11 Ekim 2009 Pazar

attila ilhan sohbet yazıları 1


“...´Dili Bir Çıkmaza Saplamışızdır´...”
( Çağrışım / 2. '' Prof. Carlier (asıl adını unutmuşum), su içinde altmışında var: Kıvırcık beyaz sakalları, yüzünü kaplamış; Fransız mavisi gözleriyle, burnuna düşmüş bağa gözlüklerinin, üzerinden bakıyor. Beni kibarca karşıladı, düzgün Türkçesiyle: ''-... Safa geldiniz!'' diyor..
Orada ne işim var? Üniversite öğrencisi Fransızlarla 'takıştık' ; Kral 1. François 'nın, uğradığı Cermen yenilgisinden sonra, Kanûni Sultan Süleyman 'dan yardım istediğine inanmıyorlar; Marsilya 'ya iki kalyon gönderdiğine filan! Hele Padişahın, krala yazdığı mektubu, -aklımda kaldığı kadarıyla, nakledince, küplere bindiler; o zaman, '- Bir Türkolog bulun da, yüzleşelim!' dedim. İşte Prof. Carlier , buldukları Türkolog: sâkin, kendi hâlinde bir zat! Olayı, Türkçe olarak benden dinledi, gülümsedi; öğrencilere dönüp: ''- Demek inanmıyorsunuz? Bu tarihi bir gerçektir'' dedi. Hayır inanmıyorlardı, o kadar ki, adamcağız kütüphaneden, ciltli kocaman bir kitap çıkarıp göstermek zorunda kaldı: Orada üstelik, padişahın mektubunun, sûreti de var; hani adama, 'ben ki...' diye başlayıp, bilinmez kaç unvanını sıraladıktan sonra; ''-...'sen ki Françeska eyâletinin beyi François'ın!' dediği!
Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor; eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle: ''- ...delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?'' diye soruyor. Dilimin döndüğünce ona, 'Dil Devrimi' ni izâha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemce'nin istilâsına uğradığını, vs.. vs.. vs...''
Meğerse neymiş?..

B eni mütebessim dinlemişti; susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı; bilmediğim, o zamana kadar işitmediğim şeyler söylüyor:
''...ümmet toplumlarında dil - dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş; onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı/Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu/Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semavi olmayan dinler topluluğu! Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifâde ettiği dil: Batı'da bu, Yunanca/ Latince olarak görünüyor; Osmanlı'da, Arapça/Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil...''
''...Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca/Latince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu/Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça/Arapça kelimeler bulunacaktır; ve bunda yadırganacak şey yok; ya da asıl yadırganması gereken, özleştirme adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır; bu da, kendi kurdukları (Selçuklu/Osmanlı) medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..''
Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu 'madara etmek' maksadıyla, sözünü keserek sordum: ''-...Peki, şimdi siz Fransızca'daki Yunan/Latin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?'' ; cevabı unutulur gibi değildir: ''-... Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.'' Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey 'in (Ataç) 'alenen ve resmen' '-Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz!' dediği dönem; bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier 'den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz: ''-... Biz bunu sömürgelerde uyguladık: Kimliklerini, kişiliklerini yitirdiler!'' )
Dilin saplandığı çıkmaz...

... Yurda döner dönmez, ilk işim, Gâzi 'nin Dil Devrimi serüvenine dalmak oldu; bu hususta, başvurulacak en güvenli kapı, TDK değil, başından itibaren Dil Devrimi içinde olmasına rağmen, sürekli 'kaydı itirâzileri' olan, Fâlih Rıfkı (Atay) Bey'di. 'Çankaya' da dil bahsini okurken, sırtımdan nasıl bir yük kalktığını, anlatamam; çünkü ne diyordu bakın:
''...bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti: '...Dili bir çıkmaza saplamışızdır' dedi; sonra, '-... Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Ama ben de bu işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan biz kurtaracağız...' dedi...'' (bkz. Çankaya, Cilt II, s.452, Dünya Yayınları)
Gâzi 'nin en büyük taraflarından biri, çıkmaza girmiş işlerde ısrarlı olmayışıdır; çünkü, 'Dil Devrimi' tam anlamıyla arapsaçına dönmüş; onun deyimiyle 'bir çıkmaza saplanmış' tı. Fâlih Rıfkı Bey (Atay), işin nereye vardığını göstermek için ilginç bir hâtırasını naklediyor:
''...dağıldıktan sonra, dostum Abdülkadir yanıma geldi; kendisi bir defa demişti ki: "...ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini biliyorum. Sizin ve Yakup Kadri'lerin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın ermediği bir lehçe varsa, o da Türk Dil Kurumu'nun lehçesi...'' (a.g.e., s.854)
Günümüzde, Gâzi 'nin 'Nutku' nu bile, okuyup anlayamayan gençler varsa; işte bu, o lehçenin mârifetidir...


Cumhuriyet, 04.05.2005



“...´İlk Düzeltilecek Şey!´...”
...İyi de, 'keşfettiğim' bu gerçekleri; o kendisini basbayağı 'ilerici' zanneden; 'komprador alafrangası' Intelligentsia 'ya nasıl anlatmalı? Kiminle konuşsam, tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor; iyi şeyler düşünmediği belli; buna rağmen, 'İlk Düzeltilecek Şey' başlıklı bir yazıyla, konuya 'tandıra çizmeyle girer' gibi, girdim.
Tandıra çizmeyle girer gibi...
( Çağrışım/3. ''...Cumhuriyet çocuğu değil miyiz, üç aşağı beş yukarı, hepimizde şöyle bir iç üzüntüsü vardır: Türktür de, Mevlâna Celalettin Rûmî , neden ünlü Mesnevi 'sini Farsça yazmıştır? Türktür de, İbn Sinâ , neden Arap'a benzer bir ad seçmiş, eserlerini Arapça yazmıştır? (...) Bizim çocukluğumuz, Arap/Acem etkisini kötülemekle geçmiştir. Pek açıkça söylenmiyordu ya, önünde sonunda, bu yanlıştan da padişahlar sorumlu tutuluyordu...''
''...Sonradan 'Dil Devrimi' adı verilen, Türkçenin arılaştırılmasında, bu inanışın etkisi büyüktür. Sanılır ki Türkçe, Arapçanın ve Farsçanın açık saldırısına uğramış, etki alanlarına düşmüştür; ne yapıp yapıp, onu kurtarmak, bağımsızlığını geri vermek lazımdır. (buraya dikkat!) Bu saptamada, bir doğru yatıyor, bir de yanlış: Önce doğruyu görelim, ümmet döneminden millet dönemine geçerken, Türklerin de ulusal dillerini araması doğaldır, hatta zorunludur. Elbette dillerini bağımsız kılıp, bütün özgünlüğüyle kullanmak isteyeceklerdi. Yanlış olan, Arapça ve Farsçanın, Türkçeyi zaptettiğini sanmak! Kurtuluşu, ne pahasına olursa olsun, bu dillerin kelimelerinden, dilimizi arındırmakta görmek!..''
''...Neden mi? Bunu bilmeyecek ne var: ümmet toplumunda, din dili geçerlidir de ondan! Bütün toplumlar, ümmet aşamasında iken, bağlı bulunduğu dinin 'resmi' dilini benimsemiştir. Birçok insan topluluğunda bu, öz dilini unutmak derecesine varır. Çok şükür Türkçede böyle olmamıştır, olmamıştır ama, elbette din dillerinden sürüyle kelime, kullanılan Türkçeye geçmiş; bunların büyük bir kısmı yerleşmiş, Türkleşmiştir...''
''...Hal böyle olunca, o dönemde yetişmiş Türk ulemasının adını Arap'a benzetmesinde de; Arapça yazmasında da hiçbir gariplik olmaz. Şimdi siz adı Ali Sinâ olduğu halde, İbn Sinâ 'nın bu imzayla 'Kitab-üş-şifa' diye eser yazdığı için, üzülüyor musunuz? Vazgeçin canım, aslen Nişapur 'lu bir İran 'lı olan (evet İran 'lı) Nasreddin Hüseyin bin Muhammed de (13. yy) İbn Bibi diye imza atıyor, kitabına da şu adı koyuyordu: 'El Evamir-ül-Alâiye f'il Umûr-il Alîye'! Söylemeye gerek var mı? Farsça gibi işlenmiş bir dili olduğu halde, İbn Bibi bu eserini Arapça kaleme almıştı...''
''...Hıristiyan toplumlarına bir göz atmak da, yararlı olacak; lisede iken, Erasmus 'un 'Deliliğe Övgü' sünü okumuştum. O tarihte, yazarı sevdimse de, kimliğini pek çıkaramıyorum: Latince yazmasına, bir Latin adı taşımasına rağmen, gerçekte Hollanda 'lı olduğunu bilmiyorum. Rotterdam 'lıdır, Latince adından da bellidir bu: Desiderius Rotteradamus Erasmus! 'Deliliğe Övgü 'nün adı da Latincedir: 'Emonomium Morias Sen Laus Stultine'...! Nasıl beğendiniz mi?''
''...Onun gibi Erastus diye imza atan, ilk bakışta Roma 'lı sanabileceğiniz, bir başka ilim ve felsefe adamı da, asıl adı Thomas Liebar olan İs
viçre 'li bir hekimdir. Daha sonraları ülkesinde yaşadığı halde eserini Latince yazmış, Latince ad koymuştur: 'Explicatio Gravissimae Questionis!' Üşenmesem listeyi uzatabilirim, ünlü Newton 'ın 'Principa Mathematica 'sı vs...''
''...Bunda da şaşılacak bir yan görmüyorum, çünkü (buraya dikkat!) ansiklopedinin Latince maddesine baksanız görürsünüz ki, bu dil, yâni Hıristiyanlığın 'ümmet dili', taa 18. yy'a kadar, bilgin ve filozoflar arasında, ulusal ötesinde de anlaşmayı sağlayan, ortak dil olmuştur. Arapçanın, Müslüman kavimlerin bilgin ve filozofları arasında olduğu gibi ...''
''...Öyleyse dil konusunda düzeltilecek ilk yanlış, 20. yy. Türkçesindeki Arap ya da Fars kökenli kelimelerin, bir saldırı sonucu yerleştiğini sanmak yanlışı...'' (Bkz. 'Ulusal Kültür Savaşı', s. 263-266. Bilgi Yayınevi, 2. Basım. 1988)
Ona da bir göz atarız!

Bu yazı, taa 1982 'de yayımlanmıştı; ülkemizde âdet olduğu üzere, 'özleştirmeci' takımından, delilli ispatlı cevaplar gelmedi; ya yok saydılar, öyle göründüler; ya da, sağda solda dedikodusunu yaptılar. Halbuki, sadece Falih Rıfkı Bey 'in ( Altay ) eserindeki 'Dil Bahsi' ni okusaydılar, Gâzi 'nin nasıl o 'yanlış' tan döndüğünü, nasıl tarihimize, toplumumuza ve mirasçısı olduğumuz medeniyete sahip çıktığını göreceklerdi.
İsterseniz, ona da bir göz atarız!
Meraklısı için NOT: Bkz. a) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, II Cilt, 10. Bölüm. s. 440/456. Dünya Yayınları, Tarihsiz. b) Attilâ İlhan, 'Ulusal Kültür Savaşı', 'Dilin Kemiği Vardır', s. 263/290. Bilgi Yayınevi, 2. Basım. 1998.


Cumhuriyet, 06.05.2005



“...Gâzi, ´Dil Devrimi´ni, Nerede Bırakmıştı?!..”
... İster misiniz, Gâzi 'nin 'bir çıkmaza saplamışızdır' dediği Türkçe 'yi, tabii yapısına ve haysiyetine kavuşturmak için, nelerin yaşandığını, sürecin başından itibâren içinde olan, bir kalemin tesbitlerinden izleyelim:
Üç devir, üç ilke...
(Tesbit/1. ''...üç devir geçirdik; 'Dergi', 'Kılavuz' ve 'Güneş/Dil'. 'Dergi, eski yeni, bütün lehçe ve metinlerdeki, Türk kelimelerini toplamıştır. Tasfiyeciler ('özleştirmeciler' anlayınız) bu kelimelerin bütün ihtiyaçlarımıza kâfi geleceği fikrinde idiler. Atatürk bu tecrübeyi, bizzat, teşvik ve tâkip etti. Büyük inkılâpçının fikir işlerinde metodu, hiçbir zaman emretmek ve cebretmek değil, inandırmak ve kandırmak olmuştur. Hepimiz, yalnız 'Dergi'deki kelimeleri kullanarak, birçok tecrübe/yazıları neşrettik.
Dergi 'tasfiyeciliği' uzun sürmemiştir''.)
(Tesbit/2. ''... Genişleme ihtiyâcı umûmileştiği zaman, büyük şef, 'Kılavuz Komisyonu'nu teşkil etti. 'Kılavuz', Arap ve Fars kelimelerinden birçoğuna, karşılık buldu; mütehassıslar tarafından, Türkçe köklerden geldiği tesbit olunan birçoklarını da, tekrar lûgata aldı. Fakat bu da kâfi değildi. Atatürk diyordu ki: '...gâyemiz Türkçe'yi, bugünkü ve yarınki kültür ihtiyaçlarını tamamiyle kavrayabilecek, şiveli ve âhenkli, bir ifâde vasıtası hâline getirebilmektir'. Gene kendisi demiştir ki: ''..Türk diline değeri olan genişliği verebilmek için, candan çalışılmakta olduğunu söyleyebilirim...'')
(Tesbit/3. ''... Atatürk, kendine has sebâtı ve tavrı ile, bu tecrübeyi tâkip etti; hepimize şevk vermek için, ona bizzat iştirâk de etti. Nihayet 'Güneş/Dil Teorisi', bize, ihtiyâcımız olan -hatta olmayan-, birçok kelimeyi yeniden kazandırmıştır: 'reis' Türkçedir, 'kâtip' Türkçedir, 'müsteşar' Türkçedir, ilâh...'')
(Tesbit/4. ''...Gâzi'nin 'Dil Devrimi' şu üç nokta üzerinde toplanmıştır:
1/ Konuşma dilinde geçen kelimeler Türkçedir. Lûgat kelimelerinde, bugünkü lehçe ve şivemiz esastır. 2/ Gramerde Osmanlıca ölmüştür. Artık Türk Gramerini vücûda getirmek sırası gelmiştir. Bu gramer sadece Türk kâidelerini alacaktır. Eğer vaktiyle 'Arabî' kaidelere göre yapılmış olup konuşma diline yerleşen tâbirler varsa, onları klişeler olarak kabul edeceğiz ve gramerimizde 'müstesnâlar' olarak zikredeceğiz. 3/ Istılahlarımızı (terimlerimizi) yaparken, medrese kültürü değil, üniversite kültürü kaynaklarını esas tutacağız...'') (bkz. Fâlih Rıfkı Atay)
Gâzi vefat ettiği zaman...

Açıkça görülen ne? Mustafa Kemal, ümmet dilinden millet dilini damıtmak gerektiğini görüyor; en 'aşırı' hal şekliyle işe başlayıp, kademe kademe, 'hadd-i makûl' a geliyor. Tasfiyecilik (Özleştirmecilik) Türk Dil Cemiyeti 'nin 'Dergi' aşamasıdır. Atatürk 'bizzat' yaşamıştır bu deneyi, yaşadığı içindir ki, önce 'kılavuz' aşamasıyla bir adım geri atmış; sonra, 'Güneş/Dil Teorisi 'yle dildeki uluslaşma sürecini, akla yakın bir mecrâya oturtmuştur. Bunu söylevlerinde izlemek mümkün; Fâlih Rıfkı Bey (Atay) inceleyip araştırarak, nasıl uygulandığını da araştırmış!
(Tesbit/4. ''...Atatürk'ün 934, 935, 936, 937, 938 nutukları, şimdi önümdedir. Büyük inkılâpçıyı dahi, bu eserler üzerinde yürür görüyoruz. Atatürk bu nutuklarda yerleşen, tutan birçok kelimeyi kullanmakta devam etmiştir. Fakat meselâ 'millet' yerine 'ulus'u, 934'te kullanmış; 935, 936, 937 senelerinde 'millet' kelimesini tercih etmiştir. Nutuklarında 'ulusal' bir sene daha yaşamıştır. Fakat 36, 37'de, onun yerinde 'millî'yi buluyoruz. Keza 'tinel'i, 'manevi' ile, 'oy'u 'rey' ile, 'önerge'yi 'teklif' ile, 'taptamak'ı 'tatbik etmek' ile, 'kural'ı 'kaide' ile, 'arsıulusal'ı, 'beynelmilel' ve 'enternasyonal' ile, 'kınav'ı 'faaliyet' ile değiştirmiştir...''
Gâzi vefat ettiği zaman, 'Dil Devrimi' işte burada idi. Fâlih Rıfkı Bey, ki hem Türkçü, hem Türkçecidir, onun vefâtından bir yıl sonra, (1939 yılbaşında) niye 'Dilde istikrar istiyoruz' diye bağırmaya başlar, hiç düşündünüz mü? Ufak ufak, 'İnönü Cumhuriyeti' başlamıştır da ondan. (buraya dikkat!) 'Halkevleri', Köy Enstitüleri, Konservatuvar, Opera, Dil ve Tarih Kurumları; temelleri kuşkusuz Atatürk döneminde atılan kurumlardır; yanılmıyorsam, asıl amaçları, ümmet'ten millet'e geçerken, gereken 'ulusal bilinç'in yaratılmasında, halka yardımcı olmaktı; oysa, 1940'tan başlayarak, handiyse, 'ırkçı' denebilecek faşizan bir 'topyekûnculuğa' yönelmişlerdir. 1940 ilginç tarih! Avrupa 'da, Naziliğin ve Faşistliğin o yıllarda cirit attığını, unutmuş olamazsınız elbet!...''. (bkz. 'Ulusal Kültür Savaşı, s. 277/278)
Bunları ben, yirmi yıl önce yazmışım. (1982), Paris serencamında, El Barudî ile İran 'lı arkadaşının; daha sonra tanıştığımız Türkolog'un, içime kıvırdığı istifhamlara çoktan cevap bulmuş, rahatlamıştım; o gün bugündür, şiirlerimde olsun, yazılarımda olsun, Türkçe yi, 'kuş dili' gibi değil; bildiğimiz Türkçe gibi kullanırım: öyle olması zarûridir, aksi halde, gelecek nesillerimiz, ne tarihini bilebilecek, ne de kültürünü!
Bunu, kimlerin istediği, çoktan belli oldu.


Cumhuriyet, 09.05.2005



“...´Dil Devrimi, Kaçınılmazdı´, Ama!..”
Gâzi 'nin, şirâzesinden çıkan 'Dil Devrimi' yle, 'bir çıkmaza saplamışızdır' dediği Türkçe 'yi; 'dinsel' den 'ulusal' a -yâni 'ümmet' kültüründen, 'millet' kültürüne- ait kılabilmek için, ne türden incelemeler yapıldı; hangi diyalektikle sorun çözülmüştü?
'...Ümmetten millete geçerken...
( Çağrışım / 4. ''...aslında Osmanlıca 'nın Türkçeleşmesi zorunluydu; değil mi ki feodal 'ümmet' toplumundan, burjuva 'millet' toplumuna geçiliyor, böyle olması doğal! Başka toplumlarda da, böyle olmuş...''
''... 'ümmet toplumu' feodal ve kırsal bir toplum, 'hükümrân' bir 'hanedân' ın, onunla ittifak hâlindeki 'bendegân' ve 'zadegân' ın egemenliği altında: geçerli 'ideoloji' din, bu yüzden 'ruhbân' da büyük ölçüde etkili, iktidarın bir ayağını o oluşturuyor, öbür ayağını askerler. Ekonomi, 'kapalı ekonomi'. Çokluk, yöresel derebeylerin otoritesi, merkezî otoritenin yerine geçebiliyor. 'Sistem' bütünüyle 'din' e oturduğundan, kültür ve sanat dili, 'ümmet' dili; Batı 'lı ülkelerde Yunanca/Latince, Doğu 'lu ülkelerin çoğunda, Arapça/Farsça. Soylular bu dilleri yeğliyor, çevrelerindeki sanatçı ve bilginler, isteseler de, istemeseler de, bu dilleri kullanıyorlar. Halk (yâni serfler, esnaf vs.) yöre yöre, kendi dilini konuşmaktadır, monarkh buna karışmaz, önemsemez de; yine de yaygın ümmet imparatorluklarında, bölgeler özgün dillerini çokluk korumuşlarsa da, kelime ve kural olarak (daha çok kelime, daha az kural) 'ümmet dili' nden etkilenmişlerdir. Sözgelişi Osmanlı 'da durum böyle: Ümmet dili, Arapça/Farsça: resmî dil Türkçe 'nin bunlarla kaynaşmasından doğan, 'Osmanlıca' ama; Arap Arapçasını, Macar Macarcasını, Sırp Sırpçasını, Rum Rumcasını konuşuyor; Osmanlıca, devlet dili, Arapça/Farsça ise bilim ve kültür dili...''
'Uluslaşma' halkın iktidara ağırlığını koyması mıdır? Özellikle Burjuvazi 'nin! Modern uluslar, 'Burjuvazi 'nin egemen olduğu toplumlar değil mi? Burjuvazi demek tüccar, sanayici demek; bunların gücü, yeni üretim biçimine egemen olmalarından geliyor; yeni üretim biçimi, "Serbest Pazar, ekonomisi ya; demek alışverişin güvenli, çabuk, yaygın yapılabileceği bir düzen gereksiniyorlar. Bunun için gerekli olanlar, nelerdir? Yöresel, içine dönük pazarlardan ziyâde; ulusal, tek ve geniş bir Pazar; 'ulusal' pazarlarda; para ve mal dolaşımının serbestçe temini için, 'asâyişin daima berkemal' olması; her tarafa ulaşabilmek için, düzgün, bakımlı, kara, deniz ve hava yolları; her tarafla haberleşebilmek için, esaslı bir iletişim şebekesi; herkesle kolayca anlaşabilmek için de, her tarafta geçerli ve anlaşılabilir, 'ulusal' bir dil......demek 'uluslaşma' dilin 'ulusallaşması' zorunluluğunu, diyalektik olarak getiriyor. Her bölge başka bir dil konuşursa, alıcıyla satıcı arasındaki diyalog, ülke çapında kurulamaz ki! Oysa satıcının, önce 'Ulusal Pazar 'ın tamamını ele geçirmesi gerekmektedir; şu halde 'ümmet dili' nden 'ulusal dil' damıtılacak; önceki toplumsal düzende, 'bendegân' ve 'zadegân'ın kullandığı, sanat ve bilim dili demokratikleştirilerek, her yerde ve herkesin anlayabileceği bir düzeye kavuşturulacaktır. Öyle de olmuştur...''
''...bu mantık, 'demokratik dili', 'Ulusal Demokratik Devrim 'in oluşmasına bağlıyor. Ulusal Demokratik Devrim, bir de 'kültür devrimi' içeriyor ya, dilin değişmesi onun kapsamı içinde olacak! Ulusal Demokratik Devrim, Ulusal Burjuvazinin tarihsel görevi! Söz konusu ülkemiz olunca, işler biraz çetrefilleşmektedir: Osmanlı burjuvalaşacağı dönemde, 'Batı'lı, beyaz ve Hıristiyan 'Emperyalizm'lerin nüfuz alanına düştüğünden, 'burjuvazisi' 'ulusal değil, 'Levanten' ve 'komprador' özellikler taşıdı. Bizim 'ulusal demokratik devrimimizin', ulusal burjuvazice değil, 'milliyetçi' aydınlarla 'bürokratlar'; bir de onları, 'din elden gidiyor' gerekçesiyle desteklemiş olan 'eşraf -ve halk- tarafından yapılmış olması, bundandır. Ankara Hükümeti, başlangıçtan itibaren 'millî siyaset' güden bir 'halk hükümeti' olmak iddia ve istidadındadır, 'demokratikleşmeyi' çaresiz, bürokratik yollardan gerçekleştireceği için de, 'Ümmet Dili'nden 'Ulusal Dili' damıtmaya, 'aydınlarla' yürümeye çalışmıştır. Bu açıdan bakılınca, Atatürk'ün 'Dil Devrimi', ulusal bir Burjuvazi'nin önünde sonunda ihtiyaç duyacağı bir 'ulusallaşma'nın; o daha ortada yok iken, 'mer'iyete konmasından ibarettir. Nasıl egemenlik kesinlikle bürokrasinin elinde iken, 'Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir' ilkesi yürürlüğe konulmuş, bununla demokratik liberal burjuva toplumunun temelleri atılmışsa; Osmanlıca'dan Türkçe 'sağılarak' 'ulusal Pazar'ın 'ulusal Dili' de yaratılmak isteniyor... Bu çerçeve içinde 'Dil Devrimi', tarihsel olarak doğru, yerinde bir teşebbüstür...'' )
Zurna neden zırt diyor?
...zaten, 'özleştirme 'den filân vazgeçilip, olay, 'Türk halkının konuştuğu dil Türkçedir' esasına bağlandığı anda, sorun da halledilmiştir; iyi de, zurna sonradan neden zırt diyor; neden 40'lı, 50'li yıllarda, 'özleştirme' nin gemi azıya aldığını, bu yüzden de, Falih Rıfkı Bey 'in (Atay) Dilde istikrar istiyoruz, diye yazılar yazması gerekiyor.
Onu da konuşuruz.


Cumhuriyet, 11.05.2005