2 Aralık 2009 Çarşamba

söyleşi-fıkra-eleştiri

Sohbet - Söyleşi


Bir yazarın gündelik yaşam, insan, sanat ve edebiyatla ilgili bir konu hakkındaki düşüncelerini, sanki karşısında okuyucular varmış da onlarla sohbet ediyormuşçasına sıcak ve içten bir anlatımla dile getirdiği yazılara “sohbet” denir.

Sohbet sözcüğü, dilimize Arapçadan geçmiştir. Sohbet türündeki yazılara “söyleşi” de denmektedir.

Gündelik yaşamda insanı ilgilendiren hemen her şey sohbetin konusu olabilir. Sohbet yazarı bir anısını, bir sanatçı arkadaşını, onun eserleri hakkındaki değerlendirmelerini, okuduğu bir dergi ve kitap hakkındaki düşüncelerini, izlediği bir sinema veya tiyatro hakkındaki yorumlarını, gündelik yaşamında gözüne takılan şeyleri okuyucularıyla paylaşır.

Sohbet türündeki yazıların deneme, makale, fıkra gibi diğer türlerden ayrılan yönü konunun işlenişinde, anlatımındadır. Okuyucu, sohbet türündeki bir yazıyı okurken bir anda yazar tarafından kuşatıldığımızı, yazarın çekim gücünün etkisine girdiğimizi hissederiz. Sanki yazar ete kemiğe bürünür, karşımıza geçer, bizimle konuşur, bize sorular sorar. Azıcık dikkatimiz dağılsa, ses tonunu yükseltir, kaşlarını çatar, suratını ekşitir. Okuyucunun ağzından sorular sorar, bu soruları yine kendisi cevaplar. Okuyucuya “….. sizce de öyle değil mi?”, “…. siz de böyle düşünmez misiniz?” gibi sorular sorarak okuyuculardan onay bekler.

Yazar, ele aldığı konu ya da kişiyle ilgili düşüncelerini açıklarken bir bakarsınız öfkesinden köpürür, bir bakarsınız çok beğenmiştir, neşelenir, gülümser. Sohbet türündeki yazılarda belli bir heyecan, canlılık, çekim gücü vardır. Sanki yazar karşımıza geçmiş, ellerini kollarını kullanarak, kaşını gözünü oynatarak, ses tonu yükseltip alçaltarak, heyecanlı bir şekilde konuşmaktadır. Öyle ki, karşımızda konuşan kişi sanki yazar değil de kırk yıllık yakın bir arkadaşımız yahut dostumuzdur. Yazarla okuyucu arasında böylesine bir yakın ve içten bir bağ kurulur.

Sohbet yazarları kültür, sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarda zengin bir birikimi olan kişilerdir. Ele aldığı konuyu fazla derine inmeden, kanıtlama endişesi taşımadan, âdeta okuyucularla dertleşiyormuş gibi içten anlatır. Konunun ağırlaşmaya başladığı, okuyucunun sıkılmaya başladığını düşündüğü anda bir espri yaparak, bir nükte söyleyerek, bir fıkra anlatarak okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başarır. Düşüncelerini kimi zaman bir atasözü söyleyerek, bir vecize söyleyerek, bazen de ünlü bir düşünürün sözleriyle pekiştirir. En sıkıcı, en ağır konular bile usta bir sohbet yazarının kalemiyle şekillenince neşeyle, keyifle okunan bir yazı haline dönüşür.

Sohbet türündeki yazılar gazete ve dergilerde yayımlanır. Bu yazılar daha sonra bir kitapta toplanabilir. Sohbet türündeki yazılar üç-beş sayfalık kısa yazılardır.

Sohbet Türündeki Eserler

Sohbet türündeki eserlerin sayısı oldukça azdır. Edebiyatımızda sohbet türüne örnek olarak şu eserleri verebiliriz:

Nurullah Ataç, “Söyleşiler”

Şevket Rado, “Eşref Saat”

Ahmet Rasim, “Ramazan Sohbetleri”

Suut Kemal Yetkin, “Edebiyat Söyleşileri”

Melih Cevdet Anday, “Dilimiz Üstüne Konuşmalar”

Sohbet Türü Örnek Metinler

BEZENMEK

Nurullah Ataç SöyleşilerBilmem ben kendime çekidüzen vermesini, derviş gibiyimdir. Berbere uğramaya üşenip sakal bir karış, saçlar öylesine, günlerce dolaştığım olur. Bir Mehmet Beyimiz vardı, çoktan öldü, rahmet dilemiş olacak, hatırlayıverdim. Tanışır, konuşurdum ama, adımı hiç mi merak etmemiş, yoksa unutu mu vermiş, nedir? Bir gün benim için: “Hani saçı sakalı akar gibi bir adam geliyor buraya, o işte.” demiş, duyanların hepsi de anlamışlar ben olduğumu. Bana da söylediler, hoşuma gitti, doğrusu tam bulmuş rahmetli. Çamurdan kaçınmayı bir türlü beceremem; çoraplarım hep düşer; yakamla boyun-bağımın biri bir yandadır, biri bir yanda; cigara külüne bulanmışım, ona da aldırmam… Dedim ya, derviş gibiyimdir.

Eee! Ne yapalım? Fikir adamıyım, bilim adamıyım ben; derin derin düşüncelerimden çıkıp da süslenmeye, dış güzelliklerle uğraşmaya ayıracak vaktim mi var benim? Okuyup okuyup da içimi bezeyeyim, kafamı donatayım, yeter bana. Ama görenler beni beğenmeyeceklermiş, varsınlar beğenmesinler! Öyle görünüş düşkünü kimselerin diyeceklerinden bana ne? Ben geçici şeylerle, istedik mi çıkarıp atabileceğimiz şeylerle değil, bizim ta içimize işleyen, benliğimizi yoğuran meziyetlerle övünen insanlardanım; onlarla yetinmeyip bir de dışa bakanlar uzak olsunlar benden, onlarla düşüp kalkmayı ister miyim ben?

Bilirsiniz beni, bilirsiniz de inanmazsınız bu son dediklerime. Saçımın sakalımın akar gibi olduğu, benim kendime çekidüzen vermesini bilmediğim doğrudur ama övünülecek şey mi bu? Süslenmek, bezenmek elimden gelmez ama süslenmeyi, bezenmeyi kötülemeye kalkanlara pek kızarım. Adam dediğin üstüne başına da bakmalıdır; yalnız temiz giyinmesi de yetmez, kendine yakışacak şeyleri bulmalı, güzel olmaya, kendini bezendirmeye çalışmalıdır.

Güzel olmak… “Ya yaradılışından güzel değilse?” demeyiniz, en çirkin, en biçimsiz insanlar dahi, biraz zevkleri varsa, o çirkinliklerini, biçimsizliklerini örtmenin, başka güzelliklerle karşılarındakilere unutturmamanın bir yolunu bulurlar. Süslenirler, bezenirler, öylelikle olsun kendilerini karşılarındakilere şirin gösterirler.

“Ben yaradılışımdan güzel değilim” deyip de boynunu bükmek olur mu? Medeniyet dediğiniz, bir bakıma, tabiatla savaşmak, tabiatı olduğu gibi bırakmayıp düzeltmek, insanoğlunun istediği hale getirmek değil midir? Öyle olunca insanlar arasındaki çirkinlikleri de: “Ne yapalım? Öyle doğmuş onlar!” deyip çirkin bırakamayız, onları da elimizden geldiğince güzelleştirmek borcumuzdur. Bittabi kendimizden başlayarak.

Bu söylediklerimin kendimi de kötülemek olduğunu biliyorum. Benim işime gelmiyor diye doğruyu saklayayım da işime gelecek doğrular mı uydurayım? Üstüne başına bakmayan, kendine bir çekidüzen vermeye özenmeyen adam gerçekten medenî bir adam değildir. Bir kere öyle kimselerde çevrelerindekilere bir aldırışsızlık vardır. Çevrelerindekilere gerçekten aldırsalar, onları gerçekten düşünseler kendilerini onlara beğendirmek isterler. “Ben böyle sallapati gezerim, korkunç bir suratım olur, gene de başkalarının arasına girerim, benimle konuşurlar, konuşmaya mecburdurlar.” demek kendini beğenmenin, büyüklenmenin ta kendisi değil midir? Böyle kendini beğenen, büyüklenen kişiden topluma ne iyilik gelebilir? Bilgisi varmış, derin derin düşünceleri varmış, şöyle iyilikleri, böyle üstünlükleri varmış… Bütün o bilgisi, derin derin düşünceleri, iyilikleri, üstünlükleri kendisinde, başkalarınca da beğenilmek, başkalarınca da hoş, sevimli görülmek dileğini uyandırmamışlarsa topluma ne hayrı olur öyle meziyetlerin? İyi biliniz, süslenmeyi, bezenmeyi kötüleyen, bir suç saymaya kalkan kimseler, toplumu hiçe sayan kimselerdir. Çocuklarınızın, gençlerin kendilerini beğenmeyip toplum için çalışmalarını istiyorsanız, onlara bezenmek, kendilerini çevrelerine beğendirmek dileğini de aşılayınız. O bezekleri iç bezekler, dış bezekler diye de ayırmayınız. İkisi de lüzumludur, ikisi de birbirinin tamamlayıcısıdır.

Bezenmeyi kötüleyenlere bir başka bakımdan da kızarım. Önce kişilerin bezeklerine takılırlar, sonra da toplumun bezeklerini küçümserler. “Bize şairden önce, feylesoftan önce, iş adamı gerektir; tiyatrodan, eğlence yerlerinden önce daha önemli şeyler vardır.” diye kendilerini beğene beğene bir konuşurlar, maazallah! Tüyleri ürperir insanın. Giderek şairle feylesofu, tiyatroyu, eğlence yerlerini, hattâ hemen bir fayda sağlamayacak bilgilerle uğraşan kimseleri toplum için zararlı saymaya başlarlar. Kişilerin güzel giyinmeye özenmelerini ayıpladıkları gibi sözlerini doğru dürüst söylemeye, düşüncelerine bir biçim vermeye çalışmalarını da beğenmezler, onları birer biçim düşmanı olmakla suçlarlar, biçimsiz özün kendini belirtmeyeceğini anlamazlar da: “Biz öz istiyoruz, öz!” diye bağırırlar. Bu da her türlü medeniyetin yok olmasına varır.

(Nurullah Ataç, “Söyleşiler”)

GELDİĞİ GİBİ

Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl bir boy: “İnsanların en çok çalıştıkları, en çok düşündükleri, en çok eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış, masallar uydurmuş, insanlar yasalar kurmuş. Medeniyeti kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmış değil mi?” derim ama olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont’un bilmem hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya beni avutmaya, güz sonu içimi sarmaya başlayan o korkuyu andırır perişanlığı gidermeye yetmiyor.

Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyle çok üşümedim ömrümde; serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. Üşümenin, şöyle biraz üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, yarım saat yürüdükten sonra sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu? Gözlerinizin içi parlar, “Vu-u-u-u! Üşüdüm” diyerek mangala, sobaya yaklaşırken gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü… Ben en çok bir gece, otuz beş yıl oluyor, Sofya’da üşümüştüm; trenden inmiş, açık arabayla bir otele gidiyorduk, bir soğuk ki öyle paltoydu, atkıydı dinlemiyor, bıçak gibi işliyor insanın içine. Ertesi sabah öğrendik; meğer o gece sıfırın altında kırkı, kırk biri boylamış… Aklıma geldikçe hâlâ titrerim. Hasretle anmıyorum o günü: “Öyle bir soğukla, ah! Bir daha karşılaşsam!” demiyorum, neme lâzım? Özenilecek şey mi? Gene de memnunum o soğuğu bir kere çektiğime… Belki çektiğime değil de, çekmeyi geçirmiş olduğuma memnunum. Acayiptir hatıra, bakarsınız, en büyük sıkıntılara, sadece geçtikleri için, geçmişe karıştıkları için bir güzellik veriverir.

Kışı, gündüzleri kısacık olduğu için sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen güneş erkenden de çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü geçti mi, ortalık kararıveriyor. Ne anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır Ankara’nın ışığında, İstanbul’unki gibi öyle baygın değildir, yarı sevdalı, yarı güzünlü hülyalar kurmaya sürüklemez insanı, çıkıp gezmeye çağırır. Ama nereye gideceksin? Sen daha biraz yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın. Lambaların ışığı ne kadar parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.

Aylı gecelerde, hattâ büsbütün karanlıkta yürümenin de zevki yoktur demedim. Düşüncelerine dalar, belki kendin de pek fark etmeksizin hafiften bir türkü tutturur, öyle uzun uzun gidersin. Sonunda nereye varacaksın? Bilmezsin onu, kim bilir? Belki kendi kendine varacaksın… Ama onun için ortalık tenha olmalı, herkes evlerine çekildikten, yattıktan sonra, saat akşamın beşinde altısında öyle mi? Sokaklar kalabalık, gün daha bitmemiş… Ne ad takacağınızı bilemediğiniz bir zaman: Ne gündüz, ne de gece; ne gündüzün ışığı var, ne de gecenin sükûnu, sessizliği. İster istemez içine karıştığınız anlaşılmaz haller gibi sinirlendirir sizi. Bir kurtulsanız, evinize mi gireceksiniz, nereye gireceksiniz girseniz de bir kurtulsanız. Kış günlerinin o saatlerinde günü tamamlamak için geceden kesilip gündüze eklenen saatlerinde, siz de öyle misiniz bilmiyorum, ben bir şaşkına dönerim. Vakti anlayamam bir türlü. Erken desem değil, ortalık kararmış; geç de desem değil, şehrin insanları daha işlerini, alışverişlerini bitirmemiş, sofralarına oturmamışlar. Kış, insanoğluna gündüzünü gecesini şaşırtan bir mevsimdir.

“Yaşlandın sen artık, kocadın, yarım saat dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?” diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Ama yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı, unutayım da yaz gelince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben ışığı, ışıklı günleri yalnız gezmek, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği bütün yerler sizindir, şu tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça yüzü beliren gölge, hepsi, hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça, onları gördükçe benliğinizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsınız. Yalnız değilsiniz, çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar uzaklarda hayat var, hepsini sevebilir, hepsini düşünebilirsiniz. Kışın ise öyle mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah! Bu kış geceleri, bitmek bilmeyen, insanı kendine kendine, hep kendi kendini düşünmeye sürükleyen kış geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür, büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, medeniyeti belki kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmıştır, kış geceleri belki hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye masallar uydurmaya, insanlar, yasalar kurmaya elverişlidir, bizi kendi kendimizle uğraşmaya, kendimizi beğenmeye sürükleyen de odur…

Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi söylemek istedim, işte o kadar. Böyle geldi, böyle yazdım.

(Nurullah Ataç, “Söyleşiler”)

GÜLER YÜZ

Şevket Rado Eşref SaatAsık suratlı insanlardan hoşlanır mısınız desem tabii bana gülersiniz. Zaten ben de biraz gülmeniz için söze böyle başladım. Güler yüze ve gülmeye dair olan bu konuşmayı asık suratla dinlemenizi istemem tabii. Konuşurken söze başladığınız sırada karşınızdakinin kaşlarını çattığını, asık bir suratla sizi dinlediğini görürseniz konuşmak hevesiniz kırılır. Lafı kısa kesip bu tatsız sohbeti bir an önce bitirmeye bakarsınız. Bir de karşınızdakinin sizi güler yüzle dinlediğini, hatta araya biraz da tatlı söz karıştırarak sohbete renk verdiğini görecek olsanız konuştukça konuşacağınız gelir.

Zaten öyledir. Güler yüz her şeyden önce insana cesaret verir. Çünkü güler yüzlü insanlar her kusuru hoş gören, affeden insanlardır. Dünyada ilk adımlarını yeni atmaya başlamış bir çocuğa herkes güler yüzle bakar. Onun her kusuru yapabileceğini ve bütün kusurların affedilmeye layık olduğunu önceden kabul ettiğimiz için çocuk karşısında gülümser bir yüz takınırız. Olgun insanlar yalnız çocuklara değil, herkese affedici, kusura pek aldırmayıcı bir yüzle bakarlar. Bu dünya öyle çatık kaşla dolaşmaya, şunun bunun kalbini kırmaya değer bir dünya değildir. Onun için güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha tatlı geçer.

Bazı kimseler vardır, sanki Cenabı Hak onlara gülmeyi yasak etmiştir. Gülümsemeyi aklı başında adamın ciddiliğini bozan bir hâl sayarlar. Yüzgöz olmasınlar diye çocuklarına gülmezler; laubali demesinler diye komşularına gülmezler. Kaşları sanki kudretten çatılmıştır. Çalışırken çatık, konuşurken çatıklar. Hatta kendilerine ettikleri zulüm yetmiyormuş gibi gülenlere de kızarlar.

Hayatı böyle saymak çok yanlıştır. Unutmayalım ki, biz insanların hayvanlardan bir farkımız konuşmaksa öteki farkımız da gülmektir. Hiç siz ömrünüzde gülen, kahkahalar savuran bir hayvan gördünüz mü? Zavallılar kim bilir ne kadar gülmek istiyorlardır! Hatta insan kardeşlerinin öyle bazı tuhaflıkları vardır ki, onların karşısında herhâlde kahkahalarla gülmek için can atıyorlardır. Ama, ne hikmetse, yüzleri gülmeye elverişli bir şekilde yaratılmamıştır. Kendilerini ne kadar zorlasalar gülemezler. Hâlbuki insanlar, çok şükür, gülebiliyorlar. Bu imkanı niçin kullanmamalı?

Alain filozof hiddetin bir hastalık olduğunu söyler. Hem de hiddeti öksürüğe benzetir. Nasıl öksürük bir gıcıkla gelirse hiddet de öyledir. Bir kere başladı mı bir kere ile kalmaz; ikide bir öksürdüğünüz gibi ikide bir de hiddetlenir, sağa sola çatarsınız. Bu hastalığın bir tek tedavisi vardır. O da gülmeye alışmaktır.

Gülmeye alışmak deyip geçmeyiniz. İkinci Cihan Harbi’nden önce, belki de Birinci Cihan Harbi’nin yarattığı ruh hâli yüzünden Avrupa’da bazı milletler çok az güldüklerini fark etmişlerdi. Âdeta neşe azalmış, insanlar fazlasıyla somurtur olmuşlardı. Bunun en çok Macarlar farkına varmışlar ve hatırımda kaldığına göre Budapeşte şehrinde insanlara gülmeyi öğreten bir mektep açmışlar. O zaman bu mektebe pek çok öğrenci yazılmış; özel olarak yetiştirilmiş hocalar gülmeyi ya öğrenmemiş veya unutmuş olan yaşlı başlı öğrencilerine hayatın türlü hadiseleri karşısında evlerinde, çalıştıkları yerlerde, kulüplerde, gazinolarda, hatta eğlence yerlerinde nasıl güleceklerini öğretmişler. O insanlar şimdi ne hâldedirler pek bilmiyoruz ama fi tarihinde insanları biraz olsun gülmeye alıştırmak için harcanan gayret herhâlde boşuna değildi. Nitekim Tagor filozof da kendi hususi mektebinde öğrencilerine günde bir saat gülmeyi, kahkahalarla gülmeyi değilse bile, gülümsemeyi belletiyordu. Japonlarda yüksek terbiye, en büyük matem günlerinde bile gülümsemeyi emreder. Kocası ölen bir Japon kadını ziyaretçilerini gülerek karşılamak zorundadır.

Hayatı iyi karşılamanın sırrını bulabilmek için her şeyden önce gülümsemeyi öğrenmeli. Belki siz de bilirsiniz: Her hadiseyi güler yüzle karşılayan bir adama, “Eh… Hayatta muvaffak olduğun için sen tabii daima gülersin. Ama biz öyle miyiz ya?” demişler. Adam, bir kere daha gülmüş, “Yanılıyorsunuz, hem de çok yanılıyorsunuz. Ben hayatta muvaffak olduğum için gülmüyorum. Tam tersine! Güldüğüm için hayatta muvaffak oluyorum.” demiş. Bu söz boşuna söylenmiş bir söz değildir. İçinde bilinmesi gereken bir hakikat saklı.

Soğuğa dayanmanın en emin çaresi soğuğu sevmektir, derler. Gerçekten insan soğuğu aradığı zaman, ne kadar şiddetli olursa olsun, etkilenmez. Sıcacık şehir dururken karlı dağlara çıkanlar, vaktinden önce kışı arayanlar vardır. Karların içinde, gömleklerini de çıkararak bir pantolon âdeta çıplak gezerler. Soğuk, sıfırın çok altında olduğu hâlde onları üşütmez. Soğuğu sevdikleri için ona seve seve dayanırlar. Hayata dayanmanın en emin çaresi de hayatı sevmektir. İnsan bir kere hayatı sevince onun bütün külfetlerine katlanır; hiçbiri ağır gelmez. Sizi çok seven anneniz nasıl sizin yüzünüze hep gülerek bakarsa siz de hayata güler yüzle bakar, etrafınızdaki insanlara da neşe verir, hayatın bir kat daha güzelleşmesine hizmet edersiniz.

“Güleriz ağlanacak hâlimize.” diyen şair, emin olunuz ki, hata ediyor. Ağlanacak bir hâl karşısında ağlamaya kalkan adamdan hiçbir fayda gelmez. Fakat gülümseyen adamda, ümit vardır: Bu hâlin bir çaresini bulacak demektir.

Güler yüzün çözemeyeceği hiçbir mesele yoktur. Buzlar güneş karşısında nasıl erirse çetin meseleler de işe güler yüzle başlayan ve öylece devam eden insanların elinde çözülür. Asık surata kapanan kapılar güler yüze açılır.

Bektaşi’nin hikâyesini bilirsiniz: 80 yaşında öldüğü hâlde mezar taşına “5 sene yaşadı” diye yazdırmış. Bu beş sene onun hayatta gülerek, neşe içinde yaşadığı, gam kasavet nedir bilmeden hoşça geçirdiği senelermiş. Hayatınızı yaşadığınız yıllar boyunca uzatabilmek için her anınızı gülerek geçirmeniz gerekir.

Gene bizim bir şairimiz bir dostuna hediye ettiği resminin altına “Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz!” diye yazmıştır. Bu da güzel bir sözdür. Çünkü en iyi hatıra gülerek geçen günlerin hatırasıdır. Hayatta o günlerin sayısı az olursa insan bir gün gelir, “Ne etmişim de gülmemişim!” diye ağlayabilir.

Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın.

(Şevket Rado, “Eşref Saat”)


Fıkra-Köşeyazısı

Gazete ya da dergilerin belirli sütunlarında yayımlanan, güncel, siyasal ve toplumsal sorunların ele alındığı yazılara “fıkra” denir.

Fıkra türündeki yazılara “köşe yazısı” da denir.

Fıkralar güncel olaylar üzerine yazılan günübirlik yazılardır. Fıkra türündeki yazıların ömrü kısadır, birkaç günlüktür. Kalıcılığı yoktur. Saman alevi gibi bir anda parlar, kısa sürede etkisi geçer.

Fıkra yazarı güncel bir olayı, herhangi bir toplumsal sorunu konu olarak seçer. Bu konuyu çeşitli yönlerden ele alır, önemli yerlerine dikkat çeker, çözüm önerileri sunar. Öne sürdüğü görüşlerini kanıtlama yoluna gitmez. Sıradan bir gözün göremeyeceği şeyleri görür, görünür kılar fıkra yazarı. Okuyucuları bilgilendirir, onların gözlerini açar.

Fıkra yazarlarının okuyucuyu sıkmayan, güler yüzlü, samimî bir tavırları vardır. Yazılarında yer yer espriler yaparlar, nüktelere yer verirler.

Fıkra yazarlığı gerçekten zor bir uğraştır. Gündemi yakalayabilmek, her gün yazılacak değişik konular bulabilmek, bunu yaparken tekrara düşmemek kolay değildir. Fıkra yazarının zengin bir bilgi ve kültür birikimine sahip olması gerekir. Kendini hemen her konuda yenileyebilmeli, gündemi yakından takip etmelidir.

Fıkra yazarlarının ömrü de tıpkı yazdıkları gibi kısadır. “Fıkra yazarlığı, kelebeğin yaşamına çok benzer. Kelebek gibi renkli, parlak, göze çarpan bir şeydir, ama yine kelebek gibi yaşamı ancak bir günlüktür… yirmi yıl hiç aksatmadan her gün yazmış bir fıkra yazarı bile, kalemi elinden bırakınca çok çabuk unutuluverir.” (Aziz Nesin)

Fıkra Türleri

Genel anlamda üç tür fıkra vardır.

1. Güncel Fıkralar: Güncel olaylar üzerine yazılan, kalıcılığı olmayan, kısa sürede etkisini kaybedip unutulan fıkralardır.

2. Edebî Fıkralar: Güncel bir konudan hareketle yazılmış olsa da dilin kullanımı ve üslûp yönlerinden kalıcılık gösteren fıkralardır. Bu tür fıkralar, güncelliğin sınırını aşar. Bu yazılar bir araya getirilerek kitap halinde yayımlanabilir. Yıllar sonra da keyifle okunabilir. Edebiyatımızda edebî fıkralarıyla tanınmış yazarlarımız şunlardır: Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet, Yusuf Ziya Ortaç, Falih Rıfkı Atay, Şevket Rado, Oktay Akbal, Haldun Taner, Çetin Altan…

3. Makaleye Benzeyen Fıkralar: Bu tür fıkralarda yazar, yine güncel bir konuyu ele alır, ancak ileri sürdüğü görüşlerini kanıtlama yoluna gider.

Güldürü Fıkraları

Halk arasında, insanları güldürmek, eğlendirmek amacıyla anlatılan kısa öykücüklere de “fıkra” denmektedir. Bu tür fıkralar gülüp eğlendirmenin yanı sıra insanlara birtakım mesaj ve dersler de verir. Bunlara örnek olarak şunları verebiliriz: Nasrettin Hoca fıkraları, Karadeniz fıkraları, Bektaşi fıkraları…

Fıkra Türü Örnek Metinler

Yanan Biziz

Oktay Ekşi HürriyetTÜRKİYE'nin ciğerini bu defa Antalya'da dağladılar.

Gazetelerde yayınlanan rakamlara göre 31 Temmuz günü çıkan orman yangınında binlerce hektarlık alandaki ağaçlar kül oldu. Sadece ağaçlar değil, böceğiyle, bitkisiyle, karıncasından tavşanına kadar orada doğmuş tüm hayatlar söndü.

Sebebini henüz bilmiyoruz.

Bir yıldırım düşmesi de olabilir, bir alçağın sabotajı da... İki ayaklı bir hayvanın attığı izmarit de buna yol açabilir, kırılmış bir şişe dibinin mercek görevi yaparak ateşlediği kuru otlar da...

İster o ister öteki... Sonuçta -bizim Ekonomi servisindeki arkadaşların hesabına göre- en az 1 milyar YTL değerinde maddi zarara uğradık. Sayıca 10 milyon ağacımız kül oldu. Bunların 2 milyon 500 bin kadarı, her biri ortalama 400 YTL değerindeki Kızılçam idi.

Zararın maddi bölümü öyle veya böyle telafi edilebilir. Asıl, o yöredeki "hayat" bitti.

Taa ki tabiat kendini yenileyip de böcekleriyle, kelebekleriyle, yılanıyla, kuşuyla, otuyla, bitiyle avdet edene kadar...

Bizim anlayamadığımız bir şey var:

Özellikle Akdeniz ve Ege bölgesindeki ormanlarımızın her yılın yaz aylarında büyük bir yangın tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bilinir.

Sadece maddi açıdan bakacak olsak, bu yangınlar yüzünden her yıl en az 1 milyar ABD doları tutarında zarara uğradığımız da bellidir.

O halde bu zararı asgari düzeye indirmek için gerekli yatırımı neden yapmayız?

Veya bugüne kadar yaptığımız yatırımların yetersiz olduğu ortada olduğuna göre neden ek yatırım ve önlemlerle soruna etkili bir çare bulmayız?

Öyle ya... Dört yılda kabaca 5 milyar dolar zarar edeceksek, bu işe 500 milyon dolar yatırmak akıllıca olmaz mı?

Neler yapılabilir?

Öncelikle "yangın ihbar sistemi"ni olabilecek en etkili noktaya çıkarmak gerekir. Özellikle cep telefonunun bu kadar yaygın olduğu Türkiye'de orman yangını nerede çıkarsa çıksın ilk 5 yahut 10 dakika içinde 177 No'lu yangın ihbar merkezine bilgi gelmesinden kolay bir şey olmamak gerek.

Acaba Orman İdaresi bu numarayı herkesin hafızasına yerleştirecek kadar tanıtmadı mı?

Sadece numarayı ezberletmek hiçbir şey çözmez. Asıl önemlisi halka, yangın çıkaran yanlışları yapmamayı öğretmektir. Bu okulda, evde, TV'de, her yerde, her an karşımıza çıkan yoğun ve sürekli propaganda kampanyasıyla alınabilecek bir sonuçtur. Yılda birkaç kez yapılan uyarıyla değil.

Üçüncüsü, Orman İdaresi'nin, orman yangınlarını söndürecek personeli sayıca ve eğitim yönünden yeterli mi?

Yetkililerin "yeterli" demesi yetmez. Bunlar o konuda gelişmiş ülkelerdeki personelin eğitim düzeyine çıkarılmadıkça amaca ulaşılmış sayılmaz.

Yangına duyarlı bölgelerdeki sivil halktan iyi eğitim verilmiş "gönüllü" birlikleri kurulmadıkça ve onlar zaman zaman tatbikat yapılıp gereğinde devreye sokulmadıkça yine yetmez.

Geriye teknolojiyi devreye sokmak, onun altyapısını hazırlamak kalır.

Tabii sorumlulara zahmet olmazsa!

(Oktay Ekşi, Hürriyet, 5 Ağustos 2008)

Kene ve Orman

YANAN her ağaç, iyi bir "ormancı" yani orman mühendisleri başta olmak üzere o idareye bağlı insanlar için bir evlat kaybetmek gibidir.

İyi olmayan ormancı zaten ağaç düşmanı aşağılık bir mahluktur.

Son orman yangınları "iyi" ormancılarla "kötü"lerini ayırdı.

İyiler -gelen haberlere göre- Manavgat-Serik ormanları alev alev kavrulurken canları pahasına mücadele verdiler.

Kötüler, -yine haberlere göre- yanı başlarındaki köyler yangın tehdidi altındayken karpuz yiyip keyiflerine baktılar.

Sonuç olarak en az 4 bin 500 hektar büyüklüğünde yeşilimiz 6 gün içinde kül olup gitti.

Şimdi yetkililerin değerlendirmelerini okuyoruz:

Orman ve Çevre Bakanı'nın yangın söndürme amacıyla 300 milyon dolar yatırım yaparak her biri yaklaşık 30 milyon dolar değerinde 8-10 uçaklı bir filo kuracaklarını açıkladığı bildiriliyor.

Orman Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kurtulmuşlu ise yangının bölgeye atom bombası atılmış gibi zarar verdiğini, ekosistemi bozduğunu belirtmiş.

Ancak Kurtulmuşlu orada kalmamış. Yangının, bitki örtüsünün kaybına neden olduğunu, orman yolları ve köprüler gibi altyapıya zarar verdiğini ve bölgenin ağaçlandırılması için çok ciddi ekonomik kayıp olduğunu belirttikten sonra;

"Yangının bir tek iyi tarafı, bu ormanlarda kene kalmadı. 1940 ve 1950'li yıllarda bölgede çıkan bazı büyük yangınların kenelerden kurtulmak isteyen köylüler tarafından çıkarıldığı anlaşılıyor" demiş.

İnsanın aklına Osmanlı döneminin "Ah şu mektepler olmasa Maarif Nazırlığı kolay yapılırdı" diyen sözde devlet adamı geliyor.

İsterseniz o Maarif Nazırı'ndan çok, meşhur Karadeniz fıkrasındakine benzetin:

Hani, bir türlü yakalayamadığı sinek bir yakınının alnına konunca çekip tabancayla sineğe nişan alan ve hem sineği hem de yakınını öldüren Karadenizlinin, "Bir senden bir benden" diyerek ödeşmesi hikáyesi var ya ona...

Sayın Genel Müdür Yardımcısı'nın atladığı bir nokta daha var:

Nasıl AIDS hastalığı 1980'den önce bilinmiyor idiyse "kene"nin sebep olduğu "Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi" denen hastalık da en azından Türkiye'de 2002 yılından önce bilinmiyordu. İlk olarak 1944-45 yıllarında Kırım'da karşılaşılmış, daha sonra 1960'lı yıllarda Kongo'da görülmüştü.

O nedenle Türkiye'de büyük orman yangınlarının yaşandığı 1944-45 yıllarında halkımızın "kene öldürmek" amacıyla orman yaktığını söylemek doğrusu hayli yersiz görünmektedir.

Tamam kırsal alandaki halkımız hem o yıllarda hem de özellikle 1950'li yıllarda bilerek hayli orman yakmıştır. Ama onların nedeni "Bize oy verir de partimizi iktidara getirirseniz, ormandan açacağınız alanı devlet size tarla olarak bırakacak" diyerek oy isteyen alçak siyaset adamlarıdır.

Zaten 1961 Anayasası'nın 131'inci maddesine "Orman suçları için genel af çıkarılamaz; ormanların tahribine yol açacak hiçbir siyasi propaganda yapılamaz" diye hüküm konulmasının nedeni de budur.

(Oktay Ekşi, Hürriyet, 6 Ağustos 2008)



Eleştiri-Tenkid-Kritik


Bir sanat eserini, bir sanatçıyı çeşitli yönleriyle inceleyip tanıtmak, anlaşılmasını sağlamak, beğenilen ve kusurlu yanlarını ortaya çıkarmak amacıyla yazılan yazılara “eleştiri” denir.
Eleştiri türünde yazılar yazan, bu işi meslek edinmiş kişilere “eleştirmen” ya da “eleştirici” denir.
Eleştiri türüne eskiden “tenkit”, bu türde eser veren kişilere de “münekkit” denirdi.
Tenkid” sözcüğü, “paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek” anlamına gelen Arapça “nakd” sözcüğünden türetilmiştir.
Dilimizde eleştiri sözcüğünün yanı sıra, tam olarak eleştiri anlamında kullanılmasa da buna yakın bir anlamda şu sözcükler de kullanılmaktadır: “kritik, analiz, tahlil, şerh, tefsir, yorum, inceleme, çözümleme.”
Eleştirmen, sıradan bir gözün ilk bakışta göremeyeceği, en kuytu köşelere saklanmış güzellikleri arayıp bulur. Eserin karanlık yerlerine ışık tutar. Bunu yapabilmek için de incelediği kişi, eser ya da konuyla ilgili çok kapsamlı bir araştırma yapar, bilgiler toplar.
Eleştirmenlik fedakârlık isteyen, sabır isteyen, yorucu bir meslektir. Öyle ki, okuduğumuz birkaç sayfalık, küçücük bir eleştiri yazısı, günlerce, hatta yıllarca süren yoğun bir okuma ve çalışma sonrasında yazılmıştır. Eleştirmen ele aldığı bir eseri ya da sanatçıyı tam olarak tanıyıp anlayabilmek için günlerce, yıllarca okur, okur, kafa yorar. Ancak sonunda eserdeki görülemeyen gizli manaları keşfeder.
“Eleştirmek” sözcüğü genelde olumsuz yanıyla algılanır. Birini eleştirmek demek, o kişinin sadece olumsuz, kötü, kusurlu, zayıf, beğenilmeyen yanlarını ortaya dökmek demek değildir. Eleştiri türünde kişi ya da eserin hem olumlu hem de olumsuz yanları bir arada verilir. Bu nedenle, eleştiri yazılarında kişi ya da eserin kusurları yanında onun olumlu, iyi, güzel, güçlü, beğenilen yanları da ortaya çıkarılır. Eleştiri yazılarını sadece kişiyi karalayan, kötüleyen yazılar olarak değerlendirmek yanlış olur.
Eleştiri yazılarının önemli bir işlevi de tanıtımdır. Okuyucu o güne kadar hiç bilmediği, adını dahi duymadığı sanatçı ve eserleri, birkaç sayfalık eleştiri yazısı sayesinde tanıma fırsatı bulur. İzlemek istediğimiz bir sinema, bir tiyatro yahut alıp okumayı düşündüğümüz bir kitap hakkında okuduğumuz kısa bir eleştiri yazısı, kafamızdaki pek çok soruyu yanıtlar, bize fikir verir.
Eleştirmen, incelediği kişi hakkında değerlendirmeler yaparken olabildiğince objektif (nesnel) davranmalı, öznel (kişisel) yargılardan kaçınmalıdır. Bir eleştirmenin inanç, siyasî görüş yönlerinden kendisine yakın kişilere hak etmediği övgülerde bulunması ya da kendisinden farklı olan kişileri haksız yere karalaması doğru bir tutum değildir. Eleştirmen eser üzerine yoğunlaşıp onu edebî, estetik, sanatsal yönlerden değerlendirmelidir.

Eleştiri türünün önemli temsilcileri: Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin, Mehmet Kaplan, Memet Fuat, Asım Bezirci, Fethi Naci...
Eleştiri Türleri

1. Esere Yönelik Eleştiri
Eleştirmenin, sadece eser üzerine yoğunlaştığı eleştiri anlayışıdır. Ortada tamamlanmış bir eser vardır. Eleştirmen, eseri oluşturan parçaları –konu, olay örgüsü, kişiler, zaman, mekan, anlatım biçimleri, dilin kullanımı…- bu parçaların nasıl bir araya getirildiğini, nelerden faydalanıldığını ayrıntılı olarak inceler. Sanatçının ele aldığı konuyu, malzemeyi nasıl işlediğini, biçimlendirdiğini çözmeye çalışır.
Esere yönelik eleştiri anlayışına “biçimci eleştiri”, “yapısalcı eleştiri”, “nesnel eleştiri” de denmektedir.

2. Sanatçıya Yönelik Eleştiri
Eleştirmenin, eseri açıklamak ya da çözümlemek için sanatçının yaşamı ve kişiliği üzerine yoğunlaştığı eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen eser ile sanatçı arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu düşünür.
Sanatçıya yönelik eleştirinin iki çeşidi vardır:
* Biyografik Eleştiri: Eser ile sanatçı arasında güçlü bir ilişki olduğunu varsayan bir eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen, ele aldığı eserin sanatçısı hakkında ciddi bir araştırma yapar. Sanatçının yaşamının eserine yansıdığını düşünür.
* Ruhbilimsel Eleştiri: Eser ile sanatçının ruh dünyası, kişilik özellikleri arasında güçlü bir ilişki olduğunu varsayan bir eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen sanatçının iç dünyasından, kişiliğinden hareketle eseri çözümlemeye çalışır.

3. Topluma Yönelik Eleştiri
Eser ile eserin yaratıldığı dönemin tarihî ve toplumsal özellikleri arasında sıkı bir ilişki olduğunu savunan eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen, eserin yaratıldığı dönem hakkında araştırmalar yapar. Elde ettiği bilgilerin ışığında dönemin tarihî ve sosyal koşullarını da göz önünde bulundurarak eseri çözümlemeye çalışır.
Topluma yönelik eleştirinin iki çeşidi vardır:
* Tarihî Eleştiri: Her sanat eseri, belli bir tarihte, belli bir zaman diliminde oluşturulmuştur. Her eser, yaratıldığı zamanın koşullarına göre şekillenir; tadını, rengini, kokusunu yaratıldığı dönemin koşullarından alır. Eleştirmen, incelediği eserin yaratıldığı dönem hakkında iyice bilgi sahibi olduktan sonra, eser hakkında değerlendirmeler yapar. Esere, yaratıldığı dönemin gözüyle, zevk anlayışıyla bakar.
* Sosyolojik Eleştiri: Eleştirmen, esere estetik açıdan değil, toplumsal bir belge olarak yaklaşır. Eserin, yaratıldığı dönemin toplumsal özelliklerini yansıttığını düşünür, buradan hareketle eseri değerlendirmeye çalışır.

4. Okura Yönelik Eleştiri (Öznel/İzlenimci Eleştiri)
Bu tür eleştiri anlayışında eleştirmen, kendisini okuyucunun yerine koyar. Eseri incelerken kendisini tamamıyla özgür hisseder. Eleştirmen okuduğu, izlediği, incelediği bir eseri beğenmiş, ondan zevk almış ise, yahut beğenmediği, hoşlanmadığı yanları varsa, eleştirisinde bu duygularını dile getirir. Eserin kendi ruhunda bıraktığı izlenimleri anlatır.
Okura yönelik eleştiride öznellik ağır bastığı ve eleştirmeni sınırlayan kurallar olmadığı için bu tür eleştiri yazıları “deneme” havası taşır. Eleştirmen ele aldığı eseri değerlendirmekten çok, eseri bahane ederek asıl kendisini anlatır.

5. Dilbilimsel Eleştiri
Bu tür eleştiri anlayışında eleştirmen, esere her şeyden önce bir “dil ürünü” olarak bakar. Eser, dilbilim ilkeleri doğrultusunda dikkatle incelenir. Eserde kullanılan sözcük, deyim ve terimler tespit edilerek bunların hangi sıklıkta kullanıldığına ilişki sayısal döküm çıkarılır. Eleştirmen buradan hareketle yazarın ve eserin dil özelliklerini belirler.

6. Çözümleyici Eleştiri (Çok Yönlü Eleştiri)
Kimi eleştirmenler ele aldıkları eserleri değerlendirirken, tek bir eleştiri anlayışına bağlı kalmak istemez. İhtiyaç duyduğu eleştiri anlayışlarından faydalanabilir.
Çözümleyici eleştiri anlayışında eleştirmen, eleştiri çeşitlerinden -esere, sanatçıya, topluma yönelik ve dilbilimsel eleştiri- hangisine ihtiyaç duyuyorsa, eseri o eleştiri anlayışıyla çözümlemeye, değerlendirmeye çalışır. Çözümleyici eleştiri, birden çok eleştiri anlayışının iç içe geçtiği, karma bir eleştiri anlayışıdır.
Eleştiri Türü Örnek Metinleri

Orhan Veli

Nurullah Ataç Sözden SözeVarlık yayınları arasında küçük bir kitap daha çıktı: Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri. Yaşar Nabi iyi etmiş bunu düşündüğüne, zaten bu işle uğraşmak en çok ona düşerdi: Orhan Veli’yi de, arkadaşlarını da Varlık dergisinde o tanıtmıştı. Ancak tamam değil o kitap. Orhan Veli’nin bende bir defteri vardır, on yıldan çok oluyor, bir gün kendisi vermişti; şimdi nerede olduğunu bilmiyorum, kolayca da bulamam. O defterdeki şiirlerinin birkaçı bu kitapta yok gibi geliyor bana. Arayıp bulurum elbette, kitabın ikinci baskısı çıkarsa eksik olanları oraya alırlar. Doğrusu, eksiklerin büyük bir önemi yok: Onlar Orhan Veli’nin pek beğenmediği, sağlığında çıkardığı kitaplara da almadığı ilk şiirleri, ilk denemeleridir.

Ama önemli eksikler de var: Örneğin, Orhan Veli’nin son yazdığı şiirlerden biri olan “Aşk Resmigeçidi”. Bu şiir için kitabın sonunda şöyle deniliyor: “… yarım kalmış ve sonradan düzelttiği metni bulunamadığı için bu kitaba alınmayan ‘Aşk Resmigeçidi’ isimli şiiri…” Demek Yaşar Nabi’nin elinde o şiir var: Daha bitmemiş, düzeltilmemiş ilk şekli. Yarım olmasının, düzeltilmemiş olmasının zararı yok, bize hiç olmazsa onu vermeliydi. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli’nin kâğıtları arasında arasalar son metni de bulabilirlerdi. Ben o şiiri görmedim, ancak Orhan Veli’nin kendisinden dinlemiş olanların birinden duydum, çok güzelmiş. Şair onda gerçek, yahut hayalî birtakım sevgilerini anlatıyor: “Mabadi var” diye bitiriyormuş. Şiirini okuduğu gün, ölümünden bir iki hafta önce: “Mabadi yok ya, neyse!” demiş. Ölümü bu şakaya acılık katıyor. Yaşar Nabi ne yapıp yapıp o şiiri bulmalı; bulamazsa, demin dediğim gibi elinde bulunan yarım, düzeltilmemiş metni dergisine koymalı. Gene kitapta söylenildiğine göre Orhan Veli son günlerinde bir dergiye birkaç şiir vermiş, Yaşar Nabi kitaba koymak, üzere istemiş, alamamış. Onlar için üzülmüyorum: O dergi hangisi ise, o şiirleri elbette basar, biz de görürüz.

O küçücük kitabı karıştırırken bir üzünç çöküyor kişinin içine: Bir şair yaşamış, sevmiş sanatını, uğraşmış, anlamayanların gülmelerine, kaba, bayağı sözlerine karşı koymuş, bütün bıraktığı işte bu… Küçümsemiyorum o eseri, bilmiyorum değerini, bizim şiir, sanat anlayışımızı, dünya görüşümüzü tazeleyiverdi. Ama Orhan Veli yaşasaydı daha çok şeyler verebilirdi. Günden güne olgunlaşıyordu; hem olgunlaşıyor, hem de sanattaki devrimciliğinden ayrılmaksızın, özüne hıyanet etmeksizin değişiyordu. Yaşlandıkça uslanan, şu içsiz, sevgisiz, inansız, kendi kendilerine araştırmalara girişmekten korkan, yerleşmiş kanılara bağlanıp sağlıklarında yok oluveren kimselerin uslanmak dedikleri pısırıklığa düşecek insanlardan değildi o. Yaşasaydı düşüncesi günden güne zenginleşecek, genişleyecekti. Kendi sanatını savunmak, kendi değerini belirtmek için başkalarını küçültmeye kalkışanlardan da değildi. Kaynak dergisi birtakım yeni şairlere Yahya Kemal için ne düşündüklerini sormuştu: Çoğu, hemen hepsi, o şairi kötülemeyi, onun yaptıklarını inkâr etmeyi bir hüner sandılar, iri iri kof lâkırdılar söylediler. Orhan Veli ise Yahya Kemal’in şiirini anladığını gösterdi, ona olan saygısını, sevgisini, ona olan borcunu söyledi. Oysaki Orhan Veli sevmediği, beğenmediği, değerine inanmadığı şairleri batırmasını da hepsinden iyi bilirdi. Kendine gerçekten güvendiği için bütün gerçek değerleri, ancak onları savunmanın boynuna borç olduğunu anlamıştı. Gençti, kelimenin bayağı, aşağı manasıyla uslanmamıştı, uslanmayacaktı ama yüksek manasıyla tek doğru manasıyla uslanmıştı, öteden beri uslu idi, yani düşüncede dölekliğe, temkine varmıştı. Yaşasaydı, en iyi eleştirmecilerimizden, sanat anlatıcılarımızdan biri olacaktı. Onda, ancak Yahya Kemal’de gördüğümüz bir kavrayış vardı. Naili’nin, Galip’in, daha birçok eski şairlerimizin eserlerini ne iyi anlardı! Bir zamanlar Nazîm’in: “Gel gör Nazîm başımıza geldi âkıbet – Divânegân-i aşka gülerdik zaman ile” beytini, Naili’nin “Gamzene böyle kılan hâtır-i âşûbu esîr” diye başlayan terkibini birlikte okurduk: Onlardaki güzelliği ne iyi sezer, ne iyi sezdirirdi!.. Bir Fuzuli’yi sevmemesine, onu anlamamasına üzülürdüm. Nedense Fuzuli’yi hep ağlar, yalvarır bir şair diye görür: “Bana dilenci gibi geliyor bu adam!” derdi. Giderek onun inceliklerini de, bütün o sözde ağlamalar, yalvarmalara altındaki gerçek şiir sevgisini de anlayacağından şüphem yoktu Orhan Veli yaşasaydı… Boş bütün bu sözler, yaşamadı işte… Hem ne biliyoruz? Belki de yaratma, anlama gücü tükenmiş olduğu için ölmüştür.

Yeni çıkan kitabı karıştırırken, Orhan Veli için ilk yazdığım yazılardan birini hatırladım. Hemen hiçbir yazımı saklamadığım gibi onu da saklamadım, eski Haber gazetesinden de onu kim bulup çıkaracak? Dursun durduğu yerde, bugün onu belki ben de beğenmem: “Hatırlamasaydım keşke şunu!” derim. O yazımda, Orhan Veli ile arkadaşlarının, yani Oktay Rıfat’ın, Melih Cevdet’in şiirlerini okurken bende de şiir yazmak hevesi uyandığını söylüyordum. Geçmiş gün, yanılmıyorsam bir yerinde de şöyle diyordum: “Ben şiir yazacağım da siz benimle alay etmek için yeni bir fırsat ele geçireceksiniz diye hemen sevinivermeyin. Yapmam öyle şey, bilirim ben boyumun ölçüsünü. Ancak size bu gençlerin insana şiiri sevdirdiklerini, dünyaya bir şair gözüyle bakmayı öğrettiklerini, çevremizde umulmadık güzellikler sezdirdiklerini söylemek istiyorum.” Kitabı karıştırırken gene durdum o ilk şiirlerin üzerinde. Bilmem ama bana öyle geliyor ki biri de yitirmemiş tazeliğini: “Robenson”, “İnsanlar”, “Bayram”, “Hicret”… Hepsi de, şiir yazmak hevesi uyandırıyor gene bende, hepsi de Oktay Rıfat’ın şiirde söylediği gibi, benim için gökyüzünü birdenbire başlatıveriyor, bu dünyayı bağışlayıveriyor.

Küçücük bir kitap, ama bir şairden, gerçek bir şairden kalma bir kitap, neler neler var içinde…

(Nurullah Ataç, “Sözden Söze”)

Halikarnas Balıkçısı

Vedat Günyol ÇalakalemHalikarnas Balıkçısı takma adıyla tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı (1886-1973), öykücü ve romancı olarak, Ege ve Akdeniz kıyılarımızın, ekmeğini çekişe dövüşe denizden çıkaran yoksul, ama namuslu insanlarının yaşam serüvenini, bu bölgelerin taşı toprağı, ormanı dağı, mitolojisi efsanesiyle birlikte, şiirsel bir anlatımın bütün sıcaklığında coşa taşa edebiyatımıza mal eden ilk ve tek sanatçıdır.

Daha babasının (Şakir Paşa) elçi olarak bulunduğu Atina’da geçen çocukluk günlerinde filizlenip, Oxford’daki tarih öğreniminde daha bir gelişerek bilinçlenen mitoloji merakı, meraktan da öte tutkusu, o taşkın deniz sevgisiyle sarmaş dolaş olarak, hikâye ve romanlarına yansır.

Cevat Şakir, Oxford’dan klasik kültür yüküyle yurda dönünce (1910), resim karikatür, dergi kapağı resimleri, çevirilerle başlar gazetelerde çalışmaya. 1925’te Resimli Ay dergisinde, asker kaçaklarının yargılanmadan kurşuna dizilmelerini konu alan bir öyküsü, Doğu İsyanı günlerine rastlaması kasıtlı bir eleştiri sayılarak sanatçı üç yıl Bodrum’da kalebentlik cezasına çarptırılır. Daha Bodrum’a ayak bastığı ilk gece ile sanatçının yaşamında, ömrünün sonuna kadar sürecek olan, yepyeni bir dönem başlar. Yurt gerçeklerinden uzakta, varlıklı, alafranga bir çevrede, Batı kültürüyle beslenmiş çıtkırıldım genç aydının, görüp yaşadığı, alışıp benimsediği dünyadan apayrı, yoksul ama mert deniz insanları ile karşılaşmasıdır bu. Cevat Şakir, Bodrum’da geçirdiği bir buçuk yıl içinde, daha başlangıçtan beri kafasından yüreğine, yüreğinden kafasına akıp ona gerçek kişiliğini aydınlatan her şeyi bulur: Denizle sarmaş dolaş doğa güzelliği yanında, taşı toprağıyla boğazına kadar mitolojik anılarla dolu bir dünya, o anılardan habersiz, günlük ekmek tasası içinde çırpınan yoksul ama dürüst, temiz deniz insanlarının imrenilesi yaşamı.

Kalebentlik cezası biter ama, ondaki deniz sevgisi, deniz insanlarına duyduğu hayranlık, sevgi bitmez. İstanbul’lardan kalkıp, evini barkını, kolay hayatını, rahatını elinin tersiyle bir yana iter ve gelip tam yirmi yıl Bodrum’da yaşar, ekmeğini alnının teriyle kazanan deniz insanlarının arasında.

Önce sokaklara palmiyeler dikip, yurtdışından getirttiği bitkilerle şehrin dört bir yanını donatmak, bilgisini, görgüsünü bütün cömertliğiyle çevresine saçmakla başlar işe. Sonra, karşılıklı sevgi ve duygu alışverişinin potasında oluşturduğu zengin izlenimleri, hayal gücünün bütün yetisiyle dile getirir hikâye ve romanlarında.

Vedat Günyol ÇalakalemDaha öykü kitaplarının adlarından başlar deniz sevgisinin, insanı doğayı kucak kucağa birbiriyle kaynaştıran önüne geçilmez bir tutkunun serüveni. Yazarın ilk hikâye kitabı, Halikarnas Balıkçısı adıyla 1939’da çıkar: Ege Kıyılarında. Onun ardından sırasıyla Merhaba Akdeniz (1947, 1962), Ege’nin Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957) yayınlanır. Balıkçı, bütün bu öykülerde (romanlarında olduğu gibi), kara insanlarının yanı sıra, ama onlardan çok, umutlarını, fırtınalı denizlerde dalgalarla boğuşa boğuşa çoluk çocuklarının günlük nafakasını çıkarmaya çalışan yiğit babaların, oğulların, vefalı kocaların, kardeşlerin, vazgeçilmez sevgililerin ağları, sandalları, kürekleri yelkenleri, tekneleri ile bir bereket müjdesi gibi geri dönmelerini, rıhtımlarda, kapı aralıklarında, damlarda pencerelerde bekleyen kızlı erkekli, çoluklu çocuklu kıyı insanlarının çileli yaşayışını verir. Kimi zaman denizin üstünde, kimi zaman sünger avcıları, dalgıçlarla denizlerin dibinde, renkli, esrarlı, sürprizli bir dünyanın ta orta yerinde buluruz kendimizi.

Bir geçim kaygısı olmakla birlikte, o kaygıyı gerilerde bırakıp, kazası belası, bin bir tehlikesi güçlüğü ile bir serüven tutkusuna dönüşen deniz sevgisi, deniz büyüsü, Balıkçı’nın romanlarını da alır avucunun içine. Balıkçının ilk ve en güzel romanı olan Aganta Burina Burinata’nın (1946), amcası açıklarda boğulduğu için, denizcilikten uzaklaştırılan, evlendirilip karaya bağlanmaya çalışılan kahramanı genç Mahmut’u, sonunda denizin çağrısına dayanamayıp, enginlere teslim eder kaderini.

Deniz insanlarına olan hayranlığı, Balıkçı’yı, yanında yöresinde görüp tanıdığı, ölesiye bağlandığı sıradan insanlar yanında, tarihimize mal olmuş deniz kahramanlarının hayatlarını da romanlaştırmaya götürür. Uluç Reis (1962) ve Turgut Reis (1966) adlı romanlar bu hayranlığın bir ürünüdür.

Balıkçı’nın, öykücülüğü ve romancılığı yanında, bir o kadar önemli, bir o kadar üzerinde durulması gereken özelliği, tarih bilinci ve mitoloji merakıyla sivrilen, bunların da ötesinde, gelmişi geçmişiyle Anadolu’nun kültür kaynakları üstüne eğilen, gerçek bir düşünür, yurtsever bir düşünür olmasıdır. Balıkçı, bir yandan, mitoloji tutkusuyla Anadolu Efsaneleri (1955) ve Anadolu Tanrıları (1962) üzerine eğilirken, öte yandan, Batı kültürünü oluşturan kaynağın Yunanistan’da değil, Anadolu’da yeşerip geliştiğini ispatlamaya adar kendini. Anadolu’nun Sesi (1971) ve Hey, Koca Yurt’ta (1972) İyonya (Anadolu) kültürünün Yunanistan kültüründen üstünlüğünü göstermeye çalışır. Ona göre Batılıların Yunan Mucizesi diye belledikleri şey, aslında Ege bölgelerinde yeşermiş, aklı mantığı, olumlu düşünceyi başlatan bir çabanın, adına, göğsümüzü kabarta kabarta Ege Mucizesi diyebileceğimiz bir düşünce akımını ürünüdür. Balıkçı’ya göre, insan aklının olumlu tohumları maddeci düşünürlerle İyonya’da atılmıştır. Sokrataes ve Platon’la, bu akılcı atılım bir başka yöne yaptırılmış, ruh ve madde ayrılığı içinde ruha üstünlük tanıyarak, insan aklı 1800 yıllık bir gecikmeye uğratılmıştır.

Doğru yanlış yönleri bir yana, Batı kültürünü İyonya dışında yalnız Yunanistan’a bağlayan klasik görüşe karşı çıkışı, yurt topraklarında, nüfus kütüğü merakına düşmeden, boy atmış, gelişim göstermiş her çeşit düşünceyi özümseme yolundaki çabası ile Balıkçı, Azra Erhat’ın deyimiyle bir kültür öncüsü olmuştur ve öyle anılacaktır.

(Vedat Günyol, “Çalakalem”)

Tek Başına Mutlu Olmaktan Utanan Şair

Doğan Hızlan Edebiyat Daima6 Mayıs 2006’da aramızdan ayrılan iyi öykücü, romancı, yayıncı, 1950 Kuşağı’nın önemli adlarından Erdal Öz’ün anısına düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün ilki bu sene düzenlendi ve ödül Gülten Akın’a verildi.

Adına ödül verilenle ödül alan arasında bir edebi akrabalık bulunmalı mı? Yorumlar, kanılar farklı olabilir. Ama Gülten Akın'la Erdal Öz arasında yazar sorumluluğu, edebiyatı algılayış bakımından yakınlıklar vardır.

Gülten Akın şiirinin Türk şiirindeki yeri nedir? Daha önemli bir soru, hayatımızdaki yeri nedir?

Ben onun şiirlerini okurken, Türkiye'nin edebi, siyasi, toplumsal güncesini de okumuş olurum.

TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildiğinde, İhsan Yılmaz’ın bir sorusuna verdiği yanıt, onun halk şiirini, halk edebiyatını nasıl modernleştirdiğini özetleyen çok önemli bir cümledir: “Anadolu’nun dili bana önemli bir dayanak sağladı. Oradan kesinlikle seçmeler yaptım. Dili adeta stilize ettim.”

Dünya Şiir Günü Bildirisi’nde de şiiri ve hayat bağlamında özgürlük kavramını tanımlamıştı: “Birey olmak için toplumsallıktan geçiremediğimiz bu hayattan hâlâ biraz utanç mı duyuyoruz? Utancı yenmek mi istiyoruz; bir gün anne, bir gün sevgili, bir gün şiir diyerek?

Yine de savaşlara, gücün güçlünün egemenliğine, kıyımlara, işkencelere karşı durmaya çalıştı şiir.

Şiirin düşünceyi, sezgiyi zenginleştirici, derinleştirici, ufuk açıcı olduğunu biliriz. Şiir her zaman, şiir bazen, şiir bir kez de olsa paylaşılan şeydir.”

Gülten Akın’ın şiirlerini okudunuzsa, size onun şiir üzerine yazılarını da salık vereceğim.

Şiir Üzerine Notlar ve Şiiri Düzde Kuşatmak, kitaplığınızın şiir rafında mutlaka yerini almalı.

Gülten Akın’ın bu iki kitabı, hem şiiri, hem başka şairler üzerine düşündüklerini içerir. Şiirinin arkasındaki poetikanın oluşumunu öğrenirsiniz. Bu kadarla bitmez bu yazıların işlevi.

Onun Türk şiirini, yeni şairleri, kendinden sonraki kuşağı nasıl izlediğini, onlar üzerine derinlemesine yargılar verdiğini de okuyacaksınız bu kitaplarda.

Şiirini yenileyen sözünü kullanmam, yetkin şiiri aynı düzeyi hep sürdürmüştür.

Ama gene de, her yeni şiir kitabında yeni bir şairin/şiirin tazeliğini bulursunuz. Her zaman, her yeni kitabı için yazma isteği duymam buradan kaynaklanıyor.

Onun üzerine inceleme yapacakların iki öğeye dikkat etmelerini, belki de özellikle o eksen çevresinde dönmelerini söylemeliyim.

Halk dili, nasıl o folklorik özelliği kalmadan bugüne getirilir?

Toplumculuk, iyi şiirle nasıl buluşur, bunun yanıtı onun şiirlerindedir.

Son çıkardığı iki kitap üzerine de kısa notlar aldım.

Kuş Uçsa Gölge Kalır’da, bireyin yaşadığı çağdaki yeri, konumu nedir? Dünle bugünün kucaklaşması, hesaplaşması, sorgulanması bir arada yazılır. Zordur şiirin hassas terazisini kullanmayı bilmek. Ama daha da zoru bu şarttır.

Bağlar, hayatından/hayatımızdan kesittir, günceldir, şiirinde güzel yinelemeler göze çarpar, bir duyguyu, bir düşünceyi bize anımsatır, sonra geleni daha kuvvetle vurgulamak için:

“siz neyi taşıdınız

ben neyi taşıdım?”

Son iki dize klâsik şiirin esintisini taşır:

“bende bir gülten kaldı

hangi bağa diksem yabancı”

Bu yargımı Şehrazad şiiri için de sürdürebilirim:

“şimdi hepsi düştü

Gülten gizde kaldın”

Celâliler Destanı, bir isyan hareketinin şiirsel tarihidir. Tarihi bir olayı tarih kitaplarından okurum, ama bunun uzantılarını ancak edebiyatta bulduğum kanaatini taşırım.

Osmanlı devlet yönetimine karşı bu başkaldırmanın şiirdeki izdüşümü, onun bugün bile süren etkisini taşımaktadır.

Gülten Akın, daha önce Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı, Seyran Destanı’nı yazmıştı.

Aslında “destan” türünün -öyle diyelim- başarılı örnekleriydi bu çalışmalar.

Celâliler Destanı’nın başındaki Sunu’da bakın ne yazmış?

“Celâliler Destanı ise koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bir dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanın destanı olsun diye yazıldı.

İmparatorluk onmadı bir daha. Cumhuriyet ve onunla başlayan devrim süreci dışarıdan ve içeriden nedenlerle ‘İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ amacına ulaşamadı. Gerçek bir demokrasinin koşullarıysa bir türlü oluşturulamadı.

‘Celâliler’ yeniden türedi. Çoğaldı. Karşı kalkışmalar kanla, acıyla, hışımla sindirilmeye çalışıldı.”

Gülten Akın’ın şiirlerini yeniden okuyun, yeni şiirsel tatlar keşfedeceksiniz.

(Doğan HIZLAN, Hürriyet, 29 Mart 2008)

Postmodern Bir Romancı: Evliya Çelebi


Evliya Çelibi’nin Seyahatnâmesi, bende tekrar tekrar okuma isteği uyandırır. Tutkusu demek daha doğru. Bir şehrin, bir beldenin nasıl gezileceğini ve yazılacağını, her seyahat yazarı ondan öğrenmiştir. Ondan el almayan, ona burun kıvıran bir gezginin hali haraptır.


Evliya Çelebi’yi bugünün Türkçesine aktarmak zor iştir. Üslubun lezzetini bozmaya gelmez. Gene de genç kuşağın okuyacağı bir metin hazırlanması desteklenecek emeklerdendir.


Geçen hafta üç Evliya Çelebi kitabı okumaya başladım, böylece savaşın kasvetini daha az hissettim.


Seyit Ali Kahraman ile Yücel Dağlı’nın hazırladığı Evliya Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul, iki kitaplık bir bugünün diline aktarmaydı.


Diğeri de Evliya Çelebi Diyarbekir’de adını taşıyordu.


İ. Gündağ Kayaoğlu’nun ‘... İstanbul’ kitabına yazdığı Sunuş’unda söylediklerine mührümü basarım:


‘Tabii ki o dönem Türkçesini bilerek Evliya’yı orijinalinden okumak çok daha güzel, çok daha zevkli bir iş olurdu. Ama bu zevki yalnızca iki elin parmaklarını zor geçecek sayıda uzmana bırakmaya da gönlümüz razı olmadı. Ama günümüz Türkçesiyle yapılan bu yayından alınacak tadın da olsa olsa diyet baklava tadında olacağını biliyoruz.


Kaygısı bizim, kıvancı sizin olsun.’


Evliya Çelebi
’nin söyledikleri doğru mudur, değil midir, abartma payı nedir? Seyahatnâme için böyle sorular abestir.


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’deki yargısına uymalı:


‘Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve daima bu yüzden kârlı çıkarım.’


Yer yer, gerçeküstü bir metin içine düşersiniz, bazen hayal gücünün büyüsüne kapılırsınız, ama en güzeli onun peşine takılırsınız.


İçindeki gizli mizah onu çok eğlendirmiştir, çünkü o inandırmak için yazmamıştır.


O asırda hakir İstanbul Kalesi’ni fırdolayı adımladığımızı bildirir, der. Adımlarını sayar, beni adım atışı ilgilendirir sayısı değil.


Arkasından, İstanbul’un 27 adet kapılarının araları ne kadar adımdır onu bildirir, deyip gene bir istatistik çalışmaya girer.


Batıl inançların da eğlenceli yanını severim. İstanbul’un içinde ve dışında olan acayip ve garip tılsımları bildirir, bölümünü okurken bir mitoloji kitabından satırlara gönderme yapmaktan kendimi alamam.


Kumburgaz adı nerden gelir? Böyle sorulara meraklı olanlar için yanıtı gene Evliya’dan alalım:


‘İstanbul’un güney tarafında Yedikule’den yarım erhale Kumburgaz adlı kale yakınında bir tür beyaz saat kumu çıkar. Onun için ‘kum burgazı’ derler. Öyle beyaz ve incedir ki göz fark edemez. İstanbul’un ve Frengistan’ın kum saatçileri ve altıncıları ondan kum alıp kullanırlar.’


Bir yeri, mekânı, kişileri öylesine bir bütünlük içinde anlatır ki, gerçekten romandan bir sayfa zannedebilirsiniz.


Ustaca tasvirleri, benim için edebiyat tarihindeki başarılı tasvirlere örnek gösterilmelidir:


‘Bir gün Hünkâr, Evliya Çelebi şimden gerü sırdaşımsın, sırrı açıklama’ buyurdular. Hemen hakir bu beyitleri söyledim. Beyt:


Şöyle sakla sırr-ı aşkı tende cânın duymasın


Yanılıp ağzına alma kim zebânın duymasın.


Hadis kim çenesini turtasa afetlerden emin olur buyurmuşlar ki, Padişahım sırdaş olanın sırlar mahzeni olması gerekir,’ dedim.’



ÇELEBİ’NİN DİYARBEKİR’İ


Evliya Çelebi Diyarbekir’de
kitabının lezzetli, kimisine göre abartmalı bölümlerinden biri Hamrevat suyunu anlattığı satırlardır:


‘Eski hekimler bu Hamrevat suyu içine pamuk bırakıp sonra pamuğu kurutup tartmışlar ve Maarra şehri suyu pamuğundan hafif olmuştur.’


Kervansaraylar, bekâr ve evsizlerin hanlarının övülmesi, o zamanki düzenin işleyişi konusunda bize fikir verirler.


Diyarbekir’de hamamların hepsi şehrin çöpüyle ısındığından, şehir böylece çöpten ve pisliklerden arınmış olmaktadır.


Halkını, erkeklerin meslek ve kazançlarını, kadınlarını, yemeklerini anlattıktan sonra sıra şehrin gezinti yerlerinin övülmesine gelir:


‘Fakat Diyarbekir’in Şattu’l- Arab kıyısında olan Reyhan bağının ve düzenli bostanının Anadolu’da, Arap ve Acem diyarlarında benzeri yoktur.’


Diyarbekir
’i bütün yönleriyle ve ayrıntılarıyla anlatıyor Evliya Çelebi.


Ayrıca bu kitapta yer alan incelemeler, Evliya Çelebi’nin yazdıklarının kaynak olarak da niteliğini ortaya koymaktadır.

(Doğan Hızlan, Hürriyet, 22 Mart 2003