31 Ekim 2009 Cumartesi

orhan veli - gemilerim ( müşfik kenter yorumu)



Gemilerim / Orhan Veli

Elifbamın yapraklarında
Gemilerim, yelkenli gemilerim.
Giderler yamyamların memleketlerine
Gemilerim, yan yata yata;
Gemilerim, kurşunkalemiyle çizilmiş;
Gemilerim, kırmızı bayraklı.
Elifbamın yapraklarında
Kız Kulesi,
Gemilerim.

nef'î - tûti i mucize gûyem... (zekai tunca yorumu)




Tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyînesi sâf değil

Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil

Yine endîşe bilir kadr-i dür-i güftârım
Rûzigâr ise denî dehr ise sarrâf değil

Girdi miftâh-ı der-i genc-i ma'ânî elime
Âleme bez-i güher eylesem itlâf değil

Levh-i mahfûz-ı suhandir dil-i pâk-i Nef'î
Tab'-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil




Nef'î (Ömer), (1572-1635) ünlü 17. yüzyıl Dîvân şairi. XVII. yüzyıl ve bütün Türk edebiyatının en büyük kaside şairi olarak tanınan Nef'i, bu yüzyılın başında yaşamış, kasidede gerçek bir varlık göstermiş ve gerek kendi zamanında, gerekse sonraki yüzyıllarda kaside yazan bütün şairlere etki etmiş bir şairdir.

1572 yılında Hasankale'de doğdu. Bundan dolayı devrin kaynakları Nef'i'den Erzenü'r-Rumî diye söze ederler. Babası ülkesinin etrafından Sipahi Mehmed Bey diye anılan bir kişidir.

Gerçek ismi Ömer olan Nef'î, kaynaklarda Nef'i Ömer Bey adıyla anıldığı gibi mührüne kazdırdığı beyitte de Ömer adı görülmektedir.

Daha küçük yaşlardan itibaren güçlü bir eğitim gördü. Öğrenimini Hasankale'de yapmış, sonra Erzurum'a gelerek devam ettirmiştir. Burada Fars edebiyatının ünlü eserlerini okudu, Arapça ve Farsça öğrendi. Nef'i Erzurum'da öğrenimini sürdürürken genç yaşında şiir yazmaya da başlamıştır. İlk mahlası Zarrî 'zararlı'dır. 1585 Erzurum defterdarı olan Gelibolulu Müverrih Ali, şiirlerini görmüş, beğenmiş ve bu genç şaire Nef'i 'nafi, yararlı' mahlasını vermiştir.

Padişah 1.Ahmed zamanında İstanbul'a geldi. Devlet hizmetine girdi ve bir süre farklı memurluklarda çalıştı. Daha sonraları 2.Osman ve 4.Murad dönemlerinde yıldızı parladı ve sarayla yakın bir ilişki kurdu. Hicviyeleri ile ünlü olan Nef'î yazdığı hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çekti.Dönemin müftüsü Nef'i yi öven ancak içeriğinde Nef'i ye kâfir diyen bir beyit söylemiştir.Nef'i de buna karşılık olarak; 'Müftü efendi bize kâfir demiş. Tutalım ben O'na diyem müselman. Lâkin varıldıktan ruz-ı mahşere, İkimiz de çıkarız orda yalan.' diyerek cevap vermiştir. Yine de uzunca bir süre 4.Murad tarafından korundu, daha sonraları 4.Murad kendisinden hiciv yazmamasını rica etti. Her ne kadar Nef'î padişah 4.Murad'a bu konuda söz verse de, kalemini durduramayıp Vezir Bayram Paşa hakkında bir hicviye kaleme aldı. Bu hicviyesinden ötürü, 1635 yılında, sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürüldü. Sonra cesedi İstanbul boğazı'nda denize atılmıştır.Halk arasında Nef'i efendinin ölümü hakkında şöyle bir rivayet geçmektedir: Nef'i çok iyi bir şair olduğu için infazından vazgeçilmiştir.Padişaha gönderilecek belge yazılırken Nef'i de oradadır.Belgeyi bir zenci yazmaktadır ve kâğıda mürekkep damlatır.Nef'i de bu olay üzerine 'Mübarek teriniz damladı efendim' diyerek yaşama şansını kaybetmiştir.

30 Ekim 2009 Cuma

orhan kemal sait faik'i anlatıyor

orhan veli - gün olur ( zülfü livaneli yorumu )



GÜN OLUR
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...

                                 Orhan VELİ

29 Ekim 2009 Perşembe

atatürk resimleri




















Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun 2011

Yobaz zihniyet Cumhuriyet Bayramı'nı Kutlamıyor ve Kutlatmıyor...
Şeriat baharı sonunda Türkiye'de




Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlam ve biçimiyle olgun bir topluluk haline getirmektir.









27 Ekim 2009 Salı

hüseyin rahmi gürpınar - kedi yüzünden ( sesli öykü )



Hüseyin Rahmi GÜRPINAR


1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Abdülaziz’in hünkar yaverliğinde bulunmuş olan Mehmet Sait Paşa’dır. Dört yaşındayken annesini kaybetmiş, teyzesi ve büyükannesinin yanında yetişmiştir. Önce Ağayokuşu Mahalle Mektebi'nde, sonra Mahmudiye Rüştiyesi'nde okumuş, bir yandan da özel Fransızca dersleri almıştır.

Bu okullardaki öğretmenleri için şunları söyler :

“Bunlar öğretmenlik için yetişmemiş, öğretim yönteminden hiç pay almamış, uygarlık eğitiminden de çok eksikleri olan, bilgisiz, aymaz ve kayırılma yoluyla o görevlere getirilmiş kimselerdi; önlerindeki Arapça kitabını kekeliyerek okurlar, ders anlatmazlar, bu bilgisizliklerinin öcünü zavallı öğrencileri insafsızca pataklamaktan çıkarırlardı.”

Mahrec-i Ahkam okuluna sınavla girmiş, burası Mekteb-i Mülkiye olunca yaşı tutmadığı halde müdür Abdurrahman Şeref’in oluru ile okula devam etmiştir. Ancak hastalanması üzerine öğrenimini ikinci sınıfta yarıda bırakmıştır (1880). Önce Adliye Umur-ı Cezaiye Kalemi'nde, sonra "aza mülazimi" olarak ikinci Ticaret Mahkemesi'nde çalışmıştır. Hüseyin Rahmi memurluğu Nafia Nezareti Tercüme Kalemi, Meşrutiyet'in ilanı üzerine de kısa süre çalıştığı devlet hizmetinden ayrılarak geçimini, ölümüne kadar yazarlıkla sağlamıştır.


Servet-i Fünuncuların çağdaşı ve yaşıtı olduğu halde bu topluluğa hiç girmemiştir. Gerçekçilik akımının etkisi altında yazan Hüseyin Rahmi’nin bütün eserleri gözlem ürünüdür. Doğalcılık akımının etkisi altında yazdığı eserlerinde yer yer yaşamın çirkin, bozuk, gülünç yanlarını da ele almıştır.

1887’de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde başlayan yazarlığı yaşamı boyunca devam ettirmiştir. İlk romanı “Şık”, Ahmet Mithat tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı ve Hüseyin Rahmi’yi de gazeteye yazar olarak aldı. İlk yıllarında çeviri ile uğraşmış sonra da İkdam Gazetesine geçerek orada çalışmaya (1894) ve kendi kitaplarını yayımlamaya başladı. Meşrutiyetten sonra Ahmet Rasim ile birlikte Boşboğaz adlı mizah dergisini çıkarmaya başladılar. Ancak dergi yüzünden mahkemeye verildi. Beraat etti, ama dergi kapatıldı.

Birçok eserinde kötülük, ikiyüzlülük ve gericilikle savaşmıştır. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet dönemlerindeki değişimlerin sonucu, insanların yaşamlarında ve görüşlerinde meydana gelen etki ve tepkileri ele alarak bunları birer olay çerçevesinde işlemiştir. Eski ile yeni çatışmasını eserlerinde ana tema olarak seçmiştir.

Birinci Dünya Savaşı içinde maddi manevi bütün değerler altüst olup da toplum katları arasındaki farklar daha keskin çizgilerle ortaya çıkınca, Hüseyin Rahmi, eskiden toplumla birey arasındaki uyuşmazlıktan doğduğunu belirttiği kötülüklerin, bu kez katlar arasındaki uçurumdan, güçlü ile zayıf arasındaki çatışmadan doğduğu görüşüne varmıştır.

1924 yılında Ben Deli miyim? Adlı romanı yüzünden tekrar mahkemeye verildi ve yine beraat etti. Heybeliada’daki köşküne yerleşerek yaşamının sonuna kadar orada yaşadı.

“Sanat için sanat” görüşünü benimseyen Edebiyatı Cedideci’ler aydın kişilere seslenirken, Hüseyin Rahmi, halka seslenmiştir. Bütün eserlerinde halkın eğitim düzeyini yükselmeyi amaç edinerek “toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir.

”Karşımızda yükselmek yalvarısıyla ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir ulusun genel kültürü birkaç sanat öğretmeninin okuyup öğrendikleriyle ölçülmez.

Halk için edebiyat olamazmış... Ne hezeyan? Halk bilgisizlik içinde boğulsun, koca bir ulus yıkılmaya mahkum olsun, biz karşıdan seyrine bakalım öyle mi?

Siz edebiyatı kendi aranızda dönüp dolaşır kalp akçeye, yalnız azınlığın malı bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.”

Kendisini, “kırk yıldır kafasına doldurduğu felsefeyi etrafına saçan bir mürebbi” olarak tanımlamıştır. Halkı eğitme işini öykü aracılığı ile kahramanlarının ağzından yapmaya çalışmıştır. Bu yüzden, eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmaya çalışmış; üsluba önem vermeyerek, süslemelerden kaçınmıştır.

1935 – 1943 yıllarında Kütahya milletvekili olarak görev yapan ve yaşamı boyunca hiç evlenmeyen Hüseyin Rahmi, 8 Mart 1944 günü Heybeliada’daki köşkünde yaşama veda etti.

Kitapları

Romanları :

Şık (1989)
İffet (1896)
Mutallaka (1898)
Mürebbiye (1899)
Bir Muadele-i Sevda (1899)
Metres (1899)
Tesadüf (1900)
Nimetşinas (1910)
Şıpsevdi(1911)
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912)
Sevda Peşinde (1912)
Gulyabani (1912)
Cadı (1914)
Hakka Sığındık (1919)
Toraman (1919)
Hayattan Sayfalar (1919)
Son Arzu (1922)
Tebessüm-i Elem (1923)
Cehennemlik (1924)
Afsuncu Baba (1924)
Ben Deli miyim? (1925)
Billur Kalp (1926)
Tutuşmuş Gönüller (1926)
Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu?(1927)
Muhabbet Tılsımı (1928)
Mezarından Kalkan Şehit (1929)
Kokotlar Mektebi (1928/1929)
Şeytan İşi (1933)
Utanmaz Adam (1934)
Eşkıya İninde (1935)
Kesik Baş (1942)
Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür (1943)
Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1949)
Kaderin Cilvesi (1964)
Dünyanın mihveri Kadın mı, Para mı?(1949)
Kaderin Cilvesi (1964)
Deli Filozof (1964)
Can Pazarı (1968)
İnsanlar Maymun muydu? (1968)
Ölüler Yaşıyor mu? (1973)
Namuslu Kokotlar (1973)


Öyküleri :

Kadınlar Vaizi (1920)
Namusla Açlık Meselesi (1933)
Katil Buse (1933)
İki Hödüğün Seyahati (1933)
Tünelden İlk Çıkış (1934)
Gönül Ticareti (1939)
Melek Sanmıştım Şeytanı (1943)
Eti Senin Kemiği Benim (1953)
Meyhanede Hanımlar(1968)

Oyunları :

Hazan Bülbülü (1916)
Kadın Erkekleşince (1933)
Tokuşan Kafalar (1973)
İki Damla Yaş (1973).

eserlerinden bâzıları:

Gulyabani
KONUSU: Hüseyin Rahmi Gürpınar, cin, peri ve gulyabani gibi boş inançların kötüye kullanılarak, saf ve namuslu insanların nasıl kandırıldık­larını anlatmaktadır.
Mubsine Hanım:
Muhsine Haram ve Haa Hasan Efendi, ilerlemiş yaşlarına rağ­men birbirlerini çok seven, birbirlerine karşı hep sevgi dolu muhabbetler eden kişiler olduklarından, onlara ben de bir sevgi beslerdim. Bir gün bunun sırrını sordum. Muhsine Hanım bana uzun uzun anlattı. Yazdıklarım, Muhsine Hanım’ın kendi ağzında hayat hikâyesidir:
“Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Sağ olsunlar, her ihtiyacımı karşılamaya çalıştılar. Biraz erken de olsa, çeyizimi düzerek, beni herifin birine verdiler. Kör olası sarhoş ve soysuz çıktı. Her gün dayak, her gün dayak… Canıma tak etti. Üç sene dayandıktan sonra, bohçamı alıp kaçtım. Boşandım, kurtuldum.
Taze dul kalınca, isteyenler çok oldu. Ancak bir zaman kim­seye varmadım. Evlere hizmetçiliğe gittim, sarkıntılık etti­ler…Neyse, eskiden beri beni tanıyan bir Ayşe Hanım vardı, gelip beni buldu ve bana, “Sana uygun güzel bir yer var; lakin burada ya­şadığın sürece, ağzın çok sıkı olacak; gördüklerini, duyduklarını kimseye anlatmayacaksın” dedi. Çaresizlikten kabul ettim. Sonradan öğren­dim ki, benim buraya girmem karşılığında, hayli yüklü bir para almış.
Yedi Çobanlar Çiftliği:
Ayşe Hanım’la birlikte bindiğimiz arabanın sürücüsü, çiftli­ğe gittiğimizi öğrenince, oranın “emlerin ve perilerin mekanı olduğu­nu, gulyabaninİn kol gezdiğim, üstelik çiftlikte deli bir kocakarının bu­lunduğunu.” söyledi. Ayşe Hanım, arabacıyı azarladı. Böylece, konuşa söylene çiftliğe vardık.
Muhatapları elli yaşlarında Çeşmifelek Kalfa’dır. Bir de on­dan daha yaşlı Ruşen Abla vardır. Koca kırk odalı bir yerde, iki yaşlı kadının yalnız başlarına yaşamaları, Muhsine’nin garibine gitmiştir. Ayşe Hanım,. Muhsine’yi överek tanıtır. Ruşen Abla, şişman bir Arap kadınıdır. Muhsine’yi alır yanında götürür. Muhsine’nin sorularına ürkütücü cevaplar verince, Muhsine “Gitmek istiyorum.” diye ayaklanır. Ancak, Ayşe Hanım çoktan gitmiştir.
Korkulu Bir Akşam Yemeği:
Artık, kaderime boyun eğmekten başka çarem yoktu. Saat­lerce, kapının dibinde oturdum. Akşama doğru Çeşmifelek Kalfa gelip beni “Haydi kızım Ruşen’e yardıma gidelim” diye çağırdı. İtaat ettim. Birlikte yürüdük. Biraz sonra ayaklarıma bir şeylerin dolaş­tığını hissettim. Meğer kedi imiş. Neyse, Ruşen Kadın’m yanına vardık. Birlikte yemeklerimizi yedik. Sonra hep birlikte oturma odamıza döndük. Bu iki kadının esrarengiz davranışları, bana cinlerle, perilerle bir ilişkileri olduğu hissini veriyordu.
Hele hele yatma vakti geldiğinde Ruşen Kalfa: “Erken yatmak lâzım. Gündüzler bizlerin, geceler onların, kızdırmaya gelmez.” deyin­ce, korkularım iyice arttı. Ruşen Kalfa, boynuma bir muska astı, “Korkma, yalnız sakın ha, odandan da dışarı çıkma!” deyip gitti.
Periler:
Korku içinde tir tir titriyordum. Üstümü başımı çekiştiriyor, sağımı solumu yokluyor, her tıkırtıda pür dikkat kesiliyordum. Dışardan “vak vak, gak gak” sesleri birbiri peşi sıra geliyordu. Allahım ne yapacaktım. Çaresizlikten, Ruşen Kadm’ın söylemiş olduğu “Emret ya cin!” dedim ve olduğum yere düştüm. Sabaha karşı uyandığımda, korku ile vücudumun her tarafına baktım. Çok şükür, beklediğim gibi bir hasar yoktu. Biraz daha yatmaya çalıştım. Kapım güm güm vuruluyordu. Kalkıp açtım. Baktı Ru­şen Kadın. Gece olanları anlattım. “Bu gece, sana beyaz elbise vere­yim, onunla yat.” deyince, “Gece burada kalan kim, hemen gidiyorum.” dedim. “Sen artık perilere karıştın, bir yere gidemezsin.” dedi. Çeşmifelek Kalfa da geldi. Ağladım, sızladım, beni geri gönderin dedim, hiç dinlemediler bile…Neyse ki birkaç gün sonra bu hayata alıştım.
Bilmece İçinde Bilmece:
Bir gün odaların birinden ses duydum. Bu, Ruşen Kadın ile Çeşmifelek Kalfa’nın sesine benzemiyordu. Bir kadın sesi idi.
Gerçek miydi yoksa bana mı öyle geliyordu? Bütün cesare­timi toplayıp, biraz ileri gittim. Şimdi ses daha net geliyordu..
Anlaşılmasın diye hemen yerime döndüm. Yürürken, bir er­kek sesi “Bu gece sınavın var.” diyordu.
Ahu Baba Yahut Gulyabani:
Sessizliğim ve uysallığım sayesinde, her iki kadının da gö­züne girmiştim. En büyük merakım, o sesin sahibini tanımaktı. Bir gün yine iyice o sese yaklaştım. Biriyle konuşuyordu. “Bana bir şey yapamazsın, iki tane gül gibi hizmetçimi yedin” vb. konuşmaları du­yunca, yeniden korkunun girdabına kapıldım. Hızla geri dönme­ye başladım. Birden yanı başımda dev gibi bir gölge ortaya çıktı. Dilim, damağım tutuldu. Olduğum yerde kaldım. Bu esnada, Ruşen Kadın ve Çeşmifelek Kalfa geldiler. Onlara duyduklarımı ve gördüğüm gölgeyi anlattım. Yaşlı kadından haberleri vardı. Gölgenin ise Ahu Baba’nın gölgesi olduğunu söylediler. Ve hep birlikte, yaşlı kadının yanına gitmemizi kararlaştırdılar.
Hanımefendiyi Ziyaret:
Kilitli kapıları açarak, daracık sofalardan geçerek, yaşlı kadı­nın bulunduğu yere geldik. Lakin kendisi ortada yoktu. Dikkatli bir şekilde araştırınca, dipte bir köşede, kıvrılmış olarak uzandı­ğını gördük. Benim için, “Bu kim?” diye sordu. Öğrenince de ya­nına çağırıp, “Bu ne güzel bir kız.” diyerek çenemi okşadı. Kanım ısınmıştı. Yanında dahi kalmaya karar verip, bunu ötekilere söy­ledim. Bu esnada koyun postlu, üstü boynuzlu bir baş göründü. Kor­kudan, dizlerimizin bağı çözüldü. Meğer bu meşhur Samsam’mış.
Dediler ki Samsam herkesin kendi yerine çekilmesini istiyor. Hanı­mefendi, “Haydi gidiniz.” dedi. Ruşen Kalfa öne düştü, hepimiz oda­larımıza çekildik.
Aşık Peri:
Artık uyumam mümkün değildi. Böyle tedirgin ve korku i-çinde yatağımda büzüşmüş otururken bir erkek sesi duydum. Bu mani söyleyerek, birisine aşkını ilan ediyordu. Herhalde ben ola­mazdım. Tam bu sırada devam etti:
“Yandı sana yüreğim, Muhsine, ah meleğim, Tahammülüm kalmadı, Aç yorganı gireyim.”
Eyvah, demek şimdi hedef bendim. Korkum iyice arttı. Bu arada ses devam ediyor, “Seni yemem.” vb. sözler söylüyordu. Bu kadar korkuya bir insanın dayanma derecesini deneyerek şaşırıp kalıyorum. Şimdiye kadar niçin bayılmadım, niçin Ölmedim… Bu arada patırtılar sürekli artıyordu. Bir müddet sonra tamamen kesildi. Oh, ancak ben de bitmiştim. Karmakarışık duygular için­deydim.
Periyle Söyleşme:
Bu halde iken, bir erkek sesi: “Elmasım, hiç korkma. O uğursuz perileri hep savdım. Seni kurtarmaya geldim” diyordu. Kapatmış olduğum gözlerimi hafifçe açarak, parmaklarımın arasından bak­tım. Köylü kılıklı, gürbüz, yakışıklı, sevimli bir delikanlı karşımda duruyordu. “Ben düşmanın değil, dostunum. Seni kurtarmak için ne büyük tehlikelere göğüs gerdiğimi bilemezsin.” diye devam etti.
Sen insan mısın, peri misin, diye sordum. “Ben de senin gibi bir insanım. Adım Hasan. Çiftlikte dışarda çalışıyorum. Bu çiftliğin bütün cinleri, perileri hepsi sana sahip olmak istiyor. Bu yüzden birbirle­ri ile kavga ediyorlar. Sen İse sadece benim olacaksın, onların hepsine engel olacağım.” dedi.
Hasan’ı beğenmiştim. Söylediklerini kabul ettim.
Hasanla Gündüz Karşılaşma:
Gündüz, dışarıda çalışanların evin içerisine girmeleri gereki­yormuş. Bizler kenara çekildik, erkekler önümüzden geçtiler. Hasan da aralarındaydı. Üzerindeki elbiseler aynı idi. Güzel ve yakışıklı bir erkekti. Bir fırsatını bulup yanıma yaklaştı. “Ölmek var, dönmek yok.” diyerek hem evlenmek, hem de buradan kur­tulmak için anlaştık.
Tuhaf Bir Sınav:
Meğer, bahçede cinlerle, perilerle sınav olacakmışız. Hepi­miz tertemiz olduk, hanımefendiyi de alıp, bahçede sınav yerine geldik. Sırası ile Hanımefendi, Ruşen Abla, Çeşmifelek Kalfa bu acaip sınavdan geçtiler. Sıra bana geldi. Acaba nasıl olacaktı? İlk soru geldi: “Eşekamrtan, Deveoğlu yokuşundan kaç parmak yüksek­tir?” Arkamdan tüylü perilerden biri: “Sekiz parmak, altı buçuk nokta yüksektir.” diye cevap verince bu sınavı geçtim. Arkasından, benzer abuk subuk sorular gelmeye başladı… Hiçbir soruya iste­dikleri doğru cevabı veremedim. Sağlam sıfırı almıştım. Neyse, ne olursa olsun, sınav bitti, yeniden odalarımıza çekildik.
Kanlı Bir Dövüşme:
Döşeğime girdim. Uyumak mümkün değildi. Aklım hep, o acaip sorularda idi. Biraz sonra kapı fıkırdadı. Gelen Hasan’di. Daha bir iki konuşmamıştık ki, takırtı sesleri gelmeye başladı. Ben korktum. Hasan, “Korkma.” diyerek belinden bir tabanca çıkardı. Perinin odama geldiğini anlayınca, Hasan dolabın içine girdi. Sonra peri geldi. Zayıf, çelimsiz bir peri idi. Bana aşkını ilan etti. Dolapta Hasan, karşımda çelimsiz peri, bana bir cesaret geldi ve onunla konuşmaya başladım. Peri “Senin yatağına girmeden surdan şuraya gitmem.” diyerek inat ediyordu. Üstüme atıldı, boğuşmaya başladık. Hasan dolaptan çıkıp karşısına dikildi. Kudurmuş bir kurt hızıyla, “Şevki Bey’İn perisinin üzerine atıldı.: “Bu lanetli çift­likte birkaç kadının kanına girdiniz. Ama bunun kılına dokundurtmaya­cağım.” Şevki Bey’in perisi bir ıslık öttürdü. Birden, yükten dört tane daha tüylü peri canavarı çıktı. Hasan’m üzerine atladılar. Hasan tüm mücadelesine rağmen, beş kişiye karşı yenik düştü. Sürüye sürüye çekip götürdüler.
Hanımefendinin Nefesi:
O gece çektiğim ızdırabı bir ben bilirim. Hasan’m o hali gö­zümün önünden gitmiyordu. Boğazı yarılıp kesilerek daha ölme­miş bir koyunun son debelenmelerini andıran çırpınışlarla oradan oraya kendimi vurdum, yerlerde süründüm.
Şafak attı. En kara günüm başlıyordu. Yüklüğü açtım. Ne varsa boşalttım. Hiçbir iz bulamadım. Dışarı çıktım, Ruşen Kalfa “Bu gece birisini boğazladılar galiba…” deyince bir çığlık attım. Cin­lerin, perilerin beni çarptığına hükmederek, hanımefendinin ya­nına götürdüler. Onun huzurunda dün gece olanların hepsini anlattım. Hepsi büyük bir korku içinde kaldılar.
Hepimizin Hakkında İdam Hükmü:
Hepimiz hanımefendi ile birlikte kalmaya karar verdik. Gece olunca, cinler ile periler karşılıklı atışmaya başladılar. Korku ile sinmiş, kaderimizin sonunu beklemeye başlamıştık ki, depreme benzer bir sallantıyla her yer sallandı. On beş dakika süren sal­lanmanın arkasından, bütün sesler kesilmişti. İdam hükmümüzün verildiğini anlamıştık.
Gulyabaninİn Yenilmesi ve Maskesinin Düşürülmesi:
Madem ki ölecektik, böyle koyun gibi beklemek neyin nesi idi? Zaten Hasan’ıma yanmışım. Ne olursa olsundu? Bu cesaretle pencereyi açtım. Bahçe açıkça görülüyordu. Bir boru öttü. Tüylü yaratıklar ortaya çıkıp, sıra halinde dizildiler. Sonra Gulyabani gözüktü. Dev gibi bir yaratıktı. Kocaman karnı vardı. Bizden tara­fa bakıp seslendi: “Sizi öldürmeye geldim.” Ölümden Öte köy var mıydı? Gulyabani cama yaklaştı. Korkunç sopasını içeriye uzattı. Can havli ile atlayıp, iki elimle sopasına yapıştım. Artık her şey bitmiş miydi? Birden bir silah sesi İşitildi. Arkasından da “Mel’un çekil o pencerenin önünden!” diyen Hasan’ın sesi geldi. İkinci kur­şunda, tüylülerin üzerine, kurşun yağmaya başladı. Çok geçmedi kapılar kırıldı, ellerinde tüfekler, meşaleler, bir kalabalık bahçeye doldu. Bütün cinlerin etrafını çevirdiler. Ortalarında Hasan’ımı gördüm. Haykırıyordu: “Ey! Bu uzun kılığa girmiş alçak adam, orta­ya çık.l” Atlayarak bacaklarına vurdu. Sonra da ona emretti. Uzun boyu ile yürütüp, pencerenin önüne getirtti. Alt tarafını soyunca, uzun takma tahta cambaz ayakları, kafasındakini çıkartınca da otuz beş kırk yaşlarında çirkin, sakallı kara bir surat ortaya çıktı. 13u çiftliğin kahyası Zekeriya Efendi’den başkası değildi. Tahta bacakları söküldü, diğerleri gibi elleri bağlanarak onların yanma konuldu. Diğer cinler ise Şevki Bey, Bekir Efendi, Bayram, Agâh, Zeynel idiler… Hasan tek tek bunlara, kılığına girdikleri cin, peri ve hayvanların taklitlerini yaptırınca ve çiftliğin içinde ve dışında kurmuş oldukları bütün düzen ve tezgâhlar bir bir ortaya çıkartı­lınca, iş iyice anlaşılmıştı.
En çok sevinen, yıllardan beri deli muamelesi görüp, malı mülkü elinden alman hanımefendi idi. Hasan’a bu yüzden çok minnettardı.
Suçlular adalete teslim edildiler. Hasan ile nikâhımız kıyıldı, üç gün üç gece düğün oldu. Ruşen abla ile Çeşmifelek Kalfa’yı da çeyizlerini düzüp birer kocaya verdik…
Kocam bu Hacı Hasan Efendi, hikâyedeki işte bu kahraman güzel Hasan’dır

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Roman, 12 bölümden oluşmaktadır Hüseyin Rahmi Gürpınar önemli eserlerinden biridir.. Romanın ilk bölü­münde, bir mahallede yaşayan insanların günlük yaşantısı anlatılmaktadır. Kadınların kendi aralarındaki konuşmaları ve cahillikleri söz konusu edilir. Mahalledeki herkes ve bütün İstanbul, 5 Mayıs 1910'da dünyaya çarpma ihtimali olan kuyruklu yıldızı konuşmaktadır. Herkes, korku ve panik için­dedir.
İrfan Galip, Defterdar Galip Efendi’nin oğludur. Avrupai yaşama özenmekte, kadınların cahillikleri ile alay etmektedir. Babasından yüklü bir servet kalan İrfan Galip, Aksaray’da oturmaktadır. Okuduğu kitaplardaki Batıya ait düşünceleri çevresindeki insanlara uygulamaya çalışmaktadır. Fakat et­rafındaki cahil halk, onu anlayamamaktadır. Ailesinden ve Türk kızlarından şikâyet eder durur. Kendine uygun seviyeli bir Türk kızının olmadığını düşünerek evlilik konusunda ka­ramsarlığa kapılır. Halley Kuyruklu Yıldızı’nın dünyaya çarpacağı söylenti­lerini gazetelerden İrfan Galip de takip etmektedir. İrfan Ga­lip, kendisinin çok bilgili olduğunu düşündüğü için bu konu­da halkı bilgilendirmek zorunda olduğunu düşünür. Panik ve korku içinde olan mahalle kadınlarını toplar, onlara bir ko­nuşma yapar. Aslında asıl amacı geçmişte türlü nedenlerle onu küçük düşüren kadın milleti ile alay etmektir. Toplantı­dan birkaç gün sonra bir kızdan mektup alır. Mektup, olduk­ça bilgili, eğitimli birinin eliyle yazılmıştır. İrfan bu mektuba coşkun ve duygulu bir cevap yazdıktan sonra konferansının ikinci bölümünü hazırlar.Ev halkını ,mahalle esnafını kıyametin kopacağına inandırmıştır.Herkes birbirine itiraflarda bulunarak helalleşir.İkinci konferansta İrfan’ın kıyamet sahnesini tasvir ettiği sırada ,önceden hazırladığı küçük oyun sahnelenir.Etrafta patlayan çatpatlar ,fişekler ,yukarı katta devrilen masa ve dolaplar ,kadınları çılgına çevirir. Bu sırada tanımadığı hayranı ile mektuplaşması sürmektedir.Onun hakkında çok kötü şeyler öğrenmesine rağmen kadına evlenme teklif eder.Kadının bu evlilik için bir şartı vardır. Kuyruklu yıldızın çarpacağı ana kadar İrfan’a yüzünü göstermeyecektir. Halley’in görüneceği gün düğün yapılır.Evin damında dürbünle gökyüzünü araştıran gelinle güvey arasında bilimsel , felsefi ,uzun konuşmalar geçmektedir. Genç gelin ,evliliğinin ilk gününden aklını ,bilgisini kocasına ispat ederek, eşit şartlarda sürecek bir beraberliğin temelini atmıştır.Gelin hanım İrfan’dan kadınların öcünü almak için bir oyun yapmıştır ve bu oyunun sonunda İrfan’ın ona iyi bir koca olacağını anlamıştır.

Menekşe Kalfanın Müdafası
Arap Menekşe Kadın, on dört yıl önce evimizde aşçı idi. Bir gün hışımla büromdan içeri girerek, İkdam Gazetesi sohbet yaza­rının son makalesinde yazmış olduğu: “Söyleyin bana bakayım, şu Menekşe Kalfa’nın medeniyetle bağıntısı nedir? Dünyanın ilerlemesine patlıcan kızartmaktan başka kaç paralık hizmet etmiştir?” yazıyı okuyunca, soluğu bizim evde almıştı. “Al bakalım şunu oku…Bu ne kapazelik ayol? Bu gazeteciler benden ne isteyo? Şimdi bunun cevabım yazacaksın, yoksa sana emeklerim helâlühoş olmasın..” diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Komşulardan meseleyi anlamaya gelen yaşlı bir hanım, olayı dinleyince: “Sen bu işi bedava mı yaptıracaksın? Hayatta olmaz..” dedi. Menekşe buna karşılık “Fakirim ama gönlüm zengindir. Ne isterseniz evimi satar veririm.” demesin mi?
Yaşlı kadın gayet ciddi: “Evini satmaya gerek yok, bize turfanda patlıcan dolması pişirir misin?” diye sordu.
Devir savaş ve kıtlık devri. Patlıcanın bey olduğu zamanlar. Menekşe Kadın “Başım üstüne.” demez mi!”
Menekşe’ye pek kıymamak İçin avukatlık ücretini yirmi pat­lıcan dolmasına kesiştik.
Ben de aşağıdaki müdafaayı yazdım:
“Biz zencilerin kabıliyetindekı çalışma, bulunduğumuz memleketin medeniyehyle orantılı olarak gelişiyor. Amerika’da meşhur artist Çikola­ta, Fransa’da avukat Prens Unanıla… gibi. Türkiye’ye gelince acaba bulunmadığımız bir alan var mıdır? Saray entrikalarına bulaşmamış kaç hadım ağası vardır?.. Çocuklarınızın dadısı kimdir?.. Arap aşçılar hırsız olur, derler. Ama söyleyiniz, kim değil? Rızkına razı olan kimse var mı? Esnaf müşteriden çalar, müşteri, kazancını arttıracak helal haram yolları bulur. Her insan akılca kendisinden bir gömlek aşağısını görünce kandı­rır, birbirini soyar, bu böyle gider… Bunun adına yeni felsefede hayat mücadelesi derler…”

Şık
Doğuştan aptal denecek kadar saf olan Satırzade Şöhret Bey alafrangalığa özenir. Madam Potiş isminde ahlak bakımından düşkün bir kadına rastlar. Onunla birkaç gün daha yasayabilmek için “İstanbul’da bir eşi daha bulunmaz cerbezede ve kadınlarca eli bayraklı tabir edilen derecenin pek üstünde edepsiz bir kadın olan” annesinin küpelerini çalıp satar ve metresiyle bir lokantada yemek yemeye giderken yanlarına modaya uygun olmak için bir de köpek alırlar. Köpek, başlarına türlü bela getirir. Sokakta öteki sokak köpekleri bunlara hücum eder, iki sarhoş Ermeni külhanbeyi kendi şiveleriyle bunun hakkında iddiaya girişip kavgaya başlarlar. Gittikleri lokantayı köpek altüst eder. Şöhret Bey cebindeki bütün para ile bu ziyanı ödemek mecburiyetinde kalır. Madam Potis’i de eski tanıdığı bir serseri götürür. Geceleyin Madam Potis’in kiracı olduğu eve gidip onu arayan Şöhret’in başına bir çuval kömür tozu dökerler. Bu halde dolaşırken arkadaşı Maşuk Bey’e rastlayarak onun evindeki eğlenceye gider. Orada da şıklık ve alafrangalık merakını gülünç bir şekilde dışarı vuracak hareketlerde, münakaşalarda bulunur; Fransızca uydurma manzumeler okur, kan zayıflığının sülükle tedavisi hakkında uydurma nazariyelerden dem vurur. Anlattığı saçmalıklardan sonra kapı dışarı edilirken arkadaşlarının bazı kıymetli eşyalarıyla paralarını da alır. Bir iki gün sonra da Tepebaşı bahçesinde gene gülünç bazı sahnelerden sonra polisin eline düşer.

cahit sıtkı tarancı - gün eksilmesin penceremden ( emel sayın yorumu )




Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne hâlden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu bahçe, bu kuş, bu nur.

Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

c.s.tarancı

26 Ekim 2009 Pazartesi

cunhuriyet dönemi şiir akımları

Beş Hececiler, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy ve Orhan Seyfi Orhon tarafından geliştirilen cumhuriyet dönemi şiir akımıdır.

Hecenin beş şairi adıyla da anılan bu sanatçılar milli edebiyat akımından etkilenmiş ve şiirlerinde hece veznini kullanmışlardır. Beş hececiler şiire birinci dünya savaşı ve milli mücadele döneminde başlamışlardır. Beş hececiler ilk şiirlerinde aruz veznini kullanmışlarsa da sonradan heceye geçmişlerdir.

Şiirde sade ve özentisiz olmayı ve süsten uzak olmayı tercih etmişlerdir. Şiirde memleket sevgisi, yurdun güzellikleri, kahramanlıklar ve yiğitlik gibi temaları işlemişlerdir. Mısra kümelerinde dörtlük esasına bağlı kalmayıp, yeni yeni biçimler aramışlardır. Nesir cümlesini şiire aktarmış ve düzyazıdaki söz dizimini şiirlere de yansıtmışlardır.

Hece vezni ile serbest müstezat yazmayı da denemişlerdir.


Yedi Meşaleciler

Beş Hececiler'e tepki olarak ortaya çıkan Cumhuriyet dönemi edebî topluluğu.

Hakkında

Beş Hececilerin savunduğu sanat anlayışı ve görüşlere karşı içtenliği ve "öz şiir"i savunan yedi genç sanatçının oluşturduğu topluluktur.

Beş Hececiler'i halk şiiri geleneğinden yararlandıkları için eleştirmişlerdir. Edebiyatta daima içtenlik, yenilik ve canlılık peşinde koşmuşlardır. "Sanat, sanat içindir." görüşünü benimsemişler ve geleneksel konulardan sıyrılıp yeni konular işlemişlerdir.

Sanatı tam anlamıyla batılı yapmaya çalışmışlardır. Olaylara gerçekçi ve izlenimci bir yaklaşımları vardır.

1928'de yayınladıkları "Yedi Meşale" adlı ortak kitapta yazılarını bir araya getiren topluluk şu isimlerden oluşmaktadır: Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfü, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret ve Kenan Hulusi Koray.

Garip ya da Birinci Yeni[1], Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday'ın öncülüğünü yaptığı şiir akımının adıdır. Türk şiirinde o güne kadar yer etmiş kalıp ve anlayışlardan kurtulmak gerektiğini savunur ve biçimciliğe, duygusallığa karşı çıkıp, söyleyiş güzelliğini esas alır. 1941'de Orhan Veli, M. Cevdet Anday ve Oktay Rifat üçlüsü, şiirde var olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe başkaldıran şiirlerini Garip adıyla bir kitapta topladılar. Kitaba koyulan Garip adı zamanla hem üç şairi yansıtan bir kimlik kazandı hem de Türk şiirinde yeni başlayan akımı yansıttı. Şiirde her türlü kurala ve önceden belirlenmiş kalıplara karşı çıkıp kuralsızlığı kural edindiler. Şiirin ölçü, uyak ve dörtlükle ilgisiz olduğunu, özgür yazılması gerektiğini savundular ve şiirin konularını genişlettiler. O güne kadar "seçkin" bir tür sayılan şiirin her konuda yazılabileceğini savundular. Konuşma dilini şiire dahil ettiler; "nasır" gibi bayağı bir sözcüğün de şiirde kullanılabileceğini gösterdiler. Halk deyişlerini şiire aktardılar. Bütün bu aykırı özellikleriyle şiir gibi görünmeyen ve Türk Edebiyatı içinde tepki toplayan Garip Akımı, ancak günümüzde anlaşılabildi.

Garipçiler, Garip adlı kitaplarına yazdıkları önsözde, Türk şiirini katı kurallara bağlı ve doğallıktan uzak bulduklarını belirtmişlerdir. Garipçiler'e göre bu durumun temel nedeni hece, uyak, aruz gibi kalıpların şiirde vazgeçilmez sanılmasıydı.

Garip akımını takip eden şairler bir türlü düzgün para kazanamamıştır.Kaderleriyle başbaşa kalmışlardır.Genelde yalnız olarak hayata gözlerini yummuşlardır.


"Hisarcılar”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı şiir ekollüne bağlı olan şair ve yazarlar topluluğudur. Hisarcılar ilk şiirlerini Çınaraltı dergisinde, Garip akımına karşı bir duruş sergileyerek yayınladılar. Daha sonra 1950 yılında çıkarılmaya başlayan ve 1980 yılına kadar aralıklı olarak 277 sayı çıkarılan Hisar dergisi etrafında toplandılar.

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında Hisarcılar olarak isimlenidrilen bu grup; Mehmet Çınarlı, Mustafa Necati Karaer, Gültekin Samanoğlu, İlhan Geçer, Munis Faik Ozansoy, Yavuz Bülent Bakiler, Arif Nihat Asya, Tarık Buğra, Mehmet Kaplan, Cemil Meriç, Sabahattin Engin, H. Rıdvan Çongur, Nurettin Özdemir, Rıza Polat Akkoyunlu, Macit Benice, Yahya Akengin, Sevinç Çokum, Sabahat Emir, Oyhan Hasan Bıldırki, Şevket Bulut, M. Fahri Oğuz, Necmettin Hacıeminoğlu, M. Necati Özsu, Muhtar Körükçü, Mahmut Özay, Faik Baysal, M. Necati Sepetçioğlu, Fevzi Halıcı, Mehdi Halıcı, Ülkü Uluırmak, Bilgesu Duru, Burhanettin Muz, Yusuf Mardin, Ömer Atilla, Metin And, Ergun Sav, Kamuran Özbir, Rüştü Şardağ, Müjgan Cumbur, Mehmet Önder, Hilmi Ziya Ülken, Talat Sait Halman, Coşkun Ertepınar, İbrahim Minnetoğlu, İsmail Geçeksöz, Ayla Oral, Bahattin Karakoç gibi şairlerden meydana gelmiştir.

Hisarcıların ortak görüşlerini: "Sanatçı bağımsız olmalıdır. Ulusal olmayan bir sanatın sınırları aşacağı düşünülemez. Sanatçının dili yaşayan dildir. Her alanda batı taklitçiliğine karşı çıkılmalı, gelenekler tümüyle reddedilmemelidir. Sanat siyasetin aleti olmamalıdır. Dildeki kargaşaya son verilmelidir." anlatımlarıyla ortaya koymuşlar; bunu gerçekleştirmek istemişlerdir.

"Bu gruptaki sairler; ölçü konusunda bir dayatmaya karsı olmuşlar, şiir olarak kalabildiği sürece aruzu da, heceyi de, serbest biçimli şiiri de kabul ettiklerini açıklamışlardır. Şiirin biçim özellikleri yönüyle, aruzda ve hecede alışılmış kalıpların çerçevesinden kurtulup yeni söyleyişlere ulaşmasını hedefleyen Hisarcılar, içerik özellikleri yönüyle de, şiirin konusunun sınırlandırılamayacağını, şiir feda edilmemek koşuluyla her konunun işlenebileceğini savunmuşlardır. Zira sanatın her şeyden önce bir hürriyet meselesi olduğunu dile getirmişler; ancak, dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman mutlak hürriyet rüzgârı esmediğini ileri sürerek “hürriyet perdesi arkasında oynanan maksatlı oyunlara pabuç bırakmayacaklarını” da her fırsatta dile getirmişlerdir." [1]




ikinci yeni akımı ve temsilcileri

İkinci Yeni, 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan gibi şairlerin başını çektiği bir şiir ve edebiyat akımı.

Garipçiler'e ve 1940 Toplumcu Gercekçi Kuşağı'na tepki olarak doğmuştur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost

Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan bir akımdı. Ortak ozellikleri; dilin alışılmış kalıplarını yıkmak, sözdizimini zorlamak, değiştirmek ya da bozmak oldu. Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlik verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çabaladılar, yer yer anlamın yittiği görülür şiirlerinde. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmektir.

Özellikleri:

  • Orhan Veli arkadaslarının yalın anlatımına tepki olarak dogmustur.
  • II. Yeni siirimizde çok uzun soluklu olmasa, genis bir okuyucu kitlesi bulamasa da Türk siirine yeni boyutlar getirmistir.
  • “siir için siir” anlayısıyla hareket etmisler; erdem, ahlak, toplum ve gerçek gibi konuların siirin dısında tutulması gerektigini savunmuslardır.
  • Onlara göre anlamlı olmak siir için önemli degildir.
  • II. Yeni’ye göre siir bir öykü anlatma aracı degildir. Öteki edebi türlerden kesin çizgilerle

ayrılmalıdır. Bu yüzden konuyu ve olayı siirden atmıslardır.

  • Esya, görünüm ve insanı gerçeküstücülükten daha asırı bir soyutlama ile anlatmayı amaç

edinmislerdir.

  • Onlara göre siirde ahenk, ölçü ve uyakla degil; musiki ve anlatım zenginligi ile saglanmalıdır.
  • İkinci Yeni'nin Cemal Süreya'nın ölümüyle son bulduğu söylenir.
  • Garip'teki gibi ortak bir hareket olmayıp bağımsız şairlerin benzer bir çizgide şiir yazmasıyla oluşmuştur.
EDİP CANSEVER
İlk şiiri 1944'te İstanbul dergisinde yayınlandı. Yücel, Fikirler, Edebiyat Dünyası, Kaynak dergilerinde çıkan ilk gençlik şiirlerini "İkindi Üstü" kitabında topladı. Bu şiirlerde varlıklı, her şeye yaşama sevinciyle bakan bir gencin avarelikleri, duyguları ön plandaydı. 1951'de "Nokta" dergisini çıkardı. Bu dergi genç şairlerle ve yazarlarla tanışmasını sağladı. İlk kitabından 7 yıl sonra yayınladığı "Dirlik Düzenlik" bu dönemin ürünüdür. Bu kitaptaki şiirlerde düşünceyi dil içinde eritmeye yönelen, özlü bir söyleyiş ve çarpıcı biçim arayan, toplumsal eleştiri için mizah aracını kullanan bir tutum görüldü. 1957'de yayınlanan "Yerçekimli Karanfil" ile kendisine özgü bir şiir evreni kurdu. İkinci Yeni akımının özgün örneklerini verdi. Yenilik, Pazar Postası, Yeni Dergi gibi dönemin sanat yayınlarında şiirsel canlılığı besleyen şairlerden biri oldu. Şirinde zamanla sevinç yerini bunalıma, toplumsal dengesizlikleri eleştirme kaygısı yerini yıkıcı bir umutsuzluğa bıraktı. "Dize işlevini yitirdi" gerekçesiyle yeni arayışlara yöneldi. Şiirde tiyatrodan esinlenen diyaloglar kullandı. "Nerde Antigone", "Tragedyalar", "Çağrılmayan Yakup" bu dönemin ürünleri. Yine de İkinci Yeni içindeki bazı şairler gibi anlamsızlığı savunmadı. Kapalı, anlaşılması güç, yine de anlamdan ayrılmayan bir şiire yöneldi. Çok farklı imgeler kullanırken bile düşünce öğesini gözardı etmedi. Yapıtlarına tutarlı bir bütünlük kazandırdı. Şiirinde düzyazı olanaklarını kullanmaktan da çekinmedi. Yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve yaşama biçimiyle de kendisinden söz ettirdi. Sürekli yazan, yayınlayan bir şair olarak ilgileri hep üstünde tuttu.

Şiir [değiştir]

  • İkindi Üstü (1947)
  • Dirlik Düzenlik (1954)
  • Yerçekimli Karanfil (1957)
  • Umutsuzlar Parkı (1958)
  • Petrol (1959)
  • Nerde Antigone (1961)
  • Tragedyalar (1964)
  • Çağryan Yakup (1966)
  • Kirli Ağustos (1970)
  • Sonrası Kalır (1974)
  • Ben Ruhi Bey Nasılım (1976)
  • Sevda ile Sevgi (1977)
  • Şairin Seyif Defteri (1980)
  • Yeniden (1981)
  • Bezik Oynayan Kadınlar (1982)
  • İlkyaz Şikayetçileri (1984)
  • Oteller Keti (1985)

Düzyazı

  • Gül Dönüyor Avucumda (Ölümünden sonra, 1987)
  • Şiiri Şiirle Ölçmek: Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar. Hazırlayan: Devrim Dirlikyapan. Yapı Kredi Yayınları, 2009.
CEMAL SÜREYA

Cemal Süreya (d. 1931, Tunceli - ö. 9 Ocak 1990, İstanbul), Türk şair. Asıl adı Cemalettin Seber'dir.

Cemal Süreya 1931'de Pülümür'de doğdu.1938'de Dersim İsyanı sonrasında ailesi Bilecik'e sürgün edildi.

Cemal Süreya 38 sürgününü bir şiirinde şöyle anlatıyordu:

"Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu."

Düzyazı

  • Şapkam Dolu Çiçekle (1976)
  • Günübirlik (1982)
  • Onüç Günün Mektupları (1990, ö.s.; YKY 1998)
  • 99 Yüz (1991; YKY 2004)
  • 999. Gün / Üstü Kalsın (1991)
  • Folklor Şiire Düşman (1992)
  • Uzat Saçlarını Frigya (Günübirlik’in yeni basımı: 1992)
  • Aydınlık Yazıları / Paçal (1992)
  • Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
  • Papirüs’ten Başyazılar (1992)
  • Günler (999. Gün’ün genişletilmiş basımı: YKY 1996)
  • Güvercin Curnatası (Cemal Süreya ile konuşmalar: haz. Nursel Duruel, YKY 1997; genişletilmiş basımı: YKY, 2002)
  • Toplu Yazılar I: Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar (YKY 2000)
  • Toplu Yazılar II: Günübirlikler

Antoloji ve çevirileri

Cemal Süreya iki antoloji (Mülkiyeli Şairler ve 100 Aşk Şiiri) hazırladı; Simone de Beauvoir’dan Sade’ı Yakmalı mı? (1966; YKY 1997), Gustave Flaubert’den Gönül ki Yetişmekte (Duygusal Eğitim) ve Antoine de Saint-Exupéry’den Küçük Prens (Tomris Uyar’la birlikte) başta olmak üzere, pek çok çeviri yaptı. Çeviri şiirleri (Yürek ki Paramparça, haz. Eray Canberk, YKY 1995) ve Çocukça dergisi için yazdığı yazılar (Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi, haz. Necati Güngör, 1993; YKY 1996) derlendi.


TURGUT UYAR


İstanbul'daki ilköğreniminden sonra, Konya Askeri Okulu, Işıklar Askeri Hava Lisesi ve Askeri Memurlar Okulu'nu bitirip Posof, Terme ve Ankara'da personel subayı olarak görev yaptı. İlk evliliği annesinin isteği ile oldu. 18 yaşında baba olan Uyar ilk eşinden olma 3 çocuğunu memurluk yaptığı yerlerde büyüttü. 1958'de askerlikten ayrılarak Türkiye Selüloz ve Kağıt Sanayisi'nin Ankara şubesinde çalışmaya başladı. 1966 yılında eşinden ayrılıp İstanbul'a yerleştiğinde o dönem Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlarlar. Bu mektuplaşmalar evlilikle sonuçlanır. Tomris Uyar ile evliliklerinden bir erkek çocukları olur.

Hece ölçüsüyle yazdığı ve toplumsal konuları işleyen ilk iki kitabı Arz-ı Hal (1949) ve Türkiyem (1952)'den sonra, Dünyanın En Güzel Arabistanı'yla bireyin iç dünyasına yönelerek yalnızlığın ve çıkışsızlığın peşinde olmuştur. Tütünler Islak(1962) ve Her Pazartesi(1968) 'de koruduğu bu çizgiyi, Divan(1970)'la geleneksel şiirin kalıplarına, Toplandılar (1974) ve Kayayı Delen İncir (1982)'le söz konusu dönemde yaşanan sınıfsal mücadelenin yansımalarına yerini bırakmıştır.


Şiir

  • Arz-ı Hal (1949)
  • Türkiyem (1952-1963)
  • Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959)
  • Tütünler Islak (1962)
  • Her Pazartesi (1968)
  • Divan (1970)
  • Toplandılar (1974)
  • Toplu Şiir (1981, ilk dört kitaptaki şiirleri)
  • Kayayı Delen İncir (1982)
  • Dün Yok mu (1984)
  • Büyük Saat (Son yazdıklarıyla birlikte bütün şiirleri 1984)

İnceleme

  • Bir Şiirden (1984)

Çeviri

  • (Tomris Uyar'la birlikte) Lukretius - Evrenin Yapısı
ECE AYHAN

Tam adı Ece Ayhan Çağlar'dır. Datça'da doğdu. Ailesinin asıl memleketi ise Çanakkale’nin Eceabat ilçesine bağlı Yalova Köyü’dür. 1940 yılında Çanakkale’den ailesiyle beraber İstanbul’a göç eden Ayhan, ilk (Hırkaişerif İlkokulu), orta (Zeyrek Ortaokulu) ve lise (Atatürk Erkek Lisesi) öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 1959 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, aynı yıl İstanbul maiyet memurluğunda stajını tamamladı ve kaymakamlık kursunu bitirdi. 1962'de Sivas’ın Gürün ilçesinde, 1963'te Çorum’un Alaca ilçesinde kaymakamlık ve belediye başkanlığı yaptı. 1963-65 yılları arasında askerliğini yedek subay olarak yaptıktan sonra, Denizli’nin Çardak ilçesi kaymakamlığına atandı.

1966’da memurluktan ayrılması üzerine İstanbul’a geldi ve çeşitli yayınevlerinde redaktörlük ve editörlükle uğraştı. Meydan Larousse Ansiklopedisi'nde çevirmen olarak çalışan Ayhan, bir süre de Türk Sinematek Derneği’nde ve e Yayınları'nda çalıştı. 1974’te hastalandıktan sonra Başbakan Bülent Ecevit'in yardımıyla hastalığının tedavisi için İsviçre’ye giden şair, burada beyin ameliyatı geçirdi ve üç yıl tedavi gördü. Ardından da 1977 yılında, Türkiye’ye döndü. Bodrum, İstanbul ve Çanakkale'de yaşadı.

Ece Ayhan ilk şiirleriyle birlikte eleştirmenlerin ve genel olarak şiir okurlarının ilgisini çekmiş, İkinci Yeni akımının en çok tartışma yaratan şairlerinden biri olmuştur. 1960'lı yılların başından itibaren yenilikçi ve genç şair kuşaklarını, özellikle Devlet ve Tabiat adlı kitabıyla, derin bir biçimde etkilemiştir. Türk şiirinin önemli şairlerinden olan Ayhan, İzmir Büyükşehir Belediyesi Gürçeşme Huzurevi`nde hayata veda etti.


Şiir Kitapları

  • Kınar Hanım'ın Denizleri (1959),
  • Bakışsız Bir Kedi Kara (1965),
  • Ortodoksluklar (1968),
  • Devlet ve Tabiat (1973),
  • Yort Savul (Toplu Şiirler, 1977),
  • Zambaklı Padişah (1981),
  • Cok Eski Adıyladir (1982),
  • Sivil Şiirler (1993),
  • Son Şiirler (1993).
SEZAİ KARAKOÇ

Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçen ve 1938 yılında Ergani’de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç, ilkokulu 1944'de Ergani’de bitirdi. Daha sonra Maraş Orta Okuluna parasız yatılı olarak kayıt oldu. 1947'de burayı bitirerek Gaziantep’te yine parasız yatılı lise öğrenimine başladı. Gaziantep Lisesi'nden 1950’de mezun oldu. Felsefe okumak istediği için İstanbul’a gitti. Babasının isteği İlahiyat Fakültesiydi. Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girdi. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Şayet sınavı kazanmazsa felsefe tahsili yapacaktı.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamladı. Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nda Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümüne atandı.

Daha sonra Maliye müfettişliği sınavına girdi ve kazanarak ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcılığı görevine başlar. 1959 yılında İstanbul’da Gelirler Kontrolörüdür. Bir ara Ankara çağrılıp Yeğenbey Vergi Dairesinde görevlendirilirse de kısa bir müddet sonra yine İstanbul’daki görevine döner. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezer ve birçok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur. 1960 - 1961 yıllarında yedek subay olarak yaptığı askerlik görevinden sonra İstanbul’daki görevine kaldığı yerden devam etti. 1965’ten 1973’e kadar birçok kez istifa etti. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almadı.

İstanbul'da Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi'ni kurdu. 1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” amblemiyle Diriliş Partisi'ni kurdu. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürüttü. Ancak parti 19 Mart 1997’de 2 genel seçime girmediği için kapatıldı. 2006 yılında kültür bakanlığı özel ödülü ile ödüllendirildi. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işlerine harcanmasını, diğer kısmınınsa posta ile bildirdiği adrese yollanmasını rica ettiği bir mektup yolladı. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi'ni kurdu ve halen partinin genel başkanlık görevini yürütmektedir. 2007 yılının Nisan ayından beri her cumartesi akşamı, Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığı'nda değerlendirme konuşmaları yapmaktadır. Bu konuşmalar partinin internet sitesinden canlı olarak yayınlanmaktadır.


Şiir Sanatı (Şiir-i Poetika)

Karakoç şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığı dönemlerden itibaren şiir anlayışını da yazmıştır.Bu konudaki düşüncelerini Edebiyat Yazıları adını verdiği 3 kitapta toplayan Karakoç'un şiirimizde son derece özgün bir yeri vardır.Onun şiiri metafizik bir şiirdir.Türk şiiri geleneksel yapısı itibariyle aslında metafizik bir şiirdir.Ancak bu özellik Tanzimat'tan sonra değişir.Sadece A.Hamit'te metafizik bir ürperti söz konusu olur.Onunla tekrar başlayan bu anlayış cumhuriyet'in ilk yıllarında Necip Fazıl Kısakürek'te ve Ahmet Kutsi Tecer'de kendini gösterir.Bunlardan başka Yahya Kemal ve Asaf Halet Çelebi'de de metafizik anlayış görülür.Fakat bu metafizik unsurlar adı geçen hiçbir şairin şiir anlayışın açıklamaz,anlatmaz.

Ali Yıldız'ın tespitiyle Türk şiirini metafizik bir esasa oturtan şair Sezai Karakoç'tur.Sezai Karakoç bunu modern şiirin diliyle yapmıştır.O,Batı edebiyatını da iyi incelemiş bir şairdir.Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindedir ve şiirlerini bu yönde geliştirmiştir.

Edebiyat Yazıları I'deki ilk yazı metafizik ile ilgilidir. Bu, hangi kavramlara önem verdiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Karakoç geleneksel şiire de yaklaşır, ancak dili farklıdır.O,modern şiirin diliyle şiirlerini yazmıştır. Poetikasını anlattığı ikinci yazı Soyutlama ile ilgilidir. Nitekim modern sanat genel anlamda soyutlamaya dayanır. Ona göre şair, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış olur, tamamlamnası için şairin tekrar somutlaştırması yani soyutlaştırdığı şeyi tekrar bir bağlama oturtması gerekir. Bunu da Diriliş kavramına bağlar.

Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik İBSEN (1828-1906)’in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt’ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder: Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır.”

Şair, Kendine Yetmeli: "Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli." (1988, s.82) Şair, Kendinden Memnun Olmalı: "Eser´in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. "Beni andırıyor, ah, beni o" demeli." (1988, s.83)

Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil “yaşatma sevinci”dir.



Eserleri

Şiir
  • ŞİİRLER I Hızırla Kırk Saat
  • ŞİİRLER II Taha'nın Kitabı/Gül Muştusu
  • ŞİİRLER III Körfez/Şahdamar/Sesler
  • ŞİİRLER IV Zamana Adanmış Sözler
  • ŞİİRLER V Ayinler /Çeşmeler
  • ŞİİRLER VI Leylâ ile Mecnun
  • ŞİİRLER VII Ateş Dansı
  • ŞİİRLER VIII Alın Yazısı Saati
  • ŞİİRLER IX Monna Rosa(Aşk Ve Çileler)
  • ŞİİRLER X Monna Rosa(Ölüm ve Çerçeveler)
  • ŞİİRLER XI Monna Rosa(Pişmanlık ve Çileler)
  • ŞİİRLER XII Ve Monna Rosa
  • ŞİİRLER XIII Karayılan
  • GÜN DOĞMADAN Şiirlerin Toplu Basımı
Çeviri Şiir
  • Batı Şiirlerinden
  • İslâmın Şiir Anıtlarından
Deneme
  • Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir
  • Edebiyat Yazıları II Dişimizin Zarı.........
  • Edebiyat Yazıları III Eğik Ehramlar
Düşünce
  • Ruhun Dirilişi
  • Kıyamet Aşısı
  • Çağ ve İlham I-II-III-IV
  • İnsanlığın Dirilişi
  • Diriliş Neslinin Âmentüsü
  • Yitik Cennet
  • Makamda
  • İslâmın Dirilişi
  • Gündönümü
  • Diriliş Muştusu
  • İslâm
  • İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü
  • Düşünceler I-II
  • Dirilişin Çevresinde
  • Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I-II-III
  • Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I-II
  • Unutuş ve Hatırlayış
  • Varolma Savaşı
  • Çağdaş Batı Düşüncesinden
  • Çıkış Yolu I-II-III
İnceleme
  • Yunus Emre
  • Mehmed Âkif
  • Mevlâna
Piyes
  • Piyesler I
  • Armağan
Hikaye
  • HİKÂYELER I Meydan Ortaya Çıktığında
  • HİKÂYELER II Portreler
Günlük yazılar
  • Farklar
  • Sütun
  • Sûr
  • Gün Saati
  • Gür
Röportaj
  • Tarihin Yol Ağzında

İLHAN BERK

İlhan Berk (d. 18 Kasım 1918[1], Manisa - ö. 28 Ağustos 2008, Bodrum)

Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu'ndan mezun olmuş, Espiye'de iki yıl ilkokul öğretmenliğinden sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'ne girdi. Enstitünün Fransızca bölümünden mezun (1944) olan Berk, 1945-1955 yılları arasında Zonguldak, Samsun ve Kırşehir'de ortaokul ve liselerde Fransızca öğretmenliği yaptı. 1956 yılından itibaren on üç yıl boyunca Ankara'da T.C. Ziraat Bankası'nın Yayın Bürosu'nda çevirmenlik yaptı.

Bu süre içinde modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan Arthur Rimbaud ve Ezra Pound'un şiirlerini çevirerek kitaplaştırdı. Bu tarihten sonra kendini tümüyle yazmaya verdi ve bir anlatı kitabı dışında, yalnız şiir ve şiire ilişkin yazılar yazdı. Kül adlı kitabıyla 1979 yılında Türk Dil Kurumu ve İstanbul kitabı ile de 1980 yılında Behçet Necatigil Şiir Ödüllerini kazandı. 1983'de Deniz Eskisi adlı kitabıyla, Yedi Tepe şiir Armağını'nın 1988'de de Güzel Irmak adlı kitabıyla Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü (F. Edgü ile) aldı. 28 Ağustos 2008 tarihinde Bodrum'da 90 yaşında vefat etti.


Yazım Hayatı

İlhan, Berk, ilk şiirlerini Manisa Halkevi'nin dergisi Uyanış'ta yayımlamıştır (1935). Berk, 19 yaşındayken Güneşi Yakanların Selâmı adıyla kitaplaştırdığı bu şiirlerinde "hece vezni" kullanmakta ve o dönemin şiir anlayışına özgü bir karamsarlık taşımaktadır. "Sonsuzluk", "kızıl", "hulya", "ateş" en sevdiği sözcükler olarak görünmektedir. Sembolist şiirden esinlenilmiş izlenimi veren imgeler yapmayı sevmektedir: "Bir karanlık gecenin masmavi seherinde / Kızıl başörtünle gül yüzlü bahçede görün".

Dil anlayışı da henüz döneminden kopamamıştır ki, bunu da 19 yaşındaki bir şair adayı için doğal karşılamak gerekmektedir: "Kıpkızıl hulyalı bir renge yükselmeden gün / Bir devrin neşesini taşımakta yüzün". Berk'in ilk kitabına adını veren şiirinin son kıtası da şöyledir: "Neler, neler beklenmez nihayetsiz bir yerden / Güneşi içelim mor şafaklar gecesinden / Selâm! Sonsuzlukalra, hasret gönüllerden / Selâm, güneşe, göğü yakanlar bahçesinden!".

İlhan Berk, daha sonra 1940'lara doğru Yeni Edebiyat anlayışı içinde yer almış, Servet-i Fünun (Uyanış), Ses, Yığın, Yeryüzü, Kaynak gibi dergilerde yazmıştır. Türk şiirinin en deneyci şairlerinden biri olan İlhan Berk, durmadan yatak değiştirerek, ama bazı sorunsallara hep bağlı kalarak şiirini günümüze kadar eskitmeden getirmeyi başarmıştır.


“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz.
bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan
ve bana bu yeryüzünü cehennem eden
bu yazmak eyleminden kurtulduğum,
mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.”
İlhan Berk


Yapıtları

Şiir

  • Güneşi Yakanların Selamı (1935)
  • Istanbul (1947)
  • Günaydın Yeryüzü (1952)
  • Türkiye Şarkısı (1953)
  • Köroğlu (1955)
  • Galile Denizi (1958)
  • Çivi Yazısı (1960)
  • Otağ (1961)
  • Mısırkalyoniğne (1962)
  • Âşıkane (1968)
  • Taşbaskısı (1975)
  • Şenlikname (1976)
  • Atlas (1976)
  • Kül (1978)
  • İstanbul Kitabı (1980)
  • Kitaplar Kitabı (1981)(Seçilmiş Şiirler)
  • Deniz Eskisi (1982) (Şiirin Gizli Tarihi'ni de içerir.)
  • Delta ve Çocuk (1984)
  • Galata (1985)
  • Güzel Irmak (1988)
  • Pera (1990)
  • Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum (1993)
  • Avluya Düşen Gölge (1996)
  • Şeyler Kitabı Ev (1997)
  • Çok Yaşasın Sayılar (1999)


Anlatı

  • Uzun Bir Adam (1982)

1984 tokat niksar

Çeviri

  • A. Rimbaud : Seçme Şiirler (1962)
  • Dünya Edebiyatında Aşk Şiirleri (1968)
  • Dünya Şiiri (1969)

Antoloji

  • Başlangıcından Bugüne Beyit Mısra Antolojisi (1960)
  • Aşk Elçisi (1965-antoloji),


Diğer

  • Şifalı Otlar Kitabı (1982)
  • El Yazılarına Vuruyor Güneş (1983)
  • E. Pound : Seçme Kantolar (1983)
  • Şairin Toprağı (1992).


sabahattin ali - aldırma gönül ( edip akbayram yorumu )



Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma

Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma

Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz dibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma

Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah´a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül, aldırma

S.Ali