27 Ekim 2009 Salı

hüseyin rahmi gürpınar - kedi yüzünden ( sesli öykü )



Hüseyin Rahmi GÜRPINAR


1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Abdülaziz’in hünkar yaverliğinde bulunmuş olan Mehmet Sait Paşa’dır. Dört yaşındayken annesini kaybetmiş, teyzesi ve büyükannesinin yanında yetişmiştir. Önce Ağayokuşu Mahalle Mektebi'nde, sonra Mahmudiye Rüştiyesi'nde okumuş, bir yandan da özel Fransızca dersleri almıştır.

Bu okullardaki öğretmenleri için şunları söyler :

“Bunlar öğretmenlik için yetişmemiş, öğretim yönteminden hiç pay almamış, uygarlık eğitiminden de çok eksikleri olan, bilgisiz, aymaz ve kayırılma yoluyla o görevlere getirilmiş kimselerdi; önlerindeki Arapça kitabını kekeliyerek okurlar, ders anlatmazlar, bu bilgisizliklerinin öcünü zavallı öğrencileri insafsızca pataklamaktan çıkarırlardı.”

Mahrec-i Ahkam okuluna sınavla girmiş, burası Mekteb-i Mülkiye olunca yaşı tutmadığı halde müdür Abdurrahman Şeref’in oluru ile okula devam etmiştir. Ancak hastalanması üzerine öğrenimini ikinci sınıfta yarıda bırakmıştır (1880). Önce Adliye Umur-ı Cezaiye Kalemi'nde, sonra "aza mülazimi" olarak ikinci Ticaret Mahkemesi'nde çalışmıştır. Hüseyin Rahmi memurluğu Nafia Nezareti Tercüme Kalemi, Meşrutiyet'in ilanı üzerine de kısa süre çalıştığı devlet hizmetinden ayrılarak geçimini, ölümüne kadar yazarlıkla sağlamıştır.


Servet-i Fünuncuların çağdaşı ve yaşıtı olduğu halde bu topluluğa hiç girmemiştir. Gerçekçilik akımının etkisi altında yazan Hüseyin Rahmi’nin bütün eserleri gözlem ürünüdür. Doğalcılık akımının etkisi altında yazdığı eserlerinde yer yer yaşamın çirkin, bozuk, gülünç yanlarını da ele almıştır.

1887’de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde başlayan yazarlığı yaşamı boyunca devam ettirmiştir. İlk romanı “Şık”, Ahmet Mithat tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı ve Hüseyin Rahmi’yi de gazeteye yazar olarak aldı. İlk yıllarında çeviri ile uğraşmış sonra da İkdam Gazetesine geçerek orada çalışmaya (1894) ve kendi kitaplarını yayımlamaya başladı. Meşrutiyetten sonra Ahmet Rasim ile birlikte Boşboğaz adlı mizah dergisini çıkarmaya başladılar. Ancak dergi yüzünden mahkemeye verildi. Beraat etti, ama dergi kapatıldı.

Birçok eserinde kötülük, ikiyüzlülük ve gericilikle savaşmıştır. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet dönemlerindeki değişimlerin sonucu, insanların yaşamlarında ve görüşlerinde meydana gelen etki ve tepkileri ele alarak bunları birer olay çerçevesinde işlemiştir. Eski ile yeni çatışmasını eserlerinde ana tema olarak seçmiştir.

Birinci Dünya Savaşı içinde maddi manevi bütün değerler altüst olup da toplum katları arasındaki farklar daha keskin çizgilerle ortaya çıkınca, Hüseyin Rahmi, eskiden toplumla birey arasındaki uyuşmazlıktan doğduğunu belirttiği kötülüklerin, bu kez katlar arasındaki uçurumdan, güçlü ile zayıf arasındaki çatışmadan doğduğu görüşüne varmıştır.

1924 yılında Ben Deli miyim? Adlı romanı yüzünden tekrar mahkemeye verildi ve yine beraat etti. Heybeliada’daki köşküne yerleşerek yaşamının sonuna kadar orada yaşadı.

“Sanat için sanat” görüşünü benimseyen Edebiyatı Cedideci’ler aydın kişilere seslenirken, Hüseyin Rahmi, halka seslenmiştir. Bütün eserlerinde halkın eğitim düzeyini yükselmeyi amaç edinerek “toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir.

”Karşımızda yükselmek yalvarısıyla ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir ulusun genel kültürü birkaç sanat öğretmeninin okuyup öğrendikleriyle ölçülmez.

Halk için edebiyat olamazmış... Ne hezeyan? Halk bilgisizlik içinde boğulsun, koca bir ulus yıkılmaya mahkum olsun, biz karşıdan seyrine bakalım öyle mi?

Siz edebiyatı kendi aranızda dönüp dolaşır kalp akçeye, yalnız azınlığın malı bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.”

Kendisini, “kırk yıldır kafasına doldurduğu felsefeyi etrafına saçan bir mürebbi” olarak tanımlamıştır. Halkı eğitme işini öykü aracılığı ile kahramanlarının ağzından yapmaya çalışmıştır. Bu yüzden, eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmaya çalışmış; üsluba önem vermeyerek, süslemelerden kaçınmıştır.

1935 – 1943 yıllarında Kütahya milletvekili olarak görev yapan ve yaşamı boyunca hiç evlenmeyen Hüseyin Rahmi, 8 Mart 1944 günü Heybeliada’daki köşkünde yaşama veda etti.

Kitapları

Romanları :

Şık (1989)
İffet (1896)
Mutallaka (1898)
Mürebbiye (1899)
Bir Muadele-i Sevda (1899)
Metres (1899)
Tesadüf (1900)
Nimetşinas (1910)
Şıpsevdi(1911)
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912)
Sevda Peşinde (1912)
Gulyabani (1912)
Cadı (1914)
Hakka Sığındık (1919)
Toraman (1919)
Hayattan Sayfalar (1919)
Son Arzu (1922)
Tebessüm-i Elem (1923)
Cehennemlik (1924)
Afsuncu Baba (1924)
Ben Deli miyim? (1925)
Billur Kalp (1926)
Tutuşmuş Gönüller (1926)
Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu?(1927)
Muhabbet Tılsımı (1928)
Mezarından Kalkan Şehit (1929)
Kokotlar Mektebi (1928/1929)
Şeytan İşi (1933)
Utanmaz Adam (1934)
Eşkıya İninde (1935)
Kesik Baş (1942)
Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür (1943)
Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1949)
Kaderin Cilvesi (1964)
Dünyanın mihveri Kadın mı, Para mı?(1949)
Kaderin Cilvesi (1964)
Deli Filozof (1964)
Can Pazarı (1968)
İnsanlar Maymun muydu? (1968)
Ölüler Yaşıyor mu? (1973)
Namuslu Kokotlar (1973)


Öyküleri :

Kadınlar Vaizi (1920)
Namusla Açlık Meselesi (1933)
Katil Buse (1933)
İki Hödüğün Seyahati (1933)
Tünelden İlk Çıkış (1934)
Gönül Ticareti (1939)
Melek Sanmıştım Şeytanı (1943)
Eti Senin Kemiği Benim (1953)
Meyhanede Hanımlar(1968)

Oyunları :

Hazan Bülbülü (1916)
Kadın Erkekleşince (1933)
Tokuşan Kafalar (1973)
İki Damla Yaş (1973).

eserlerinden bâzıları:

Gulyabani
KONUSU: Hüseyin Rahmi Gürpınar, cin, peri ve gulyabani gibi boş inançların kötüye kullanılarak, saf ve namuslu insanların nasıl kandırıldık­larını anlatmaktadır.
Mubsine Hanım:
Muhsine Haram ve Haa Hasan Efendi, ilerlemiş yaşlarına rağ­men birbirlerini çok seven, birbirlerine karşı hep sevgi dolu muhabbetler eden kişiler olduklarından, onlara ben de bir sevgi beslerdim. Bir gün bunun sırrını sordum. Muhsine Hanım bana uzun uzun anlattı. Yazdıklarım, Muhsine Hanım’ın kendi ağzında hayat hikâyesidir:
“Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Sağ olsunlar, her ihtiyacımı karşılamaya çalıştılar. Biraz erken de olsa, çeyizimi düzerek, beni herifin birine verdiler. Kör olası sarhoş ve soysuz çıktı. Her gün dayak, her gün dayak… Canıma tak etti. Üç sene dayandıktan sonra, bohçamı alıp kaçtım. Boşandım, kurtuldum.
Taze dul kalınca, isteyenler çok oldu. Ancak bir zaman kim­seye varmadım. Evlere hizmetçiliğe gittim, sarkıntılık etti­ler…Neyse, eskiden beri beni tanıyan bir Ayşe Hanım vardı, gelip beni buldu ve bana, “Sana uygun güzel bir yer var; lakin burada ya­şadığın sürece, ağzın çok sıkı olacak; gördüklerini, duyduklarını kimseye anlatmayacaksın” dedi. Çaresizlikten kabul ettim. Sonradan öğren­dim ki, benim buraya girmem karşılığında, hayli yüklü bir para almış.
Yedi Çobanlar Çiftliği:
Ayşe Hanım’la birlikte bindiğimiz arabanın sürücüsü, çiftli­ğe gittiğimizi öğrenince, oranın “emlerin ve perilerin mekanı olduğu­nu, gulyabaninİn kol gezdiğim, üstelik çiftlikte deli bir kocakarının bu­lunduğunu.” söyledi. Ayşe Hanım, arabacıyı azarladı. Böylece, konuşa söylene çiftliğe vardık.
Muhatapları elli yaşlarında Çeşmifelek Kalfa’dır. Bir de on­dan daha yaşlı Ruşen Abla vardır. Koca kırk odalı bir yerde, iki yaşlı kadının yalnız başlarına yaşamaları, Muhsine’nin garibine gitmiştir. Ayşe Hanım,. Muhsine’yi överek tanıtır. Ruşen Abla, şişman bir Arap kadınıdır. Muhsine’yi alır yanında götürür. Muhsine’nin sorularına ürkütücü cevaplar verince, Muhsine “Gitmek istiyorum.” diye ayaklanır. Ancak, Ayşe Hanım çoktan gitmiştir.
Korkulu Bir Akşam Yemeği:
Artık, kaderime boyun eğmekten başka çarem yoktu. Saat­lerce, kapının dibinde oturdum. Akşama doğru Çeşmifelek Kalfa gelip beni “Haydi kızım Ruşen’e yardıma gidelim” diye çağırdı. İtaat ettim. Birlikte yürüdük. Biraz sonra ayaklarıma bir şeylerin dolaş­tığını hissettim. Meğer kedi imiş. Neyse, Ruşen Kadın’m yanına vardık. Birlikte yemeklerimizi yedik. Sonra hep birlikte oturma odamıza döndük. Bu iki kadının esrarengiz davranışları, bana cinlerle, perilerle bir ilişkileri olduğu hissini veriyordu.
Hele hele yatma vakti geldiğinde Ruşen Kalfa: “Erken yatmak lâzım. Gündüzler bizlerin, geceler onların, kızdırmaya gelmez.” deyin­ce, korkularım iyice arttı. Ruşen Kalfa, boynuma bir muska astı, “Korkma, yalnız sakın ha, odandan da dışarı çıkma!” deyip gitti.
Periler:
Korku içinde tir tir titriyordum. Üstümü başımı çekiştiriyor, sağımı solumu yokluyor, her tıkırtıda pür dikkat kesiliyordum. Dışardan “vak vak, gak gak” sesleri birbiri peşi sıra geliyordu. Allahım ne yapacaktım. Çaresizlikten, Ruşen Kadm’ın söylemiş olduğu “Emret ya cin!” dedim ve olduğum yere düştüm. Sabaha karşı uyandığımda, korku ile vücudumun her tarafına baktım. Çok şükür, beklediğim gibi bir hasar yoktu. Biraz daha yatmaya çalıştım. Kapım güm güm vuruluyordu. Kalkıp açtım. Baktı Ru­şen Kadın. Gece olanları anlattım. “Bu gece, sana beyaz elbise vere­yim, onunla yat.” deyince, “Gece burada kalan kim, hemen gidiyorum.” dedim. “Sen artık perilere karıştın, bir yere gidemezsin.” dedi. Çeşmifelek Kalfa da geldi. Ağladım, sızladım, beni geri gönderin dedim, hiç dinlemediler bile…Neyse ki birkaç gün sonra bu hayata alıştım.
Bilmece İçinde Bilmece:
Bir gün odaların birinden ses duydum. Bu, Ruşen Kadın ile Çeşmifelek Kalfa’nın sesine benzemiyordu. Bir kadın sesi idi.
Gerçek miydi yoksa bana mı öyle geliyordu? Bütün cesare­timi toplayıp, biraz ileri gittim. Şimdi ses daha net geliyordu..
Anlaşılmasın diye hemen yerime döndüm. Yürürken, bir er­kek sesi “Bu gece sınavın var.” diyordu.
Ahu Baba Yahut Gulyabani:
Sessizliğim ve uysallığım sayesinde, her iki kadının da gö­züne girmiştim. En büyük merakım, o sesin sahibini tanımaktı. Bir gün yine iyice o sese yaklaştım. Biriyle konuşuyordu. “Bana bir şey yapamazsın, iki tane gül gibi hizmetçimi yedin” vb. konuşmaları du­yunca, yeniden korkunun girdabına kapıldım. Hızla geri dönme­ye başladım. Birden yanı başımda dev gibi bir gölge ortaya çıktı. Dilim, damağım tutuldu. Olduğum yerde kaldım. Bu esnada, Ruşen Kadın ve Çeşmifelek Kalfa geldiler. Onlara duyduklarımı ve gördüğüm gölgeyi anlattım. Yaşlı kadından haberleri vardı. Gölgenin ise Ahu Baba’nın gölgesi olduğunu söylediler. Ve hep birlikte, yaşlı kadının yanına gitmemizi kararlaştırdılar.
Hanımefendiyi Ziyaret:
Kilitli kapıları açarak, daracık sofalardan geçerek, yaşlı kadı­nın bulunduğu yere geldik. Lakin kendisi ortada yoktu. Dikkatli bir şekilde araştırınca, dipte bir köşede, kıvrılmış olarak uzandı­ğını gördük. Benim için, “Bu kim?” diye sordu. Öğrenince de ya­nına çağırıp, “Bu ne güzel bir kız.” diyerek çenemi okşadı. Kanım ısınmıştı. Yanında dahi kalmaya karar verip, bunu ötekilere söy­ledim. Bu esnada koyun postlu, üstü boynuzlu bir baş göründü. Kor­kudan, dizlerimizin bağı çözüldü. Meğer bu meşhur Samsam’mış.
Dediler ki Samsam herkesin kendi yerine çekilmesini istiyor. Hanı­mefendi, “Haydi gidiniz.” dedi. Ruşen Kalfa öne düştü, hepimiz oda­larımıza çekildik.
Aşık Peri:
Artık uyumam mümkün değildi. Böyle tedirgin ve korku i-çinde yatağımda büzüşmüş otururken bir erkek sesi duydum. Bu mani söyleyerek, birisine aşkını ilan ediyordu. Herhalde ben ola­mazdım. Tam bu sırada devam etti:
“Yandı sana yüreğim, Muhsine, ah meleğim, Tahammülüm kalmadı, Aç yorganı gireyim.”
Eyvah, demek şimdi hedef bendim. Korkum iyice arttı. Bu arada ses devam ediyor, “Seni yemem.” vb. sözler söylüyordu. Bu kadar korkuya bir insanın dayanma derecesini deneyerek şaşırıp kalıyorum. Şimdiye kadar niçin bayılmadım, niçin Ölmedim… Bu arada patırtılar sürekli artıyordu. Bir müddet sonra tamamen kesildi. Oh, ancak ben de bitmiştim. Karmakarışık duygular için­deydim.
Periyle Söyleşme:
Bu halde iken, bir erkek sesi: “Elmasım, hiç korkma. O uğursuz perileri hep savdım. Seni kurtarmaya geldim” diyordu. Kapatmış olduğum gözlerimi hafifçe açarak, parmaklarımın arasından bak­tım. Köylü kılıklı, gürbüz, yakışıklı, sevimli bir delikanlı karşımda duruyordu. “Ben düşmanın değil, dostunum. Seni kurtarmak için ne büyük tehlikelere göğüs gerdiğimi bilemezsin.” diye devam etti.
Sen insan mısın, peri misin, diye sordum. “Ben de senin gibi bir insanım. Adım Hasan. Çiftlikte dışarda çalışıyorum. Bu çiftliğin bütün cinleri, perileri hepsi sana sahip olmak istiyor. Bu yüzden birbirle­ri ile kavga ediyorlar. Sen İse sadece benim olacaksın, onların hepsine engel olacağım.” dedi.
Hasan’ı beğenmiştim. Söylediklerini kabul ettim.
Hasanla Gündüz Karşılaşma:
Gündüz, dışarıda çalışanların evin içerisine girmeleri gereki­yormuş. Bizler kenara çekildik, erkekler önümüzden geçtiler. Hasan da aralarındaydı. Üzerindeki elbiseler aynı idi. Güzel ve yakışıklı bir erkekti. Bir fırsatını bulup yanıma yaklaştı. “Ölmek var, dönmek yok.” diyerek hem evlenmek, hem de buradan kur­tulmak için anlaştık.
Tuhaf Bir Sınav:
Meğer, bahçede cinlerle, perilerle sınav olacakmışız. Hepi­miz tertemiz olduk, hanımefendiyi de alıp, bahçede sınav yerine geldik. Sırası ile Hanımefendi, Ruşen Abla, Çeşmifelek Kalfa bu acaip sınavdan geçtiler. Sıra bana geldi. Acaba nasıl olacaktı? İlk soru geldi: “Eşekamrtan, Deveoğlu yokuşundan kaç parmak yüksek­tir?” Arkamdan tüylü perilerden biri: “Sekiz parmak, altı buçuk nokta yüksektir.” diye cevap verince bu sınavı geçtim. Arkasından, benzer abuk subuk sorular gelmeye başladı… Hiçbir soruya iste­dikleri doğru cevabı veremedim. Sağlam sıfırı almıştım. Neyse, ne olursa olsun, sınav bitti, yeniden odalarımıza çekildik.
Kanlı Bir Dövüşme:
Döşeğime girdim. Uyumak mümkün değildi. Aklım hep, o acaip sorularda idi. Biraz sonra kapı fıkırdadı. Gelen Hasan’di. Daha bir iki konuşmamıştık ki, takırtı sesleri gelmeye başladı. Ben korktum. Hasan, “Korkma.” diyerek belinden bir tabanca çıkardı. Perinin odama geldiğini anlayınca, Hasan dolabın içine girdi. Sonra peri geldi. Zayıf, çelimsiz bir peri idi. Bana aşkını ilan etti. Dolapta Hasan, karşımda çelimsiz peri, bana bir cesaret geldi ve onunla konuşmaya başladım. Peri “Senin yatağına girmeden surdan şuraya gitmem.” diyerek inat ediyordu. Üstüme atıldı, boğuşmaya başladık. Hasan dolaptan çıkıp karşısına dikildi. Kudurmuş bir kurt hızıyla, “Şevki Bey’İn perisinin üzerine atıldı.: “Bu lanetli çift­likte birkaç kadının kanına girdiniz. Ama bunun kılına dokundurtmaya­cağım.” Şevki Bey’in perisi bir ıslık öttürdü. Birden, yükten dört tane daha tüylü peri canavarı çıktı. Hasan’m üzerine atladılar. Hasan tüm mücadelesine rağmen, beş kişiye karşı yenik düştü. Sürüye sürüye çekip götürdüler.
Hanımefendinin Nefesi:
O gece çektiğim ızdırabı bir ben bilirim. Hasan’m o hali gö­zümün önünden gitmiyordu. Boğazı yarılıp kesilerek daha ölme­miş bir koyunun son debelenmelerini andıran çırpınışlarla oradan oraya kendimi vurdum, yerlerde süründüm.
Şafak attı. En kara günüm başlıyordu. Yüklüğü açtım. Ne varsa boşalttım. Hiçbir iz bulamadım. Dışarı çıktım, Ruşen Kalfa “Bu gece birisini boğazladılar galiba…” deyince bir çığlık attım. Cin­lerin, perilerin beni çarptığına hükmederek, hanımefendinin ya­nına götürdüler. Onun huzurunda dün gece olanların hepsini anlattım. Hepsi büyük bir korku içinde kaldılar.
Hepimizin Hakkında İdam Hükmü:
Hepimiz hanımefendi ile birlikte kalmaya karar verdik. Gece olunca, cinler ile periler karşılıklı atışmaya başladılar. Korku ile sinmiş, kaderimizin sonunu beklemeye başlamıştık ki, depreme benzer bir sallantıyla her yer sallandı. On beş dakika süren sal­lanmanın arkasından, bütün sesler kesilmişti. İdam hükmümüzün verildiğini anlamıştık.
Gulyabaninİn Yenilmesi ve Maskesinin Düşürülmesi:
Madem ki ölecektik, böyle koyun gibi beklemek neyin nesi idi? Zaten Hasan’ıma yanmışım. Ne olursa olsundu? Bu cesaretle pencereyi açtım. Bahçe açıkça görülüyordu. Bir boru öttü. Tüylü yaratıklar ortaya çıkıp, sıra halinde dizildiler. Sonra Gulyabani gözüktü. Dev gibi bir yaratıktı. Kocaman karnı vardı. Bizden tara­fa bakıp seslendi: “Sizi öldürmeye geldim.” Ölümden Öte köy var mıydı? Gulyabani cama yaklaştı. Korkunç sopasını içeriye uzattı. Can havli ile atlayıp, iki elimle sopasına yapıştım. Artık her şey bitmiş miydi? Birden bir silah sesi İşitildi. Arkasından da “Mel’un çekil o pencerenin önünden!” diyen Hasan’ın sesi geldi. İkinci kur­şunda, tüylülerin üzerine, kurşun yağmaya başladı. Çok geçmedi kapılar kırıldı, ellerinde tüfekler, meşaleler, bir kalabalık bahçeye doldu. Bütün cinlerin etrafını çevirdiler. Ortalarında Hasan’ımı gördüm. Haykırıyordu: “Ey! Bu uzun kılığa girmiş alçak adam, orta­ya çık.l” Atlayarak bacaklarına vurdu. Sonra da ona emretti. Uzun boyu ile yürütüp, pencerenin önüne getirtti. Alt tarafını soyunca, uzun takma tahta cambaz ayakları, kafasındakini çıkartınca da otuz beş kırk yaşlarında çirkin, sakallı kara bir surat ortaya çıktı. 13u çiftliğin kahyası Zekeriya Efendi’den başkası değildi. Tahta bacakları söküldü, diğerleri gibi elleri bağlanarak onların yanma konuldu. Diğer cinler ise Şevki Bey, Bekir Efendi, Bayram, Agâh, Zeynel idiler… Hasan tek tek bunlara, kılığına girdikleri cin, peri ve hayvanların taklitlerini yaptırınca ve çiftliğin içinde ve dışında kurmuş oldukları bütün düzen ve tezgâhlar bir bir ortaya çıkartı­lınca, iş iyice anlaşılmıştı.
En çok sevinen, yıllardan beri deli muamelesi görüp, malı mülkü elinden alman hanımefendi idi. Hasan’a bu yüzden çok minnettardı.
Suçlular adalete teslim edildiler. Hasan ile nikâhımız kıyıldı, üç gün üç gece düğün oldu. Ruşen abla ile Çeşmifelek Kalfa’yı da çeyizlerini düzüp birer kocaya verdik…
Kocam bu Hacı Hasan Efendi, hikâyedeki işte bu kahraman güzel Hasan’dır

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Roman, 12 bölümden oluşmaktadır Hüseyin Rahmi Gürpınar önemli eserlerinden biridir.. Romanın ilk bölü­münde, bir mahallede yaşayan insanların günlük yaşantısı anlatılmaktadır. Kadınların kendi aralarındaki konuşmaları ve cahillikleri söz konusu edilir. Mahalledeki herkes ve bütün İstanbul, 5 Mayıs 1910'da dünyaya çarpma ihtimali olan kuyruklu yıldızı konuşmaktadır. Herkes, korku ve panik için­dedir.
İrfan Galip, Defterdar Galip Efendi’nin oğludur. Avrupai yaşama özenmekte, kadınların cahillikleri ile alay etmektedir. Babasından yüklü bir servet kalan İrfan Galip, Aksaray’da oturmaktadır. Okuduğu kitaplardaki Batıya ait düşünceleri çevresindeki insanlara uygulamaya çalışmaktadır. Fakat et­rafındaki cahil halk, onu anlayamamaktadır. Ailesinden ve Türk kızlarından şikâyet eder durur. Kendine uygun seviyeli bir Türk kızının olmadığını düşünerek evlilik konusunda ka­ramsarlığa kapılır. Halley Kuyruklu Yıldızı’nın dünyaya çarpacağı söylenti­lerini gazetelerden İrfan Galip de takip etmektedir. İrfan Ga­lip, kendisinin çok bilgili olduğunu düşündüğü için bu konu­da halkı bilgilendirmek zorunda olduğunu düşünür. Panik ve korku içinde olan mahalle kadınlarını toplar, onlara bir ko­nuşma yapar. Aslında asıl amacı geçmişte türlü nedenlerle onu küçük düşüren kadın milleti ile alay etmektir. Toplantı­dan birkaç gün sonra bir kızdan mektup alır. Mektup, olduk­ça bilgili, eğitimli birinin eliyle yazılmıştır. İrfan bu mektuba coşkun ve duygulu bir cevap yazdıktan sonra konferansının ikinci bölümünü hazırlar.Ev halkını ,mahalle esnafını kıyametin kopacağına inandırmıştır.Herkes birbirine itiraflarda bulunarak helalleşir.İkinci konferansta İrfan’ın kıyamet sahnesini tasvir ettiği sırada ,önceden hazırladığı küçük oyun sahnelenir.Etrafta patlayan çatpatlar ,fişekler ,yukarı katta devrilen masa ve dolaplar ,kadınları çılgına çevirir. Bu sırada tanımadığı hayranı ile mektuplaşması sürmektedir.Onun hakkında çok kötü şeyler öğrenmesine rağmen kadına evlenme teklif eder.Kadının bu evlilik için bir şartı vardır. Kuyruklu yıldızın çarpacağı ana kadar İrfan’a yüzünü göstermeyecektir. Halley’in görüneceği gün düğün yapılır.Evin damında dürbünle gökyüzünü araştıran gelinle güvey arasında bilimsel , felsefi ,uzun konuşmalar geçmektedir. Genç gelin ,evliliğinin ilk gününden aklını ,bilgisini kocasına ispat ederek, eşit şartlarda sürecek bir beraberliğin temelini atmıştır.Gelin hanım İrfan’dan kadınların öcünü almak için bir oyun yapmıştır ve bu oyunun sonunda İrfan’ın ona iyi bir koca olacağını anlamıştır.

Menekşe Kalfanın Müdafası
Arap Menekşe Kadın, on dört yıl önce evimizde aşçı idi. Bir gün hışımla büromdan içeri girerek, İkdam Gazetesi sohbet yaza­rının son makalesinde yazmış olduğu: “Söyleyin bana bakayım, şu Menekşe Kalfa’nın medeniyetle bağıntısı nedir? Dünyanın ilerlemesine patlıcan kızartmaktan başka kaç paralık hizmet etmiştir?” yazıyı okuyunca, soluğu bizim evde almıştı. “Al bakalım şunu oku…Bu ne kapazelik ayol? Bu gazeteciler benden ne isteyo? Şimdi bunun cevabım yazacaksın, yoksa sana emeklerim helâlühoş olmasın..” diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Komşulardan meseleyi anlamaya gelen yaşlı bir hanım, olayı dinleyince: “Sen bu işi bedava mı yaptıracaksın? Hayatta olmaz..” dedi. Menekşe buna karşılık “Fakirim ama gönlüm zengindir. Ne isterseniz evimi satar veririm.” demesin mi?
Yaşlı kadın gayet ciddi: “Evini satmaya gerek yok, bize turfanda patlıcan dolması pişirir misin?” diye sordu.
Devir savaş ve kıtlık devri. Patlıcanın bey olduğu zamanlar. Menekşe Kadın “Başım üstüne.” demez mi!”
Menekşe’ye pek kıymamak İçin avukatlık ücretini yirmi pat­lıcan dolmasına kesiştik.
Ben de aşağıdaki müdafaayı yazdım:
“Biz zencilerin kabıliyetindekı çalışma, bulunduğumuz memleketin medeniyehyle orantılı olarak gelişiyor. Amerika’da meşhur artist Çikola­ta, Fransa’da avukat Prens Unanıla… gibi. Türkiye’ye gelince acaba bulunmadığımız bir alan var mıdır? Saray entrikalarına bulaşmamış kaç hadım ağası vardır?.. Çocuklarınızın dadısı kimdir?.. Arap aşçılar hırsız olur, derler. Ama söyleyiniz, kim değil? Rızkına razı olan kimse var mı? Esnaf müşteriden çalar, müşteri, kazancını arttıracak helal haram yolları bulur. Her insan akılca kendisinden bir gömlek aşağısını görünce kandı­rır, birbirini soyar, bu böyle gider… Bunun adına yeni felsefede hayat mücadelesi derler…”

Şık
Doğuştan aptal denecek kadar saf olan Satırzade Şöhret Bey alafrangalığa özenir. Madam Potiş isminde ahlak bakımından düşkün bir kadına rastlar. Onunla birkaç gün daha yasayabilmek için “İstanbul’da bir eşi daha bulunmaz cerbezede ve kadınlarca eli bayraklı tabir edilen derecenin pek üstünde edepsiz bir kadın olan” annesinin küpelerini çalıp satar ve metresiyle bir lokantada yemek yemeye giderken yanlarına modaya uygun olmak için bir de köpek alırlar. Köpek, başlarına türlü bela getirir. Sokakta öteki sokak köpekleri bunlara hücum eder, iki sarhoş Ermeni külhanbeyi kendi şiveleriyle bunun hakkında iddiaya girişip kavgaya başlarlar. Gittikleri lokantayı köpek altüst eder. Şöhret Bey cebindeki bütün para ile bu ziyanı ödemek mecburiyetinde kalır. Madam Potis’i de eski tanıdığı bir serseri götürür. Geceleyin Madam Potis’in kiracı olduğu eve gidip onu arayan Şöhret’in başına bir çuval kömür tozu dökerler. Bu halde dolaşırken arkadaşı Maşuk Bey’e rastlayarak onun evindeki eğlenceye gider. Orada da şıklık ve alafrangalık merakını gülünç bir şekilde dışarı vuracak hareketlerde, münakaşalarda bulunur; Fransızca uydurma manzumeler okur, kan zayıflığının sülükle tedavisi hakkında uydurma nazariyelerden dem vurur. Anlattığı saçmalıklardan sonra kapı dışarı edilirken arkadaşlarının bazı kıymetli eşyalarıyla paralarını da alır. Bir iki gün sonra da Tepebaşı bahçesinde gene gülünç bazı sahnelerden sonra polisin eline düşer.