17 Mart 2018 Cumartesi

kafka - ceza sömürgesi

Ceza Sömürgesi Yazdırılabilir sayfa

Subay, "Eşsiz bir alet" dedi yolcuya; ve kendisine hiç de yabancı olmayan makineyi hayran hayran süzdü. Yolcu, büyüğe saygısızlık ve hakaret suçuyla ölüme mahkum edilen bir askerin idamında bulunmayı teklif eden komutanın çağrısını, sırf nezaket gereği kabul etmişe beziyordu. Sömürgeliler de bu idama pek ilgi göstermemişti zaten. Bu küçücük, kumlu vadide, dört yanı yalçın kayalıklarla çevrili bu çukurda, subaydan, yolcudan ve saçı başı dağılmış, ağzı açık aptalın biri olan hükümlüden ayaklarına, bileklerine ve boynuna gerilmiş ve birleştirici halkalarla birbirine tutturulmuş zincirlerin bağlı olduğu ağır bir zinciri elinde tutan askerden başka, kimsecikler yoktu. Uysal bir köpek gibiydi hükümlü; öyle ki, görenler, "bu adam serbest bırakılsa, dolaydaki tepelerde uslu uslu gezinir, idam saati gelince çalınan bir ıslıkla da koşa koşa gelir" derdi.

Yolcunun makineye pek aldırdığı yoktu; hükümlünün arkasında, adeta gözle görülür bir ilgisizlikle ileri geri dolaşıyordu. Subay bu sırada, kah derinlemesine toprağa gömülü makinenin altına sokularak, kah üst kısımları gözden geçirmek için merdivene çıkarak, ufak tefek bozuklukları düzeltiyordu. Bu gibi işleri makinistlere bırakmak pekala mümkün olduğu halde -makineye büyük bir sevgi ile bağlı olduğu için midir, işin yabancı ellere bırakılmasına engel olan başka nedenler bulunduğu için midir, nedir- subay, büyük bir istekle çalışıyordu. En sonunda, "tamam" diye bağırıp, merdivenden aşağı indi. Son derece zayıf görünüyor ve boyuna ağzından soluyordu; boynuna, üniformanın yakasının altından geçirdiği iki, ince kadın mendili bağlanmıştı. "Bu üniformalar medarlarda pek sıkıcı olsa gerek," dedi yolcu; oysa subay, onun makine ile ilgili şeyler sormasını bekliyordu. Yağlı, kirli ellerini orada bulunan bir su kovasında yıkayarak "kuşkusuz" dedi, "ama bizim için vatan demektir bu elbiseler; vatanımızı unutmağa gönlümüz razı olmaz." Havluyla elini kurularken, hemen, "Hele şu makineye bir bakın!" diye ekledi; eliyle makineyi gösteriyordu. "Buraya kadar her şeyin, elle hazırlanması gerekir; sonra, o kendi kendine çalışır." Yolcu, evet der gibi başını sallayıp, ardı sıra sürüdü. Subay, her türlü" ihtimale karşı tedbir almak istercesine, "bazen işlerin ters gittiği de olur, kuşkusuz," dedi. "inşallah bugün bir şey olmaz; ama ihtimalleri de hesaba katmak gerek. Makinenin hiç durmadan on iki saat çalışması gerekir. Fakat bu arada bir terslik olursa, bu sadece önemsiz bir şeyden ileri gelir, ki hemen düzeltilebi1ir."

Bir yanda yığılı hasır iskemlelerden birini çekerek, "Oturmaz mısınız?" dedi; Yolcu bunu reddedemeyecek durumdaydı. Subay şimdi bir mezarın kenarında oturuyordu; çabucak bir göz attı içine. Fazla derin değildi. Mezarın bir yanında, kazılmış toprak yığını, öbür yanında da makine vardı. "Bi1mem ki?" Yolcu elinin birini belli belirsiz salladı; subayın canına minnetti bu; artık makineyi kendisi anlatabilirdi. "Bu aleti," dedi, dirsek sapının birine tutunup, "eski komutan icat etmişti. İlk denemelerinde ben de hazır bulunmuştum; ve tamamlanıncaya kadar her işine emeğim geçti. Fakat icat şerefi sadece onundur. Eski komutanımızın adını işitmişliğiniz var mı? Hayır mı? Öyleyse, size şunu söyleyeyim ki, bu sömürgedeki bütün örgüt onun eseridir. Biz dostları, daha o ölmeden önce şuna inanmıştık; sömürgenin örgütü öylesine mükemmeldir ki, gelecek yeni komutan -kafasında binbir tasavvur bulunsa dahi-, bir şeyi değiştiremez; hiç olmazsa yıllarca değiştiremez. Ve düşünlerimiz doğru çıktı; yeni komutan bu gerçeği kabul etmek zorunda kaldı. Ne yazık ki, eski komutanımızı tanımak nasib olmadı size! Fakat..." dedi, kendi kendinin sözünü keserek, "sözü boşuna uzatıyorum, işte makinesi önünüzde. Gördüğünüz gibi, üç kısımdan ibarettir. Zamanla her kısma bir ad takıldı. Alttakine "yatay" denir, üsttekine "Nakkaş"; bu ortadaki, inip çıkana da "Tırmık". "Tırmık mı?" dedi yolcu. Pek dikkatle dinlemiyordu; gölgesiz vadide gün ışığı son derece şiddetliydi; oldukça güçtü derli toplu düşünmek. Subayın, -üzerindeki o daracık, sımsıkı üniformanın, sayısız düğmeli ve ağır apoletli ceketine karşın- konusuna coşkuyla devam ederek, bir yandan anlatıp, bir yandan da elindeki anahtarla vidaları sıkıştırmasına hayran olmuştu. Askere gelince, onun durumu da yolcununkine benziyordu. Başı öne sarkık, hükümlünün zincirini bileğine dolayarak, tüfeğine dayanmış, hiçbir şeye kulak astığı yoktu. Yolcu buna hayret etmiyordu, çünkü Fransızca konuşuyordu subay; ne askerin, ne de hükümlünün bir tek Fransızca söz bilmediği kesindi. Böyle olduğu halde, mahkumun, subayın izahatını takip etmeğe uğraşması dikkate değer bir şeydi. Subay parmağıyla nereye işaret etse uykulu bir halde, ısrarla gözlerini oraya dikiyor, yolcu sözünü kesip bir şey sorunca, subay gibi o da başını çeviriyordu.

"Evet, tırmık," dedi subay. "Tam ona göre bir ad. İğneler tırmıkta olduğu gibi yerleştiri1miştir, işleyişi de aşağı yukarı tırmığınkine benzer; fakat çalışma alanı belli ve tek olup daha sanatkarca yapılmıştır. Neyse, birazdan görürsünüz. Hükümlü buraya, yatağın üzerine yatırılır - çalıştırmadan önce makineyi size şöyle bir anlatmak istiyorum. 0 zaman işleyişini daha iyi izlersiniz. Hem, nakkaştaki dişli çarklardan biri iyiden iyiye yıprandı artık; çalışırken fazla gıcırdıyor; öyle ki kendi sesinizi bile işetemezsiniz kolay kolay; ne yazık ki burada yedek parça bulmak güç. Neyse, işte yatak, size söylediğim gibi. Üzeri bir tabaka ham pamukla kaplanmıştır, nedenini daha sonra anlarsınız. Bu ham pamuğun üstüne hükümlü yüzükoyun yatırılır, çırılçıplak tabii; işte, sımsıkı bağlamak için de kayışlar; bunlar eller için, bunlar ayaklar; bunlar da boyun için. Yatağın başucunda, yani demin söylediğim gibi adamın yüzükoyun yatırıldığı yerde, doğrudan doğruya ağzına gidecek bir şekilde ayar edilebilen, keçeden yapılmış küçük bir tıkaç vardır. Bağırıp dilini ısırmasını önlemek için düşünülmüştür bu. Tabii, keçe ağzına zorla sokulur; yoksa boynu kopar kayışın altında." "Ham pamuktan mı?" diye sordu yolcu, ileri doğru eğilip. "Elbette," dedi subay, gülümseyerek, "kendiniz bakın." Yolcunun elini tutup yatağın üzerinde gezdirdi. "Ham pamuğa benzememesi, özellikle bu iş için hazırlanmış olmasındandır. Birazdan anlatırım size ne işe yaradığını." Yolcu, makineyle ilgilenmeğe başlamıştı; bir eliyle gözlerini güneşe siper edip, aleti baştan aşağı süzdü. Kocaman bir şeydi. Yatakla nakkaş aynı büyüklükte olup, kara tahtadan yapı1mış, iki sandığa benziyordu. Nakkaş, yatağın aşağı yukarı iki metre yukarısında asılıydı; köşelerinden, gün ışığında pırıl pırıl yanan dört pirinç çubukla tutturu1muştu birbirine. Tırmık; sandıkların altındaki çelik bir şeridin üzerinde mekik gibi işliyordu.

Subay, yolcunun daha önceki umursamaz1ığını pek fark etmediği halde, uyanmakta olan ilgisini hemen sezmiş, rahat rahat seyredebi1sin diye açık1amalara son vermişti. Hükümlü de yolcuyu taklit ediyor, başını kaldırmış, -tabii eliyle gözlerini siper edemeden- makineyi seyrediyordu.

İskemlesine yaslanıp, ayak ayak üstüne atarak "iyi" dedi yolcu, "adam yüzükoyun yatar."

Şapkasını biraz arkaya doğru itip, elini sıcaktan yanan yüzünde gezdirerek, "Evet" dedi subay, "dinleyin şimdi! Yatağın da, nakkaşın da birer elektrik bataryası vardır; yatağınki kendisine, nakkaşınki ise, tırmığa gereklidir. Adam bağlanır bağlanmaz, yatak çalışmağa, hem sağa-sola, hem aşağı-yukarı, çok küçük fakat çok sürat1i titreşimlerle hareket etmeğe başlar. Hastanelerde de buna benzer makineler görebilirsiniz; ama bizim yatağın hareketleri çok dikkatle hesaplanmıştır; ve tırmığın hareketlerine göre işlemesi gerekir. Asıl hükmü yerine getiren alet de, tırmıktır."

"Peki, hüküm nasıl yerine getirilir?" diye sordu yolcu.

Subay, "Onu da mı bilmiyorsunuz?" diyerek şaşkınlıktan dudağını ısırdı. "Bağışlayın, açıklamalarım derli toplu olmuyor, galiba. Özür dilerim. Malum a, bu izah işini komutan yapardı; ama yeni komutan bunu ihmal ediyor; fakat böyle önemli bir misafire..." Yolcu her ne kadar iki eliyle bu iltifatı reddetmeğe çabaladıysa da, olmadı, subay ısrar ediyordu, "...böyle önemli bir misafire, bizde hükmün yerine getirilmesine dair bilgi vermemek... bir yaşıma daha bastım; bu ne biçim..." tam ağır bir söz söyleyecekti ki, hemen kendini tuttu, sadece, "haberim yoktu," dedi. "Suç bende değil. Her neyse, bizdeki ceza usulünü benden daha iyi anlatacak kimse yoktur kuşkusuz; çünkü burada..." ceketinin iç cebini gösteriyordu, "Çünkü burada eski komutanımızın çizdiği, makineyle ilgili planlar var."

"Komutanın kendi planları mı?" diye sordu yolcu. "Demek her şeyi kendinde toplamıştı, ha? Asker, yargıç, makinist, kimyager ve layihacı?"

"Evet, her şey demekti o," dedi subay, başıyla onaylayarak; cam gibi bakışlarla boşluğu süzüyordu. Sonra dikkatle ellerini gözden geçirdi; planlara dokunabilecek kadar temiz değildiler anlaşılan; gidip kovada ellerini yeniden yıkadı. Derken, deriden yapılmış küçük bir evrak çantası çıkarıp, "Hükümlerimiz pek şiddetli olmasa gerek," dedi. "Hangi emre karşı gelmişse hükümlü, gövdesine Tırmıkla yazılır. Sözgelimi, bu hükümlünün" -subay, adamı gösteriyordu,- "gövdesine BÜYÜKLERİNE SAYGI GÖSTER! diye yazılacaktır."

Yolcu adama baktı, subay kendisini gösterirken, başı eğik, söylenenleri kaçırmamak için kulak kesilmiş, dinliyordu. Ama, birbirine sımsıkı yapışmış kalın dudaklarının kımıldanışından, bir tek sözcük bile anlamadığı belliydi.

Yolcunun kafasından bir sürü soru geçiyordu, fakat adamın bu hali karşısında sadece, "Kararı biliyor mu?" diye sordu. "Hayır" dedi subay; açıklamalarını sürdürmeğe can atıyordu, fakat yolcu sözünü kesti. "Giydiği hükümden haberi yok mu bu adamın?" "Hayır," dedi subay, yeniden; daha dikkatli bir soru sormasına meydan Vermek istiyormuş gibi, biraz bekleyip, "Ona bunu bildirmekte mana yok," dedi. "Nasıl olsa gövdesiyle, bizzat Öğrenecek." Yolcunun cevap vermeğe niyeti yoktu; fakat mahkumun bakışlarının kendisine çevrildiğini hissetti; bu bakışlar ona. "Siz bunları doğru buluyor musunuz?" diye soruyordu sanki. Yaslandığı iskemlesinden ileri doğru uzanıp başka bir soru sordu, "Ama hüküm giydiğini biliyordur kuşkusuz?" "Hayır, onu da bilmiyor,"dedi subay, yolcuya gülümseyerek; sanki ondan, şaşırtıcı, daha başka sözler bekliyordu. Yolcu alnını silip, "bilmiyor ha?" dedi. "Savunmasının fayda etmediğinden de habersiz, desenize." "Savunma hakkı verilmedi ki," dedi subay; bakışlarını çevirmiş, yolcuyu, apaçık gerçekleri dinlemenin vereceği utançtan kurtarmak istermiş gibi, kendi kendine konuşuyordu. Yolcu, "Ama kendisini savunması için ona fırsat verilmiş olması gerek." deyip ayağa kalktı.

Subay, makine hakkında bilgi verememek tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu anlayınca, yolcunun yanına gelip kolundan tuttu; ve, bütün dikkatin kendisine çevrildiğini sezdiği için, dimdik duran hükümlüye doğru eliyle işaret edip -bu sırada asker zinciri şiddetle çekti- "Mesele şu," dedi. "Ben bu ceza sömürgesine yargıç tayin edildim; genç olduğum halde; çünkü bütün ceza işlerinde eski komutanın yardımcısı bendim ve benim kadar bu makineden anlayan yoktur. Başlıca kuralım da şudur; Suçtan kuşkulanılamaz. Öbür mahkemeler bu ilkeye uyamazlar elbette, çünkü türlü düşüncelerin etkisi altındadırlar; ve onların kararlarını dikkatle gözden geçiren daha yüksek mahkemeler vardır. Ama, buradaki durum öyle değil; hiç olmazsa eski komutanın zamanında öy1e değildi. Yeni gelenin, benim kararlarıma karışmak istediği oldu, tabiatıyla, fakat onu bundan uzaklaştırmasını bildim ve bileceğim. Olayı dinlemek istersiniz herhalde; çok basit, hepsi gibi. Bu sabah yüzbaşının biri bana, kendisine hizmetçi tayin edilen bu adamın, kapısının önünde uyuduğunu, ödev arasında uyuduğunu bildirdi. Bilirsiniz ya, ödevi her saat vuruşunda ayağa kalkıp, yüzbaşının kapısına selam vermektir. Çok titizlik isteyen, gerekli bir ödevdir bu; hem hizmetçi1ik, hem de nöbetçi1ik etmek zorunda olduğu için daima tetikte bulunması gerekir. Dün gece yüzbaşı, adamın ödevini yapıp yapmadığını öğrenmek ister. Saat tam ikiyi vururken kapıyı açınca, bir be bakar ki adam kıvrılıp yatmış, uyuyor. Kırbacını kavradığı gibi yüzüne veriştirir. Adam kalkıp af dileyeceği yerde efendisinin bacaklarına sarılıp sarsarak "Bırak kırbacı elinden, yoksa diri diri yerim seni!" diye bağırır. İşte size delil. Yüzbaşı bir saat önce bana geldi, ifadesini alıp hükmü ekleyiverdim. Derken suçluyu zincire vurdum. Mesele gayet basit: Önce adamı çağırıp sorguya çekseydim, işler çatallaşırdı. Tutar bana bir sürü yalan uydurur, yalanını yüzüne vursam, bu sefer yeni yalanlarla, eski yalanlarını savunmaya kalkışırdı; daha neler neler... Şimdi ise elimdedir, bir yere koyvermem. Bilmem anlatabildim mi? Ama boşuna zaman yitiriyoruz, şimdiye kadar başlamamız gerekirdi idam törenine; oysa ben daha makinenin tanıtılmasını bile bitiremedim." Yolcuyu iskemlelerine doğru iterek, kendisi de makinenin yanına gidip başladı :

"Gördüğünüz gibi Tırmığın biçimiyle insan gövdesi arasında benzerlik vardır; işte insan gövdesinin yerini tutan Tırmık, bunlar da bacakları andıran Tırmıklar. Başın yerinde sadece ucu sivri bir demir bulunmaktadır. Bilmem anlatabildim mi?" Dostça bir tavırla yolcuya doğru eğildi; en geniş açıklamalara bile girişmeye hazırdı.

Yolcu kaşlarını çatmış, tırmığı seyrediyordu. Adli usulün bu türlüsü hoşuna gitmemişti. Olağanüstü tedbirlerin alınması ve askeri disiplinin son derece sıkı olması gereken bir ceza sömürgesinde bulunduğunu unutuyordu anlaşılan. Subayın dar kafasının anlayacağı, yeni bir usul -ağır ağır da olsa- yeni bir usul getirmek isteyen, yeni komutana umut bağlanabileceğini düşünüyordu. Bu düşünce akışının etkisiyledir ki, "Komutan idam töreninde bulunacak mı?" diye sordu. Bu doğrudan doğruya yöneltilen soru karşısında ürkerek, "Belli değil," dedi subay; yüzündeki dostça ifade kayboluvermişti. "İşte bunun içindir ki vakit kaybetmemeliyiz. Hiç hoşuma gitmese de, vereceğim bilgiyi kısa kesmek zorunda kalacağım. Fakat yarın, makine temizlendikten sonra -bunun tek sakıncası fazla kirlenmesinde- evet temizlendikten sonra, bütün ayrıntıları size kısaca anlatırım. Şimdilik, sadece ilkeler, -Adam yüzükoyun uzandığı zaman, yatak titremeğe başlayınca, Tırmık, gövdesinin üzerine doğru indirilir. 0, -iğneleri, adamın derisine nerdeyse değecek bir halde kendi kendisini ayar eder; ve dokunma başlar başlamaz, çelik şerit gerilip sert bir kuşak haline gelir. Derken hükmün ifası başlar. Cahil bir seyirci cezalar arasında fark gözetmez, Tırmık tam bir düzenle yapar işini; titrerken, sivri uçları, yatağın titreşimiyle titreyen gövdenin derisine saplanır. Asıl hükmün yerine getirilişi seyredilebilsin diye, Tırmık camdan yapılmıştır. İğnelerin cama yerleştirilmesi teknik bir mesele arz ediyordu; fakat birçok denemelerden sonra bu güçlüğü de yendik. Her güçlüğü göze almıştık iş için. Şimdi herkes camdan bakıp, gövdenin üzerinde şekillenen yazıyı görebilir. Birazcık yaklaşıp iğneleri görmek istemez misiniz?"

Yolcu yavaşça ayağa kalktı; makinenin yanına gidip, Tırmığın üzerine doğru eğildi, "Türlü şekilde tertiplenmiş iki çeşit iğne vardır," dedi subay, "her uzun iğnenin yanında bir kısası bulunur. Uzun iğne yazıyı yazar, kısa iğne ise, yazıyı kirletmesin diye su fışkırtıp, çıkan kanı temizler. Kanla su karışarak, şu küçük oluk1ardan bu büyük oluğa geçer, oradan da, bir boruyla mezarın içine akar." Subay, kanla suyun akış yolunu parmağıyla çizerek gösteriyor, tasvirin mümkün olduğu kadar canlı olması için, -akıntıyı önlemek istermiş gibi-, iki elini borunun ağzında tutuyordu. 0, bu işle uğraşırken yolcu, başını geri çekip bir elini arkasında gezdirerek, iskemlesini aradı. Dehşet içinde bir de baktı ki, hükümlü de subayın çağrısına uyup gelmiş, Tırmığı yakından seyrederek subayın hareketlerini izlemekte... Uyuklayan askeri, zinciriyle sessizce sürüklemişti anlaşılan; camın üzerinden eğilmiş ileri doğru uzanıyordu. Bu iki efendinin neye baktığını, kararsız bakışlarla anlamağa çalıştığı, besbelliydi; ama anlatılanlardan hiçbir şey anlamadığı için, işin içinden bir türlü çıkamıyor, ordan oraya bakınıp, ikide bir gözlerini camın üzerinde gezdiriyordu. Belki bu suçtur diye, yolcu onu uzaklaştırmak istedi. Fakat subay, bir eliyle yolcuyu sımsıkı tutarak, öbür eliyle toprak yığınından bir kesek alıp, askere fırlattı. Asker irkilerek gözlerini açtı; hükümlünün nasıl böyle bir şeye cüret ettiğini görür görmez tüfeğini bırakıp, ökçelerini toprağa sımsıkı bastırarak, adamı gerisin geri çekmeğe başladı. Sendeleyerek düştüğü için, yerde yuvarlanıp zincirlerini şakırdatan hükümlüyü küçümseyen bakışlarla seyrediyordu. "Ayağa kaldır şunu!" diye haykırdı subay; suçlunun, yolcunun dikkatini kendi üzerine çektiğini fark etmişti. Nitekim yolcu, Tırmığın üzerinden ileri doğru uzanmış, ne yapıldığını görmek için dikkatle bakıyordu. Tekrar, "Adama göz kulak ol!" diye bağırdı. Ve makinenin yanından ayrılıp suçluyu kollarının altından kavrayarak, askerin yardımı ile ayağa kaldırdı; fakat ayakları tutmaz olmuştu, adamın.

Subay döndüğü zaman, "Hepsini gördüm artık," dedi yolcu. "Asıl en önemli şeyi görmediniz" dedi beriki; yolcunun kolundan tutup yukarı doğru işaret etti. "Nakkaştadır, Tırmığın hareketlerini yöneten dişli çarklar ve bütün bu makine sistemi, hükmün gerektirdiği yazıya göre ayar edilir. Ben hala eski komutanın çizdiği planları kullanıyorum, işte bakın." -deri çantadan birkaç kağıt çıkardı- "elinize veremeyeceğim için af buyurun, benim varım yoğumdur bu kağıtlar. Siz şöyle oturun, ben kağıtları önünüze tutarım, siz de birer birer, iyice görürsünüz." Birinci kağıdı açtı. Yolcu beğendiğini anlatan bir şeyler söylemek istiyordu, fakat bütün gördüğü, arap saçı gibi karışık, ordan burdan kesişen çizgilerden ibaretti, kağıdın yüzündeki boş yerleri bile fark ettirmeyecek kadar sıktı, bu çizgiler. "Okuyun," dedi subay. "Okuyamıyorum," dedi yolcu. "Ama oldukça okunaklı" dedi subay. "Evet, çok ustaca yazılmış." dedi yolcu, kaçamaklı bir dille, "fakat bir türlü sökemiyorum." Kağıdı kaldırıp, "Evet" dedi subay gülerek, "okul çocukları okusun diye yazılmadı bu. Uzun boylu incelemek ister. Çalışsanız, eminim ki, siz de bir gün okuyabilirsiniz. Elbette ki yazı o kadar basit olamaz; adamı derhal öldürmek için hazırlanmadı bu; aradan, ortalama, on iki saat geçmesi gerek; altıncı saat dönüm noktası sayılır. İşte bunun içindir ki, asıl yazı sayısız süslerle çevrilmiş olup, sadece dar bir kuşak içinde gövdeyi dolanır; gövdenin geri kalan kısmı süslemeye ayrılır. Tırmığın ve bütün aletin başardığı işi, bilmem şimdi takdir edebiliyor musunuz? Bakın!" Merdivene çıkarak, tekerleğin birini çevirip, aşağıya bağırdı: "Dikkat, yana çekilin!" Ve makine çalışmağa başladı. Bir de tekerlek gıcırtısı olmasaydı, diyecek yoktu. Subay tekerleğin çıkardığı gürültüye şaşırmış gibi, yumruğunu salladı; ve yolcudan özür dilercesine kollarını açıp, makinenin çalışmasını aşağıdan seyretmek üzere, merdivenden indi. Makinede aksayan bir yer vardı, kendisinden başka kimse anlayamazdı bunu; yine yukarı çıkıp, iki eliyle, Nakkaşın içinde bir şeyler aradı; sonra, çabucak inmek için, merdivene aldırmadan, demir çubukların birine tutunup, aşağı kaydı ve gürültüye karşın sesini duyurabilmek için, yolcunun kulağına, var gücüyle bağırdı: "Görebiliyor musunuz? Tırmık yazmağa başlıyor; sırta yazılan birinci kısım bitince, ham pamuk tabakası hareket edip, gövdeyi yavaşça döndürerek, Tırmığa taze bir zemin hazırlar. Bu sırada, gövdenin yazılan kısmı kani emip harfleri ikinci bir defa oyulabilir duruma getiren ve özellikle bu iş için hazırlanmış olan ham pamuğun üzerindedir. Tırmığın kenarındaki şu dişler, gövde dönerken, yaralara yapışan pamuk parçalarını koparıp mezarın içine atarak, Tırmığa çalışma olanağı sağlar. Tırmık bu şekilde yazıyı gittikçe derinleştirerek, tam on iki saat durmadan çalışır. İlk altı saat boyunca hükümlü henüz eskisi gibi sağdır; sadece acı duyar. İki saat sonra da keçe tıkaç ağzından çıkarılır, çünkü bağırmağa gücü yetmez artık. Yatağın başucundaki elektrikle ısınan şu leğene biraz, sıcak pirinç suyu konur; hükümlü, canı çekerse, istediği kadar, dilinin el verdiği kadar bu sudan içebilir. Hiçbiri kaçırmaz bu fırsatı. Henüz kaçıranı görmedim ve şimdiye kadar pek çok kimse geçti elimden. Yalnız altıncı saattedir ki adam bütün iştahını kaybeder. Ve ben çoğu zaman tam o sırada, buraya diz çöküp seyre koyulurum. Adam son lokmasını binde bir yutar; ağzının içinde evirir çevirir sonra mezarın içine tükürür. Hemen geri çekilirim; yüzüme tükürür yoksa. Ama öyle bir durulur ki, altıncı saatte! En aptallarının bile, o anda içine aydınlık doğar. Bu aydınlık önce gözlerin çevresinde belirir; derken, yayılır. 0 anda öyle bir büyü vardır ki, insanın Tırmığın altına yatası gelir. Ondan sonra artık fazla bir şey olmaz; adam yazının anlamını anlamağa başlar; dinliyormuş gibi dudaklarını büzer. Yazıyı gözle okuyup çözmenin ne denli güç olduğunu demin gördünüz; fakat bizimki onu yaralarıyla çözer. Kuşkusuz, çok zor bir iş; okuyup bitirebilmesi için altı saat daha ister o zamana kadar Tırmık hakkından gelip, mezarın içine atar; adam, kanlı su ile ham pamuğun üstüne yuvarlanır. Artık hüküm yerine getirilmiş demektir; gömme işini de biz, askerle ben, yaparız."

Yolcu, kulağını subaya vermiş, elleri ceketinin ceplerinde, makinenin işleyişini seyrediyordu. Hükümlü de seyrediyordu, ama hiç bir şey anlamadan. Biraz öne doğru eğilip, hareket eden iğnelere merakla bakarken asker, subaydan aldığı bir işaret üzerine, bıçağıyla, gömleğini ve pantolonunu arkasından kesip yırtıverdi; adam kesilen paçaları, yere düşerken, yakalayıp çıplak yerini örtmek istedi, fakat asker kendini tuttuğu gibi havaya kaldırarak, giysisinin geri kalan kısmını da silkeleyip attı. Subay, makineyi durdurdu; ve bu ani sessizlikte adam, Tırmığın altına yatırıldı. Zincirler çözülüp yerine kayışlar bağlandı. İlkin rahatlar gibi oldu, adam. Derken Tırmık biraz daha indirildi; zayıf bir adamdı çünkü. İğnelerin uçları değer değmez, derisine bir ürperme yayıldı; asker, sağ elini kayışa bağlarken, sol elini bir rastlantıyla yolcunun bulunduğu yere doğru, şiddetle savurdu. Subay, idam usulünün yolcunun üzerinde bıraktığı etkiyi -kısaca da olsa, bu kendisine açıklanmışı- etkiyi yüzünden okumak istiyormuş gibi, yan gözle boyuna onu seyrediyordu.

Bilek kayışı koptu; asker pek fazla sıkmıştı anlaşılan. Subay işe karışmak zorunda kaldı; asker kopan kayış parçasını gösterdi. Subay yanına gidip -yüzü hala yolcudan yanaydı- "Çok karışık bir makinedir bu," dedi, "İkide bir arıza yapar, ya bir şey kırılır, ya da bir şey kopar; ama bir pire için yorgan yakılmaz elbet. Sözgelimi, bu kayış meselesini halletmek işten bile değildir; onun yerine zincir kullanacağım; gerçi sağ kola rastlayan titreşimlerin duyarlılığı biraz bozulacak ama zararı yok." Zinciri bağlarken ekledi: "Makine için ayrılan tahsisat son derece azaldı. Eski komutanın zamanında, serbestçe kullanabileceğim bir miktar para ayrılırdı. İçinde her çeşit yedek parçaların bulunduğu bir de ardiye vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse; adeta israf edercesine kullanırdım bu parçaları; o zamanlar tabii; yeni komutanın ikide bir bahane bulup, eski usullerimizi kötülediği bugünkü günde değil. makinenin para tahsisatını kendi üzerine aldı; şimdi yeni bir kayış istetsem, delil olarak eski kopuk kayışı görmek istiyorlar; yeni kayışın gelmesi için de aradan en az on gün geçmesi gerek; o da doğru dürüst bir şey olsa bari. "İyi ama, makineyi kayışsız nasıl çalıştırsın bu adam?" diye soran olmuyor."

Yolcu düşünüyordu; başkalarının işine karışmak çok can sıkıcı bir şeydir. Kendisi ne sömürgeliydi, ne de sömürgenin bağlı olduğu devletin vatandaşı. Bu türlü idam usulünü doğru bulmadığını söylese, ya da bizzat engel olmağa kalkışsa, ona, "Sen yabancısın, kendi işine bak!" diyebilirdi. Ve buna hiçbir cevap veremez, ancak, bu işe hayret ettiğini, kendisinin sadece gözlemci olarak geldiğini, başka milletlerin adliye örgütlerinde değişiklikler yapmak niyetinde olmadığını söyleyebilirdi. Gelgelelim, kendisini tutamıyordu. Usuldeki adaletsizlik, hükümdeki insaniyetsizlik ortadaydı ve kimse kalkıp ta onun bu işte bir çıkarı olduğunu iddia edemezdi; çünkü hükümlü yabancının biriydi; vatandaşı olmadığı gibi, adamı sevimli bulmuş filan da değildi. Yüksek makamlardan aldığı tavsiye mektupları vardı yanında; burada son derece nezaketle karşılanmıştı; ve bu idam törenine çağırılması, düşüncelerinin saygı göreceğine bir belirti sayılabilirdi. Hele komutanın, bu usulden yana olmadığı -demin bunu kulağıyla işitmişti- subaya karşı adeta düşmanca bir tavır takındığı da hesaba katılınca, işler daha bir kolaylaşıyordu.

Yolcu tam o sırada subayın öfkeyle bağırdığını işitti.

Subay, keçe tıkacı hükümlünün ağzına daha yeni güç bela sokmuştu ki, adam, bastırılmaz bir bulantının zoruyla, gözlerini yumup kusmağa başladı. Subay, çabucak onu tıkaçtan uzaklaştırıp başını mezara doğru çekti; ama geç kalmıştı, adamın ağzından boşananlar makinenin her yanına bu1aşıyordu. "Bütün suç bu komutanda!" diye bağırdı subay, önündeki pirinç çubukları deli gibi sarsalıyordu, "şu pisliğe bakın, ahıra döndü makine." Titreyen e1leriyle yolcuya, olanları gösteriyordu. "Saatlerce dil döktüm komutana, suçlu idamdan önce bütün gün hiçbir şey yemesin diye. Fakat yeni ve yumuşak yasamız bunu doğru bulmuyor, komutanın hanımları, adama, öbür dünyaya göçmeden önce, tıka-basa şekerleme yediriyorlar. Ömrü kokmuş balık yemekle geçen bir adama şekerleme yedirilir mi hiç! Bunlar neyse; ama neden bana yeni bir tıkaç göndermezler, bilmem ki; üç aydır istemekten dilimde tüy bitti. Yüzlerce kişinin, can çekişirken salyaları aka aka kemirdiği keçe tıkacı, ağzına alınca nasıl içi bu1anmaz insanın?"

Hükümlü, başı yerde, sessizce beklerken. Asker yırtık gömleğiyle makineyi temizliyordu. Subay, yolcuya doğru ilerledi; belirsiz bir ön seziyle bir adım geri atan yolcuyu kolundan tutup bir yana çekti "Sizinle biraz, özel konuşmak istiyorum," dedi "Mümkün mü?" "Tabii," dedi yolcu; gözlerini yere indirip dinlemeye başladı.

"Şu anda görüp takdir etmek fırsatı elinizde olan bu idam usulüne açıktan açığa taraftarlık edebilecek kimse kalmadı sömürgemizde. Tek taraftarı benim; ben eski Komutanın kurduğu geleneğin de tek taraftarıyım, aynı zamanda. Bu usulün uygulama alanını genişletecek durumda değilim artık; bütün gücümü, büsbütün ortadan kalkmaması için harcıyorum. Eski Komutanın sağlığında sömürge, onun taraftarları ile doluydu; ondaki azim bende de var bir dereceye kadar, ama gücünün zerresi bile yok; bu yüzden bütün taraftarlar ortadan kayboldular; gerçi bunların çoğu hala buradadır, fakat hiç biri kendisini açığa vurmak istemez. Bugün, yani idam günü, çay-evine gidip anlatılanları dinleseniz, belki sadece bir takım belirsiz söz1er işitmiş olursunuz. Bizim taraftarlarımızdır onlar; fakat şimdiki komutanın yönetimi altında işime yaramazlar ki. Sorarım size: Bu Komutanla onu etkileyen kadınların yüzünden böyle bir eser, böyle ömürlük bir eser -makineyi gösteriyordu- heba mı olsun? Buna göz yumulur mu? Birkaç gün kalmak için adamıza gelen bir yabancı bile buna göz yumabilir mi hiç? Fakat kaybedecek vaktimiz yok, her an bir darbe indirebilirler yargıçlar ödevimize; beni aralarına almadan, toplantılar yapılıyor. Komutanın dairesinde; sizin bugün buraya gelişiniz bile bana anlamlı görünüyor; ne alçaktır onlar! Sizi araç olarak kullanıyorlar; sizi, adamıza gelen bir yabancıyı. Şimdi nerde o eski idamlar! Törenden bir gün önce vadi tıklım tıklım dolardı; sadece seyre gelirdi herkes; sabahın erken saatinde Komutan hanımlarıyla görünür; çalınan borularla bütün ahali coşup taşardı; derken her şeyin hazır olduğunu bildirdim; yüksek memurlar -kimin haddine düşmüştü törende bulunmamak- evet, yüksek memurlar, makinenin çevresinde yer alırlardı; şu gördüğünüz hasır iskemle yığını, o devrin yürekler acısı bir hatırasından başka bir şey değildir. Makine iyice temizlenip parlatılırdı, diyebilirim ki, her idam töreni için yepyeni parçalar kullanırdım. Komutan, yüzlerce seyircinin önünde, hükümlüyü kendi eliyle -bu arada herkes ayağının ucuna basıp yükselerek, hiçbir şeyi gözden kaçırmamağa çalışırdı- evet, hükümlüyü kendi eliyle, Tırmığın altına yatırırdı. Bugün sıradan bir askere gösterilen iş vaktiyle benim işimdi, baş yargıcın işiydi; ve bana şeref verirdi bu. Derken, idam töreni başlardı! Makinenin işleyişine engel olan, ahenksiz gürültüler duyamazdınız o zamanlar. Bir çok kimseler, kumların üzerinde uzanıp, gözleri kapalı dinlemeyi, seyretmeye tercih ederlerdi; herkes bilirdi ki, adalet yerini bulmaktadır. Keçe tıkaçla yarı yarıya boğulan hükümlünün ah''larından başka kimse bir şey işitemezdi, o sessizlikte. Son günlerde makine kimseye, tıkacın boğamayacağı derecede güçlü bir ah çektiremez oldu; o yazıyı yazan iğnelerin uçlarından ekşi bir sıvı damlardı; bugün bize yasaktır bu sıvıyı kullanmak. Neyse, derken altıncı saat gelirdi! Yakından görmek isteyen herkesin isteğini yerine getirmek mümkün değildi. Komutan tam bir anlayışla, önce çocukların görmelerini doğru bulurdu; bendeniz tabii ödevim gereği her zaman yakında bulunmak imtiyazına sahiptim, iki kolumda iki küçük çocuk, çömelip seyrederdim. Acı çeken adamın yüzündeki o değişen ifadeyi nasıl da içimize sindirirdik; ve sonunda yerine getirilen adaletin o yanıp sönen ışığıyla nasıl da yıkardık yanaklarımızı! Ne günlerdi o günler dostum?" Belli ki subay unutmuştu kime hitap ettiğini; yolcuyu kucaklayıp başını omzuna koydu. Yolcu fena halde sıkılarak, subayın başının üzerinden bakmağa başladı. Asker temizlik işini bitirmiş, bir kaptan leğene pirinç suyu boşatıyordu. Kendine geldiği anlaşılan hükümlü bunu görür görmez, diliyle uzanmak istedi. Fakat pirinç suyu daha sonrası için konduğundan, asker bir türlü bırakmıyordu; ama kirli leğene daldırarak -hükümlü istekle bakarken- yudum yudum içmesi de aynı derecede uygunsuz bir hareketti.

Subay çabucak kendini topladı. "Sizi rahatsız etmek istememiştim," dedi. "0 günlere kimseyi inandıramazsınız artık. Neyse ki, makine hala işliyor ve hala etkili olabilmekte; bu vadide böyle yalnız başına durduğu halde etkili olabilmekte. Artık eskisi gibi yüzlerce insan çevresine üşüşmüyorsa da, makine yine cesedi son derece bir incelikle mezara göndermesini biliyor. O zamanlar mezarı sağlam bir çitle çevirmek zorunda kalmıştık; şimdi o çitin yerinde yeller esiyor."

Yolcu başını çevirip şöyle bir bakındı. Subay sandı ki, yolcu vadinin hüzünlü yalnızlığını düşünüyor; ellerinden tuttuğu gibi -gözleri gözleriyle karşılaşsın diye- kendisinden yana çevirerek, sordu: "Şu yüz kızartıcı manzarayı görüyorsunuz değil mi?" Fakat yolcu bir şey demedi. Subay, onu bir süre rahat bıraktı; bacaklarını ayırmış, elleri kalçalarında, dimdik durarak yere bakıyordu. Derken, teşvik edercesine yolcuya gülümseyerek, dedi ki: "Dün Komutan çağrıyı size verirken yanı başınızdaydım. Gözlerimle gördüm. Komutanı bilirim. Hemen sezdim maksadını. Gerçi bana karşı tedbirler alacak derecede güçlüdür ama, böyle bir şeyi göze alamaz henüz; fakat sizin kararınızı, yani ünlü bir yabancının kararını, bana karşı kullanmak niyetinde olduğu besbelli. Dikkatle hesap etmiştir: Bu sizin adada ikinci gününüz, eski Komutanı ve onun usullerini biliyorsunuz, kafanız Avrupa''ya özgü bir düşünüş yöntemine göre işler, belki ilke olarak idam cezasının, özellikle bu türlü ölüm makinelerinin, genel olarak aleyhindesinizdir sonra, halkın bu idam usulünden yana olmadığını -eskiyip yıpranmış bir makineyle yapılan bayağı bir törenden başka nedir ki bu-, evet, bu idam usulünden yana olmadığını da göreceksiniz; şimdi bütün bunları hesaba katarsak, benim usullerimi (Komutanın fikrince tabii) doğru bulmamanız mümkün değil midir? Doğru bulmayınca da, düşündüğünüzü gizlemezsiniz, (hala Komutanın açısından bakarak konuşuyorum), çünkü siz, kendi deneyleriy1e vardığı sonuçlardan emin olan bir adamsınız. Gerçi, nice ulusların acayipliklerini görüp anlayış göstermesini bilmiş olduğunuz için, bizim usullerimize karşı sonuna kadar cephe almanız beklenemez; kendi ülkenizde olsa belki. Ama Komutanın buna ihtiyacı yoktur ki. Şöyle bir çıtlatmak yeter. Bunun, kendi düşüncemiz olması da gerekmez; maksadı uğruna kullanılabilir mi? Tamam. Kurnazca sorularla ağzınızdan laf alacaktır, eminim. Hanımları sizi ortaya alıp, kulak kesilecekler; şöyle bir şey söylemeniz mümkündür; pekala: "Bizim orda adaletin yerine getirilmesi başka türlü olur", ya da, "Bizim orda hükümlüye, hüküm giymeden önce, kendisini savunması için fırsat verilir", ya da, "Biz işkence usulünü daha orta-çağda bırakmıştık." Bütün bu sözler size tabii gelebileceği kadar, doğrudur da; aslında, benim usullerimi hiçbir hükme bağlamayan, birer zararsız sözdür bunlar. Ama böyle düşünmez ki Komutan! iskemlesini yana iterek, balkona fırlayışını, arkasından hanımlarının koşuşunu görür gibiyim, sesini işitiyorum nerdeyse -hanımları onun sesini gök gürültüsüne benzetirler-, evet, şöy1e diyor: "Yeryüzünün bütün ülkelerindeki ceza usullerini incelemek için gönderilen ünlü bir batılı uzman, demin, adaletin yerine getirilmesinde uyguladığımız eski usulün insanlığa aykırı olduğunu söyledi. Böyle bir kişi böyle bir hükme vardıktan sonra, bu eski usullerin kullanılmasına izin veremem artık. Bugünden sonra kararım şudur ki" v.b. Araya girip böyle bir şey demediğinizi, usullerim için "insanlığa aykırı" gibi bir sıfat kul1anmadığınızı, tersine, derin deneylerinizin sizi, bu usullerin son derece insani ve insanlık onuruna son derece uygun olduğu sonucuna götürdüğünü, makineyi çok beğendiğinizi söylemek isteyebilirsiniz; ama iş işten geçmiştir; hanımlarla dolu olduğu için balkona geçemezsiniz; dikkati üzerinize çekmeğe uğraşabilirsiniz; bağırmak isteyebilirsiniz; fakat hanımın biri, eliyle ağzınızı kapatıverir; artık eski Komutanla ikimiz, mahvolduk demektir."

Yolcu az kalsın gülüverecekti; o kadar güç sandığı iş, bu kadar kolaydı demek. Kaçamaklı bir dille dedi ki: "Benim hükmüme pek fazla değer veriyorsunuz;Komutan tavsiye mektuplarımı okudu, ceza usulü üzerine uzman olmadığımı bilir. Düşüncemi söyleyecek olursam, basbayağı bir kimse olarak söylerim ki, bu herhangi bir kimseninkinden daha etkili olmaz; ve anladığıma göre, bu sömürgede geniş çapta gücü olan Komutanın düşüncesinden, çok daha az etkilidir benim düşüncem. Usulünüze karşı takındığı tavır, dediğiniz gibi, kesin olarak, düşmanca ise, korkarım geleneğinizin sonu yak1aşmıştır; benim önemsiz yardımıma bile gerek kalmıyor."

Artık anlamış mıydı subay? Hayır, anlamamıştı hala. Başını şiddetle salladı; pirinç suyundan uzak duran hükümlü ise askere çabucak bir göz atıp, yolcuya yaklaşarak, yüzüne bakmadan, ceketindeki bir noktaya gözlerini dikip, deminkinden daha yavaş bir sesle dedi ki:

"Siz Komutanı tanımıyorsunuz; kendinizi -bağışlayın- bize göre bir çeşit yabancı yerine koyuyorsunuz; fakat, inanın bana, hükmünüze pek fazla değer verilemez. İdam töreninde yalnız bulunacağınızı işittiğim zaman, sevinmiştim sadece. Komutan bunu bana bir darbe olarak hazırlamıştı, ama ben onu kendi yararıma kullanacağım. Kimse kulağınıza yalan bir şey fısıldayıp, kaş göz işaretleriyle aklınızı çelmeden -ki tören kalabalık olduğu zaman kaçınılmaz bu gibi şeylerden- evet, aklınızı çelmeden, açıklamamı dinlediniz, makineyi gördünüz ve biraz sonra da idam törenini seyredeceksiniz. Şimdiden hükmünüzü vermişsinizdir, kuşkusuz, hala zihninizi kurcalayan ufak tefek şeyler varsa, töreni görünce bunlar da kaybolacaktır. Sizden şimdi şunu rica ediyorum: Komutana karşı bana yardım ediniz!" Yolcu hemen sözünü kesip, "Nasıl olur?" diye bağırdı, "İmkansız bir şey bu. Ne yardım edebilirim size, ne de engel olabilirim. Burada hiçbir şey gelmez elimden!" "Gelir!" dedi subay. Yolcu, subayın yumruklarını sıktığını, adeta korku içinde gördü. Daha ısrarlı bir tavırla: "Gelir!" diye yineledi subay. "Parlak bir düşüncem var. Siz, hükmünüzün etkisiz kalacağına inanıyorsunuz. Bense, etkili olacağına inanıyorum. Diyebilirim ki haklısınız; peki, bu geleneğin korunması için, etkisiz olana bile başvurmak gerekmez mi? Öyleyse düşüncemi dinleyin. Sizin yapacağınız ilk gerekli şey; bu gördüklerinize dair verdiğiniz hüküm konusunda elinizden geldiği kadar bir şey söylememek. Size doğrudan doğruya bir şey sorulmadıkça, ağzınızı açmamalısınız; söyledikleriniz de kısa ve genel olsun; öy1e davranın ki, sorunu tartışmamayı yeğlediğiniz artık tahammülünüzün kalmadığı, ağzınızı açacak olursanız çok sert bir dil kullanacağınız, anlaşılıversin. Size yalan söylemiyorum, haşa; sadece, kısa cevaplar verin; sözgelimi, "Evet, törende bulundum," yada, "Evet, anlattılar" gibi. İşte bu kadar.

"Göstereceğiniz her türlü sabırsızlığa yeter derecede neden bulunabilir, sizin için; gerçi Komutan buna başka türlü anlam verir, ama zararı yok. Kuşkusuz o, maksadınızı yanlış anlayıp kendi keyfine göre yorumlayacaktır ki, benim tasarım da bununla ilgili: Yarın Komutanın dairesinde, bütün memurların katılacağı bir toplantı yapılacak; başkan: Komutan. Bu toplantıları halkın da seyretmesine neden olacak soyda bir adamdır o. Seyircilerle, her zaman tıklım tıklım dolu olan bir çıkıntılı saçak yaptırırdı. Bu toplantılara katılmak için beni de zorluyorlar, ama içim bulanıyor her seferinde! Neyse, siz bu toplantıya kesinlikle çağrılacaksınız, hele bugün size söylediğim gibi hareket ederseniz, bu çağrı önemli bir dilek haline gelir, yok anlaşılmaz bir nedenden dolayı çağrılmazsanız, siz kendiniz bir çağrı isteyin; mutlaka alırsınız. Demek yarın, Komutanın locasında hanımlarla oturuyorsunuz? Orada bulunduğunuzdan emin olmak için o, boyuna yukarı bakıyor. Yalnız dinleyicileri etkilemek için gündeme alınan birtakım saçma sapan, gülünç şey1erden sonra -bunların çoğu liman işleridir, sadece liman iş1eri!- Evet, bu gülünç şeylerden sonra, sıra bizim ceza usulünün tartışılmasına gelir. Komutan meseleyi sunmazsa, yada vaktinde sunmazsa, gereğine bakarım. Hemen ayağa kalkıp, bugünkü idam töreninin yapıldığını bildiririm. Kısaca, tek tümceyle. Bu olağan bir şey değil, ama ben böyle demeç vermesini de bilirim. Komutan her zamanki gibi, dostça gülümsemeyle bana teşekkür eder, derken kendini tutamaz, arayıp da bulamadığı fırsat eline geçmiştir artık. "Şimdi bildirildiğine göre" diyecektir, yada buna benzer bir şeyler, "Bir idam töreni yapılmış. Şunu da söylemek isterim ki, bu töreni, gelişiyle sömürgemizi son derece onurlandıran ünlü araştırıcı da seyretmiştir. Toplantımızın bugünkü oturumunda bulunması, bu olayı daha bir önemli kılmakta. Şimdi ünlü araştırıcıdan, gelenekli idam usulümüz ve idamdan önceki aşamalar üzerinde verdiği hükmü bize bildirmesin rica etsek nasıl olur?" Tabii alabildiğine bir alkış tufanı ve gene bir onaylama; benim istediğim de bu zaten. Sonra, Komutan sizi başıyla selamlayıp şöy1e diyecektir: "Öyleyse, burada toplananlar adına, sizden rica ediyorum." Ve siz, locanın önüne doğru ilerlersiniz. Ellerinizi herkesin görebileceği bir yere dayayın, yoksa hanımlar kapıp, parmaklarınızı sıkarlar. Derken, artık konuşabilirsiniz. Bilmiyorum, bu anı beklerken duyacağım heyecana nasıl dayanabileceğim. Sakın, konuşurken kendinizi sıkmayın, gerçeği yüksek sesle bağırın; hükmünüzü, sarsılmaz inancınızı Komutanın yüzüne doğru haykırın. Fakat, huyunuza uygun olmadığı için, belki böyle bir şey yapmak hoşunuza gitmez, belki de bunlar sizin orada başka türlü yapılır; ama zararı yok; etkisinden bir şey kaybetmez, ayağa kalkmadan birkaç söz söyleyin, hatta fısıldasanız da olur; altınızda oturan memurlar işitsin, yeter; halkın bu usule taraftar olmadığından gıcırdayan tekerlekten, kopuk kayıştan, kirli keçe tıkaçtan söz açmanıza da gerek yok; hayır, onları bana bırakın; şu sözüme inanın ki, suçlamalarım, onu toplantı sonundan dışarı atmasa bile, dize getirip, "Ey eski Komutan, önünde saygıyla eğiliyorum!" dedirtecektir. İşte düşüncemi söyledim; bana bu işte yardım edecek misiniz? Bunu istiyorsunuz tabii; hem, yapmak zorundasınız da." Subay, yolcuyu iki kolundan tutup, çabuk çabuk soluyarak, gözlerinin içine baktı. Son sözü öyle yüksek bir sesle bağırmıştı ki, askerle hükümlü korkudan sıçrayarak kulak kesilmişti; tek sözcük anlamadıkları halde, yemeği yarıda bırakmış, yolcuya bakıyor, bir yandan da ağızlarındaki lokmayı çiğniyorlardı.

Yolcu, vereceği cevabı daha başlangıçta hazırlanmıştı; tereddüt etmiyordu, çok şeyler görüp geçirmişti hayatında; saygı değer bir kimseydi ve hiçbir şeyden korkusu yoktu. Ama hükümlü ile askere bakıp, bir an duraladı. Bir şey söylemesi gerekti; sonunda, "Hayır," dedi. Subayın gözleri birkaç defa kırpıştı; fakat bakışlarını yolcunun üzerinden ayırmadı. "Açıklamamı ister misiniz?" diye sordu yolcu. Subay, evet der gibi, sessizce başını salladı. Bunun üzerine, "Usulünüzü doğru bulmuyorum," dedi yolcu. "Bana sırrınızı açmadan önce bile -sırrınızı hiçbir zaman açığa vurmayacağıma emin olabilirsiniz- evet, daha başlangıçta, acaba bu işe karışmak bana düşer mi, karışırsam, ufacık ta olsa bir başarı elde edebilir miyim, diye kendi kendime sormuştum. Kime yönelmem gerektiğini öğrendim artık: Komutana, tabiatiyle. Siz bunu çok iyi belirttiniz; fakat kararımı daha fazla güçlendirmiş değilsiniz; tersine içten inancınız beni çok duygulandırdı, ama düşüncemi etkilemez bu."

Subay, sesini çıkarmadı; makineye döndü; pirinç çubuğun birini sıkıca kavrayıp, her şeyin yerli yerinde , o1up olmadığını anlamak istercesine geriye doğru yaslanarak, Nakkaşı gözden geçirdi. Askerle hükümlü anlaşmış gibiydi; kayışlarla sımsıkı bağlandığı için güç bela kımıldadığı halde hükümlü, işmarla askere bir şey1er anlatıyordu; üzerine doğru eğilince, kulağına ne fısıldadıysa, asker evet der gibi başını salladı.

Yolcu, subayın yanına gidip dedi ki: "Niyetimin ne olduğunu henüz bilmiyorsunuz. Usulünüz hakkında ne düşündüğümü Komutana söyleyeceğim, elbette; fakat genel bir toplantıda filan değil, özel olarak; burada fazlaca kalacak değilim zaten, herhangi bir toplantıda bulunmam olanaksız; yarın sabah erkenden uzaklara gidiyorum; hemen yola çıkmasam bile, artık gemimde olurum."

Subay, söylenenleri dinler görünmüyordu. Kendi kendine, "Demek usulümüzü inandırıcı bulmadınız?" dedi; ve, çocukça bir şeye gülümseyen, fakat bu gülümseme gerisinde kendi düşüncelerini sürdüren ihtiyarlar gibi gülümsedi. "Öyleyse zamanı geldi artık." dedi sonunda ve parlak gözleriyle birdenbire yolcuya baktı; biraz meydan okuyan, biraz da, yardım için yalvaran bir ifade vardı bu gözlerde. "Neyin zamanı geldi?" diye sordu yolcu huylanarak; fakat cevap alamadı.

Subay, yerli diliyle: "Serbestsin!" dedi hükümlüye. Adam, ilkin inanamadı. "Evet, serbestsin artık!" dedi subay. Hükümlünün yüzünde ilk defa olarak gerçek bir canlılık uyanmaya başladı. Doğru muydu? Yoksa bu, yine değişmesi mümkün olan, subayın geçici bir isteğinden mi ibaretti? Yoksa yabancı mı yalvarmıştı bağışlanması için? Neydi bu? İnsan, bu soruları hükümlünün yüzünden okuyabilirdi. Fakat fazla devam etmedi. Ne olursa olsun, gerçekten serbest olmak istiyordu; Tırmığın e1verdiği ölçüde çabalamağa başladı.

"Kayışlarımı koparacaksın," diye bağırdı subay, "rahat dur! Şimdi çözeriz." Kendisine yardım etmesi için askere işaret edip, işe koyuldu. Hükümlü kendi kendine gülüyordu. Yüzünü, bir subaydan yana, bir askerden yana çeviriyor, yolcuyu da ihmal etmiyordu.

"Dışarı çek şunu" diye emretti subay. Üst yanda Tırmık bulunduğu için, biraz özen isteyen bir işti bu. Nitekim hükümlü sabırsızlanıp çırpındığı için sırtı yer yer tırmalanmıştı.

Subayın, artık hüküm1üye pek a1dırdığı yoktu. Yolcunun yanına gelip, cebinden küçük deri çantayı çıkardı; kağıtları karıştırarak, içinden aradığını bulup yolcuya gösterdi, "Okuyun!" dedi. "Okuyamam," dedi yolcu, "söyledim size, bu yazılardan bir şey anlamadığımı. "Yakından bakmaya ça1ışın." dedi subay ve birlikte okuyabilmek için yolcunun yanına sokuldu. Fakat bu da yarar sağlamayınca, yolcunun, yazıyı izleyebilmesi için serçe parmağını kağıdın üzerinde, değdirmeden -sanki kağıdın yüzünü, temasıyla kirletmeye cesaret edemiyormuş gibi- parmağını değdirmeden gezdirerek, yazının ana hatlarını çizdi. Yolcu, hiç olmazsa, bu işte subayı memnun etmek için çaba gösterdi, fakat bir türlü sökemiyordu: "ADİL OL!~ diye yazılı orada," dedi. "Artık okuyabilirsiniz tabii." Yolcu, kağıdın üzerine öyle eğilmişti ki, subay, elini sürer diye korkarak, hemen geri çekti; yolcu bir şey söylemedi, ama yazıyı hala sökemediği besbelliydi. "Adi1 ol! yazılı orada." diye tekrar etti subay. "Be1ki." dedi yolcu, "inanıyorum size." "Peki, öyleyse," dedi subay; hiç olmazsa biraz tatmin o1muştu; merdivene çıktı; kağıdı dikkatle Nakkaşın içine yerleştirdi; bütün dişli çarkları yeni baştan düzenleniyor gibiydi; belki dışarıdan görünmeyen, son derece küçük tekerleklerin de gözden geçirilmesini gerektiren, zahmetli bir işti bu; öy1e ki, subayın başı ara sıra Nakkaşın içine girip gözden kayboluyordu; işte böyle bir dikkatle hazırlamak zorundaydı makineyi.

Yolcu, aşağıdan, onun çalışmasını hiç ara vermeden seyrettiği için boynu ağrımağa, gözleri gökyüzünü dolduran gün ışığıyla kamaşarak, sızlamağa başladı. Askerle hükümlü başbaşa vermiş ça1ışıyordu. Adamın, daha önce mezarın içine atılan gömleğiyle pantalonu, askerin süngüsünün ucuyla çıkarılmıştı. Gömlek fena halde pislendiği için, sahibi onu kovadaki suyla yıkadı. Gömlek1e pantalonu giyince, askerle birlikte kahkahayla gülmekten kendini alamadı, çünkü esvabın arkası yırtıktı. Hükümlü, askeri eğlendirmeği kendisine ödev bilmiş olacak ki, yere çömelip zevkten dizini döven askerin önünde, yırtık pırtık elbisesiyle sağa sola dönüp boy gösteriyordu. Fakat, efendilere saygı gösterisi olarak, ikisi de birdenbire neşelerini tutup, kendilerine çeki düzen verdiler.

Subay, sonunda yukarıdaki işini bitirince makineyi baştan aşağı şöyle bir gözden geçirdi, gülümseyerek; derken, o ana kadar açık duran nakkaşın kapağını örtüp aşağı indi; önce mezarın içine, sonra da hükümlüye bakıp, esvabın çıkarıldığını memnunlukla görünce, elini yıkamak üzere su kovasının yanına gitti; suyun, iğrenilecek derecede pis olduğunu yeni fark ediyordu; ellerini yıkayamadığı için üzülmeğe başladı; sonunda, kuma soktu ellerini -bu son çare hoşuna gitmemişti ama ne yapsın, mecburdu- derken dimdik doğrulup ceketinin düğmelerini çözmeğe başladı. Tam o sırada, yakasının üzerinden bağlamış olduğu iki kadın mendili elinin üstüne düştü. "A1 şu mendillerini!" deyip hükümlüye doğru fırlattı. Ve yolcuya "Hanımların armağanı" diye açıkladı.

Önce üniformasının ceketini, sonra bütün esvabını, üzerinden çabuk çabuk çıkardığı halde, her birini sevgiyle, özenle tutuyor, hatta, ceketindeki gümüş kordonu parmaklarıyla okşayıp, püsküllere ikide bir fiske vuruyordu. Bu sevgiyle karışık özen kuşkusuz, üzerinden çıkardığı esvabını istemiye istemiye mezarın içine atmasından ileri geliyordu. En son kalan, küçük kılıcıyla, kılıç kayışı idi. Kılıcı kınından çıkarıp kırdı; sonra parçalarını toplayıp, kınıyla, kayışıy1a birlikte, öyle bir şiddetle fırlattı ki, mezarın içi gürültüyle doldu.

Artık çırılçıplaktı. Yolcu, dudağını ısırıp hiçbir şey söy1emedi. Ne olacağını çok iyi biliyordu, ama subayı ne yaparsa yapsın önlemeye hakkı yoktu. Candan bağlandığı ceza usulünün sonu yaklaştıysa -belki de bu işi kendisine ödev bilen yolcunun işe karışmasının bir sonucu olarak- subay doğru hareket ediyor demekti; yolcu da onun yerinde olsa, aynı şeyi yapardı.

Askerle hükümlü, ne olduğunu ilkin anlayamadı; daha doğrusu baktıkları bile yoktu. Hükümlü, mendillerini geri aldığı için seviniyordu; fakat sevinmesi uzun sürmedi; asker, ansızın elinden kapıp, kayışının altına soktu, şimdi de hükümlü mendilleri oradan çekip almak için uğraşıyordu ama, askerin fırsat verdiği yoktu. Aralarında yarı şaka, yarı ciddi bir güreş başladı. Ancak anadan doğma çıplak kaldığı zaman fark ettiler, subayı. Büyük bir yazgı değişmesine tanıklık edileceği düşüncesi özellikle hükümlüyü çok etki1emişti. Şimdi de subayın başına gelecekti kendi başına gelen; belki de son hadde kadar. Besbelliydi yabancının böyle emrettiği. Demek öcü alınacaktı. Kendisi sonuna kadar acı çekmemişti ama, öç son hadde kadar alınmalıydı. Birdenbire beliren kaba, sessiz bir sırıtış, yüzünde takıldı kaldı.

Fakat subay makineye dönmüştü. Makineden iyi anladığı daha başlangıçta belliydi, ama şimdi öyle bir kullanış makinenin öyle bir itaat edişi vardı ki, görüp de ağlamamak elde değildi. Elini şöyle bir uzatmasıyla Tırmığın -subayı çekip alabilecek şekilde ayar edilinceye kadar- birkaç defa kalkıp inmesi bir oldu; kenarına dokunur dokunmaz yatak titremeğe başladı; keçe tıkaç tam ağzının önüne geldi; subayın, tıkacı ağzına almak istemediği besbelliydi; fakat ancak bir an sürdü bu, sonra boyun eğip, kabullendi. Her şey hazırdı; yalnız kayışlar yana sarkmıştı, ama zaten gereksizdi onlar, subayın bağlanmağa ihtiyacı yoktu. Derken, kayışlar hükümlünün gözüne ilişti; ona göre, tören tam sayılmazdı, kayışlar bağlanmadıkça; askere sevinçle işaret edip, ikisi birden subayı bağlamak üzere makineye doğru koştular. Beriki, Nakkaşı çalıştıran kaldıracı itmek için ayağının birini uzatmıştı, adamların geldiğini görünce ayağını çekip kendisini bağlattı. Fakat kaldıraca uzanamazdı artık; ne asker bilirdi yerini, ne de hükümlü; yolcu ise hiçbir şeye el sürmemeğe karar vermişti. Gereği de yoktu zaten; kayışlar bağlanır bağlanmaz makine çalışmağa başladı; yatak titredi; iğneler, derinin üstünde titreşip parıldadı; Tırmık, kalkıp indi. Yolcu seyretmekteydi; Nakkaşın içindeki bir tekerleğin gıcırdaması gerektiğini unutmuştu; her şey yerli yerindeydi; ufacık bir vızıltı bile duyulmuyordu.

Makine, böyle sessiz sessiz çalıştığı için, dikkati çekmiyordu. Yolcu bir ara askerle hükümlüye baktı. Hükümlü ötekine nispetle daha bir canlanmıştı; makinenin her şeyiyle ilgileniyor, kah eğilip, kah ayak ucuna basıp doğrularak, şahadet parmağıyla askere birtakım ayrıntıları gösteriyordu. Yolcunun canını sıktı bu. Sonuna kadar orada kalmaya karar vermişti ama, bu ikisinin halini seyretmeye dayanamıyordu. Haydi siz evinize gidin!" dedi. Asker gitmeye razıydı, fakat hükümlü bu emri bir ceza saymıştı sanki. Saygıyla el bağlayıp, kalmasına izin verilmesi için yalvarmağa başladı; yolcu hayır dercesine başını sert sert sallayınca, bu sefer diz çöktü. Yolcu emir vermenin fayda etmediğini anlamıştı; tam yanlarına gidip kovalayacaktı ki, o sırada, yukarıdan, Nakkaşın içinden bir gürültü duydu. Başını kaldırıp baktı. 0 dişli çark yine bir iş çıkaracak mıydı? Fakat bambaşka bir şeydi bu. Nakkaşın kapağı yavaşça kalkıp, trak diye açı1dı. Dişli bir çarkın dişleri göründü, sonra yükseldi ve çok geçmeden bütün tekerlek meydana çıktı; sanki çok büyük bir güç, Nakkaşı sıkıştırdığı için tekerleğe yer kalmamıştı; tekerlek yükseldi, yükseldi ve Nakkaşın kenarına gelince düştü, kumun üzerinde biraz yuvarlandıktan sonra yan üstü kala kaldı. Fakat onun arkasından bir ikinci tekerlek daha çıkıyordu; onun arkasından da başkaları, irili ufaklı, hatta gözle fark edilemeyecek kadar küçük bir sürü tekerlek, aynı sona uğruyor; fakat her bakışta insan, "Eh artık Nakkaş tamamıyla boşalmıştır" demeğe kalmadan yeni yeni tekerlekler meydana çıkıp düşüyor, kumun üzerinde yuvarlanarak, yan üstü kalakalıyordu. Bu acayip olay karşısında, hükümlü, yolcunun emrini büsbütün unutmuştu; dişli çarklar onu büyülemişti adeta; yakalamaya uğraşıyor, aynı zamanda da, yardım etmesi için askeri zorluyordu. Fakat her seferinde, elini korkuyla geri çekiyordu; çünkü tam o sırada düşüp sıçraya sıçraya üzerine doğru gelen bir başka tekerlekler onu ürkütüyordu.

Yolcunun cani müthiş sıkılmıştı; makine gözünün önünde parçalanıyordu; sessiz sessiz çalışması bir hileden ibaretti; subaydan yana çıkması gerektiğini söyleyen bir duygu vardı içinde; çünkü artık kendini koruyacak bir durumda değildi subay. Bütün dikkatini yuvarlanan dişli çarklar çektiği için, makinenin geri kalan kısmına bakmayı unutmuştu; son dişli çark da Nakkaştan ayrılınca, Tırmığın üzerine doğru eğildi; bu sefer hiç beklemediği, daha tatsız bir şeyle karşılaştı. Tırmık yazmıyor, sadece saplanıyordu; yatak ise gövdeyi döndürmeden, sadece titreyerek, iğnelere doğru kaldırıyordu. Yolcu bir şeyler yapmak istiyordu makineyi durdurmak için; subayın özlediği nefis bir işkence değildi bu; düpedüz cinayetti. Ellerini uzattı. Fakat tam o sırada, Tırmık eskiden yalnız on iki saatte yaptığı gibi, gövdeyle birlikte kalkıp yana çekildi. Gövdenin üstündeki sayısız deliklerden susuz kan boşanıyordu; çünkü su fıskiyeleri de çalışmaz olmuştu. Sonuncu hareket de başarılamadı; uzun iğnelerin ucuna yapışıp kalan gövde bir türlü düşmüyor, her bir yanından sel gibi kan boşanırken, mezarın üstünde asılı duruyordu. Eski yerine dönmeye uğraşan Tırmık, sanki yükünden henüz kurtulamadığını anlamış gibi orada, mezarın üstünde kalakalmıştı. Yolcu, askerle hükümlüye, "Ge1in, yardım edin!" diye bağırıp, subayın ayaklarından tuttu. Ötekilerde başından tutarsa, subay, yavaşça iğnelerden kurtarılabilir diye düşündüğü için, ayaklarından itmek istemişti, fakat onlar gelip gelmemekte tereddüt ediyorlardı; hatta hükümlü arkasını dönmüştü; bunun üzerine yolcu, yanlarına gidip onları subayın başına doğru itelemek zorunda kaldı. Tam o sırada, -adeta elinde olmadan-, cesedin yüzüne baktı. Hayattaki gibiydi; vadedilen kurtuluştan eser yoktu; makinede başkalarının bulduğu şeyi bulamamıştı subay; dudaklar birbirine sımsıkı yapışmıştı; gözler açıktı; durgun ve inanç dolu bakışlarıyla, hayattaki ifadenin tıpkısı vardı, bu gözlerde; alnına, büyük demirin ucu sap1anmıştı.

Yolcu, arkasında askerle hükümlü, sömürgenin ilk evlerine varınca, asker bunlardan birini gösterip, "İşte çay-evi" dedi.

Duvarlarıyla tavanı tütünden kararmış, derin, alçak ve mağaramsı bir boşluk vardı, evin zemin katında. Bu boşluğun önü tamamıyla yola açıktı. Bu çay-evi, hepsi de harap bir halde bulunan sömürgenin öbür evlerinden -Komutanın muhteşem karargahının çevresindeki evler de dahil- öbür evlerden pek az farklı olmasına karşın, yolcunun üzerinde adeta eski bir tarihsel eser etkisi bırakmış, ona geçmiş günlerin gücünü duyurmuştu. Ardından yürüyen arkadaşlarıy1a birlikte evin yanına gitti; yolun üzerindeki iki boş masanın arasında durup, içeriden gelen ağır, serin havayı burnuna çekti. "Eski Komutan burada gömülüdür," dedi asker. "Papaz, kilisenin avlusuna gömülmesine izin vermediği için bir süre gömecek yer bulunamamıştı; sonunda buraya gömdüler. Subay size bunun sözünü etmemiştir, kuşkusuz; çünkü onun kadar onu utandıran bir şey yoktur. Hatta, geceleyin birkaç defa mezarı kazıp adamı çıkarmaya kalkıştı ama, her seferinde kovaladılar." Askere inanmayan yolcu: "Mezar nerede?" diye sordu. Askerle hükümlü hemen önüne düşüp, kollarını mezarın bulunduğu yöne uzatarak, onu arka duvara götürdü1er. Burada, birkaç masaya oturmuş müşteriler vardı. Doklarda çalışan işçiler oldukları besbelliydi; kısa, parlak ve kara sakallı, güçlü kuvvetli adamlardı. Hiçbirinin üzerinde ceket yoktu; gömlekleri yırtık pırtık, yoksul, zavallı yaratıklardı, bunlar. Yolcu yaklaşırken, içlerinden biri ayağa kalkarak, duvarın dibine çekilip, gözlerini ona dikti. "Yabancı gelmiş." diye bir fısıltı dolaştı aralarında, "mezarı görmek istiyor." Masalardan birini yana çektiler; altında sahiden bir mezar taşı vardı. Üstü bir masayla örtülebilecek kadar alçak, basit bir taştı bu. Küçücük harflerle yazılmış bir yazıt vardı üzerinde; yolcu okuyabilmek için diz çökmek zorunda kaldı. Şöyle deniyordu: "Burada eski Komutan yatıyor. Ona bağlı olup adları artık bilinmeyenler kazdı bu mezarı; bu taşı onlar diktiler. Bir kehanete göre Komutan, bir zaman geçtikten sonra, mezarında doğrulup, bu evde taraftarlarını başına toplayarak, sömürgeyi yeniden ele geçirecektir. İman edip, bekliyesiniz!" Yolcu yazıtı okuyup ayağa kalkınca, çevresine dinelenlerin gülümsediklerini gördü; sanki yazıyı onlar da okumuş, gülünç bulmuşlardı; sanki yolcunun da kendileri gibi düşüneceğini umuyorlardı. Yolcu bunu görmemezlikten gelip adamlara birkaç kuruş dağıttı ve masa, mezar taşının üstüne çekilinceye kadar, orada bekledi; sonra çay-evinden ayrılıp, limana doğru yollandı.

Askerle hükümlü, kendilerini alıkoyan birkaç tanıdıkla karşılaşmıştı, çay-evinde; ama hemen silkinip kurtulmuş olacaklar ki, yolcu daha rıhtımın basamaklarını yarılamadan, arkasından koşa koşa geldiler. Belki son dakikada kendilerini de götürmesi için onu zorlamak istiyorlardı. Yolcu aşağıda, kayıkçının biriyle gemiye gitmek üzere pazarlık ederken, askerle hükümlü basamakları uluorta indiler; ama ağızlarını açmadan; çünkü bağırmağa cesaret edemiyorlardı. Son basamağa geldiklerinde, yolcu kayığa binmişti artık; kayıkçı fora ediyordu. Kayığa atlayabilirlerdi; fakat yolcu, bordadan aldığı düğümlü bir halatı havaya kaldırarak, tehdit etmiş, atlamalarına engel olmuştu.

Franz KAFKA
Türkçesi : A.Turan Oflazoğlu                        

tevfik fikret'e dair - derya atılmış

TEVFİK FİKRET’ E DAİR
(1867-1915)
Derya ATILMIŞ
ODTÜ ADT 2003 Mezunu
Edebiyat-ı Cedide akımının en önemli temsilcisi olarak anılan Tevfik Fikret, sanat ve
yaşam değerlerinin toplamıyla hem kendi kuşağını hem de gelecek kuşakları etkilemiştir.
Kuşkusuz, vatansever, özgürlükçü, idealist, hümanist, haksızlıklara karşı olan ve sanatına da
bunları yansıtarak gelecek kuşaklara ışık tutan bir şairdir.
Kimseden ümid-i feyz etmem dilenmem perr ü bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tairim.
İnhina, tavk-ı esaretten girandır bıynuma.
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.
(Ümidim yoktur hiç kimseden, yardım destek istemem
Kendi olanaklarımla yaşarım,
Eğilmek, esaret halkası kadar ağır, skıcı gelir,
Düşünceleri, bilgi ve kültürü, vicdanı hür bir şairim.)
dörtlüğünde (Rübab-ı Şikeste Önsözü) kişiliğinin bütün yanlarını, yaşamının ve sanatının
ilkelerini bulmak olanağı vardır. Tevfik Fikret, örnek yaşayışı, özgün ve titiz davranışlarıyla
kamuoyunca yüceltilen bir insan, toplumsal sorunlara sorumlulukla eğilen bir yurtsever, yiğitçe
başkaldırmaların sesi olan bir yazar, ilerici ve insancı bir düşünce özüyle gününün
gereksinmelerine cevap vererek, yirminci yüzyıl Türk şiirinin izleyeceği başlıca öncü olmuştur.
Öğrenim hayatına Mahmudiye Rüştiyesi’nde başlayan Tevfik Fikret, Galatasaray
Lisesi’ni (o zamanki adıyla Mekteb-i Sultani) birincilikle bitirdi. Değişik yerlerde çeşitli
memurluklarda bulundu. 1891’de Mirsad dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik kazanınca,
edebiyat çevrelerinde adını duyurdu. 1892’de Galatarasaray Lisesi’ne Türkçe öğretmeni olarak
atandı. 1894’te Malumat dergisini çıkaranlar arasında yer aldı. 1895’te hükümetin memur
maaşlarından kesinti yapmasına tepki olarak görevinden ayrıldı. Bir yıl sonra Servet-i Fünun
dergisinin yazı işleri müdürlüğüne getirildi, dergi onun yönetiminde Edebiyat-ı Cedide akımının
yayın organı durumuna geldi. Aynı yıl Türkçe öğretmeni olarak Robert Kolej’e giren Fikret, o
dönemde aydınlar üzerindeki yoğun baskılar nedeniyle dergideki görevinden istifa etti. 1906’da
Robert Kolej’in hemen yanında bir ev yaptırarak Aşiyan adını verdi; oğlu Haluk ve eşiyle beraber
buraya yerleşti. 1908’de II. Meşrutiyet’in ateşli savunucularından biri oldu. Meşrutiyetten sonra
Hüseyin Cahit Yalçın ve Hüseyin Kazım Kadri ile birlikte Tanin gazetesini kurdu. Gazete, İttihat
ve Terakki’nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıktı ve Tanin’den ayrıldı.
Daha sonra Galatasaray Lisesi Müdürlüğü’ne getirildi. O günlerde çıkan 31 Mart olayını protesto
etmek amacıyla bu görevinden de ayrıldı, ama öğrencilerinin ve Eğitim Bakanı Nail Bey’in
ısrarları üzerine görevine geri döndü. Bir süre sonra yeni eğitim bakanı ile anlaşamayarak
görevini bir daha dönmemek üzere bıraktı. İttihat ve Terakki iktidarına da karşı çıkarak Aşiyan’a
çekildi. Kolundan olduğu bir ameliyattan sonra öldü.
Küçük yaşlarda yazmaya başladığı ilk şiirlerinde iç dünyasını yansıtan Tevfik Fikret,
Muallim Naci ve Recaizade Mahmut Ekrem’in şiir anlayışları arasında gidip gelen bir dönem
geçirmiştir. Daha sonra Fransız şiiriyle tanışmış ve özellikle François Coppe’den etkilenerek
kendi tarzını oluşturmaya başlamıştır. Fikret, aşırı titiz tutumu ve ayrıntılar üzerinde durmasıyla
kendine özgü bir üslup yaratmış, çağına damgasını vurmuştur. Biçimsel kaygıları hiçbir zaman
bırakmamış, sürekli yenilik aramıştır. Rübab-ı Şikeste’de toplumsal konulara ağırlık veren
şiirlerinin yanı sıra günlük konuşma diline yakın şiirleri de vardır. Betimlemelerindeki ayrıntı
ustalığı ressam kişiliği ile de ilgili olan Fikret’in doğa şiirlerinde, doğayla neredeyse örtüşmeye
varan bir uyum görülür. Oğlu Haluk’un onun şiirlerinde büyük etkisi görülür. İkinci kitabı
Haluk’un Defteri ‘ndeki şiirler en iyimser ve en umutlu şiirleridir. Bu şiirlerinde Fikret oğluna ve
Osmanlı gençliğine çalışkanlık, yurtseverlik, hukuktan yana olma gibi erdemleri öğütlemiştir.
Rübabın Cevabı’ndaki “Sis” şiirinde acı, zorbalık, baskı ve haksızlıkları anlatmış, “Tarih-i
Kadim’e Zeyl” şiirine de Mehmed Akif’in suçlamalarına karşılık vermiş, din ve doğa
konusundaki görüşlerini ortaya koymuş, kendisinin doğanın bir izleyicisi olduğunu söylemiştir.
Şermin ise Fikret’in yalın bir dil ve kısa dizelerden kurulu dolaysız bir anlatımın egemen olduğu
şiirlerinden oluşur.
Fikret 30 yaşlarındayken çevresindeki olumsuzluklardan etkilenmeye başlamış ve
sorunlarına çözüm aradıkça, dünya görüşü yaşadığı dönemin kültür koşullarını aşmıştır.
Özgürlük ve eşitlik anlayışı ezilen insanların çıkarları doğrultusunda toplumsal bir öz
kazanmıştır. Sınıfsal çıkarlara dayalı bir yönetim biçimini eleştirmiş, belli egemen sınıfın
koyduğu yasalara ve yönettiği devlete karşı çıkmıştır. Ekonomik hak ve özgürlüklerden yoksun
bırakılan kitlelerin kağıt üstündeki siyasal özgürlüklerinin bir anlamı olmadığını göstermiştir.
Fikret’in ilerici, aydın, özgürlükçü, eşitlikçi kişiliği Mustafa Kemal üzerinde de derin
etkiler bırakmıştır. Fikret’in şiirleri arasında, özellikle Sis, Tarih-i Kadim ve Ferda üzerinde
durmakta yarar var.
“Sis” aslında Fikret’in yaşadığı İstibdat döneminin kısa bir tablosunu
çizmektedir:
“Sarmış yine afakını bir dud-ı muannid
Bir zulmet-i beyza ki peyapey mütezayid”
(Ufuklarımı inatçı ve gittikçe çoğalan bir karanlık
sarmış.)
Tarih-i Kadim’e gelince, Atatürk Fikret’in bu şiirinden şöyle söz eder:
“Tevfik Fikret’in o Tarih-i Kadim’i yok mu, işte o dünyada yapılması gereken
bütün devrimlerin kaynağıdır.”
Fikret, Tarih-i Kadim’de, insanı ezen, tutsak eden, savaş, zulüm, baskı, taassup,
adaletsizlik gibi her şeye isyan etmiştir. Fikret’in tarih kavramı hep savaşları, vahşilikleri,
katliamları içerir. İnsanlığın bu korkunç ve kanlı serüveninde din, inanç ve geleneklerin istismar
edilmesi büyük rol oynar.
“Din şehit ister asuman kurban
Her zaman her tarafta kan kan kan”
Fikret yine Tarih-i Kadim’de gerçek özgürlüğe savaşsız ve sultansız bir dünyada
ulaşılacağını tasarlar.
“İşte hürriyet-i hakikiyye,
Ne muharip ne harb ü istila
Ne tasallut, ne saltanat, ne şeka”
(Gerçek hürriyet,ne savaşçı, ne savaş ve yayılma,
Ne saldırı, ne mıtlakiyet, ne de alçaklık ister.)
Fikret, gençliğin yarının en büyük güvencesi olduğuna inanmıştır.
Ferda senin, senin bu teceddüt, bu inkılap
Her şey senin değil mi ki zaten?...Sen ey sebab...
(Yarınlar senin,bu devrim bu yenileşme hep senin
Herşey senin değil mi ki zaten?)
Fikret gençliği “hayatın ümidi” olarak görür. Oğlu Haluk ile birlikte bütün Türk
gençliğini düşünür, ülkenin onların çabalarıyla kalkınacağına, ilerleyeceğine inanır. Çünkü
gençlerin elinde geleceği kurmak için “cennet kadar güzel bir vatan” vardır. Onu korumak
çalışan gençlerin ödevidir, çünkü
...Vatan gayur insanların omuzları üstünde yükselir.
Vatanın bütün umutları gençlerdir. Çünkü,
Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin.
Fikret’in saydığı değerler, gençlere ancak emanettir. Gelecek, gençlikten bunun
hesabını soracaktır. Çünkü yarın, ancak onu yaratanlar için vardır. Bu bakımdan gençliğin büyük
sorumluluğu çağını yakalamaktan geçer.
Asrın unutma, harikalar asrı feyzidir.,
Her yıldırımda bir gece bir gölge devrilir.
Bir ufku itila açılır, yükselir hayat.,
Yükselmeyen düşer, ya terakki, ya inhitat!
Yükselmeli dokunmalı alnın semalara,
Doymaz beşer dedikleri kuş itilalara..
Uğraş,didin düşün,ara, bul, koş, atıl, bağır
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!
(Yüzyılın harika bir ilerleme, bilgi ve kültürde harikalar
yaratma yüzyılıdır.
Her yenilikte bir bilgisizlik karanlığı aydınlanur,
Bir ilerleme ufku açılır, hayat yükselir.)
Son olarak, büyük eğitimci, Köy Enstitüleri’ne büyük emek veren, eski Milli
Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel’in, mezarının bulunduğu Aşiyan’da Fikret için
söyledikleri, onun kişiliğinin ve sanat yaşamıyla beraber düşünce yapısının da özeti gibidir:
“Fikret’in en belirli müsbet tarafı, garpçı ve ilerici bir insan oluşudur.
Menfi ciheti gibi bu da Fikret’in devamlı ve değişmez vasıflarından biridir ve başlıcasıdır.
Bunda Galatasaray’ın büyük etkisi muhakkaktır. Fakat o okulun verdiği eğitime bağlamak
doğru olmaz. Fikret’in sağduyusunu bu noktada takdirle görmemek kabil değildir. Fikret
güneşin artık garptan doğduğunu en iyi anlayanlarımızdan biridir. Dıştan bakışa göre bir
şaşkınlık gibi görünen bu anlayışın gerçeğe uygunluğu, Milli Mücadelemizi takip eden
yıllardaki inkılaplarımızla aydın ve keskin olarak meydana çıkmıştır. Yetiştirdiğimiz büyük
insanlar arasında Fikret daima var kalacaktır...”
Kaynakça : Ana Britannica, 20. Cilt, sf. 516
Görsel Büyük Genel Kültür Ansiklopedisi, 22. Cilt, sf. 8464
Prof. Dr.Zeki Arıkan:Tevfik Fikret ve Atatürk(Müdafaa-i Hukuk Dergisi,sayı 24)
* Bu yazı ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu yayın organı düşün dergisinin 12.sayısının 55-57
sayfalarında yayımlanmıştır.

fuzuli - leyla ile mecnun

bilig 􀃊 Bahar / 2004 􀃊 sayı 29: 201-222
© Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı
Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi ya da Fuzûlî’nin
Hikaye-i Leylâ ve Mecnun’u Sunuşu
Araş. Gör. Alpay Doğan YILDIZ☯
Özet: Klâsik Türk edebiyatında bir tür olan mesneviler, yazılı uzun
manzum hikâyelerdir. Bu mesnevilerden birisi de Türk edebiyatının
klâsikleri arasında anılan ve konusu değişik şairler tarafından
da işlenen Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnun adlı eseridir. Birer anlatı
metni olan mesneviler, bütün anlatı metinleri gibi belli yapısal elemanların
düzenlenmesiyle oluşurlar. Ancak mesnevilerde kendilerine
has birtakım yapısal elemanlar da mevcuttur. İçerisinde
hangi elemanlar yer alırsa alsın, bütün edebî metinler gibi, anlatı
metinleri de tamamlanmış bir yapı olarak okurun karşısına çıkar.
Anlatı metinlerinin belki de en belirgin özellikleri, bu yapı içerisinde
bir hikâye anlatmalarıdır. Bu yazıda, bir anlatı metni olarak
Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn mesnevîsinin genel yapısal görünüşü,
esere konu olan hikâyenin sunulması için anlatıyı oluşturan belli
temel elemanların hangi tercihler doğrultusunda düzenlendiği, kısaca
Leylâ ve Mecnûn adlı hikâyenin okura nasıl sunulduğu üzerinde
durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn , mesnevi, anlatıcı,
yapı, karakter
Giriş
Bilindiği gibi içerisinde olayın asıl unsur olduğu, bu olayın anlatma vasıtasıyla
sunulduğu, diğer unsurların olay etrafında birleştirildiği metinler anlatma
esasına bağlı metinler olarak adlandırılmaktadır (Aktaş 1991:11). Her
edebî metni olduğu gibi, anlatılar olarak da adlandırılan (Demir 1992:19)
destan, masal, halk hikâyesi, kısa hikâye ve roman gibi anlatma esasına bağlı
metinleri de ‘sanatçı merkezli, toplum merkezli, yazar merkezli, okur merkezli,
eser merkezli’ (Moran 1999:10) gibi değişik kriterleri merkeze alan
değişik eleştirel yaklaşımlarla ele almak mümkündür. Ancak, Şerif Aktaş’ın
☯ 19 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü / SAMSUN
adogan55@hotmail.com
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
202
ifadeleriyle söylemek gerekirse, “Edebiyat ilmi diye bir ilmin varlığını kabul
eden ve bu ilmin kendine has bir çalışma sahası olduğunu düşünen insan,
eseri bağımsız bir hadise olarak ele almak, ...onu kendi sistemi içinde incelemeye
gayret etmek zorundadır. Çünkü edebiyat ilminin uğraşacağı asıl
saha edebî metnin kendisidir. Hangi seviyede olursa olsun edebî metin tamamlanmış
bir sistem olarak karşımıza çıkar. Bu sistemi meydana getiren
unsurlar arasındaki ilişki ağını tespit etmeden onun muhteva hususiyetlerini
anlamak ve isabetli olarak yorumlamak araştırıcının sezgi kabiliyetine terk
edilir. Söz konusu ilişkiler çözülmeden esere estetik değer kazandıran hususları
sezmek mümkünse de göstermek imkânsız denecek ölçüde zordur”
(Aktaş 1991:10).
Bu yazı çerçevesinde, Türk edebiyatının klâsikleri arasında kabul edilen
Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’u (Ayan 1981) ‘eser merkezli’ olarak ele alınacaktır.
Bunun için esere ‘tamamlanmış bir sistem’ olarak yaklaşılacak, bu
sistemdeki belirgin elemanların hangi ilişkiler içerisinde düzenlenerek bir
bütünlük görüntüsü sergileyen eseri/sistemi meydana getirdiği üzerinde
durulacaktır. Başka bir ifadeyle, anlatı metinleri arasında yer alan bir mesnevinin
genel yapısal görünüşüne; anlatının/mesnevinin konusu olan hikâyenin
sunulması için anlatıyı oluşturan belli temel elemanların hangi tercihler doğrultusunda
düzenlendiğine, yani Leylâ ve Mecnûn adlı hikâyenin okura nasıl
sunulduğuna biraz daha yakından bakılmaya çalışılacaktır. Böylece, Türk
edebiyatının klâsikleri arasındaki bir metin vasıtasıyla, bu metni “edebiyat
tarihlerinin nakil ve intibalara bağlı ifâdeleri dışında, kendi varlık şartları
içinde, bir sistem hüviyetiyle karşımıza çıktığı gözden uzak tutulmadan ele
alıp, ona edebî olma vasfı kazandıran hususları tespit etmeye ve dikkatlere
sunduğu fiktif âlemin vasıflarını belirlemeye, anlatma problemiyle ilgili
husûsiyetlerini gözler önüne sermeye çalışarak”, (Aktaş 1991:7) ilk defa
sınıfta duyulduğu belirtilen bir ‘hülyânın’ (Aktaş 1991:7) gerçekleşmesi
yolunda küçücük de olsa bir katkı sağlamak istenmektedir.
Ahmet Ateş’in ‘mesnevî’ için, “Arapça ‘sny’ sülâsisinden türemiş ve ‘ikişer
ikişer’ mânâsına gelen ‘mesnen’ kelimesinin bir nispeti gibi görünmekle
beraber bu söz, Arapça’da kullanılmamıştır.” dediğini aktaran Amil
Çelebioğlu, ‘iştikakı itibariyle Arapça olan mesnevî tabirinin Farsça’da taammüm
edip daha sonra Türkçe’ye de geçtiğini’ söyler
(Çelebioğlu1999:21). Aynı yazarın ‘bilhassa Türkçe’de Mevlânâ’nın eserinin
adı dolayısıyla meşhur, hatta bu sebeple bir nazım tarzı olan husûsiyetini
ilk planda hatırlatmadığını’ söylediği kelime, edebî bir terim olarak ‘her
mısra’ı kendi arasında müstakilen kafiyeli beyitlerden meydana gelen, beyit
Yıldız, Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
203
sayısı bakımından iki üç beyitten binlerce beyite kadar olabilen bir nazım
şekline denilmiştir’ (Çelebioğlu1999:21). Manzum eser olarak mesnevîleri
iki gruba ayıran Çelebioğlu, çalışmasında asıl üzerinde durduğu mesnevîlerin,
‘Eski Türk Edebiyatının bir çeşit manzum hikâye veya romanları denilebilecek
veya bir tahkiye yönü olan mahsuller’ olduğunu belirtir
(Çelebioğlu1999:23).
Yazılı uzun manzum hikâyeler olan mesneviler Çelebioğlu gibi, değişik
araştırıcılar tarafından romana benzetilir (Aktaş 1995, Tökel 1998, Turinay
1996, D’İstria 1982, Kahraman 2000). Gerçekten de mesnevîlerin temel
noktalarda romanla çeşitli benzerliklere sahip bir tür olduğu görülmektedir.
Burada Leylâ ve Mecnûn mesnevisindeki hikâyenin sunuluş tarzına ait genel
görünüş ortaya konulmaya çalışılırken, üzerinde mesnevîlere nazaran daha
fazla araştırma yapılmış, günümüz okurunun okuma öncesi hazır bulunuşluk
noktasından, kendisine daha yakın olan roman türüne ait bilgilerden yararlanma
yoluna gidilecektir. Bu yararlanmanın gerisinde, günümüzün muteber
edebî türlerinden birine/romana ait temel hususiyetleri artık zamanını tamamlamış
bir tür/mesnevi üzerinde tespit ederek, o tür ve yazarına itibar
kazandırma gibi bir düşünce bulunmamaktadır. Kendisi hakkında çok fazla
bilgi sahibi olunmayan bir şeyi anlamak için, ona, genel özellikleri itibariyle
kendisine benzetilen ve hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğumuz bu benzetilen
şeye ait birikimle yaklaşmanın faydalı olacağı düşünülmektedir.
Yoksa elbette roman ve mesnevi, temelde bir çok ortak niteliklere sahip
olsalar da farklı zamanlarda, farklı kabullerin neticeleri olan estetik anlayışlar
etrafında teşekkül etmiş farklı türlerdir.
Uzun/Asıl Hikâyeye Doğru Kısa/Ön Hikâyeler
Hemen hemen bütün mesnevîlerde anlatılacak olan asıl hikâye öncesinde,
Allah’ın varlığı ve birliğinden, onun kudretinin büyüklüğünden, Hz. Peygamber’in
yüceliğinden ve şairin ona olan sevgisinden, devrin padişahının
ve şairi himaye eden kişinin övgüye layık niteliklerinden, anlatılacak hikâyenin
yazılmasının nedenlerinden bahsedilen, yine dert ortağı olarak görülen
Sâkîye seslenilen tevhid, münâcat, na’t, kasîde, sebeb-i telif, sâkî-nâme gibi
birtakım bölümlerin bulunduğu bilinmektedir. Bu durum Fuzûlî’nin eserinde
de görülür. Ancak önemli olan, mesnevîlerin girişinde görülen bu bölümlerin
bir mesnevide yer alıyor olmaları değil, belli bir konu hakkındaki hikâyenin
anlatımı merkezinde oluşturulan bir mesnevîde bulunmaları ve içinde
bulundukları eserin bütünlüğü noktasından bakılınca bir başka eser içerisinde
de (meselâ dîvanlarda) yer alabilecek örneklerine göre nasıl bir görünüm
sergiledikleridir.
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
204
Fuzûlî Dîbâce-i Kitâb-ı Leylâ vü Mecnûn’u müteakip üç adet rubaî ile
Dâstân-ı Leylâ vü Mecnûn’a başlar. Bu rubaîlerde, Allah’a ne yapmak istediğini
söyleyen ve bunun gerçekleşmesi için onun yardımını isteyen şair,
müteakiben yüce niteliklerinden bahsettiği Allah’tan haceti için medet ister.
Tevhidlerde, Allah’ın birliğinden, kudretinden, sıfatlarından; na’tlerde Hz.
Peygamber’in diğer peygamberlere üstünlüğünden bahseder. Şair, daha sonra
kudret ve kuvvetinin noksanlığını Sâki’ye arz eder. Kendisi ‘Şiire kıymetini
vermeye hazırdır; harabı tamir etmeye taliptir ve bu konuda Allah’ın
yardımıyla başarılı olacağını’ da düşünmektedir. Derdini Sâkî- nâmede
biraz daha açar: ‘Eski şairler cihana ululukla gelip gitmişlerdir. Devran
onları yüceltmiştir. Her birini bir padişah korumuştur. Fesahat erbabı arasında
rahat kalmayınca bu ulular kendilerini bildirmez olmuşlardır. Şiirin
yolunun kaybolmaması, geleneğin korunması için söz üslubunu zaptetmesi
gerektiğini düşünür. İşi zordur. Çünkü eski şairler zamanındaki temiz gül
bahçesi, temiz şarap artık yoktur.’
Ancak şair bütün bu övünülecek şeyleri gayr-ı ihtiyarî söylediğini belirtir ve
daha sonra eserini yazma ve bu azabı çekmesinin sebebini yine Sâkî’ye
anlatır: ‘Anadolu’dan bir kaç zarif, şairi hileyle imtihan okuna hedef yapmışlar;
ondan Acem’de çok olan, ancak Türkler arasında olmayan Leylâ ve
Mecnûn efsanesini/destanını yazmasını; eski bahçeyi tazelemesini istemişlerdir.
Bir can belası olan bu iş son derece zordur. Çünkü üstadın, yani Nizâmî’nin
bile şikâyet ettiği bir işte öğrenciye müracaat etmek zulümdür’.
Ancak ‘vazgeçmek mümkün olmayacağına göre özürle başlayıp tevekküle
baş vurarak, binek olarak kalem ve kağıtla, azık olarak hoş mazmun ve güzel
sözlerle yetinip yola çıkmak gerekir’ diyen şair, asıl hikâyeye başlamadan
son olarak, seslendiği kalem vasıtasıyla sözü Saadetli Bey Hazretleri’nin
methine getirir: ‘Artık cevher dökme zamanıdır. Hüner bahçesinin gül fidanı,
cevher hazinesinin anahtarı olan kalem çalışmalı, pak cevherler çıkarmalı,
bütün bunları anlayanın olmayacağını sanmamalıdır. Zira zamanın baş
kumandanı, adaletli ve olgun emir Sultan Veys kalemine güç verecektir.’
Asıl Hikâye: Türkler’de Olmayan Efsanenin Yazılması Ya Da Eski Bir
Bahçenin Tazelenmesi
Leylâ ve Mecnûn’un da içinde yer aldığı, bir aşk hikâyesinin öne çıkarıldığı
metinlerde, olayın genel görünüm itibariyle, ‘Sevgililerin birbirlerini bulması,
sevgililerin ayrılması, sevgililerin yeniden birleşmesi’ (Tobias 1996:13-
14) veya ‘Genç kız ile erkeğin arasında aşkın doğuşu, sevgililerin ayrı düşürülmesi,
sevgililerin birbirlerine kavuşabilmek uğrunda verdikleri savaşım,
evlilik ya da ölümle bitiş’ (Moran 1991:24 ) şeklinde bir seyir takip ettiği
Yıldız, Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
205
bilinmektedir. Fuzûlî tarafından yeniden kaleme alınan hikâyenin karakterleri
de, bu aşamalardan geçen bir macerayı yaşarlar.
Hikâyenin başkarakteri olan Mecnûn (Kays), ‘her türlü dünya varlığına
sahip olduğu halde, cihanda varisi olmayan’ bir Arap beyinin duaları sonunda
dünyaya gelen oğludur. On yaşına gelen çocuk büyük bir törenle
sünnet ettirilir ve bilim öğrenmesi için gönderildiği mektebe süs verir. Kays
okuldaki kızlardan biriyle (Leylâ) muhabbete başlar. Bir süre sonra ‘Kays
Leylâ’nın esiri olmuş; Leylâ dahi ona mail olmuş!’ dedikodularının çıkması
üzerine Leylâ, annesinin isteğiyle okuldan ayrılır. Bu durum karşısındaki âh
u zârları nedeniyle Kays artık Mecnun olarak anılmaya başlar. Bir nevruz
günü karşılaşan iki sevgili birbirlerini görünce kendilerinden geçerler. Ayıldığında
arkadaşlarının Leylâ’yı götürdüklerini öğrenen Mecnûn, babasına
özür beyan eden bir haber gönderdikten sonra çölün yolunu tutar, insanlardan
uzaklaşır. Babası, Leylâ’dan vazgeçmesi yönünde yaptığı nasihatler kâr
etmeyince oğluna Leylâ’yı istemeye karar verir. Leylâ’nın babası ise, mîzâcını
değiştirmesi şartıyla kızını Mecnûn’a vereceğini söyler ki, bu Mecnûn’un
ihtiyarının ötesinde bir tekliftir. Derdine çare aramak için Kâbe’ye
dahi götürülen Mecnûn gittikçe insanlardan uzaklaşır, derdini tabiattaki varlıklara
(dağa, çeşmeye, ceylana, güvercine) anlatır, onlarla hasbihâl etmeye
başlar. Durumu Mecnûn’unkinden pek farklı olmayan Leylâ ise bazen muma,
bazen aya, bazen sabah rüzgarına içini döker. İtibarlı, halkın sevdiği,
kavrayışı üstün İbni Selâm’ın Leylâ’yı istetmesi üzerine, Mecnûn gibi aşk
yolunda çok koşmuş olan, savaşlarda hiç yenilmeyen Nevfel, Mecnûn’a
yardım edeceğine dair ümit verir. Lâkin Mecnûn için Leylâ’nın kabilesiyle
iki defa savaşan Nevfel, Mecnûn’un muradına erişmesini sağlayamadığı için
yalancı duruma düşer. Ümidi azalan ve kendisini zincire vuran Mecnûn,
değişik bahanelerle sevgilisine mukaabil olmak suretiyle halini arz eder.
Ancak İbni Selâm Leylâ’yı alır. Leylâ uydurduğu bir yalanla (Leylâ, kendisine
mektepten beri peri soylu bir cinlinin musallat olduğunu ve bu cinlinin
yanına âdem oğlu almasını istemediğini, aksi halde ikisini de yok edeceğini
söylediğini belirtir) İbni Selâm’ın kendisine sahip olmasını engeller. Kendisi
de aşk derdi çekmiş olan Zeyd, Leylâ’nın macerasını Mecnûn’a anlatınca
Mecnûn sevgilisine sitem dolu bir mektup gönderir. Leylâ ise özür dileyen
ve işin aslını anlatan bir cevap verir.
Bu arada oğlunu çölde tekrar bulan Mecnûn’un babası onun ıslâhının mümkün
olmadığını anlar. Oğluyla vedalaşan baba bir süre sonra ölür. Babasının
kabrini ziyaret eden Mecnûn yüzünü güldüremediği babasından affını diler.
Bütün hayvanların dilinden anlamaya başlayan Mecnûn, dert mülkünün şahı
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
206
olmuştur. Vahşi ve evcil hayvanlar onun askerleridir. Leylâ’ya olan aşkını
artırması için Allah’a yalvaran Mecnûn’a sevgilisinden haber getiren Zeyd,
onun Mecnûn’a olan vefasını bildirir. Leylâ’ya, ayrılığın gamını ortadan
kaldırmayı teklif eden Mecnûn, eğer İbni Selâm buna engel olursa, bir ah ile
onun tahtını târ u mâr edeceğini söyler. Derken İbni Selâm ölür. Çölde karşılaşan
iki sevgili ancak maceralarını anlattıktan sonra birbirlerini tanıyabilirler.
Leylâ’ya, ‘kötülük arayanların ağzını açma, benim gibi aşk yolunu elden
tutma, namusunu eksiklikten sakın’ (s.361) diye nasihatler eden Mecnûn,
Leylâ’nın kavuşma talebini geri çevirir, ona aşkın mahiyetine dair, kendi
durumunu da anlatan bir şiir okur. Bu durum karşısında Leylâ, ‘aferin sana,
tertemiz bir kişiymişsin; topraktan yaratılmış hâlis bir varlık imişsin. İnsâf,
kanâat dediğin bu kadar olur. Hevâ ve hevesi susturmaya kabiliyet bu kadar
olur’ (s.364) sözleriyle sevgilisini takdir eder. Mecnûn’un faziletleri gittikçe
artar. Nihayet dost yadıyla ölen Leylâ’nın ardından Mecnûn da hasretle
dünyayı terk eder. Zeyd onları rüyasında, Rıdvan’da görür. Zeyd’in anlattıklarını
dinleyen halk, iki sevgilinin mezarını ziyaret etmeyi âdet haline getirir.
Bir aşk kurgusu görünümü sergileyen Leylâ ve Mecnûn mesnevîsinde, anlatılanların
genel çerçevesi öykü boyutu itibariyle bu şekildedir. Böyle bir
genel çerçeve sergileyen ve Mecnûn ile Leylâ arasındaki aşk hakkında olan,
başka şairler tarafından da anlatılan bu hikâye acaba Fuzûlî’nin eserinde
nasıl sunulmaktadır? Hikâyenin sunuluşunda öne çıkan kimi tercihlerin,
hikâyenin anlatımında ve anlatımın asıl muhatabı olan okurun okuma sürecindeki
rolleri nelerdir?
Hikâyenin sunuluşunda dikkati çeken özelliklerden birisi, şairin belli aralıklarla
hikâyenin daha önceki üstadlarca da böyle anlatıldığını hatırlatmasıdır.
Hikâyeyi anlatmaya başlamadan, ‘bu konunun kendisinden önce defalarca
işlendiğini, tasarrufu hayli zor olan bu konuyu işleyenlerden biri olan Nizâmî’nin
(üstadın) bile zorluğundan şikayet ettiğini, böyle bir hikâyenin Türkçe’ye
kazandırılması konusunda öğrenciye (kendisine) müracaat edilmesinin
zulüm ve ağır bir imtihan olduğunu’ (s.395) belirten şairin, hikâyeyi anlatırken
adını vermediği söz üstadlarına atıfta bulunduğu görülür.
‘Hikâye bahçesinin sahibi, rivâyet cevherlerinin sarrâfı; mânâ çemenine gül
dikerken, söz ipliğine cevher dizerken; şöyle nükteler yapmış, gül ve cevher
saçmış.’ sözleriyle Leylâ ve Mecnûn’a ait macerayı anlatmaya başlayan şair,
‘Söz bahçesinin bahçıvanı, bu bostanı böyle bezemiş’ (695), ‘Fars asıllı hoş
söyleyen bir şair, bu bahçeye şimşâdı böyle dikti’ (1185), ‘Söz saraycığının
mîmârı, bu evi şöyle onarmıştır’ (1378), ‘şair yazarken bu sevincin tuğrasını
şöyle çekti’ (1974) gibi sözlerle, hikâyenin ilerleyen bölümlerinde, baştaki
Yıldız, Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
207
ifadelerine benzer şekilde hatırlatmalar yapar. Bu ifadelerle şairin, ‘söz bahçesinin
sahibi, söz bahçesinin bahçıvanı, söz saraycığının mimarı’ olarak
kendisini kastettiği de düşünülebilir. Söz dağarcığına bütün bu incileri dizen
gerçekte kendisidir. Ancak özellikle 1185. beyitteki sözler, şairin kendinden
önce bu hikâyeyi ele alanların anlattıklarını göz ardı etmediğini, hatta onların
çizdiği yoldan gittiğini özellikle hatırlattığı gerçeğine işaret eder.
Hikâyenin sunuluşu sırasında dikkati çeken bir başka nokta, şairin Sâkî ile
hikâye öncesinde başlattığı münasebetini, bütün bir hikâye boyunca sürdürmesidir.
Esas hikâyenin öncesi ve sonrasıyla birlikte, on altı yerde Sâkî’ye
seslenen şairin bu hitaplarından dokuzu karakterlerin maceralarının anlatıldığı
esas hikâye içindedir. Şair hikâye öncesinde yer alan bölümlerden,
hikâyenin anlatılmaya başlandığı bölümün hemen öncesindeki beş hitabında
ve hikâye içerisinde Sâkî’yi, bir dert ortağı, sözün değerinin bilinmediği bir
devirde sözden anlayan birisi olarak görür. Şairin hikâye öncesindeki hitaplarından
ve bu hitaplarla ilgili bölümler arasında kurduğu geçişlerden, padişaha
yazdığı kasideyi, eserini yazma sebebini ve şairliğinin gücünü Sâkî’ye
anlattığı anlaşılmaktadır. Sâkî’ye esas hikâyenin anlatımı esnasında yapılan
seslenişler, hikâyenin ilk plânda sâkîye anlatıldığı izlenimini doğurmaktadır.
Hikâye içerisinde şairin Sâkî’ye seslendiği belli bölüm başlarının olayın akış
sürecindeki yerine ve buralarda söylenen sözlere bakarak, şairin bu seslenişlerde
iki niyetinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bunlardan birincisi, başlığında ‘ne hakkında olduğu’ söylenen (‘Bu Mecnûn’un
atası sahrâda bulduğudur ve nasîhatta ıslâhından âciz olduğudur’
v.b.) bölümde olacakların mahiyetini okura sezdirmesi ve birazdan anlatılacaklarını
genel plânda ve alınması gereken dersler boyutunda yorumlamasıdır.
Meselâ, Leylâ’nın mektepten alınışının anlatımından sonra şair sözü
tamamlarken, (Bir başlıkla, her bölümün ne hakkında olduğunu belirten şair,
belli bir merkezde gelişen olayları Temâmî-i Sühan başlığı altında tamamlar
) bu olayı haber alacak olan Mecnûn’un düşeceği durumu yeni bir bölümde
anlatmadan, Sâkî’ye seslenir. Ona ‘felek vefâsızdır, daima işi eziyet ve cefâdır.
Dönüşü aynı değildir, zamanının itibarı yoktur. İki sevgiliyi aynı havayı
soluyacak kadar yaklaştırsa, su ile ateşi bir yere getirse, elbette araya bir
sebep salar, onları bir belâya esîr eder. Billahi, ayrılık olduğu zaman biliş
olmak ne yamandır.’ (690-694) diyerek, iki sevgilinin ayrılma nedenlerine
başka bir gözle bakar, ayrılışın kendine göre asıl nedenini söyler. Mecnûn’un
Nevfel ile karşılaşacağı bölümün başında şair önce Sâkî’den kendisi
için yardım ve şarap ister. Çünkü kimsesiz kalmış, iradesi elinden gitmiştir.
Ardından ‘Ben kaçığın sığınağı, kimsesizlerin ümidi ol. Uğraş, bir işe söz
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
208
verme, eğer verirsen vefâlı olmaya çalış.’ (14142-1413) sözleriyle, Sâkî’ye
tavsiyelerde bulunur ki, bu sözlerin anlatılacak olayların mahiyetine de işaret
ettiği birazdan anlaşılacaktır. Çünkü Nevfel, ‘Vefâ her kimseden kim istedim
andan cefâ gördüm.’, ‘İkbâlime yokdur itibârım / Müşkil görünür benim
murâdım.’ diyen Mecnûn’un derdini dinledikten sonra, ‘Li’llâhi’l-hamd
gayretim var / Gayret kadarınca kudretim var’ (s.203-204) sözleriyle ona
ümit verecek; ancak gelişen olaylar sonucu verdiği sözü yerine getiremeyecek,
yani vefalı olamayacaktır. Bunun gibi yine, başlığından İbni Selâm’ın
Leylâ’ya talip olarak onunla nişanlanacağını, ancak Leylâ’ya sahip olamayacağını
anladığımız bölümün (s.231 ) girişinde önce Sâkî’den can rahatlığı
için mey-i mugân istenir. Müteakiben gelen ‘Âlemin kararı nicedir, rahatlığın
âkibeti ve gamın sonu nicedir, sor. Dünya işi değersiz, feleğin gidişi
kararsızdır. Çok kimse bir defineyi elde etmek için sıkıntıya düşer ama o
başkasına nasip olur. Her baş çekip giden gül fidanı sudandır, harcadığı da
hararettir, onu gör. İşin aslı kaderdedir, isteyenin istenmesi ise hoştur’
(1661-1665) ifadeleri biraz sonra anlatılmaya başlanacak olayların mahiyeti
hakkında okura işaretler verir. Gerçekten de bir çok kimse defineyi/Leylâ’yı
elde etmek için uğraşmıştır. En son ona İbni Selâm talip olmuş, Leylâ’nın
ailesi de bu talebi kabul etmiştir. Ancak şairin Sâkî’ye hitabında işaret ettiği
gibi, asıl söz kaderin olacak, Leylâ İbni Selâm’a da nasip olmayacaktır. Bu
örneklerde olduğu gibi hikâye içerisinde Sâkî’ye hitap edilen diğer yerlerde
de, birazdan anlatılacak olayların mahiyetlerine dair işaretler olduğu görülmektedir.
Sâkî’ye seslenilen kısımların olayın gelişim sürecindeki yerlerine bakılarak,
bu seslenişlerin gerisindeki bir diğer niyete gitmek mümkündür. Sâkî’ye
seslenilen yerler, hikâyede yeni gelişmelere yön verecek ‘çekirdek bir olay’ın
(Barthes 1993: 92) bahsine geçilecek bölüm başlarıdır. İşte şair, bir
çekirdek olay etrafında teşekkül eden ve epeydir anlatılmakta olan bir kesitin
ardından, bir yenisine geçmeden önce, Sâkî’ye seslenerek, hem uzun bir
süredir olayı takip eden okuru dinlendirir, ona dikkatini tazeleme fırsatı verir,
hem de, olayların akışına kapılarak, şairin daha hikâyenin en başında
yaptığı işin mahiyetine dair söylediği şeyleri unutmuş olması muhtemel
okurlara, bunları tekrar hatırlatma fırsatı elde etmiş olur. Çünkü, şairin hikâye
öncesinde ve hikâyenin ilk beyitlerinde belirttiği; ‘kendisinden daha önce
anlatılmış bir hikâyeyi yeniden anlattığı’ gerçeğinin hikâyeyi anlatırken
tekrar altını çizdiği yerler arasında Sâkî’ye seslenilen kısımlar başta gelir.
Anlatma esasında oluşturulan edebî metinlerde, olayın okura bir aracı vasıtasıyla
anlatıldığı, okurun oluşturulan kurgu dünya ile ‘ilk ilişki noktası olan’
Yıldız, Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
209
(Demir 2002: 69) ve bu kurgu dünya ile iletişimini sağlayan aracıya anlatıcı
denildiği bilinmektedir. Bir roman, ya da hikâyenin olayları ‘kendi kendilerini
anlatamayacaklarından’ (Todorov 2001:75) okurun anlatı dünyasıyla
aracısız bir iletişime girmesi söz konusu değildir. Ancak kurgu dünyada
olanların anlatımı sırasında, sözün karakterlere bırakıldığı, dolayısıyla karakterlerin
doğrudan, müdahalesiz olarak okurla yüz yüze geldiği anlatım şekillerinden
söz edilebilir. Okur, Leylâ ve Mecnûn’daki gelişmeleri, karakterlerin
duygu ve düşüncelerini, hikâyeyi anlatan anlatıcı-şair aracılığıyla takip
ederken, türün özelliğinin de bir gereği olarak, kimi yerlerde doğrudan, aracısız
olarak karakterin iç dünyasıyla yüz yüze getirilir. Mecnûn ve Leylâ’nın
söyledikleri şiirler (bunların çoğu gazeldir) ve bu iki karakterin mektupları,
okurun mesnevide karakterlerle aracısız olarak iletişime girdiği yerlerin başında
gelir. Şair, anlatımın genelinde olduğu gibi, hikâyeyi gerek tamamen
müdahil ve gerekse karakterin anlattıklarını yarı müdahil (Demir 1995:63)
olarak anlatırken, bu kısımlarda sözü karakterin kendisine bırakır. Böylece
hem hakkında konuştuğu karaktere kendi anlattıklarını teyid ettirerek okurun
gözünde anlatıcı olarak inanılırlığını artırır hem de okurun karakterlerin
duygularını ve düşüncelerini ilk elden ve en güvenilir kaynaktan öğrenmesini
sağlar.
Bu tür aktarımların çoğunlukla gazel formunda oluşu, hikâyenin sunulduğu
edebî tür çerçevesinde düşünüldüğünde, şairin karakterin iç dünyasını onun
kendi ağzından aracısız olarak iletmek işlevini daha mükemmelen yerine
getirmesini sağlayacaktır. Hatırlanacağı gibi, şair, hikâyeye başlamadan
Sâkî’ye ‘bazen kasidede şahbazının yücelerden uçtuğunu, bazen kararının
gazel usulüne can verdiğini ve bazen de mesnevi denizinden pâk inci istediğini’(
330-333) söylemişti. Bir mesnevi şairi olarak okurun karşısında bulunan
şair, karakterlerine gazel formu çerçevesinde iç dünyalarını ortaya koyma
imkânı vererek gazel yazmadaki gücünü gösterme fırsatı bulur. Dolayısıyla,
okuruna bir gazelini sunma imkânı elde eden şair, bunun çok güçlü bir
söyleyişe sahip olmasına çalışacaktır ki, bu güçlülük diğer taraftan asıl amaç
olan karakterin iç dünyasının sunulmasının en iyi şekilde gerçekleşmesini
sağlayacaktır. Nitekim Leylâ ve Mecnûn mesnevisi içerisinde, Leylâ ve
Mecnûn’un münâsib-i hâllerini anlatmak için söylenen gazellerden çoğunun,
şairin şiirleri içinde en çok bilinenleri teşkil etmesi tesadüfî değildir.
Karakterin iç dünyasındaki karmaşıklığı en inanılır şekilde yine karakterin
kendi ağzından ortaya koymaya yarayan bu gazellerin diğer bir işlevinin de,
olayın uzun süredir belli bir vezin ve kafiye örgüsü içerisinde anlatılmasından
doğan tek düzeliğin neticesinde, okurun dağılan muhtemel dikkatini,
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
210
değişik bir nazım şekli aracılığıyla toparlanmasını sağlamak ve ortaya konan
şiirin (gazelin) güzelliği sayesinde okurun estetik beklentisine cevap vermek,
olduğu söylenebilir. Hikâyede Mecnûn, ya da Leylâ’nın iç dünyasındaki
duygu yoğunluğunun, umutsuzluğun, karmaşıklığın arttığı yerlerde, onlara
gazel formu içerisinde verilen söz hakkının, gerek Mecnûn’un, gerekse Leylâ’nın
çatışmasının ve umutsuzluğunun zirveye çıktığı noktada (Mecnûn’un,
Zeyd’den Leylâ’nın İbni Selâm ile evlendiğini öğrendiği andaki durumu ile
Leylâ’nın bu olay sonrasında Mecnûn’un kendisine gönderdiği nâme-i ‘itâbâmiz’i
aldığı andaki durumu) murabbâ türünün imkânlarıyla sunulması dikkat
çekicidir. Şair bu iki noktada müdahalesiz aktarım vasıtası olarak gazel
yerine murabbâyı tercih etmekle, belki de bütün hikâye boyunca iç dünyaları
en karmaşık hâlde olan iki âşığa daha önce kullanılan dolaysız aktarım
vasıtası olan gazele göre daha fazla söz hakkı tanır. Böylece şair okura aynı
zamanda güzel murabbâ yazabildiğini de göstermiş olacaktır.
Leylâ ile Mecnûn’un maceralarının anlatımına dair söylenecek hususlardan
birisi de, anlatıcı olarak şairin, gelişmelere ilişkin, sık sık kendi yorumlarını
da ifade etmesidir. Bir kısmı bölüm başlarında, anlatılacak yeni bir olay
kesitinden önce dile getirilen ve anlatıcının ‘algılama derecesi’yle (Demir
1995:81) ilgili olan; ‘olay-kişi’ arasındaki ilişkiyi, sonuçları itibariyle değerlendirmeye
yönelik (Demir 1995:121) bu tür ifadelere, gelişecek olayların
mahiyetlerini sezdirmek gibi işlev yüklendiği de görülmektedir. Meselâ
şairin İbni Selâm’ın öldüğü bölümün başında (s.321) Sâkî’ye hitaben, ‘bu
âlemin bir rüya olduğu, bu rüya ve hayâle sevinilmemesi, akıllı adamın durumunun
değişik olduğu ve zamâneden sakınması’(2379-2380) gerektiğine
dair yorumlar yaptığı görülür. Nitekim birazdan İbni Selâm Leylâ’dan muradını
alamadan ölür. Şaire göre ‘dünyaya gelip gitmeyen yoktur; herkes
olgunluğa erdikten sonra zevâle doğru yol alacaktır, her bahârın bir hazânı
vardır.’(2392-2393) Aslında şair İbni Selâm’ın Leylâ’dan muradını alamayacağını
çok daha önce, ‘pek çok kimse define ele geçirmek için sıkıntıya
düşer, ama o başkasına nasip olur’(1163) şeklindeki bir yorumunda sezdirmiştir.
Yine şair, Nevfel Mecnûn’la tanışmadan (Sâkî’ye hitaben) ‘kimsesizlerin
ümidi ol, uğraş, bir işe söz verme; eğer vermişsen vefâlı olmaya çalış’(
1412-1413) şeklinde tavsiyelerde bulunur. Nitekim ileride Nevfel, Mecnûn’a
kendisini Leylâ’ya kavuşturacağına dair söz verecek, ancak bu sözünü
yerine getiremeyecektir.
Nasıl bir yapılanış içerisinde sunulursa sunulsun, okurun güvenini kazanmanın,
yani anlatılanların inandırıcılığını; kurgu dünyanın kendi içerisinde
tutarlılığını sağlamanın en başta gelen yollarından biri, anlatılanları nedenYıldız,
Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
211
sonuç ilişkisi içerisinde sunabilmektir. Çünkü “olayları sadece sıraya dizmenin
ötesinde bir şey olan kurgu, bir neden-sonuç ilişkileri zinciridir.”
(Tobias 1996:20) Gerçi Leylâ ve Mecnûn’da anlatılanların okurdan, metnin
oluşturulduğu edebî anlayışın belli temel kabullerine dair art alan bilgisinin
yanında Forster’in ifade ettiği anlamda ‘ek bir ücretle elde edilecek’
düşşelliği ve ermişliği de (Forster 1985:150-186) istediği söylenebilir. Ancak
çağdaş okurun bazı noktalarda kabul etmesi zor olsa da hikâyenin nedensellik
çizgisinde sunulduğu görülmektedir. (Meselâ, Leylâ ile görüşmesi
normal şartlarda mümkün olmayan Mecnûn’un, önce bir ihtiyarın yanında
zincire vurulmuş bir dilenci olarak, daha sonra kör bir dilenci kılığında yaptığı
bahâne-perdâzlıklarla sevgilisiyle görüşmesi bu kabildir. s.217-
221,s.228-229) Olayların ilerleyişinde görülen nedenlerin yanında, şairin
bütün olup bitenleri başka nedenlere bağlayan yorumlarına da dikkat etmek
gerekir. (Şair, belli bir olayı anlatacağı bölümün başında veya sonunda genellikle,
dünya hayatının geçici olduğunu ve dünyaya bağlanılmaması gerektiğini,
hemen her şeyin insan iradesi dışında geliştiğini ifade eder.) Tutarlı bir
nedenselliği gerektiren kurgulama, anlatıcının yorumlarıyla ifade edilen ve
eserin mesajına giderken hesaba katılması gereken bu nedenlerin, olay(lar)
içinde tezahürünü gerektirir ki, eserde bunun sağlandığı görülmektedir.
Hikâyeyi Değerlendiren Son Hikâye
Mesnevilerde hikâye öncesinde an’aneye bağlı olarak söylenen sebeb-i telif
ve padişaha yönelik kasideyi Sâkî’ye anlatılan bir hikâye havasında sunan ve
bu ön hikâye ile asıl hikâye olan Leylâ ile Mecnûn’un hikâyelerini birbirine
bağlayan şair, Leylâ ve Mecnûn’un maceralarını anlattıktan sonra yine Sâki’ye
hitaben anlatılan küçük bir hikâye daha kurgular. Şairin yaptığı işe dair
görüşlerini belirttiği ve genellikle mesnevilerin sonunda yer alan bu değerlendirmeler,
Leylâ ve Mecnûn’da bir son hikâye içerisinde sunulur. Bu değerlendirmelerin
üstad olarak kabul edilen Sâkî’ye yaptırılır.
Asıl hikâye öncesinde ve onun anlatımı esnasında Sâkî’den, dertleri ve dermansız
hâli için şarap isteyen şair, Leylâ ile Mecnûn’un maceralarının bitişiyle
birlikte, Sâkî’ye ‘artık hâlinin değiştiğini, söyleşmeye mecali kalmadığını’
söyleyerek artık şarabı fazla vermemesini ister. ‘Zamanını dalgınlık
içinde geçirdiğini ve ömrünün sermayesinin elinden gittiğini’ belirten şair,
‘yaşlı gözünün inci saçarak feleğe söylediklerini’ de yine Sâkî’ye anlatır.(
2978-92)
Bu anlatılanlara göre, eğer Mecnûn câhil olmuş olsa, ‘ahbap için ters dönen,
ehl-i kâmile eziyet eden felek’ ona hemen boyun eğecek, onun emrine
uyacak, gönlünü daima sevindirecektir. Mecnûn, ‘ehl-i hüner ve sahib-i
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
212
nazar’ olduğundan felek onu alçaltmış, itibarsız kılmıştır. Yine felek kendisi
gibi utanmaz, vefasız ve acımasız olmayan Leylâ’ya daima eziyet etmiştir.
Şair de vakar, ar ve namus sahibi olduğundan feleğin eziyetiyle alçalmıştır.
Dolayısıyla bütün bunları yapan feleğin de itibarı yoktur. Felek, şairin inci
saçan gözünün bu sözleri üzerine, hem şairi, hem de onun yaptığı işi eleştiren
şu sözleri söyler: ‘Ben bir emre uygun olarak dönerim. İşin hikmetini
anlarsan, benim ettiğim ezâ, vefâdır! Ammâ senin ettiğin hatadır. Çünkü
senin tarîkatının pîri hevâdır. Şâirliğinle öğünmüşsün! Yalanı kendine huy
edinmişsin! Mecnûn dediğin olgun varlık, her bilime senden daha
kaabiliyetlidir! Halbuki sen onun adını dîvâne eyledin! Asıl zülüm ve haksızlık
ona senden geldi! Leylâ dediğin o tamam ayı, ben onu perde içinde sakladım.
Sen onu halka maskara ettin! (s.406-407) Dolayısıyla ‘bazen Nevfel’e
gadri söyleten, bazen de İbni Selâm’a zulmü yapıştıran şair utanmalıdır.’
Zira, ‘efsane anlatmak isteyerek onları bu isteğine bahane etmiştir. Ölüleri
sözüyle incitmiş ve suçlamış, âsûdelere azap vermiştir. Elbette bu iftira şairden
sorulacak ve onun azap görmesine neden olacaktır’. (s.407) Şair feleğin
kendisi hakkında böylesi ağır ithamlarla dolu sözlerini ve bunların söylenmesine
neden olan kendi sözlerini anlattığı Sâkî’den bu münakaşaya dair
görüşlerini sorar ve şu cevâb-ı mesele’yi alır:
‘Oyuncu felek, ayıplayarak kendisine (şaire) yalancı demişse de söz bahçesinin
papağanı, söz sarrafı Fuzûlî feleğe aldanmamalı, şiire yaman deyip
usanmamalı, nazmın sermayesini kolay sanmamalıdır. Söz, gönül hazinesinin
incisidir. Eğer insan bilirse can sözden ibarettir. Can başkadır denen bir
sözdür. Öyleyse onun (şairin) ölüleri sözle diriltmesi, Mecnûn ile Leylâ’yı
anarak onların ruhlarını sevindirmesi kötü bir şey değildir.’ (s.407-408)
Sâkî’den kendisini haklı gören bir cevap alan şair, kalemine de bir küçük
methiye söyledikten sonra, eserinin yazılma tarihini düşer ve erbab-ı vefâdan
özrünün kabulü, eshâb-ı zekâdan bağışlanması için dua talep eder. Ama
onun asıl seslenmek istediği haset sahipleridir. Şair onlara, şiirini ayıplamayı
bırakmalarını, şiirine haset etme huyundan vazgeçmelerini, kendisine hücum
etmelerinin boşuna olduğunu söyler. Onlardan, güçleri yeterse eserine cevap
(nazîre) söylemelerini ister. Daima hayır sözden bahsetmelerini, hayır söylemezlerse
susmalarını tavsiye ederek, sözlerini bitirir.
Tazelenen Eski Bahçede Mesaja Giden Yol
Nasıl bir yapılanış içerisinde sunulursa sunulsun muhatabına bir şey(ler)
söylemek niyetiyle oluşturulduğu bilinen her edebî metin ‘gerek yazılı, gerek
sözlü, basitçe görsel ya da işitsel hüviyetiyle şifreleştirilmiş bir mesajı
içerisinde taşır’ (Demir 1994:9). Dolayısıyla edebî metin karşısındaki okur,
Yıldız, Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
213
metin hakkında sahip olması gereken asgarî temel bilgilerin de yardımıyla
ki bunların başında tür bilgisinin geldiği söylenebilir, ancak bir ‘okuma uğraşıyla’
(Göktürk 1988) metnin mesajına ulaşacaktır. Metnin genel yapısı
hakkında okurda bir ön kanaat oluşmasını sağlayacak olan tür bilgisi, bu
edebî tür çerçevesindeki bir yapılanışla sunulan mesaja ulaşmak için hangi
yollardan gidilmesi gerektiğini bilen bir okurun, en azından daha başta yanlış
yollara sapmasına engel olacaktır.
Leylâ ve Mecnûn’un da dahil olduğu mesnevilerin günümüz okurunun hakkında
daha geniş bilgiye sahip olduğu edebî türlerden romana benzetildiği
belirtilmişti. Bilindiği gibi, romanı bir öykü anlatmak temelinde oluşturulan
diğer çağdaş türlerden ayıran önemli niteliklerden biri, romanda anlatılan
öykünün uzun oluşu ve bu öykünün değişik ayrıntıların da dahil edildiği bir
düzenlenişle sunulmasıdır. Mesnevîler de romanlar gibi uzun bir öyküyü
anlatan yazılı eserlerdir. O nedenle bir romanın mesajına hangi yollardan
ulaşacağına dair ön bilgilerden hareketle, bu türe benzeyen kimi temel özelliklerle
oluşturulmuş bir metnin ne söylemek istediğini tahmin etmek yanlış
olmayacaktır.
Shroder’in; “tecrübesizlikten tecrübeliliğe, cehaletin mutluluğundan hayatın
gerçeklerini kabul edecek olgunluk seviyesine geçiş sürecini hikâye ettiğini”
(Shroder 1988:14) söylediği romanda Kantarcıoğlu’na göre esas olan, “ferdî
bir tecrübe sonunda erişilen olgunluk seviyesidir.” (Kantarcıoğlu 1988:23)
Elbette bu ‘geçiş sürecini’, ‘ferdî tecrübeyi’ yaşayan ifadesiyle kastedilen
başkarakterdir.
Aşk kurgusu niteliklerine sahip olmakla birlikte, baş karakterin gösterdiği
değişim sürecinin niteliğinden hareket eden bir yaklaşımda Leylâ ve Mecnûn,
Tobias’ın tasnif ettiği yirmi temel kurgu (Tobias 1996) içerisinden
daha çok olgunlaşma kurgusu içersinde ele alınabilir. Nitekim Tökel, bu
mesnevîyi “yetişkinler olma süreci üzerendeki çocuklar üzerinde odaklanan”
(Tobias 1996:192) olgunlaşma kurgusunun en belirgin örneklerinden olan
bildungsroman çerçevesinde değerlendirir (Tökel 1998).
Dikkat edildiğinde Leylâ ve Mecnûn’da aşk, vefâ, akıl, namus, ayıplanma,
töre kavramlarının çok sık geçtiği fark edilir. Gerek Mecnûn ve Leylâ, gerek
diğer karakterler ve gerekse şairin bu kavramlara dair, sık sık yorum yaptığı
görülür. Özellikle ön plandaki iki karakterin değişik durumları daha çok bu
kavramlara ait değer yargılarıyla yorumlanır. Mecnûn ile Leylâ’nın mevcut
fizikî çevre içinde bu kavramlara ait değerlerle belirlenen bir iç atmosferde
yaşadıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Çocukluktan itibaren fiziksel
anlamdaki değişimine şahit olunan Mecnûn’un, iç dünyasındaki değişimler,
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
214
bu kavramlar etrafında ortaya konur. Bu kavramlarla ifade edilen değerler
arasında, başlangıçta bir çatışma yaşayan Mecnûn’un, yaptığı tercihler neticesinde
hikâye dünyasında bir noktadan sonra, ‘kemâl’ kavramı ağırlıklı
olarak görülür. Şairin, daha önce de anlatılmış olan hikâyeyi, aşkın felsefesini
yapmak üzere yeniden kurguladığı söylenebilir. Dolayısıyla hikâyede
başkarakter Mecnûn, merkezinde aşkın bulunduğu, akıl, vefâ, nâmus, ayıplanma,
töre gibi kavramlarla sınırlanan yolculuğunun neticesinde kemâl adlı
bir noktaya varan birisidir. Eserin niyeti hakkında tahminde bulunurken,
Mecnûn’un yolculuğunun başında ve yolculuğunun bittiği anda sahip olduğu
tecrübeye, bu tecrübenin edinildiği süreçle birlikte bakmak gerekir.
Toprağa düştüğünde, ‘son gününü önceden hatırlayarak’ ağlayan Mecnûn,
daha o anda ‘vücudun/varlığın bir gam tuzağı olduğunun’ ve bu tuzağa esir
olanın gama, kedere ‘sabretmesi’ gerektiğinin bilincinde olarak okurun karşısına
çıkar (471,474). Yine hikâyenin başında, ancak peri gibi güzel bir kızı
görünce ağlamayı kesmesi, onun ‘kişiliğinde sevgi oluşu, daha çocukluktan
güzelliğe mail oluşu, hâl ehline malum olduğu üzere bu küçüğü inletenin aşk
olması’ (504,507) gibi durumlar ve yorumlar, onun ileride bütün macerasına
yön verecek olan ve mizacına has niteliklerinin okura bildirilmesine/
sezdirilmesine vesile olur.
Yaratılışında sevgi olan Kays, ilim öğrenmeye gittiği mektepte, Leylâ’ya
âşık olur ve iki sevgili vefâyı meşk etmeye başlarlar (564). Gizli kalmayan
ve ayıplanan aşk neticesinde, Leylâ mektepten alınınca, Kays’ın sergilediği,
kendisini halka maskara edeci tavırlar, adının Mecnûn’a çıkmasına neden
olur. Bir nevrûzda Leylâ ile karşılaşan Mecnûn’un iradesinin aşk tarafından
alındığı görülür (818-835). Artık Mecnûn aşk sultanının memuru olarak nur
aramak üzere yola çıkarken, kendisine çok büyük umutlar bağlayan ailesini
terk eder. Mecnûn uğrunda çöllere düştüğü Leylâ’ya akıllanması karşılığında
sahip olabilecekken, iradesinin elinde olmaması, aklın zayıflayıp aşkın
üstün gelmesi, Allah’ın takdirinin böyle olması nedeniyle, buna muvaffak
olamaz (947,51). ‘Aşkı terk edip’ ‘aklı tercih etmesi’ telkin edilen Mecnûn,
kendisini anlamayan insanlardan uzaklaşır. İnsanlıktan uzaklaştıkça hayvanların,
tabiatın dilini anlamaya başlaması; Nevfel’in kendisi için Leylâ’nın
ailesiyle yaptığı savaşta, Leylâ’nın kabilesinin ordusu için dua etmesi, Mecnûn’un
fazl u kemâlinin ilk ciddi göstergeleridir (1504). Nitekim Nevfel
onun bir sâhîb-nazar olduğunu fark edecektir (1521).
Leylâ’nın İbni Selâm’la nişanlanması, Mecnûn ile Leylâ arasında, vefayı
sorgulayan bir muhabere başlatır (1832,50). Mecnûn, kendisini çölde tekrar
bulan babasının ‘çocukluğunda mazur sayılabileceğine, çünkü yeni yetişenYıldız,
Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
215
ler için aşkın bir hüner ve olgunluk sınırına götüren bir kılavuz olduğuna,
şimdi ise aklın yerini bulduğu ve akıllandığı zaman bu durumundan utanacağına,
bir gün ayrılacağı birisine kavuşmaması gerektiğine’ dair söylediklerinden
etkilenir (2018). Babasının telkinleri ona akıllı olmayı, aşkının
düşkünü olmamayı düşündürür. Ancak aşkın efendisi buna müsaade etmez
(2059). Babasına içinin dışının aşk olduğunu, bir çok kereler akla yöneldiğini
ancak sevdanın izin vermediğini ifade eder. Baba ile oğul aralarında konuşurlarken,
geçen diyalog sırasında Leylâ’ya yapılan cerrahi müdahalenin
Mecnûn’da da tecelli etmesiyle, babası Mecnûn’un, ‘Biz iki bedende bir
ruhuz bizde ikilikten nişan yoktu,’ sözüne inanır ve oğlunun kemâline vakıf
olur. Çölde Mecnûn’a rastlayanlar, onun sevgilisiyle kendisini tek bir surette
resmettiğini görürler (2168-2171). Artık bütün hayvanların dilinden anlayan
Mecnûn, Allah’a dua eder; sevgilisini kendinde açığa vurmasını ve bu iki
sureti bir eylemesini ister (2266). Zeyd’in Leylâ’dan getirdiği haberle iki
sevgili arasında aşklarındaki vefaya dair şikayetler biter.
İbni Selâm öldükten sonra iki sevgilinin çölde karşılaştıkları sahne, aşkın
Mecnûn’u getirdiği noktayı ortaya koyar. Leylâ’nın kavuşma isteğini Mecnûn,
‘Canının gideli hayli zaman olduğu ve şimdi cisminde başka bir can
olduğu, kendisinde görünenin Leylâ olup kendisi olmadığı...’ gerekçeleriyle
geri çevirir. ‘Bu işe başlarken çocuk olduğunu, ama artık olgunlaştığını, aşk
yazısının sona eriştiğini’ belirttikten sonra Leylâ’dan ‘namus perdesi içinde
kalmasını, iyi ahlaklı olmasını, kötülük arayanların ağzını açmamasını’ ister
(2670). Leylâ’yı kabul etmeyen Mecnûn öyle temiz bir kimsedir ki, toprak
onun gibi birisini görmemiştir. Artık onun makamı ma’mûre-i kurb-ı
Hak’tır. Görünürde arkadaşları vahşi hayvanlar, gerçekte ise meleklerdir. O
cihanın gerçek değerini bilmiştir. Varlığı nurla dolmuştur. Yeme içme gösterişinden
uzaklaşır. Artık nakıştan muradı nakkaştır. Bazen kaside, bazen
gazel söyler ve ‘sesi, zihni ve güzelliği’ hâlden anlayanları kendisine bağlar.
Bu üç kemâle kabil olana ‘zât-ı kâmil’ denmesi gerektiğini belirten şair, sözü
Mecnûn’un söyleyip durduğu beyitlere getirerek, karakterin kendi durumunu
kendisine ifade ettirir (374). Böylece Mecnûn’un ‘mertebe-i hüsn-i hasâ’il’i
de okura anlatıldıktan sonra, bilinen gelişmelerle hikâye biter.
Görüldüğü gibi daha doğduğu anda içerisine girdiği vücudun bir gam tuzağı
olduğunu bilen ve tabiatındaki aşkı ehl-i hâl olanlara sezdiren Mecnûn, memuru
olduğu ve önce Leylâ’da tezahür eden bu aşkın peşinde, bütün varlığından
vazgeçer; belli bir noktadan sonra Leylâ’yı da istemez. Hikâyenin
başından itibaren, kendisinde normal bir insanda olmayan birtakım şeyler
görülen Mecnûn, Nevfel’den ümidini kesinceye kadar, hatta İbni Selâm’la
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
216
nişanlanan Leylâ’ya Zeyd’le sitemlerini gönderirken, amacı Leylâ’ya ulaşmak
olan bir âşıktır. Fakat babasıyla çölde son kez görüştükleri sahneden
itibaren, Mecnûn’un aşkı giderek daha farklı bir görünüm arz etmeye başlar.
Bir zamanlar uğrunda ailesini, bütün servetini terk ederek çöllere düştüğü
Leylâ kendisine geldiğinde onu kabul etmeyen Mecnûn ve aşkı artık başlangıcından
çok farklı bir noktadadır.
Anlatılan macerada Mecnûn’un tabiatındaki aşkın, insanda başlayarak, insan
ötesine uzanan bir seyir takip ettiği görülmektedir. Mecnûn’un geldiği
son noktada tekrar ettiği beyitlerin ve Zeyd’in iki sevgiliyi Rıdvan’da gördüğünde
kendisine söylenen, ‘Aşk vadisine pâk olarak girdikleri için o temizlik
içinde toprak oldular. Konakları Rıdvan’ın bahçesi oldu. Yardımcıları
huri ve gılmanlar oldu. Kazaya râzı oldukları, bütün belalara sabrettikleri
için, vefasız cihandan gidince gam ve beladan kurtuldular’ sözlerinin, bütün
bir macera sonucunda gelinen noktayı, hikâye vasıtasıyla verilmek istenen
mesajı işaret ettiği düşünülebilir.
Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn mesnevisinde başkarakterin (Mecnûn’un) içinde
bulunduğu ve birinden diğerini seçmek durumunda kaldığı, dünyevî olanla
manevî olan, akıl ve aşk, mektep ve çöl, mutluluk ve belâ gibi zıtlıkların
oluşturduğu kutupluluğa dikkat çeken Tökel’e göre, bu zıtlıklardan ikincilerini
tercih ederek bir ‘değişim, olgunlaşma süreci’ yaşayan ve sonuçta kemâl’e,
mutlak’a eren Mecnûn’a takip ettirilen yol, mutasavvıfın hakikati
arayan insana tavsiye ettiği yoldur. Bu yolu izleyen Mecnûn, gerçeği arayan
insanı; Leylâ, aranan gerçeğin mecâzi ve hayalî tecellisini; çöl, arayan insanın
çektiği ıztırabı; mektep, dünyayı ve arayışa çıkılacak yolun birinci basamağını;
anne-baba çevredeki eş dost, arayışa çıkanı vaz geçirmeye çalışanları
sembolize eder (Tökel 1998:19).
Hikâyenin başından itibaren bütün karakterlerin kendi bakış açılarından söz
birliği etmişlercesine bir aşk felsefesi yaptıkları eserde, diğer anlatılanlarla
birlikte, özellikle de Mecnûn’un yaşadıklarını yorumlayabilmek için anlatılanlara
en başta rubailerle çizilen çerçeveden sembolik olarak da bakmak; bu
bakışı tesis edebilecek art alan bilgisine sahip olmak gerekir. Eğer öyle olursa
eser, “mevzuunu bütün bir medeniyetin benimsediği, dilden dile ve kültürden
kültüre geçerken değiştirdiği bir hikâye” (Tanpınar1992:138) ya da
“konusu ve hayat felsefesi gibi üslûbu da eski Türk kültürüne yabancı”
(Kaplan 1985:148) bir hikâye gibi farklı uçlarda yorumlanmayacaktır. Eserin
ortaya konduğu edebî anlayışın ve bu anlayış çerçevesinde ürün veren
insanların dünya görüşünün temel kabulleri dikkate alınırsa, eser, “Mecnûn
çölün kendisi, yahut daha iyisi, içine yerleşerek değiştiği varlık (incarnation)
Yıldız, Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
217
tır. Vahdet fikrinin, ondan daha mânâlı bir sembolü azdır. O daima Bir’in
etrafında toplanmak ister, onun için daima bir şeylerden soyunur, her adımda
bir şeyler atar. Daima en esaslıyı, aslînin ta kendisini bulmak için gene çok
esaslı bir şeyden (Leylâ’nın kendisinden ve kendi hayatından) vazgeçer.
Onun bütün içtimai kayıtlardan sıyrılışı, bütün sorumluluklardan vazgeçerek
elde ettiği hürriyet, ölümle ebediyetin böyle el ele verişi, Müslüman Şark’ın
ezelî birlik rüyasıdır” (Tanpınar 1992:139) gibi yorumlarla, yüzey yapının
ardındaki anlamları da okura aralamaya başlayacaktır.
Sonuç
Yapısal özellikleri itibariyle günümüz edebiyat türlerinden daha çok romana
yakın görülen mesnevilerde okur, romanda olduğu gibi, hemen esere konu
olan hikâyeyle yüz yüze gelmez. Gerçi kimi romanlarda okurun dikkatine
sunulacak hikâyeden önce, yazarın okurun birazdan gireceği dünyaya ve bu
dünyanın da içinde yer aldığı sanata dair görüşlerini dile getirdiğini görmek
mümkündür. Ancak Leylâ ve Mecnûn’da da görüldüğü gibi mesnevilerde
çoğunlukla hikâye öncesinde ve hikâye sonrasında belli bölümler bulunur.
Fuzûlî’nin yazdığı 3036 beyitlik Leylâ ve Mecnûn’da iki sevgili etrafında
teşekkül eden olayların anlatımı 437. beyitle başlar ve 2972. beyitle biter. İki
sevgilinin macerasının öncesi ve sonrasında yer alan 501 beyitte anlatılanlar
metnin yaklaşık altıda birine denktir ve bunların esas hikâye ile doğrudan bir
ilişkisinin bulunmadığı söylenebilir. Uzun bir hikâye okuma beklentisi içerisinde
mesneviyi eline alan bir okur, daha doğrusu günümüz okuru, Leylâ ve
Mecnûn için söylenecek olursa, büyük bir ihtimalle ilk 437 beyitte anlatılanları
bir an önce bitirerek, hatta belki de atlayarak merak ettiği hikâyeye başlamak
isteyecek ve yine çok büyük bir ihtimalle ilgili hikâye bittikten sonra
anlatılanlarla da pek ilgilenmeyecektir. Elbette eserin ortaya konduğu geleneğin
içerisinde yer alan belli bir seviyedeki veya hikâye okuma amacının
ötesinde, belli özel amaçlarla eseri eline alan birisi, dikkatini geleneğin bir
gereği olmakla birlikte aslında bir kısmı anlatılacak hikâyeyle de ilgili olan
ve şairin değişik konulardaki görüşlerini ortaya koymasına imkân sağlayan
hikâyenin dışındaki bu kısımlara da yoğunlaştıracaktır. Muhakkak her mesnevi
şairi kitaba konu olan hikâyenin dışında, değişik başlıklar altında söylediklerinin
de herkes tarafından zevkle okunmasını ister. Ancak farklı söyleyişlerden
haberdar olan ve sabırsızlıkla anlatılacak hikâyeyi bekleyen birisine,
bir tevhidi, münâcâtı, na’tı, kasideyi... kolaylıkla okutmanın pek de kolay
bir iş olmadığı söylenebilir. İşte, Fuzûlî’nin ortaya koyduğu yapılanışın
belki en önemli yönü, hikâye öncesinde ve sonrasında yer alan değişik böbilig,
Bahar / 2004, sayı 29
218
lümleri birtakım geçişlerle birbirine ve esas hikâyeye bağlaması, bunun sonucunda
hikâyeyi kendinden önce ve sonra anlatılanlarla bir devamlılık ve
bütünlük arz edecek şekilde göstermesidir. Böyle olunca hikâye öncesi ve
sonrasındaki bölümler de herhangi bir divanda yer alabilecek örneklerinin
ötesinde, bir ön hikâye ve son hikâye olarak okunabilmektedirler.
Sözü Sâkî’ye getirdikten sonra, bu bölümleri Sâkî’yle bir sohbet, ona anlatılan
küçük hikâyeler şeklinde sunan şair, okuru daha asıl hikâyeye başlamadan,
bir hikâye havasının içine çeker. Sâki ile sohbeti hikâye boyunca sürdüren
şair, belirtildiği gibi, hikâyenin sonunda yaptığı işe dair düşüncesini yine
Sâkî’yle yapılan ve içerisinde küçük hikâyelerin de yer aldığı bir sohbet
havasında söyler. Böylece Leylâ ve Mecnûn’un maceralarını anlatan hikâye,
onun yeniden, Türkçe’de anlatılma gereğinden ve bu anlatma işinin sonucundan
bahsedildiği bir üst hikâye içinde sunulmuş olur. Bu, Turinay’ın da
belirttiği gibi, esere bir bütünlük hissi katmış ve hikâyeyi ekleme unsurların
yüklediği hantallıkla okurun karşısına çıkmaktan kurtarmıştır (Turinay
1996:8). Bunun gerçekleşmesinde en önemli faktörün sâkide, daha doğrusu
bir çok mesnevide yer alan bu geleneksel unsurun kurguya, hikâyenin katılımcılarından
biri olarak dahil edilişinde olduğu söylenebilir.
Sâkî’yi hikâyeye katılımcı olarak dahil eden şair onun vasıtasıyla başka bir
şey daha yapar. Hikâyeye başlamadan şairliğinin gücünden, padişahın üstün
niteliklerinden bahsedecek ve hikâye bittikten sonra yaptığı işin değerlendirmesini
yapacak olan şair, bunları sâkîyi de dahil ettiği, bir oyun havası da
veren hikâyeleştirme suretiyle yaparak, söylediklerinin daha mütevazı, daha
itibar kazandırıcı ve daha inandırıcı olmasını sağlar (Meselâ, kendini Sâkî’nin
verdiği şarabın tesiriyle övmesi ona mütevazılık verirken, yaptığı işin
üstad kabul edilen, bezmin daimi üyesi olan ve sözün değerini bilen Sâki
tarafından övülmesi itibarını artırır).
Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’da sergilediği ve belirgin özellikleri tespit edilmeye
çalışılan sunuluşla ilgili olarak şunlar söylenebilir: Kendisinden
önce de değişik şairlerce aynı konunun ele alındığını söyleyen şair, bu kişilere,
özellikle Nizâmî’ye karşı saygılı ifadeler kullanır. Hikâyenin anlatımı
esnasında belli aralıklarla bu üstadların yolundan gittiğini, onların da böyle
anlattıklarını, dolayısıyla kendisinin hiç anlatılmamış bir hikâyeyi değil,
anlatılan bir hikâyeyi yeniden anlattığını vurgular. Zaten şairden yeni bir şey
istenmemiştir. O Arap’ta ve Acem’de olan eski bahçenin tazelenmesi, Türkçe’ye
kazandırılması yönünde bir imtihana tâbî tutulmuştur. Ancak söz mülkünün
bozulup harâp olduğunu, kendisinin bu harâbı tamir etmeye hazır
olduğunu ve şiirin yolu yordamının kaybolmaması, geleneğin korunması
Yıldız, Eski Bir Bahçenin Yeniden Düzenlenişi, ya da Fuzuli’nin Hikaye-i Leyla ve Mecnun’u Sunuşu
219
için söz üslûbunu zaptedeceğini, bunu bir imtihan ve nâmus meselesi telakkî
ettiğini söyler. Onun bir amacının da ‘Kasidede şahbazı yüksekten uçan,
gazele can veren, mesnevi denizinden pak inci isteyen’ sözünün gücüyle
düzeni bozulan söz mülkünü şenlendirmek olduğu düşünülebilir.
Şair mesnevi nazım şekli çerçevesinde anlattıklarını, sebep- sonuç çizgiselliğinde
ilişkilendirip, iki sevgilinin bilinen öyküsünü okurun daha fazla ilgisini
çeken bir olay örgüsü olarak sunar. Diğer nazım şekillerini kullandığında
bunları sadece mesnevi şekli içerinde yer alan geleneksel birer yapı elemanı
olarak değil, olayların gelişim çizgisinin ve karakterlerin iç dünyalarının
daha iyi ifade edilmeleri gereğinin doğurduğu bir ihtiyaç olarak kullanır.
Belli anlatım teknikleriyle anlattıkları üzerindeki müdahale oranını değiştiren
şair, gerektiğinde okurun karakterin iç dünyasıyla baş başa kalmasına
imkân verir. Hikâyeye başlamadan ve onu bitirdikten sonra türün yerleşmiş
kabulleri gereği olarak söylemesi gereken şeyleri ifade ederken güzel bahaneler
bulur. Bu durum, hikâyenin dışında kalan bu kısımlara karşı okurun
ilgisini artırır. Çıktığı yolculukta her an bir şeylerden vaz geçen, vaz geçtikçe
zamanla başka şeyleri kazanmaya, başka şeylerin farkına varmaya başlayan
ve hikâyenin sonunda dünyayı farklı bir bakışla algılayan, dünyada insanlarca
anlaşılamayan macerasının neticesi olarak ebedî bir hayatta
ebediyyen sevgilisine kavuşan Mecnûn’un macerası vasıtasıyla okurlara bir
takım gerçekleri hatırlatma amacı taşıyan şair, genel özellikleri ortaya konmaya
çalışılan bir düzenleniş çerçevesinde başarılı bir hikaye yapılanışı ortaya
koyar.
Kaynaklar
AKTAŞ, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara.
AKTAŞ, Şerif (1995), ‘Bir Anlayışın Romanı: Hüsn ü Aşk’, Şeyh Galip Kitabı,
İstanbul.
AYAN, Hüseyin (1981), Leylâ ve Mecnûn, İstanbul. (Metinde verilen beyit ve
sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
BARTHES, Roland (1993), Gösterge Bilimsel Serüven, (Çeviren, M.Rifat),
İstanbul.
ÇELEBİOĞLU, Amil (1999), Türk Edebiyatında Mesnevi, İstanbul.
DEMİR, Yavuz (1992), ‘Anlatı Biliminin Temel Terimleri Üzerine’, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S.7.
DEMİR, Yavuz (1994), ‘Metin Kavramı ve Çözümlemesi Üzerine Bazı Dikkatler’,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S.9.
DEMİR, Yavuz (1995), İlk Dönem Türk Hikâyelerinde Anlatıcılar Tipolojisi,
Ankara.
bilig, Bahar / 2004, sayı 29
220
DEMİR, Yavuz (2002), Zaman Zaman İçinde Roman Roman İçinde: Bir Üst
Kurmaca Olarak Müşâhedât, İstanbul.
DORA, D’istria, (1982), Osmanlılarda Şiir, (Çeviren, Semay Taneri), İstanbul.
FORSTER, E. Morgan (1985), Roman Sanatı, (Çevren, Ünal Aytür), İstanbul.
FREİDMAN, Norman (1988), ‘Romanda Yapı Şekilleri’, Roman Teorisi, (Hazırlayan,
Sevim Kantarcıoğlu), Ankara.
GÖKTÜRK, Akşit (1988), Okuma Uğraşı, İstanbul.
KAHRAMAN, MEHMET (2000), Leylâ ve Mecnun Romanı, Ankara.
KANTARCIOĞLU, Sevim (1988), Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm,
Ankara.
KAPLAN, Mehmet (1985), ‘Leyla ve Mecnun’, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar
3, Tip Tahlilleri, İstanbul.
MORAN, Berna (1991), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, İstanbul.
MORAN, Berna (1999), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul.
SHRODER Maurice Z,(1988) ‘Edebî Bir Çeşit Olarak Roman’, Roman Teorisi,
(Hazırlayan, Sevim Kantarcıoğlu), Ankara.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (1992), ‘Fuzulî’ye Dair I’, Edebiyat Üzerine Makaleler,
İstanbul.
TOBIAS, Ronald B. (1996), Roman Yazma Sanatı, (Çeviren, Mehmet Harmancı),
İstanbul.
TODOROV, Tzvetan, (2001) Poetikaya Giriş, (Çeviren, Kaya Şahin), İstanbul.
TÖKEL, Dursun Ali, (1998), ‘Bir Bildungs Roman Olarak Leylâ vü Mecnûn
Mesnevîsi’, Dergâh Dergisi. S.104.
TURİNAY, Necmettin, (1996), ‘Klâsik Romana ve Leylâ ile Mecnûn’a
Dair I’, Dergâh Dergisi. S.80.
bilig 􀃊 Spring / 2004 􀃊 Number 29: 201-222
© Ahmet Yesevi University Board of Trustees
The Arrangement of an Old Garden, or Introduction of
‘Leyla and Mecnun’ by Fuzuli
Assist. Alpay Doğan YILDIZ☯
Abstract: Mesnevis are long written epic stories belonging to the
classic Turkish Literature. One of the leading mesnevis is Leyla
and Mecnun, various versions of which have been written by
certain eminent poets. As a piece of narrative, mesnevis are
formed up through certain structural elements like other narrative
types. However, mesnevis have some specific features. No matter
what literary elements they contain, all narrative works are
presented to the reader as complete texts like all other literary
types. The most distinguishing feature of a narrative is that it tells
a story within this structure. In this study, Fuzuli’s Leyla and
Mecnun is studied in terms of the following narrative elements: the
general structural framework as a narrative, in what way certain
basic elements are arranged while telling the story, in short, how
Leyla and Mecnun is presented, to the reader.
Key Words: Fuzuli, Leyla and Mecnun, mesnevi, narrator,
structure, character
☯ 19 May University,Institute of Social Sciences / SAMSUN
adogan55@hotmail.com
bilig 􀃊 Zima 2004 􀃊 výpusk: 29: 201-222
© Popeçitel#skiy Sovet Universiteta Axmeta Wsavi
Peredelka Starogo Sada, ili Nekotor§e Zameçaniw o
Predstavlenii Fuzuli Po+m§ “Leyla i Medjnun”
Alpay Dogan YЫLDЫZ∗,
issledovatel#-assistant
Rezüme: V klassiçeskoy türkskoy literature mesnevi- +to
dlinn§e rasskaz§-po+m§, napisann§e v stixotvornoy forme.
Odnim iz takix mesnevi wvlwetsw proizvedenie Fuzuli,
kotoroe zanimaet mesto sredi klassikov türkskoy literatur§ i
tema kotoroy razrabotana razliçn§mi po+tami. Mesnevi, kak
i vse skazitel#n§e tekst§, sostowt iz opredelenn§x
strukturn§x +lementov. Odnako mesnevi soderjat i
nekotor§e osob§e im strukturn§e +element§. Vne
zavisimosti ot strukturn§x +lementov, kak i vse literaturn§e
tekst§, skazitel#n§e tekst§ predstaüt pered çitatelem v
zaverþennom vide. Odnoy iz vajn§x osobennostey
skazitel#n§x tekstov wvlwetsw peredaça rasskaza v +toy
strukture. V +toy stat#e rassmatrivaütsw ob´iy strukturn§y
vid mesnevi Fuzuli “Leyla i Medjnun” kak skazitel#nogo
teksta; a takje v§bor postroeniw opredelenn§x osnovn§x
+lementov, peredaü´ix temu rasskaza. Drugimi slovami,
rassmatrivaetsw to, kakim obrazom predstavlwetsw pered
çitatelem rasskaz “Leyla i Medjnun”.
Klüçev§e Slova: Fuzuli, Leyla i Medjnun, mesnevi,
skazitel#, struktura, xarakter
∗ Universitet 19 Maw, Ýnstitut Gumanitarn§x Nauk-SAMSUN
adogan55@hotmail.com