17 Ekim 2009 Cumartesi

faruk n. çamlıbel - ali ( sezen aksu icrası )



Ali

Namluya dayanır yola dalarsın
Duruşun bakışın yaman be Ali
Boşuna tetiği ne kurcalarsın
Var daha ateşe zaman be Ali

Yıllanmış bir çınar pusuluk yerin
Neredeyse gelecek beklediklerin
Var iki atımlık canı kederin
Desene işleri duman be Ali

O'nu sen büyüt de söğüt boyunca
Kendini ellere versin o gonca
Sözüne kanmadın bunu duyunca
Gönlündü gözünü yuman be Ali

Geldiler beklenen çiftler ormana
Duruyor iki genç ne hoş yanyana
Bir kurşun kadına bir de çobana
Çınlasın yıllarca orman be Ali

Görünce uzanmış yar kucağına
Boynunu dolamış zülfü bağına
Kurşunu kahpeye atacağına
Kendine çevirdin aman be Ali

F.N.Çamlıbel

mevlana - kıyısız deniz ( ezginin günlüğü icrası )



işte sana konuşan biri
dilsiz ve dudaksız
durmadan koşan biri
elsiz, ayaksız
böyle koşup durmak
senin neyine gerek
boşlukta ayaksız yürümek
gökteki ay gibi
ben bir denizim, ben bir denizim
kendi içinde taşan
ben bir denizim uçsuz bucaksız
kıyısız, hür bir deniz

Mevlana

16 Ekim 2009 Cuma

paul eluard - özgürlük ( leman sam icrası )

Ey özgürlük!


Okulda defterime
Sırama ağaçlara
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Yazarım adını
Yaldızlı imgelere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
En güzel gecelere
Günün ak ekmeğine
Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölgede değirmene yazarım
Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara adını
Ey özgürlük!

Kapımın eşiğine
Kabıma kacağıma
İçimdeki aleve
Camları oyununa
Uyanık dudaklara
Yazarım adını
Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Yazarım adını
Geri gelen sağlığa
Geçen her tehlikeye
Yazarım ben adını,
yazarım
Bir sözün çoşkusuyla
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!

15 Ekim 2009 Perşembe

murathan mungan - sevgili ( sezen aksu icrası)



Sevgili

Zaman nasıl akıp gidiyor
İnsanlar maskelerini ne çok seviyor
Yıllarca bir yalanla bir ömür geçiyor da
Hiç kimse yok bir tek günü sonuna kadar yaşamaya
Mecbursun yalnızlığa
Oysa sevgili, bir tek sevgili
Nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini
İçimdeki fırtına ele geçirdi beni
Bir gün baktım hiç korkmadan aynaya
Orda yeniden gördüm kendimi
İşte sevgili, bir tek sevgili
Nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini
Şimdi asla pişman değilim
Yaşadığım herşeyin bedelini ödedim
Nasıl olsa bir gün gelir duygular bulur yerini
Hem cehennem, hemde cennet yeryüzünün mevsimleri
O kadar şey değişti ki
Artık kimse masum değil
Duygular çok eskidi
O zamanlar biz ne güzel çocuklardık
Dünyaya aydınlık gözlerle bakardık
Ve işte o zaman kırdığın bu kalp
Şimdi kırıyor başka kalpleri
Aşkta kazanmak dedikleri kaybetmektir bir çok şeyi

Murathan Mungan

turgut uyar - denge ( sezen aksu icrası )



Denge
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba

Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama sokaklar şöyleymiş
Ağaçlar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyiniyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

.

Turgut Uyar

14 Ekim 2009 Çarşamba

metin altıok - kavaklar ( sezen aksu icrası )




KAVAKLAR

Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.

Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

Şiir: Metin Altıok
Beste: Sezen Aksu

oscar wilde - herkes öldürür sevdiğini




HERKES ÖLDÜRÜR SEVDİĞİNİ...

Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
Korkak
bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla,
bir kılıçla öldürür!

Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür,
Kimi sevgilisini yaşlılığına saklar;
Bazıları öldürür
Arzunun elleriyle,
Altın’ın elleriyle
boğar bazı insanlar:
Bunların en üstünü bıçak kullanır
çünkü
Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar…

OSCAR WİLDE

kaldırımlar - n.fazıl (funda arar icrası)



Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

N.Fazıl Kısakürek

13 Ekim 2009 Salı

günebakanlar 7

kemal tahir - devlet ana ( romandan bir bölüm )

KerimÇelebiboşseccadeyedizçöktü.YolkardeşleriMelikBey'igetiripkarşısınaoturttular,
kendileri
detuttuklaneteğibırakmadanikiyanmaçöktüler.KerimÇelebi,okurkenkullandığı
kalınsesle,büyüksoruyusordu:
—Eycan,kulağınıaç!Yolagirmekdilegindesin.Şöylebilki,\hilikinceyoldurvedeçetinyoldur
vede
gayetsarpyoldur.Yüregine,bileğinegüvenmeyengirmemekgerekir.Çünküyüceleyimderken
batağabatmakvardır.Yolumuzanlamaklıkyoludurvedeinanmakhkyoludurvedetutmaklık
yoludur.
Töreleritutmayagücünyetermi?Yüreğinnedemekte?
—Beliii...
—Sınavlanmayadabelimi?—Beliii...
—Belidedin,günahgittibizden...Yallahbismillah!Debakalım,Ahiliğinaçığıkaçtır?
—Dörttür.
—Saygelsin!
—Eli,yüzü,gönlü,sofrası...—Kapalısıkaçtır?
—Üçtür.
—Saygelsin!
—Gözü,beli,dili...
—Gözükapalılıktanmuratnedir?
—Kimseninsuçunu,ayıbınıgörmemektir.—Ekmekyemektekaçedepvardır?
—Oniki...
—Saygelsin!
—Oturduktasagdizidikipsoldiziakmaala...Lokmayıöncesagavurduylaçiğneye...
Küçüklokmaagızlaya...
İkieliniyağlatmaya.Ağzındanakıtmaya...
—AhiadayıbirazduraklayıncaKerimÇelebifısıldadı:"Yeredökmeye..."Bunuherkesgibi
AhiBabada
işitmişti.Ayıplayaraktersledi:
?—KerimÇelebiiii...Çelebilikböyledeğil!..MelikBeyatıldı:
—Yeredökmeye,ağzıdoluikenkonuşmaya...KerimÇelebiparmaklarıylagizlice
saymayıbıraktı:—Yedi...
—Kimseninlokmasınabakmaya...—Sekiz...
—Başınıkaşımaya...—Dokuz...
—Sözükısasöyleyevedehiçgülmeye...—On...
—Yemeğiniyisinikonuğabıraka...—Onbir...
—Yemektensonraeliniyıkaya...
—Tamam!Yasözsöylemektekaçedepvardır?—Dörtedepvardır.
—Saygelsin!
—Sertsöylemeyekiağzındantükürüksaçmaya...Birkişiylesöyleşirkenbaşka
yerebakmaya...
"sen-ben"demeye,"siz-biz"diye...Elini,kolunusallamaya...—Peki,yolgitmekte
kaçedepvar?
—Sekiz.
—Saygelsin!
—Katıkatıkasılarakyürümeye...Canavarcıklanezmeye...Dörtyanınabakmaya...
Taştantaşa
hoplamaya...Yoldanayrılmaya...Kimseninardmdangözlemeye...
Büyüğünönünegeçmeye...
Biriylegiderkenbekletecekiştutmaya...—-Yanesnesatınalmaktakaçedepvardır?
—Üç...Yumuşaksöyleye...Tadınaazlabaka...Aldığınıgerivermeye...
—Gelelim,beylerKatınavarmanınkaçedebivar?—Beş...
—Saygelsin.
—Vakitsizgitmeye...Büyüklerinhepsineayrıcaayrıcaselamvere...Uzakotura...
Çoksöylemeye...
Öğütvermeye...
KerimÇelebi,AhiBaba'yadöndü:
—Nedersiniz?Dahasınayalımmıbiraz?AhiBabayargıyıerkhanabıraktı.—Uygun...
—Elverir...
—Yontulmuşyeterince...
—Akettiyolatasınınyüzünü,aferiiiin!
KerimÇelebi,MelikBey'inelinebiryağlıkörttü.Yolkardeşleri,ellerinibunun
üstünekoydular.
KerimÇelebisonöğütleriniverdi:
—Eyoğul!Saygılıolkisaygıgöresin!..Sözündolusunusöylekidinletebilesin!
Bundanböylesanaşarapiçmek,
kemikatarak
tankumaroynamakyoktur.Gammazlık,kasıntı,karalamakyoktur.
Kıskanmayacaksın,kintutmayacaksın,
zulmetmeyeceksin!..Yalansöylemek,sözdendönmek,namusakötübakmakgayet
ayıptırvedeyoktur.Elleringünahınıgörmezdengeleceksin!Pintilikyoktur,
helehırsızlığıaklagetirmekbile
yoktur.Kuşanacağınkuşağınonurunubil!Kılıçerliğinesoyunmaktasın.
"Ali'denüstünyiğitvede
Zülfikâr'danüstünkılıçolmaz"denilmiştir.Çabalaki,bubasamaklarayanaşabilesin!
Kalkbakalım!
ÖğütleribaşıönündedinleyenMelikBeykalktı.KerimÇelebiortayasordu:
—Kuşaklayalımmıihvanlar?Ehlimidir?
—Ehlidir.
—Yaraşıktır.—Kuşaklansın!
KerimÇelebiAhilikkuşağınıaldı,dudaklarınıkıpırdatarakokuyupüfleyip
MelikBey'inbelinedoladı,
üçdüğümvurdu,Ahilikpalasınıüçkezöpüpkuşağasoktu:
—Eyyoldaşlar!Gülbankçekelim,üçler,yediler,kırklaraşkına!Birağızdan
başladılar.AllahAllahillallah...
Başaçık,göğüs
kalkan!Uğraştakılıçalkan,eyvallah!Bumeydanermeydanı,düşenleri
sormakolmaz.Yolumuzhakyoludur,
geridurmakolmaz,eyvallah!Düşmankarakarga,Ahiyiğitlerisahan!
CanbaşAhiBaha'mızakurban,eyvallah!
Tanrıbirligiyçün,yoldirligiyçün,meydanerligiyçünölenimizşehittir,
cennetlik;kalanımızgazidirmu-habbetlik,eyvallah!..YolumuzagirdiAhiMelikBey,
çabalamasıyerinibula!—Amiiiin!
—Muradıamacınavara!—Amiiiin!
—Pirler,hakerenlerarkacısıola!—Amiiiin!
—Bahtıaçılayürüye...—Yürüyeeee...
—Ünüyayıîayürüye...—Yürüyeeee...
—İnlesinyer-gök,çekelimhu!—Huuuuuuu!
—Gerçeklerdeminehuu!—Huuuuuuu!
—Dervanmahuu!
—Huuuuuuu!
KerimÇelebi"Muhammed'esalavat"derkensustu,"Breaman!"diyenaralanıpkalkmak
içindavrandı.
Erkândakiler,önceşaşırmışlar,sonrabağnşmayabaşlamışlardı:—Tuh,Tanrı
belanıvere...
—Cılkettierkânırezil...
—Demedimmiyoldaşlar,buKerimÇelebimolladır,yolatasıolabilemez!
Enbüyüğüonbeşyaşında,SöğütçocuklannmkurduğuAhioyunubozulmuş,
dokuzyaşındakiMelikBey,
belinesokuluboyu
kadarAhipalasıylaortadakalakalmış».GerçektenAhiliğegiriyormuşdaerkânbozulmuş
gibi,ağlamamakiçin
altdudağınıdişliyordu.
HarmanlayarakayağakalkanKerimÇelebi,çenesinebağladığı,karakeçipöstekisinden
kocasakalısökerekatıldı,
avluyagiripkalabalığıgörünceşaşalayansıpairiliğindekiçobanköpeğininönüne
çömeldi:
—N'oldusanaoğlumAlaş?Nedirbu?
Alaş'ıngövdesiboynundankuyruğunakadarkaniçindeydi.Uzaklardankoşarakgeldiği,
elgibisarkandilinden,
karnınıkörükgibiişletereksolumasındananlaşılıyordu.
—Demedimmiydi,"Buitsoysuzdur,kuzuparalar."NasılmışBacibey'inKerimÇelebi?
KerimÇelebihızladöndü.Sögüt'ününlüduvarcısıHaçikkâfirinoğlugülüyor,
ellerinidizlerinevurarakçırpmıyordu.
—KuzumuparalamışbuşimdicikErmenioğlu?—Kurtboğmuşdeğilya...
AhiBabakılığmdaki,OsmanBeyoğluOrhanBey'insertsesibütüngürültüleribastırdı:
—Postbenim...Sedirdedoğrulupelinikaldırmıştı.Canavarınpostubenimdir.
KerimÇelebi'ninanası,BitinyeucununRumbacılarıbaşkanıBacibey'inbakımlıavlusunu
birdensessizlikkaplamış;
Ahioyunuiçinkılıkdeğiştirmiş,sakalbıyıktakmışSöğütçocuklankatılakal-mıştı.
İlkşaşkınlıkgeçincepöstekidensakallarını,bıyıklarınısöken-ler,ortayaatıldılar.KurtpostunugetirenedavarsahiplerininazÇokbahşişvermesigelenekti.
Ayrıcapostu
vererek,çerçilerden,buncazamandırimrenilençerezmerez,çakı,ayna,mendil,
pusu,kemer,külahalmakda
mümkündü.
—Breheyyy!
—Haybreee...
—Vayamanvayyy!
GürültüyüOrhanBey'inamcasıoğluBayhoca'nınkalınsesibastırdı:
—Yağmayokyeğen!..Post,yetişipelvuranındırOğuztöre-since...
Busözüstüne,çocuklarsırtlarındakieğretigiyimleriçıkarmakiçindebelenmeye
başladılar.
Bayhocairikıyımdı.Sırtındakiuzunkaftanıneteklerinitopla-.yıpkapıyayetişmişti.
OrhanBey,
AhiBabakürkünübirtürlüçı-karamıyordu.Yeğeninineşiğiatladığınıgörünce,koşmaya
hazırlananKerimÇelebi'nin
eteğinituttu:
—BırakgitsinÇelebi...Meraklanma,kaptırmayızpostu...—Kaptıbile...
—Kaptırmayız...Artıktelaşsızsoyunuyordu.Sögüt'ünbütünhayvanları
çayırda...Babamınikiulakatındanbaşkabinekyok...—
Bayhocabilmezmibunu?Doğrusizekoşmakta...—
Koşsun!AtvermezkimseyeDeliBalta,babamınemriolmadan...KürkleAhipalasınıyere
atarakyürüdü.
Alırsan,birsenalırsın...—
Banaverirmi,Bayhoca'yavermeyen?
Sokaktakıyametkopuyordu.Üstlerinebüyükgelencüppelerle,takmabıyıklan,sakallan
yladışanuğrayançocuklar,
sutaşıyankızlararastlamışlar,birkaçınınbakracınıdevirmişlerdi.
—Arnanınnnn...
—Bacımbunlarneyinnesi?—Mollabunlarkız...
—Mollakısmıkoşarmı,büvelektutmuşdanagibi?—Neyinmollası,Ermenioğlunu
tamdım.
—SuyumudevirdirezilBayhoca!
—Ayagmkinisinemi,kötüMoğol...

SilahöğretmeniKaplanÇavuş'unkızıAslıhan,KerimÇelebiyleOrhanBey'iönledi:
—Oooh!Bastıöyleya,Bacıbeyablam?..Ahioyununabizialmazmısınız,oholsun!
—Höst!Basılmayok!..
—Tütsülenmişarıgibi,nedendagıldmız,Bacıbeyablamkırbacı şaklatınca?..Aslıhan,kocamankaragözlerinibelertipKerimÇelebi'yi,küçümseyerekdipten
doruğasüzdü.
"Bunlarayaraşır"diyelimAhioyunu...İlerdepalasokunupbölüğegirerler,canlarıçekerse...
Yasanan'oluyor,
kötümolla?..—
Kızbak!.."Mollalığıkarıştırma"dedim,"Çiğnerim"dedim...—
MollalıktaadamçiğnemekhiçyokturÇelebiKerim,bunca-cıkşeyidahabelletmediyseYahşiİmam'ayazııık!Kızlarfıkırfıkırgülüştüler.Aslıhan,
saçörgülerinisilkip
kırmızısıkmasınıniyicebelirttiğigöğüslerinigererek
meydanokurgibibakıyordu.Söğüt'ünengüzelkızıydı.KerimÇelebi"Lahavle"
anlamınabaşımsallayarak
altdudağınıdişledi."Güzelliğinegüzelya,buutanmazlıknebela?"OrhanBeykolunututtu:—UymayalımbusaçıuzunlaraKerimAğa...Bakmayalımkusurlarına...—VayOrhanBey...Akılsaçtamı,bilmeyincebeyliknezooor!Kızlarbukezellerini
dizlerinevurup
çırpınarakgülmeyebaşlayınca.KerimÇelebiuygunbirlafbulamamanın
öfkesiyletepindi:—Kızsen!..HeyAllah...BelamısınbuSöğüt'ünbaşına?Senihiçmi
terbiyeetmedianam
olacakBacıbey'iniz?—?
Bizpalatutmuşsavaşçılanz,Bacıbey'inyüzkarasıÇelebiKerim,bizimterbiyemize
aklıermezmollatakımının...
Oturaklı'afaramaktasınama,aklmdanbulamazsın,kuşağındakikitaptavarsa,bilmem...
—KıZberibak..."Kitabıkarıştırma"demedimmi?Kızben...Orhaf1Beyçekerekyürüttü:—Arflanarkadaş,postgiderha...KerimCelebi,lafaltındakalmanınıutancını
geçiştirmekiçinsordu:Na
sılalacağızulakatınıDeliBalta'dan?Senalırsıngüzelce...Sanagüvenirçünkü...
Yalandemeyeceğinibilir-Bakn'apacagızKerimAga,gireceksinfırtınagibibizimavluy3
---Babamuyurbusaatte...
Deliherifgürültü
edemez."Beyulağım,tezbinek!"dersenaklışaşar.Atıçekeraltına...Benigörmesin,
kuşkulanır,birdomuzluğumuz
olduğunubilir.Camininönundebeklerimseniben...Kef
'0!Çelebi,kendisindenüçyaşküçükolanOrhanBey'inençapraş1^durumlarahemen
birçıkaryolbulmasını
çokbeğeniyordu.D^3dabeğendiği,buçarelerin,kolay,kestirme,adamına,
yerineuygunoluşuydu.Okumayı
altıyaşındaykensökmüş,sekizindeenönemliatyarışımkazanmıştı.
Şimdi,onüçünübitirirken,silahöğretmeniKaplanÇavuş'undediğinebakılırsa,
derisinedeğecekfcıhçburalarda
hemendeyokgibiydi.
KerimÇelebi,genellikle,çokyumuşakbaşlıolanOrhan
Bey'in,sila^§örlüğe,belkidepekistemeden,beyögluolmanınzorunluguyl3
koşuldugunudüşünüyor,
onabirazdaacıyordu."Mısır'a,Bağdat'a,Buhara'yagitmeli,medreselerde
okuyupbilginlikteünsalmak!..
Kitaplaryazıpdünyayaparmakısırtmak!"
Tamam...DeflediBayhoca'yıDeliBalta...Suratınınaşıklığındanbiklim!
Bayhöca,OsmanBey'inavlusundan
fırlamış,ilksokağasapmıştı.Aklımagelengibi...Çayırdakihayvanlarayöneldi.
HadiKerimAğa,göreyimseni...
Benburdayım...
KerimCelebi,hızla'yürüdü.Kurdunpostunuelegeçirmesiçoksıralı
olacaktı.AnasıBacıbey,hocahakkınıçokzordenkleştirebiliyof,ayrıca,
mollalığagirmesinihiçistemediğinden,
birzamandasöyleniyordu.BuSöğüt'te,bütündelikanlılarsavaşçıolmaya
çabaladıklarından,hocanıntoputopu
üçöğrencisivardı.Bunlarda,sakatlıklarıyüzündenistemeyerekmollalığı
seçmişlerdi.Güreşlerde,taşatma,
taşkaldırma,bilekbükmeyarışmalarındaakranlarındanbirkaçgömleküstün
olanKerim'in,silahşorluğuneden
sevmediğinebütünSöğütşaşıyordu.AnasıBacıbeyçokyalvarmış,çokağlamış,
sonunda,"Benmollaoğulistemem
vedeanalıkhakkımıbağışlamam,"diyediretmişti.Kerim,okumasını,
ErtugrulBey'eborçluydu,"işiuzattınBacıbey
vedetadınıkaçırdın.Bizeokumuşdalazım.OnyiğidebedelDemircanoğlun
yetmezmi,seninBacıbeyligineveder
ahmetliRüstemPelvanyoldaşımınocağınıyakmaya?"deyipmollalığaizin
aldığıgünühiçunutmuyordu.Eğer
hastalığıgittikçeartmasaydı,ErtugrulBeybuyıl,kendisiniItburnu'na,
ŞeyhEdebâli'yegönderecekti.ŞeyhEdebâli
gibiünüdünyayıtutmuşbirbilgininözelöğrencisiolacağımdüşündükçe,
Kerim'insevinçtenyüreğiürperiyor,
yüzüneateşbasıyordu."Varsıngeciksinbiraz...Tekbeyimizsagalsmda,
hayırlısıyla..."Osm
anBey'inöfkeliseyisiDeliBaha'yıatlatabilmekiçinavluya,suratınıasıp hızlagirdi
.—Baltaemmi...Hey!—Kim
sin?Bayhocasenmisin?"Olmaz"dedik!Uzatmaboşuna!—Bayhocayok,
benimben...KerimÇelebi...—Nedir?—Çek
şukıratı...Çabuk...Beyulağıyım!—Beyulağımı?Eğlenvardım.Baba
sıErtugrulGazi,hastaolalıberi,onunyerineuçişleriniçevirenoğluKara
OsmanBey,biryerebiraklıerensalmak
gerekince,hepKerimÇelebi'yigönderiyordu.Busebeple,birazsafçaolan
DeliBalta,"Beyuyumakta...Buulaklık
neyinnesi?"diyedüşünmedeninanmış,ahınnsekisindenhoplayaraksegirtmişti.BirIOI'

aneğerlibeklettiğiulakbineğininüzengisiniçözmeyeçabalarkenbiryandan
meraklasordu:—Hayırmı,amanKerimoğlum?..Savaşçımıtoplamakta
bizimarslanbeyimiz?—Aklınfikrinsavaşta...Savaşçın'olacakmış,banşzamanı?—Barışzamanı...Uzadıbubarışınzamanıkopuk,çokuzadıvedetadıkaçtıiyice...
Savaşmaktangeçtim,yiğitlerata
binmeyi,kılıçkuşanmayıunuttu.Hayır,uçlardatöredeğildirbukadaruzun
barış...Bizbununkötülüğünü
görürüz,nahyazdımşuraya...Dediydidersiniz!—Barı
şınkötülüğüneymişbreemmi?—Höst
!Mollakısmınınaklıhiçermez!Barışuzadımı,n'olurbakalım?Savaşçıgelmez
leniruca...Gelenlerdebakarlarki
birişyok,savuşurlarbirerikişer...Hani,kaçzamandır,yenisavaşçınerde?
Birazsövdü,birazbedduaetti.Öfkesinden,
üzengilerieğerinüzerindetutanipidolaştırmıştı.Buralara,
dilencidenbaşkasıuğramazolduepeydir...Üzengilerikurtardı.Albakalım!
Zorlamaçok...Savaşçıtoplamaya
gitmeyenulağınçalımsatmasıkanundeğildir.NerdeOrhanBey,
görünmedi,sabahtanbuyana?
—Bilmem...Bendegörmedim.
—Köslükmeydanındaaşıkoynamayaoturmalı..."Cukatayım"diyeçabalarken
başınadikilmeliyimki...
Bakbakalım...
KerimÇelebi,kıratınkolanlarınıycjkladı,besmeleçekipbindi:—Eyvallahemmi...
—Heleşumollayahele...Benneyeacırım,mollaakmadüşmüşhayvanaacırımU-KerimÇelebi,değmebinicileriimrendirecekustalıklakıratınboynuna
kapanıpavlukapısındançıktı,üzengilerinsivrisinikullanaraktırısakalktı.
Kurdunpostunucebindesayıyor,
Yahşilmam'ınhocaparasım,anasıylauğraşmadanvereceğineseviniyordu.
OrhanBey,camininönündekisedireçıkıphazırlanmıştı.KerimÇelebiyaklaşınca,
kendindenmemnungüldü:
—BildimDeliBaha'yıyereçalacağını.Kerim.Ağa!..—Atla,savuşalım!
OrhanBeyterkeyehopladı:
—SürÇelebi...DeliBaltaTürk'tür,aklıbaşınagelirama,bereket,birazgeçgelir.
—Nerdensezinler?
—Bayhoca'dansonragittin.Pirelidir."Bunlarıngörülecekbirişlerivarhayvanla"der.
Babamınuyuduğunu
hatırlayıncahiçşüphesikalmaz.Benisordumu?—Sordu.
—Tamam!Tepikle...Pirelenmeyebaşlamışbilefarkınavarmadan...Söğüt'ten
dörtnalaçıktılar.Doruğayakm
OrhanBey,itialmadıklarına
hayıflandı,sonradeğiştirdifikrini...
—Bakmadıkyarasınaderinmi?Çıkamazdıatayağıylabuyo
kuşu...Sür...Kartalları,akbabalarıkollayaraktanbulacağızleşi...Tepededurup
gökleritaradılar.Görünürde,
harmançevirenhiçbirkarakuş
yoktu.OrhanBeybirazdüşündü:—
Yanlışkalmadıysaaklımda,batağagirmemiştiAloş,çamurabatmamıştı...
Demekkurdu,seninDemircanAga'nın
köyüyakınındaboğdu.Yok...OzamanDemircanAğa'yagiderdi.Demek,
Sögüt'eyakınbastırdı.Yaralamncaşaşın
pevegeldi.Ağanınköyünüdoğrulayacağız.Sürbakalım...Kavşağıelliadım
kadargeçmişlerdiki,Eskişehiryolundan
dümbeleksesiduyupdurdular.OrhanBeyelinisevinçledizinevurdu:—
Savaşçıdervişbunlar...Dönbakalım...—
Savaşçıdervişlerse,DeliBalta'nmalacağıolsun!—Neden?r
o?_
?
Barıştanyakındı,"Bizimburalaraartıksavaşçıgelmez"dedi.Yokuşunbaşında,
dümbeleksesi,zikiriniltisi
iyiceduyuluy
ordu.O
rhanBeyköşeyidönenlerigörürgörmez,kestiriminindoğrulanmasına
sevindi:—Tamam!Cavlakbunlar...Dört...Hayırbeşkişi...Dümbeleğ
içalanabak!..Âdemazmanı!Babamnasılzaptedecekbunları,bakalım!..Eğer,
akınisteyenlerahırımızakadar
giripDeliBalta'yidakendilerineuydururlarsa,işiiştirKaraOsmanBey'in...
Duryahu...Beşdedikama,altıbunlar...
Arkada,tekbaşına,zinciriomuzlarında,topallayarakesirgeliyordu.
—Arkadakicavlakdeğil!..—
Evet...Kurtulmalıktoplamayaçıkmışesir!Zincirifarkettim,omzunda...
Suratınıastı.Genebunaltacak,
Ertugruldedem,fukarababamı!..
—Neden?
—Unuttunmu,Beylikişlerinibabamabırakalıdurumu,yoksaaklımıgelgitoldu,
gereksizyerlereparaharcamakta,
"BuOsmanoglumikiucunubirarayanasılgetirir?"dememekte...
"Canısıkılmasın"diyerek,yoksulluğunu
sezdirmemeyeçabalarbabam,debelenir!..Kolaymı,altıyıldırhazırdan
yemekteyiz."Hazırdanyemek"sözgelişi...
Faizliborçtanyemekteyiz!
—Tembihle,yanınakoymayıversinDeliBalta,dilencitakımını,şunubunu...
—Olmaz!Ertuğrul-Bey'inadımdogrulayıpsürmüşgelmiş,şukadaryerden...
Ellerinverdiğiniverseya...BabamgeçendedertyandıAkçakocaemmime...
"YerigelincesöyleohKocaEmmi,
hazırdaolmayanıvermeyekalkacakdiyeyüreğimhoplamaktabiristeğegeldi
mibiri"dedi.Cebindebiraltınyokken,
"Versurdanbeşaltın"dediini,naparsınKaraOsmanBeyolsan?..Gelenlerebir
zamanbaktı.Evet,anlaşıldımesele!..Bahardır,uçlaragelenolurtektuk...Akın,
çapulumuduyla...Eskininhesabı...
Nebilsin,akılsıztopal,Ertugrulucununnerdekıvrandığını...Sürgidelim!Para
isterbunlar...Bizimkese,parayı
unutalıhanidir...Tepiklehadi!

muharrem ergin - orhun yazıtları

»" 1 •
rrem ERGİN
ORHUN ÂBİDELERİ
Muharrem ERGİN
Bu elektronik metin,HİSAR Türk ve İslam Klâsikleri projesi çerçevesinde hazırlanmıştır. Fikir ve Sanat Eserleri
Kanunu gereğince yalnızca okunmasına izin verilmiştir. Herhangi bir yolla çoğaltılması ya da ticarî amaçlarla kullanılması
kanunen yasaktır.
© 2003 HİSAR Kültür Gönüllüleri www.hisargazetesi.com
İÇİNDEKİLER
ÖnSöz ............................................... 4
Kül Tigin Âbidesi ............................................... 12
Bilge Kağan Âbidesi ............................................... 23
Tonyukuk Âbidesi ............................................... 36
ORHUN ABİDELERİ
Ön Söz
Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin.. İlk Türk tarihi.. Taşlar üzerine yazılmış tarih.. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması.. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri.. Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası.. Türk askerî dehasının, Türk askerlik san'atının esasları.. Türk gururunun ilahî yüksekliği.. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği.. Türk içtimaî hayatının ulvî tablosu.. Türk edebiyatının ilk şaheseri.. Türk hitabet san'atmm erişilmez şaheseri.. Hükümdarâne eda ve ihtişamlı hitap tarzı.. Yalın ve keskin üslubun şaşırtıcı numunesi.. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı.. Bir kavmi bir millet yapabilecek £. eser.. Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık.. Türk dilinin mübarek kaynağı.. Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği.. Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk asırlarına çıkartan delil.. Türk ordusunun kuruluşunu en az 1250 sene öteye götüren vesika.. Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser., insanlık aleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları.. Dünyanın bugün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikâzı., v. s. v. s.
Orhun âbidelerini vasıflandırmak isteyince, insanın zihninde işte bu gibi ifadeler sıralanmaktadır.
Orhun âbideleri Göktürk devrinden kalma kitabelerdir. Göktürkler, milattan önceki asırlarda Hunlar tarafından kurulup, değişen sülaleler ve boylar idaresinde devam ede gelen Asya'daki büyük Türk imparatorluğunun 6. asırla 8. asır arasındaki devresinde hüküm sürmüşlerdir. 6. asrın ilk yarısında Türk devletinin başında Avarlar bulunuyordu. 552 tarihinde Bumin Kağan, Avar idaresine son vererek Türk
MUHARREM ERGİN
devletinin Göktürk hanedanı devrini açtı. O devirde büyük kağanlığın merkezi devletin doğu kısmmda idi ve batı kısmı da doğuya bağlı tabi bir kağanlıkla idare ediliyordu. Bumin Kağan'm kardeşi İstemi Kağan da 576'ya kadar bu batı bölümünün kağanı idi.
Bumin Kağan, Göktürk hakimiyetini kurduğu sene içinde öldü ve sırasıyla üç oğlu, büyük kağanlık yaptılar. Birincisi 553'te, ikincisi 553-572'de, üçüncüsü de 572-581 tarihlerinde hüküm sürdüler. Bunlardan ikincisi olan Mukan zamanında devlet Mançurya'dan İran'a kadar uzanan kuvvetli bir imparatorluk haline geldi.
Daha sonra devlet, bir yandan kuvvetli hakanların yokluğu ve devleti teşkil eden kavimlerin çekişmeleri, öte yandan ve bilhassa Çin entrikası yüzünden bir sürü karışıklıklar geçirdi ve nihayet 630'da devletin asıl doğu kısmı Çin hakimiyetine geçti. Zamanla Çin hakimiyeti batı kısmına da sirayet etmeğe başladı. Fakat bu Çin esareti daha fazla devam etmedi ve Kutlug Kağan veya ikinci adıyla İltiriş Kağan, Çin ğ_ hâkimiyetine son vererek 680-682 senesinde devleti yeniden toparladı. İltiriş Kağan ve 691'de ölünce yerine geçen kardeşi Kapgan Kağan idaresinde devlet yeniden eski haşmetini buldu.
İltiriş Kağan'm Bilge ve Kül Tigin adlı iki oğlu vardı. Öldüğünde bunlar 8 ve 7 yaşlarında idiler. Kapgan Kağan 716'da ölünce idareyi onun oğulları almak istedi. Fakat Bilge ve Kül Tigin kardeşler buna mani olarak ve amcazadelerini tasfiye ederek babalarının devletine el koydular ve Bilge Kağan hükümdar oldu. İki kardeş babalarının ve amcalarının devrinden kalmış ihtiyar vezir ve Bilge Kağan'm kayınpederi Tonyukuk'un da yardımiyle devleti daha da kuvvetlendirdiler. Sonra 731'de Kül Tigin, 734'te de Bilge Kağan öldü. Bilge Kağan'm ölümünden 10 sene kadar sonra da Uygurlar, devleti ele geçirerek 745'te Göktürk hakimiyetine son verdiler.
İşte bu kitapta sunduğumuz Orhun âbideleri, bu Türk hanedanının Bilge Kağan devrinin mahsulleridir. Birincisi olan Kül Tigin âbidesini ağabeyisi Bilge Kağan 732'de diktirmiş,
ORHUN ABİDELERİ
ikincisi olan Bilge Kağan âbidesini de ölümünden bir yıl sonra 735'te kendi oğlu olan kağan diktirmiştir. Üçüncü olarak verilen Tonyukuk âbidesi ise 720 - 725 senelerinde kendisi tarafından dikilmiştir.
Orhun civarında Orhun yazısı ile yazılı daha başka kitabeler de bulunmuştur. Belli başlıları altı tanedir. Fakat bunların en büyükleri ve mühimleri bu üç tanesidir.
Orhun âbidelerine Orhun kitabeleri de denir. Şüphesiz bunlar kitabedir. Fakat hem maddî bakımdan, hem manevî bakımdan bu kitabeler söz götürmez birer âbidedirler. Muhtevaları gibi heybetli yapıları da âbide hüviyetindedir. Onun için bunları ifade eden en iyi isim Orhun âbideleri tâbiridir.
Kül Tigin âbidesi, kağan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rol oynamış bulunan kahraman kardeşine karşı Bilge Kağan'm duyduğu minnet duygularının ve kendisini sanatkârane bir vecd ve coşkunluğun §_ içine atan müthiş teessürünün ebedî bir ifadesidir. Bilge Kağan bu ruh hali ile âbide inşaatının başında oturup, eserin hazırlanmasına bizzat nezaret etmiştir. Âbidedeki ulvî ve mübarek hitabe onun ağzından yazılmıştır, âbidede o konuşmaktadır, müellif odur.
Kül Tigin âbidesi, kaplumbağa şeklindeki oyuk bir kaide taşma oturtulmuştur. Keşfedildiği zaman, bu kaidenin yanında devrilmiş bulunuyordu. Bilhassa devrik vaziyette rüzgâra maruz kalan kısımlarında tahribat ve silintiler olmuştur. Sonradan yerine dikilmiştir. Yüksekliği 3,75 metredir. İtina ile yontulmuş, bir çeşit kireç taşı veya saf olmayan mermerdendir. Yukarıya doğru biraz daralmaktadır.
Dört cephelidir. Doğu ve batı cephelerinin genişliği aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Âbidenin üstü kemer şeklinde bitmektedir ve yukarı kısımda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üstünde kağanın işareti vardır. Batı cephesi
MUHARREM ERGİN
büyük bir Çince kitabe ile kaplıdır. Diğer üç cephesi Türkçe kitabelerle doludur. Cepheler arasında kalan ve keskin olmayan kenarlarda ve Çince kitabenin yanında da Orhun yazısı vardır. Doğu cephesinde 40, güney ve kuzey cephelerinde 13'er satır vardır. Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir. Satırların uzunluğu aşağı yukarı 235 santim kadardır. Cetvelden çıkmış gibi, çok muntazam, düzgün ve güzel harflerle yazılmıştır. Âbidenin Çince kitabesinde Türk-Çin dostluğu, Türk imparatorluğu ve Kül Tigin methedilmekte ve tanıtılmakta,"Gelecek hadsiz, hesapsız nesillerin dimağlarında, onların müşterek muvaffakiyetlerinin şaşaası her gün yeniden canlansın diye, uzakta ve yakında bulunan herkesin bunu öğrenmesi için, bilhassa muhteşem bir kitabe yaptık" ve "Böyle adamların ebediyen payidar olacaklarının muhakkak olmadığını kim söyleyebilir? Uğurlu haberleri ebediyen ilan için şimdi dağ gibi yüksek bir âbide dikilmiştir" gibi ifadeler sıralandıktan sonra, tarih kaydedilmektedir.
Âbidenin civarında türbe enkazı, pek çok heykel parçaları ve âbideye çıkan iki tarafı heykeller, taşlar dizili 4,5 kilometrelik Z_ bir yol bulunmuştur. Bu heykel parçaları arasında son zamanlarda Kül Tigin'in başı ile karısının gövdesi ve yüzünün bir kısmı da bulunmuştur.
Âbidenin ve türbenin inşâsında Türk ve Çin sanatkârları beraber çalışmışlardır. Âbidedeki kitabeleri Bilge Kağan ve Kül Tigin'in yeğeni Yollug Tigin yazmıştır.
Bilge Kağan âbidesi, aynı yerde Kül Tigin âbidesinin bir kilometre uzağmdadır. Şekli, tertibi ve yapısı tamamiyle birincisine benzemektedir. Yalnız bu bir kaç santim daha yüksektir. Bu yüzden doğu cephesinde 41 ve dar cephelerinde de 15'er satır vardır. Bunun da batı cephesinde asıl Çince kitabe vardır, Çince kitabenin üstünde ayrıca Türkçe kitabe devam etmektedir. Çince kitabe hemen hemen tamamiyle silinmiştir.
Bilge Kağan âbidesi kendisinin 734'te ölümünden sonra 735'te oğlu tarafından dikilmiştir. Bu âbidede de Bilge Kağan konuşmaktadır. Esasen âbidenin kuzey cephesinin ilk 8 satırı
ORHUN ABİDELERİ
Kül Tigin âbidesinin güney cephesinin, doğu cephesinin 2-24 satırları ise Kül Tigin âbidesinin doğu cephesinin mukabil satırlarına benzemektedir. Bu âbidede ayrıca Kül Tigin'in ölümünden sonraki vakaların ilave edildiği görülür.
Bilge Kağan âbidesi hem devrilmiş, hem de parçalanmıştır. Onun için tahribat ve silinti bunda çok fazladır. Bu âbideyi de yeğeni Yollug Tigin yazmıştır. Her iki âbidede de Bilge Kağan'ın sözlerinin dışında Yollug Tigin'in kitabe kayıtları ve ilâveleri yer almaktadır. Bu âbidenin etrafında da yine türbe enkazı ve daha az olmak üzere heykeller, balballar ve taşlar vardır.
Tonyukuk âbidesi, diğer iki âbidenin biraz daha doğusunda bulunmaktadır. Devrilmemiş, dikili dört cepheli iki taş halindedir. Birinci ve daha büyük olan taşta 35, ikinci taşta 27 satır vardır. İkinci taşta yazılar daha itinasızdır ve aşınma da daha çoktur. Bu âbidenin yazıları Kül Tigin ve Bilge Kağan'mki kadar düzgün değildir. Bu âbidede de yazı yukarıdan aşağı yazılmıştır. Fakat diğer ikisinin aksine satırlar soldan sağa doğru istif edilmiştir. Tezyinatı da diğer kitâbelerdeki kadar sanatkarâne değildir. Tonyukuk âbidesinin yanında da büyük bir türbe kalıntısı, heykeller, balballar ve taşlar vardır.
Tonyukuk âbidesini, İltiriş Kağan'ın isyanına iştirak eden ve o günden Bilge Kağan devrine kadar devlet idaresinin baş yardımcısı olarak kalan büyük Türk devlet adamı ve başkumandanı Tonyukuk, ihtiyarlık devrinde bizzat diktirmiştir. Bu âbidede Tonyukuk konuşmaktadır, bu âbidenin müellifi odur.
Kül Tigin ve Bilge Kağan âbideleri Baykal gölünün güneyinde Orhun nehri vadisinde Koşo Tsaydam gölü civarında 47,1. arz ve 102 1/2. tul derecelerinde bulunmaktadır. Ötüken ormanının da buradaki Hangay sıradağlarının bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Tonyukuk âbidesi ise biraz daha doğuda 48. arz ve 107. tul dereceleri arasında Tola nehrinin yukarı mecrasında Bayn Çokto denilen yerin yakınında bulunmaktadır.
Orhun âbidelerinin bulunuşu insanlığın en büyük
MUHARREM ERGİN
keşiflerinden biridir. Orhun harfleri ile yazılı kitabelerden daha 12. asırda tarihçi Cuveynî Târih-î Cihangüşâ'smda bahsetmişti, ayrıca Çin kaynakları da çok eskiden bu âbidelerin dikildiğini bildirmekte idi. Fakat 18. ve 19. asırlara kadar Orhun harfli yazılar ve âbideler ilim âleminin meçhulü olarak kalmıştı. Önce Kırgızlara ait mezar taşlarından ibaret bulunan ve tek tük kelimelerle isimleri ihtiva eden Yenisey kitabeleri bulunmuştur. İlk defa nebatatçı Messerschmidt 1721 yılında Yenisey vadisinde bu yazı ile yazılı bir taşı tesbit etmiştir.
Fakat Orhun harfli kitabelerin yolunu açan ve bu hususta ilim aleminin dikkatini çeken Strahlenberg olmuştur. 1709'da Poltava muharebesinde esir düşen bu İsveçli subayı Ruslar Sibirya'ya sürmüşlerdir. Sürgünde 13 sene kalan, Messerschmidt'e yardım eden ve serbestçe gezip dolaştığı yerlerde incelemelerde bulunan Strahlenberg 1722'de vatanına döndükten sonra, 1730'da araştırmalarının neticesini yayınlamış ve bu arada eserinde meçhul Yenisey kitabelerinden de bahsederek bazılarını yayınlamıştır.
9_
Bu yayın derhal ilim âleminin dikkatini çekmiş ve Orhun âbidelerinden bir iki asır öncesine ait bulunan Yenisey kitabeleri arka arkaya bulunmaya başlamıştır. Nihayet 1809'da Rus bilgini Yadrintsev, sonradan Kül Tigin ve Bilge Kağan âbideleri olduğu anlaşılan Orhun kitabelerini bulmuş, bunun üzerine 1890 tarihinde Heikel'in başkanlığında bir Fin, 1891'de de Radolffun başkanlığında bir Rus ilmî sefer heyeti mahalline gönderilmiştir. Her iki sefer heyeti de âbideleri yakından tetkik etmiş ve fotoğraflarını alarak dönmüştür. Fin heyeti getirdiği mükemmel fotoğrafları Avrupa ilim merkezlerine dağıtmış, öte yandan hem Fin heyeti, hem de Radloff, getirdikleri malzemenin fotoğraflarını büyük atlaslar halinde neşretmişlerdir. Bu atlas yayınları ile âbidelerin okunması çalışmaları hızlanmış ve daha başka yazıları da çözmüş bulunan Danimarkalı büyük âlim Thomsen, kısa bir zaman sonra, 1893'te Orhun yazısını çözmeğe muvaffak olmuştur. Önce, âbidelerde çok geçen tengri, Türk ve Kül Tigin kelimelerini çözen Thomsen, sonra bütün âbideleri okumuş ve böylece Türk milletinin, ebedî minnettarlığına mazhar olmuştur.
ORHUN ABİDELERİ
Artık bu çözümden sonra bir yandan Thomsen, bir yandan Radloff âbidelerin metni ve tercümeleri üzerinde adetâ yarışa girmişler, bunu diğer âlimler takip etmiş ve zamanımıza kadar bu büyük Türk âbideleri elden düşmemiştir. Amerika'dan Japonya'ya kadar Avrupa'da ve medeni âlemde hemen hemen her dilde bu âbideler üzerinde araştırmalar yapılmış, 6 tanesi büyük olan Orhun harfli yeni kitabeler ve metinler bulunmuş, neşirler birbirini kovalamıştır. Son zamanlarda Orhun sahası arkeolojik araştırmalarda da ön plana geçmiş ve burada yüzlerce heykel, balbal, çeşitli eserler ve şehir harabeleri bulunmuştur. Bu arada Çekoslovak alimi L. Jisi Kül Tigin heykelinin başını da bulup gün ışığına çıkarmıştır. Bugün, Orhun kitabeleri üzerinde yapılan araştırmaların adları bile bir kitap teşkil eder.
Orhun âbidelerinin manzum olduğunu ileri sürenler vardır. Hattâ bir Rus bilgini bu hususta geniş bir deneme yapmış ve âbideleri manzum olarak yayınlamıştır. Tabiî, bu görüş doğru değildir. Fakat âbidelerdeki dilin ve üslubun ahengini göstermesi bakımından dikkate değer bir husustur.
10
Gerçekten Orhun âbidelerini, bugün Türkiye'den binlerce kilometre uzakta eski Türk yurdunda, bugünkü Moğolistan'da Türklüğün sehadet parmakları olarak yükselen bu mübarek taşları kana kana okumak, her kelimesi üzerinde derin derin düşünmek, resimlerini huşu içinde seyrederek ruhu yıkamak, her Türk için millî bir ibâdettir. İşte bu kitap, bu ibâdetin hizmetine sunulmaktadır.
MUHARREM ERGİN
MUHARREM ERGİN
11
Sayfaların yanındaki rakamlar, âbidelerdeki asıl metnin satır numaralarıdır. Ortaya gelen satır başları dik çizgilerle gösterilmiştir.
Noktalı yerler, metindeki eksik yerleri göstermektedir.
ORHUN ABİDELERİ
KUL TIĞIN ABİDESİ
Güney cephesi
Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki şadpıt beyleri, kuzeydeki tarkat, buyruk
beyleri, Otuz Tatar...... | Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu
sözümü iyice işit, adamakıllı dinle:
Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti | hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur.
Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Güneyde Dokuz Ersine kadar ordu sevk ettim, Tibete ulaşmama az kaldı. Batıda İnci nehrini geçerek Demir Kapıya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde, Yir Bayırku yerine kadar ordusevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş, il tutacak yer Ötüken ormanı imiş.
Bu yerde oturup Çin milleti ile | anlaştım. Altını,
MUHARREM ERGİN
gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. 5
Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. | İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, 6 kabilesi, milleti, akrabasına kadar barmdırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün | ovasına konayım dersen, Türk 7 milleti, öleceksin!
Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakma gidip, çok insan, öldün! O yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin! Otüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç bir 8 sıkıntın yoktur. Otüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak otur ac aks m. 13_
Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için, beslemiş olan 9 kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla her yere hep zayıflayarak, ölerek yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oturdum. 10 Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa, bu sözümde yalan var mı ?
Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine | burda vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, 11 beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı y anılac aks mız ?
ORHUN ABİDELERİ
Ben ebedî taş yontturdum.... Çin kağanından resimci getirdim, resimlettim. Benim sözümü kırmadı, | Çin kağanının maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona 12 bambaşka türbe yaptırdım. İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü
vurdurdum....... On Ok oğluna, yabancına kadar bunu
görüp bilin. Ebedî taş | yontturdum.....il ise, şöyle daha
erişilir yerde ise, işte öyle erişilir yerde ebedî taş 13 yontturdum, yazdırdım. Onu görüp öyle bilin. Şu taş....dim. Bu yazıyı yazan yeğeni Yollug Tigin.
Doğu cephesi
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış, insan oğlunun üzerine 1 ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyi vermiş. | Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek 2 dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilâtsız Gök Türk öylece 3 oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku yine bilgili imiş tabiî, cesur imiş tabiî. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabiî. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öylece vefat 4 etmiş. Yasçı, aklayıcı, doğuda gün doğusundan Bökli Çöllü halk, Çin, Tibet, Avar, Bizans, Kırgız, Üç Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay, Tatabı, bunca millet gelip ağlamış, yas tutmuş. Öyle ünlü kağan imiş.
Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabiî, oğulları kağan olmuş tabiî. Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi 5 kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü
MUHARREM ERGİN
kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî, | Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin 6 milleti hilekar ve sahtekar olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, | kağan yaptığı 7 kağanını kaybedi vermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul oldu, hanımlık kız evladı cariye oldu. Türk beyler Türk adını bıraktı. Çinli beyler Çin adını tutup, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş. Doğuda gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edi vermiş. 8 Batıda Demir Kapıya kadar ordu sevk edi vermiş. Çin kağanına ilini, töresini alı vermiş.
Türk halk | kitlesi şöyle demiş: illi millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş. Kağanlı 9 millet idim, kağanım hani, ne kağana işi gücü veriyorum der imiş. Öyle diyip Çin kağanına düşman olmuş. Düşman olup, kendisini tanzim ve tertip edemediğinden 10 yine teslim olmuş.
Bunca işi gücü verdiğini düşünmeden, Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım der imiş. Yok olmaya gidiyormuş.
Yukarıda Türk tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu 11 göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı | yürüyor diye ses işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki inmiş, toplanıp 12 yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk edip toplamış yığmış. Hepsi | yedi yüz 13 er olmuş.
Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yaratmış, 14
ORHUN ABİDELERİ
yetiştirmiş. Tölis, Tarduş milletini orda tanzim etmiş. | Yabguyu, şadı orda vermiş.
Güneyde Çin milleti düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan, Dokuz Oğuz kavmi düşman imiş. Kırgız, Kunkan, Otuz Tatar, Kitay, Tatabı hep düşman imiş. Babam kağan 15
bunca...... | Kırk yedi defa ordu sevk etmiş, yirmi savaş
yapmış. Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tabi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece ili, 16 | töreyi kazanıp, uçup gitmiş.
Babam kağan için ilkin Baz Kağanı balbal olarak dikmiş. O töre üzerine amcam kağan oturdu. Amcam kağan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı, Amcam kağan oturduğunda kendim Tarduş milleti üzerinde şad idim. 17 Amcam kağan ile doğuda Yeşil Nehir, Şantung ovasına kadar ordu sevk ettik. Batıda Demir Kapıca kadar ordu sevk ettik. Kögmeni aşarak Kırgız ülkesine kadar ordu 16
şevkettik. | Yekûn olarak yirmi beş defa ordu sevk ettik, 18 on üç defa savaştık, illiyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik.
Türgiş Kağanı Türkümüz, milletimiz idi. Bilmediği | için, bize karşı yanlış hareket ettiği için 19 kağanı öldü. Buyruku, beyleri de öldü. On Ok kavmi eziyet gördü.
Ecdadımızın tutmuş olduğu yer, su sahipsiz 20 olmasın diye Az milletini tanzim ve tertip e dip........
Bars bey idi. Kağan adım burda biz verdik. Küçük kız kardeşim prensesi verdik. Kendisi yanıldı, kağanı öldü, milleti cariye, kul oldu.
Kögmenin yeri, suyu sahipsiz kalmasın diye Az, Kırgız kavmini düzene sokup geldik. Savaştık......ilini | 21
MUHARREM ERGİN
geri verdik.
Doğuda Kadırkan ormanım aşarak milleti öyle kondurduk. Öyle düzene soktuk. Batıda Kengü Tarmana kadar Türk milletini öyle kondurduk. Öyle düzene soktuk.
O zamanda kul kullu olmuştu, cariye cariyeli olmuştu. Küçük kardeş büyük kardeşini bilmezdi, oğlu 22 babasını bilmezdi. | Öyle kazanılmış, düzene sokulmuş ilimiz, töremiz vardı.
Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim boza bilecekti? Türk milleti, vaz geç, | pişman ol! 23 Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun.
Silâhlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mızraklı nereden gelerek sürüp gönderdi. Mukaddes ötüken ormanının milleti, gittin. Doğuya giden, | gittin. 24 Batıya giden, gittin. Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın su gibi koştu, kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evladın kul oldu, hanımlık kız evladın cariye oldu. Bilmediğin için, kötülüğün yüzünden amcam kağan 25 uçup gitti.
Önce Kırgız kağanını balbal olarak diktim. Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, babam kağanı, annem hatunu yükseltmiş olan Tanrı, il veren Tanrı, 26 Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, kendimi o Tanrı kağan oturttu tabiî.
Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İşte aşsız, dışta donsuz(l); düşkün, perişan milletin üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı 27 sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece
1. elbisesiz, çıplak
ORHUN ABİDELERİ
uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım, öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım.
Ben kendim kağan oturduğumda, her yere | gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak, çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine 28 doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyde
Çine doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim, ......
savaştım. Ondan | sonra. Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti 29 diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tâbi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi 30 gücü veriyor. Bunca töreyi kazanıp küçük kardeşim Kül Tigin kendisi öylece vefat etti.
Babam kağan uçtuğunda küçük kardeşim Kül
Tigin yedi yaşında kaldı.......I Umay gibi annem hatunun
devletine küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı. On altı 31 yaşında, amcam kağanın ilini, töresini şöyle kazandı: Altı Çub Soğdaka doğru ordu sevk ettik, bozduk. Çinli Ong vali, elli bin asker geldi, savaştık. | Kül Tigin yaya olarak atılıp hücum etti. Ong valinin kayın biraderini, 32 silâhlı, elle tuttu, silahlı olarak kağana takdim etti. O orduyu orda yok ettik.
Yirmi bir yaşında iken, Çaça generale karşı savaştık. En önce Tadıgm, Çorun bozatma binip hücum etti. O at orda | Öldü. İkinci olarak İşbara Yamtarm boz 33 atma binip hücum etti. O at orda öldü. Üçüncü olarak Yigen Silig beyin giyimli doru atma binip hücum etti. O at orda öldü. Zırhından kaftanından yüzden fazla ok ile
vurdular, yüzüne başına bir tane değdirmedi......Hücum 34
ettiğini, Türk beyleri, hep bilirsiniz. O orduyu orda yok ettik.
Ondan sonra Yir Bayırkunun Uluğ Irkini düşman
MUHARREM ERGİN
oldu. Onu dagıtıpp Türgı Yargun Gölünde bozduk. Uluğ İrkin azıcık erle kaçıp gitti. 3 5
Kül Tigin yirmi altı | yaşında iken Kırgıza doğru ordu sevk ettik. Mızrak batımı karı söküp, Kögmen ormanını aşarak yürüyüp Kırgız kavmini uykuda bastık. Kağanı ile Songa ormanında savaştık. Kül Tigin, 36 Bayırkunun ak aygırına | binip atılarak hücum etti. Bir eri ok ile vurdu, iki eri kovalayıp takip ederek mızrakladı. O hücum ettiğinde, Bayırkunun ak aygırını, uyluğunu kırarak, vurdular. Kırgız kağanını öldürdük, ilini aldık.
O yılda Türgişe doğru Altın ormanını aşarak, İrtiş nehrini geçerek yürüdük. Türgiş kavmini uykuda bastık. Türgiş kağanının ordusu Bolçuda ateş gibi, fırtına gibi 37 geldi. Savaştık. Kül Tigin alnı beyaz boz ata binip hücum
etti. Alnı beyaz boz...... ... tutturdu. İkisini kendisi
yakalattı. Ondan sonra tekrar girip Türgiş kağanının buyruku Az valisini elle tuttu. Kağanını orda öldürdük, 38 ilini aldık. Türgiş avam halkı hep tâbi oldu. O kavmi ÜL
Tabarda kondurduk..........
Soğd milletini düzene sokayım diye İnci nehrini geçerek Demir Kapıya kadar ordu sevk ettik. Ondan sonra Türgiş avam halkı düşman olmuş. Kengerise doğru 3 9 gitti. Bizim askerin atı zayıf, azığı yok idi. Kötü kimse
er.......... | kahraman er bize hücum etmişti. Öyle bir
zamanda pişman olup Kül Tigini az erle eriştirip gönderdik. Büyük savaş savaşmış. Alp Şalçı ak atma 40 binip hücum etmiş. Türgiş avam halkını orda öldürmüş, yenmiş. Tekrar yürüyüp.......
Kuzey cephesi
ile, Koşu vali ile savaşmış. Askerini hep 1
ORHUN ABİDELERİ
öldürmüş. Evini, malını eksiksiz hep getirdi.
Kül Tigin yirmi yedi yaşma gelince Karluk kavmi hür ve müstakil iken düşman oldu.Tamag Iduk Başta savaştık. | Kül Tigin o savaşta otuz yaşında idi. Alp Şalçı 2 ata binip atılarak hücum etti. İki eri takip edip kovalayarak mızrakladı. Karluku öldürdük, yendik.
Az milleti düşman oldu. Kara Gölde savaştık. Kül Tigin otuz bir yaşında idi. Alp Şalçı atma binip atılarak hücum etti. Az ilteberini tuttu. Az milleti orda yok oldu. 3
Amcam kağanın ili sarsıldığında: millet, hükümdar ikiye ayrıldığında, İzgil milleti ile savaştık. Kül Tigin Alp Şalçı atma binip atılarak hücum etti. O at 4 orda düştü. İzgil milleti öldü.
Dokuz Oğuz milleti kendi milletim idi. Gök, yer bulandığı için düşman oldu. Bir yılda beş defa savaştık.
20
En önce Togu Balıkta savaştık. Kül Tigin Azman atma binip atılarak hücum etti. Altı eri mızrakladı. 5 Askerin hücumunda yedinci eri kılıçladı.
İkinci olarak Kuşalgukta Ediz ile savaştık. Kül Tigin Az yağızına binip, atılarak hücum edip bir eri mızrakladı. Dokuz eri çevirerek vurdu. Ediz kavmi orda öldü.
Üçüncü olarak Bolçuda Oğuz ile savaştık. Kül Tigin Azman atma binip hücum etti, mızrakladı. 6 Askerini mızrakladık, ilini aldık.
Dördüncü olarak Çuş başında savaştık. Türk | milleti ayak titretti. Perişan olacaktı. İlerleyip gelmiş 7 ordusunu Kül Tigin püskürtüp, Tongradan bir boyu, yiğit on eri Tonga Tigin mateminde çevirip öldürdük.
Beşinci olarak Ezginti Kadızda Oğuz ile savaştık.
MUHARREM ERGİN
Kül Tigin Az yağızına binip hücum etti. İki eri 8 mızrakladı, çamura soktu. O ordu orda öldü.
Amga kalesinde kışlayıp ilk baharında Oğuza doğru ordu çıkardık. Kül Tigini evin başında bırakarak, müdafaa tedbiri aldık. Oğuz düşman, merkezi bastı. Kül 9 Tigin öksüz atma binip dokuz eri mızrakladı, merkezi vermedi. Annem hatun ve analarım, ablalarım, gelinlerim, prenseslerim, bunca yaşayanlar cariye olacaktı, ölenler yurtta yolda yatıp kalacaktınız. Kül 10 Tigin olmasa hep ölecektiniz.
Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Kendim düşünceye daldım(l). Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım. Zamanı Tanrı yaşar. İnsan oğlu hep ölmek için türemiş. 11 Öyle düşünceye daldım. Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek düşünceye daldım. Müthiş düşünceye daldım. İki şadın ve küçük kardeş yeğenimin, oğlumun, beylerimin, milletimin il.
gözü kaşı kötü olacak diyip düşünceye daldım.
Yasçı, ağlayıcı olarak Kıtay, Tatabı milletinden başta | Udar general geldi. Çin kağanından İsiyi Likeng geldi. On binlik hazine, altın, gümüş fazla fazla getirdi. 12 Tibet kağanından vezir geldi. Batıda gün batısındaki Soğd, İranlı, Buhara ülkesi halkından Enik general, Oğul Tarkan geldi. | On Ok oğlum Türgiş kağanından Makaraç mühürdar, Oğuz Bilge mühürdar geldi. Kırgız 13 kağanından Tarduş İnançu Çor geldi. Türbe yapıcı, resim yapan, kitabe taşı yapıcısı olarak Çin kağanının yeğeni Çang general geldi.
Kuzey-doğu cephesi
Kül Tigin koyun yılında on yedinci günde uçtu. Dokuzuncu ay, yirmi yedinci günde yastöreni tertip ettik. Türbesini, resimini(2), kitabe taşını maymun yılında
1. (veya) üzüldüm, (veya) mateme gark oldum
2. (veya) hekelini
ORHUN ABİDELERİ
yedinci ay, yirmi yedinci günde hep bitirdik. Kül Tigin
kendisi kırk yedi yaşında bulut çöktürdü.......... Bunca
resimciyi Tuygut vali getirdi.
Güney-doğu cephesi
Bunca yazıyı yazan Kül Tiginin yeğeni Yollug Tigin, yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa, bu duvara hep Yollug Tigin, yazdım.
Değerli oğlunuzdan, evladınızdan çok daha iyi beslerdiniz. Uçup gittiniz. Gökte hayattaki gibi..........
Güney-batı cephesi
Kül Tiginin altınını, gümüşünü, hazinesini, servetini, dört binlik at sürüsünü idare eden Tuygut
bu.......... Beyim prens yukarı gök..........taş yazdım.
Yollug Tigin.
Batı cephesi
Batıdan Soğd baş kaldırdı. Küçük kardeşim Kül
Tigin.........için, öle yite işi gücü verdiği için, Türk Bilge
Kağanı, nezaret etmek üzere, küçük kardeşim Kül Tigini gözeterek oturdum, Inançu Apa Yargan Tarkan adını verdim. Onu övdürdüm.
MUHARREM ERGİN
BILGE KAGAN ABİDESİ
Doğu cephesi
Tanrı gibi Tanrı yaratmış Türk Bilge Kağanı 1 sözüm:
23
Babam Türk Bilge Kağanı..........Sir, Dokuz Oğuz,
İki Ediz çadırlı beyleri, milleti..........Türk tanrısı..........| 2
üzerine kağan oturdum. Oturduğumda ölecek gibi düşünen Türk beyleri, milleti memnun olup sevinip, yere dikilmiş gözü yukarı baktı. Bu zamanda kendim oturup bunca ağır töreyi dört taraftaki..........dim.
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, iki si arasında insan oğlu kılınmış. | İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak 3 Türk milletinin ilini, töresini tutu vermiş, düzene soku vermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbikılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya kadar 4 kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilâtsız Gök Türkü düzene sokarak öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku bilgili imiş tabiî, cesur imiş tabiî. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili
ORHUN ABİDELERİ
öylece tutmuş tabiî, ili tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi 5 öylece vefat etmiş. Yasçı, ağlayıcı, doğuda gün doğusundan Bökli Çöllü halk, Çin, Tibet, Avar, Bizans, Kırgız, Üç Kunkan, Otuz Tatar, Kıtay, Tatabı, bunca millet gelip ağlamış, yas tutmuş. Öyle ünlü kağan imiş.
Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabiî, oğulları kağan olmuş tabiî. Ondan sonra küçük kardeşi 6 büyük kardeşi gibi | kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için. Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü 7 için, bey ve milleti | karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedi vermiş. Çin milletine beylik erkek evladını kul kıldı, hanımlık kız evladını cariye kıldı. Türk beyler Türk admıbıraktı. Çinli beyler Çin adını tutarak, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü 8 24_
vermiş. Doğuda gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edi vermiş. Batıda Demir Kapıya ordu sevk edi vermiş. Çin kağanına ilini, töresini alı vermiş.
Türk halk kitlesi şöyle demiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş. | Kağanlı millet idim, kağanım hani, ne kağana işi, gücü veriyorum der imiş. Öyle diyip Çin kağanına düşman olmuş. 9 Düşman olup, kendisini tanzim ve tertip edemediğinden, yine tâbi olmuş.
Bunca işi, gücü verdiğini düşünmeden, Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım der imiş. Yok olmaya gidiyormuş. 10
Yukarıda | Türk Tannsı, mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiştir. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır. Babam
MUHARREM ERGİN
kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı yürüyor diye ses 11 işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki | inmiş. Toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için, babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk edip toplamış, yığmış. Hepsi yedi yüz er olmuş.
Yedi yüz erolup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yaratmış, yetiştirmiş. Tölis, Tarduş milletini orda tanzim etmiş. 12 Yabguyu, şadı orda vermiş.
Güneyde Çin milleti düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan, Dokuz Oğuz kavmi düşman imiş. Kırgız, Kunkan, Otuz Tatar, Kitay, Tatabı hep düşman imiş. Babam kağan
bunca..........kırk yedi defa ordu sevk etmiş, yirmi savaş
yapmış. Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı 13 kağansızlatmış, düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece ili, töreyi kazanıp, uçup gitmiş.
Babam kağan için ilkin Baz Kağanı balbal olarak dikmiş. Babam | kağan uçduğunda kendim sekiz yaşında 14 kaldım. O töre üzerine amcam kağan oturdu. Oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti, tekrar besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı.
Amcam kağan oturduğunda kendim prens ........
Tanrı buyurduğu için | on dört yaşımda Tarduş milleti 15 üzerine şad oturdum.
Amcam kağan ile doğuda Yeşil Nehire, Şantung ovasına kadar ordu sevk ettik. Batıda Demir Kapıya kadar ordu sevk ettik. Kögmeni aşarak Kırgız ülkesine kadar ordu sevk ettik. Yekûn olarak yirmi beş defa ordu sevk ettik, on üç defa savaştık, illiyi ilsizleştirdik, kağanlıyı 16 kağansızlaştırdık. Dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik.
ORHUN ABİDELERİ
Türgiş kağanı Türküm, milletim idi. Bilmediği için, bize karşı yanlış hareket ettiği, ihanet ettiği için kağanı öldü, buyruku, beyleri de öldü. On Ok kavmi eziyet gördü.
Ecdadımızın tutmuş olduğu yer, su sahipsiz kalmasın diye Az milletini tanzim ve tertip e dip..........
Bars bey | idi. Kağan adını burda biz verdik. Kız kardeşim prensesi verdik. Kendisi ihanet etti, kağanı öldü, milleti cariye, kul oldu. 17
Kögmenin yeri, suyu sahipsiz kalmasın diye Az,
Kırgız milletini tanzim ve tertip edip geldik. Savaştık.......
ilini geri verdik.
Doğuda Kadırkan ormanını aşarak milleti öyle kondurduk, öyle düzene soktuk. Batıda Kengü Tarbana kadar Türk milletini öyle kondurduk, öyle düzene soktuk. 18 26_
O zamanda kul kullu, cariye cariyeli olmuştu. Küçük kardeş büyük kardeşini bilmezdi, oğlu babasını bilmezdi. Öyle kazanılmış, öyle düzene sokulmuş ilimiz, töremiz vardı.
Türk, Oğuz beyleri, milleti işit: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vaz geç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale 19 soktun.
Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mızraklı nereden gelerek sürüp gönderdi? Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin! Doğuya giden,gittin! Batıya giden, gittin! Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın nehir gibi koştu. Kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evlâdını kul kıldın. Hanımlık kız evladım cariye 20
MUHARREM ERGİN
kıldın. O bilmemenden dolayı, kötülüğün yüzünden amcam kağan uçup gitti.
Önce Kırgız kağanını balbal olarak diktim. Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, babam kağanı, | annem hatunu yükselten Tanrı, il veren Tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, kendimi o Tanrı 21 kağan oturttu tabiî.
Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İçte aşsız, dışta donsuz(l); düşkün, perişan millet üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kül Tigin, iki şad, küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok 22 olmasın diye Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım, öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım.
Ben kendim kağan oturduğumda her yere gitmiş 27
olan millet yaya olarak, çıplak olarak, öle yite geri | geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru; doğuda KıtayTatabı kavmine doğru; güneyde Çine doğru
on iki defa ordu sevk ettim.............. savaştım. Ondan 23
sonra Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım. | Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tâbi kıldım, 24 düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti.
On yedi yaşımda Tanguta doğru ordu sevk ettim. Tangut milletini bozdum. Oğlunu, karısını, at sürüsünü, servetini orda aldım.
On sekiz yaşımda Altı Çub Soğdaka doğru ordu sevk ettim. Milleti orda bozdum.
25 Çinli Ong vali, elli bin asker geldi. Iduk Başta
1. elbisesiz, çıplak
ORHUN ABİDELERİ
savaştım. O orduyu orda yok ettim.
Yirmi yaşımda, Basmıl Iduk Kut soyumdan olan kavim idi, kervan göndermiyor diye ordu sevk ettim. K.........m tabi kıldım, malını çevirip getirdim.
Yirmi iki yaşımda Çine doğru ordu sevk ettim. Çaça general, seksen bin asker ile savaştım. Askerini 26 orda öldürdüm.
Yirmi altı yaşımda Çik kavmi Kırgız ile beraber düşman oldu. Kemi geçerek Çike doğru ordu sevk ettim. Örpende savaştım. Askerini mızrakladım. Az milletini aldım...........tâbi kıldım.
Yirmi yedi yaşımda Kırgıza doğru ordu sevk ettim. Mızrak batımı karı söküp, Kögmen ormanını aşarak yürüyüp Kırgız kavmini uykuda bastım. Kağanı ile Songa 2 7 ormanında savaştım. Kağanını öldürdüm, ilini orda aldım. 28_
O yılda Türgişe doğru Altın ormanını aşarak İrtiş nehrini geçip yürüdüm. Türgiş kavmini uykuda bastım. Türgiş kağanının ordusu ateş gibi, fırtına gibi geldi. | Bolçuda savaştık. Kağanını, yabgusunu, şadını orda öldürdüm. İlini orda aldım. 2 8
Otuz yaşımda Beş Balıka doğru ordu sevk ettim.
Altı defa savaştım......... askerini hep öldürdüm. Onun
içindeki ne kadar insan........yok olacaktı........çağırmak
için geldi. Beş Balık onun için kurtuldu.
Otuz bir yaşımda Karluk milleti sıkıntısız, hür ve 29 serbest iken, düşman oldu. Tamag Iduk Başta savaştım.
Karluk milletini öldürdüm, orda aldım........Basmıl kara
.........Karluk milleti toplanıp geldi...........m, öldürdüm.
Dokuz Oğuz benim milletim idi. Gök, yer bulandığı için, ödüne | kıskançlık değdiği için düşman 30
MUHARREM ERGİN
oldu. Bir yılda dört defa savaştım:
En önce Togu Balıkta savaştım. Togla nehrini yüzdürerek geçip ordusu..........
İkinci olarak Andırguda savaştım. Askerini mızrakladım.........
Üçüncü olarak Çuş başında savaştım. Türk milleti ayak titretti, perişan olacaktı. İlerleyip yayarak gelen ordusunu püskürttüm. Çok ölecek orda dirildi. Orda 31 Tongra yiğti bir boyu Tonga Tigin mateminde çevirip vurdum.
Dördüncü olarak Ezginti Kadızda savaştım. Askerini orda mızrakladım, yıprattım..........yıprat..........
Otuz iki yaşımda Amgı kalesinde kışladıkta kıtlık oldu. İlk baharında | Oğuza doğru ordu sevk ettim. İlk ordu dışarı çıkmıştı, ikinci ordu merkezde idi. Üç Oğuz 2JL
ordusu basıp geldi. Yaya, kötü oldu diyip yenmek için geldi. Bir kısım ordusu evi barkı yağma etmek için gitti, 32 bir kısım ordusu savaşmak için geldi. Biz az idik, kötü durumda idik.
Oğuz.......... düşman .......... Tanrı kuvvet verdiği
için orda mızrakladım, | dağıttım. Tanrı bahşettiği için, ben kazandığım için Türk milleti kazanmıştır. Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa geçip kazanmasam Türk 33 milleti ölecekti, yok olacaktı. Türk beyleri, milleti, böyle düşünün, böyle bilin!
Oğuz kavmi..........göndermeden, diye ordu sevk
ettim. | Evini barkını bozdum. Oğuz kavmi Dokuz Tatar ile toplanıp geldi. Aguda iki büyük savaş yaptım. 34 Ordusunu bozdum, ilini orda aldım. Öyle kazanıp....
Tanrı buyurduğu için otuz üç yaşımda........idi.
Seçkin, muhterem, güç beslemiş olan, kahraman
ORHUN ABİDELERİ
kağanına ihanet etti. Üstte Tanrı, mukaddes yer, su, amcam kağanın devleti kabul etmedi olacak. Dokuz Oğuz
kavmi yerini, suyunu terk edip Çine doğru gitti. Çin......... 35
bu yere geldi. Besleyeyim diye düşünüp .......... millet
..........suçla......... güneyde Cinde adı sanı yokoldu. Bu
yerde bana kul oldu.
Ben kendim kağan oturduğum için Türk milletim
.......... kılmadım, ili, töreyi çok iyi kazandım ..........
toplanıp ........ orda savaştım. Askerini mızrakladım. 36
Teslim olan teslim oldu, millet oldu; Ölen öldü. Selengadan aşağıya yürüyerek Kargan vadisinde evini,
barkını orda bozdum......... ormana çıktı. Uygur valisi
yüz kadar askerle doğuya kaçıp gitti........... | .........Türk
milleti aç idi. O at sürüsünü alıp besledim. 3 7
Otuz dört yaşımda Oğuz kaçıp Çine girdi.
Eseflenip ordu sevk ettim. Hiddetle ............, oğlunu,
karısını orda aldım. İki valili millet..........|.......... 38
30
Tatabı milleti Çin kağanına itaat etti. Elçisi, iyi sözü, niyazı gelmiyor diye yazın ordu sevk ettim. Milleti 39
orda bozdum. At sürüsünü..........askeri toplanıp geldi.
Kadir kan ormanına kon..................yerine doğru, suyuna
doğru kondu. 40
Güneyde Karluk milletine doğru ordu sevk et
diyip Tudun Yamtarı gönderdim, gitti........... Karluk
valisi yok olmuş, küçük kardeşi bir kaleye.....................
kervanı koşmadı. Onu korkutayım diyip ordu sevk ettim. 41 Koruyucu iki üç kişi ile beraber kaçıp gitti. Halk kütlesi kağanım geldi diyip övdü...........ad verdim. Küçük adlı
Güney-doğu cephesi
.....Gök Öngü çiğneyerek ordu yürüyüp, gece ve
gündüz yedi zamanda susuzu geçtim. Çorağa ulaşıp yağmacı askeri..........Keçine kadar..........
MUHARREM ERGİN Güney cephesi
.......... Çin süvarisini, on yedi bin askeri ilk gün 1
öldürdüm. Piyadesini ikinci gün hep öldürdüm. Bi..........
aşıp vard.....................defa ordu sevk ettim. Otuz sekiz
yaşımda kışın Kitaya doğru ordu sevk ettim.........
Otuz dokuz yaşımda ilk baharda Tatabıya doğru
ordu sevk ettim..................... ben ......... öldürdüm.
Oğlunu, karısını, at sürüsünü, servetini........... | millet
......... karısını yok kıldım............ | .......... | savaştım.
.......... verdim. Kahraman erini öldürüp balbal kılı
verdim. 2
Elli yaşımda Tatabı milleti Kıtaydan ayrıldı.
..........İker dağına.......... | Kugeneral kumandasında kırk
bin asker geldi. Töngkes dağında hücum edip vurdum.
Otuz bin askeri öldürdüm. On bin ......... ise .......... 3
öktüm. Tatabı.......... | öldürdü. Büyük oğlum hastalanıp 4
yok olunca Ku'yu, generali balbal olarak diki verdim. 5,6
7
Ben on dokuz yıl şad olarak oturdum, on dokuz yıl
kağan olarak oturdum, il tuttum. Otuz bir...........|
Türküm için, milletim için iyisini öylece kazanı verdim. 8
Bu kadar kazanıp babam kağan köpek yılı, onuncu ay, yirmi altıda uçup gitti. Domuz yılı, beşinci ay, yirmi 9
yedide yas töreni yaptırdım. Bukağ vali......... | babası
Lisün Tay generalin başkanlığında beş yüz yiğit geldi.
Kokuluk..........altın, gümüş fazla fazla getirdi. Yas töreni
kokusunu getirip diki verdi. Sandal ağacı getirip öz 10
............ | Bunca millet saçını, kulağını..........kesti. İyi
binek atını, kara samurunu, mavi sincabını sayısız getirip hep bıraktı.
11
Tann gibi Tanrı yaratmış Türk Bilge Kağanı,
ORHUN ABİDELERİ
sözüm:
Babam Türk Bilge Kağanı oturduğunda şimdiki Türk beyleri, sonra Tarduş beyleri; Kül Çor başta olarak, arkasından şadpıt beyleri; önde Tölis beyleri; Apa Tarkan 12
başta olarak, arkasından şadpıt beyleri; bu ..........
Taman Tarkan, Tonyukuk Boyla Bağa Tarkan ve buyruk
..........iç buyruk; Sebig Kül İrkin başta olarak, arkasından
buyruk; bunca şimdiki beyler, babam kağana fevkalade | 13 fevkalade çok iltica etti.
.......... Türk beylerini, milletini fevkalade çok
yüceltti. Övdü..........babam kağan..........ağır taşı, kaim
ağacı Türk beyleri, milleti..........Kendime bunca......... 14
Kuzey cephesi 15
32
Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki şadpıt beyleri, kuzeydeki tarkat, buyruk
beyleri. Otuz Tatar, ..........Dokuz Oğuz beyleri, milleti!
Bu sözü mü iyice işit, adamakıllı dinle:
Doğuda gün | doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep 1 düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur.
Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Güneyde Dokuz Ersine kadar ordu sevk ettim, Tibete ulaşmama az kaldı. Batıda İnci nehrini geçerek Demir Kapıya kadar ordu sevk ettim. 2 Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar ordu sevk ettim. Bunca
MUHARREM ERGİN
yere kadar yürüttüm. Otüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Otüken ormanı imiş.
Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, | ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. 3
Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz | imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok 4 çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin!
Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. 5 Bilgi | bilmez kişi o sözü alıp, yakma varıp, çok insan, 33_
öldün! O yere doğru gidersen Türk milleti, öleceksin! Otüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç bir sıkıntın yoktur. Otüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.
Türk milleti, tokluğun kıymetim bilmezsin. Acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için beslemiş olan 6 kağanının | sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla, her yere hep zayıflayarak ölerek yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa bu sözümde yalan var mı?
7
Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine burda vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa
ORHUN ABİDELERİ
vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız?
I 8
Babam | kağan, amcam kağan oturduğunda dört
taraftaki milleti nasıl düzene sokmuş .......... Tanrı
buyurduğu için kendim oturduğumda dört taraftaki milleti düzene soktum ve tertipledim..........kıldım.
..........Türgiş kağanına kızımı .... | .....fevkalâde
büyük törenle alı verdim. Türgiş kağanının kızını
fevkalade büyük törenle oğluma alı verdim...........
fevkalâde büyük törenle alı verdim.............yaptırdım.
........... 9
.......... başlıya baş eğdirdim, dizliye diz
çöktürdüm. Üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için | gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen milletimi doğuda gün
doğusuna, güneyde ......... batıda ......... Sarı altınını,
beyaz gümüşünü, kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek 10 34_ atını, aygırını, kara samurunu, mavi sincabını Türküme,
milletime kazanı verdim, tanzim edi verdim...........
kedersiz kıldım. Üstte Tanrı kudretli ............ Türk
beylerini, milletini..........besleyin, zahmet çektirmeyin,
incitmeyin!
.........benim Türk beylerim, Türk milletim,.......... 11
kazanıp .......... bu.......... bu kağanından, bu
beylerinden......... suyundan ayrılmazsan, Türk milleti,
kendin iyilik göreceksin, evine gireceksin, dertsiz 12 olacaksın.
..........Ondan sonra Çin kağanından resimciyi hep 13
getirttim. Benim sözü mü kırmadı, maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona bambaşka türbe yaptırdım: İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş
yontturdum. Gönüldeki sözümü vurdurdum..........On
Ok oğluna, yabancına kadar bunu görüp bilin! Ebedî taş yontturdum..........yontturdum, yazdırdım...........O taş 14
MUHARREM ERGİN
türbesini..........
Batı cephesi
1.... üstte....
2 Bilge Kağan uçtu.
3 Yaz olsa, üstte gök
4 davulu gürler gibi, öylece ve
5 dağda yabani geyik gürlese, öylece
6 mateme gark oluyorum. Babam kağanın
7 taşını kendim kağan
Güney - batı cephesi
35
Bilge Kağan kitabesini Yollug Tigin, yazdım.
Bunca türbeyi, resimi, sanatı.........kağanın yeğeni Yollug
Tigin ben bir ay dört gün oturup yazdım, resimledim
ORHUN ABİDELERİ
TONYUKUK ABİDESİ
(Birinci Taş) Doğu cephesi
Bilge Tonyukuk ben kendim Çin ilinde kılındım. 1 Türk milleti Çine tâbi idi. | Türk milleti hanını bulmayıp 2 Cinden ayrıldı, hanlandı. Hanını bırakıp Çine tekrar 36_
teslim oldu. Tanrı şöyle demiştir: Han verdim, | hanını 3 bırakıp teslim oldun.
Teslim olduğun için Tanrı öldürmüştür. Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu. Türk Sir milletinin 4 yerinde | boy kalmadı.
Ormanda taşta kalmış olanı toplanıp yedi yüz oldu. İki kısmı atlı idi, bir kısmı yaya idi. Yedi yüz kişiyi | 5 sevk eden büyükleri şad idi. Katıl dedi. Katılanı ben idim. Bilge Tonyukuk.
Kağan mı kılayım, dedim. Düşündüm. Zayıf boğa ve semiz boğa arkada | tekme atsa; semiz boğa, zayıf boğa 6 olduğu bilinmezmiş derler diyip, öyle düşündüm. Ondan sonra Tanrı bilgi verdiği için kendim bizzat kağan kıldım.
Bilge Tonyukuk Boyla Bağa Tarkan | ile beraber
MUHARREM ERGİN
İltiriş Kağan olunca güneyde Çini, doğuda Kıtayı, 7 kuzeyde Oğuzu pek çok öldürdü. Bilicisi, yardımcısı bizzat bendim. Çogaym kuzey yamaçları ile Kara Kumda oturuyorduk.
Güney cephesi
Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk. 1 Milletin boğazı tok idi. Düşmanımız etrafta ocak gibi idi, biz ateş idik.
Öylece oturur iken Oğuzdan casus geldi. Casusun sözü şöyle: Dokuz Oğuz milletinin üzerine kağan oturdu 2 der. Çine doğru Ku'yu, generali göndermiş, Kıtaya doğru Tongra Esimi göndermiş, sözü şöyle göndermiş: Azıcık Türk milleti | yürüyormuş; kağanı cesur imiş; müşaviri 3 37
bilici imiş; o iki kişi var olursa, seni, Çini öldürecek derim; doğuda Kıtayı öldürecek derim; beni; Oğuzu | da öldürecek derim; Çin, güney taraftan hücum et; Kıtay, 4 doğu taraftan hücum et; ben kuzey taraftan hücum edeyim; Türk Sir milleti, yerinde hiç yürümesin; 5 mümkünse hep yok edelim.
O sözü işitip gece uyuyacağım gelmedi, gündüz oturacağım gelmedi. Ondan sonra kağanıma arz ettim. Şöyle arz ettim: Çin, Oğuz, Kıtay bu üçü birleşirse | kala 6 kalacağız. Kendi içi dıştan tutulmuş gibiyiz. Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay. Yufka kaim olsa delinmesi zor imiş. İnce | yoğun olsa kırmak 7 zor imiş. Doğuda Kıtay dan, güneyde Cinden, batıda batılılardan, kuzeyde Oğuzdan iki üç bin askerimiz, geleceğimiz var mı acaba? Böyle arzettim. | Kağanım 8 benim kendimin. Bilge Tonyukukun arz ettiği maruzatımı işiti verdi. Gönlünce sevk et didi.
ORHUN ABİDELERİ
Kök Öngü çiğneyerek Ötüken ormanına doğru sevk ettim. İnek, yük hayvanı ile Toglada | Oğuz geldi. 9 Askeri üç bin imiş. Biz iki bin idik. Savaştık. Tanrı lütfetti, dağıttık. Nehire düştü. Dağıttığımız, yolda yine öldü hep.
Ondan sonra Oğuz tamamiyle geldi. Türk 10 milletini Ötüken yerine, ben kendim Bilge Tonyukuku ötüken yerine konmuş diye işitip güneydeki millet, batidaki, kuzeydeki, doğudaki millet geldi.
Doğu cephesi
İki bin idik. İki ordumuz oldu. Türk milleti 1 kılmalı, Türk kağanı oturalı Şantung şehrine, denize ulaşmış olan yok imiş. Kağanıma arz edip ordu 38_
gönderdim | Şantung şehrine, denize ulaştırdım. Yirmi 2 üç şehir zaptetti. Uykusunu burda terk edip, yurtta yatıp kalırdı.
Çin kağanı düşmanımız idi. On Ok kağanı düşmanımız idi. | Fazla olarak Kırgızm kuvvetli kağanı düşmanımız oldu. O üç kağan akıl akıla verip Altun 3 ormanı üstünde buluşalım demiş. Şöyle akıl akıla vermişler: Doğuda Türk kağanına karşı ordu sevk edelim. Ona karşı ordu sevk etmezsek, ne zaman bir şey olsa o 4 bizi | -kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici imiş- ne zaman bir şey olsa öldürecektir. Her üçümüz buluşup ordu sevk edelim, tamamiyle yok edelim demiş. Türgiş kağanı şöyle demiş: Benim milletim ordadır demiş. | 5 Türk milleti yine karışıklık içindedir demiş. Oğuzu yine sıkıntıdadır demiş.
Bu sözü işitip gece yine uyuyacağım gelmiyordu, gündüz yine oturacağım gelmiyordu. O zaman
MUHARREM ERGİN
düşündüm. | İlk olarak Kırgıza ordu sevk etsek iyi olur 6 dedim. Kögmenin yolu bir imiş. Kapanmış diye işitip, bu yol ile yürürsek uygun olmayacak dedim. Kılavuz aradım. Çöllü Az kavminden bir er buldum. İşittim: Az
ülkesinin yolu Anı boyunca..........imiş, bir at yolu imiş,
onunla gitmiş. Ona söyleyip, bir atlı gitmiş diye o yolla yürürsek mümkün olacak dedim. Düşündüm, kağanıma
Kuzey cephesi
arz ettim. Asker yürüttüm. Attan aşağı dedim. Ak 1 Termili geçip sırtlattım. At üzerine bindirip karı söktüm. Yukarıya, atı yedeğe alarak, yaya olarak, ağaca tutunarak çıkarttım. Öndeki er | çiğneyi verip, ağaç olan tepeyi 2 aştık. Yuvarlanarak indik. On gecede ortadaki engeli dolanıp gittik. Kılavuz yeri şaşırıp boğazlandı. Bunalıp 39_
kağan dört nala koşturu ver demiş. | Anı suyuna vardık. 3 O sudan aşağıya gittik. Yemek yemek için attan indirdik. Atı ağaca bağlıyorduk.
Gündüz de gece de dört nala koşturup gittik. Kırgızı uykuda bastık. Uykusunu mızrak ile açtık. Hanı, 4 ordusu toplanmış. Savaştık, mızrakladık. Hanını öldürdük. Kağana Kırgız kavmi teslim oldu, baş eğdi. Geri döndük, Kögmen ormanını dolanıp geldik.
Kırgızdan döndük. Türgiş kağanından casus geldi. 5 Sözü şöyle: Doğuda kağana karşı ordu yürütelim demiş. Yürütmezsek, bizi kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici imiş ne zaman bir şey olsa | bizi öldürecektir demiş. 6 Türgiş kağanı dışarı çıkmış dedi. On Ok milleti eksiksiz dışarı çıkmış der. Çin ordusu var imiş.
O sözü işitip kağanım, ben eve ineyim dedi. | Hatun yok olmuştu. Ona yas töreni yaptırayım dedi. 7
ORHUN ABİDELERİ
Ordu, gidin dedi, Altun ormanında oturun dedi. Ordu başı İnel Kağan, Tarduş şadı gitsin dedi. Bilge Tonyukuka, bana şöyle dedi: | Bu orduyu sevk et dedi. Cezayı gönlünce söyle. Ben sana ne söyleyeyim dedi. 8 Gelirse hile toparlanır, gelmezse haberciyi, sözü alarak otur dedi.
Altun ormanında oturduk. | Üç casus geldi. Sözü g bir: Kağan ordu çıkardı, On Ok ordusu eksiksiz dışarı çıktı der. Yarış ovasında toplanalım demiş.
O sözü işitip, kağana o sözü ilettim. Han tarafından söz dönüp | geldi. Oturun diye söylemiş. 10 Keşif kolunu, nöbet işini çok iyi tertip et, baskın yaptırma demiş.
Bögü Kağan bana böyle haber göndermiş. Apa Tarkana gizli haber göndermiş: Bilge Tonyukuk kötüdür, kindardır, şaşırır. Orduyu yürütelim diyecek, kabul 40
etmeyin.
O sözü işitip orduyu yürüttüm. Altun ormanını \\ yol olmaksızın aştık. İrtiş nehrini geçit olmaksızın geçtik. Geceyi gündüze kattık. Bolçuya şafak sökerken ulaştık.
(İkinci Taş) ı
Batı cephesi 2
Haberci getirdiler. Sözü şöyle: Yarış ovasında yüz 3 bin asker toplandı der. O sözü işitip beyler bütün | dönelim, temiz edepli olmak iyidir dedi. Ben şöyle derim, ben Bilge Tonyukuk: Altun ormanını aşarak 4
MUHARREM ERGİN
geldik. İrtiş nehrini | geçerek geldik. Geleni cesur dedi, duymadı. Tanrı, Umay ilahe, mukaddes yer, su, üzerine 5 çökü verdi her halde. Niye kaçıyoruz? | Çok diye niye korkuyoruz? Az diye ne kendimizi hor görelim? Hücum 6 edelim dedim.
Hücum ettik, yağma ettik.
İkinci gün | ateş gibi kızıp geldi. Savaştık. Bizden, iki ucu, yarısı kadar fazla idi. Tanrı lütfettiği için, çok diye korkmadık, savaştık. Tarduş şadına kadar kovalayıp dağıttık. Kağanını tuttuk, l&bgusunu, şadını 7 orda öldürdüler. Elli kadar er tuttuk.
O aynı gece halkına haber gönderdik. O sözü işitip On Ok beyleri, milleti hep geldi, baş eğdi. Gelen 8 beylerini, milletini tanzim edip, yığıp -az mikdarda millet kaçmıştı- On Ok ordusunu sevk ettim. | Biz de Ordu sevk ettik. Anıyı geçtik. İnci nehrini geçerek Tinsi 9 Oğlu denilen mukaddes Ek dağım aşırdım. £L
Güney cephesi
Demir Kapıya kadar eriştik. Ordan döndürdük.
İnel Kağana, korkup...........Tezik, Tokar......... | ondan 1
berideki Suk başlı Soğdak milleti hep geldi, baş eğdi....
2
Türk milletinin Demir Kapıya, Tinsi Oğlu, Tinsi Oğlu denilen dağa ulaştığı hiç yokmuş. O yere ben Bilge Tonyukuk ulaştırdığım için sarı altın, beyaz gümüş, kız 3 kadın, eğri deve, mal zahmetsizce getirdi.
4
İltiriş Kağan bilici olduğu için, | cesur olduğu için, Çine karşı on yedi defa savaştı, Kıtaya karşı yedi 5 defa savaştı, Oğuza karşı beş defa savaştı. Onlarda
ORHUN ABİDELERİ
müşaviri | yine bizzat ben idim, kumandanı yine bizzat 6 ben idim. İltiriş Kağana, Türk Bögü Kağanına, Türk Bilge Kağanına
Doğu cephesi
Kapgan Kağan yirmi yedi yaşında.....orda..... idi. 1
Kapgan Kağan oturdu. Gece uyumadı, gündüz oturmadı. Kızıl kanımı döktürerek, kara terimi 2 koşturarak işi, gücü verdim hep. Uzun keşif kolunu yine gönderdim hep. | Siperi, nöbet yerini büyüttüm hep. 3 Geri dönen düşmanı getirirdim. Kağanımla ordu gönderdim. Tanrı korusun, | bu Türk milleti arasmda 4 silâhlı düşmanı koşturmadım, damgalı atı koşturmadım. İltiriş Kağan kazanmasa, | ve ben kendim kazanmasam, il 5 de millet de yok olacaktı. Kazandığı için, ve kendim kazandığım için | il de il oldu, millet de millet oldu. 6
Kendim ihtiyar oldum, kocaldım. Herhangi bir 7 yerdeki kağanlı millette | böylesi var olsa, ne sıkıntısı mevcut olacakmış?
Türk Bilge Kağanı ilinde | yazdırdım. Ben Bilge 8 Tonyukuk.
Kuzey cephesi
İltiriş Kağan kazanmasa, yok olsa idi, ben kendim, 1
Bilge Tonyukuk, kazanmasam, ben yok olsa idim, 2 Kapgan Kağanın, Türk Sir milletinin yerinde boy da,
millet de, insanda hep yok olacaktı. | İltiriş Kağan, Bilge 3
MUHARREM ERGİN
Tonyukuk kazandığı için Kapgan Kağanın, Türk Sir
milletinin yürüdüğü bu..........Türk Bilge Kağanı Türk Sir
milletini, Oğuz milletini besleyip oturuyor.
43

aziz nesin - sizin memlekette eşek yok mu?

SÎZİN MEMLEKETTE EŞEK YOK MU?

ÖNSÖZ

Milliyet Yayıncılık, yayın ve dağıtım işlerinde yeni bir atılıma girişti. Yayımladığı kitapları, çok sayıda, rotatifte ve gazete kâğıdına basmak ve telif hakkım da yine bu ölçüler içinde-ödeyerek ucuz fiyatla çok kitap satmak yöntemi. Önceki örnekler bu yöntemin başarılı olduğunu gösterdi. Nitekim Demirtaş Ceyhun'un 160 sayfalık bir monografi kitabı, 30 bin lira gibi Türkiye'de görülmemiş bir ucuzlukta, yine Türkiye'de görülmemiş sayıda (200.000) satarak bir kitap satış rekoru kırdı. Duygu Asena'nm kitabı da, bildiğime göre aynı yöntemle satış rekoru kırmış kitaplardandı.

Milliyet Yayınları Yönetmeni Yalvaç Ural, aynı yöntemle yayımlanmak üzere benden bir kitabımı istedi.

Büyük sayıda satışlar yapacak hangi tür kitabımı Milliyet Yayınları 'na vermemin daha uygun olacağını düşündüm.

Kitap imzalarımda, sayıları oldukça kalabalık kimi okurlarımın bana sordukları ortaklaşa sorular vardı:

- En çok hangi kitabınızı seviyorsunuz?

Bu sorunun altında gizli bir okur kurnazlığı yatar. Böyle soru yöneltenlerin pekçoğu benim hiçbir kitabımı okumamış olanlardır. En sevdiğim kitabımı, yani kendimce en iyi ve güzel kitabımı okuyup yazar olarak beni beğenecekler ya da beğenmeyecekler. Beğenmezlerse başka kitabımı okumaktan artık kurtulacaklardır.

Aynı soruyla başka yazarlar da karşılaşır. Onların yanıtları aşağı yukarı şöyle olur:

- Bütün kitaplarımı severim. Sevmeseydim, yazmazdım; değil mi efendim?

Okur da bunu -aydın ya da yarı aydın bir okursa- genellikle, incelikli olarak şöyle yanıtlar?

- Çok tabii efendim, her eseriniz sizin bir çocuğunuz sayılır. İnsan, çocuklarını birbirinden ayırt edemez ki... Çok haklısınız.

Kurnaz okurun bu kurnazca sorusuna kurnaz yazarın kurnazca verdiği yanıtın altında gizlenmiş ama dışa vurulmamış gerçek anlam şudur: "Benim bütün kitaplarım güzeldir. Hepsini alsam, senin için de, benim için de çok iyi olur."

Bu tür sorulan benim yanıtlamam gerçekten çok zor. Bugüne dek (Nisan 1995) 110 kitabı yayımlanmış bir yazarım. Her yapıt bir çocuk sayılı-yorsa şimdilik 110 çocuk babasıyım. Bu çocuklarımın içinde sakat doğanlar, gerizekalılar da olabilir.

"En sevdiğiniz, sizce en güzel yapıtınız hangisi?" diye soran kurnaz o-kura nasıl anlatmalıyım ki, herhangi biri için çok güzel bir kitap, başka herhangi biri için de en çirkin, en kötü kitaptır. Bu durumda ilk karşılaştığım bir okura, en güzel, en sevdiğim, en beğendiğim kitabım şudur diye nasıl salık verebilirim? Ama bir yanıt da vermem gerekiyor, işte o zaman kendime özgü bir kurnazlıkla şöyle derim:

- En sevdiğim, en beğendiğim, en güzel kitabım, en kalın ve en pahalı olanıdır.

Milliyet Yayıncılık için bir kitap hazırlamayı tasarlarken işte bütün bunları düşündüm. Çok sayıda basılacak ve çok sayıda okunması için çok ucuza satılacak olan kitabımın içinde neler olmalıdır? 110 kitabımın içinde ne varsa, bunların hepsi olmalıdır. Ama 110 kitabın 160 sayfaya sığdırılması olanaksız olduğuna göre bu 110 kitaptan 160 sayfaya sığabilecek bir seçki yapabilirim. İşte "Aziz N esin'in Aziz Nesin'den Seçtikleri" adlı seçki kitabı böylece onaya çıktı. Bu seçkidekiler benim en beğendiğim, en güzel, en sevdiğim yapıtlarım mı? Böyle bir savda bulunamam. Ama bu seçkidekiler, en sevdiklerimden ve okurlarımın da seveceklerini umduklarımdan bir demettir.

Bugüne dek yayınlanmış kitaplarımın türleri ve sayısı şöyledir?

Şiir

Taşlama

Gülmece Öyküsü

Gülmece Olmayan Öyküler

Roman

Oyun

Çocuk Kitapları

Anı

Köşeyazıları ve başyazılar

Yazılar

Konuşmalar (söyleşiler)

Mektuplar - 5

Bu seçkiye bu kitaplardaki yazılarımdan beğeneceğinizi umduklarımı derleyip aldım. Yanılıp yanümadığıma siz, okurlarım, karar verebilirsiniz.

En kalın ve dolayısıyla en pahalı ve bana ençok para kazandıracak kitabımın yerine "yükte ağır, pahada hafif" olan bu seçkiyi sunuyorum. İ-çinde 110 kitabımdan biriki damla bulacaksınız. Az veren candan, çok veren canından...

Teşvikiye (28 Mart 1995)

O GECEYİ YAZMAK

Önceden söyleyeyim ki, bu yazı bir öykü değildir. Hiçbişey katmadan, hiçbişey çıkarmadan, hîçbişey değiştirmeden o geceyi olduğu gibi, bütün düşündüklerimle, bütün duygularım, duyarlıklarım, hatta duygusallıklarımla anlatmak istiyorum. Üstünden otu-zaltı gün geçti. Bilmiyorum olduğu gibi yazabilecek miyim. Ama yazmaya çalışacağım.

Bir öykü değilse nedir bu yazı? Bir anlatı, belki bir anı: Bir ö-lüm yolculuğu gecesinin biriki saat süren duyarlıkları...

1991 yılının son günü ve 1991 yılını 1992 yılına bağlayan ilk gece...

Benim için her yılın son günü, her günkünden çok daha yorucu oluyor. Çünkü o gün, her günkü işlerime ek olarak Nesin Vak-fı'ndaki çocuklarıma ve Vakfın çalışanlarına gece verilmek üzere armağanlar hazırlamalıyım. Bu öyle dışardan sanıldığı gibi pek de kolay iş değildir. Şu işi son güne bırakmayayım, önceden armağanları yavaş yavaş hazırlayayım diye düşünürüm her zaman da bitürlü yapamam yine.

Otuz çocuğum var, çalışanlarla, konuklarla yılbaşı gecesi kırk, kırkbeş kişi oluruz. Hepsine ayrı ayrı armağanlar vermeliyim, çocuklarıma üç, dört beş armağan vermem gerekir. Yaşlan küçük o-lanlann armağan sayılan çoktur, armağanları büyüklerinki kadar değerli değilse de... Bu armağanlar, büyüklüklerine ve biçimlerine göre ayn ayn kutulara konulacak, paketlenecek, süslü ve renkli kağıtlara sanlacak, kordelalarla ya da o renkli parlak -ne deniyor adına- bağlarla bağlanacak fıyong yaparak...

Armağanların paketlenmesi için bütün yıl boy boy kutular, zarflar, güzel torbalar, renk renk çiçekli kâğıtlar, yaldızlı kâğıtlar, süslü ipler, cicili bicili ve parlak bağlar biriktiririm. Bunlann hiçbiri yeni değildir. Hepsi de ya bana ya Vakfa gönderilmiş şeylerin paketleme gereçleri olduğu için önceden kullanılmıştır. Biz onları yılbaşı gecesi armağanlann ambalajı olarak kullandıktan sonra da

11

atmayız. Üçüncü, dördüncü, beşinci kez kullanılmak, sonunda kalorifer ocağında yakılmak üzere saklarız". Doğrusunu söylememiz gerekirse, bizim elimize geçen herhangi bişeyin bizden çekeceği vardır ve elimizden kurtulması hiç de kolay değildir.

Armağanları da yıl boyunca biriktiririm. Kimisini yurtdışı gezilerimden alıp getirmişimdir, kimisini de yurtiçi gezilerimden... Ara-dabir istanbul'da gezerken satıcılardan alırım. Biçoğunu da okurlarım ya da yabancı konuklarım getirmişlerdir. Bu armağanlar, çocuklara doğumgünlerinde, bayramlarda, en değerli olanları da yılbaşlarında verilir. Armağan olarak neler mi var? Neler neler yok ki... Renk renk irili ufaklı balonlar, düdüklü balonlar, cicilibicili zıpzıplar, fırtfırtlı düdükler, hacıyatmazlar, küçük metal arabalar, kurularak işleyen türlü taşıtlar (araba, otobüs, kamyon, itfaiye arabası, cankurtaran, polis arabası), değişik biçimde maskeler, el toplan, a-yak toplan, türlü boyalar, renkli hamurlar (plastik), boyama defterleri, pul defterleri, albümler, ağız muzikaları, pergel takınılan, saatler, değişik boyda bebek ayılar, köpekler, filler, bebekler, yatınnca uyuyan ve karnına basınca ağlayan bebekler, renkli kalemler, satranç takınılan, örgü kazaklar, kızlara türlü takılar, ok ve ok atma hedefleri, anı defterleri, dolmakalemler, çoğu Avrupa'dan gönderilmiş kutular içinde yapma-takma oyuncaklar, büyükler için mekanik takımlar, deri çantalar, ajandalar, eşarplar, kemerler, ciltli defterler...

Önceki yılbaşı gecelerini hazırlarken daha da çok yorulurdum. Çünkü, yılbaşı gecesini geçirdiğimiz çinili salonu da ben düzenler, süsler, hazırlardım. Beşon yılını Vakıfta geçirmiş olan çocuklan-mı çinili salonun yılbaşı için nasıl düzenleneceğini öğrendiler, bu işi onlar yapıyor. Salonun tavanında, avizeden avizeye kâğıt fenerler, balonlar, serpantinler, süslü yaldızlı kâğıtlar, krepon kâğıtlarından süsler asılır. Bizde küçük küçük kâğıtlardan her ulusun bay-raklan vardır, bu bayraklar ipe dizilmiştir. Tavan iki yanlı ve boydan boya bu bayraklarla donanır.

Yönetmenimiz Ruşen Ulusoy yılbaşı yiyeceklerini ve içkilerimizi iki gün önceden alıp hazırlatmıştır: Her türlü kuruyemiş, çerezler, yılbaşı çörekleri, pastalar, çukulatalar, yemişler... Yemeklerden, hindi söğüş ve iç pilav, rus salatası, zeytinyağlı dolma ve sarma, çerkestavuğu, börek türlü salatalar, daha neler neler.. Yılbaşı geceleri, benden başka herkes Nesin Vakfı'nda, büyüğümüz küçü-

12

ğümüz şarap içer. Ben ve biriki kişi daha rakı içeriz.

Çinili salonun sahneye benzeyen yükseltisinde ilkokullu ve ortaokullu pandomim yaparlar, oyunlar çıkanrlar, gitar çalıp şarkılar söylerler.

Yılbaşı armağanlan sözde kurayla çekilerek verilir. Nasıl bir rastlantıdır ki, kurada herkese gereksindiği bir armağan düşer. Örneğin bir gümüş kolye ya da bir altın küpe hiçbir zaman bir oğlana düşmez. Bu rastlantıda benim gözboyamacılığımm payı büyüktür.

Sonra kumara başlanz. Ben bütün yıl büyük bir kutu içinde bozuk para biriktiririm. Bu bozuk paralan herbirine beşer bin liradan aşağı olmamak üzere dağıtırım çocuklara ve bizimle olanlara. Kumara tombaladan başlarız. Kartelalar satılır. Tadını çıkara çıkara torbadan tombala sayılannı ben çekerim. Diyelim torbadan 34 mü çıktı; ben önce bir "otuuuz..." diye bağınr, kartelasında otuzlu sayı olanları coşkulandırır, sonra "dööört..." derim. Bir gürültü, bir şamata, çığlık... Televizyon açıktır ama bakan yoktur o sıra. Sonra at yansı oynarız. Sonra bir koy beş al oynanz. Sonra rulet oynanz, bizim ruletten...

Her gece saat 21.30'da kendiliklerinden yataklanna çekilen küçükler, yılbaşı gecesi 24'e dek bizimledir. Geceyansında yeni yılı kutladıktan sonra kendiliklerinden teker teker yatak odalarına çekilirler. Saat 02.00'de ortaokullulann da çoğu yatmış olur. Hiçkimse çocukların hiçbirine hiçbir zaman "Haydi yatağa!" demez. Çünkü Nesin Vakfı'nda başkalarının koyduğu izlence ve kural yoktur. Herkesin kendi aklı var. Herkes kendi kuralım kendi koyar, kendi izlencesini kendi yapar. Küçükler de, kendi kurallarım kendileri yapmaya alıştınlır.

işte 31 Aralık 1991 Salı günü sabahı da, ben her yılsonu gününde olduğu gibi, gece dağıtılacak armağanlan hazırlamakla uğraşıyordum ki... Ah bu benim yüreğim... Yeni bir yürek bunalımı... Son beş-altı yıldır, her üç-dört aydabir geliyor başıma. Ağır ağır vücudumun bütün gücü çekiliyor, sanki canım benden ayrılıp gidiyor. Gözlerim gölgeleniyor, bulanık, puslu görmeye başlıyorum. Yüreğimin atışı durdu duracak... Bu böyle yanm saat kadar sürüyor. Kimileyin uçakta, takside, toplantıda, kimileyin evimde durup dururken böyle oluyorum. Her kezinde ölüme gittiğimi sanıyorum. Çok da kötü bir ölüm biçimi sayılmaz. Çünkü insan ölümü, an an yaşayarak ölüme gidiyor. Isordil denilen ilaçtan, küçük bir hapı di-

13

limin altına koyarsam, bu yürek bunalımını daha çabuk atlatıyorum. Ne var ki, yüreğime iyi gelen bu ilaç, göz tansiyonuma zararlı. Bu yüzden olabildince az almaya çalışıyorum bu ilacı...

31 Aralık sabahı da böyle bir yürek bunalımını atlattım. Her ne olursa olsun yaşam sürüyor ve hep sürecek. Yine işler, işler, işler, yazılar, yanıtlanacak mektuplar, okunacak gazeteler, dergiler, kitaplar, tutulacak notlar... Çocukların armağanlarını nasıl olsa akşama doğru da hazırlarım.

Ben hep böyle yaparım, ancak bir günde yapılabilecek bir işi, nasıl olsa biriki saate yaparım diye geriye atarım, sonra da yetişti-remem.

Çocukların armağanlarını paketlemeye saat 16 dolaylarında başlamıştım. Dön o yana dön bu yana, koş oraya koş buraya, saat 19'da işi bitirmiştim ama ben de bitmiştim. Büyük çocuklarımı çağırdım, armağanları torbalara doldurtup yıkıldım. Yooo, bu öncekilere benzemiyor. Bu kez tamam...

"O Geceyi Yazmak" diye başladığım yazı, buraya dek yazdıklarım değil, bundan sonra yazacaklarım.

Yığılıyorum kanapeye... Yüreğimde öyle bir sancı, öyle bir sancı... Kıvranıyorum, iki büklüm oluyorum, doğruluyorum, sırtüstü uzanıyorum, yan dönüyorum, yüzükoyun yatıyorum... Sanki yüreğimde eski bir yara varmış da, o yara şimdi yeniden bıçaklam-yormuş, bıçakla oyuluyormuş gibi... Bugüne dek geçirdiğim yürek bunalımlarına, yürek teklemelerine hiç de benzemiyor bu... Ortadaki büyük masa üstünde isordil kutusu var. Benim üstünde kıvrandığım kanapeyle masa arası iki metre ancak var. Ama kalkamıyorum, uzanıp alamıyorum masadan isordili. Acılar dayanılır gibi değil, dayanılır gibi olmayan acılara dayanıyorum, dayanmamak e-limde olmadığı için... Öyle bitkinim ki...

Bu kez tamam, diyorum kendikendime. işte ölüm beni teslim a-lıyor. Hayır, ölüm, beni teslim alamaz, ancak esir alabilir. Teslim olma!.. Ölüm seni asla da.... Çok belli ki esir alacak. Teslim olmadan esir edilmenin bile onuru var.

iyice bastı gecenin karanlığı...

Ah çocuklar, şimdi yukarda, alacakları armağanların sevinci ve coşkusu içindedirler. Tam da ölünecek zamanı bulmuşum... Koşuşmalarını, ayak seslerini duyuyorum. Ne saçma! Yılbaşı eğ-

14

lencesinden sonra ölemez miydim?

Bedenimden canımın çekildiğini duyulmuyorum. Demek, öleceğim. Yukardan birisi gelse de masadaki şu isordili verse...

Artık kimse yardım edemez... On dakika mı sürer, yarım saat mı... Tüh, yılbaşı şöleni çocuklara zehir olacak...

Yazık ki, nasıl öldüğümü yazamayacağım. Ençok işte buna ü-zülüyorum. Bir yazar bütün yaşadıklarını yazsa bile ölümünü yazamaz. Oysa ölüm, yaşamın en önemli olayıdır. Yaşamımın en ö-nemli olayını yazamadan gidiyorum.

Malaparte aklıma geliyor.

Sanırım her yazar -ama has yazarlar- ölümün kendisini esir aldığı zamanı, o zamanki duygularını, duyarlıklarını, düşündüklerini yazmak ister, ama bunun olanağı yoktur. Tek yazılamayacak olan budur. Gerçekten her yazar ister mi bunu, dünyaya son sesini bırakmayı? istemeyenler de vardır belki...

Malaparte'yi bunun için anımsadım. Onun ölüme teslim oluşu ya da ölümün onu alışı uzun sürünce, yanıbaşına bir sesalma aygıtı koydurmuş. Son soluğunu verinceye dek konuşmuş, duygularını, öksürmelerini, inlemelerini, belki ağlamalarını, ahlarını, hepsini saptamış, son soluğuna dek...

Ayak sesleri geliyor. Bu ayak sesleri küçüklerden birinin... Kapım açılıyor.

- Dedeeee... Yemek hazır, seni bekliyoruz.

Hakkı'run sesi bu! Ses ağzından, top namlusundan mermi fırlar gibi çıkar.

- Siz başlayın, ben de geliyorum.

Ah, işte bunları yazamayacağım. Nasıl öldüğümü yazama-mak, ölmekten çok daha acı geliyor.

Sonra? Ben ne densiz bir insanım. Donum geliyor aklıma. Son bir ay içinde üstüste üç kez ağır soğukalgınlığı geçirdim. Tam iyi olurken daha ağır bir grip... Yıkanmak yüzünden olduğunu söylemişlerdi. Ben de bir haftadır yıkanmadım. Yıkanmayınca da... Fa-nelamı değiştirdim de, donumu değiştirmemiştim... Ne olacak şimdi? Yukarı çıkıp yatak odamdan temiz iç çamaşırı alamam ki... Kirli donumla...

Yine bir ayak sesi... Bu da küçüklerden biri...

- Dedeeee...

15

Seçkin'in sesi bu...

- Herkes oturdu sofraya, hadi!...

- Ben biraz sonra gelirim, siz başlayın...

Vasiyetimi düşünüyorum. Ne diye bugüne dek vasiyetimi yazmadım? Çok öncelerden yazmalıydım. Zaman zaman da tasarlıyordum. Ölümün hiç gelemeyeceği uzaklıklarda olduğunu sanıyordum da ondan yazmadım. Başka bir zaman ölemez miydim? Otuz çocuk sofra başında beni beklerken.. Şu yılbaşı gecesini geçirsey-dim ya da iki-üç gün önce olsaydı.

- Dedeee...

Bu kez Sema gelmiş. Ondan kurtulmak zordur.

- Hastayım kızım, Ruşen Amca'yi çağırır mısın?

Vakfımızın yönetmeni geliyor. Işığı açıyor. Beni öyle görünce telaşlanıyor. Masanın üstündeki isordil kutusunu istiyorum. Dilimin altına iki isordil birden koyuyorum. Ruşen Bey hemen Çatalca'dan bir hekim çağırmayı öneriyor. Samatya'daki Sosyal Sigorta Hastanesi'ne gitmemiz iki saat sürer. Dayanamam. Üstelik yılbaşı gecesinin en güzel saatinde hastanenin nöbetçi hekimi telefon edip uzman hekimi evinden çağıracak... Ölmek için en kötü zaman bu...

- Siz çıkın yukarıya Ruşen Bey... Başlayın yemeğe...

- Çocuklar, siz olmayınca başlamıyorlar... Boğazım düğümleniyor, sesim titriyor.

- Peki peki... Çıkın siz... Işığı söndürün lütfen... Az sonra gelirim. O denli çok yapılmamış, yarıda kalmış işlerim var ki... Ne

çok işlerim kaldı geriye... Dünyaya borçlu ölüyorum. Kim var ki dünyaya borçlu ölmeyen? Borçlu değil, alacaklı ölenler bile var... Örneğin Einstein... Örneğin Shakespeare...

Geriye bıraktığım işlerimin hiç olmazsa bir bölümünü vasiyetimde yazmalıydım.

Vasiyetime yazacağım en önemli şey, şu cenaze töreni denilen rezillik, ikiyüzlülük... Tek sözcükle tiksiniyorum, iğreniyorum şu cenaze töreni sahteciliğinden...

Nasıl sancılar saplanıyor yüreğime, bir paslı kör bıçak sokulup sokulup çıkarılıyormuş gibi... Böyle düşkün ve acılı zamanımda yapayalnız olmak isterim, Vakıfta çocuklarımın yanında olmamalıydım.

16

Vasiyetimi yazabilseydim, birinci maddesi "Cenaze töreni istemiyorum." olacaktı, sonra "Ölüm ilanı da istemiyorum gazetelerde..." diye yazacaktım vasiyetime. Her yere, her işe olduğu gibi vasiyetimi yazmaya da geç kalıp yetişemedim.

Ölünce nasıl olsa cenaze töreninden haberim olmayacak ama, ölmemden az önceki şu anımda bunu biliyor ve yapılacak olan cenaze töreninin sahteciliğini duyumsuyorum ya... Ne çok insan cenaze törenime katılıp "Son görevimizi yapıyoruz" diye rahatlayacak, sondan önceki hiçbir görevini yapmayanlar... Ne yapmalıyım bana cenaze töreni yapılmaması için? Ah, bütün bunları yazmalıydım vasiyetimde... Bir isordil daha alsam mı? Sancılar gittikçe sıklaşıyor ve artıyor. Ben cesedimin Devlet hastanelerinden birine verilip, tıp öğrencilerinin kadavram üstünde ders görerek cesedimden yararlanmalarını istiyorum. Özellikle bunu çok istiyorum. Vasiyetime yazmak isterdim. Neyim varsa, neyim olmuşsa, neler yapıp ü-retebilmişsem, her şeyimden herkes sonuna dek yararlansın, hiçbi-şeyim ziyan olmasın, boşa gitmesin istiyorum. Benden arta kalan son varlığım cesedimdir, ondan da yararlanılabildiğince yararlanılsın. Ama benim sevgili hekim dostum bu düşünceme hep karşı çıkar, nedenini açıkça söylemeden... Nedenini düşünüyorum. Belki duygusallıktır.

Vasiyetimi yazabilseydim, üçüncü maddesi şu mezar konusu o-lacaktı. Düşüncelerim salt bana özgü, genellenmesini istemiyorum. Başkalan isteklerince mezar yaptırsınlar, ama ben mezanm olsun istemiyorum, insanın ölümünden sonra ruhunun varlığına inanmıyorum ki mezan anlamlı ve gerekli bulayım.

Üzerinde tıp öğrencilerinin ders gördükten sonra kadavranın, hiç cenaze töreni yapılmadan Nesin Vakfı'nın bahçesinin herhangi bir yerine gömülmesini ve o yere taş gibi tümsek gibi herhangi bir işaret konulmamasım istiyorum. Çiçek filan da konulmasın. Göremeyeceğim, koklayamayacağım çiçeklerin cesedimin gömüldüğü toprak üstünde çürümülerine acınm. O çiçekler, verilenleri sevin-dirmeli. Beni gömerlerken Nesin Vakfı'nın hiçbir çocuğu oralarda bulunmamalı, onlar uzaklaştınlmalı. Öyle ağlama, üzünç, söylev filan da istemiyorum. Gömüldüğüm yer zamanla unutulsun, bahçede herhangi bir yer... Toprağa gömülen cesedimden artık doğa, doğal varlıklar yararlansın.

17

"Son istek" şiirimin sonunu -sancılar saplanıyor- anımsıyorum:

"Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında

Sakın ola ki

Silahlarda değil"

Vasiyetimi de yazamadığıma göre, ölümümden sonra bu mezar konusunun bir soran yaratmasından korkuyorum. Türkiye'de mezarlıklar dinlere göre ayrılmıştır. Dinsizler için mezar yeri yok. Bense Müslümanların "yatacak yeri yok" dediklerindenim.

Vasiyetimi yazabilseydim, yazmam gereken bir önemli madde de... Çok önemli. Vasiyetimi yazamadan ölürsem -ki öyle görünüyor- kadınlarım için yazdıklarım, onların mektupları, fotoğraflarımız, benim notlarım... Sevdiğim, çok sevdiğim, beni sevdiklerine inandığım kadınlarım... Beni düşkırıklıklarına uğratanlar... Beni seviyormuş gibi görünenler... Kitaplığımda ayn dolaplarda dosyalar içinde duruyor bütün o sevi belgeleri. Ne çok, ne çok... Onlar benim en değerli zenginliklerim: ihanete uğramışlıklarım, aldatılmalarım, acılarım, inandıklarım, sevgilerim, yürek çarpıntılarım, bulut oluşum, yağmur oluşum, yel oluşum...

Bu dosyaların hiçbiri Ölümümden sonra, benden geriye kalmamalı. Ah, bunları vasiyetimi yazıp belirtmeliydim. Dosyaların kimileri, hangi kadınım içinse ona geri verilecekti ya da adresine postalanacaktı. Pekçoğu da yakılacak... Hele üç kadınım var ki, onlara değin bütün belgeleri, eski yapı bir küçük sandığa koyup kendilerine gönderilmesini istiyordum, sedef işli ya da kakmalı, oymalı, işlemeli güzel sandıklar... Yazacaktım bütün bunları vasiyetime... O dosyalarda kurutulmuş çiçekler, yapraklar var, şiirlerimin hammaddeleri var, kâğıt peçetelere yazılmış notlar var, tiyatro biletleri, konser çağrılıkları... Birçoğu yakılacak.

Bütün bu dosyalardan romanlar, oyunlar, anılar çıkacaktı. Daha önce kendim yakamazdım bunun için. Kıyamazdım da yakmaya... Kendimi yakmak gibi olurdu bu. Onlar canlıymış, benim canımdan parçalarmış gibi geliyor bana.

Yüreğimin sızısı yavaş yavaş diniyor. Ruşen Bey geliyor yine.

- Nasılsınız?

- tyileşiyorum.

- Çocuklar hâlâ sizi bekliyor.

18

- Geliyorum, geliyorum... Siz çıkın yukarı.

Sandalyelere tutuna tutuna, duvarlara dayana dayana kalkıyorum. Kapıdan çıkıyorum, sonra koridor kapısından... Merdiven basamaklarını ezbere bilirim. Önce altı basamak, küçük bir sahanlık, üç basamak, sonra on basamak... Beni bu durumda, tırabzana tutunarak, dura dura basamakları çıktığımı çocuklarımın görmesini istemiyorum. Çinili salona girince dik ve diri durmaya, dinç yürümeye çalışıyorum ve gülümsüyorum. Yerimi boş bırakmışlar. Oturuyorum. Hepsinin gözleri bende... Bağmyorum:

- Hani şarapları koymamışsınız bardaklara...

Çocukların uğultusu, bardak, tabak, çatal bıçak şıngırtısı başlıyor.

Ruşen Bey'le ben rakı içeceğiz.

Bardaklar havaya kalkıyor. Soframızda yok yok...

Rakıyı içmiyorum, içemiyorum, içermiş gibi yapıyorum. Yemek de yiyemiyorum, yermiş gibi yapıyorum.

Salonun yükseltisinde çocuklar pandomim yapıyorlar. Çıkardıkları oyunlardan biri, Vakıf yönetimini ağır eleştiriyor. Haftada bir sabah kahvaltı olarak çorba veriliyor. Çorbayı sevmediklerini bize pandomimle anlatıyorlar. Anladık, anladık: Bundan sonra sabah kahvaltılarında çorba verilemeyecek. Sanat yoluyla eleştiri çok hoşuma gidiyor.

Şarkılar söylüyorlar.

Sevinç, kahkahalar, gülüşmeler...

Armağanları sözde kurayla dağıtıyoruz. Herkes aldığı armağanı havaya kaldırıp gösteriyor. Çalışma odamda, yıl boyunca biriktirdiğim bozuk paraların dolu olduğu kutuyu getirtiyorum. Paralar herkese eşitçe dağıtılıyor. Şimdi tombala çekilecek. Bu yılbaşı ilk kez bu işi ben yapamayacağım.

Televizyonda bir dansöz göbek atıyor. Pek bakan yok.

Gülümsüyorum, çocuklara yatmak zorunda olduğumu, dinlenmem gerektiğini söylüyorum, ilk kez yılbaşımn gece yansı onlarla birlikte olamayacağım.

Canımı dişime takarak dik yürümeye çalışıyorum. Yatak odama giriyorum ve kendimi yatağıma bırakıyorum.

Yürek sancım dindi. Ama dünyayı sırtımda taşımış ve altında ezilmiş gibiyim.

Ölümden dönüşümü düşünüyorum. Ne kadar için? Kimbilir...

19

Çocuklarımın salondan gelen kahkahalarını, gülüşlerini duyarak uyuyorum.

* * *

Ölmedim. Öleceğimi sandığım o geceki duygularımı, düşüncelerimi, elimden geldiğince olduğu gibi yazmaya çalıştım.

Ölmedim ama, o geceki yürek bunalımım bana ölümün uyarışıydı. Ölüm bana vasiyetimi yazabilmem için izin vermişti. Ameliyat oluncaya dek hepsini yazmaya yine zamanım yok, ama vasiyetime en önemli dileklerimi yazdım.

Ameliyat masasından sağlıklı kalkacağımı umuyorum. Ameliyat masasına yatan hangi insan böyle ummaz ki. Ölüm yine izin verirse, dünyaya borçlu olduğum yazılarımı yazmaya çalışacağım. Biliyorum olanaksızlığım ama yine de dünyaya borçlu ölmek istemiyorum.

İşte gördünüz, bu yazı bir öykü değil, uyan için ölümün beni ziyaret ettiği o gecenin anlatısı...

Teşvikiye-7 Mart 1992

20

GÜLMECE OLMAYAN BİR ÖYKÜ

21

TÜLSÜ'YÜ SEVMEK

Sevgili V.D.

"Seni Seviyorum Tülsü" yazılı telgrafımı alınca, bu da ne demek oluyor, Tülsü de kim, diye çok şaşırmışsındır.

Aklı başında bir insanın yapacağı şey değildi doğrusu. Ama o telgrafı çekerken tam olarak aklımın başımda olduğunu söyleyemem. O gün bir uyurgezer gibiydim, istencim dışında o telgrafı çektim sana.

Yabancısı olduğum dünyanın bu sayılı kalabalık kentinde bir haftadan beri ilk o gece bir başıma kalmıştım. Yabancı bir kentte insanın yalnızlığı daha bir katmerleniyor. Yalnızlıktan, içinde bulunduğum hava sanki yoğunlaşıp ağdalandı ve ben bu ağda içinde zorlukla kımıldıyordum. Bu ruh hali içinde, bilincimi içkide yitirip kendimi unutmaktan başka umarım yoktu. Kaldığım otelin dolaylarındaki pahalı restoranlara, gazinolara gitmek istemedim. Çünkü, kolalı insanlar, kolalı masa örtüleri, kolalı konuşmalar değil, buruşuk insanlar, buruşuk masa örtüleri, buruşuk konuşmalar arasında salt kendimle başbaşa kalmak istiyordum.

Yan sokaklara daldım çıktım; öyle ki bir zaman sonra o büyük kentin içinde kendimi yitirdim. Yabancısı olduğum büyük kentlerde kendimi kalabalığın akışına bırakıp yitirmeyi seviyorum. Nasıl olsa bir taksiye binip otele dönebilirdim.

Gönlümce bikaç içkili yer buldum. Kimisinin kapısından girip, kimisinin dumanlı pencere camından baktım. Tekbaşıma kalabileceğim boş masası olan bir yer buldum. Bir tek masa kalmıştı boş. Vestiyer yolu üzerinde olduğundan boş kalmış olacaktı. Hoşuma gitti. Konuşmaların uğultusunda bile alkol kokusu vardı. Yabancılığımı yüzüme çarpan hiçbişey yoktu. Hizmet eden üç kadın vardı. Bunlardan Akdeniz esmerliğindeki kadın masama gelip isteğimi sordu. Karışık peynirle salata, beyaz şarap söyledim, istediklerimi getiren Akdeniz esmerliğindeki kadın, küçük bir cam vazo içinde bir tek kırmızı karanfil getirmek inceliğini de gösterdi. Teşekkür

22

ettim. O tek karanfil, göz için olan o irilerden değil, ama yanık kokusu olan küçük karanfillerdendi. Bütün kokusunu içime çekip bitirmek ister gibi kokladım, içiyor, yavaş yavaş kendime geliyordum. Yüzüm kapıya dönüktü. Kapının açıldığını görmemiştim a-ma, kapının girişinde duran o adamı görmüştüm. Benim yaşımda biriydi. Öyle dikilmiş, oturacağı boş masa aranıyordu bakışlarıyla. Gözüne beni kestirmiş olacak, yanıma geldi,

- Müsaade ederseniz, ben de oturabilir miyim? dedi. isteksizcesine,

- Elbet, buyrun... dedim.

Yalnızlığımı bölüşmek istemiyordum, hele böyle biriyle... Canım sıkılmıştı. Teşekkür edip oturdu karşıma. O Akdeniz esmeri kadından, tıpkı benim gibi, karışık peynir, salata, beyaz şarap istedi.

Benim yaptığım gibi karanfili derin derin kokladıktan sonra,

- Ben bu küçük, kokulu karanfilleri, o gösterişli irilerinden daha çok severim, dedi, her kendini beğenmiş gibi gösterişli biçimleri vardır ama kokulan yok.. Oysa bunlar her alçakgönüllü gibi, kendi çığırtkanlığını yapmaz, nasıl da kokar yanık yanık...

Doldurduğu şarap bardağını kaldırıp,

-Şerefe! dedi.

Bardağımı onunkiyle tokuşturup ben de,

- Şerefe! dedim.

Artık söyleşi açılmış oldu. Bu kentin yabancısı olduğunu, bir haftadanberi burada bulunduğunu söyledi.

- Ben de öyle... dedim.

Bu kez incelik olsun diye ben sözü açmak gereğini duyarak, ne iş yaptığını sordum.

- Tülsü'yü seviyorum, dedi. Sorumu yanlış anlamış olmalıydı.

- işinizi sormuştum, dedim.

- Ben de söyledim, dedi, benim işim Tülsü'yü sevmek... Şaştığımı aynmsayınca açıklamak gereğini duydu:

- Dünyada sevmekten önemli bir iş olur mu? Bugüne dek hep Tülsü'yü sevdim, ölene dek de hep seveceğim. En büyük mutluluk, insanın sevdiği işi yapmasıdır. Oysa insanların çoğunluğu, nerdeyse hepsi sevmediği işi yapıyor.

23

Ne iş yaptığını sorarken, ne işle geçindiğini öğrenmek istemiştim.

- işini sevmek ne demektir? diye sorup yine kendisi yanıtladı: Hergünün yirmidört saati, uykunda bile sevdiğin şeyi düşünmek...

Şaraplarımızı tüketmiştik. Birer şişe daha getirttik. O yaşta bir adamın sevgilisi kimbilir nasıl bişeydir!

- Yaşınızı sorabilir miyim? dedim.

- Benim yaşımda birinin sevmeyi yaşamının tek işi saymasını siz de herkes gibi yadırgıyorsunuz. Yetmiş yaşımdayım... dedi.

- Aynı yaştayız demek.

- Elbet, Tülsü'yü de merak ediyorsunuz, değil mi? Herkes merak ediyor çünkü, yetmiş yaşındaki adamın sevgilisini...

- Yaşamınızı adadığınız bu mutlu kadını merak ediyorum doğrusu.

Bardaklarımızı yine tokuşturup şerefe içtik.

- Tülsü'yü ilk görüşüm gerçekle düş arası bir olay. Çünkü Tülsü'yü ilk görüşümü, babamın söylediklerinden anımsayabiliyorum. O zaman dört-beş yaşımda filan olmalıyım. Bir akşam üstüydü. Babamla, bir arkadaşının dükkânı önünde oturuyorduk. Bozuk kaldırımlı bir yokuştaydı dükkân. Önümüzden bir kız geçti, ya da geçmiş... Uzun saçlı, ondört-onbeş yaşında bir kız, ya da bir kızmış.. Ben birden "İşte bu kızla evleneceğim!" dedim, ya da demişim. Babam bu olayı o denli çok yineledi ki, onun anlatmalarından, olay gözümde sonradan gerçekleşti, kız da somut bir varlık oldu. Babam anlata anlata, anımsamadığım olayı yaşamış gibi oldum. İşte Tülsü o zaman gördüğüm kızdır.

- Öyleyse şimdi seksenini aşmış olmalı...

-Neden?

- Siz dört-beş yaşınızdayken o onbeşinde olduğuna göre...

- Tülsü yaşlanmıyor ki...

- Sonra gördünüz demek?

- Hep onu arayıp duruyorum. Benim başka niçin bu kentte olduğumu sanıyorsunuz? Dünyanın bilmediğim bir yerinde, bilmediğim bir adreste yaşayan, beni bekleyen bilmediğim bir kadındır Tülsü. O'nü bulacağına inanıyorum, hep arıyorum. Bu yüzden bütün dünyayı dolaşıp duruyorum ya...

- İlk gördüğünüzden beri bir daha hiç görmediniz mi?

24

- Gördüm. Ben o zaman otuz yaşındaydım. Yine O'nü aramak için büyük bir başkentteydim. Metro merdiveninden iniyordum ki, birden, yanımdan yukan çıkmakta olan metro merdiveninde gördüm Tülsü'yü... Ancak yirmi yaşında vardı. Kestane rengi saçlarını çok kısa kestirmişti. Yürüyen merdivende, yanımdan geçip gitti. "Tülsü!" diye seslenmek geldi içimden, ama olduğum merdiven kayıp inmişti aşağıya.

- Başka görmediniz mi?

- Gördüm birkaç kez daha. Tuna nehri kıyısındaki o kente ilk gidişimdi. Kırk yaşımdaydım o zaman. Tirenden yeni inmiştim. Gar çok kalabalıktı. Tirene binenler, tirenden inenler telaşla koşuşuyorlardı. İşte o kargaşada birisiyle çarpıştım. Başımı kaldırıp baktım ki, açık sansın, iri mavi gözlü, ancak yirmibeşinde bir kız: Tülsü... Bir an birbirimize bakakaldık. Bana çarpınca elinden paketleri düşmüştü. Bavulumu yere bırakıp, paketlerini alıp verdim. "Pardon" dedim. O da teşekkür etti. Yanındaki erkek koluna girip tirene bindirdi.

Bu karşılaşmamızdan beşaltı yıl sonraydı, bir Uzakasya kentinde otobüste gördüm. Aynı otobüste dört durak birlikte gittik.

- Konuşmadınız mı? diye sordum.

- Nasıl konuşabilirdim? O'nun dilini bilmiyordum ki... bir kez de küçük bir kuzey ülkesinin başkentindeki bir uluslararası toplantıda gördüm Tülsü'yü. Aynı masada çok kısa bir süre karşıkarşıya oturduk. Yanındaki zenci de kocası olacaktı.

- Kocası zenci miydi?

- Evet. Tülsü de zenciydi, olağanüstü güzel bir zenci.

- Yine konuşmadınız mı?

- "Sizde üç sayılı bültenden fazla var mı?" diye sordu bana. Fazla yoktu ama, kendiminkini verdim. Teşekkür etti. Yıllar ge-Çiyor, ben hep Tülsü'yü arıyorum.

- Ama buluyorsunuz O'nü.

- Bulmak ama nasıl... Bir anlık. Bir şimşek parıltısında görür gibi ancak. Birden parlayıp sönüveren yalımda görüyorum. Bulur bulmaz yitiyor yine. Kavuşmak değil ki bu... O'na kavuşmak için yeryuvarlağını kaç kez dolandım. Bir Balkan ülkesinin başkentindeki bir sarayda gördüm Tülsü'yü. Daha otuzunda bile değildi. Bense altmışımı geçmiştim. İki erkeğin arasında, mermerden par-

25

makhğın geniş küpeştesine yanlamasına oturmuştu. Elindeki geniş karınlı bardakta al kırmızı bir içki vardı. Ayakta duran iki erkeğin konuşmalarına güldükçe, kırmızı içki çalkalanıyordu. Saçları kızıl, gözleri koyu siyahtı.

Beş yıl önce hiç ummadığım bir yerde... Hep ummadığım yerlerde ve zamanlarda görüyorum Tülsü'yü. Bir ilçedeki bir bankaya girmiştim, bir de baktım, az ötedeki banka memuruyla konuşuyor. Gözleri yeşildi, saçlarını topuz yapmışü. Hemen çıktı bankadan, kapıdaki arabaya binip gitti.

Son olarak geçen yıl gördüm, bir Akdeniz kentinin bir kıyı motelinde. Yirmi başında var yok, incecik bir dal... Ben odamın önündeki çardağın gölgesinde kitap okuyordum. "Affedersiniz, saatiniz kaç?" sesine başımı kaldırdım ki, karşımda Tülsü... Yanında bir delikanlı. Denizden daha yeni çıkmışlar, su damlaları üstlerinde tomur tomur. Saati söyledim. Teşekkür etti. Yüreğim duracak sandım. Gittiler. Bir daha görmedim o motelde.

Şarabımız yine bitmişti.

- Bir şişe daha içer miyiz? diye sordum.

- İçelim... dedi.

-Akdeniz esmeri kadın bir şişe daha getirdi.

- Kime Tülsü'ye tutkunluğumu anlatsam, benimle alay ediyor. Tülsü orada şurada diye, beni ordan oraya göndermeye kalkıyorlar. Beni deli yerine koyup aşağılıyorlar. Tülsü'ye tutkunluğumu dinleyip de benimle alay etmeyen ilk sizsiniz.

Büyük bir acımayla,

- Tülsü'yü bunca sevmenizin nedeni? diye sordum.

- Nedeni pekçok, dedi, bikez O'nu arayıp da bulamadıkça, bulduğum zaman da kavuşamayınca, Tülsü'ye tutkum daha çok artıyor. Öyle bir tutku ki, gittikçe harlanıp yalazlanıp beni yakıyor, içim köz köz... O'na hiç kavuşamadan kendi yangınımdan kül olup tükeneceğimi biliyorum. Tülsü öyle iyi, öyle iyi ki... Neden iyi? Yanılıp da kendilerini Tülsü sanarak birlikte olduğum öteki kadınlar gibi benimle kavga etmedi, kavga fırsatları yaratmadı, benimle ilişkilerinde çıkarcılık gütmedi, ne versem daha da oburlaşan bir gözü doymaz değildi, seni seviyorum diye ne beni ne kendini kandırdı, hiç ikiyüzlülük etmedi, hiçbir gizli hesabı olmadı. Çünkü bütün bunların olabilmesi için paylaşacağımız zamanımız olmadı

26

ki... Tülsü benim için hep üçüncü boyutsuz anlık yaşam olarak kalıyor, bir şimşek parıltısı süresince yaşayabiliyorum O'nu. Bu yüzden O'nu seviyorum, hep seveceğim. Tülsü'yü sevmekten başka i-şim yok, olmayacak da...

- Bağışlayın, dedim, geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz? Bir akarınız, geliriniz mi var?

- Hiçbişeyim yok... dedi.

- Nasıl yaşıyorsunuz öyleyse?

- Tülsü'yü düşünmeme, sevmeme, aramama bir an bile engel olmayan işler yaparak; engel olmanın tersine, Tülsü'yü sevmem ö-nemli ama yeterli değil, Tülsü'yü sevdiğimi bütün dünyaya da du-yurmalıyım. Herkes bilmelidir ki ben Tülsü'yü seviyorum. Bunu anlatamazsam yaşamımın anlamı kalmaz. Her insan bu dünyada var olduğunu kendine göre bir yol bulup başkalarına kanıtlamak zorundadır. Yoksa anlamı kalmayan yaşam bir saçmalık olur.

Anlayamamıştım. Açıklaması için,

- Nasıl yani? diye sordum.

- Bir insanın yaşamakta olduğunu salt kendisinin bilmesi yetmez; insan tek başına değil ki... Bir insanın bu dünyada var olduğunu, yaşadığını başka insanların da bilmesi gerekir ve bunu nice çok insan bilirse o insan o denli daha çok vardır. Herkesin var olma nedeni başka başka; benimki Tülsü'yü sevmek. Ben Tülsü'yü severek, sevdiğimi de herkese duyurarak var olabiliyorum bu dünyada.

- Nasıl yapıyorsunuz bunu?

- Herkese anlatarak işte. Örneğin bu gece size anlattım. Şimdi siz biliyorsunuz ki, ben Tülsü'yü seviyorum. Bu yüzden de ben sizin için artık varım, benim yaşamakta olduğumu biliyorsunuz. Herkese de bunu anlatmaya çalışıyorum. Eskiden dağlara, boş kırlara çıkıp, ormanlara gidip sesim çıkabildiğince bağınyordum:

"Tülsü seni seviyorum!"

Sesimin yankısını dinlerdim. Hep aynı biçimde bağırmak güzel olmadığından, hem sözcüklerin yerlerini değiştirerek, hem de inceltip kalınlaştırarak sesimi değiştire değiştire bağırmaya başladım.

Ormanda, kırda haykırdığı gibi, ama öteki masalardakilerin duyamayacağı alçak sesle inceden haykırdı:

27

"Tülsü seni seviyorum!

Seni seviyorum Tülsü

Seviyorum seni Tülsü!

Tülsü seviyorum seni!

Seviyorum Tülsü seni

Seni Tülsü seviyorum!"

Sesimi bütün dünyaya duyurarak Tülsü'yü sevdiğimi herkesin öğrenmesini, bunu herkes öğrenince de, yaşadığımı, var olduğumu bütün insanların bilmelerini istiyorum. Bunun için de, yollarda, a-lanlarda, kalabalıklarda başladım şarkı gibi söylemeye: "Tülsü seni seviyorum!"

- Sesiniz güzel midir?

- Hayır. Çok da çirkin üstelik. Kulağım da hiç duyarlı değil. Ya sizin?

- Benim de öyle.

- Kulağım duyarlı olmadığı, sesim de çirkin olduğu için, her söyleşim ayrı sesle, ayrı biçimde oluyor. Dünyayı dolaşıyorum böyle. Her gittiğim yerin postanesinden "Seni seviyorum Tülsü" diye Tülsü'ye telgraf çekiyorum. Parama göre, bir günde beşaltı telgraf çektiğim oluyor.

- Öyleyse Tülsü'nün adresini biliyorsunuz.

- Hayır nerden bilebilirim? Uydurma bir adres yazıp telgrafı gönderiyorum.

- Bulunmayınca, telgraf size geri geliyordur.

- Sanırım. Ama bana değil. Çünkü benim adresim de uydurma. Çokça kaldığım kimi kent postanelerinde artık beni tanıyıp alay ettikleri için değişik postanelerden çekiyorum telgrafları. Alay etsinler, arria öğrendiler ki artık ben Tülsü'yü sevmekteyim. Tülsü'yü sevdiğim ne denli çok bilinirse, ben de o denli varım.

O içkili yerdeki masalar boşalmaya başlamıştı. Biz de geceyarı-sından sonra kalktık. Yalpalayarak yürüyebiliyorduk ama, ne konuştuğumuzu bilemeyecek, konuşulanları anlamayacak denli de sarhoş değildik.

- Dört gündenberi öğleden sonraları biriki saat Kültür Sarayı A-lanı'ndayım, yarın oraya gelin... dedi.

- Ne yapıyorsunuz orda? diye sordum.

28

- Orda "Tülsü seni seviyorum!..." diye haykınyorum sesim kısılana dek...

Hani ne iş yaptığımı sormuştunuz ya, işte bu benim işim oldu. Bu işe nasıl başladığımı anlatayım. Son telgrafı da çekmiştim o gün Tülsü'ye, hiç param kalmamıştı. O yana bu yana dolaşıp dururken Kültür Sarayı Alam'na geldim. Gördünüz mü bilmem, çok eğlenceli bir yer. Orada herkes kendi hünerini, zenaatini, marifetini gösteriyor. Kimisi köpek cambazlığı yapıyor, üçdört küçük köpeğe akıl almayacak cambazlıklar yaptırıyor. Kimisi tekbaşına üçdört çalgı çalıp konser veriyor. Biri çalgı çalıp biri şarkı söyleyen ikililer de var. Kimisi, isteyenin hemen orda karikatürünü çiziyor. Bir kızla bir oğlan pandomim yapıyor. Bir adam kılıç yutup yine çıkarıyor. Cam kırıkları üstüne yatıp karnına beş kişi çıkaran biri var. Bir sakallı, yere renkli tebeşirle resim çiziyor. Beş maymununa cambazlıklar yaptıran biri alkışlanıyor. Birisi, küçük bir kutu sahnede kukla oynatıyor. Daha neler neler, kimler kimler var orda. Bunların başlarına kalabalık toplanıp seyrediyor. En çok ilgi gören daha kalabalık oluyor. Numara ve gösteri bitince, o kalabalıktan isteyenler para a-tıyorlar göstericinin kutusuna ya da önüne, bozuk paralar birikiyor.

Olağanüstü bir yer orası, hele benim için... Tülsü'yü sevdiğimi ilan edeceğim en güzel yer... Ben de bir yere, hem de kıyıda bir yere durup başladım haykırmaya... Tülsü'yü nasıl ve ne çok sevdiğimi haykıra haykıra anlatıyordum. Hiç ummamıştım benim de başıma toplanacaklarını. Ama çok kişi toplandı. Kimi alay ediyor, kimi bağırıyor, kimi de dinliyordu. Yorulana dek hay kırarak anlattım. Sustum. Paralar atmaya başladılar. Öyle çok para ki... Hemen postaneye koşup telgraf çektim Tülsü'ye. O gündenberi hergün öğleden sonraları o alana gidiyorum, isterseniz yarın siz de gelin.

Bir taksiye birlikte bindiğimizi, şoföre otelin adını söylediğimi anımsıyorum, sonrasını hiç bilmiyorum. Demek, sandığımdan daha sarhoşmuşum.

Ertesi sabah çok geç uyandığımda dün geceyi bir düş gibi anımsıyordum. O gün öğleden sonra Kültür Sarayı Alam'na gittim. Gerçekten dün gece adamın anlattığı gibi olağanüstü eğlenceli bir yerdi. Ağzında ateş yakan, yılan oynatan, büyük bir kafes içindeki güvercinlerine havada takla attıran, beş dakikada portre çizen... Aralarından geçip dolaştım. Sonunda onu buldum. Alanın bir kıyı yerin-

29

deydi. "Seviyorum seni Tülsü!" diye haykırışım duymasam onu bulmam kolay olmayacaktı. Başı çok kalabalıktı, çepeçevre çevirmişlerdi. Ben de kalabalığın arasına daldım. Beni görmüş olabileceğini hiç sanmıyorum. Çünkü ben oraya gittiğimde gö/leri kapalı, haykırmaktaydı. Buna ancak haykırmak denilebilir, bir şarkı değildi bu. Sesi gerçekten çirkindi, ama canı yanan, acı çeken bir insan gibi haykırıyor, bağırıyor, arada inliyordu. Kalabalıkta kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler, her kesimden insan vardı. Kimileri teyp getirmişler, onun haykırmalarını ses bandına alıyorlardı. Kendisinin de dediği gibi, o kalabalık içinde alay edenler, bağıranlar, hatta taş atanlar bile vardı. Ama öbürleri, taş atanları önlüyorlardı.

Ben de yanımda bir teyp getirip haykırmalarını ses bandına almadığıma yandım. Ama ertesi gün teyple gelecektim. Bikaç kişi o-nun haykırmalarını yazıyordu. Sonradan akıl edip ben de yazmaya başladım. Parçapürçük yazabildiklerim şunlar:

"Heeey, duyun artık, duyun ve öğrenin kii ben Tülsü'yü seviyorum. Bunu duymayan tek kişi bile kalmasın, sağırlar da duysun, öğrensin, bilsin. Emzikli kadınların süt dolu memeleri duysun... Sevişenlerin kaynayan kanı, yeni doğanların damarlarında dolanan taze kanı duysun. Sevenlerin birbirine ilk değen parmakları duysun... ilk öpüş dudakları duysun. Doyumsuzluk ağrılarını kasıklarında duyumsayanlar duysun.. Ve tarih ve zaman ve coğrafya duyup öğrensin ki ben, Tülsü'yü seviyorum."

Haykırışında, sanki dahaca sözcükleri oluşmamış mağara insanının can acısı vardı. Yüzbin yıl önceki insan da, yüzbin yıl sonraki insan da, duyduğu can acısıyla işte böyle bağırır olmalı. O kalabalıktan pekçoğu, adamın dilini bilmiyor, ama yine de dikkatle onu dinliyordu. Öyleyse dinledikleri anlam değil, sesti; acıyı; özlemi, tutkuyu dinliyorlardı. Arada kulak tırmalayan, arada yürek burkan bir ses... Kimileyin gürlercesine, kimileyin ağlamaktan kısılmış boğuk bir sesle, kısık sesi de çıkmayınca fısıldayarak, fısıldayamayın-ca dudaklarını kıpırdatarak anlatıyordu: "Tülsü seni seviyorum!"

Bunca insanın bu ilkel haykırmalara neden ilgi duyduğunu düşündüm. Yoksa kadın olsun erkek olsun, genç olsun, yaşlı olsun, bunların hepsi de "Tülsü seni seviyorum!" diye haykırmak istiyorlar da, bu yürekliliği gösteremeyince, kendilerini böyle haykıran adamın yerine mi koyuyorlardı? Belki de bu adam, ağlayarak, inleye-

30

rek, haykırarak, hepimizin yerine, Tülsü'yü sevdiğini ilan ediyordu. Yığılıp kaldı. Önüne paralar bıraktılar. Kalabalık dağıldı. Bisü-re öyle kaldı. Bu yaptığın oyun mu diye düşündüm. Bu alandaki göstericilerin hepsi gibi o da bir oyun mu oynuyordu? Biraz sonra toparlanıp kalktı. Beni gördü. Selamlaştık. Yerden paralan aldı.

- Haydi postaneye gidip Tülsü'ye telgraf çekelim... dedi.

Aynı gösteriyi yineleyip yinelemeyeceğini sordum. Hayır, ancak bikez yapabiliyordu.

- Hergün aynı sözleri mi söylüyorsunuz? dedim.

- Hayır, dedi, ben oyuncu değilim ki... Her an yaşam değişiyor çünkü, ses ve söz de zamana göre değişiyor.

Bir postaneye gittik. Yaşından umulmayan dinç adımlarla basamakları atlayarak çıktı. Büyük salonda telgrafını yazmak için masalarda boş yer arandı.

Ben yanıbaşındaydım. "Seni seviyorum Tülsü" yazdığını okudum. O uydurma adres yazmaktaydı. Telgraf gişesindeki bir memurun, yanındaki memura onu gösterip alaylı alaylı bişeyler söylediğini gördüm. Demek, onu burda tanıyorlardı. Ama telgrafını almazlık etmediler.

Postaneden çıktık.

- Şimdi kentin başka postanelerinden de Tülsü'ye telgraf çekip bu kentten ayrılacağım... dedi.

- Nereye gideceksiniz? dedim.

- Bilemiyorum, dedi. Tülsü'yü bulabileceğimi umduğum herhangi bir yere.

El sıkıştık, ayrıldık. Bisüre arkasından baktım. Epiy gittikten sonra, arkasından baktığımı anlamış gibi o da dönüp bana baktı, el salladı. Ben de el salladım.

Sonra o postaneye girdim. Gişeden bir telgraf kâğıdı alıp "Seni seviyorum Tülsü" diye yazdım. Kime gönderebilirdim bu telgrafı?

Sevgili V.D. birden sen geldin aklıma, senin adresini yazdım, telgrafı verdim gişedeki memura.

"Seni seviyorum Tülsü!"

Bişey anlamamışsındır telgrafımdan ve kimbilir nasıl şaşırmış-sındır.

Bayramoğlu 19 Haziran 1984

31

GÜLMECE ÖYKÜLERİ

32

ALTI BEKÇÎ ATLIKARINCADA

Alaturka prelüd

Yelleli yeeeeelelli.... lellelliii yellelli yeleli yeleli... yelelliii ye-leliii... Yaaaaar yaaar... yelleliii yeleliiii yellelliiiii... lel lel lel liiii-

ı...

Geri kalmış ülkede prolog

Benim memleketimde ancak zenginler çocukluklarım yaşayabilirler.

Benim memleketimde ancak zenginler, gençliklerini yaşayabilirler.

Benim memleketimde ancak zenginler, yaşlılıklarını yaşayabilirler.

Benim memleketimde... Yellelli yeleliiiii... Yellelli yaaaar yaaa-aa...

Monolog

Yaşayamadığım çocukluğumun özlemi hâlâ içimde kıpırdasın Çocukluğumu hiç yaşayamadım. Hiçbir oyuncağım olmadı, ne o-yuncak tirenlerim, otomobillerim, ne leğendeki suda işleyen oyuncak vapurlar... Mile oynayamadım, bitek zıpzıpım olmadı. Hiç u-çurtma uçurtmadım. Hiç çember çevirmedim. Hiç salonum olmadı.

Annemle bir zengin evine bayram ziyaretine gitmiştik. Zengin çocuğunun bidolu, bidolu, biçok, biçok oyuncakları vardı. Raylar üstünde giden tirenine tirenine tirenine tireni tiren tir... dokunmak istedim. Elimi uzattım, Annem fısıldayarak payladı:

- Şışşt, bozarsın!

Çektim elimi...

33

Koro

Çocukken içimden hep derdim ki:

Büyüyünce zengin olacağım, çok, çok zengin... Zengin olunca da oyuncaklar, oyuncaklar alacağım kendime, bidolu, bidolu... bi-çok, biçok.... üüüüü, dünya kadar. Öyle çok oyuncaklarım olacak kiii, oyuncaklarlarlarlar...

Kocaman adamların oyuncaklarla oynamasını ayıplarlar. Onun için ben oyuncaklarımı bir odaya dolduracağım. Çalışmadığım, işe gitmediğim günler, geceleri oyuncak odama girip kapıyı arkadan kilitleyeceğim; oyuncaklarımla oynarken kimse görmesin de alay etmesin benimle... Tirenlerim olacak bidolu, kuracağım: Düüü-ütt!... Çih, çuf, çih, çuff, çihh çufff!..

Milelerim, cicozlarım, cinalilerim, gazozlarım... Renkli balonlarım, düdüklü balonlarım... Kağıt fenerlerim, fırıldaklarım...

Benim memleketimde Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşu 23 Nisan Çocuk B ay ramı'dır.

Birinci olay

Çocuk Bayramı günü evde oturmaktan canım sıkıldı. Akşama doğru çıktım evden. İskele Caddesi üstünde bir evde oturan doktor arkadaşıma gittim. O da sıkılmış evde oturmaktan. Geniş camlı pencereden sokağı seyrediyorduk. Aşağıdan arabalar geçiyordu. Birden arabalar arasında bir mavi balon çıktı ortaya; balon zıplaya zıplaya karşı yaya kaldırımına doğru gidiyordu. Yaya kaldırımı tenhaydı. U-zaktan bir kundura boyacısı geliyordu: Otuzbeş, kırk yaşlarında bir adam, sarkık bıyıklı, yalınayak, uzun saçları dağınık, yırtık pırtık gömlek giymiş... Boyacıyla balon arasında aşağı yukan kırk adım var. Ağır ağır yürürken, yerde yuvarlanan balonu görünce, hemen sırtında asılı boya sandığını çıkardı, yere koydu, sonra koşarak balona gitti. Balonu aldı yerden, baktı. Sonra yaya kaldırımında balonla oynamaya başladı. Ama balonla ayaktopu oynuyordu. Balona ayağıyla vuruyor... Duvara çarpan balon geri geliyor. Havalandırıyor balonu, sonra zıplayıp kafa atıyor balona... Bir şut daha... bir kafa... çalım atıyor. Balon patlayıp söndü. Patlak balonu aldı, boya sandığı-

34

nın yanına gitti. Sandığı omuzladı. Balonun patlak parçalarını ağzında şişirmeye çalışarak yavaş yavaş geçip gitti önümüzden...

Doktor gülüyordu, ama nasıl, boğulacak gibi gülüyor... Gözlerinden yaşlar geliyor gülmekten.

- Ne gülüyorsun? diye soruyorum.

Cevap veremiyor gülmekten... Boğulacak, bayılacak diye korktum.

Koskocaman, bıyıklı adamın balonla oynamasına ben de gülmüştüm ama, onun kadar değil... Onun gülmesine bakıp ben de kendimi tutamadım; ikimiz karşılıklı gülüşüyoruz: Hahhah.. Hah... Hih... hah hih... hah hah... hihi... hoho!...

İkinci olay

Doktor anlatıyor:

Bursa'da, hastanede doktordum. Nöbetçi olduğum bir geceydi. Çok geç yatmıştım. Daha gün yeni ışırken kaldırdılar.

- Ne var?

-'Altı hasta getirdiler Doktor Bey...

Giyinip gittim koğuşa. Bekçi elbiseli altı kişi, hiç arasız öğürüp duruyor. Uzun zamandır öğürüyor olmalılar ki, dermanları kalmamış, altısı da bitik...

- Neyiniz var? diyorum.

Öğürmekten cevap veremiyorlar. İlkin zehirlenmiş olmaları aklıma geldi. Kalaysız, bakır kapta yemek yedilerse zehirlenmişlerdir. Ama zehirlenmeye de pek benzemiyor, zehirlenme belirtisi yok... Bir öğürmedir gidiyor, kusmuyorlar...

Teskin edici iğne vurdum, altısı da kendinden geçti, uyuyakaldı.

Bekçilere ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bir cankurtaran arabasıyla sabaha karşı polisler hastaneye getirip bırakmışlar.

Deliksiz onbeş saat uyuduktan sonra içlerinden biri uyandı, ö-bürleri daha geç uyandılar.

Bekçilerden biri anlatıyor

Lunapark var ya... Hani Vali konağının tam karşısında... Ben işte o Lunapark'ın olduğu yerlerin bekçisiyim... Üç yıl oldu bekçili-

35

ğe gireli.

Yaz geceleri Lunapark geceyarılarından sonraya kadar çalışır, sonra içerde kendi adamları vardır, yani çalışanlar, onlar kendi mallarını beklerler. Yani yazın benim işim daha kolaydır. Ama kışın öyle değil... Kışın zor. Çünkü kışın işlemez Lunapark. İçerde de bir sürü salıncak var, oyuncak var, atlıkarınca var, kayıksalınca-ğı var, dönmedolap var, pavyon var. Herbişey var... Bunlar hep size teslim, öyle ya... Çoluk çocuk takımı, serseri takımı, ipsiz sapsız takımı, bıraksak dolar Lunapark'a salıncaklara binerler, atlıkarıncaya binerler, herşeyi bozarlar. Bozmalarını da bırak, küçük çocuklar doluyor içeri, biri düşer allah korusun, bir kaza olur, ondan sonra hesap ver, al başına belayı... Yani kışın benim işim daha zor... üstelik bölgem, Vali konağının ta karşısı... Karakol da Lunapark'in hemen yanında. O yüzden öteki bekçi arkadaşlar gibi kay-

taramam da...

Yazın işim kolay olduktan başka keyifli ve de eğlencelidir. Çünkü Bey'im, lambalar ışıl ışıl yanar, dönmedolaplar döner, herkes salıncaklara biner, oynar güler... Kadını kızı var, çocuğu büyüğü var, iyidir yazın... Bizim memlekette böyle eğlence ney yok... Benim en çok o atlıkarınca hoşuma gider... Nasıl da döner fırfır... Pek keyifli canım. İçimden, şuna bir binsem derim... Hey Allah binsem ya, nasıl binsem?... Biz buranın bekçisiyiz... üstümüzde resmi devlet elbisesi... Hem de ayıp canım bu yaştan sonra... Gelir dinelirim atlıkarıncanın dibine, bakar dururum... Şuna bir binsem? Yalnız başıma kalsam bineceğim de... ama öteki bekçiler de dolar Lunapark'a geceleri... "Yahu", derim, "sizin burda işiniz ne? Gitseniz ya kendi mahallenize..." Giderler, aradan yarım saat geçmez, döner gelirler Lunapark'a. Bu bizim Aptullah var ya, hastaneye benimle gelenlerden, taa yukarı mahallenin bekçisidir, bir gece dedi ki: "Yahu" dedi, "şu fırfır dönen cenabete bir de biz binsek..." dedi.

Ben onların hepsinin dönmedolap için Lunapark'a geldiklerini zaten biliyorum. Yoksa kış gecesi fırın külhanında uyuklamak varken, Lunapark'ta işleri ne?

Bu Lunapark benden sorulur. Aptullah'a, "Ulan bıyıklarından utan, sen çocuk musun da atlıkarıncaya bineceksin?" dedim. Hemen ordan Ahmet, o da bizimle hastaneye yatanlardan, "Canım binsek ne olur ki..." dedi. Ötekiler de, "Bir binelim canim..." diye

36

tutturdular. Allah'ın bildiğini kuldan ne saklamalı, ben onlardan çok istiyorum atlıkarıncaya binmeyi ama, hem utanıyorum, hem de buranın bekçisi olarak, bana "Olmaz" demek düşer...

İkinci bekçi anlatıyor

Doktor Bey, biz sonunda Lunapark bekçisi Arifi kandırdık. "Hadi binelim... Yalnız polisler görürse yandık," dedi. Ben de, "Bineriz, bindikten sonra fırt fırt düdük öttürürüz ki, polisler nöbette olduğumuzu bilsin," dedim. Arif razı geldi ama, bekçiler atlıkarıncaya binmiş, diye duyulur korkusundan, "Arkadaşlar, bikez binelim, ama bir daha yok..." dedi. Ben hem binmek istiyorum, hem de korkuyorum. Çünkü dönmeye başladı mı, gayet yüksek havalanıyor. Biz atlıkarıncaya bindik. Binmesine bindik ya, yürütemiyoruz. Yahu bu meret nasıl gidecek? Yusuf var, bir arkadaş, o kadah uyanmadı, "Elle iteleyelim," dedi. Arif, esas Lunapark bekçisi olduğundan, o yazın atlıkarınca işlerken görmüş, onun için, "Bu elektrikle işler, bir düğmesi olacak ya, nerde bulamam gece karanlığında... Ben yarın gündüz gözüyle düğme yerini bulurum. Yarın gece bineriz." dedi.

Bir başka bekçi anlatıyor

O gece de Emniyet Müdürü'nün teftişe çıkacağını ben biliyorum. Ama Müdür Bey sabaha karşı teftişe çıkacak... Bazı bekçiler simitçi fırınında uyuyorlar diye şikayetler olmuş da, Müdür Bey bekçileri kollayacak... Biz, atlıkarıncaya binip, ondan sonra yerlerimize gideceğiz... Müdür Bey'in gelmesine daha çok var; teftişe yetişiriz. Arif, "Ben bunun düğmesini öğrendim. Düğmeye basıp, dönmeye başlar başlamaz koşup atlayacağım," dedi. İlkin biz bindik. Arif düğmeye basmasıyla dönmeye başladık. Arif de koştu, demir kutulardan birine atlayacak ama, dönerken atlayamadı, benim bindiğim kutuya tutundu. Elinden yakalayıp çekmesem, demire çarpıp yuvarlanacak... Çektim aldım içeri bunu... Başladık dönmeye... Bir de keyifli ki hiç sorma... Döndükçe dönüyor ve de hızlanıyor ve de hızlandıkça biz havaya yükseliyoruz...

Atlıkarıncayı bildin mi? ortada bir demir direk, direğe uzun

37

zincirle bağlı demirden tekneler. Dönmeye başladı mı, zincirler havalanıyor ve tekneler yükseliyor... Biz teknelerde yükseldik, yükseldikçe hızlı dönüyor, hızlı döndükçe yükseliyor...

Bizim arkadaşlar gülmeye başladı kıkır kıkır... Yahu Vali'nin e-vi karşıda, karakol yanıbaşımızda, duyulacak... Velakin öyle bir iş ki, gülmemek mümkün değil, hep gülüyoruz... Gülüyoruz, fırfır dönüyoruz ve hızlana hızlana yükseliyoruz. Bi zaman böylecene havada döndük...

Başka bir bekçi anlatıyor

Derken Bey... Öyle hızlandık ki biz, tekneden fırlayıp uçacağız nerdeyse... Ben korkudan gülmeyi unutup, tekneye sıkıca yapıştım, başka çare yok. Ve birden aklım başıma gelip, "Ulan Arif, şunun hızını kes, uçacağız oğlum havaya..." dedim. Arif, "Nasıl hızı kesilir, ne bileyim ben?" demez mi? Tuu, hay Allah belanı versin... Ulan altı bekçi havada altı şahin olmuş uçuyoruz. "Ulan Arif, öyleyse durdur şunu da inelim..." diye bağırdım. Arif, "Yahu, bu nasıl durdurulur?" diye bağırmaz mı? Ocağın batsın Arif, ulan havada kaldık, ne olacak şimdi? Arkadaşlar, "Durdur..." diye bağmyor. Arif, "Ben işletmesini öğrendim, durdurmasını öğrenmedim," diyor. Bey, bizim halimize bak, havada kaldık ve de uçar gibi vaziyette... "Ulan Arif, bunun düğmesi aşağıda kaldı oğlum, bunu durdurmanın mümkünü yok..." Benim başım dönmeye ve de gözlerim kararmaya başladı. Benim arkamdan uçan demir kutuda Aptullah var. Aptullah "Arkadaşlar, bunun -makinesi elektrikle işler," dedi. Ulan elbet elektrikle işler, bunun canımızı kurtarmaya faydası ne? Demek herif dönerek uçmaktan aklını şaşırmış... "N'olacak elektrikle işlerse?" dedim. "Yani" dedi, "bir tek kurtuluşumuz var, hepimiz dua edelim ki şehrin umumi elektriği kesilsin, bu cenabet de dursun. Yoksa biz kıyamete dek havada dönüp duracağız..." demeye kalmadı, önümden bişey aşağı düşüyor... Aman nedir? Öndeki kusuyormuş... Benim de dönmekten midem bulanıyor, içim kabarıyor. Artık tutamadım kendimi, içimde ne varsa dışarı verdim. Kus ha kus, kus ha kus... Biz havada dönüp duruyoruz. Kim bağırdı fark edemedim, arkadaşlardan biri, "Hakkınızı helal edin!" dedi. Ben de kelime-i şehadet getirmeye başladım. Laf değil Bey'im,

38

belki beş minare boyu havada jet hızıyla dönmedeyiz... Allah düşmanımın ayağını yerden kesmesin ve de hiçbir kulun altından yel esmesin; hiçbir belaya benzemiyor.

Birisi hem kusuyor hem de, "Hay bu makineyi icat edenin..." diye silme sıvama sövüyor. Kimdir bilemedim, birisi de, "Benzinle işleseydi ya, benzini biter, dururdu, biz de inerdik..." diyor... Bütün içim dışıma çıktı kusmaktan. Çıkaraca bişey kalmadığından içimde, barsağım, ciğerim sökülecek...

Arif, "Hep birden imdat diye bağıralım..." dedi. Bak şu akılsıza... Ulan, karşıda Vali'nin konağı, yanımızda karakol... imdat diye bağırılır mı? Sus muş dedikse de, Arif, "îmdaaat..." diye bir nağra atmasıyla, sesi de kesildi, galiba bayılıp çöktü teknenin içine... onun arkasından Yusuf da düdük öttürmeye başladı, o da yuvarlandı teknenin içine... Karakoldan da polisler dışarı fırladı... Ve Lunapark'a doldularsa da, biz havada olduğumuzdan ve havaya bakmak akıllarına gelmediğinden, onlar da düdük öttürerek dönüp dolaşıp gittiler... Ne kadar zaman uçtuk, ne kadar zaman ö-ğürdük, bilemiyorum, ben kendimi kaybetmişim, bir de gözümü açtım ki hastanedeyim. Hâlâ kendimi havadayım ve de uçmaktayım sanıyorum...

Doktor, sözünü bağlıyor

Sabaha karşı teftişe çıkan Emniyet Müdürü mahallelerde hiçbir bekçiyi bulamayınca küplere biner. Bulunmayan bekçilerin bağlı olduğu karakola giderken, gün ışımaktadır; bir de bakar ki, karakolun yanında havada bir acayip sesler... Karga sesi değil, a-ğaçkakan sesi değil... Bunlar ne kuşu, diye meraklanır. Bir de görsün ki, Lunapark'm atlıkarıncası dönüp duruyor, kendinden geçmiş altı bekçi de durmadan öğürüyor. Kimin başı sarkmış, kiminin kolu, bacağı...

Epilog

Eve geldim. Bizim evdekilerin yüzünde acılı bir üzüntü....

39

- Ne oldu, biliyor musun?

- Ne var?

- Karşıdaki elektrik tellerine bir uçurtma takılmış... Bir çocuk ağaca tırmanıp, uçurtmayı almak için, ağaçtan elektrik direğine geçerken... "Susun!" dedim.

Pencereden baktım. Kuyruğu elektrik tellerine dolanmış uçurtma, hâlâ rüzgârda pırpır edip duruyordu.

Koro

Çocukken içimden hep derdim ki: Uçurtmalarım olacak büyüyünce.

Bidolu, bidolu... biçok, biçok... uçurtmalarlarlar... üüüü, dünyalar kadarlarlarlar...

Final

Benim memleketimde ancak zenginler yaşayabilirler... Yellelli yelelelli, yeleleleliiiiii... Yeeeeeeeleleli...

40

DENİZ AYAK ALTINDA

istanbul'un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, istanbul'un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, istanbul'da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. istanbul'un bir başından bir başına deniz kıyılarını bir takım insanlar satın almışlar. Denizin satın alınması akıl alır iş değildir. Denizi satın alanlar, dua edelim ki havayı da satın almamışlar. Denizle hava arasında büyük bir fark yok; onu da satın alıp bizi havasızlıktan boğmadıklarına şükür. Kavaklar'dan Çekme-ce'ye, Şile'den Pendik'e kadar şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir kanşlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.

Sekiz yıl Anadolu'da dolaştıktan sonra, sonunda istanbul'a dönüyoruz, diye çoluk çocuk bizi bir sevinç almıştı. Bu anlattığım on yıl önce. istanbul'a geldik, hiç olmazsa istanbul'un tadını çıkaralım, deniz kıyısında bir ev tutalım, dedik. Ne mümkün... Deniz kıyısında bulamadık, denize yakın bir yer olsun dedik. O da olmadı... Aman, dedik, hiç olmazsa deniz gören bir yer olsun. Uzaktan denize bakarız da gönlümüz gözümüz açılır. Ne gezer... Denize u-zaktan bile bakamıyoruz. Ara tara derken, Cihangir'de deniz görür bir apartman var, dediler. Apartman sahibi, daha bize katı göstermeden,

- Ikiyüz lira, dedi.

- Aman...

- Amanı zamanı bu, isterseniz, iki oda, bir hol...

- Hem pahalı, hem küçük...

- Ama deniz görür beyim.

Tek denizi görelim diye, o zamanın parasıyla iki odaya ikiyüze peki, dedik. Adam bize katı göstermeye razı oldu. Apartman, dik Cihangir yamacına yapılmış. Kapıdan girince, bir kat merdivenle yerin altına indik. Allah Allah , bu nasıl iş... Bizim bildiğimiz deniz görmek için yukarı çıkıp bakılır. Böyle yerin dibine inilmez. İş

41

bu kadarla da bilmezmiş. Bir kat merdiven daha yerin dibine inince, içimden, herhalde denizi, dibinden yukarı doğru seyredeceğiz, dedim. İki kat yerin dibine indik. Kapkaranlık bir yer. Ev sahibi çakmağını çaktı. Elektrik düğmesini buldu, çevirdi.

- Tuh, cereyan kesilmiş, dedi.

Çakmağın ışığında kapıyı açtı, içeri girdik, içeri girince, bir a-laca akşam aydınlığı gördük. Apartman bayıra yapıldığından, bir yanı yerin dibinde bir yanı yer üstündeydi.

- Siz ikinci kat demiştiniz?... Diye ev sahibine sordum.

- Evet, dedi, bunun altında iki kat daha vardır.

Evin dışarıya bakan üç penceresi var. Dikkatle üç pencereden de baktım, bikaç ağaçla duvardan başka bişey görünmüyor. Peki, deniz nerde?

Karıma,

- Bir de sen iyice bak. Ben deniz meniz göremiyorum, dedim. Karım,

- Ben ne deniz görüyorum, ne de denize benzer birşey... dedi. Ev sahibine,

- Beyefendi, dedim, siz deniz görür demiştiniz sanırım. Yoksa duvara deniz resmi asılıp da ona mı bakılacak?...

- Vay, ne demekmiş!... Evimden deniz görünmüyor mu?

Hani, nerdeyse, evime deniz görmüyor dediler dîye bizi evine hakaretten mahkemeye verecek.

- Vallahi, affedersiniz, dedim, maksadım evinizi kötülemek değil... Ne ben, ne karım, denizi görebildik. Belki başkalarına deniz görünür. Bize görünmedi.

- Sandalye getirin! diye yukarıya seslendi. Hizmetçi bir sandalye getirdi.

Adam sandalyenin üstüne çıktı. Tıpkı, karayı görüp de, "Kara!..." diye bağıran Krislof Kolomb'un gemicisi gibi,

- İşte deniz!... diye bağırdı. İşte deniz, tabak gibi ayağınızın altında.

O indi, sandalyeye ben çıktım. Allah Allah!... Görünürlerde denize benzer bişey yok. Adama hayal mi görünüyor, deli mi, yoksa deniz var, deniz var diye, etki altında bırakıp bizi zorla denizi gördüğümüze inandıracak mı?

- Beyefendi, affedersiniz. Ben denizi lanınm. İstanbul'da do-

42

ğup büyüdüm. Pencereden bakıyorum, bikaç parça mavilikten başka bişey yok. O da gökyüzünde olduğuna göre bulut olacak, dedim. Adam,

- Boyunuz kaç? diye sordu.

Başka zaman olsa boyumu söylemem. Boş bulunup,

- Bir elli sekiz, dedim.

- Tamaaaam... dedi, boşuna değil... Ben de bu adam neden denizi görmüyor, gözlerine perde mi inmiş, diyordum. Şimdi neden denizi görmediğiniz anlaşıldı.

- Neden görmüyor muşum?

- Boyunuz yetişmiyor da ondan... Denizi görmek için, en aşağı bir yetmiş boy olmalı. Parmaklarınız üzerine kalkın bakalım.

Ayak parmaklarımın üstüne tlikilip baktım, yine deniz yok.

- Zıplayın birazcık, o zaman görürsünüz.

Denizi göreceğim diye ha babam sandalyenin üstünde zıp zıp zıplıyorum. Nerdeyse başım tavana değecek. Yine denize benzer bişey yok.

Ev sahibi,

- Masa getirin! diye bağırdı, balkondaki küçük masayı... Masa geldi. Adam masanın üstüne sandalyeyi koydu. Sandalyenin üstüne de ben çıktım.

- Şimdi ne görüyorsun? diye sordu.

Ben o sevinçle az kalsın, canbaz gibi çıktığım sandalyeden yuvarlanıyordum.

- Gördüüüüm, gördüm! diye bağırdım.

- Ne gördünüz?

- Denizi gördüm, denizi... Karım,

- Aşkolsun, dedi, hayatını tehlikeye koyup masanın üstündeki sandalyeye çıktın ama, en sonunda da denizi gördün. Tebrik ederim. Denizin neresi görünüyor? Marmara tarafı mı, Boğaz tarafı mı?

- Hangi tarafın denizi olduğunu anlıyamadım. Şöyle bir karış kadar bir deniz gördüm.

Ev sahibi bu sözüme alındı:

- İstanbulluyum, diyorsunuz; sonra da daha denizi tanımıyorsu-

43

l

nuz. Sizin gördüğünüz deniz Kızkulesi'nin ikiyüz metre kadar batısıyla, Sarayburnu arasında kalır.

Ev sahibinin, kapıcının, kanmın yardımıyla sandalyeden indim.

- Ooooh, aman içim açıldı, dedim, deniz havası başka oluyor. Karım çok şişman olduğu için,

- Ben sandalyeye çıkıp göremem, dedi.

- Masa, sandalye işi zor, dedim. Artık buraya taşınınca özel bir tertibat yaparız. Çıkınk gibi birşey...

Karım,

- insan denizi, evinde yattığı yerden görmeli... dedi. Ev sahibi,

- Yattığınız yerden de deniz görünür dedi.

- Nasıl? Masanın, sandalyenin üstüne mi yatılacak?

- Hayır. Sizden önceki kiracılar, yattıkları yerden denizi çok rahat seyrediyorlardı. Hani denizaltılann periskobu vardır ya, öyle bir periskop tertibatı yapacaksınız. O zaman yere yatın, bacaklarınızı duvara dikin, rahat denizi seyredin.

- Periskop mu dediniz? Bu alet bulunur mu?

- Rica ederim. Uzun zaman İstanbul'dan ayrı kaldığınız belli. Şimdi istanbul evlerinin yüzde sekseninde periskop var. Periskop bir ev için en gerekli eşya. Akşam evinize yorgun argın geldiniz mi, periskoptan denizi seyredersiniz, içiniz açılır.

- Beyefendi, bu eve yazık ediyorsunuz. Ev sahibi şaşırdı?

- Neden?

- Bu kat ayda ikiyüz değil, en az günde ikiyüz lira getirir.

- Ne gibi?

- Ne gibi olacak. "Çok güzel deniz manzarası seyretmek isteyenlere fırsat. Saati ikibuçuk lira" diye gazetelere ilan verin. Kapıda bilet kesmeye yetişemezsiniz.

Az kalsın adamla döğüşecektik. Hemen dışarı çıktık. Merdivende karım,

- Denizi bir kerecik de ben görebilseydim, buraya kadar gelmişken... dedi.

44

SEYİS ATI

Bizim kuşağımız, Türk tarihinin en önemli bir dönemini yaşamak mutluluğuna erdi, ya da mutsuzluğuna uğradı. Bu, çok partili demokrasi dönemine girişimizdir. (Başyazı gibi kuru bir başlangıç. Böyle de hikaye olur mu?)

İşbu "Seyis Atı" adlı hikaye, işte böyle çok kuru ve sıkıcı bir önsözle başlar. Çünkü hikayenin yazan, politikacılarımızın pekço-ğu ile seyis atlan arasında sıkı benzerlikler olduğuna inanmaktadır. (Vicdan hürriyeti varsa, inancıma saygı göstermek zorundasınız; size acıyorum.)

Çok partili döneme girdiğimiz 1945'ten bu yana gördüğüm politikacıları, ikiye ayırabilirim: Bayağı ata benzeyenlerle, seyis atına benzeyenler. (Bişeycikler demem, dilerim, politikacılann eline düşesin...)

Bildiğiniz gibi adına at denilen insanoğlunun ilk yoldaşı bu soylu hayvan, binicisinin isteğine göre yürür. Oysa seyis atlan öyle değil. Önündeki at koşarsa, seyis atı da koşar, durursa seyis atı da durur. Sonra bu seyis atlan, nalının izinden gideceği atı da seçmez; yeter ki önünde herhangi bir at olsun; al, doru, kula, kır, bakla kın, demir kır, ne donda olursa olsun, ister akıtma'lı, ister seki'li, ister uyuntu sütçü beygiri, ister halis kan arap atı, bir at olsun da önünde, nasıl olursa olsun...

İsterseniz şimdilik politikacılann yakasını bırakalım da, seyis atının dizginlerini ele alalım.

Harp Okulu'na geçince, biriki binicilik dersi, bikaç binicilik dersi, bikaç binicilik taliminden sonra, sözüm ona at binmeyi öğrenmiş sayılıyorduk. Biz, İstanbul "Harbiye"sinin son öğrencileriydik.

Günün birinde "tatbikat var!" dediler. Bizi, iki tabura ayırdılar. Taburlardan biri "Kırmızı kuvvet", öbürü "Mavi kuvvet" oldu. Bu Kırmızı - Mavi çarpışmasını hiçbir zaman anlayamamışımdır.

45

Çünkü, her ne olursa olsun, tatbikaün sonunda mavi kuvvet ille de yendirilir. Oysa, mavi, güzel bir renktir. Acırım, mavinin yenilmesine... (Burası hikayenin en şiirli yeridir, dalga geçmeyin rica ederim.)

(Hikayenin ikinci basımına ektir. Eskiden manevra ve askeri tatbikatlarda, harp oyunlarında, biz kırmızı olurduk, düşman da mavi olurdu. Söylenilen doğruysa 1972'den sonra renkleri değiştirmişiz: Bizim kuvvetler mavi, düşman kuvvetleri kırmızı olmuş.)

Hiçbir tatbikatta mavilerin yendiği görülmemiştir. Çünkü, mavi düşmandır. Ben olsam, düşmanı yeşil yapardım. (Nasıl beğendiniz mi, burda ideoloji var, çaktınız tabii...)

Evet, mavi düşmandır. Düşmanın görevi de yenilmektir. Evdeki hesabın çarşıya uyduğu, yalnız bu kırmızı - mavi çarpışmasında görülür. (Efendi, sen bu hikayeyi uzattın. Anlatacaksan, anlat şu

seyis atını!)

Başüstüne, anlatayım. Ben kırmızı kuvvetlerdendim. Hepimize, bir yanı kırmızı, bir yanı mavi birer bez şerit verdiler. Bu bez şeritleri, şapkalarımıza çepeçevre sanp iğneledik. Biz kırmızı kuvvetten olduğumuzdan şapkalanmızdaki işaret bezimizin kırmızısı dışa

dönüktü.

Beni, Kırmızı Kuvvet komutanının atlı habercisi yaptılar. Bu, herkesin arayıp da bulamadığı bir ödevdi. Arkadaşlarım, omuzlarında tüfek, teçhizat, yayan çalışacaklar, atlayacaklar, sıçrayacaklar, koşacaklar, saldıracaklar, çekilecekler, bense at üstünde... işin hiç de böyle olmadığını, seyis atına binince anladım. Seyis atına binmektense, değil atlamak, sıçramak, kuş olup uçmak, balık olup yüzmek, çok daha kolaymış.

Şehir dışına çıktık. "Hürriyet-i Ebediye" tepesinin ilerlerine, a-çık araziye geldik. (Zorunlu açıklama: Oraları eskiden açıklıktı; insanın az, şeytanın çok olduğu yerlerdi.) Mavi ve kırmızı kuvvetler, yerlerini aldı. Ben, Kırmızı Kuvvet komutanının arkasınday-dım. ikimiz de at üstünde olduğumuzdan oraya kadar hiçbir aksaklık olmadı. Altımdaki atı kendim sürüyorum sanıyordum. Oysa, benim bindiğim seyis atı, Binbaşı'nın atına uyar gidermiş. Gerçek hayatta da böyle olmaz mı? Olaylar gönlümüze göre gidince, onları biz böyle yürütüyoruz, sanırız, insanoğlunun mutluluk budalalığı işte... Ama olaylar bizim isteklerimize karşıt çıkınca, acı gerçek

46

kafamıza dank eder. (Dikkat: Kıssadan hisse. Bu da hikayenin felsefesi, iyi mi?)

Kırmızı Kuvvet komutanı olan Binbaşı, benim çok sevdiğim, Avrupa'larda binicilik yarışlarında altın madalyalar, kupalar kazanmış ünlü bir süvariydi. Üstelik de sert mi sert... Yani, şapkasının kokartından çizmesinin ökçe demirine kadar tam bir binbaşı. Bikaç bin kişinin yüzdüğü, güneşlendiği bir plajda bu adamı mayolu olarak her kim görse, - İşte bir Binbaşı!... der.

Durup duruyorduk. Altımdaki at birden hopladı. Ben eyerin üstünden, atın boynuna düştüm. Hemen hayvanın kulaklarına yapıştım. Bu hayvana ne oldu? Dizginleri çekmedim, baldırlamadım, gemi kasmadım. Ben hiçbişey yapmadım ama, önümdeki Binbaşı, atını mahmuzlamış. Onun atı koşunca, benim seyis atı durur mu?... Aman boş bulunmaya gelmez... At, beni sıçratıp duruyor, iyi ki usturuplu sıçrattı da boynundan hoplayıp apışım atın sağnsında yükseldi, kendimi yine eyerin üstünde buldum. Evet, eyerdeyim ama eyerin üstünde bitürlü duramıyorum. At beni sıçratıp sağrısına o-turtuyor, sıçratıp boynunun üstüne atıyor; bir öne, bir geri, bir sağa, bir sola... Bunun en iyisi, düşüp de kurtulmak ama, o zaman da komutan habercisiz kalacak. Bağırsam, ayıp... Dizgine asılıyorum, eyerin ön hanesine yapışıyorum. Derken dizginler elimden kurtulmadı mı... Eyvah!.. Bir elimle atın yelesine yapıştım, yatıp abandım sırtına... Mevzilenen bölüklerden birinin de önüne geldik. Burda attan düşersem, arkadaşlara rezil olmak var. Artık emekli o-luncaya kadar alay ederler... Ata yalvarıyorum:

- Yavrum... Gözünü seveyim... Yavaş ulan, yavaştan namussuz... Çüş, çüş be!.. N'olursun...

insafsız seyis atı merhamete gelmeyince:

- Allah! diyorum. Allah'ım, Allah'ım beni şunca arkadaşa rezil etme!..

Allah'a yalvarmaktan başka hiçbir çarem kalmamış; dizgin elden çıkmış, atta insaf kalmamış, başka ne yapılır?... Ata binmemiş olanlar bu zorluğu anlayamazlar. Oturak yerimi bitürlü e-gerin üstünde tutamıyorum. At beni binici yerine koymuyor ki... Saman çuvalı gibi o yana bu yana fırlatıyor. Yine vicdanlı hay-vanmış, kaldınp yere çarpmıyor. Tam kayıp kayıp düşecekken,

47

birden hoplatıp beni eyerin üstüne oturtuyor.

Felaketin büyüğü, Binbaşı atını durdurunca oldu. Çünkü onun atı durunca, benim seyis atı da, iki ön ayağını ileri dikip, çakılmış kazık gibi birdenbire zınk diye kakıldı. Ben artık kendi vücuduma sahip olamadım, atın üstünden havalandım. Hani, spor filmleri vardır, rölanti film çevrilir de atlet, yavaş yavaş havaya uçar ya, işte öyle... Ben uçtum, hayvanın boynunun üstünden, önümdeki Binbaşı'nın atının arka ayakları dibine düştüm. (Siz şimdi beni, bu anlattıklarıma bakarak, hamhalat biri sanırsınız. Değil valla... İnanmazsanız arkadaşlarıma sorun. Ben o zaman, okulun piramit takı-mındaydım. Arkadaşlarımın kurduğu beş katlı piramidin tepesine hop diye fırlar da, orda ya amuda kalkar, ya da atlet fanelamdan bayrak çıkarırdım. Beğendiniz mi?)

İlk işim, düştüğümü kimse gördü mü diye yanıma yöreme bakmak oldu. Gören yok, gülmüyorlar... Yerden fırlayıp, atın dizginlerine yapıştım. Başladım hayvanı sevip okşayıp yalvarmaya:

- Ooh benim canım... N'olur, yavaş...

Atladım sırtına. Binbaşı bölük komutanıyla konuştu, sonra atını sürdü. Onun atı fırlayınca, artık benimkini tutma... Benimseyiş atı da ok gibi fırladı. Bu kez dizgin kayışlarına yapışmışım ki, kolum kopar da kayış elimden çıkmaz. Dizgini tutmak kolay, oturak yerimi eyerin üstünde tutamıyorum. At beni çalkalaya çalkalaya içimi dışıma çıkardı. Öldüm, bittim. Öbür bölüğün önünde Binbaşı atını yine durdurunca, benimki de zınk diye durdu. Bütün çabam boşa gitti, ben yine kendimi atın üstünde tutamadım. Havalandım, yere oturdum. Buna, oturma demek doğru değil. Çünkü insanlar başlarının üstünde oturmazlar, insanın oturma organı başı değil, başka yeridir. Dizgin kayışlarını elimden bırakmadığımdan, sanki yere atlamış gibi yaptım, atın üstüne sıçradım...

- Büyük Allah beni utandırma!

Binbaşı atı sürdü. Bu kez dörtnal, uçuyoruz. En rahatı dörtnal. Çünkü dörtnalda, benim gibi acemi binici çalkalanmıyor, ihtiyat bölüğünün önüne gelince, Binbaşı birden atını yine durdurdu. Ben yine uçtum ki, bu seferki uçuş, Hazret-i İsa uçuşu... Allah'ını seven beni tutmasın. Ben uça uça, doğruca... Nereye biliyor musunuz? Önümde, at üstünde duran Binbaşı'nın sırtına... Yeryüzünde bir insan için bundan büyük bir terslik olamaz. Şimdi, Binbaşı'nın

48

atı üstünde iki kişiydik: Binbaşı ve habercisi... Belalar içinde, yine de insanoğlu bir avuntu bulabilmeli. Binbaşı'mn arkasına düştüm, ya önüne düşseydim... Binbaşı başım çevirip:

- O ne? diye bağırdı. Kendimi yere attım.

- Efendim... diye başlayıp bişeyler kekeledim. İyi ki Binbaşı üstelemedi.

Kendi atıma sıçradım. Binbaşı bana beşinci bölüğe söylenecek bir emir verdi. Atı beşinci bölüğün olduğu yere süreceğim. Baldırla-dım, gitmez. Topuklarımı karnına vurdum, gitmez. Önümdeki Binbaşı'mn atı yürümeyince benim seyis atı kıpırdamıyor. Binbaşı atını başka yere sürünce benimki de arkasından yürüdü. Binbaşı sert,

- Ben sana ne dedim? dedi. Sesimi çıkarmadım.

- Ben sana "Beşinci bölüğe git..." demedim mi? Yine sesimi çıkarmadım.

- Ne duruyorsun?

Ben mi duruyorum, at duruyor. Ama bunu Binbaşı'ya nasıl anlatırsın?

Binbaşı kızdı:

- Çekil, çekil!., diye bağırdı. Senin gibi haberci istemiyorum, defol!..

Nasıl defolayım, anlamıyorum ki... Binbaşı'mn atının arkasından benim at tırıs tırıs gidiyor. Hayvanın başını çevirmek için dizginlere nasıl var gücümle asılıyorum, atoğlu at bana mısın demiyor.

- Git oğlum, git başımdan... Git be... Bela mısın yahu?... Defol...

- Efendim... at gitmiyor... ben gideceğim ama... at... bu hayvan...

Binbaşı'mn kızgın suratı yumuşadı. Güldüğünü belli etmemek için, başını çevirdi.

-İn attan! dedi.

Attan ineceğim sırada karşıdan iki atlı kopmuş bize doğru geliyor. Benim at, o iki atı görünce daha durur mu? Bir parladı, haydi o iki atın arkasından... nasıl bir felaket, nasıl bir bela... Benim artık bütün çabam, attan düşmemek. Öyle uçuyoruz ki düşersem parça

49

parça olacağım. Evet, sonunda düştüm de... Hem bu kez, sol ayağımı da üzengi demirinden çıkaramadığımdan, yerde sürükleniyorum. Ölebilirdim. Ölmedimse, önde giden iki atın durmalarından, onlar durunca, benim seyis atım da durdu. Sürüklene sürüklene ölmekten kurtuldum. Pantolonumun sol dizkapağı boydan boya yırtılmış, dizimden şakır şakır kanlar akıyor.

Attan inen subaylar, atlannı seyise verdiler. Ben de atıma atladım. Yine atım, kulakları düşük, yürümeye başladı. Ödüm patlıyor, sağdan soldan koşan bir at çıkacak diye... Çünkü benimki de onların ardına takılacak. Öyle de oldu. Benim atım, o gün ö-nünde koşan hangi at gördüyse, onun ardına takıldı. Ben o seyis atının sırtında, tatbikat alanında ordan oraya, ordan oraya gittim geldim. Akımdaki at, beni ordan oraya koşturuyordu. Nasıl olduysa düşman olan Mavi kuvvetlerin içine düştüm. Hemen şap-kamdaki işaret bezini ters çevirip, mavisini dışa getirerek esir olmaktan kurtuldum.

Yine başka atın arkasından rüzgâr gibi koşan atım, az kalsın beni bir ağacın dalına asılı bırakacaktı. Dal, başımdan şapkayı sıyırıp attı. Şapkasız da kaldım. Yüzüm, çarpan dallardan çizik içinde...

Ve sonunda, dörtnal uçan atım, yine böyle karşıdan koşan bir atla çarpıştı. Gözümde şimşekler çaktı, bir süre kendime gelemedim. Kendime geldiğim zaman, yine at üstündeydim, ama beyaz bir atın... Anlaşılan o çarpışmada, nasıl olmuşsa biz atlan değişmişiz. Çarpışınca ben atımın üstünden fırlayıp, öbür atın üstüne çıkmışım. Bana çarpanın ve benim indiğim atın ne olduğunu bilmiyorum.

Akımdaki beyaz at, iyi bir attı. istediğim yere götürebiliyor-dum. Demek, seyis atı değil!..

Yanımı yönümü şaşırmışım, dağ bayır gidiyorum. Ama perişanım. Sağ ayağımdaki tozluk yok, düşmüş. Bir birliğin içine daldım. Bir Yüzbaşı: - Buraya gel! dedi.

Attan indim. Selam verdim. Ama başımda şapka yok. Sağ ayağımda tozluk yok. Kayış da düşmüş, pantalon belimden sarkmış. Pantalonun sol dizi boydan boya yırtık, kan içinde... Yüzümün çiziklerinden kan akıyor. Yüzbaşı:

50

- Bu ne? dedi, ne oldu sana?

Ne diyeyim? Yüzbaşı'nın arkasında bütün arkadaşlar... Üzüntümü anlayabilmeniz için, benim o zamanki niyetimi bilmelisiniz. Ben general olacağım, general...

- Efendim, dedim, düşman içine düştüm. Esir edeceklerdi. Kaçarken böyle oldum işte...

- Senin işin ne?

- Haberciyim. Size Binbaşı'nın emrini getirdim.

Binbaşı'nın verdiği emri söyledim. Ama kime biliyor musunuz? Mavi kuvvetlere. Çünkü ben kırmızı kuvvetlerdendim. Kırmızı kuvvet komutanının emrini, şaşkınlıktan Mavi kuvvetlere söylemiştim.

Bu yanlışlıktan sonra, bütün işler, birlikler, emirler birbirine karıştı. Ama sonunda her zamanki gibi Kırmızı kuvvet, yani biz galip geldik.

Şimdi, neden bitakım politikacıları seyis atına benzettiğimi anlamışsınızdır. Çünkü bunlar, kendi kendilerine yürüyemezler, ko-şamazlar; ille önlerinde, gölgelerinden gidecekleri başka bir politikacı bulunacak...

51

DONLA ŞAKA OLMAZ

Bilirsiniz; yatılı okullarda "bekâr" var, "evci" var. Evciler, cumartesi geceleri evlerinde kalırlar, bekârlar da bütün ders yılı gecelerini okulda geçirirler.

Süvari Selahattin, benim gibi bekârlardan. Bir pazar akşamı, koğuşta her zamanki gibi yıkanmış çamaşırlarımız dağıtılıyor.

Koğuş kıdemlisi:

- Herkes çamaşırını gelip alsın! diye bağırdı.

Kirli çamaşırlarımızı verip, yıkanmış çamaşırlarımızı alıyoruz. Çamaşırlar karışmasın diye, herkes kendi çamaşırına ya boyası çıkmaz kalemle numarasını yazıyor, ya siyah iplikle adını işliyor.

Herkesin sinirlendiği bir iş vardır ya... Bu Süvari Selahattin'in de sinirine giden iş, çamaşıra numara yazmak. Yazmaz. Sırtından kirlileri çıkarır, atar. Yıkanmış çamaşırlar dağıtılırken de yerinden kalkmaz. Herkes kendi işaretli çamaşırını alınca,

- Geriye kalanlar da benim! diye gider, her ne kalmışsa, onları toparlar alır.

Çapaçulluk işte, başka hiçbişey değil.

Kimileyin, yıkanmış çamaşır dağıtımında, geriye çamaşır artmadığı için, bişey alamaz. Kimileyin de eli kolu çamaşırla döner. Ama bunlar kendisinin mi, değil mi, belirsiz. Bir sürü, işaretsiz çamaşır...

Toparladığı çamaşırlara bakar, şaşar:

- Yahu benim böyle gömleğim yoktu be!...

O pazar akşamı, yıkanmış çamaşırlar dağıtılırken yine en son o gitti. Eli boş döndü.

- Mendil bile kalmamış! dedi.

- Temiz çamaşırın yok mu?

- Var ama, yalnız don yok...

- Ben sana bir don vereyim... dedim.

- Seninki bana olmaz... dedi.

52

Bu süvarilikte de donla pantolon çok önemli. Don ve pantolon ısmarlama yapılmış gibi, süvarinin bacaklarını sıkı sıkı saracak. Biniciler bilir, donla pantolon bacağa oturmazsa, iyi at binilemez. hele o süratli at gidişinde, kaynak yaparken bol gelen donun paçaları sıyrılır, sıyrılır, kıvrılır, toparlanır, yukarı çıkar, tomtopak bişey olur. Bu da biniciyi tedirgin eder. Ne kadar uğraşıp pantolonunun üstünden donun paçalarını aşağı çeksen, o yine toparlanır, yukarı çıkar. Don dar olsa, sıkar, bol olsa tomtopak büzülür. Onun için süvarinin donu, pantolonu tam ölçüsünde olacak.

Selahattin düşünmeye başladı. Ertesi gün de, bir general teftişe gelip, süvarileri manej taliminde görecek. Asıl üzüntüsü bundan... Selahattin mesleğine de tutkun. Don yüzünden bir başarısızlığa uğramak istemiyor.

Birlikte düşündük, taşındık. Aklıma, Cemal geldi. Cemal, tam Selahattin'in boyunda poşunda, ikisinin çamaşırı birbirine uyar. Selahattin:

- Cemal vermez... dedi.

- Yahu bir dondan ne çıkar, bir günlüğüne don verecek... Cemal de dünyanın en titiz çocuğu. Günde belki yirmi kez elini

yıkar. Gıcır gıcır çamaşırlarında bitek leke yok. Üstelik de cimri mi cimri... Evet, kendi donunu başkasına vermez.

- Ne yapacaksın?

- Valla bilmem, felaket...

Bunların bir de binicilik hocaları var, Yarbay, çok sinirli bir a-dam. Sınıf arkadaşları çoktan general olan bu sinirli Yarbay, at diye, binicilik diye ölüyor. Binicilik yüzünden, vücudunda iki üç yerinden kırılmamış tek kemiği yok. Bacak, kol, kaburga, bütün kemikleri kırık. Yürürken bile bu kırık kemikleri çıtır çıtır çıtırdar. Yarbay'ın bütün merakı at terbiyesi... Altındaki ata rumba oynatır. Atla bir konuşmadığı kalmış.

Bu Yarbay, teftişe gelen General'e öğrencilerinin bütün hünerlerini gösterecek. Başarılı öğrencisi olduğu için, Selahattin'i de çok seviyor.

- Ne yapacağız?

- Cemal'den isteriz bikez...

Selahattin, hem Yarbay'ı General'e karşı mahcup etmekten, hem de kendisi Yarbay'a mahcup olmaktan korkuyor.

53

Cemal'e gidip söyledik. Cemal:

- Kardeşim, don da verilir mi yahu? dedi.

- Ne olur be?

- Ne oluru var mı? Senin giydiğin donu, sonra ben ne yapayım? Dayanamadım:

- Mendil yap... dedim.

- Valla olmaz. Darılmayın çocuklar. Başka şey olsa vereyim. A-ma donumu veremem...

- Yahu, bir teftişlik be....

- Olmaz kardeşim. Terletir be... Ata binecek birader. Terden ne olur don...

- Yıkatırsın...

- Çıkar mı kardeşim, süvari teri...

- Sat öyleyse... Kaç paraysa verelim.

Satamıyor da. Arkadaşına kullanılmış don satıyor, diye adı çıkacak.

- Darılmayın, donumu veremem. Başka şey olsa... Cemal'in suratına baktım:

- Ama sen zararlı çıkarsın... dedim. Galiba ne demek istediğimi anladı.

Son derste, herkes derslikteyken, biz Selahattin'le koğuşa gittik. Cemal'in dolabını açtık. Çamaşırları bohçada duruyor. Bohçayı açtık. Bitek don var. Başka hiçbişey yok. Lastikli değil, belden düğmeli don. Donu aldı Selahattin. Bir kağıda, bir atbaşı resmi yaptım. Altına da "Altın nal çetesi" yazdım. Kâğıdı bohçaya koydum.

Güzellikle olmazsa böyle olur!

Ertesi gün baktım, Cemal hiç oralı değil. Demek dolabından donunu aldığımızdan haberi yok, bohçasını açmamış.

Süvariler sabah erkenden Ayazağa'ya gittiler. Kapalı manejde teftiş verecekler. Biz piyadeler de "Hürriyet-i Ebediye" tepesine tatbikata gittik.

Akşam okula döndük. Süvariler daha gelmemiş. Biz yemekhanedeyken süvariler geldi. Biraz sonra, yemekhanenin öbür başında bir kapışma oldu. Selahattin'in sesini duydum:

- Söyle, kimin donuydu?...

Cemal'in kafasına fasulye karavanasını geçirmiş, bağırıyor:

- Söyle kimin donuydu?...

54

Cemal'i elinden zorla aldık.

- Ne oldu yahu? Selahattin anlattı:

- O düğmeli donu sabahleyin ayağıma giydim. At binip Ayazağa'ya gittik. Yolda fark etmedim. Maneje girdik. General de geldi. Yarbay barut gibi... Süratliyle giderken, donun paçaları toparlanmaya başladı. Hay Allah... Tomtop oldu birader, bacaklarımın arasına girdi. Yarbay bizi attan atlatmadı mı? indik, atlar yanımızda dörtnala geçerken sıçrayarak at bineceğiz. Ben attan aşağı sıçrarken donun belindeki düğmeler kopmaz mı! Don indi bacaklarıma kardeşim... Benim at yanıma geldi. Sıçrayacağım üstüne, bacaklarımı açamıyorum ki... Herkes at bindi, gitti. Ben kaldım. Hırsından Yarbay'in kemikleri çıtırdamaya başladı. Atlar manej yerini bir daha dönüp yanıma geldi. Bir hamle ettim, bacağımı açamam. Bacaklarıma dolanıp sarılmış olan donu bitürlü yukarı çekemiyorum ki kardeşim... Rezil oldum. Baktım olmayacak, atın yanımdan ü-çüncü geçişinde, bacaklarımı açmadan kendimi top gibi fırlattım. Gelgelelim, bacaklarımı açamadığımdan atın üstünde duramadım, üstünden aşıp, öbür yana düştüm. Gözüm benim atta. At bir daha yanımdan geçerken, kendimi bir daha fırlattım, hop öbür yana... Kendimi fırlatıp atıyorum. Parçalanacağım. General acıdı:

- Ne oluyor bu delikanlıya Yarbay'ım? dedi.

Ben var gücümle bacaklarımı havada makaslayınca, don korkunç bir cayırtı çıkararak ikiye ayrıldı. Ben de eyerin üstüne oturdum. Bu kez de, eyer üstünde inip kalktıkça don büzülür, büzülür, yukarı sıyrılır. Donun ağı da kalmadığından daha beter topak oluyor. Çıldıracağım arkadaşlar. Bereket versin, pantolonumun cebi her zaman deliktir de, elimi delikten sokup, donu parça parça koparmaya başladım. Donu parça parça koparıp parçalan cebime dolduruyordum. Bacağımın arasında kalan son parçayı çıkarmak i-çin elimi soktum. Arkamdan Necmi:

- Ne yapıyorsun? dedi.

- Ne yapıyorum?

- Dönüp baksana!...

Bir de baktım, manej yeri, konfeti serpilmiş gibi beyaz bez parçalarıyla dolmuş. Havada bez parçalan uçuşuyor. Bende akıl mı kalmış kardeşim. Kopardığım don parçalannı cebime koyuyorum

55

diye, havaya serpiyormuşum. Rezil oldum. Cemal öteden:

- Tabi, dedi, donumu çalacağınızı anlamıştım. Ben de bütün çamaşırlarımı kaldırdım dolaptan. Patates Necmi'nin donunu bohçaya koydum.

Patates Necmi, Selahattin'in iki iriliğindeydi. Patates Necmi bunu duyar duymaz:

- Vay, benim donum mu? diye bağırdı.

Sonra üçü birbirinin üstüne atılıp boğuşmaya başladılar. Biz de arkadaşlık görevimizi yerine getirip, hep bir ağızdan.

- Vur! Vur! Vur!... diye bağınyorduk.

56

GARBA AÇILAN PENCERE

Biz artık buna alıştık; tanınmış bir gazeteci, bir yazar, bir politikacıyla, bir yönetmenle birlikte bir geziye çıkmışsa, uğradıkları yerlerde o politikacı, o yönetmen nutuk çekmişse, gezi dönüşünde yazar herkese şöyle der:

- O nutku ben hazırlamıştım.

Öyle nutuklar dinlemişizdir ki, sonradan söylenilenlere inanmak gerekirse, o nutku, beş kişi, on kişi yazmış olduklarım iddia etmişlerdir. Hiç değilse, yazılmış olan nutku düzeltmişlerdir. Böylece, bizdeki siyasi nutukların çoğunun neden saçmasapan olduğu daha iyi anlaşılır.

Onun için politikacılar geziye çıkarlarken, en iyisi, dalkavuklarına güvenseler bile, yanlarına gazeteci yazarlardan hiçbirini almamalıdırlar. Çünkü bunlar, onbinlerce kişi önünde politikacının coşkuyla oracıkta ezbere söyleyiverdiği nutku bile,

- Ben yazmıştım! diye sonradan övünürler.

Orada bulunanlardan daha kırkına varmamış bir gazeteci,

- Ben de çok nutuk yazmıştım zamanında, dedi, yazdığım nutuklarla milletvekili seçtirdiklerini bile vardır, îlk nutkumu ondo-kuz yaşımdayken Müftü için yazmıştım.

Bu girişten sonra nutuk hikayesini anlatmaya başladı:

- Bizim orası küçük yer, taşra ili... Küçük yerde büyük görünmek kolay oluyor. Ben de daha lisenin onuncu sınıfındayken, ilin tek gazetesine başyazılar yazmaya başlamıştım. Herkes "Kalemi kuvvetli maşallah" diyordu.

Liseyi bitirdiğim yıldı. Bizim ile demiryolu ulaştı. İlk tren gelecek. Herkeste bir hazırlık, bir hazırlık...

Müftü Efendi bizim uzaktan akrabamız olur. Bana bir haber gönderdi: "Aman bir nutuk yazsın, trenin geldiği gün okuyacağım..."

Müftü Efendi çok sayılan bir bilgin kişi. Çocukluğumuzdan beri büyük, küçük hep böyle duymuşuz. Bize göre, Müftü Efendi'nin bilmediği hiçbişey yok. Gencimiz, yaşlımız buna inanmışız. Sam-

57

nm, Müftü Efendi o zaman yetmişini geçkindi. Bembeyaz uzun sakalı vardı. Evinden pek seyrek çıkardı. Böylece ağzından dökülen her hece, ayrı bir değer kazanırdı. Biz onun çok derin bilgisini, bu susuşundan çıkarıyorduk.

En çok bildiği tarih, bizim ilin tarihiydi. Bütün il sınırlan içinde geçmiş olaylan bilirdi. Şu evde kimler yaşamış, neler yapmışlar, eski yangınları, Bizanslılar zamanını, İslam ordusunun bu kenti zaptını, herşeyi, herşeyi bilirdi.

Bütün kent halkı Müftü Efendi'yle ovunurduk. Vali, Belediye Başkanı filan, bunlann hepsi Müftü Efendi'den çok sonra gelirdi. Büyüklerden biri şehrimize gelse, hemen ziyaretine gider, Müftü Efendi'nin elini öperdi.

îşte bu denli önemli kişi olan Müftü Efendi'nin, şehrimize ilk trenin gelişi günü yapılacak törende bir nutuk söylemesi gerekiyordu. O da bu çok önemli nutku yazma görevini bana vermişti. Bu işin ağırlığı altında ezildim. O yaşta, İstanbul, Ankara gibi büyük şehirleri bile daha görmemişim. İlk trenin gelişinde neler söylemenin gerekli olduğunu bilmiyordum. Bütün bilgim, okuduğum bikaç kitaptan, gazete ve dergi yazılarından geliyor. Çok sıkı çalışarak üç günde, bir nutuk hazırladım. Müftü Efendi'ye amcamla gönderdim.

Trenin ilk gelişi günü büyük tören yapıldı. Bütün şehir halkı istasyona yığıldı. Lokomotif geldi. Kurbanlar kesildi. Önce Vali bir nutuk söyledi, arkadan Müftü Efendi... Ben, Müftü Efendi'den daha heyecanlıydım. Nutkun hâlâ aklımda kalan parçalan aşağı yu-kan şunlar:

"Tren, garba açılan bir penceredir. Bu pencereden ziya girecek, yalnız ziya değil başka şeyler de girecek. Medeniyet, tekerleklerin üstüne binerek bize kadar geldi. Tekerlek ne demektir? Tekerlek, medeniyetin ayağıdır. Tekerlek olmasaydı, dünyada hiçbirimiz olamazdık. Biz bugün tekerleklerin sayesinde ilerliyoruz. Şu tünele, şu dağların içine açılmış deliklere bakınız. Şu gördüğünüz delikten neler doğacak neler. Nurlu istikbal bizimdir.

Bu bir hazinedir. Eline geçirdiğin bu hazineyi iyi kullan hemşehri! İyi kullanırsan, çok para kazanırsın, zengin olursun, itibarın artar.

58

Tekerlekler, raylar üzerinde kayacak. İşler eskisi gibi zor değil. Her seferi seni zengin edecek hemşehri! Kaç sefer olursa o kadar kârlısın.

iş yol açılıncaya kadardı. Bir kere yol açıldı ya, artık bütün hemşehrilerimiz bu yolun üstünden kolaylıkla gidip gelecektir. Mallarımızın değeri artacaktır. Sen de malının değerini, kadrini bil!..

Cumhuriyet sayesinde önümüze gelen bu malın kıymetini bilelim; binerken, üstüne basarken, içine girerken titremeliyiz. Dikkatli binmezsek bozulur, sonra bizden başkaları kullanamaz. Elin, yabancının malı değil ki hor kullanalım. Kendi malımız, bütün hemşehrilerimizin. Hepimizin ortak malımız.."

Ondokuz yaşında, taşra lisesini yeni bitirmiş bir genç başka ne yazabilir, işte böyle şeyler...

Müftü Efendi'nin nutku, umulandan da çok alkışlandı. Öbür nutukların hiçbiri, Müftü'nün nutkunun etkisini yapmadı. Alkış kıyamet... Herkes "Bizim Müftü gerçekten derin hoca..." demeye başladı. Doğrusu, Müftü Efendi de nutku hem iyi ezberlemiş, hem de güzel, heyecanlı söyledi.

O günden sonra, nerede bir tören, bir toplantı olsa, Müftü Efendiyi nutuk söylemeye çağırdılar. Müftü Efendi de her gittiği yerde hep o nutku tekrarlayıp durdu. Yalnız nutkun içinden "tren" kelimesini çıkarıyor, geri kalanlarını olduğu gibi söylüyordu. Nutuk herkese o denli güzel geldi ki, hiçbirimiz nutku tekrar tekrar dinlemekten bıkıp usanmıyorduk. Cumhuriyet Bayramı'nda, bir kereste fabrikasının açılışında, büyüklerden birinin şehre gelişinde, hep bu nutuk söylendi.

Ziya adında bir akrabamız var, babası çok zengin. Bunlar İstanbul'dan bir gelin getirdiler. Görülmemiş, duyulmamış bir düğün yapıldı. Düğün ziyafetine; şehrin bütün ileri gelenleri çağrıldı. Biz de gittik. Aile çok mutaassıp, ama son derece mutaassıp... Kadınlarla erkekler ayrı odalarda yemek yiyoruz. Ne de olsa gelin İstanbullu olduğundan, yemekten sonra kadın erkek hep bir a-raya toplanıldı. Müftü Efendi'ye konuşması için rica edildi. Doğrusu, Müftü Efendi konuşmak istemedi. Ama öyle zorladılar ki, adamcağız konuşmak zorunda kaldı. Ayağa kalktı, başladı konuşmaya:

59

11

"Muhterem hemşehrilerim!

Yeni kurulan bu yuva, garba açılan bir penceredir."

Daha nutkun başında bir hoşnutsuzluk mırıltısı başladı. Ailenin pencereye, hele garba açılan pencereye benzetilmesi, bizim mutaassıp çevremizin insanlarını sinirlendirdi. Müftü Efendi gelini göstererek devam etti:

"Bu pencereden ziya girecek, yalnız ziya değil, başka şeyler de girecek..."

Zaten istanbul'dan kız aldığı için yayılan dedikodulardan sinirli olan damat Ziya'nın kaşı, gözü oynamaya başladı. Ziya'nm elleri titriyordu. Müftü Efendi devam etti:

"Medeniyet, nur gibi medeniyet, tekerleklerin üstüne binerek bize kadar geldi. Onu hepimiz kucaklayıp bağrımıza basacağız. Çünkü o hepimizindir."

Sinirli, kızgın öksürüklerle nutuk kesiliyordu.

"İşte karşınızda tekerlek! Tekerlek ne demektir? Tekerlek olmasaydı, dünyada hiçbirimiz olamazdık. Tekerlek medeniyettir. Biz bugün tekerleğe, medeniyetin tekerleğine kavuştuk."

Damat Ziya elini arka cebine attı. Bir cinayet olabilirdi. Bu gergin havada Müftü Efendi, nutkuna devam etti:

"Şu tünele bakınız! Bu delikten neler doğacak, neler! Nurlu istikbal bizimdir."

Yer yer yükselen mırıltıları, her zamanki gibi başarısının sesli gösterisi sanan Müftü Efendi, damat Ziya'ya dönerek şöyle dedi:

"Bu bir hazinedir! Eline geçirdiğin bu hazineyi iyi kullan hemşehri! İyi kullanırsan çok para kazanırsın, zengin olursun, memlekette itibarın artar. İşler eskisi gibi zor değil artık. Her seferi seni zengin edecek. Kaç sefer olursa o kadar kârlısın genç hemşehri!..."

60

Arkadaşları, damadın elini tutmasalar, kan dökülecekti. Kayınpeder, Müftü Efendi'nin kulağına bişeyler söyledi. Müftü Efendi, başını salladı, nutkuna devam etti:

"İş, bir kere yol açılıncaya kadardır. Yol açıldı ya, herkes rahat rahat gidip gelecek. Arkadaş, cumhuriyetimizin sayesinde sahip olduğumuz bu kıymetli malın değerini bilelim; binerken, üstüne basarken, içine girerken titremeliyiz. Dikkatli binmezsek, çabucak bozulur, başkaları istifade edemez, yabancının malı değil ki, hor kullanalım. Kendi malımız!.."

Arkadaşları dışarı çıkardıkları için, damat Müftü Efendi'nin sözlerinin sonunu duymamıştı. Nutuktan sonra bir soğuk hava esti. Müftü Efendi, neden alkışlanmadığına çok şaştı. Ziyafet dağıldı.

Üç gün sonra da Ziya, İstanbul'dan getirdiği güzel gelini geri gönderdi. Boşandılar.

61

NASIL YAZIYORMUŞUM?

Bir mektup aldım, yalnız bana değil, birçok yazarlara gönderilmiş. Şöyle başlıyor mektup:

"Bilirsiniz, okurlar, yazılan ve yapıdan ötesinde, yazarlan merak ederler."

Mektubu yazan bana, "Bilirsiniz" diyor ama, doğrusu ya bilmiyorum; gerçekten okurlar, yazarlan "yazılarının ve yapıtlannın ö-tesinde" merak ederler mi?

Mektubu okuyalım:

"Okurlann en çok merak ettikleri özelliklerden biri de, yazarla-nn yazılannı nasıl, hangi ortamda yazdıklarıdır."

Haaa, şimdi anlar gibi oluyorum okurların neyi merak ettiklerini. Doğrudur, okurlar bunlan merak ederler. Çünkü, anormal, olağanüstü, sürprizli, şaşırtıcı durumlar bekler, daha doğrusu içlerinden böyle olmasını isterler.

Şimdi mektuptaki sorulara geçelim ve cevaplanmızı verelim.

Soru - Hangi ortamda yazarsınız?

Cevap - "Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir. Çok ciddi bir yazı yazacaksam, odamın kapısını ve pencerelerini sımsıkı kapatırım. Masamda bir iskelet kafası vardır. Masa lambamı, bu iskelet kafasını aydınlatacak biçime getiririm. Konu üstünde yoğunlaşa-bilmem için, evde ölü sessizliği olması gerekir. Bu derin sessizlik i-çinde sürekli olarak, biyandan da müzik çalınmalıdır. Brahms, Bach, Bethoven'in, yani adlannın başında "B" olan üç büyük "B "le-rin eserlerini dinlerim. Dikkatimin uyanık olması için odanın ısısı o-naltı dereceyi geçmemelidir. Bunun için yaz aylannda ciddi yazılar yazamam, yazmaya kalkarsam, sıcaktan yazılarım mizahi olur.

Milli eserleri de yine bu atmosfer içinde yazanm. Yalnız, yazımın milli olması için, masamda buzlu rakıyla sakız leblebisi bulunmalıdır. Yazıyı yazarken zora geldikçe rakı içerek kafamı bulurum. Yazımın evrensel bir düzeye ulaşması için, viskiyle votkayı kanştınp yaptığım ve adını koegzistans koyduğum içkiden içerim.

62

Romantik ve lirik yazılar yazmak için dağbaşlannda yada deniz ve göl kıyılarındaki otellere çekilirim. Buralannı sessizlik için değil, otel odalannın anahtar deliklerinden içerdekilerini gözetlemek için seçerim. Böylece hem sosyal hayatı yakından incelemiş olurum, hem de gördüğüm manzaralardan heyecan duyarım. Çünkü yazar, bir heyecan adamıdır.

Mizah yazılanını da hamamda yada hayvan pazarlanna yakın, çok gürültülü yerlerde yazmayı yeğlerim.

Çalışma isteği kazanmak için İstanbul bitirimlerinin arasına ka-nşınm. Bir zaman kumarhanelerde, meyhanelerde dolaşınm, oralardan aldığım esini sabahçı kahvelerinde, mevsim yazsa, köprü altı dubalannda defterime not ederim. Yılda, birkaç hafta, kimseye haber vermeden serseri hayatı yaşanm."

işte böyle yada buna benzer saçmalıklar anlatırsam, gerçekten de okurlann merakını giderir, ilgilerini çekerim. Yazı masasında çalışırken, kucağıma bir sarışın güzel almazsam,- yazamadığımı söylesem... Hayır, bunun yalan olduğunu anlar ve bana inanmazlar. Ama bunu, başkalan gizli gizli yazarsa, okurlar inanır ve çok ilginç bulurlar. Yalnız yazarlan değil, genellikle bütün sanatçıları, ya yan deli yada tam deli görmek eğilimi vardır. Kimi sanatçılar da yapmacık yollarla deliliğe özenerek okurlann ilgisini tırnaklarlar.

Bir şair tanıyorum, bir iş hanında, emlak komisyonculannınkini andıran oldukça lüks bir yazıhane tutmuştu. Masasında hep yan dolu içki şişeleri bulundurur ve gelenlere durmadan içiyormuş izlenimi vermek isterdi. Oysa içmezdi, ama kapı aralanırken hemen elini içki bardağına atardı.

Bir şair, en güzel şiirlerini, Beyazıt kulesinin tepesinde, kendini aşağı atıp öldürmek bunalımları içinde yazdığını söylerse, okurlar, şairin bu delice isteğiyle, şiirlerinden daha çok ilgilenirler.

Sanınm, yeryüzünde ünleri en yaygın ressam Van Gogh, Goga-in, Toulouse Lautrec'tir. Salt sanatlanndan değil bu, delilikleri, sa-katlıklan, sanatlannın önünde gitmiştir.

Dünya edebiyat, sanat, felsefe tarihinin kırk elli ünlü adı vardır ki, hiçbir eserlerini okumadıklan halde pek çok kişi onların homoseksüel olduklanm bilir ve aktif mi, pasif mi homoseksüel olduk-lan eserlerinden daha çok merak edilir.

Şaşırtıcı davranışlanyla, okurlardaki bu merakı gıdıklamaya ça-

63

lisan yazarlar da vardır. Kendilerinde gerçekten değer ve sanat gücü varsa, bilerek yaptıkları saçmalıklar, değerlerinin tanınmasına yardımcı olur; yok, değersizseler, ortalıkta maskara, alay konusu olurlar.

Orhan Veli, bunun için sakal bırakmıştır. (O zaman Türkiye'de gençlerin sakal bırakmasına alışılmamıştı.) Siz buna, hiç olmazsa biçimde toplum kurallarına başkaldırmak da diyebilirsiniz. Bir gece Orhan Veli, konuk kaldığı Pendik'te ressam Haşmet Akal'ın e-vinde, nasıl edip de şiirlerine yaygınlık sağlayacağını sabaha dek düşünmüş, sonra uçakla istanbul'un üstüne şiirlerini yağdırmaya karar vermiş. Uçak nasıl kiralanacak, para nasıl bulunacak?

iki üç gün sonra hemen bütün gazete ve dergilerde, Orhan'ın "Rakı şişesinde balık olsam" dizesiyle alay ediliyordu. Bu alaylar yüzünden artık uçağa gerek kalmamıştır. Alaylar, tek uçak değil, uçak filolarından istanbul'a yağdırılacak şiirlerin etkisini yapmıştır. Orhan Veli, gerçekten değerli şair olmasaydı, alay konusu olarak kalır, maskara olurdu. Sonralan Orhan'ın şiiriyle alan edenler, alay konusu olmuşlardır.

Ben bu olayı, Bükreş'te Romen yazarlarından birkaç kişiye anlatınca, onlar da bana şu olayı anlattılar. Şimdi adını hatırlayamadığım bir genç şair, üstüste birkaç kitap çıkarmış, ama hiçbir ilgi görmemiş, tek eleştiri yazılmamış. Birgün gazeteler, genç şairin intihar ettiğini yazmışlar. Bütün eleştirmenler kollan sıvamış, gazeteler, dergiler o şairin övgüleriyle dolmuş. Kitaplan üstüste birkaç basım yapmış, iki üç ay sonra ona övgü yazan eleştirmenlerden biri, intihar etti bilinen şairi bir meyhanede görünce deliye dönmüş. "Bu alçaklıktır!", "Peki, şair ölmeden önce eleştirmenlerin susmaları nedir?" Bu Romen şairi de değerli olduğundan, hiç de maskara olmamış.

Okurlann, gerçekten hangi ortamda yazdığımı gerçek yüzüyle öğrenmek istediklerini sanmıyorum. Ama sormuşsunuz, anlatayım. Ortam mortam diye bişey yok, ne demek ortam? Hiçbir Türk yazan, yazı yazması için uygun bir ortam arayacak duruma gelmemiştir. Nerde, neresini, nasıl bulursak, orda yazmak zorundayız. Yalnız son yıllarda, bazı senaryo yazarlannı, film yapımcılan gürültüsüz otellere götürmeye başladılar. Bu oldukça lüks otellerde kapanıyor, onbeş yirmi gün yiyip içip senaryo yazıyorlar. Bu yazarlar, bu rahat ortam içinde daha iyi senaryo yazamayacaklannı

64

atı üstünde iki kişiydik: Binbaşı ve habercisi... Belalar içinde, yine de insanoğlu bir avuntu bulabilmeli. Binbaşı'mn arkasına düştüm, ya önüne düşseydim... Binbaşı başını çevirip:

- O ne? diye bağırdı. Kendimi yere attım.

- Efendim... diye başlayıp bişeyler kekeledim, iyi ki Binbaşı üstelemedi.

Kendi atıma sıçradım. Binbaşı bana beşinci bölüğe söylenecek bir emir verdi. Atı beşinci bölüğün olduğu yere süreceğim. Baldırla-dım, gitmez. Topuklanmı karnına vurdum, gitmez. Önümdeki Binbaşı'mn atı yürümeyince benim seyis atı kıpırdamıyor. Binbaşı atını başka yere sürünce benimki de arkasından yürüdü. Binbaşı sert,

- Ben sana ne dedim? dedi. Sesimi çıkarmadım.

- Ben sana "Beşinci bölüğe git..." demedim mi? Yine sesimi çıkarmadım.

- Ne duruyorsun?

Ben mi duruyorum, at duruyor. Ama bunu Binbaşı'ya nasıl anlatırsın?

Binbaşı kızdı:

- Çekil, çekil!., diye bağırdı. Senin gibi haberci istemiyorum, defol!..

Nasıl defolayım, anlamıyorum ki... Binbaşı'mn atının arkasından benim at tins tins gidiyor. Hayvanın başını çevirmek için dizginlere nasıl var gücümle asılıyorum, atoğlu at bana mısın demiyor.

- Git oğlum, git başımdan... Git be... Bela mısın yahu?... Defol...

- Efendim... at gitmiyor... ben gideceğim ama... at... bu hayvan...

Binbaşı'mn kızgın suratı yumuşadı. Güldüğünü belli etmemek için, başını çevirdi.

- inattan! dedi.

Attan ineceğim sırada karşıdan iki atlı kopmuş bize doğru geliyor. Benim at, o iki atı görünce daha durur mu? Bir parladı, haydi o iki atın arkasından... nasıl bir felaket, nasıl bir bela... Benim artık bütün çabam, attan düşmemek. Öyle uçuyoruz ki düşersem parça

49

parça olacağım. Evet, sonunda düştüm de... Hem bu kez, sol ayağımı da üzengi demirinden çıkaramadığımdan, yerde sürükleniyorum. Ölebilirdim. Ölmedimse, önde giden iki atın durmalarından, onlar durunca, benim seyis atım da durdu. Sürüklene sürüklene ölmekten kurtuldum. Pantolonumun sol dizkapağı boydan boya yırtılmış, dizimden şakır şakır kanlar akıyor.

Attan inen subaylar, atlarını seyise verdiler. Ben de atıma atladım. Yine atım, kulakları düşük, yürümeye başladı. Ödüm patlıyor, sağdan soldan koşan bir at çıkacak diye... Çünkü benimki de onların ardına takılacak. Öyle de oldu. Benim atım, o gün ö-nünde koşan hangi at gördüyse, onun ardına takıldı. Ben o seyis atının sırtında, tatbikat alanında ordan oraya, ordan oraya gittim geldim. Akımdaki at, beni ordan oraya koşturuyordu. Nasıl olduysa düşman olan Mavi kuvvetlerin içine düştüm. Hemen şap-kamdaki işaret bezini ters çevirip, mavisini dışa getirerek esir olmaktan kurtuldum.

Yine başka atın arkasından rüzgâr gibi koşan atım, az kalsın beni bir ağacın dalına asılı bırakacaktı. Dal, başımdan şapkayı sıyırıp attı. Şapkasız da kaldım. Yüzüm, çarpan dallardan çizik içinde...

Ve sonunda, dörtnal uçan atım, yine böyle karşıdan koşan bir atla çarpıştı. Gözümde şimşekler çaktı, bir süre kendime gelemedim. Kendime geldiğim zaman, yine at üstündeydim, ama beyaz bir atın... Anlaşılan o çarpışmada, nasıl olmuşsa biz atları değişmişiz. Çarpışınca ben atımın üstünden fırlayıp, öbür atın üstüne çıkmışım. Bana çarpanın ve benim indiğim atın ne olduğunu bilmiyorum.

Akımdaki beyaz at, iyi bir attı. istediğim yere götürebiliyor-

dum. Demek, seyis atı değil!..

Yanımı yönümü şaşırmışım, dağ bayır gidiyorum. Ama perişanım. Sağ ayağımdaki tozluk yok, düşmüş. Bir birliğin içine daldım. Bir Yüzbaşı:

- Buraya gel! dedi.

Attan indim. Selam verdim. Ama başımda şapka yok. Sağ ayağımda tozluk yok. Kayış da düşmüş, pantalon belimden sarkmış. Pantalonun sol dizi boydan boya yırtık, kan içinde... Yüzümün çiziklerinden kan akıyor.

Yüzbaşı:

50

- Bu ne? dedi, ne oldu sana?

Ne diyeyim? Yüzbaşı'nın arkasında bütün arkadaşlar... Üzüntümü anlayabilmeniz için, benim o zamanki niyetimi bilmelisiniz. Ben general olacağım, general...

- Efendim, dedim, düşman içine düştüm. Esir edeceklerdi. Kaçarken böyle oldum işte...

- Senin işin ne?

- Haberciyim. Size Binbaşı'nın emrini getirdim.

Binbaşı 'nın verdiği emri söyledim. Ama kime biliyor musunuz? Mavi kuvvetlere. Çünkü ben kırmızı kuvvetlerdendim. Kırmızı kuvvet komutanının emrini, şaşkınlıktan Mavi kuvvetlere söylemiştim.

Bu yanlışlıktan sonra, bütün işler, birlikler, emirler birbirine karıştı. Ama sonunda her zamanki gibi Kırmızı kuvvet, yani biz galip geldik.

Şimdi, neden bitakım politikacıları seyis atına benzettiğimi anlamışsınızdır. Çünkü bunlar, kendi kendilerine yürüyemezler, ko-şamazlar; ille önlerinde, gölgelerinden gidecekleri başka bir politikacı bulunacak...

51

DONLA ŞAKA OLMAZ

Bilirsiniz; yatılı okullarda "bekâr" var, "evci" var. Evciler, cumartesi geceleri evlerinde kalırlar, bekârlar da bütün ders yılı gecelerini okulda geçirirler.

Süvari Selahattin, benim gibi bekârlardan. Bir pazar akşamı, koğuşta her zamanki gibi yıkanmış çamaşırlarımız dağıtılıyor.

Koğuş kıdemlisi:

- Herkes çamaşırını gelip alsın! diye bağırdı.

Kirli çamaşırlarımızı verip, yıkanmış çamaşırlarımızı alıyoruz. Çamaşırlar karışmasın diye, herkes kendi çamaşırına ya boyası çıkmaz kalemle numarasını yazıyor, ya siyah iplikle adını işliyor.

Herkesin sinirlendiği bir iş vardır ya... Bu Süvari Selahattin'in de sinirine giden iş, çamaşıra numara yazmak. Yazmaz. Sırtından kirlileri çıkarır, atar. Yıkanmış çamaşırlar dağıtılırken de yerinden kalkmaz. Herkes kendi işaretli çamaşırını alınca,

- Geriye kalanlar da benim! diye gider, her ne kalmışsa, onları toparlar alır.

Çapaçulluk işte, başka hiçbişey değil.

Kimileyin, yıkanmış çamaşır dağıtımında, geriye çamaşır artmadığı için, bişey alamaz. Kimileyin de eli kolu çamaşırla döner. Ama bunlar kendisinin mi, değil mi, belirsiz. Bir sürü," işaretsiz çamaşır...

Toparladığı çamaşırlara bakar, şaşar:

- Yahu benim böyle gömleğim yoktu be!...

O pazar akşamı, yıkanmış çamaşırlar dağıtılırken yine en son o gitti. Eli boş döndü.

- Mendil bile kalmamış! dedi.

- Temiz çamaşırın yok mu?

- Var ama, yalnız don yok...

- Ben sana bir don vereyim... dedim.

- Seninki bana olmaz... dedi.

52

Bu süvarilikte de donla pantolon çok önemli. Don ve pantolon ısmarlama yapılmış gibi, süvarinin bacaklarını sıkı sıkı saracak. Biniciler bilir, donla pantolon bacağa oturmazsa, iyi at binilemez. hele o süratli at gidişinde, kaynak yaparken bol gelen donun paçaları sıyrılır, sıyrılır, kıvrılır, toparlanır, yukarı çıkar, tomtopak bişey olur. Bu da biniciyi tedirgin eder. Ne kadar uğraşıp pantolonunun üstünden donun paçalarını aşağı çeksen, o yine toparlanır, yukarı çıkar. Don dar olsa, sıkar, bol olsa tomtopak büzülür. Onun için süvarinin donu, pantolonu tam ölçüsünde olacak.

Selahattin düşünmeye başladı. Ertesi gün de, bir general teftişe gelip, süvarileri manej taliminde görecek. Asıl üzüntüsü bundan... Selahattin mesleğine de tutkun. Don yüzünden bir başarısızlığa uğramak istemiyor.

Birlikte düşündük, taşındık. Aklıma, Cemal geldi. Cemal, tam Selahattin'in boyunda poşunda, ikisinin'çamaşırı birbirine uyar. Selahattin:

- Cemal vermez... dedi.

- Yahu bir dondan ne çıkar, bir günlüğüne don verecek... Cemal de dünyanın en titiz çocuğu. Günde belki yirmi kez elini

yıkar. Gıcır gıcır çamaşırlarında bitek leke yok. Üstelik de cimri mi cimri... Evet, kendi donunu başkasına vermez.

- Ne yapacaksın?

- Valla bilmem, felaket...

Bunların bir de binicilik hocaları var, Yarbay, çok sinirli bir a-dam. Sınıf arkadaşları çoktan general olan bu sinirli Yarbay, at diye, binicilik diye ölüyor. Binicilik yüzünden, vücudunda iki üç yerinden kırılmamış tek kemiği yok. Bacak, kol, kaburga, bütün kemikleri kmk. Yürürken bile bu kırık kemikleri çıtır çıtır çıtırdar. Yarbay'ın bütün merakı at terbiyesi... Altındaki ata rumba oynatır. Atla bir konuşmadığı kalmış.

Bu Yarbay, teftişe gelen General'e öğrencilerinin bütün hünerlerini gösterecek. Başarılı öğrencisi olduğu için, Selahattin'i de çok seviyor.

- Ne yapacağız?

- Cemal'den isteriz bikez...

Selahattin, hem Yarbay'ı General'e karşı mahcup etmekten, hem de kendisi Yarbay'a mahcup olmaktan korkuyor.

53

Cemal'e gidip söyledik. Cemal:

- Kardeşim, don da verilir mi yahu? dedi.

- Ne olur be?

- Ne oluru var mı? Senin giydiğin donu, sonra ben ne yapayım? Dayanamadım;

- Mendil yap... dedim.

- Valla olmaz. Darılmayın çocuklar. Başka şey olsa vereyim. A-ma donumu veremem...

- Yahu, bir teftişlik be....

- Olmaz kardeşim. Terletir be... Ata binecek birader. Terden ne olur don...

- Yıkatırsın...

- Çıkar mı kardeşim, süvari teri...

- Sat öyleyse... Kaç paraysa verelim.

Satamıyor da. Arkadaşına kullanılmış don satıyor, diye adı çıkacak.

- Darılmayın, donumu veremem. Başka şey olsa... Cemal'in suratına baktım:

- Ama sen zararlı çıkarsın... dedim. Galiba ne demek istediğimi anladı.

Son derste, herkes derslikteyken, biz Selahattin'le koğuşa gittik. Cemal'in dolabını açtık. Çamaşırları bohçada duruyor. Bohçayı açtık. Bitek don var. Başka hiçbişey yok. Lastikli değil, belden düğmeli don. Donu aldı Selahattin. Bir kağıda, bir atbaşı resmi yaptım. Altına da "Altın nal çetesi" yazdım. Kâğıdı bohçaya koydum.

Güzellikle olmazsa böyle olur!

Ertesi gün baktım, Cemal hiç oralı değil. Demek dolabından donunu aldığımızdan haberi yok, bohçasını açmamış.

Süvariler sabah erkenden Ayazağa'ya gittiler. Kapalı manejde teftiş verecekler. Biz piyadeler de "Hürriyet-i Ebediye" tepesine tatbikata gittik.

Akşam okula döndük. Süvariler daha gelmemiş. Biz yemekhanedeyken süvariler geldi. Biraz sonra, yemekhanenin öbür başında bir kapışma oldu, Selahattin'in sesini duydum:

- Söyle, kimin donuydu?...

Cemal'in kafasına fasulye karavanasını geçirmiş, bağırıyor:

- Söyle kimin donuydu?...

54

Cemal'i elinden zorla aldık.

- Ne oldu yahu? Selahattin anlattı:

- O düğmeli donu sabahleyin ayağıma giydim. At binip Ayazağa'ya gittik. Yolda fark etmedim. Maneje girdik. General de geldi. Yarbay barut gibi... Süratliyle giderken, donun paçaları toparlanmaya başladı. Hay Allah... Tomtop oldu birader, bacaklarımın arasına girdi. Yarbay bizi attan atlatmadı mı? indik, atlar yanımızda dörtnala geçerken sıçrayarak at bineceğiz. Ben attan aşağı sıçrarken donun belindeki düğmeler kopmaz mı! Don indi bacaklarıma kardeşim... Benim at yanıma geldi. Sıçrayacağım üstüne, bacaklarımı açamıyorum ki... Herkes at bindi, gitti. Ben kaldım. Hırsından Yarbay'in kemikleri çıtırdamaya başladı. Atlar manej yerini bir daha dönüp yanıma geldi. Bir hamle ettim, bacağımı açamam. Bacaklarıma dolanıp sarılmış olan donu bitürlü yukarı çekemiyorum ki kardeşim... Rezil oldum. Baktım olmayacak, atın yanımdan ü-çüncü geçişinde, bacaklarımı açmadan kendimi top gibi fırlattım. Gelgelelim, bacaklarımı açamadığımdan atın üstünde duramadım, üstünden aşıp, öbür yana düştüm. Gözüm benim atta. At bir daha yanımdan geçerken, kendimi bir daha fırlattım, hop öbür yana... Kendimi fırlatıp atıyorum. Parçalanacağım. General acıdı:

- Ne oluyor bu delikanlıya Yarbay'ım? dedi. Ben var gücümle bacaklarımı havada makaslayınca, don korkunç bir cayırtı çıkararak ikiye ayrıldı. Ben de eyerin üstüne oturdum. Bu kez de, eyer üstünde inip kalktıkça don büzülür, büzülür, yukarı sıyrılır. Donun ağı da kalmadığından daha beter topak oluyor. Çıldıracağım arkadaşlar. Bereket versin, pantolonumun cebi her zaman deliktir de, elimi delikten sokup, donu parça parça koparmaya başladım. Donu parça parça koparıp parçalan cebime dolduruyordum. Bacağımın arasında kalan son parçayı çıkarmak i-çin elimi soktum. Arkamdan Necini:

- Ne yapıyorsun? dedi.

- Ne yapıyorum?

- Dönüp baksana!...

Bir de baktım, manej yeri, konfeti serpilmiş gibi beyaz bez parçalarıyla dolmuş. Havada bez parçalan uçuşuyor. Bende akıl mı kalmış kardeşim. Kopardığım don parçalannı cebime koyuyorum

55

diye, havaya serpiyormuşum. Rezil oldum. Cemal öteden:

- Tabi, dedi, donumu çalacağınızı anlamıştım. Ben de bütün çamaşırlarımı kaldırdım dolaptan. Patates Necmi'nin donunu bohçaya koydum.

Patates Necmi, Selahattin'in iki iriliğindeydi. Patates Necmi bunu duyar duymaz:

- Vay, benim donum mu? diye bağırdı.

Sonra üçü birbirinin üstüne atılıp boğuşmaya başladılar. Biz de arkadaşlık görevimizi yerine getirip, hep bir ağızdan.

- Vur! Vur! Vur!... diye bağınyördük.

56

GARBA AÇILAN PENCERE

Biz artık buna alıştık; tanınmış bir .gazeteci, bir yazar, bir politikacıyla, bir yönetmenle birlikte bir geziye çıkmışsa, uğradıkları yerlerde o politikacı, o yönetmen nutuk çekmişse, gezi dönüşünde yazar herkese şöyle der:

- O nutku ben hazırlamıştım.

Öyle nutuklar dinlemişizdir ki, sonradan söylenilenlere inanmak gerekirse, o nutku, beş kişi, on kişi yazmış olduklarını iddia etmişlerdir. Hiç değilse, yazılmış olan nutku düzeltmişlerdir. Böylece, bizdeki siyasi nutukların çoğunun neden saçmasapan olduğu daha iyi anlaşılır.

Onun için politikacılar geziye çıkarlarken, en iyisi, dalkavuklarına güvenseler bile, yanlarına gazeteci yazarlardan hiçbirini almamalıdırlar. Çünkü bunlar, onbinlerce kişi önünde politikacının coşkuyla oracıkta ezbere söyleyiverdiği nutku bile,

- Ben yazmıştım! diye sonradan övünürler.

Orada bulunanlardan daha kırkına varmamış bir gazeteci,

- Ben de çok nutuk yazmıştım zamanında, dedi, yazdığım nutuklarla milletvekili seçtirdiklerini bile vardır, ilk nutkumu ondo-kuz yaşımdayken Müftü için yazmıştım.

Bu girişten sonra nutuk hikayesini anlatmaya başladı:

- Bizim orası küçük yer, taşra ili... Küçük yerde büyük görünmek kolay oluyor. Ben de daha lisenin onuncu sınıfındayken, ilin tek gazetesine başyazılar yazmaya başlamıştım. Herkes "Kalemi kuvvetli maşallah" diyordu.

Liseyi bitirdiğim yıldı. Bizim ile demiryolu ulaştı, ilk tren gelecek. Herkeste bir hazırlık, bir hazırlık...

Müftü Efendi bizim uzaktan akrabamız olur. Bana bir haber gönderdi: "Aman bir nutuk yazsın, trenin geldiği gün okuyacağım..."

Müftü Efendi çok sayılan bir bilgin kişi. Çocukluğumuzdan beri büyük, küçük hep böyle duymuşuz. Bize göre, Müftü Efendi'nin bilmediği hiçbişey yok. Gencimiz, yaşlımız buna inanmışız. Sanı-

57

rım, Müftü Efendi o zaman yetmişini geçkindi. Bembeyaz uzun sakalı vardı. Evinden pek seyrek çıkardı. Böylece ağzından dökülen her hece, ayrı bir değer kazanırdı. Biz onun çok derin bilgisini, bu susuşundan çıkarıyorduk.

En çok bildiği tarih, bizim ilin tarihiydi. Bütün il sınırlan içinde geçmiş olayları bilirdi. Şu evde kimler yaşamış, neler yapmışlar, eski yangınları, Bizanslılar zamanım, İslam ordusunun bu kenti zaptını, herşeyi, herşeyi bilirdi.

Bütün kent halkı Müftü Efendi'yle ovunurduk. Vali, Belediye Başkanı filan, bunlann hepsi Müftü Efendi'den çok sonra gelirdi. Büyüklerden biri şehrimize gelse, hemen ziyaretine gider, Müftü Efendi'nin elini öperdi.

işte bu denli önemli kişi olan Müftü Efendi'nin, şehrimize ilk trenin gelişi günü yapılacak törende bir nutuk söylemesi gerekiyordu. O da bu çok önemli nutku yazma görevini bana vermişti. Bu işin ağırlığı altında ezildim. O yaşta, istanbul, Ankara gibi büyük şehirleri bile daha görmemişim, îlk trenin gelişinde neler söylemenin gerekli olduğunu bilmiyordum. Bütün bilgim, okuduğum bikaç kitaptan, gazete ve dergi yazılarından geliyor. Çok sıkı çalışarak üç günde, bir nutuk hazırladım. Müftü Efendi'ye amcamla gönderdim.

Trenin ilk gelişi günü büyük tören yapıldı. Bütün şehir halkı istasyona yığıldı. Lokomotif geldi. Kurbanlar kesildi. Önce Vali bir nutuk söyledi, arkadan Müftü Efendi... Ben, Müftü Efendi'den daha heyecanlıydım. Nutkun hâlâ aklımda kalan parçalan aşağı yukarı şunlar:

"Tren, garba açılan bir penceredir. Bu pencereden ziya girecek, yalnız ziya değil başka şeyler de girecek. Medeniyet, tekerleklerin üstüne binerek bize kadar geldi. Tekerlek ne demektir? Tekerlek, medeniyetin ayağıdır. Tekerlek olmasaydı, dünyada hiçbirimiz olamazdık. Biz bugün tekerleklerin sayesinde ilerliyoruz. Şu tünele, şu dağların içine açılmış deliklere bakınız. Şu gördüğünüz delikten neler doğacak neler. Nurlu istikbal bizimdir.

Bu bir hazinedir. Eline geçirdiğin bu hazineyi iyi kuttan hemşehri! İyi kullanırsan, çok para kazanırsın, zengin olursun, itibarın artar.

58

Tekerlekler, raylar üzerinde kayacak. İşler eskisi gibi zor değil. Her seferi seni zengin edecek hemşehri! Kaç sefer olursa o kadar kârlısın.

İş yol açılıncaya kadardı. Bir kere yol açıldı ya, artık bütün hemşehrilerimiz bu yolun üstünden kolaylıkla gidip gelecektir. Mallarımızın değeri artacaktır. Sen de malının değerini, kadrini bil!..

Cumhuriyet sayesinde önümüze gelen bu malın kıymetini bilelim; binerken, üstüne basarken, içine girerken titremeliyiz. Dikkatli binmezsek bozulur, sonra bizden başkaları kullanamaz. Elin, yabancının malı değil ki hor kullanalım. Kendi malımız, bütün hemşehrilerimizin. Hepimizin ortak malımız.."

Ondokuz yaşında, taşra lisesini yeni bitirmiş bir genç başka ne yazabilir, işte böyle şeyler...

Müftü Efendi'nin nutku, umulandan da çok alkışlandı. Öbür nutuklann hiçbiri, Müftü'nün nutkunun etkisini yapmadı. Alkış kıyamet... Herkes "Bizim Müftü gerçekten derin hoca..." demeye başladı. Doğrusu, Müftü Efendi de nutku hem iyi ezberlemiş, hem de güzel, heyecanlı söyledi.

O günden sonra, nerede bir tören, bir toplantı olsa, Müftü Efendiyi nutuk söylemeye çağırdılar. Müftü Efendi de her gittiği yerde hep o nutku tekrarlayıp durdu. Yalnız nutkun içinden "tren" kelimesini çıkanyor, geri kalanlannı olduğu gibi söylüyordu. Nutuk herkese o denli güzel geldi ki, hiçbirimiz nutku tekrar tekrar dinlemekten bıkıp usanmıyorduk. Cumhuriyet Bayramı'nda, bir kereste fabrikasının açılışında, büyüklerden birinin şehre gelişinde, hep bu nutuk söylendi.

Ziya adında bir akrabamız var, babası çok zengin. Bunlar İstanbul'dan bir gelin getirdiler. Görülmemiş, duyulmamış bir düğün yapıldı. Düğün ziyafetine; şehrin bütün ileri gelenleri çağrıldı. Biz de gittik. Aile çok mutaassıp, ama son derece mutaassıp... Kadınlarla erkekler ayrı odalarda yemek yiyoruz. Ne de olsa gelin İstanbullu olduğundan, yemekten sonra kadın erkek hep bir a-raya toplanıldı. Müftü Efendi'ye konuşması için rica edildi. Doğrusu, Müftü Efendi konuşmak istemedi. Ama öyle zorladılar ki, adamcağız konuşmak zorunda kaldı. Ayağa kalktı, başladı konuşmaya:

59

"Muhterem hemşehrilerim!

Yeni kurulan bu yuva, garba açılan bir penceredir."

Daha nutkun başında bir hoşnutsuzluk mırıltısı başladı. Ailenin pencereye, hele garba açılan pencereye benzetilmesi, bizim mutaassıp çevremizin insanlarını sinirlendirdi. Müftü Efendi gelini göstererek devam etti:

"Bu pencereden ziya girecek, yalnız ziya değil, başka şeyler de girecek..."

Zaten istanbul'dan kız aldığı için yayılan dedikodulardan sinirli olan damat Ziya'nın kaşı, gözü oynamaya başladı. Ziya'nın elleri titriyordu. Müftü Efendi devam etti:

"Medeniyet, nur gibi medeniyet, tekerleklerin üstüne binerek bize kadar geldi. Onu hepimiz kucaklayıp bağrımıza basacağız. Çünkü o hepimizindir."

Sinirli, kızgın öksürüklerle nutuk kesiliyordu.

"İşte karsınızda tekerlek! Tekerlek ne demektir? Tekerlek olmasaydı, dünyada hiçbirimiz olamazdık. Tekerlek medeniyettir. Biz bugün tekerleğe, medeniyetin tekerleğine kavuştuk."

Damat Ziya elini arka cebine attı. Bir cinayet olabilirdi. Bu gergin havada Müftü Efendi, nutkuna devam etti:

"Şu tünele bakınız! Bu delikten neler doğacak, neler! Nurlu istikbal bizimdir."

Yer yer yükselen mırıltıları, her zamanki gibi başarısının sesli gösterisi sanan Müftü Efendi, damat Ziya'ya dönerek şöyle dedi:

"Bu bir hazinedir! Eline geçirdiğin bu hazineyi iyi kullan hemşehri! İyi kullanırsan çok para kazanırsın, zengin olursun, memlekette itibarın artar. İşler eskisi gibi zor değil artık. Her seferi seni zengin edecek. Kaç sefer olursa o kadar kârlısın genç hemşehri!... "

60

Arkadaşları, damadın elini tutmasalar, kan dökülecekti. Kayınpeder, Müftü Efendi'nin kulağına bişeyler söyledi. Müftü Efendi, başını salladı, nutkuna devam etti:

"iş, bir kere yol açılıncaya kadardır. Yol açıldı ya, herkes rahat rahat gidip gelecek. Arkadaş, cumhuriyetimizin sayesinde sahip olduğumuz bu kıymetli malın değerini bilelim; binerken, üstüne basarken, içine girerken titremeliyiz. Dikkatli binmezsek, çabucak bozulur, başkaları istifade edemez, yabancının malı değil ki, hor kullanalım. Kendi malımız!.."

Arkadaşları dışarı çıkardıkları için, damat Müftü Efendi'nin sözlerinin sonunu duymamıştı. Nutuktan sonra bir soğuk hava esti. Müftü Efendi, neden alkışlanmadığına çok şaştı. Ziyafet dağıldı.

Üç gün sonra da Ziya, istanbul'dan getirdiği güzel gelini geri gönderdi. Boşandılar.

61

NASIL YAZIYORMUŞUM? '

Bir mektup aldım, yalnız bana değil, birçok yazarlara gönderilmiş. Şöyle başlıyor mektup:

"Bilirsiniz, okurlar, yazılan ve yapıdan ötesinde, yazarlan merak ederler."

Mektubu yazan bana, "Bilirsiniz" diyor ama, doğrusu ya bilmiyorum; gerçekten okurlar, yazarlan "yazılannın ve yapıtlannın ö-tesinde" merak ederler mi?

Mektubu okuyalım:

"Okurların en çok merak ettikleri özelliklerden biri de, yazarla-nn yazılannı nasıl, hangi ortamda yazdıktandır."

Haaa, şimdi anlar gibi oluyorum okurlann neyi merak ettiklerini. Doğrudur, okurlar bunları merak ederler. Çünkü, anormal, olağanüstü, sürprizli, şaşırtıcı durumlar bekler, daha doğrusu içlerinden böyle olmasını isterler.

Şimdi mektuptaki sorulara geçelim ve cevaplanırım verelim.

Soru - Hangi ortamda yazarsınız?

Cevap - "Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir. Çok ciddi bir yazı yazacaksam, odamın kapısını ve pencerelerini sımsıkı ka-patınm. Masamda bir iskelet kafası vardır. Masa lambamı, bu iskelet kafasını aydınlatacak biçime getiririm. Konu üstünde yoğunlaşa-bilmem için, evde ölü sessizliği olması gerekir. Bu derin sessizlik i-çinde sürekli olarak, biyandan da müzik çalınmalıdır. Brahms, Bach, Bethoven'in, yani adlannın başında "B" olan üç büyük "B"le-rin eserlerini dinlerim. Dikkatimin uyanık olması için odanın ısısı o-naltı dereceyi geçmemelidir. Bunun için yaz aylarında ciddi yazılar yazamam, yazmaya kalkarsam, sıcaktan yazılanm mizahi olur.

Milli eserleri de yine bu atmosfer içinde yazanm. Yalnız, yazımın milli olması için, masamda buzlu rakıyla sakız leblebisi bulunmalıdır. Yazıyı yazarken zora geldikçe rakı içerek kafamı bulurum. Yazımın evrensel bir düzeye ulaşması için, viskiyle votkayı kanştınp yaptığım ve adını koegzistans koyduğum içkiden içerim.

62

Romantik ve lirik yazılar yazmak için dağbaşlannda yada deniz ve göl kıyılanndaki otellere çekilirim. Buralannı sessizlik için değil, otel odalannın anahtar deliklerinden içerdekilerini gözetlemek için seçerim. Böylece hem sosyal hayatı yakından incelemiş olurum, hem de gördüğüm manzaralardan heyecan duyarım. Çünkü yazar, bir heyecan adamıdır.

Mizah yazılanını da hamamda yada hayvan pazarlanna yakın, çok gürültülü yerlerde yazmayı yeğlerim.

Çalışma isteği kazanmak için istanbul bitirimlerinin arasına ka-nşmm. Bir zaman kumarhanelerde, meyhanelerde dolaşınm, oralardan aldığım esini sabahçı kahvelerinde, mevsim yazsa, köprü altı dubalannda defterime not ederim. Yılda, birkaç hafta, kimseye haber vermeden serseri hayatı yaşanm."

işte böyle yada buna benzer saçmalıklar anlatırsam, gerçekten de okurlann merakını giderir, ilgilerini çekerim. Yazı masasında çalışırken, kucağıma bir sansın güzel almazsam, yazamadığımı söylesem... Hayır, bunun yalan olduğunu anlar ve bana inanmazlar. Ama bunu, başkalan gizli gizli yazarsa, okurlar inanır ve çok ilginç bulurlar. Yalnız yazarları değil, genellikle bütün sanatçıları, ya yarı deli yada tam deli görmek eğilimi vardır. Kimi sanatçılar da yapmacık yollarla deliliğe özenerek okurların ilgisini tırnaklarlar.

Bir şair tanıyorum, bir iş hanında, emlak komisyonculannınkini andıran oldukça lüks bir yazıhane tutmuştu. Masasında hep yarı dolu içki şişeleri bulundurur ve gelenlere durmadan içiyormuş izlenimi vermek isterdi. Oysa içmezdi, ama kapı aralanırken hemen elini içki bardağına atardı.

Bir şair, en güzel şiirlerini, Beyazıt kulesinin tepesinde, kendini aşağı atıp öldürmek bunalımlan içinde yazdığını söylerse, okurlar, şairin bu delice isteğiyle, şiirlerinden daha çok ilgilenirler.

Sanınm, yeryüzünde ünleri en yaygın ressam Van Gogh, Goga-in, Toulouse Lautrec'tir. Salt sanatlanndan değil bu, delilikleri, sa-katlıklan, sanatlannın önünde gitmiştir.

Dünya edebiyat, sanat, felsefe tarihinin kırk elli ünlü adı vardır ki, hiçbir eserlerini okumadıklan halde pek çok kişi onların homoseksüel olduklannı bilir ve aktif mi, pasif mi homoseksüel oldukları eserlerinden daha çok merak edilir.

Şaşırtıcı davramşlanyla, okurlardaki bu merakı gıdıklamaya ça-

63

hşan yazarlar da vardır. Kendilerinde gerçekten değer ve sanat gücü varsa, bilerek yaptıkları saçmalıklar, değerlerinin tanınmasına yardımcı olur; yok, değersizseler, ortalıkta maskara, alay konusu olurlar.

Orhan Veli, bunun için sakal bırakmıştır. (O zaman Türkiye'de gençlerin sakal bırakmasına alışılmamıştı.) Siz buna, hiç olmazsa biçimde toplum kurallarına başkaldırmak da diyebilirsiniz. Bir gece Orhan Veli, konuk kaldığı Pendik'te ressam Haşmet Akal'ın e-vinde, nasıl edip de şiirlerine yaygınlık sağlayacağını sabaha dek düşünmüş, sonra uçakla İstanbul'un üstüne şiirlerini yağdırmaya karar vermiş. Uçak nasıl kiralanacak, para nasıl bulunacak?

İki üç gün sonra hemen bütün gazete ve dergilerde, Orhan'ın "Rakı şişesinde balık olsam" dizesiyle alay ediliyordu. Bu alaylar yüzünden artık uçağa gerek kalmamıştır. Alaylar, tek uçak değil, uçak filolarından İstanbul'a yağdırılacak şiirlerin etkisini yapmıştır. Orhan Veli, gerçekten değerli şair olmasaydı, alay konusu olarak kalır, maskara olurdu. Sonraları Orhan'ın şiiriyle alan edenler, alay konusu olmuşlardır.

Ben bu olayı, Bükreş'te Romen yazarlarından birkaç kişiye anlatınca, onlar da bana şu olayı anlattılar. Şimdi adını hatırlayamadığım bir genç şair, üstüste birkaç kitap çıkarmış, ama hiçbir ilgi görmemiş, tek eleştiri yazılmamış. Birgün gazeteler, genç şairin intihar ettiğini yazmışlar. Bütün eleştirmenler kollan sıvamış, gazeteler, dergiler o şairin övgüleriyle dolmuş. Kitapları üstüste birkaç basım yapmış. İki üç ay sonra ona övgü yazan eleştirmenlerden biri, intihar etti bilinen şairi bir meyhanede görünce deliye dönmüş. "Bu alçaklıktır!", "Peki, şair ölmeden önce eleştirmenlerin susmaları nedir?" Bu Romen şairi de değerli olduğundan, hiç de maskara olmamış.

Okurların, gerçekten hangi ortamda yazdığımı gerçek yüzüyle öğrenmek istediklerini sanmıyorum. Ama sormuşsunuz, anlatayım. Ortam mortam diye bişey yok, ne demek ortam? Hiçbir Türk yazan, yazı yazması için uygun bir ortam arayacak duruma gelmemiştir. Nerde, neresini, nasıl bulursak, orda yazmak zorundayız. Yalnız son yıllarda, bazı senaryo yazarlanm, film yapımcılan gürültüsüz otellere götürmeye başladılar. Bu oldukça lüks otellerde kapanıyor, onbeş yirmi gün yiyip içip senaryo yazıyorlar. Bu yazarlar, bu rahat ortam içinde daha iyi senaryo yazamayacaklannı

64

biliyorlar. Ama, filmcilik paralı iş olduğundan, şu ölümlü dünyada beş on gün rahat etmek yazann da hakkı değil mi? Bu otellerde yazılmış senaryolardan sanat değeri olan film yapıldığı görülmedi. Bu senaryolar, rahat otellerde değil de, Dolmabahçe Sarayı'nda yazılsaydı, çok mu daha iyi filmler yapılacaktı?

Ben genellikle yazılanını evimde, tıklım tıklım kitapla dolu o-damda yazarım. Bunu da kanm, "Hangi Türk yazannın seninki gibi özel odası var? Hâlâ da yakınıyorsun..." diye sıksık başıma vurur. Yazıya başlanırı, kapı zili çalınır. Birisi açacak diye bir zaman beklerim. Kimse açmayınca, zil belasından kurtulmak için kalkar kapıyı açanm. Apartman kapıcısı gelir, bakkalın çırağı, manavın çırağı gelir, sucu, sütçü, hizmetçi, dilenci, ayak satıcılan, hayır kurumlarının makbuzla para toplayan gezginci adanılan gelir. Onla-nn kapı zilleri ve onlara kapıyı açmalanm arasında zihnimi toparlamaya çalışıp, kaldığım yerden yazmaya uğraşınm. Sonra kahvaltı ederiz. Yine odama çekilirim. Okula gitmedikleri günse iki oğlumun patırtılan başlar, onları türlü yolla barıştırmaya, yatıştırmaya çalışının. Gazeteci gelir. Cinayet, rezalet, sefalet haberleriyle dolu gazeteleri okuyunca sinirlerim bozulur. Yine yazmaya çalışırım. Sonra tanımadığım bir yada birkaç kişi gelir. Bunlar yardım yada hiçbir zaman ödenmeyecek borç isteyenler olduğu gibi, dertlerini dökmeye, hiç aklımın ermediği işleri danışmaya gelenlerdir. Kendi yazılanını yayınlatacak yer bulamazken, bu gelenler içinde romanlarını, piyeslerini, şiir yada hikayelerini okuyanlar, okumam için bırakanlar, bunlan bir yerde yayınlatmamı isteyenler vardır. Arada alacaklılarım da gelir elbet... Evdekilerin her biri, kendi havasında bir yere çekip gittiği için, çok zaman öğle yemeğimi kendim hazırlar, tek başıma yerim. Öğleden sonra pek uzaktan şöyle bir tanıdığım yada hiç hatırlayamadığım kişiler gelir. Sanki başka bişey ya-pabilirmişim gibi "Galiba çalışıyordunuz" derler, "Sizi işinizden a-lakoyduk" diyerek, enazından bir saat oturup laklak ederler. Yine ziller... Yine gelen giden... Akşam olur. Akşam yemeği... Yine patırtı gürültü... Yine gelen giden... Geceyarısından sonra rahattır. Başka yapacak kimse olmadığı için, çayımı kendim yapanm. Karımın sıksık, başka hiçbir Türk yazannın sahip olmadığını başıma kaktığı odama çekilirim. Oooh. Tam çalışma zamanı, saat iki, üç... Allah kahretsin, o zaman da uykum gelir.

65

İşte böyle, arada vakit bulabilirsem, yazı da yazarım.

Soru - Nasıl yazarsınız?

Cevap - Bu sorunun cevabını da okurlar merak ediyorlarmış. Öyleyse... Anadan doğma soyunur, öyle yazarım. Çok meraklı değil mi?

Birçok ünlü yazarlar gibi, odamda gidip gelip volta atarak, ayağımı ılık suya sokarak, yatarak yazmam. Ben, yazarken amuda kalkanm, bacaklarımı ensemden geçirdikten sonra yazmaya başlarım. Kan, beni coşkulandırır, însan kanı içemediğim için, yazmaya başlamadan önce, buzdolabındaki sürahiden bir kadeh tavşan kanı içmeye alışmışımdır. Bir kadeh kan içmedikçe aklım başıma gelmez.

Gerçek böyle olsaydı, okurlar için çok ilginç olacaktı. Oysa ben, herhangi normal insan nasıl yazarsa öyle yazarım, başka türlü yazılabileceği de hiç aklıma gelmez. Önüme kağıdı, elime kalemi alır, başlarım yazmaya.

Çok yazmaktan, sağ elimde onyedi yıldan beri "yazar krampı" denilen bir hastalık vardır. Başka her işi kolaylıkla yapan sağ elim, yazı yazarken, bir iç dirençle karşı koyar. Onun için daktiloda yazmayı yeğlerim. Sandalyenin üstünde bağdaş kurup yazdığım, belki okurlara ilginç gelebilir. Çocukluğumda, yoksul evimizde hep bağdaş kurarak oturduğum için, bu alışkanlık o zamandan kalmadır. Bağdaş kurmada, boyumun kısalığının da etkisi var sanırım. Sandalyede otururken, ayağım yere rahat dayanamadığı için, sağ ayağımı altıma alır, öyle otururum. Eh, yine de oldukça acaip sayılabilir.

Soru - Yazmak için kendinizi nasıl hazırlarsınız?

Cevap - Bakınız, bu çok önemli... Yazmaya başlamadan önce, müthiş sinir bunalımları geçiririm. Evdekilere bağırır, çağırırım. Sinirden tepinirim. Yalnız tırnaklarımı değil, kalemimi de kemiririm. Kırılacak bazı eşyaları atıp kırdığım olur. Bu duruma geldim mi, "Aman, esin geldi, yazacak... Susun!" derler, evde tıs çıkmaz...

Hadi canım, sizde... Nerde böyle şeyler? Nerdeee? Sanatçılar, büyük eserlerini vermeden önce yada verirlerken sinirli olurlar-mış... Püff...

Hayatımda en büyük özlemlerimden biri nedir, bilir misiniz? Ben de birazcık, ama pek azıcık nazlanayım, numaradan olsun si-nirliymiş gibi yapayım, hani o yaratma öncesi numaralara gireyim

66

de, karşımdakiler de hatır için, buna yalnız beş dakikacık katlansınlar... Nerde?.. Hep bunun tersi olmuştur. Ne zaman kendim için önemli saydığım, bir yazıya oturacak olsam, terslik ya işte, benim yapmam gereken şeylerin yüz katını bana başkaları yapar. Soru - Konu mu sizi bulur, siz mi konuyu bulursunuz? Cevap - Meraklı okurlar acaba buna nasıl bir cevap beklerler? Konu, kapıyı çalar, "Ben geldim" derse, bunu beğenirler mi? Yoksa ortaçağın gezgin aptal dervişleri gibi, dağ, bayır dolaşıp konu a-rarım mı diyeyim?

Doğruu, bunların ikisi de olur. Yenilerini hiç eklemeden, notlan dosyalanmda birikmiş konulanını, bundan sonra daha yüz yıl yaşasam ve durmadan çalışıp yazsam yine de bitiremem. Bir yazann en büyük dramı, ölümünden sonra geride bıraktığı konulan, yanm yazılan, kendisinden başka hiç kimsenin yazamayacağıdır.

Ne kendiliğinden gelen konulan, ne arayıp bulduğum konulan yazanm. Çünkü, her ikisi için de zaman ve geçim parasının olması jj gerekir. Ben şöyle yapanm: En zorunlu geçim için gerekli parayı kazanayım diye otururum masama, başlanın yazmaya, işte bu...

Soru - Yazar, elverişli yazma ortamını kendisi mi hazırlar, yoksa bu ortamın doğmasını mı bekler?

j Cevap - Elverişli yazma ortamı ne demek? Hayatımda hiç böy-

le bir ortam görmedim, nasıl olduğunu da bilmem. Yazılarımın | pekçoğunu cezaevi koğuşlannda, cezaevi hücrelerinde yazdım, a-; caba buraları elverişli ortam mı sayılır? Eğer öyleyse bu ortamları ; ben hazırlamadım. Bu elverişli ortamın doğmasını beklemeye kal-l\ karsak, hohooo, biz değil bizden sonrakiler de daha çok beklerler. î | Soru - Yazmak için günün hangi bölümünü (gece-gündüz) yada

}A saatlerini seçersiniz?

Cevap - Geceleri, hem de sabaha karşı, özellikle de ay çıktığı geceleri seçerim. Çünkü, ölü gecenin bu saatlerinde içinde canavarlar uyanır. Beni bu durumda birden görenlerin söylediğine göre, yüzümün biçimi bile değişir, ellerim pençeleşirmiş... Gündüz insan, gece canavar yani...

Hangi Türk yazan, yazı yazma zamanını seçme hakkına sahiptir ki? Gece, gündüz, hangi saat olursa olsun, bir olanak bulunca yazmaya çalışının.

Soru - Bir yapıtın ortaya çıkması, "doğum-doğurma" olarak

67

nitelendirilirse, bu "doğum-doğurma"yı nasıl yaparsınız?

Cevap - Hiç belli olmaz... Kimileyin sezaryenle doğururum, ki-mileyin dokuz doğururum, kimileyin de ışığı gören dışarı fırlar... Bir bakmışsın, iyice kısırlaşmışım, hiç doğurmam... Bu "doğurmak" nitelendirmesini hiç sevmedim ya, bir eserin yaratılmasına doğurmak diyorsanız ne yapalım... Doğurgan sayılırım, ama doğurganlığımdan değil, zora gelmemden çok doğurmam... ister istemez doğuracaksın; yaşam koşullan, geçim zorla doğurtturuyor, yumurtlatıyor bile.