11 Ekim 2009 Pazar

attila ilhan sohbet yazıları 2

“Kemalizm” Aslında Nedir
...kitabının bir yerinde, Barış (Doster) , öyle önemli ve çarpıcı bir alıntı yapmış ki; çağrışımların zinciri, okur okumaz beni kaptığı gibi, 70 'li yılların Ankara 'sına, yayınevindeki çalışma masama götürüyor; karşımdaki koltukta, alıntının sahibi oturuyor; gözlük camlarında, ışık pırıltıları; dudaklarında, dostça bir tebessüm: Niyazi Berkes ! Yazları Kanada 'dan gelirdi, söylemiştim ya, yakın tarihimizi konuşuruz; kafama takılanları soruyorum, engin bilgisiyle kuşkulu ne çok noktayı aydınlatıyor; zaten, 'Hangi Batı' nın yeni bir basımına 'önsöz' yazmak gerekince, yazının başına, onun şu sözlerini almayacak mıyım?
'...bizde Batıcılıkla anlaşılan şey...'
''...bizde 'Batıcı'lık'la anlaşılan şey Türk evrimini çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektedir; (buraya dikkat!) halbuki Avrupa'da ve Amerika'da 'Batılılaşma' ve 'Batıcılık', Batı diplomasisine boyun eğme anlamına gelir. Bu yüzden onlara göre 'Kemalist Devir' Batı aleyhtarlığı, Menderes Devri ise 'Batıcılık' devridir. (buraya dikkat!) Batı diplomasisinden bağımsız olan bir Batıcılık, Batı dilinde, Batı düşmanı kötü bir ulusçuluk demektir!..''
Türkiye Cumhuriyeti , geleceğini tartışırken, Niyazi Ağabey 'in (Berkes) inanılmaz berraklıktaki bu sözlerini, bir an bile aklından çıkarmamak zorundadır; nitekim, 'Soğuk Savaş' ın sona erdiği sırada, bir ecnebi gazetesinden kestiğim şu haber, onun 'tespitinin' ne kadar doğru olduğunun, açık bir kanıtıdır.. Bakınız ABD 'de, 'Din ve Demokrasi Enstitüsü' nün Başkanı olan Mrs. Diane İ. Knippers ne demiştir:
''...Fransa öteki Avrupa devletleri için 'model' olmuştur; o da, dine karşı politikasını (laikliği demek ister) kesinlikle terketmeli, inanç özgürlüğünü yeniden güvenceye kavuşturmalıdır. Bugün bizi harekete geçiren şey, dün bizi Komünizm'le mücadeleye sevk eden şeyle, aynıdır. İnsanlık yalanla serpilip gelişemez, oysa Komünizm ve Dinsizlik (yine laiklik demek ister) ancak yalan üretebilir. Dindarlık uygarlığın garantisidir; zira inanç sayesinde namuslu insanlar çoğalır, namus olmayınca ticaret olmaz; ticaret olmayınca, uygarlık olmaz!..''
Bu kadarı bile, Türkiye Cumhuriyeti 'nin üzerinde yükseldiği temelleri atanlarla; şimdi Ankara 'nın, kaderini birleştirmeye heveslendiği Batı 'nın ve Batılılar 'ın, ne kadar ayrı -ayrı da lâf mı, karşıt- tellerden çaldığını göstermeye yeter..
En kalın ve karanlık kafaları bile...

O ysa Barış 'ın (Doster) eserinde yaptığı alıntı, Niyazi Berkes 'in, en kalın, en karanlık kafaları bile aydınlatabilecek netlikteki şu 'tesbit' i yapıyor. Diyor ki:
''...Birinci Dünya Savaşı'nın Wilson Prensipleri, Batı önderlerine, bir çeşit ulusçuluk kavramını kabul ettirmişti. (buraya dikkat!) Fakat, bundaki ulusçulukta Batı'nın ekonomik ve siyasi hükmünden bağımsız olma anlamı yoktu. Batı'da böyle bir şeyin imkânı, o zaman, kimsenin aklına gelmezdi. Wilson Prensipleri, Batı'dan bağımsız değil, Hıristiyan hayırseverliği altında, Batı'ya bağlı bir ulusçuluk gerektirir...''
''...bunun en iyi örneği, Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsız olmak isteyen Arap Ulusçuluğunun aldığı 'manda ulusçuluğu' şeklidir. O zamanki Arap 'milliyetçiliğinin' kabullendiği bu 'manda Batıcılığı'na karşı; bu önderler, bizde olduğu gibi, bir 'Millî Kurtuluş Savaşı' yapmadıklarından, Arap Ulusçuluğu ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra buna dönebilmiştir. (buraya dikkat!) Kurtuluş Savaşı Milliyetçiliği, Wilson Milliyetçiliği'nden ayrıldığı gibi, Kemalist Devrimciliği de hem Batıcılık anlayışından, hem de Bolşevik Devrimciliği'nden farklı olmuştur...''
Bu, bir bakıma, 'Soğuk Savaş' döneminde, Batı 'yı ve Batıcılığı , kıskıvrak Batı Avrupa ile Kuzey Amerika 'yı sıkıştıran anti/Emperyalist Diyalektiğin , tek cephe değil, birisi 'sosyalist' öbürü 'Üçüncü Dünyacı' iki cephe olarak meydana çıkmasının, açıklamasıdır; hatta, Karl Marx 'ın tahminleri hilâfına, XX. yy 'ın, bir sosyalist devrimler yüzyılı değil, daha çok bir dizi demokratik devrimler yüzyılı olması da, bu açıdan izah edilebilir.
'Onlar', her kim ise...
...çünkü bakın, Niyazi Ağabey (Berkes) o dediklerini nasıl sürdürüyor:
''...Kemalizm yalnız Milliyetçilik değil, yalnız Milli Kurtuluş ve Bağımsızlık değil; aynı zamanda bir millet yaratma, onu tarihe ve dünyaya kabul ettirme, onu kendi kendine kabul ettirme; ve nihayet, onu gelecekte de yaşayabilecek bir varlık olma temelleri üstüne oturtma işidir. Bunsuz bir Türk Milliyetçiliği yalnız gülünç olmakla duramaz, aynı zamanda varlığına kimseyi de inandıramaz...'' ( 'Atatürk, Türk Dünyası ve Mazlum Milletler' , s.153)
Bilmem tadına varabildiniz mi? Mustafa Kemal Paşa, Anti/Emperyalizm çelişkisinden, Türk gençliğine 'ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceği bir cumhuriyet' sentezini yaratmayı amaçlamış! Öyle bir cumhuriyet ki, yalnız var olmakla kalmayacak, aynı zamanda, öteki 'Mazlumlar' ın da tam bağımsız ve özgür olmasına omuz verecek!..
Batılı ve Batıcı bir 'milliyetçiliğin' davuluna oynayanlara; -onlar her kim ise- Türk halkı dahil, hiç kimsenin inanmaması, yoksa bundan mı?


Cumhuriyet, 18.08.2004



“...´Ecnebi Kültür´ün Maymunu Olmak!..”
(...ya o, geçen gün çıkagelen kitap, neler diyor? Daha önsözün ortalarında, insanı düşünmeye sevk eden, şu satırlara rastladım:
''...Türkiye'deki Amerikan okullarının, kurulduğu yıllardan başlamak üzere, etkisi oldukça artmıştır. (dikkat!) Atatürk döneminde, Türk okullarındaki bazı iyileştirmeler, yâni eğitimin, öğretimin kalitesinin arttırılması nedeniyle; özellikle yabancı okullara olan talep azalmışsa da; daha sonraki dönemlerde, eğitimdeki düzenlemelere gerektiği gibi yer verilemediğinden, bugün de Türkiye'deki diğer yabancı okullar gibi, Amerikan okullarının, her zamankinden daha fazla önem kazandıkları ve güçlendikleri varsayılabilir...'' (s.2)
Dahası, 'Amerikan Okulları' konusuna girerken, karşılaşacağınız şöyle bir tesbit, sorunun bu topraklar ve bu toprakların halkı için, ne vahim ihtimaller içerdiğini, ayan beyân ortaya dökmüyor mu?
''... (1830'larda) Amerikalılar, daha ziyâde simsar olarak, Ermeni ve Rumları kullandı. Böylece zaman içersinde, Ermenilerle Amerikalılar, öylesine birbirlerine yakınlaştılar ki; Amerikalılar Ermenileri, himâyeleri altına aldıkları gibi, onlara aynı zamanda, vatandaşlık hakkı da verdiler. Ermeni simsarlarla Amerikalılar arasında başlayan bu birliktelik ve yakınlaşma, eğitim alanında da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. (dikkat!) Bunda misyonerlerin payı büyük oldu...''
''...Amerikalılar bu eğitim kurumları sayesinde, Ermenileri koruma altına alarak, onları kendi taraflarına çekerek, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. (dikkat!) Tıpkı Yunanlıların Rumları, İngilizlerin Protestanları, Fransızların Katolikleri, Rusların Ortodoksları, korumaları ve kullanmaları gibi. Sonuçta da, koruma altına alınan tüm gayr-ı müslim uluslar, (dikkat!) eğitim öğretim, siyasal ve silâhlı örgütlenme, silâhlı ayaklanma ve yabancı devlet müdahalesi gibi aşamalardan sonra, ayaklanarak bağımsız birimler şeklinde Osmanlı Devleti bünyesinden ayrılmışlardır..'' (s.12)
Nasıl, hayli açık ve seçik değil mi? Kitabın adı, ''Türkiye'de Amerikan Okulları (2. Basım, Yelken Yay., 2004/Konya) ; yazarı, Doç. Dr. Süleyman Büyükkarcı ; handiyse altı yüz sayfalık, kapsamlı, ayrıntılı bir çalışma; meraklısı için, az bulunur bir kaynak!..)
'Yalnız kültürsüzleştirmez, yabancılaştırır da!..'
O müthiş sözü, eski bir yağmur ve rüzgâr Paris 'inde, zenci güzeli dostum Dr. M'ba mı
Söylemişti, yoksa, geçmiş gün, ben mi onun ağzına en çok yakıştırıyorum, hangisi olursa olsun, anlamı ve derinliğiyle, 'ecnebi' dille eğitim ve öğretimin, 'tahribatı' açısından, çarpıcı bir 'tesbit 'tir.
''...ecnebi dille yapılan eğitim ve öğretim, 'yerli'yi yalnız 'kültürsüzleştirmez'; kendi kültürünün uzağına düşürmesi yetmezmş gibi, üstelik bir de 'yabancılaştırır'; yani, ona verilen ecnebi kültürün 'maymunu' olur!''
Olur mu, olmaz mı? İster misiniz bunu da, Reha Kılıçer 'in (asıl adı mahfuz) mektubunu okuyarak, görelim?
''...geçtiğimiz günlerde, benim de yaşadığım birebir bir örnek, ülkemizdeki kültürel yozlaşmanın, ne aşamada olduğunu göstermesi bakımından çok ibret vericidir. Ünlü filân (adı saklı) bir firmanın, Call Center (!) birimine başvuruda bulunmuştum; bu firmayı temsilen, benimle görüşen ve arabulucu görevini yapan, danışmanlık firmasından TC yurttaşı bayan; İngilizcemin nasıl olduğunu sorduktan sonra, benimle İngilizce konuşmaya başladı ve 'olmaz!' dedi...''
''...Dikkatinizi çekerim: İngilizce bilmediğim için değil, aksanımın İngiliz ya da Amerikan aksanı olmadığı için, olmayacağını söyledi. Yâni söz konusu yabancı firma, kendisine öyle yabancılaşmış bir insan arıyor ki; onun aksanını bile taşıyacak derecede kendisine benzemesini istiyor; onun gibi düşünmen, konuşman yetmiyor, gırtlağın ve dilin de, onun gibi dönecek!..''
'...Paşam seni çok özlüyoruz!..'
''...işin acı tarafı, benimle bu firma için görüşen bayanın da bunu firmanın bir hakkı olarak görmesi idi; ayrıca benimle konuşurken, araya sürekli İngilizce sözcükler serpiştiriyordu; işin komik tarafı da, İngilizcesinin bana İngilizce sorduğu soruya, benim verdiğim ve doğruluğundan kesinlikle emin olduğum, gramer yapısı ve düzgün İngilizce yanıtı anlayamayacak düzeyde oluşuydu. Siz söyleşilerinizde firmaların 'elit' diye sıfatlandırılan kişilerin peşinde olduğundan söz etmiştiniz; sanırım ona bir ek yapmak gerekecek; genetik yapısı, ağız yapısı, dili bile taklit olan kesim diye...''
''....bu örnekler, dış sermaye çevrelerinin bize nasıl baktığını göstermek açısından, aslında çok ibretlik! Bu yaşadıklarımdan sonra, onların bizi aralarına hiçbir zaman almayacaklarını, iyice anlamış oldum. Kendi ülkemde böylesine parya muamelesi görebileceğim, doğrusu hiç aklıma gelmemişti; hem de, iki dil bilen, işsiz bir parya!..''
''...hangi kent hatırlamıyorum ama, Gâzi bir kenti ziyarete gelmiş; bakmış ki yabancı dilde yazılmış bir işyeri tabelası; derhal onun oradan indirilmesini ve Türkçe yazılmasını emretmiş! Nereden nereye! TRT/2'de, son 10 Kasım söyleşinizde, sözü nasıl bitirmiştiniz?''
''...Paşam, seni çok özlüyoruz!..''


Cumhuriyet, 10.03.2004


“Gâzi´nin, O ´Dev´ Yalnızlığı!...”
Ne çetin bir 'dev' yalnızlığı içindeymiş! Çevresinde yaşamış olanlardan, hangisinin hassas ve akıllı 'hatırasına' el atsam; bu gerçeği yoğun bir sis halinde, görmüşümdür: Hasan Rıza Bey (Soyak) sayfalar boyunca, imâ eder durur; Fâlih Rıfkı Bey (Atay), üstelik sosyal haritadaki yerine koyarak, tarif etmiştir:
''... Mustafa Kemal'le, samimî olarak, yalnız Gökalp kolundan -yâni 'ırkçı' ve 'gelenekçi' olmayan, Batı kültür ve medeniyetçisi- Türkçüler, işbirliği etmişlerdir. Sayılarının ne kadar az olduğunu söylemekten sıkılırım; pek çokları, Mustafa Kemal gibi bir kurtarıcının her yaptığının, -kendi inançlarına aykırı da olsa-, doğru olduğu fikrine bağlı idiler; pek azı, yapılanları anlayarak ve onlara inanarak; pek çoğu Mustafa Kemal'e bağlı olarak, ona inanarak yürümüşlerdir...''
''...Atatürk, ileri atılışlarında; daima statükocu, el altından sinsi sinsi, Tanzimat bürokratlarının, pasif dayatışına uğramıştır. Gerçekte Atatürk Partisi, 'millet içinde' değil 'kendi partisi içinde', azınlıkta idi. (buraya dikkat!) Ölümünden sonra parti güdümü, bu inançsızların eline geçti. (Sizce kimleri kastediyor?) Türkiye'nin Atatürk sonrası ve Demokrasi Tarihi; dünya tarihine, karaktersiz aydınların, bir millete yapabilecekleri kötülükler örneği olarak; ve Kurtuluş tarihi ise, sağlam karakterde bir aydının, nasıl mucizeler yaratabileceğinin örneği olarak geçecektir...'' (bkz. 'Çankaya')
Durumun 'vahâmetini' daha açık, nasıl söylesin?
'...halkla kaynaşmak', asıl kime düşer?

O nesil yalnız bizde değil, -meselâ Çin 'de ve Rusya 'da da 'Çağdaşlaşma' yı, 'Batılılaşma 'yla karıştırıyordu. Osmanlı 'nın Teceddüt Tarihi', Batı 'dan -yâni Düvel-i Muazzama 'dan, yâni Emperyalizm 'den- medet uman aydınların tarihidir (yine öyle değil mi?); 'Yeni Osmanlılar' da, 'Jöntürkler' de, Padişah ve Halife'nin saltanatına karşı olmuş; yarı inkılapçı, yarı 'komprador alafrangası' olarak, kapağı mutlaka ya Paris 'e, ya Londra 'ya, ya 'Viyana'ya atmışlardı; bulabildikleri çözüm, Tanzimat 'tır, yâni altıyüz yıllık Devlet-i Aliyye-i Osmaniye 'yi 'batıran' süreç! Türklerde, Mustafa Kemal Paşa 'Kurtuluşu' Doğu 'da gören ilk ihtilalci idi: Dersaadet 'ten Avrupa başkentlerine değil, Samsun 'a gitmiştir.
O, Tanzimat 'oligarşisi' nin (Bürokrasi+Komprador Burjuvazi+Münevverân), ne türlü bir belâ oluşturduğunu, Fâlih Rıfkı Bey 'den (Atay) yıllarca önce (20 Mart 1923) söyleyecekti:
''...aydınlarımız arasında çok iyi düşünenleri vardır ama, genellikle şu yanılgıya düşeriz; inceleme ve araştırmalarımızda, daha çok kendi ülkemiz, kendi gelenek ve göreneklerimiz, ya da ihtiyaçlarımızı temel almalıyız; aydınlarımız, belki bütün dünyayı, bütün öteki milletleri tanır, ama kedimizi bilmeyiz...''
''...aydınlarımız, 'milletimizi en mutlu millet yapayım' der; 'başka milletler nasıl olmuşsa, onu da aynen öyle yapalım' der; ama düşünmeliyiz ki böyle bir düşünce, hiçbir dönemde başarı kazanmış değildir: Bir millet için mutluluk olan şey, diğer millet için yıkıma sebep olabilir; aynı neden ve şartlar, birini mutlu kıldığı halde, diğerini mutsuz edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken; dünyanın her türlü ilminden, icatlarından, gelişmelerinden yararlanalım; fakat unutmayalım ki, (buraya dikkat!) asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız...''
''...milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini; doğru dürüst ve sağlam olarak görmeliyiz. (buraya dikkat!) itiraf edelim ki hâlâ ve hâlâ, aydınlarımızın gençleri arasında, halkla ve halkın alt kesimleriyle yakınlık gerçekleşmiş değildir. Memleketi kurtarmak için, bu iki kesim arasındaki uygunluğu (uyumu) sağlamak gerekiyor; bunun için de, biraz halkın yürüyüşünü hızlandırması, aydınların da çok hızlı gitmesi lâzımdır; fakat halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak, daha çok, daha fazla, aydınlara düşen bir görevdir...''
'Dip dalgası' ne durumdadır?

G eçenlerde, '...sizin 'dip dalgası' ne durumdadır? Bu çıkmazdan, nasıl kurtulacağız?' diye soran bir emekli albay'a Gâzi Mustafa Kemal Paşa 'nın bu sözlerini okudum, hayret ve dehşet içinde dinledi; sonra da dedi ki: ''-...üzerinden üç çeyrek yüzyıl geçmiş, durum aynı görünüyor; bu nasıl olabilir?..'' Şaşkınlık da, dehşet de, yanlış ve yersizdi; soru da: İnönü Cumhuriyeti' yıllarında, devletin kültür politikası 'resmen' yeni bir Tanzimatçılık olursa, sonuç başka ne olabilirdi ki?
Bunu da, nereden mi çıkardım? Göreceğiz...


Cumhuriyet, 05.01.2005


“...´Kapitalizm Afeti´ ve Onun ´Çocuğu´!..”
...Joseph Nehama 'yı, Batı Avrupa 'daki 'meraklı', iki muazzam eseri, 'Yahudi/İspanyol Sözlüğü' ve 'Selânik Yahudileri Tarihi'yle tanırmış; doğrusu Paul Dumont 'u okuyana kadar, benim, varlığından bile haberim yoktu; meğer o, Tanzimat Selânik 'inde, bu önemli eserlerini vermekle kalmamış; aynı zamanda, Jean Jaures 'den esinlenmiş bir Balkan Sosyalizmi 'nin de 'mübeşşiri' olmuş! O kadar ki, Benaroya ve 'amele arkadaşları', ondan aldıkları ilhamla, 'Selânik İşçi Birliği 'ni (Selânik Amele İttihâdı) kurmuş oluyorlar ki, Devlet-i Aliyye 'deki ilk sendikadır.
Önce biz yaşamışız...
Ne tuhaf! Emperyalizm 'in 'beslemesi', Batı 'lı İşçi Sınıfları'nın,; yeryüzünün geri kalanındaki haksızlıklara aldırmayıp, kulakları üzerine yatacaklarına da, ilk tanık olan bu amele örgütüdür. Zira, Hürriyet 'in ilânıyla beraber, İtalya o tarihte Osmanlı toprağı olan Trablusgarp 'a (Libya) saldırıyor; amaç nettir, Osmanlı'dan koparıp sömürgeleştirmek!. Daha da tuhafı, Bâbıâli yâni Devlet-i aliyye, buna çıt çıkarmaz da, kim itiraz eder, bilir misiniz? Selânik 'teki 'Amele İttihadı' ; bağlı bulunduğu Brüksel Enternasyonal 'ına; oradaki delegeleri vasıtasıyla, müracaat üzerine müracaat edip; hiç olmazsa Enternasyonal 'ın, bu açık ve haksız işgâli protesto etmesini talep eder; cevap 'eveleme geveleme', yâni 'oyalama'dır; sonunda iş, Brüksel 'in, 'Canım ne diye büyütüyorsunuz, sorunu Masonlar vasıtasıyla çözeriz' cevabı mertebesinde, soysuzlaşır. (Bkz. George Haupt/Paul Dumont, 'Osmanlı İmparatorluğu'nda Sosyalist Hareketler', Gözlem Yayınları, 1977)
İşte bu, bilâhare Edward Hallett Carr 'ın kitabında sözünü edeceği, Batı Proleteryası 'ndaki 'yozlaşma' nın -yoksa 'semirme' nin mi demeliydik?- bizim bu taraflardaki ilk görüntüsüdür.
Batı'da iki 'ulus' kaldı mı?..

Peki o ne diyordu? Sanırım Endüstri Devrimi 'nin, soyup soğana çevirdiği işçileri vatansızlaştırıp, uluslararası (beynelmilel) bir sınıfa dönüştürmesi yüzünden, Burjuvazi ile Proletarya 'ya oralarda 'iki ulus' denildiğini görmüş; aradaki uçurumun, XX. yy başına doğru Emperyalizm 'bereketi' sayesinde kapatıldığına ulaşmıştık.
''...1900'lerin başlarında, 'iki ulus' arasındaki 'uçurum'; bütün Avrupa ülkelerinde öz olarak kapatılmıştı. Ulusun Burjuvazi'ye (orta sınıfa) ait olup, işçinin anayurdunun bulunmadığı XIX. yüzyılda, Sosyalizm 'beynelmilel' (uluslararası/enternasyonal) idi. 1914'te yaşanan kriz, bu bakış açısının, geri kalmış Rusya dışında, her yerde eskimiş olduğunu bir çırpıda gösteriverdi. İşçi yığınları, çıkarlarının nerede olduğunu, içgüdüsel olarak görüyorlardı...''
''... (sonuçta) Lenin, kendi ülkesinin yenilgisini, Sosyalist bir amaç olarak ilân etmekte; 'sosyal şovenler'e karşı 'ihanet' feryatları koparmakta yalnız kalmış bir sesti. Uluslararası (Enternasyonalist) Sosyalizm, acıklı bir şekilde çökmüştü; onu yaşatabilmek için, Lenin'in giriştiği umutsuz artçı hareket; sadece Rusya'da ve orada da devrimci koşullar kaldığı sürece, anlam taşıdı. Fiilî olarak 'İşçilerin devleti' yerleşince, 'Tek Ülkede Sosyalizm' mantıksal sonuç oldu: Rusya'nın sonraki tarihi ve Komünist Enternasyonal'ın (Komintern) trajikomedisi; Milliyetçilik ile Sosyalizm arasındaki 'ittifakın', sürdüğünün, parlak bir göstergesidir...'' (Edward Hallett Carr, 'Milliyetçilik ve Sonrası', s. 33-34. İletişim yayınları)
Demek ki neymiş? Emperyalizm 'in son aşamasında, Sosyalizm, ister Batı 'da isterse Doğu 'da, yaşayabilmek için Ulusalcılık la el ele vermiş, iç içe geçmiş! Bunu Türkiye Cumhuriyeti 'nde de görmek, görmek de söz mü, yaşamak mümkündü.
Gâzi'nin tavrı nettir!..

Osmanlı 'Sosyalizm' i, bir manada 'Frenk' ti; handiyse, 'komprador', 'dışardan gelme', 'Batı' nın ciddiye almadığı'; zaten örgütlenmesi de, bunun kanıtıdır: Bir tarafta, Batı ülkelerinde öğretim ve eğitim görmüş, çoğu 'Sabatayist' ya da 'alafranga Komünistler'; bir tarafta, çoğu Türkocağı Aydını, ucu Mustafa Suphi üzerinden Sultan Galiyef 'e uzanan, 'alaturka', ya da 'ulusalcı' Komünistler! Bu iki 'takım' Cumhuriyet tarihi boyunca da çekişmiş, gerçek manada uzlaşamamıştır.
Gâzi Mustafa Kemal, Marksist ya da sosyalist değildi; 'Emperyalizm' kavramını, 'ilk defa Ruslardan işittiğini', Meclis kürsüsünden söylemiştir; ne var ki, Emperyalizm 'le mücadelenin ancak 'Anadolu İhtilâli' nin Sovyet İhtilâli' yle yandaş olmakla, başarıya ulaşabileceğini görmüştü. Tavrı nettir: Nasıl ulusal demokrat devrimi, Türkler, kendi koşulları içinde, kendileri yapıyorlarsa; Sosyalizm 'i de, aynı şekilde, kendi koşulları içinde, kendileri yapmalıydılar; onun için, herhangi bir dış müdâhaleye meydan verilmiyor, buna mukâbil, Dr. Tevfik Rüştü Bey (Aras), yeni Türk devletinin Komintern 'e (III. Enternasyonal) üye yazılabilmesi için, özel murahhas sıfatıyla Moskova 'ya gönderiliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti, Anti/Emperyalist bir savaşı kazanmıştı, kendisini 'Mazlumlar' la beraber, onlardan yana telâkki ediyordu. Yoksa, Müdaafaa-i Hukuk Cemiyeti' nin -ve Ankara Hükümeti' nin 'nâşir-i efkârı'- Hakimiyet-i Milliye gazetesinde, sözgelişi, şu türden başyazılar yayımlanır mıydı:
''...en büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan millettir: Bilâkis bu, adetâ bütün dünyaya hâkim olan 'Kapitalizm Âfeti' ve onun çocuğu olan 'Emperyalizm'dir. Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat, bizde de tamamen idrâk ediliyor...'' (Hakimiyet-i Milliye, 20 Temmuz 1336/1920)


Cumhuriyet, 19.01.2005


“...Artık ´Batı´, Bir ´Emperyalizm Ortaklığı´dır...”
...belki yaşın ilerlemesinden, belki o günleri sık anmayışımdan; yaşanılan 'muhtevâ' aklımda kalıyor da, nerede ve kiminle yaşadığım, bulanık: O akşam, bunları, 'Trotçkist' arkadaşım, Mark Apter 'le, Alliance Française 'in dumanlı kantininde mi konuşmuştuk; yoksa, Montparnasse 'daki Dupont Kahvesi 'nde 'zenci güzeli' M'ba 'yla mı? Uzaklardan kulağıma, Musettes akordeonlarının ünlü bir parçası geliyor; ama nereden? Kantin'in emektar pikabından mı, yoksa Dupont Kahvesi' nin, hoparlöründen mi? Orası müphem, net olarak hatırladığım, ne konuştuğumuz, hangi sonuca bağlandığımız!.
Kim söylemişti, orası da karanlık, avucunda ısıttığı Calvados kadehinden bir yudum alarak, M'ba da söylemiş olabilir, vodka kadehini dikerek, bir yudumda bitiren Mark Apter de; hatta, ben bile söylemiş olabilirim ama, söyleyen değil, söylenen önemli; çünkü üçü de Batı Avrupa 'ya dışardan gelmiş 'aydın gençler' olarak, yaşadıklarımızdan bir sonuç çıkarıyoruz, acaba şöyle özetlenebilir mi?
''...Batı Batı deyip duruyorlar ya, gerçekte öyle 'yekpâre' bir Batı yok; her birisi, kendi ulusal kültür sentezini yapmış; biri öbürüne benzemeyen, ulusal devletler var; İngiliz resmi, İtalyan resmine; İspanyol müziği, Alman müziğine benzemez; örfleri, âdetleri de! ille ortaklaşa bir şey ararsanız, üç şey bulursunuz: a/ Hıristiyanlık, b/ Rasyonalizm (Akılcılık) c/ Emperyalizm! Rasyonalizmle, Pozitivizm üzerinden, ateşli silahları geliştirmiş; yeryüzünü fethe çıkmışlar; üstelik her gittikleri yere, kendi dillerini, dinlerini, kültürlerini taşımak egoizmini de, -ki eski Roma'dan kalmıştır- çantalarında götürmüşler! Batı'nın medeniyeti, iddia ettikleri gibi, bütün insanlar için değildir; yalnızca onlar için, bir medeniyettir; o kadar böyledir ki bu, siz 'Trotçkist', lâik Müslüman, ya da Fildişi Sahili'nden 'ulusalcı komünist' bir zenci güzeli olarak, onu ne kadar benimseseniz, Batılının gözünde, 'ikinci sınıf' insan olarak kalırsınız...''
Yalnız şurası hafızamda çok açık ve seçik olarak kalmış! O gece -her kimse-, yanımdakinden ayrıldıktan sonra; St-Michel 'den Republique Meydanı 'na kadar yürümüştüm; soğuktu, ince bir kar tozu dökülüyor; tenhalaşmış bulvarlarda, trafik ışıkları, kırmızı, sarı, yeşil, renk değiştirip duruyorlar: İçimde kıvrılan istifham neydi derseniz, hâlâ tartıştığımız soru: ''Batılıya benzemek, o hangisiyse, onun maymunu olmak demeye geliyor; öyleyse, Gâzi'nin, ulusal kültür sentezini, gerçekten ulusal olarak gerçekleştirmeye çalıştığı için; bilinçli olarak, tarihine -yâni 'öz benliğine'- çektiği Türkiye, neden yine 'ecnebi kültürü'ne, 'Yunan'a, Latin'e dönmektedir; bunun sonu nereye varır?..''
'Millî Şef', 'ulusal aydın'ı üretemedi..
S onuçlarına katlanmakta zorlandığımız, kötü bir yere varmıştır: Gâzi 'nin tasarladığı sosyalizan tek parti ile savaşı, barış içinde, 'tarafsız' yaşamak yerine, 'Millî Şef 'in faşizan tek parti düzeninde, Batı 'yla anlaşırsanız; hem savaş boyunca, oradan oraya savrulursunuz; hem Cumhuriyet çocuklarından, Cumhuriyet 'in 'ulusal aydını' nı üretemezsiniz! Öyle olmamış mıdır? Meselâ şiire bakalım, fikirleri ne kadar birbirinden farklı, hatta karşıt olursa olsun, İnönü Cumhuriyeti 'ne kadar, ister aruzla divan tarzında, ister heceyle Anadolu şairi, isterse serbest vezinle 'toplumcu' şair olsun, şairlerimizin hepsinde, bin yıllık geçmişimizden süzülmüş, bir ses vardı ki, şiirimizi şiir yapıyor; onu halkımız tarafından da okunur kılıyordu.
Yunan/Latin kültürü, Mitolocya, Batı'ya benzemek derken; başka bir 'dil devrimi', -özleştirme niteliğiyle- sistemli olarak ortaya getirilmiştir; artık şiirler, çağrışım yükü sıfır, kelimelerle yazılmaya; konular, halkın içinden, halk için değil, 'komprador alafrangası' oligarşi için üretilmeye başlıyor, çünkü; faşizan tek parti diktasının, kaçınılmaz sonucu budur; savaş koşulları içinde geliştiği için de, Bürokrasi, Burjuvazi ve 'bu' Aydınlardan oluşan bir 'iktidar üçgeni', halkın üzerinde, -sözüm ona- Modern Türkiye 'yi temsil ediyordu.
Sözüm ona deyişim boşuna değil, ilk yolculuğumda modern şiirimize örnek olarak, üç beş kafadar birlikte çevirdiğimiz 'Garip Üçgeni 'ne ait şiirleri, Fransız genç şairlerine gösterince dudak büküp, açık bir küçümsemeyle demişlerdi ki: ''-...Fütüristler'le Sürrealistler arasında bir şiir bu; yeni hiçbir tarafı yok, geçen yüzyılın sonunda moda olmuştu; onların çoğu, başta Tristan Tzara, Aragon, Eluard, artık 'toplumcu gerçekçi' yazıyorlar: hepsi Komünist...'' Şiir namusumuzu, Bâki 'den, Şeyhülislam Yahya 'dan, Nedim 'den zar zor çevirdiğimiz gazellerle kurtarmıştık!
Yoksa bunları, daha önce yazmış mıydım?
'Onlar aldılar da, biz mi girmedik?'
Ç ağdaşlaşma, İnönü Cumhuriyeti 'nde tekrar 'Batılılaşma' ya dönünce; zaten iktidar partili sayılan sivil ve asker bürokrasi ; karaborsadan yetiştirmeye çabaladığı yerli Burjuvazi 'yle beraber; Yunan/Latin temeli üzerinde geliştirilmek istenen, taklit bir Batılı kültürün koluna girmiş; Türkiye 'yi bir semt-i meçhûle götürüyordu:
Churchill , o istediğinde savaşa girmediğimiz; Stalin, Almanya ile Sovyetler aleyhinde, gizli işbirliği yaptığımız için, bize 'küsmüştü' ; meğer Boğazlar 'dan Alman muhrip ve denizaltılarını, 'ticaret gemisi' diye Karadeniz 'e geçirirmişiz!.. Roosevelt ise, Doğu Akdeniz 'le değil, Birleşmiş Milletler ve Atlantik Paktı ile meşguldü: rivâyet odur ki, Celal Bey (Bayar) ikinci seçiminde CHP 'yi yerle bir ettikten sonra, İsmet Paşa 'yı ilk ziyaretinde sormuştu: ''-...Paşam, niye NATO'ya girmediniz?'' , cevap her bakımdan hazin ve düşündürücüdür: ''-...a Celâl Bey, onlar aldılar da biz mi girmedik?''


Cumhuriyet, 22.04.2005