Kültürün Tüccarları

1970'lerden sonra gittikçe daha hızlı olmak üzere komprador bir kültür, komprador kültürün sanatçıları, komprador kültürün tüccarları yetişmeye başladı. Bunlar şimdi yeniden medeni dünyadan bahsediyorlar ve o medeni dünyanın standartlarına göre yaşamak lazım geldiğini söylüyorlar. Ve medeniyetin ancak onların medeniyetini benimsemek demek olacağını söylüyorlar. Yani çağdaş bir Türk medeniyeti, çağdaş bir Hint medeniyeti, çağdaş bir Çin medeniyeti olamazmış gibi koyuyorlar bu sorunu.

Bu ne şekle dönüşüyor, şu şekle dönüşüyor kendi edebiyatın reddediliyor, kendi sanatın reddediliyor, kendi kültürün reddediliyor. Bunun yerine yabancı kültürü ta eski köklerine kadar bilmek, onların gelişmesini taklit etmek, onlar gibi yapmak marifet sayılıyor. Ve eğer eskaza kendi yaptıklarını orada bir beğenirler de yayınlar, oynar veya takdir ederlerse sen çok zirveye varmış sayılıyorsun. Bu uşaklığın zirvesi tabiatıyla, köpekliğin zirvesi. Fakat bunun farkında değiller. O kadar devşirilmiş oluyorlar ki, kendilerini oralı sayıyorlar artık.

Çıtırbom Yazarlar Aslında Acente

Bizim sanatkarımız da öyle oluyor. Yani Mustafa Kemal Paşa zamanında Anadolu edebiyatı, Anadolu sanatı teşebbüsü vardır. Onlar Batılıları örnek almıyorlardı. Tanzimatçılar alıyorlardı, Meşrutiyetçiler de almışlardır. Cumhuriyetçiler almıyorlardı, Cumhuriyetçiler kendi kültürlerini yaratmaya çalışıyorlardı.

Ne zamandan itibaren bu iş başladı? Garip hareketinden itibaren başladı. Garip hareketi çok net bir şekilde Fransız edebiyatından bir akımın Türkiye'deki temsilcisi olarak ortaya çıktı. Acenta oldu yani. Tıpkı onun gibi arkadan İkinci Yeni akımı geldi, o da bir acentaydı.

Onun arkasından da bu çıtırbom yeni romancılar geldiler. Bunlar da acenta, bunlar da Batıdaki rüzgarın cereyanı. O cereyan da çok açık, çok seçik, çok belli. O Salman Rüştü, Teslime Nesrin şeklinde görünen cereyan, yani aslında Üçüncü Dünyalı olup Üçüncü Dünya halklarını küçük gören ve Batıyı öne çıkarmaya çalışan ve onların haklı olduğunu söyleyen devşirilmişlerin edebiyatı.

Şimdi biz de bunları üretmekle meşgulüz, oraya geldik. Komprador bir kültür yaratmaya çalışıyoruz ve bunun kendi kültürümüzle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı gibi kendi kültürümüzü zaten horgörüyor. Böyle bir durumdayız.

Demek ki şimdi Türkiye ekonomide Ortak Pazar sayesinde yani Avrupa Birliği sayesinde, IMF ve Dünya Bankası sayesinde zaten komprador ekonomiye dönmüş durumdadır. Komprador ekonominin başını çeken de TÜSİAD'dır. Politikada zaten hep başından beri, yani NATO'ya girdiğimizden beri artık bağımsız bir dış politika güdemiyoruz. Doğrudan doğruya onların etkisi altındayız. Partilerimizin hemen hepsi komprador, acenta oradaki bir firmanın Türkiye'deki temsilcisi halinde politik düzeyde. Edebiyatta da durum aynı, sanatta da durum aynı. Son derece kötü, komprador bir hayat içerisindeyiz.

Geçenlerde bu söylediğimi teyit eden bir olay gördüm. Ben bunu daha evvel söylemiştim Orhan Pamuk'tan bahsederken. Demiştim ki, Salman Rüştü gibi olmak istiyor. Bir Batı Avrupa dergisinde bu konularla ilgili yazılar vardı; Orhan Pamuk'un ismini Teslime Nesrin ile beraber gördüm. Yani ne oldukları böylelikle tespit edilmiş oldu. Söylediğim doğru, onlar içimizden seçip kendi aleyhimizde adam arıyorlar. Bunu buldukları zaman da paye veriyorlar ve ne olurlar bunlar böyle giderlerse asıl mesele bu. İşte bunun önünün kesilmesi lazım.

Komprador Aydın Tıpını Çok Takmamak Lazım

Şimdi Türk halkının büyük bir sakinlikle bunu görmesi lazım. Biz bu duruma düşecek bir ülke değiliz. Biz en kötü zamanımızda, pekala ulusal demokratik devrimimizi yaptık. Bununla da kalmadık, ulusal kültürümüzü yarattık. Yani medeni milletlerin medeniyetine muhtaç değiliz. Tarih birikimimiz çok. Kendi kültürümüze dayanarak, kabile kültürümüzden beri, ümmet kültürümüz de dahil olmak üzere bunları benimseyip koruyarak, tamamen çağdaş ulusal ve gelişmiş bir kültür yaratabiliriz.

Mustafa Kemal Paşa'nın yazdıklarını okuyanlar Mustafa Kemal'in ısrarla Türk halkına şunları söylemek istediğini görür: Kendine güven. Çünkü Osmanlılar kendine güvenmiyordu. Kendine güvenirsen yaparsın. O kendine güvendi ve yaptı. Ve bu güce sahip olduğunu göstermiştir.

Nasıl bir dramdır ki, daha o zamandan bizim toplumumuzda aynı hataların yapılıp, aynı yerlere götürecek insanlar olduğunu görmüş ve o şartlar altında bile yapman lazım gelen görev neyse onu da söylemiştir: “Bunların hepsi başınıza gelebilir, aldırmayın. Siz güçlsünüz, eğer dayanırsanız bunların da üstesinden gelebilirsiniz”.

Bu bakımdan komprador aydını tipini çok takmamak lazım. Bunu tam önleyemeyiz ama önlemenin yolları var.

Yapılması gereken birinci iş, artık ulusallığını kaybetmiş olan eğitim ve öğretimi ulusallaştırmaktır. Bunun için de ilk önce ecnebi okullarının ortadan kaldırılması lazım. Yabancı dille tedrisatın hele de devlet okullarında kesinlikle ortadan kaldırılması lazım. Yabancı dil öğretsinler ama başka yollarla öğretsinler. Ve ayrıca da mutlaka Batı dillerini öğretmek zorunda değilsiniz. Dünya dilleri dendiği zaman bunun içinde İspanyolca da var, Rusça, Arapça, Çince ve Japonca da var. Bunları niye öğretmiyorlar acaba? Bunun dışında ulusal ekonomiye yönelik tedbirler almak gerekiyor.

AB ile Gümrük Biriği kurma rezaletimizi mutlaka ortadan kaldırmamız lazım. Bu anlaşmayla 1838'de İngilizlerle yaptığımız Ticaret Anlaşması arasında hiçbir fark yok. AB'ye karşı ticari ve iktisadi alanda mutlaka tedbirler almak lazım. Bizim ekonomimiz acenta ekonomisi değil. Bizim ekonomimiz ulusal, kendi kendini yaratan bir ekonomi. Mustafa Kemal Paşa Etibank'ı, Sümerbank'ı ortaya çıkardı. Biz kendi sanayimizi kuruyorduk. Şimdi o sanayiler, o fabrikalar elimizden alınıyor. Kendi kurduğumuz sanayii acenta haline getiriyorlar.

Kompradorluk gerçekte sömürgeleşme yolunda bir acenta mantığının bir ülkenin herşeyine hakim olmasıdır. Yani orada ulusal hiçbir şey kalmaz. Ulusal olan herşey ikinci plana atılır. Yabancının değer ölçüleri hakim olur. Sen onların acentası olarak görev yaparsın. Edebiyattan tut politikaya, ekonomiden tut bilime kadar böyle olmuştur.

Attilâ İLHAN
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."

9 Ekim 2012 Salı

şiir tahlili - şerif aktaş ( erzurum seminer notları)



I. TEORİ



A. Edebî Metin ve Özellikleri

 
Edebiyat kelimesinin, Arapça “edeb”ten kaynaklandığı söylenmektedir. Başlangıçta ‘davet ’ anlamında kullanılan bu söz, zamanla halk arasında gözlemlenen en güzel ahlâk, insanı kötülüklerden koruyan iyiliğe sevk eden meleke, güzel huy anlamlarını kazanır. Daha sonra da söz söyleme ve ifadeyle ilgili her türlü çalışmanın genel adı olarak kullanılmıştır. Kişilerin sözlü ve yazılı ifadelerinde hataya düşmelerine engel olmak için öğrenilen ve kullanılan kurallar bütünü bu kelimeyle ifade edilmiştir. XIX. yüzyılda bile edebiyat iyi huy öğreten, ahlâk kazandıran bir disiplin olarak değerlendirilmiştir. Günümüzde de edebiyatın her şeyden önce bir güzel sanat etkinliği olduğu dile getirilmektedir.
Günümüzde edebiyat; tarihsel, sosyal ve kültürel olandan hareketle, dille gerçekleştirilen güzel sanat etkinliklerine ve eserlerine verilen genel addır. Burada asıl olan edebî metindir. Çünkü edebiyatla ilgili her türlü etkinliğin merkezinde edebî metin bulunmaktadır.

Edebiyat ile ilgili çalışma alanları


Edebiyat tarihi, edebî metinlerin ortaya konuldukları dönemi, onların yazarlarını tarihî metotla ele alır, inceler ve değerlendirir. Edebî eleştiri, edebî metinleri benimsenen anlayış, düşünce ve zevke göre değerlendirme gayretlerinin ürünüdür. Edebî çözümleme (edebî tahlil) yine benimsenen bir düşünceden, anlayıştan yola çıkarak edebî metinleri oluşturan birimler arasındaki ilişkiyi belirleyip açıklamayı ve onu meydana getiren farklı kategoriler arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermeyi amaç edinmiştir. Edebî yorum, sanat metinlerinin okuyucu tarafından anlaşılıp yorumlanması ile ilgili teklif, düşünce ve teorilerle ilgili çalışmalar bütününü kapsamı içine alır. Edebiyat teorisi, kısaca edebî metinlerin oluşumu, gerçeklik, yazar, okuyucu ve daha önce yazılmış her türlü eserlerle ilişkileri üzerinde düşünce üretme etkinliğidir.
 
Görülüyor ki, edebiyatla ilgili etkinliklerin merkezinde edebî metin bulunmaktadır. Bu metinler, ortaya konulduktan sonra belli oranda bağımsızlık kazanırlar. Farklı seviyelerde kalıplaşmalara zemin hazırlayacağı düşüncesiyle edebî metni tanımlamaya gayret etmeyeceğiz. Zaten edebî metin, zamanın akışına paralel olarak her an değişmekte, zenginleşmekte farklı görünümler kazanmaktadır. Bu değişme ve oluşma akış hâlinde zenginleşerek varlığını sürdürmedir. Edebî metin, değişerek devam etmekte ve oluşarak zenginleşmektedir. Tanımlar, daha çok zaman ve mekânda değişmez olanı ele alırlar. Ancak edebî metinlerin özelliklerinden söz edilebilir. Edebî metnin özelliklerine geçmeden metinlerin oluşumundan bahse ihtiyaç var sanıyorum.

Metin


  Metin, çok farklı düzeylerde dille iletişimde bulunmak amacıyla oluşturulan anlatma ve anlaşma aracıdır. Cümle, yalnız başına eksiksiz bir anlaşmayı sağladığı zaman kullanıldığı bağlamda metin değerindedir. Ancak bir cümle ile herhangi bir konuda soruya gerek duyulmadan ve şüpheye yer bırakmadan anlaşma sağlanamaz. Öyleyse metin, cümlelerden oluşan, daha yerinde bir söyleyişle cümlelerle örülen bir anlatma ve anlaşma aracıdır. Sesten paragrafa uzanan çizgide her dil birliği metnin oluşmasına hizmet eder. Amaç dille anlatma ve anlaşmadır. Anlatma ve anlaşmanın amacı, konusu, kullanılan iletişim kanalı ve hedef kitle, metnin türünü, boyutunu, anlatım biçimini ve dil özelliklerini belirler. Bilimsel, felsefî ve edebî metinlerle günlük hayatın akışını düzenleyen metinler birbirlerinden farklıdır. Hedef alınan okuyucu kitlesi de metnin yapısı ve anlatımı üzerinde etkili olur.

Böyle bir açıklamadan sonra, cümlelerin dilbilimin sınırları içinde kaldığı, metnin ise anlatma aracı olarak daha çok anlambilimle ilişkili olduğu söylenebilir. Ama metin şüphesiz bir iletişim aracıdır. Bu araç dil malzemesi ile örülür, dokunur veya sağlam biçimde kurulur. Zaten sözlük anlamlarında da bu hususlar bulunmaktadır. Metin, Arapçada sağlam ve dayanıklı anlamına gelen bir kökten türetilmiştir. Fransızcada ve diğer birçok batı dillerinde ise dokumak (örülmek) anlamına gelen “texte” kelimesiyle karşılanmaktadır. Türkçede kullanılan tekstil bu hususu açıkça ortaya koyar. Bunun için metin kelimesi dille gerçekleştirilmiş sağlam ve anlamlı örgüyü düşündürmektedir.

Dil göstergelerinin ses ve anlam kaynaşmasından oluştuklarını, onların bu unsurlardan birine indirgenemeyeceğini söyledik. Bu, her düzeydeki metinler de böyledir. Onların da bir gösteren bir de gösterilen yönü vardır. Bunlar birbirinden ayrılamazlar, hatta ayrı ele alınamazlar. Ancak inceleme amacıyla her birinden ayrı ayrı söz edilir. Örgüyü meydana getiren kelime ve cümlelerin de aynı özelliğe sahip olduğu açıkça ortadadır.

Metinlerde, cümlelerden oluşan anlamlı birimler, kuralı ancak kullanıldığı metinde ortaya çıkan bir düzene bağlı olarak bir araya getirilirler. Bu bir örgüdür, bir sistemdir. Bu örgünün veya sistemin birimleri arasında çok yönlü ilişkilerin bulunabileceği hissedilir. Bu ilişkiler de metnin amacına, oluşturulduğu ve kullanıldığı bağlama göre değişebilir. Ancak her metindeki temel iki ilişki ağının, örgünün veya yapının gerçekleşmesinde, büyük payı olduğunu söylemek gerekir. Cümleler kelimelerin bir düzene ve kurala bağlı kalınarak bir araya gelmesi sonucu oluştuğu gibi metinler de cümlelerden oluşan birimlerin yukarıda belirtildiği gibi, bir düzen içinde bir araya gelmesiyle ortaya çıkarlar. Art arda gelen veya aynı düzlemde bir arada bulunan birimler, her şeyden önce dil bilgisi kurallarıyla birbirine bağlanırlar. Buna bağlaşıklık denir. Metinlerde birimleri birleştiren bir başka kuralda anlamla ilgilidir. Metni meydana getiren parçalar arasındaki anlam ilişkisine de bağdaşıklık adı verilir. Hem metinde hem de metni meydana getiren parçalarda sözü edilen kurallar çevresinde oluşan ilişki ağını izlemek mümkündür. Metinlerin anlaşılabilir ve tutarlı olması bu ilişki ağlarının niteliği ile yakından ilgilidir. Bazı metinlerde ses benzerliği ve uyumu ile ifadenin çağrışım değeri sözü edilin ilişki ağlarını zenginleştirir. Metinler de birer göstergedir. Bu göstergelerin gösterge yönüyle ilgili kurallar dil bilgisinin imkânlarından hareketle düzenlenir; gösterilenle ilgili kuralların merkezinde kelimelerin ve ifadelerin anlam tarafları bulunmaktadır. Şüphesiz bu iki unsuru birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Zaten her metin bir yapı, yani bir sistem olarak karşımıza çıkar. Bu sistemi oluşturan parçalar, metnin tamamına birlikte yeni bir değer ve anlam kazandırırlar.
Öyleyse metni meydana getiren kendi içinde anlamlı bir birim olan parçalar arasındaki ilişki ağını belirlemek ve sorgulamak bizi onun varlık sebebi sayılabilecek hususa götürür. Bunun için yapıyı oluşturan birimler arasındaki ilişkiyi belirleme ve açıklama önemlidir.

  Metinleri yazılış amaçları, hedef kitleleri, anlatım biçimleri, gerçeklikle ilişkileri bakımlarından gruplandırmak mümkündür. Ancak bunlar arasında en geçerli ve yararlı gruplandırma, metinleri öğretici ve sanat metinleri olmak üzere önce ikiye ayırmak, sonra da her metni kendi özellikleri ve benzerleriyle tanımaya ve açıklamaya çalışmaktır. Sanat metinlerine yaygın ve benimsenmiş adıyla edebî metinler adı verilmektedir. Bunlar da edebiyat denilen güzel sanat dalı içinde düşünülür ve değerlendirilir. Hiçbir metin kendi alanında her şeyi anlatmaz, her metin kendinden daha geniş bir sistemin yapıcı unsurlarından biridir. Bunun için bir metnin tamamında her şeyi anlatmaya kalkışmak hiçbir şey anlatmamaktır. Ayrıntılar bir tarafa bırakılıp asıl olanı, farklı olanı ön plana çıkarmak; anlam ve estetik ile ilgili değerlerin okuyucu ile metin arasındaki kültür, zevk ve anlayış birliği yardımıyla anlaşılması gerektiği düşünülmelidir. Bunlar aynı zamanda anlam birlikleri arasında bütünlüğü de sağlarlar.
Her metnin kendine özgü anlamı, anlatım biçimi ve hatta sesi vardır. Bazı metinler öğretmeyi, bazıları düşündürmeyi, kimileri sezdirip duygulandırmayı amaçlar. Bu çalışmada bizim konumuz, öğretici ve açıklayıcı metinler değil sanat metinleridir. Bunlara edebî metinler denmektedir.

Güzel sanatlar ve Edebî Metin


Edebî metin, bir güzel sanat etkinliğidir. Öyleyse her şeyden önce güzel sanat nedir sorusuna cevap aramak gerekir. Sanat nedir sorusuna verilecek ilk cevap, onun insan etkinliklerinden biri olduğudur. Bu dünyada yaşayan insan, doğal varlıkların özelliklerini ve doğanın işleyişini kavramak ister. Onun bu isteği ile ilgili gayretleri, biyoloji, fizik ve kimya bilimlerinin oluşmasını ve gelişmesini sağlamıştır. İnsanı insan olarak hayatını sürdürürken kendi iradesi, aklı, zevki ve hayal gücüyle maddi dünyada olmayan ancak insanın istek, arzu ve bireysel ve sosyal hayatındaki ihtiyaçlarını karşılayan birçok etkinliklerde bulunur. Bunlar, insanın insan olması bakımından gerçekleştirdiği etkinliklerdir. Hareket noktası, insanın psikolojik ve sosyolojik bir varlık olmasında aranmalıdır. İnsan, sözü edilen istek ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir kültür tabakası oluşturur. Öyleyse insan etkinlikleri, doğa ile ilgili olanlar ve insanın insan olması bakımından kendisiyle ilgili olanlar üzere iki gruba ayrılmaktadır.

Bunun için doğa ilimleri, insanın doğayı anlama, kavrama ve açıklama isteği ve merakına cevap vermek üzere gelişmiştir. Kültür alanıyla ilgili her türlü çalışmanın merkezinde düşünen, birlikte yaşayan, inanan, eğiten ve eğitilen, değerleri duyan, konuşan, sanatı yapan insan vardır. Kültür alanının problemlerini incelemek hedeftir. Söz konusu bilimlerle ilgili olgular belli bir zamanda bir defa yaşanmıştır, tekrarı yoktur. Aynı koşulların bir araya gelmesi mümkün değildir. Bu bilim dalları dil aracılığıyla gerçekleşirler ve varlıklarını sürdürürler. Açıklama değil anlama ve yorumlama esastır. İnsan etkinliklerini daha iyi anlayabilmek için somut insanı kavramaya ihtiyaç vardır.

Bütün bunlar, “sanatı yapan varlık olarak insan” söz grubuyla ifade edilen varlık şartının gereği olarak ortaya konulan etkinlikler bütününe, güzel sanatlar adı verildiğini düşündürmektedir. Burada “varlık şartı” söz grubu üzerinde durmak gerekir. Modern ontoloji, insan adı verilen varlığı somut olarak onun yapıp etmelerinde bulur. İnsan olan her yerde ve her zamanda ortaya konulan, dile getirilen olay ve görünümlerden yola çıkılarak varlık şartları belirlenmiştir. Bu konuda Takiyettin Mengüşoğlu’nun İnsan Felsefesi adlı eserinden şu cümleleri alıntılamak yerinde olacaktır: “…ontolojik temellere dayanan antropoloji, insan problemlerini yeni bir görüşten kalkarak ele alıyor. Yeni bir görüşle insan fenomenlerini inceleyecek olan bir antropoloji, artık ne metafizik bir geist kavramından, ne Darwinist bir gelişme kavramından, ne herhangi bir psişik yetenekten insanda bulunduğu kabul edilen organ-eksikliğinden, bir organ- ilkelliğinden, bir gecikmişlik(retardasyon) olayından, ne de sınırlandırılması güç olan bir kültür kavramından hareket ediyor. Bu antropoloji, önyargısız, yalın naif bir görüşten kalkar; herhangi bir ön varsayıma başvurmadan saptanabilen, temelini insanın somut varlığında, somut yapıp etmelerinde bulan fenomenleri ele alır. Bu fenomenler ne sadece psişik, ne de biyolojiktirler. Bir bütün olarak incelenmesi istenilen somut insan ne demektir? Bunun anlamı şudur: İnsan bilim tarafından uydurulmuş bir kavram değildir; o bütün yapıp-etmeleriyle birlikte öteki var olan şeyler yanında yerini alan bir varlık alanıdır. Bir bütün olarak somut insanla nerede karşılaşırız? Bir bütün olarak somut insanla günlük hayattaki en yalın işlerde, bilim, teknik, sanat gibi en karmaşık eylemlerde karşılaşırız. Gerçekten bir bütün olarak somut insan, ancak yapıp etmeleriyle gerçekleştirdiği başarılarında ortaya çıkar. Ancak bu fenomenlerde ve başarılarında insanı somut bir bütün olarak kavrayabilir, anlayabiliriz. İnsanın bütünlüğü ile ortaya çıktığı fenomen ve başarılar şunlardır: Bilen, yapıp-eden, değerleri duyan, tavır takınan, önceden gören ve önceden belirleyen, isteyen, özgür ve tarihsel bir varlık olan, ideleştiren, bir şeye kendisini veren, çalışan, eğiten ve eğitilebilen, inanan, sanat ve tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, disharmonik, biyopsişik bir varlık olan insan. Bunlardan birinin olmaması mümkün müdür? Bu sorunun cevabı aynı sayfada şu cümlelerle verilmektedir: “Bu fenomen ve başarılar, insan varlığının taşıyıcısıdır; hiç olmazsa, şimdi ve tarihte karşılaştığımız şekliyle yaşayamaz. Bundan dolayı bu fenomen ve başarılara Fr. Nietzsche’nin bir deyimi ile insanın varlık şartları adını veriyoruz. Çünkü onlar insanın bulunduğu her yerde vardırlar. Nerede insanla karşılaşırsak, orada bu fenomen ve başarılarla da karşılaşırız[1]( T. Mengüşoğlu, a. g. e. , s. 49. Bu uzun alıntıya, sanatın insan ve toplum hayatındaki yeri ve değeri konusunda akla gelen her türlü soruya cevap verme düşüncesiyle yer verdik. Sanata ayrı işlev aramak, onun asıl işlevini dikkate almamak olur. İnsan eğiten-eğitilen veya inanan bir varlık olmasa ne olur sorusuyla insan sanat yapmasa ne olur sorusu birbirinden farklı değil. İnsan, insan olduğu için inanır, insan olduğu için sanat eseri ortaya koyar, insan olduğu için tekniği geliştirir. Bu varlık şartları, insanın ve insanlığın vazgeçilemez, yok sayılamaz yönlerini ortaya koymaktadır. Bunlardan biri de “sanatı yapan varlık olarak insan” söz grubuyla ifade edilen varlık şartıdır. Diğer sanat etkinlikleri gibi edebiyat da bu varlık şartına bağlı olarak varlığını sürdürmektedir.

Güzel sanatların amacı, doğa bilimlerinden de kültür bilimlerinden de farklıdır. Sanat, öğretmez sezdirir, hissettirir, çağrıştırır; sanatın kendine özgü bir düşündürme, hatırlatma biçimi vardır. Birçok düşünür sanat nedir sorusuna cevap arar. Herkes dönemine, kültür birikimine, anlayışına göre cevap verir. Bu demektir ki, sanatın tanımı yapılamaz. Çünkü insanlığın var olduğu dönemden beri varlığını sürdürmesine rağmen, sanat etkinliği henüz tamamlanmamış ve kalıplaşmamıştır. Her an genişlemekte, değişmekte ve zenginleşmektedir. Sanatın ilk özelliği bu olmalıdır. Öyleyse sanat her an değişen, genişleyen bir insan etkinliğidir denilebilir. Ancak bu bir tanım değildir, sanatın özelliklerini belirtme çabasının ürünüdür. Sanatçı, insanın tüm olanaklarını kullanır. Söz konusu etkinlikte, insanın kendisine özgü tüm yetenekleriyle varlıkları ve olayları duyguları, aklı ve hayal dünyasının imkânlarıyla değerlendirmesi söz konusudur. Öyleyse sanat etkinliğinde bireyin iç dünyasında kendisine özgü olanla dış dünyada bulunanlar birleşerek yeni ve özgün bir görünüş kazanırlar. Sanat “mevcut malzemeden bir düzen ve şekle yükselme hamlesidir. ” “Sanat, ruhun madde içinde görünüşüdür” ifadesi sanatta hayal gücü ve yaratıcı yeteneğin kullanıldığını belirtir. Demek ki; sanat etkinliğinde, insana özgü yetenekler ile doğada bulunanlar sanatçının hayal dünyasında, belki de kişiliğinde yeni ve farklı bir oluşumda birleşirler. Yeni ve farklı bir varlığın veya etkinliğin ortaya çıkmasına sebep olurlar.

Öyleyse bu etkinliğin bir başka özelliği “yeni bir yapı kurma ve şekil verme girişimidir.” İnsan sanatta bir evren yaratır veya daha doğrusu kendi kurduğu tarza göre kendi evrenini yaratır. Bu, taklit midir?. Dış dünyada var olan bir varlığı, eşyayı veya gerçekleşen bir olayı olduğu gibi anlatmak, tespit etmek, taklit etmek sanat etkinliği olmaz. Araya sanatçının duygusu, yorumu, birikimi, kişiliğinin girmesi gerekir. Sanatçı dış dünyayı olduğu gibi anlatmaz, taklit edemez ve gösteremez. İşte bunun için “sanat, doğaya ilave edilmiş insandır” denilmiştir. Sanatçı “kendine özgü bakış açısı” ve duyarlılığıyla var olanı seçer, ayıklar, yorumlar sonra da yine dönemine ve kendisine özgü bir teknikle bu malzemeden yeni bir yapı ortaya çıkarır. Ancak bu kurgu inandırıcı, çağrıştırıcı, düşündürücü olmalıdır. Bunun için sanat eserinin bir başka özelliği kurgu olmasıdır, buna kurmaca da denir. Bu kurgu kullanılan ifade vasıtasına göre ad kazanır. Kurgu çizgi veya renkle gerçekleşmişse resim; taş, ahşap, mermer vb. maddeler aracılığıyla ortaya konmuşsa heykel; dil ile ifade edilmişse edebî metin; sesle duyurulmuşsa müzik alanındaki sanat eserleri ortaya çıkar.

Sanat eserinde sözü edilen duygular yalnız değildir. İnsanın iç dünyasının ve hayatının her türlü zenginliği bu duyguyla eşlik eder ve destekler. Bir yapı ve ifade biçimi kazanmış sanat eseri, kendisine özgü bir iletişim aracıdır. Kullanılan malzeme ile ifade edilmek istenilen husus birleşerek bir bütün oluşturur. Artık bir bütün olan bu yeni varlığın benzeri olsa da eşi yoktur. Öyleyse sanat eseri, bağımsız ve özgürdür. Artık bu iletişim aracının kendisine göre bir anlatım gücü ve tavrı vardır. Doğal dilden daha farklıdır. Sanat eserinin anlamı değil okunduğu, seyredildiği ve duyulduğu yerde kazandığı anlamlar vardır denilir. Bu da onun başka özelliğidir. Dış dünyadan alınan gerçekliği; sanatçının duygusu, iç dünyası, birikimi ve döneminin istekleriyle yoğrularak böyle bir yapının ortaya çıkması sanat eserinin gerçekliğini yorumlayıp, dönüştürdüğünü ortaya koyar… Dış dünyanın dönüştürülüp yorumlanması üzerinde dikkatle durmak gerekir.

Sanat eseri, tikelde tümeli ifade eder. Bu da ayrı bir niteliktir. Ama ne demektir?. Sanat eserinin dile getirdiği gerçeklik bir kişiye ait değildir. Yalnız tek bir olaya, bir âna da özgü değildir. Farklı dönemlerin, birçok görünüş ve kişinin bu yapı ve söyleyişte temsil edilmesi söz konusudur. Sanat, kavramların ve gözlemlerin değil sezginin öne çıktığı eserler ortaya koyar Öğretmez, açıklamaz, göstermez. Sezdirir, çağrıştırır, hissettirir, duyurur, hatırlatır ve bunlara bağlı olarak ve bunlar çevresinde düşündürür. Bütün bunlar okuyucuda, seyircide ve dinleyicide farklı bir yaşantı hâlinin yaşanmasına sebep olur.


Dil ve edebî metin

.
Dil, yalnız bir iletişim aracı değildir. İnsanı insan kılan bir alan dille gerçekleşir. Buna kültür alanı, manevi alan demek de mümkündür. Bu alan daha önce üzerinde durduğumuz varlık şartlarından hareketle dil aracılığıyla gerçekleştirilir. Sanat, edebiyat, hukuk, sosyoloji, felsefe, psikoloji ve benzeri kültür ilimleri bu alanda vücut bulur. İnorganik, organik ve psişik tabakaların üstünde ve onlardan hareketle oluşturulan bu alanda ortaya konan her türlü etkinlik, insanı diğer varlıklardan farklı ve onlara hâkim kılar. Bu alan, dil aracılığıyla oluşturulur. Dil, kişinin kimliğidir. O; dille düşünür, dille nefret eder, dille sever, dille tiksinir, dille güler ve ağlar. İnsanın dilsiz ve dilden ayrı hiçbir anı yoktur. İşte sanat olarak edebiyat, daha yerinde bir ifadeyle edebî metin dille oluşturulması sebebiyle diğer güzel sanatlardan daha farklı konumdadır. Her insan kendi kültürü, mizacı zevki ve yaşama tarzı içinde edebî metinle doğal olarak ilgilenmektedir. Ancak edebî metnin dili , hangi seviyede ve şartlarda olursa olsun doğal dilden farklıdır. Nasıl bir ilim dili varsa, bir felsefe dili varsa bir de edebiyat dili vardır. İlimde terimler, felsefede kavramlar, sanat olarak edebiyatta imgeler bu alanlarda kullanılan dillerin karakteristik yönlerini gözler önüne serer. Terimler söylenilmek istenilen hususu kesin olarak ifadeye, kavramlar düşüncelerin geliştirilmesine ve imgeler bireysel duyarlılıkların dile getirilmesine hizmet ederler. Bunun için edebî metinlerde Saussure’ün dil-söz ayrımındaki söz terimiyle ifade edilen husus son derece önemlidir. Edebî dilde, bireysel olan ön plândadır; bu kullanılan doğal dilden hareketle yeni bir dil oluşturma gayretini beraberinde getirir. Günlük hayatta geçerli iletişimde ve bilimsel dilde metinler dilin göndergesel işlevi hakimiyetinde düzenlenir. Amaç öğretmektir, göstermektir, açıklamaktır, bildirmektir. Bu, öğretici metinlerde kullanılan iletişim biçimidir. Sanat metinlerinde ise amaç sezdirmektir, hissettirmektir, duyurmaktır, düşündürmektir. Bu metinler alıcı durumundaki kişide tamamlanır. Yani okuyucu, dinleyici, seyirci metni kendi kültür birikimi, zevki, içinde bulunduğu ruh hâline göre yorumlayıp kendince anlamlandırmadan gayelerine ulaşamazlar. Bunun için edebî metinlerde metin bağlamı ile okuyucu bağlamı arasında farklılıkların bulunması doğal karşılanmaktadır. Pratik hayatta kullanılan metinlerle, bilimsel metinlerde alıcı belli oranda kendisini metnin yazıldığı bağlama yerleştirir. Sanat metinlerinde ise alıcı kendi bağlamında elindeki veya karşısındaki eseri kendi imkânlarıyla yorumlayıp değiştirip dönüştürerek bir bakıma yeni bir metin kurar. Öyleyse sanat metinleri, bu arada doğal olarak konumuz olan edebî metinler kendileri kalarak yorumlanıp yeniden kurulmaya uygun düşen bir dille kaleme alınırlar, ama bu dil, hayatın akışı içinde herkesin kullandığı dilden alınan unsurlarla gerçekleşir. Bunun için edebî dil doğal dilden farklı olmak zorundadır. Zaten edebî metinlerde bir dil göstereninin birden çok gösterileni vardır. Bütün bunlardan sonra edebî metinlerin dilin “poetique” işlevi hakimiyetinde düzenlendiğini söylemek durumundayız. “Poetique” kelimesi dilimize ‘şiiriyet’, ‘yazınsallık(edebîlik)’ kelimeleriyle aktarılabilir. Kasd edilen husus yukarıda açıklanmıştır. Bu işlevde, dil göstergeleri mesaj-obje durumundadırlar. Yani ifade edilmek istenilen hususu kendilerinde taşırlar, eserde yalnızca ifade aracı değil onu oluşturan öğelerden biri olma özelliği kazanmışlardır. Dil göstergeleri yalnız anlamları ile değil sesleri, söyleyişleri, çağrıştırdıkları, hissettirdikleri ve düşündürdükleriyle metin içinde yer alırlar. Bunun için de, dil göstergelerinin sözlük anlamlarından değil, kullanıldıkları yerde kazandıkları değerlerden söz etmek yerinde olur.
 
Az önce edebî metinlerde doğal dilden bir sapmanın olduğunu söyledik. Bu, dil göstergelerinin ilk anlamlarından çok mecaz anlamlarıyla ve yan anlam değerleriyle kullanıldıklarını da ifade eder. Yan anlam değerinin kelimeden çok ifadede aranması gerektiğini de belirtmeye ihtiyaç duymaktayız. Bütün bunlar da edebî metinlerde imgenin kullanılmasını zorunlu kılar. İmge, görülen duyulan yaşanılan nesnel gerçekliğin bireysel ifadesidir. Yani kişi bir görünüşü kendince gözlemler, onda bilinen kelimelerle ifadesi imkânsız hususlar belirler, hisseder. Bunu ifade etmek için kültürü, zevki, duyarlılığı ve ruh halinin imkânlarıyla dilden hareketle yeni bir ifade kalıbı oluşturur. Bu yalnız gözlemden hareketle gerçekleşmez. Diğer duyu alanlarında aynı bireysel dil yaratma ve kurma işlemine başvurulur. Birliktelik ve benzerlikten hareketle geliştirilen söz sanatları bu ihtiyaca cevap vermek üzere, dillerin doğal akışına paralel olarak gelişmiş ve geliştirilmiştir. Bunun için imgeleri görme, işitme, tatma dokunma gibi duyu organlarından hareketle sınıflandırma denemeleri vardı. Ateş, su, toprak ve hava kelimeleriyle ifade edilen varlıklardan hareketle imgelerin ve imgelemin epistemolojisi üzerinde durulmaktadır. Bu iki dikkat, imgenin kişi ve evren arasındaki ilişki çevresinde, sanata özgü bir duyarlılıkla oluştuğunu düşündürmektedir. Her insan etkinliğini olduğu gibi imgeler de tarih ve dil içinde gelişmişlerdir. Her dilin geliştirdiği imge servetinden söz edilebilir. Edebî dil bu birikimden geniş ölçüde yararlanır. Türkçenin imge birikimi, başlangıçtan günümüze Türk dilinin ve edebiyatının gelişme seyri içinde incelenebilir.

Edebî metin ve gerçeklik


Edebî metin; diğer sanat eserleri gibi yaşanan, düşünülen, tasarlanan gerçekliği eserin ortaya konulduğu dönemin zihniyeti, zevki ve anlayışından hareketle yorumlayıp dönüştürerek insana ait bir özelliği somut biçimde ifade eder. Yani edebi metin gerçeklikten hareketle daha kapsayıcı ve kuşatıcı bir gerçeklik kurar. Böylece de insana özgü bir hâli somut olarak gözler önüne serer. Edebî metin ile gerçeklik ilişkisi her zaman problem olmuş, çeşitli bakımlardan ele alınmıştır. Ancak edebiyat eserinin gerçeklik dışına çıkabileceğini söylemek imkânsız gibidir. Çünkü sanat, en geniş anlamıyla gerçekliğin yorumudur; onu anlamlandırma, değerlendirme gayretidir.

Gerçek ve gerçeklik kelimelerinin anlam alanları son derece geniştir. Bu iki kelime başlangıçtan günümüze her dönemde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bilimde, gündelik hayatta ve sanatta da farklı kullanım değerleriyle karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca anlayışa ve dünyaya bakış biçimine göre de gerçek ve gerçeklik yeni anlam değerleri kazanmaktadır.

  Sanat ve edebiyat, her dönemde ve her yerde gerçekliğin sanat yoluyla ifadesidir denilebilir. Çünkü somut ve nesnel olanı, yani yalnızca duyu organlarıyla algılanabilen varlık, görünüş ve olayları hiçbir etkinlikte bir tarafa bırakmak mümkün olmaz. Gerçeğin ve gerçekliğin farklı tarzlarda ele alınması, farklı metinlerin ortaya çıkmasına sebep olur. Sanat, insanın doğayla ve insanla ilişkilerinin insana özgü özelliklerinden hareketle, dönüştürülüp değiştirilerek yorumlanması ve anlatılmasıdır. Burada gerçek ve gerçekliğin insana özgü bir özellikten yola çıkılarak dönüştürülmesi, değiştirilmesi ve anlatılması söz konusudur; gerçek ve gerçekliğin dışına çıkmak söz konusu değildir. Öyleyse sanat, gerçeğin ve gerçekliğin bilimsel ve günlük olandan farklı anlatılması sonucu ortaya çıkar. Bu anlatmada değiştirme, dönüştürme ve yorumlama vardır. Gerçek ve gerçeklik bir tarafa bırakılırsa: "Ne değiştirilecek, ne dönüştürülecek ve ne yorumlanacak?" sorularına cevap vermek mümkün değildir. Değiştirme, dönüştürme ve yorumlamanın amacı, insanî ilişkiler bütünü içinde daha iyi anlama ve yorumlamadır. Bunun için her sanat eseri, insana özgü bir özelliği daha iyi ve daha güzel somutlaştırmak, yani görünür, anlaşılır, yorumlanır kılma gayretinin ürünüdür. Bunda da gerçek ve gerçekliğe ait madde ve prensiplerden yola çıkılır.

Edebî metnin yapısını meydana getiren bütün öğeler somut olarak vardır. Gerçek ve gerçeklik, günlük hayatta çok farklı görünüş ve kılıklarda karşımıza çıkar. Biraz da kendisini görünmez kılar. Bu farklı görünüş ve kılıklarda karşımıza çıkan, gerçek ve gerçekliğin soyut olarak ifade edilebilen bir özü vardır. Kurmaca metinlerde bu soyut öz ele alınır, bunun özelliklerini somut biçimde ortaya koymak amacıyla bir olay örgüsü düzenlenir veya bir yapı kurulur. Düzenlenen bu olay örgüsü belirli kişiye, mekâna ait olmadığı için yeniden yorumlanma ve farklı bağlamlarda yeni anlamlar kazanma özelliğini de yapısında taşır. Şiir de, bir başka tarz düzenlemedir, onun da gerçek anlamda modeli yoktur, her şiir kendi modeliyle doğar. Ancak kurmaca metinlerin hareket noktası ve malzemesi gerçeklik dışında aranmamalıdır. Bütün bunlar sanat ve edebiyatta gerçekliğin, yaşanan ve günlük hayatı oluşturan her türlü hususu kuşatacak, onların varlık sebeplerini kendinde ifade edebilecek üst bir gerçeklik olduğunu düşündürür. Söz konusu kuşatıcı bu üst gerçekliğin anlatılmasında sanat eserinin kurulduğu, yazıldığı dönemin sahip olduğu bütün teknik ve kültür imkânlarından yararlanılır. Soyut olan gerçek ve gerçeklik özünün somutlaştırılması bir bakıma onun bir sanat geleneği içinde yorumlanmasıdır. Bu yorum ve anlatmada dönemin dili, felsefe ve bilim alanındaki tartışmaları, her türlü siyasî, sosyal ve kültürel olayları malzeme olarak kullanılır. Bunun için edebiyat, her türlü bilimden ve bilgi alanlarından yararlanarak gerçekliği sanata özgü duyarlılıkla kullanmaktadır.

Görülüyor ki edebî metin, kendi gerçekliğini dile getirmede, geçmişin ve döneminin her türlü birikiminden yararlanma, onları malzeme olarak kullanma hakkına sahiptir. Çünkü sanatın gerçekliği tikel olanda tümeli ifade edecek bir güce ve imkâna sahiptir. Yani o, kendi cinsinden bütün tekleri adeta özümser, kuşatır. Bu da sanatı ve edebiyatı, diğer bilgi ve bilim alanlarıyla ilişkilendirir. Edebî metin doğa bilimlerinden ve onların ortaya koyduğu her türlü veriden yararlanması ve onların kendi dünyasında değerlendirmesi son derece doğaldır.

Kurmaca olarak edebî metin


Az önce edebi metnin daha kapsayıcı, kuşatıcı tikelde tümeli ifade eden bir gerçeklik kurduğunu söyledik. Bu edebi metnin kurmaca olduğunu açıkça dile getirmektir. Edebi metin kurmacadır. Hiçbir edebi metinde yaşanan gerçeklik olduğu gibi anlatılmaz. Anlatılırsa tarih olur, hatıra olur, kısacası öğretici metin olur. Bilimsel yazı ve eserlerin göndergesi dış dünyada veya insanda vardır. Bu yazı ve eserler bir insandan, bir varlıktan, söz ediyorlarsa o varlık veya insan hacmi, ağırlığı ve görünüşüyle vardır; bir kavram ve olaydan söz ediyorsa bunların da görülmesi, deneyle gerçekliğinin kavranması veya anlaşılmasıyla mümkündür. Oysa edebî metinlerde anlatılanlar yalnız anlatıldıkları metin içinde vardırlar; bunlar adetâ kağıttan ve mürekkepten varlıklardır. Yani onlar, gerçeklikten hareketle kurulmuş ve düzenlenmiş yapılardır. Bu demek değildir ki sanat eserlerinin modelleri diş dünyada bulunmaktadır. Yukarıda sanatı, “sanatı yapan varlık olarak insan” varlık şartına bağlamak gerektiğini söyledik. Bu şartın gereği insan, başlangıçtan beri var olanı, kendi hayal dünyasının ve sanat yapma yeteneğinin imkânlarıyla değiştirip dönüştürerek hem kendisini ifade etmekte, hem de zamanı ve varlık âlemini yorumlayarak zenginleştirmekte insana ve insanlığa yeni ufuklar açarak hizmet etmektedir. Ancak sanat eserinin, bu arada edebî metnin gayesini bu hizmetlerden birine indirgemek onun varlık sebebine uygun düşmez. Kurmaca kavramını daha iyi kavrayabilmek için filmlerdeki kahramanların, tiyatrolardaki oyuncuların rol gereği hastalandıklarını, öldüklerini birbiriyle kavga ettiklerini düşünmek yerinde olur. Kendileri gibi, film veya oyunda canlandırdıkları ve temsil ettikleri de sanatçılar tarafından kurulmuşlardır, düzenlenmişlerdir. Hiçbir kahramanın nüfusta kaydı yoktur. Hiç kimse filmde ve oyunda rol gereği işlediği suçtan dolayı yargılanmaz. Sanat eserlerinde yaşanan değil bir gayeden hareketle düzenlenen ile karşı karşıyayız Kurmaca olanın gerçeklik ile ve döneminin değerleriyle ilişkisi üzerinde söz söylemek ayrı bir iştir. Edebî metin ve gerçeklik üzerinde dururken bu problemden söz edildi.

Edebî metin estetik yaşantı uyandırır


Edebî metin, okuyucuda bir izlenim bırakmak, bir anlayış, bir duyuş uyandırmak kısacası onda estetik yaşantı adı verilen bir hâlin ortaya çıkmasını sağlamak amacıyla düzenlenir. Amaç yalnızca bu estetik yaşantı uyandırmak mı? Bu soruya olumlu cevap vermek, sanat eserini ve bu arada doğal olarak edebî metni, bir işlevle sınırlamak olur. Bu sınırlama gayreti, sanat eserinin varlık sebebine ters düşer ve çok yönlü değer dünyasıyla uyuşmaz. Ancak edebî metnin estetik yaşantı uyandırması önde gelen özelliklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Edebî metinle sağlanan iletişimin amacı okuyucu, dinleyici veya seyircide estetik yaşantı uyndırmaktır.

Edebî metin tamamlanmış bir yapıdır


Her edebi metin tamamlanmış bir sistem hüviyetiyle karşımıza çıkar. Yani kendisini oluşturan birimler yalnızca o eserde görülen bir kurala uyularak bir araya gelirler. Bu birimler arasındaki ilişki ağı, metindeki farklı parçaları birleştirerek onun bir sistem hüviyeti kazanmasını sağlar. Bunun için edebî eser, yapı bakımından çözümlenmeden tema ve anlam bakımlarından sağlıklı olarak değerlendirilemez

Edebî metinde yapı birimleri tema etrafında birleşirler


  Metni meydana getiren birimler arasındaki ilişki ağının en kısa ve kesin iadesi okuyucuyu tema ile karşı karşıya getirir. Yani birimler, tema etrafında birbirlerini tamamlayarak birleşirler; böylece de organik bir bütüne vücut verirler. Her eserin bir teması vardır. Bu tema, az önce sözü edilen birimlerdeki yan temalarla beslenir. Tema, eser dışında soyut bir kavramdır. Yaşama sevinci, ölüm korkusu, gurbet duygusu. Kadın aşkı, hayvan sevgisi, geçmiş özlemi, gelecek endişesi, kıskançlık, mertlik, cömertlik ve benzeri kavramlara tema denir. Bunlar insanın insan olması bakımından yaşadığı ve tanıdığı ortak hallerin genel adıdır. Bunlardan her hangi birinin belli kişi, yer, zaman ve duruma bürünerek ifadesi konu olur. Ölüm korkusu temasında sayısız eser yazılabilir. Ancak belli bir kişinin, belli bir zaman diliminde belli bir mekânda ve yine belli bir durumda yaşadığı ölüm korkusunun, bu unsurlar yardımıyla somutlaştırılarak anlatılması hâlinde, ölüm korkusu konusundan söz etmek yerinde olur.

Her edebî metin, yan anlam değeri bakımından zengindir. Yan anlam kelimede değil ifadede veya eserde aranmalıdır. Çünkü o, dil göstergelerinin çağrışım ve duygu değerleri aracılığıyla okuyucunun zihninde ve gönlünde oluşur. Yan anlam üzerinde dururken metindeki dil göstergeleri arasındaki ilişkiye, ses ve söyleyişe bütün bunların çağrışım değerlerine bakmak gerekir

Edebî metnin anlamı değil anlamları vardır


Edebi metin, her okunduğunda veya söylendiğinde yeniden kurulup anlamlandırılacak biçimde düzenlenir. Bunun için anlamı değil anlamları vardır denilir.
             

Edebî metin bir iletişim aracıdır


  Edebi metin, kendine özgü bir iletişim aracıdır. Böyle bir iletişimden yararlanmak için o aracın özelliklerini bilmeye ihtiyaç olduğu açıktır.
.

Edebî metin yazıldığı dönemi temsil eder


Her edebi metin oluştuğu dönemi temsil eder. Çünkü o dönemde ortaya konulmuş insan başarılarının ve bilgi birikiminin tümünden yararlanarak oluşur. Ayrıca yazıldığı veya oluştuğu dönemin dilinin özellikleri edebi metinde açıkça görülür. Kısaca edebi metin, teması, işlenişi, dili, yansıttığı zevk ve anlayışla tarihi belge özelliği de taşır.

Edebî metnin her iki ufkunda sayısız eserler vardır


   Her edebi metin kendisinden önce ortaya konulmuş eserlerden yararlanır sonra yazılacaklara malzeme verir ve zemin hazırlar.

Edebiyatta üç anlatma formu


Edebî metinler ele aldıkları temayı üç anlatma biçiminden yararlanarak sanat eseri haline getirirler. Üç anlatma biçimi insanın kendisini ifade de başvurduğu temel ve vazgeçilmez formlardır. Bunlardan ilki anlatma-nakletme; ikincisi coşkuyla dile getirme; üçüncüsü de göstermedir. Bunlar:

Anlatma-nakletme: İnsan duyduğunu, düşündüğünü, tasarladığını hissettiğini anlatan bir varlıktır. Anlatmadan, nakletmeden duramaz. Anlattıklarını bir olay çevresinde somut halde sunma hem anlaşılmayı kolaylaştırır; hem de dinleyici veya okuyucu da merak uyandırır. Zaten anlatılmaya, nakledilmeye değer her şey de bir olay çevresinde oluşmuştur, temelinde bir olay vardır. İnsan anlatılarla kuşatılmıştır, anlatılar dünyasında hayatını sürdürür. Bu anlatılardan her dönemde sanat eserleri çıkarılmıştır. Her dönem, her uygarlık çevresi zihniyet, zevk, anlayış ve farklı imkânlarıyla kendi anlatma şeklini oluşturur. Bu metinlerde bir anlatıcı anlatılmak istenilen hususu kendi bakış açısından gözler önüne serer. Hedef kitlenin anlayışı, zevki ve her türlü beklentisi de gözden uzak tutulmaz. Kısacası anlatma ihtiyacı eksen alınarak bir sanat etkinliği sürdürülür. Masal, destan, halk hikâyesi, mesnevi, manzum hikâye, Avrupaî hikâye ve her türlü roman anlatmaya bağlı edebî metinler kümesini oluşturur.
Coşkuyla dile getirme: İnsan heyecanlanan, acı duyan, hayret eden, beklentileri, ümitleri olan, sevinen, coşan ve benzeri özellikleri olan bir varlıktır. Bunları dille ifade ederek dışa vurmadan, paylaşmadan edemez. Başlangıçtan günümüze her türlü şiir, bu coşku ve heyecanla dile getirme ihtiyacı ve isteği çevresinde oluşmuştur. Dönemlerinin zihniyeti zevk ve anlayışları, tarihi birikim ve gelecek endişeleri bu anlatma formunu şekillendirir. Başlangıçtan günümüze sözlü ve yazılı her türlü şiir bu eksen etrafında oluşmuştur.

Gösterme yoluyla anlatma: Gösterme de, temel anlatma formlarından biridir. İnsan gördüğünü, şahit olduğunu, düşündüğünü ve hissettiğini çeşitli hareketlerle karşısındakine gösterir ve böylece gösterme yoluyla anlatmayı gerçekleştirir. Bu anlatma biçiminin gerçekleşmesi için anlatanla dinleyicinin aynı mekânda bulunması zorunluluğu vardır. Tiyatro, bu anlatma biçimi ekseninde oluşmuştur.
Bu üç temel anlatma formu, belirli ölçülerde her edebi metinde kullanılarak yeni oluşumlar ortaya çıkar. Yakın dönemde gelişen metinler farklı anlatma biçimine özgü birikimleri kullanarak bir anlatım orkestrası özelliği kazanmışlardır.

Bütün bunlardan hareketle edebî metinleri, “Anlatma esasına bağlı edebî metinler”; Coşku ve heyecanı dile getiren edebî metinler” ve “Gösterme esasına bağlı edebî metinler” olmak üzere gruplandırmak gerektiğini düşünmekteyiz.





B. ŞİİR İNCELEME YÖNTEMİ ÜZERİNE



Edebî metinlerin, özellikle şiirlerin çözümlenmesi, incelenmesi ve değerlendirilmesinde mutlak manada bir yöntemden söz etmek doğru değil. Ancak bu, şiir karşısında herkesin kendince söylediklerini ve sezdiklerini inceleme ve çözümleme olarak kabul etmek gerektiğini de ifade etmez. Şüphesiz her okuyucu şiiri kendi zevki, bilgi birikimi ve ruh haline göre anlamlandırmakta serbesttir. Bu, okuyucunun işidir. Edebî metnin ve özellikle şiirin farklı okuma tarzları olduğunu kabul etmek gerekir. Bunlardan ilki zevk için okumaktır. Bu normal ve doğal okuyucu tavrıdır. Buna sınır koymak kimsenin hakkı değildir. Okuyucu eser karşısında serbesttir; kimseye de verilecek hesabı yoktur. Ancak bu doğal ve normal okuyucu, eseri daha iyi kavramak ve ondan daha derin ve yüksek zevk almak, onu daha iyi değerlendirmek istediği takdirde, onun farklı bilgi ve becerilere sahip alması gerektiği söylenmelidir. Güzel sanatları anlama ve değerlendirmenin ayrı bir gayret gerektirdiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Emek sarf etmeden, gayret göstermeden ve dinleme alışkanlığı kazanılmadan musikî eserlerinden de zevk alınmaz. Ayrıca metin çözümlemeyle meslekleri gereği uğraşan insanların, bu işin bir yöntemi olduğunu bilmeleri gerekir. Herhangi bir yönteme başvurmadan gerçekleştirilen çözümleme ve yorumlama gayretlerinin kişisel duyarlılıkların ifadesi olmaktan öte geçemeyeceği açıkça ortadadır. Bu düşüncelerle, daha önce gerçekleştirilmiş çalışmaları da dikkate alarak şiirleri şu başlıklar altında çözümlemenin yerinde olacağı kanaatindeyiz: Şiir ve Zihniyet, Şiirin Yapısı, Şiirin Teması, Şiirin Dili, Ahengi (ses akışı, söyleyiş, ritim), Şiirin Geleneği, Şiirin Gerçeklikle İlişkisi, Şiirin Anlamı, Şiirin Yorumu, Şair ve Metin. Bu sıraya uyarak şiirlerin nasıl çözümlenmesi üzerindeki düşüncelerimizi ifadeden önce, manzume ile şiir arasındaki farklıklardan kısaca söz etmeye ihtiyaç duyuyoruz.


Manzume ve Şiir


Her türlü anlatım iki yolla gerçekleşir. Bunlardan biri nesir, diğeri nazımdır. Nesirde (düz yazı) dil bilgisi kurallarına uyularak amacın doğal dille anlatılması esastır. Eski dönemlerde düz yazılarda da ifade sanatlarına yer verilirdi.
Nazım da ise anlam ilişkileri yanında ritim, ölçü ve ses benzeşmeleri metni meydana getiren birimleri birbirine bağlar. Nazımla yazılmış eserlere manzume adı da verilir. Düz yazı düşünceleri anlatmaya, bilgi vermeye daha uygundur. Manzum yazılara ise duyguların ifadesinde başvurulur.
Eskiden bütün manzum yazılara şiir gözüyle bakılmaktaydı. Günümüzde ise; okuyucuda yoğun duygu hali ve heyecan uyandıran, söyleyiş ve âhenkle kendisini meydana getiren parçaları birleştiren, çağrışım ve duygu değerleriyle yeni ve farklı anlamlandırmalara imkân yaratan, yan anlam bakımından zengin metinlere şiir denilmektedir. Düz yazıyla şiirin ilişkisi yoktur. Şiir düz yazıya çevrildiğinde ona şiir özellikleri kazandıran her şey yok olur. Ancak bazı düz yazılarda da şiire özgü söyleyiş ve değerlerle karşılaşılmaktadır.
Ayrıca her manzum yazı şiir değildir. Manzumeler ölçü ve ritim bakımından bazı kurallara uyularak düzenlenir. Bir coğrafya, bir tarih kitabı, bir matematik kitabı manzum olarak yazılabilir. Bir tarihî ve sosyal olay da manzum olarak anlatılabilir. Çok sayıda manzum olarak yazılmış hikâyeler de vardır. Nazım da ise anlam ilişkileri yanında ritim, ölçü ve ses benzeşmeleri metni meydana getiren birimleri birbirine bağlar. Nazımla yazılmış eserlere manzume adı da verilir. Düz yazı düşünceleri anlatmaya, bilgi vermeye daha uygundur. Manzum yazılara ise duyguların ifadesinde başvurulur.
Şiir, yalnız kendisine özgü bir söyleyiş ve kendi şartlarında bir iletişim aracıdır. Şiirin kendine özgü bir sesi ve yapısı vardır. Şiirde insana özgü coşku, heyecan ve duygusallık kendi dilini ve söyleyişini bulur. Bu cümleleri şiirin tanımı olarak algılamak son derece hatalı olur. Çünkü şiir edebî metin tarzlarından biridir. Biz edebî metinleri de tanımlamaktan kaçındık, onların bugün için belirlenen özelliklerinden söz ettik.
Şiirde lirik, epik, dramatik, satirik (mizahî) ve pastoral gibi anlatım türleri kullanılır. Bu anlatım türleri düz yazıda da vardır. Ancak bütün şiirler liriktir. Lirik anlatım (coşkulu anlatım) şiirin ayırıcı özelliklerinden biridir. Çünkü şiir insanın kendisini coşku ve heyecanla ifade etmesi üzerinde kurulmuştur. Bu ifade biçiminin kendine özgü yapısı, dili, anlatımı ve anlamı vardır.
Manzum yazılmış görgü kurallarını konu alan bir eser, coğrafya kitabı, tarihî olayı anlatan bir metin şiir olmadığı gibi, manzum hikâye de şiir değildir. Çünkü manzum hikâyenin yapısı ve anlatım biçimi şiirden çok farklıdır. Manzume, yapı, dil ve anlatım bakımlarından hikâyeye daha yakındır. Manzum hikâyeler olay örgüsünden, kronolojik olmasalar da zaman bakımından yan yana dizilmiş metin parçalarından oluşurlar. Bu metin parçaları arasındaki ilişki de hikâyeye özgü ilişkidir. Bunun için manzum hikâyeleri olay örgüsü bakımından incelemek gerekir. Şiir böyle değildir Onda olay örgüsü olmaz, ancak bazı şiir metinleri tamamı anlatılmayan bir olay izlenimi üzerine kurulur.


Şiir ve Zihniyet

İnsan tarafından meydana getirilen her eser ortaya çıktığı zaman dilimine ait özelliklerden yararlanır ve dönemini farklı bakımlardan temsil eder. Çünkü o, döneminin ürünüdür. Metnin ortaya konulduğu döneme hâkim zevk ve anlayış eserin yapı, tema ve anlatımında kendisini hissettirir. Öyleyse metnin örgüsünde ve ifadesinde yazıldığı döneme ait her türlü güç ve insanî imkânların birlikte oluşturduğu bir zevk ve anlayış eserde varlığını sürdürür. Bu zevk ve anlayışı metindeki haliyle anlamak, eseri daha yakından tanımaya ve değerlendirmeye hizmet eder. Hatta onun anlamı bu zevk ve anlayıştan hareketle ifade edilmelidir. Sanat eserinin, bu arada şiirin, zaman içinde kazandığı yeni anlam ve değerler onun yorumuyla ilgilidir. Zihniyet, metnin yazıldığı veya söylendiği anda mevcut ve hâkim olan güçlerin birlikte oluşturduğu ama bunların hepsinden farkı bir zevk ve anlayıştır. Hiçbir tarih, sosyoloji, psikoloji ve benzeri kitap ve çalışma eserde ve metinde olduğu gibi zihniyeti ortaya koyamaz. O; düşünce, hayal, tasarı, bilgi birikimi gibi hususların dille birleştiği ve ifade edildiği anda bir defaya mahsus olmak üzere ortaya çıkar. Metin söylendiği ve yazıldığı anda metnin bünyesine siner, onunla bütünleşir. Bu şiirde daha açık hissedilir. Buna ideoloji diyenler de vardır. Selahattin Hilav, Edebiyat Yazıları adlı eserinde Tanpınar Üzerine Notlar başlıklı yazısının ilk dipnotunda bu hususu şu cümlelerle ifade etmektedir: “İdeoloji deyince, tarih ve toplum hakkında ileri sürülen, kitaplarda kalmayıp yaygınlaşarak günlük ve somut bir gerçek haline gelen, kişilerin bilincine yerleşen ve onların dünya görüşüyle duygu hayatını şu veya bu biçime sokan, belirleyen, ama bilimsel olmayan bütün görüşleri kast ediyorum” (Selahattin Hilav, Edebiyat Yazıları, İstanbul, 19. s 105)
Edebî metinlerin çözümlenmesinde, ele alınan metinlerin hangi şartlar altında ve niçin yazıldığını öğretici kitaplardan alarak inceleme metnin başına yerleştirmek, çözümleme ve değerlendirme gayretinin gayesine ve ruhuna pek de uygun düşmez sanırım.
Ancak çözümleme ve değerlendirme işini gerçekleştirecek kişinin, eserin yazıldığı dönemin en geniş anlamda kültür değerleri, yaşama tarzı, insanlar arası ilişkileri düzenleyen güç ve kurallar bütünü hakkında bilgisi olması gerekir. O, bu bilgi birikimiyle çözümlemek ve değerlendirmek üzere ele alınan metnin, hangi zihniyete bağlı kalınarak yazıldığını metinden anlayabilecektir. Kısacası zihniyeti oluşturan güçler hakkında inceleme ve çözümleme yapan kişinin yeterli bilgi birikimine sahip olması gerekmektedir. Bu olmazsa eserin zihniyetini ifade eden göstergelerin anlam ve değerlerini sezmek ve anlamak son derece güçleşir, hatta imkânsız hale gelir. Şiirin ortaya çıktığı zihniyet anlaşılmadan, onunla ilişki kurulmadan iletişim gerçekleşmez. Bu bütün güzel sanatlar için geçerlidir.
Tarihsel ve sosyal alandan hareketle, dille gerçekleştirilen edebî metinler de, diğer güzel sanat eserleri gibi, dönemlerinin izlerini taşır. Çünkü, döneminde hâkim olan ahlak ve estetik anlayışının hazırladığı şartlar içinde söylenmiş veya kaleme alınmışlardır. Ayrıca edebî eserde, o dönemde kullanılan dil kurallarından yararlanılmıştır. Şiirde yeğlenen estetik beğeniler, temalar, şiire özgü ses, söyleyiş, yapı; kullanılan imgeler de zihniyet terimiyle ifade etmek istediğimiz hususlarla iç içedir. Onlar, yapı ve söyleyiş gibi özelliklerle de metnin yazıldığı dönemi adeta temsil ederler. Michel Butor’un roman için söylediğini şiir için de söylemek, her dönem kendi şiirini birlikte getirir demek, pek hatalı olmaz sanıyorum. Kavmi dönem şiiri ile dinin hakim olduğu zaman diliminde yazılmış ve söylenmiş şiirler arasında farlılıklar olduğu gibi modern dönemde ortaya konulan eserlerin daha önceki dönemlerin şiirlerinden farklı olduğu bilinmektedir. Bu farklılıkların temelinde insanın kendisine ve evrene bakışı, var olanı değerlendirme gayreti, yaşadığı dönemi belirleyen çeşitli faktörlerin oluşturduğu zevk ve anlayış bulunmaktadır. Zihniyet terimiyle ifade etmek istediğimiz hususun bu zevk ve anlayış olduğunu bir daha belirtelim.

Şiirde Yapı Hakkında

Her metin gibi şiirlerin de yapısı vardır. Şiirdeki yapı, ses ve anlam kaynaşmasından oluşan birimlerin bir tema etrafında birleşmesiyle oluşur. Bu birimler bir düzen içinde birleşirler. Sözü edilen düzeni, dönemin sanat zevki ve anlayışı belirler. Dönemin sanat zevk ve anlayışının da, şüphesiz, mensup olunan, yaşanılan medeniyet ve kültür dairesiyle yakından ilişkisi vardır. Bütün bunları gözden uzak tutmadan, metnin kendi içinde ayrı bir varlık, benzerleriyle birlikte daha büyük bir sisteme vücut veren bir sistem olduğunu düşünmek isabetli olur. Şiirdeki birimleri birleştiren kuralları metinden hareketle belirlemek, sonra da bu kuralların uygulandığı şiiri yapı yönünden incelemek gerekir. Bu durum, şiiri içerik ve biçim olarak ele almanın getirdiği karışıklığı da önler. Metinler içerik ve biçim olarak ayrılmamalıdır; çünkü şiirdeki içerik o biçimle ifadesini bulmuştur. Bütün metinler gibi her şiir de kendi yapısıyla vardır.
Şiiri meydana getiren birimler de yalnız başına biçime ve içeriğe indirgenemez. Çünkü ses ve anlam kaynaşmasından oluşan birimler, şiirde bir düzene bağlı olarak bir araya gelirler. Türk şiir tarihinde bu birimlere; dize, beyit, dörtlük, kıt'a, bent adları verilmektedir. Serbest nazımla yazılmış şiirlerde de, şiiri meydana getiren birimlere şiir cümlesi, metin parçası denilmektedir.
Şiirleri meydana getiren birimlerin oluşumu ve metinlerde bir araya gelişlerini düzenleyen kurallar ana hatlarıyla dönemlere ve şiir geleneklerine göre değişmektedir.

Tema Hakkında

Şiirde yapı ve temayı birbirinden ayırmak bir göstergede, gösteren ile gösterileni ayırmaya kalkmaktan farksızdır. Şiir metninde ele alınan tema o yapıyla birlikte vardır. Onları birbirinden ayırmak cidden kelimenin yazılışı ve sesiyle anlamını ayırmaktır. Bu da mümkün değildir. Ama inceleme ve öğretme alanlarında buna ihtiyaç vardır. "Ağaç" göstergesinin gösterileni soyuttur, bu gösterge belli bir ağacı ifade ettiği zaman somutlaşır. Metin düzeyinde tema da böyledir. Belli bir şiirde, şiirin yapısı ve anlatımıyla somutlaşır. Bir şiirin temasını bulmak için gösteren durumundaki yapı ve anlatımdan yola çıkmak, bu yapıyı oluşturan birimleri neyin bir araya getirdiğini; bu birimlerin niçin bir araya geldiğini sormak ve düşünmek gerekir. Öyleyse yapıyı meydana getiren birimlerin kesiştiği, birleştiği anlam değerinin en kısa ve yalın ifadesi temadır, bu da soyuttur. Bu soyut anlam metindeki birimlerin merkezindedir, onlarla vardır, onların varlığında somutluk kazanır. Öyleyse yapıyı meydana getiren ses ve anlam kaynaşmasından oluşan birimlerin tümünün birleştiği anlam değerini belirlemek temayı bulmaktır. Temayı bulmak için metnin yapı bakımından çözümlenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü bir metinde, kendi içinde anlam değeri olan yapıyı meydana getiren birimler tema etrafında birleşirler. Böyle bir birleşme gerçekleşmiyorsa söz yığını vardır ama metin yoktur denilebilir. Aynı tema etrafında sayısız eser yazılabilir. Yalnızlık duygusu, vatan sevgisi, karşı cinse aşırı ilgi, kahramanlık duygusu, olduğundan farklı görünmek isteği, merhamet etme, zavallıları acıma, bir başkasını kıskanma, cömertlik, cimrilik, nesil çatışması, tabiat sevgisi, hayvanları koruma ve sevme…. gibi kelimeler tema adlarıdır. Bunlar her dilde vardır. Bazı dönemlerde bazı temalara daha çok iltifat edilebilir. Her tema, insan ve insanlığın bir yönünü, bir özelliğini dile getiren soyut bir kavramdır. Ancak ele alındığı ve işlendiği metinde bu soyut kavram kullanıldığı bağlamda somutlaşır. Yani soyut tema; olay örgüsü, mekân, kişiler, zaman kategorileriyle; insana ve diğer varlıklara özgü çeşitli halleri dikkatlere sunan sözler, davranışlar ve hareketlerle somutlaşır. Böylece somutlaşan temaya konu adı verilebilir. Aynı konuda bir eser yazılır, yapılır veya ortaya konur. O, artık soyut bir kavram değil somut bir varlıktır. Somut olarak bir birinin aynı olan insandan, görünüşten, olaydan ve zaman diliminden söz etmek mümkün değildir. Yukarıdaki cümleler tema ile konu arasındaki farklılığı açıkça ortaya koymaktadır. Şiirde tema, yapıyı meydana getiren birimler arasındaki ilişki sorgulanarak bulunur; metnin söylenişi, âhengi gibi dil ve anlatımla ilgili hususlardan da, nadirde olsa, temanın tespitinde yararlanılabilir.

Şiir Dili Hakkında

Şiirde, coşku ve heyecanlar, kişiye özgü duygu ve duyarlılıklar dile getirilir. O, şartları kendisinde olan bir iletişim tarzıdır, bir iletişimde bulunan bütün unsurlar, coşku, heyecan, duygu ve çağrışım uyandıracak biçim ve değerde şiirde yer alırlar. Duygu halleri ve duyarlılıklar kişiden kişiye değişir. Aynı nesne, görünüş ve olay karşısında bireysel olan duygu, duyarlık ve heyecanların farklı olması doğaldır. Çünkü her insanda algı ve sezgi farklıdır. Bütün bunlar doğal dilin şiirde niçin ve nasıl değiştiğini hissettirir. Duygu ve duyarlılıkları ifade etmek için günlük hayatta kullandığımız dildeki kelimeler ve söz kalıpları çoğu zaman yetmez. Ancak bunları dille ifade etmek için de doğal dil göstergelerinden başka araç yoktur. Doğal dili şiire özgü iletişimin dili haline getirmek için dil göstergelerine yeni anlam ve ses ve söyleyiş değerleri yüklemeye ihtiyaç duyulur. Bu yeni değerlerin kuralı ve sözlüğü yok denilse yeridir. Bunlar döneme, kişiye, ruh haline, hareket noktası olarak kullanılan dilin ses ve kültür birikimine, diğer diller ve kültürlerle ilişkilerine göre oluşur ve şekil kazanırlar. İnsan, seyrettiği bir manzarada kendince belirlediği bir farklılığı, bir güzelliği dile getirmek için kendine göre gösterge icat edemez; etse de bunu kimse anlamaz. Dildeki kelimeler ve söyleyiş kalıpları bu farklılığı ifade edecek biçimde kullanılır. Böylece dil göstergelerine yeni anlam değerleri yüklenir. Ruh hallerinin ifadesinde de aynı yola başvurulur. Zaten şiirin bağlamı da diğer metinlerin bağlamından farklıdır. Duygu, coşku, heyecan ve çağrışımın hâkim olduğu bir bağlamda dil göstergeleri yalnız anlam bakımından değil ses ve söyleyiş bakımlarından da yeni değerler kazanır. İnsanların duygu, izlenim, tasarım, sezgi ve coşkuları, kişiye, zamana, mekâna, psikolojik duruma göre değişir. Şiirde de duygu, izlenim, tasarım, sevinç ve coşkular, dil ve sesle ifade edilmektedir. Sözü edilen değişikliğin dili kendine göre değiştirmesi doğaldır. Ancak dil göstergeleri sınırlıdır. Sınırlı olan dil göstergeleriyle belirlenmesi mümkün olmayan duyarlılıkların, sezgilerin ifade edilmesi söz konusudur. Bu durum kullanılan dilden hareketle ve onun malzemeleriyle yeni bir dil kurmayı gerektirir. Özel bir duyarlılığı, duyguyu, sezgiyi, algıyı, durumu; daha doğru, daha canlı, daha güzel ve daha tesirli ifade etmek; bunları bilinen başka şeylerle ilişkilendirerek anlatmak, göstermek, sezdirmek için gereklidir. İlişkilendirerek anlatmak bir yönüyle anlatan kişinin zevki, kültürü, amacı, bir yönüyle de kullandığı dilin imkânlarıyla ilgilidir.
İşte bu ilişkilendirerek anlatma, gösterme, duyurma, hissettirme ve çağrıştırmada bilinen ve kullanılan dil göstergelerinden yararlanılarak oluşturulan ses ve söz kalıplarına imge denir. İmgelerin oluşturulmasında da mecazlardan yararlanılır. Bir sözün kendi anlamı dışında kullanılması mecazdır. Söz sanatlarını ayrıntılı anlatmak ve özellikleri üzerinde durmak bu çalışmanın sınırlarını zorlar. Ancak bazı hususları kısaca hatırlatmakla yetineceğiz. Bir kelime; ilk anlam dışında bir hayali, bir düşünceyi, bir tasarımı, bir izlenimi ve benzerlerini ifade etmek üzere kullanılırsa ve arada o sözün gerçek anlamını düşündürmeye bir engel varsa, kelime mecaz anlamda kullanılmıştır. "Ahmet'in arabası uçuyor.", "Ali sobayı yaktı." cümlelerinde böyle bir kullanım vardır. Çünkü araba uçmaz, kuş değildir; soba yanmaz, içindekiler yanar.
Mecazların bir kısmında benzerlik ve karşılaştırma ilişkisiyle bir söz başka bir söz yerine kullanılır. Benzetme (teşbih) ve eğretileme (istiare) böyledir. Bir kısmında da birliktelik esastır. Bunlar da mürsel mecaz olarak adlandırılır.
Bir kelimenin gerçek anlamını düşünmeye engel olmayan unsurlar bulunmamak şartıyla da bir söz kendi anlamı dışında kullanılır. Bu biçimde gerçekleşen mecaz tiplerinden biri kinayedir. "Ahmet'in hem eli uzun, hem de gözü açıktır. Onun babası da mahallesinde dişli adamdı." Bu cümlelerde Ahmet'in elinin hem yapı bakımından uzunluğu hem de hırsızlığı ifade edilmiştir. Gözü açık söz grubuyla, babanın dişli olmasını dile getiren kelimeler de böyledir. "Alnı açık, yüzü ak, evinin kapısı açık" sözleri de mecaz olarak kullanılır. Bir sözün açık söylenmesinin uygun düşmediği yerlerde kinaye yolu seçilir.
Kinaye ile birlikte üzerinde durulması gereken söz sanatlarından yani mecaz biçimlerinden biri de tarizdir. İfadeyi kendi anlamı dışında zarif bir biçimde kullanmaktır. Söylenmek istenilenden güzel ve düşündürücü biçimde sapma söz konusudur. Tariz, dokundurma, dokunaklı söz söylemedir. Para harcamasını sevmeyen birine "Çok cömert davrandınız."; tembel bir memura "Çok gayretlidir, masasında kâğıt beklemez."; gösterişli giyen birine "Dünyaya çıplak geldiğini unutma." demek bu biçimdeki mecazlara örnek olacak ifadelerdir.
Mecazlar benzetme, kişileştirme ve birliktelik ilişkileriyle bir sözün kendi anlamı dışında kullanılması sonucu oluşur. Mecazlar; benzetme, eğretileme (istiare), kişileştirme (teşhis ve intak) ve mürsel mecaz (düz değişmece) başlıkları altında incelenir. Benzetme, eğretileme ve kişileştirme sanatlarında benzetme esastır. Bir sözün benzetme ilişkisiyle bir başka söz yerine kullanılması için iki sözün anlam birimcikleri arasında ilişki olması gerekir. Mürsel mecazın hemen her türünde, iki sözün ifade ettiği kavram ve obje arasında "birliktelik" ilişkisi vardır.
Kelimelerin yazılı ve sözlü metinlerde her türlü mecazlardan yararlanılarak kullanılması sayılı dil birlikleriyle sayısız anlam, düşünce, hayal, tasarı, izlenim, düş ve benzerlerini ifade etmek zorunluluğundan kaynaklanır. Bunun için de bilinen ve kullanılan kelimeler yukarıda üzerinde durulan mecazlar yoluyla yeni anlamlar kazanır. Böylece dil göstergeleri birden çok anlamda kullanılabilir.
Bu hususun, şiir dilinin oluşmasında önemli rolü vardır. Yukarıda şiir dilinin özelliklerinden biri de dil göstergelerinin (kelime, kelime grubu, cümleler) birlikte hazırladıkları çağrışımlar ve duygu değerleridir dedik. . Şiirde ses, anlam ve söyleyiş; okuyucuda şairin de düşünmediği yeni, farklı duygu, izlenim ve sezgilerin uyanmasına sebep olur. Şiir de diğer edebî metinler gibi dille gerçekleştirilen sanat eseri olduğu için her okunuşunda yeniden anlam ve değer kazanır. Çünkü iletişimin oluştuğu bağlam değişir. Bu hususları yakın dönem edebiyatımızdan aldığımız bazı parçalar üzerinde gösterelim.

Desem ki
Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır.
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim.
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm.
Sende tattım yemişlerin cümlesini
                                      Cahit Sıtkı Tarancı

Günlük dilin doğal kullanılışında bir insana: "Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor. " denilmez. Yine: "Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini", "Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim.", “Senden tattım yemişlerin cümlesini.", "Toprakların en bereketlisini sende sürdüm" gibi ifadeleri de kullanmayız. Ama bu cümlelerdeki kelimelerin hepsini farklı bağlamlarda kullanırız. Bunun için şiir dilindeki sapmalar burada aranmalıdır.
İnsanı rahatlatan rüzgâr nereden eser? Yerine göre bir dağdan veya bir denizden. Şiirde; "Bunaltıcı yaz sıcaklığında 'sen' varlığınla serin bir rüzgâr gibi beni rahatlatıyorsun.", "Sen bende uyandırdığın tesirle serinletici rüzgârın kaynağı gibisin." denilmek isteniyor. Ama böyle bir açıklama yok. Bu durum şiir dilinin özelliğidir.
Denizlerin mavisi insana huzur verir. Ormanların en yoğunu ve en kuytusunda gezmekten zevk duyulur. Çiçek bahçelerinin güzelliğini ve bu bahçedeki solmaz çiçeklerin, toprakların en bereketlisini, yemişlerin tadını düşünmek insanda değişik duygular uyandırır. Şiirde "sen" zamiriyle sevgiliden söz edilmiştir. Sevgili, rüzgârıyla insanı ferahlatan dağ; mavi rengiyle gözleri dinlendiren deniz; tabiat, gezilen orman ve çiçeklerin en solmazının yetiştiği bahçedir; toprakların en bereketlisi, yemişlerin hepsinin tadını veren bir varlıktır. Bu dizeler benzetme üzerinde kurulmuştur. Yukarıdaki şiir parçası tek bir imge çevresinde oluşmuştur. Doğada bulunan bütün güzellikler sevgilide vardır. Ancak bu, böyle bir cümleyle söylenirse okuyucu ve dinleyicinin dikkatini çekmez. Ayrıca okuyucuda tesirli de olmaz. Sevgili bütün doğal varlıkların görünüşünü, rengini, verimliliğini, kokusunu ve tadını veren bir varlığa benzetilmiştir. Bu benzetmenin yukarıda görüldüğü gibi kısaca ve yoğun biçimde dile getirilmesi, üzerinde durulan sevgili aracılığıyla gerçekleştirilmiştir.
İmge, şairin gördüklerini ve hissettiklerini her okunduğunda yorumlanabilecek şekilde yoğun olarak dile getirilmesini sağlamıştır.
"Desem ki" şiirinin alınan bu bölümünde "Desem ki" sözünü "senden" ve "sende" zamirinin yer aldığı cümleler izlemektedir. Bu cümlelerin hepsinde "ben" sevgili karşısında, kendi duyarlılığını haber cümleleriyle ifade etmektedir. "Sen" zamiri her dizede bir başka yerde ifade edilmiş, böylece şiire olumsuzluk katacak "sen" tekrarından kaçınılmış; "ben", "sen" karşısında duygularını konuşma dilinin doğallığı içinde ifade etmiştir.

Gel Bahar
Gel bahar erit bu yolun karını
Geçen seneleri anmayalım hiç.
Dinle bülbüllerin şarkılarını,
Güllerin kıpkızıl şarabını iç.
……
Saçında baygın bir gül kokusu var.
Dudakların kızıl karanfil gibi
Gözlerinde gülsün yine ışıklar
Sesinle büyüle çarpan her kalbi
Bu hayat zaten bir efsanedir, gel!
                          Halide Nusret Zorlutuna
Bu şiir, kişileştirme (teşhis) ile gerçekleştirilen bir imge etrafında oluşmuştur. "Gel", "anmayalım", "dinle bülbülün şarkılarını", "şarabını iç", "saçında gül kokusu var", "gözlerin gülsün", "sesinle büyüle", "dudakların karanfil gibi", "seneleri anmayalım" söz ve söz grupları insana özgü durumları ifade etmektedir.
Şiirin tamamı kişileştirme yoluyla gerçekleştirilen bir imgenin üzerine kurulmuştur. "Bahar güzel bir kadına benzer." cümlesiyle, yukarıdaki şiirdeki ifadeler, düz yazıyla şiir arasındaki farkı göz önüne serer.
"Gel bahar erit." söz grubu konuşma diline özgü söyleyiş kalıbına uygun düzenlenmiştir. Şiirin ilk dörtlüğündeki söz gruplarının ve dizelerin konuşma diline özgü cümle kuruluşuna uygun olduğu görülmektedir.

Anneciğim
Ak saçlı başını alıp eline
Kara hülyalara dal anneciğim
O titrek kalbini bahtın yeline
Bir ince tüy gibi sal anneciğim
              Necip Fazıl Kısakürek
Şiirde karşılaştığımız bazı söz gruplarının üzerinde durmak, şiirin dilinin doğal dilden farklılıklarını ortaya koyar. "Ak saçlı başını alıp eline" söz grubunda baş ele alabilecek basit bir madde olarak düşünülmüştür. Ele almak, incelemek, gözden geçirmek anlamına da gelir.
"Kara" kelimesi maddelerin rengini bildiren bir sıfattır. Hülyanın beyazı, karası, sarısı, kırmızısı olmaz. "Kara" kelimesi, "Kara hülyalara dal" söz grubunda da renk anlamında kullanılmamıştır. Bu söz grubundaki "hülya" maddî bir varlık olarak düşünülmüş "dal" sözüyle bu maddî varlığın içine dalınabileceği tasarlanmıştır. Oysa hülya içine dalınacak sıvı bir nesne değildir. Ancak içine dalınılan nesne nasıl dalan objeyi bütünüyle sarıp sarmalıyor onu sımsıkı kuşatıyorsa hülyalarında insanı öyle sarması düşünülmekte veya istenmektedir. “O titrek kalbini bahtın yeline / Bir ince tüy gibi sal anneciğim” mısralarında “titrek kalp”, “bahtın yeli”, “kalbini bir ince tüy gibi sal”      gerçek anlamlarına ve metinde kazandıkları değerlere dikkat etmek gerekir. Ayrıca bu dil göstergelerinin nerede, nasıl ve ne zaman bu değerleri kazandıklarını, sanatkârın bunları seçmede ve kullanmadaki maharetinin derecesi ve özellikleri üzerinde düşünmek şiir dilinin oluşumunu ve kullanılışını kavramak için vazgeçilemez, ihmal edilemez hususlardır.
Şiir metinlerinin dili üzerinde çalışırken bu metinlerde dilin hangi işlev ile kullanıldığını ve bu işlevde amacın ne olduğunu belirtmekte yarar var. Yukarıdaki şiir parçalarında her hangi bir husus hakkında açıklama yapılmıyor, bilinmeyen bir husus açıklanmıyor ve öğretilmiyor. Bir hukukî ve ticarî işlemden de söz edilmiyor; felsefe de yapılmıyor. Yaşanılan bir duygu hali, bir heyecan, bireysel zevkin ikliminde dil göstergeleriyle duyuruluyor, hissettiriliyor. Amaç ne öğretmek ne göstermek, ne açıklamak. Konuşan veya yazan insanın bir çıkar beklediği de düşünülemez. Okuyanın da maddi bir çıkar sağlayacağını düşünmek dilin bu işlevinin tabiatına terstir. Bu metinlerde dil “poetique” (şiiriyet-yazınsallık) işleviyle kullanılmaktadır. Ancak bu demek değildir ki bu işlevin insan ve doğa gerçekliği ile ilişkisi yoktur. İnsanın farklı hal ve görünüşler, yaşantılar, olaylar, düşünceler ve benzeri karşısında hayal kurması, yaşadığı, gözlemlediği, öğrendiği her hangi bir gerçekliği kendince yeniden yaşaması, kurması ve hayal etmesi ihmal edilmez insanî gerçeklik değil mi?
İnsanları bu gerçeklik dışında düşünmek, biraz da insanı insan kılan bazı hususları inkâra yol açmaz mı? Öyleyse dil şiiriyet işleviyle kullanıldığında maddi olandan farklı bir gerçekliği ifade etmekte, düşündürmekte, hissettirmektedir. Böylece anlam dondurulmaz, dil farklı bağlamlarda farklı kişiler karşısında ve farklı zamanlarda yeni değerler kazanır. Dil/söz ayrımı, ilk anlam-yan anlam konusunda söylenenleri hatırlamakta yarar var sanıyorum. İletişim yalnızca öğretmek, açıklamak, yol göstermek, inandırmak, tartışmak, tanıtmak için oluşturulan bir etkinlik değildir. Yukarıda sözü edilen bireysel gerçekliği; duygu, heyecan ve sezgileri merkeze alarak ifadesi bir başka iletişim tarzına vücût verir. Bu iletişim tarzında estetik endişe ve sanat yapma ihtiyacı bağlamı, dili ve iletişim tarzını belirleyen önemli faktör durumundadır. Bunun için edebî metinlere, özellikle de şiire kendine özgü bir iletişim tarzı gözüyle bakmak hiç de hata olmaz.

Şiirde Âhenk Hakkında

Şiiri diğer edebî metinlerden ayıran en önemli özelliklerden biri de âhenktir. Çünkü kelime ve kelime grupları dil kurallarından çok şiire özgü söyleyişle âhenk etrafında bir araya gelir. Dil öğelerinin seçiminde, ele alınan temanın ifadesinde ahengin rolü her dönemde ve her şiirde hemen hissedilir. Ezgisiz müzik olmadığı gibi âhenksiz şiir de yoktur. Ancak şiirdeki âhenk müzikteki ezgi değildir. Birinin ses değeri nota ile ifade edilir, bu ayrı bir sanattır, ayrı bir iştir. Şiirde âhenk kaynağını konuşma diline özgü tonlama ve söyleyişten alır. Tonlama ve söyleyiş de, dile getirilmek istenen duygu ve duygu haline dönüştürülmüş düşünce ve izlenimlerin anlam değerine, dinleyen veya okuyanda uyandırılmak istenilen estetik yaşantıya göre şekillenir. Ses, söyleyiş ve anlam birlikte âhenge vücut verir. Âhengi yalnızca mısra sonlarında veya ortalarındaki ses benzerliği olarak düşünmek elbette doğru değildir. Anlamdan soyutlanmış bir âhenkten söz etmek isteniyorsa şiirin sözlerine hiç baş vurmadan âhengini dile getirsinler demek pek hata olmaz. Şiirde âhengi yalnız ses benzerliğine indirgemek biraz işin dışında olmak demektir.
Şiirde âhenk; anlam, ses akışı, söyleyiş, ritim ve ses benzerliği ile sağlanır. Ancak âhenk bunlardan birine indirgenemez. Zaten âhenk; tema çevresinde dille ses ve söyleyişi şiire özgü yapıda birliğe ulaştıran temel öğelerden biridir. Her insanın, her topluluğun, her kültür ve yaşama seviyesinin, belki de her dünya görüşünün beraberinde getirdiği bir âhenk zevki ve tercihi var. Kahramanlık şiiri okur gibi aşk şiiri okumak sanat zevki olan insanların pek hoşuna gitmez. Hürriyet kasidesini okur gibi Makber’i okumak, makberdeki ses ve söyleyişle Ömr–i Muhayyel’i seslendirmek pek hoş ve doğru olmaz sanıyorum. Her halde her şiir kendi sesiyle gelir. Bu ses, kelimeleri birleştirerek yeni birimler ortaya çıkarır. Şiirin ahengi hissedilmeden, anlaşılmadan, tespit edilmeden onu okumak doğru değil dersek hata eder miyiz? Sanmıyorum. Çünkü burada okumak sözüyle şiiri içten veya duyulacak tarzda seslendirmeyi kast ediyoruz.
Yukarıda söylediklerimizi daha yalın ifadeyle tekrar etmekte yarar görüyoruz. Günlük konuşmadaki vurgu ve tonlama, şiirdeki temaya uygun biçimde yorumlanarak şiire özgü ses akışıyla söyleyişe ulaşır. Böylece söyleyişe, temaya uygun duygu değeri verilerek ses dilin şiirsel işleviyle yorumlanır. Bu duygu değeri konuşma esnasında da vurgu ve tonlamayla cümleye yüklenmektedir. Şiirde ise bu daha da işlenir, temayı sesle sezdirecek bir değer kazanır.
Şiire özgü söyleyiş yazı dilinden çok konuşma dilinden hareketle düzenlenir. Bu söyleyiş ölçüden gücünü alan ritim ve ses benzerlikleriyle zenginleştirilip tamamlanarak, şiire özgü âhenk oluşturulur. Âhenk, sözü edilen öğelerin dilin şiirsel işlevi çevresinde bir tema etrafında sanata özgü hüner ve duyarlılıkların birleştirilmesi sonucu elde edilir. Şiirdeki âhenk musikideki âhenkten farklıdır. Şiire özgü duyarlılığın seslendirilişidir.
Şiirde âhenk öğeleri o kadar iç içedir ki tema, yapı, dil, ses ve söyleyiş ahengi birlikte oluşturur. Birinin diğerine önceliği yoktur. Ancak inceleme esnasında her birinden ayrı ayrı söz edilir. Şiirde kafiye ve aliterasyondan başka ahengi sağlamak amacıyla kelime tekrarlarına rastlanmaktadır. Cahit Sıtkı'nın "Kar ve Hatıralar" şiirinden alınmış aşağıdaki dizelerde tekrar ile gerçekleştirilen âhenk dikkati çekmektedir. .
Beyaz bir sükût işte, kar yağıyor, kar, kar, kar
Sanırım ki uçuyor gözümde hatıralar.
Beyaz bir sükût işte, kar yağıyor, kar, kar, kar...
Bu mısralarda tekrar edilen sesler yalnızca ses değil anlam ve söyleyiş değerlerine de sahiptirler. Birinci ve üçüncü mısralardaki kar sözü bir defa okunduğunda metnin anlamında çağrışım ve duygu değerlerinde değişiklik olur.
Şiirde ahengi sağlayan öğelerden biri de ritimdir. Ritim, uzun müddet ölçü ile sağlanmıştır. Türk şiirinde hece ölçüsü millî ölçümüz olarak kabul edilir. Çünkü Türkçenin ses ve söylenişine yani yapısına uygundur. Şiirimizin Arap ve İran şiirinden etkilendiği dönemde seslerin uzun ve kısa söylenişine dayanan aruz ölçüsü kullanılmıştır. Şiirde ritim; hecelerin gruplanmasıyla veya seslerin düzenli dizilişiyle sağlanır. Son dönem şiirimizde ritmin önceden belirlenmiş bir düzeni ve ölçüsü yoktur. Bunun için serbest nazımdan ve serbest ölçüden söz edilir. Vezinsiz (ölçüsüz) şiir olur ama ritimsiz şiirden söz edilemez. Ritim, söyleyiş ve sesle ilgili bir husus olarak düşünülmelidir. Asıl olan vezin değil ritimdir, vezin ritim için bir araçtır.
Ahengi sağlamada söyleyişin de büyük önemi vardır. Günlük konuşma dilinden yararlanan şiir, kendine özgü bir söyleyişe ulaştığı takdirde başarılı olur. Söyleyişin önemini kavramak için şu iki cümleyi art arda okumak yeter: Ahmet Haşim, "Bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın. " yerine "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden" cümlesini tercih etmiştir? İkinci cümledeki söyleyiş şiirseldir.
  Yahya Kemal, "Kürekleri aheste çek mehtap uyanmasın." yerine "Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın." şeklindeki söyleyişi; Ahmet Muhip Dıranas, "Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar, güneş batmadan kapılar kapanırdı. " yerine "Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar, kapanırdı daha gün batmadan kapılar" söyleyişini tercih etmiştir.          
Söyleyiş konusunda ihmal edildiğini sandığımız bir husus üzerinde durmak istiyoruz: Her şiirde, belki de sanatkâr düşünmeden bir söyleyici yaratmaktadır. Bu söyleyici kendisi değildir. Yalnızca o şiir için yaratılmış kişidir. Görevi ve varlığı o şiir metnini söylemekten ibarettir. Konuşma esnasında konuya, hitap edilen kişiye, yere ve zamana göre ses tonu, vurgu ayarlandığı, kelimeler seçildiği gibi, şiirde de bu söyleyici, konuşma dili sentaksından hareketle, kendi kimliğine, zevkine ve anlayışına göre bir söyleyiş tarzı belirler. Bu söyleyiş tarzı metindeki birçok öğeyi şekillendirir ve etrafında toplar. Tema söyleyiş ile birlikte gelir, zaten standart ve doğal dilin şiir dili seviyesine yükseltilmesi de söyleyişle gerçekleşir. Çözümleme örnekleri üzerinde dururken bu hususu vurgulamaya çalışacağız.
Şiirin kendine özgü bir ses akışı ve duygu değeri vardır. Şiirdeki âhenk öğelerinden biri de budur. Bir robotun konuşmasıyla, insan konuşması bu yönüyle birbirinden ayrılır Robot sesinde duygu değeri yoktur. Vurgu ve tonlamalar aynı olduğu için ses akışı da yoktur. Şiirdeki ses akışı gücünü duygu değeri vurgu ve tonlamadan alır. Düz yazıda da bu ses akışına şiirdeki şekliyle rastlanmaz.
Bütün bunlar, şiirin kendisini meydana getiren unsurların orijinal bir terkibi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu terkip tanımlanamaz, onun formülü de yoktur. Belli kalıpları olduğunu söylemek de şiiri ve şiir dilini dondurmak, yani sanat etkinliğini süreyle sınırlandırmak ve zamandan koparmak olur. Ayrıca her şiir her zaman yenidir. Çünkü o, sesi, anlamı, söylenişi, ritmi ve ahengiyle bütündür. Her an yeniden kurulmaya hazır bir sistemdir.
  Şiir çözümlemesini ve incelemesini yukarıda üzerinde durulan hususlarla sınırlamak elbette doğru değil. Bunların, zamanın getirdiği dikkat, kültür ve dil bilimleri çevresinde kabul edilen ve tartışılan bilgi ve teorilerle zenginleştirilmesi mümkün. Belki de gerekli. Ancak zihniyet, yapı, tema, dil, âhenk üzerinde durulmadan metnin çözümlendiğini söylemek de son derece güç. Bize bunlar, şiir çözümlemesinde vazgeçilemez hususlar olarak görülmekte. Elbette metnin anlamı ve yorumu üzerinde durmak gerekir denilecektir. Zaten bütün bunlar, metnin daha iyi anlaşılmasına ve yorumlanmasına hizmet eder. Anlama yorumlama ve değerlendirme işi, çözümlemenin sonucu olarak gerçekleştirilen bir etkinliktir. Bunlar, okuyucunun inceleme ve çözümleme sonucu kendi kültür birikimi ve zevk seviyesine göre, okuyucunun zihin ve hayal dünyasında gerçekleşecek hususlardır. Anlama ile yorumlama arasındaki sınırı belirlemek de bize pek mümkün görünmemektedir. Bu arı bir iştir. İnceleyiciden çok okuyucuyu ilgilendirir. Zaten okuyucu ve seyirciyi esas alan sanat ve edebiyat teorileri bu alanlarla ilgili problemler üzerinde durmaktadırlar. Biz burada, metnin nasıl çözümlenmesi gerektiğini ifadeyle kendimizi sınırladık.
Çalışmamızın bundan sonraki kısımlarında bu söylediklerimizi Türk Edebiyatı tarihinden seçilmiş metinlere uygulamaya çalışacağız, teorik bilgi ve birikimlerin gözden kaçan ayrıntıları üzerinde uygulama anında durulabileceğini de hatırlatmakta yarar görmekteyiz. Ancak teorik bir ön hazırlık olmadan da metinleri çözümlemeye kalkışmak, şiir metinleri çevresinde, kültür bilimlerinin dünyasında seyahat etmek gibi bir şey olmalıdır. Bunun yararsız olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak zamanımızda böylesi çalışmalara şiir çözümlemesi veya incelemesi demek bize iddia gibi görünmektedir. İnceleme ve çözümlemenin metodu, en azından ana hatlarıyla, önceden belirlenmelidir düşüncesindeyiz.
Türk edebiyatındaki bütün şiirleri çözümlemenin mümkün olmadığını söylemeye ihtiyaç yok. Aynı metotla, her dönemden seçilen birkaç şiir üzerinde durarak metin çözümlemesinin bir döneme özgü etkinlik olmadığını sezdirmeye çalıştık. Gaye, Türk edebiyatındaki bütün metinleri çözümlemek değil, onların nasıl çözümlenmesi gerektiğini göstermek ve sezdirmektir. Bu düşünceyle kavmî dönemden, dinî dünya görüşünün hâkim olduğu çağlardan seçilmiş birkaç metin üzerinde durduktan sonra geçiş döneminin karakteristiğini gözler önüne seren birkaç şiir üzerinde durmak istiyoruz. Sonra da xx. yüzyıl şiiri üzerinde durmayı düşünmekteyiz