10 Haziran 2020 Çarşamba

edebiyat akımları

EDEBİYAT AKIMLARIYazdırılabilir sayfa


GİRİŞ :



Belirli bir yaygınlık ve etkinlik kazanan düşün ve sanat akımlarını elle tutulur, gözle görülür bir tarihsel çerçeve içerisine almak, kesin kurallarla tanımlamak, zorlayıcı ve hatalı olur.

Antik Yunan'dan günümüze dek bütün düşün ve sanat akımları, değişik yüzyıllarda ve değişik koşullarda yapıtlar çoğaldıkça, ayrıntılarda ki ayrılıklara ve değişik yorumlara karşın genelde benzerlikler gösterdiğinden, bu akımlar için kesin tarihler koymak edebiyat tarihi anlayışını basite indirgemek olur. Birbirine kaynak olan, önceki kaynaklarla belini doğrultup daha kişilikli ve daha etkin olarak karşımıza çıkan, doğal bir yasa gibi gelişimsel bir süreç izleyen yazar çizer dünyasını sınırlara, kalıplara sokmak olur.

Bu akımları, kesin çizgilerle birbirinden ayırmak, belli bir tarihsel sınır içerisine almak amacında değiliz. Edebiyat akımlarını genel anlayış yapıları içinde birbirlerinden ayrıldıkları ayrıntılarda ele alacağız.



KLASİSİZM :



Ortaçağın alışkanlıkları ile Rönesans döneminde bir yandan Antik Yunan' ın verilerini aktaran, öte yandan da o verileri hümanist bir bakış açısı ile değerlendiren Rebalais ve Montaigne klasisizmin temel taşlarını yerine koymuşlardır. Aristoteles'in akıl, sağduyu, gerçeğe benzerlik, ölçülülük, kurallara bağlılık ve dilin önemi gibi düşüncelerini okurlarına sunmuşlardır.

XVII. yüzyılda da klasik öğretinin temelini oluşturan kuramlar, XIV. Louis' nin hoşgörüsünden ve parasal desteğinden yararlanan Moliére, Racine, Boileau gibi yazarlarca yeniden gözden geçirilmiş ve yeni bir biçim almıştır.

Ancak o dönemin yazarlarının hepsini klasik saymak ve klasisizm adına bir birliktelikten söz etmek olanaksızdır.

Fransa' da saray çevresi Aristoteles' e dayanarak daha çoklukla trajedi üzerinde durmuş ve trajedi yazarlarını sarayın himayesine almışlardır. Aristoteles' e göre okuyanın ve seyredenin ruhunda soylu ve yüce duygular uyandıran trajedi "ahlaksal bakımdan ağırbaşlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir eylem" olup, soylu ve ölçülü güzel bir dili vardır. Klasik trajedi de " uyandırdığı acıma ve korku duyguları ile ruhu tutkulardan temizlemektedir." Kaba saba, halkın kullanmadığı alışılmamış sözcüklerin kullanılması ile gündelik ve kaba olmaktan kurtulunacağına ve soylu bir anlatıma ulaşılacağına inanılmaktadır.

Aklın ve sağduyunun etkisi o kadar büyüktür ki getirilen kurallar genel ve hatta evrensel niteliktedir. Aklın ve sağduyunun sarmalında filizlenen klasisizm, krallıkla yönetilen Fransa' da ve öteki Avrupa ülkelerinde doğal olarak egemen düzenin kural ve yasaları ile bezenmiştir. Klasisizm, estetik bir haz uyandıran, akla ve sağduyuya dayalı, öğreten, eğiten, kişiyi ve devleti yücelten bir sanat akımı olmuştur.

Klasisizmin ana ilkelerini, bir bakıma klasisizmin kuramcısı kabul edilen Boileau, "Epitre" ve "Şiir Sanatı" eserlerinde açıkça ortaya koymuştur. Bu eserlerde "doğa, akıl, sağduyu" sözcükleri sık sık ısrarla kullanılmıştır.

" Sahte şey daima tatsız, can sıkıcı ve yorucudur. Fakat doğa gerçektir; her şeyde ancak onu beğenir ve onu severiz."

"Akıl ve mantığı seviniz, eserleriniz daima en büyük süsünü ve değerini ondan alsın."

Burada dikkat etmemiz gereken bir şey var. XVII. Yüzyılda sözü edilen doğa dış doğa değildir. Onlar, sadece insan doğası ile ilgilenmişlerdir. Dış dünyayı tanımamışlar ve konu olarak işlenmesini de gereksiz görmüşlerdir. Ayrıca klasisizm insan doğasının aşağı yönlerinin gösterilmesini de yasaklar. Bu yönler insandaki asıl zenginlikler olmayıp, hayvanlarda da olan şeylerdir. Önemli olan insanda var olan ve insana yaraşır olanın ön plana çıkarılmasıdır. Söz gelişi bir gözü kör olmak doğada görülmekle birlikte doğal olmayan bir şeydir; hatta insan yapısına aykırıdır. Bunun gibi ruh özelliklerindeki aykırılıklar da doğal değildir ve bu yüzden taklit edilmemelidirler. Diğer insanlar, insanlarda bulunması gereken doğal özellikleri oranında bizleri ilgilendirmektedirler.

Klasikler için önemli olan konu ve madde değil konunun işlenişidir. Onlar sanat eserlerinde esas olarak konunun yeniliği yerine biçim mükemmelliğini almakla hem bayağılığa düşmekten kurtulmuşlar, hem bütün insanlara hitap eden eserler vermişlerdir. Sanatçı, doğada sürekli olan şeyi, yani akılla kavranılan, herkes tarafından anlaşılacak kadar genel olan şeyi taklit edecektir.

Bu yüzden, şiir ve roman klasisizm içinde kendine fazla bir yer bulamamıştır.

Klasiklerin çok önem verdikleri "üç birlik kuralı" na yani aksiyon birliği, zaman birliği, çevre birliği kurallarına uygun olarak; yalnız bir kahramanın bir aksiyonu gösterilmeli, aksiyon süresi de yirmi dört saati geçmemelidir. Aksiyon zamanı kısa olunca da, bu aksiyon bir çevrede, tek bir dekor içinde geçmek zorundadır.

Klasik yazarlar üç birlik kuralına uyarak tragedyalarını yazarlarken hemen hemen içinde olay olmayan, basit konuları ele almak zorunda kalmışlardır.


Başa dön



COŞUMCULUK (ROMANTİZM) :



Güney Avrupa' nın yalınlığı, arılığı, açıklığı ve kuralcılığı ile belirlenen klasik edebiyatına karşıt olarak kuzey Avrupa' da düşe, coşkuya, bulanık düşüncelere verdiği önemle belirlenen romantik edebiyat gelişmeye başlamıştı.

Almanca "Die Romantik" kelimesinden gelen romantizm; Almanya'da ilk kullanılmasından on beş sene sonra Madame de Stael tarafından Fransa' da kullanılmış ve 1800 başlarında başlayan yeni bir edebiyat akımının adı olmuştur. Romantizm, klasik edebiyatın sanatçıyı kıskıvrak bağlayan, özgürlüğünü ve kişiliğini elinden alan baskıcı kurallarına karşı bir ayaklanmadır. Romantizm akla dayanan bu kuralları yıktıktan sonra, kişisel duyguların gürül gürül akmasına yol açan bir akım olmuştur.

XVIII. yüzyıl Fransız yazarlarının devamlı yazdıkları görüşe göre; toplum yaşamını iklim, siyasal kurumlar, din ve yasalar koşullandırır, kitlelerin düşünce yapısı da toplum yaşamı ile koşullanır. Özellikle, Fransız İhtilali ve sonrasında geçirilen büyük değişimler sonucu, insan romantik ve hüzünlü bir niteliğe bürünmüş, acılı bir yetersizlik ve eksiklik duygusu içinde kıvranır olmuştur.

Özellikle insan aklına seslenen klasik edebiyat böyle bir insanın yönelimlerini dile getiremezdi. Herkes için geçerli bir "kutsal" yoktur, artık. Ne kesin ilkelerden, ne sürekli kurumlardan ne de durmuş oturmuş düşünce ve inançlardan söz edilemezdi. "Bireycilik" gittikçe önem kazanmaya ve her şeyin önüne geçmeye başlamıştı. Bireyselliğin bu denli önem kazandığı bir ortamda, kişisel çıkar çabalarının gittikçe yoğunlaşması, kendini alabildiğine yalnız bulmaya başlayan bireyin başkaldırı ya da kaçışa yönelmesi doğaldır. Yaşanılması daha zor bir duruma dönüşen şehirlerin gürültü ve kargaşasından bunalan, yalnız ve anlaşılmamış kişinin en yakın sığınağı doğa olmuştur. Sanatçı, toplumla bağlantıları zayıfladığı oranda doğaya yaklaşır, insanlar arasında bir türlü bulamadığı sakinliği, rahatlığı ve dinlenişi doğada bulur. Bu yüzden sık sık seyahate çıkmaya başlar. Dünyanın dört bir tarafını dolaşma arzusundadır.

Romantikler, bir yandan doğada ve uzak iklimlerde acılarına ve umutsuzluklarına bir çıkış yolu ararken, bir yandan da geçmiş çağlara yönelmeye başlamışlardır. Kendi çağlarında bulamadıkları arılık ve güzelliği geçmiş çağlarda arama isteminden kaynaklanan bir yöneliştir, bu. Doğaldır ki aynı düşünce içinde bazı yazarlar da daha mutlu, daha aydınlık, daha barışçıl bir geleceğe özlem duymaya başlarlar; yeryüzüne en sonunda barış ve mutluluğun egemen olacağına ve buna katkıda bulunulması gerekliliğine inanırlar.

Bir çok sanatçı da toplumun sorunlarına daha yakın bir ilgi göstermeye, özellikle de toplumun dışına atılmış insanların, yoksulların, hırsızların, haydutların, satılık kadınların kaderleri üzerine sevgiyle eğilmeye; kendileri gibi bu insanlarca da benimsenmeyen toplumsal koşulları değiştirmek için yollar arama yönelmişlerdir.

Romantizmi hazırlayan sanatçıların başında Rousseau gelmektedir. Chateaubriand, Madam de Stael, Senancour eserleriyle romantik ruhu hazırladılar. Romantizmi körükleyen eserler hep şiir kitapları olmuştur. Lamartine, Hugo, Alfred de Vigny peş peşe şiir kitapları yayınlamaya başladılar. Ancak romantizm, engin ölçüsünü ilkin şiirde bulmakla beraber, tıpkı klasisizm gibi açık anlamını tiyatroda kazanmıştır. Her iki akım için gerçek savaş alanı da tiyatro olmuştur.

Romantizm, bir yandan klasisizmin sert kurallarına karşı bir ayaklanma bir yandan da duygunluk, geçmişe özlem, doğa duygusu, zaman ve çevreden kaçıştır.

Başa dön



PARNASSİZM :



"Sanat için sanat" anlayışını temel alan parnas şiir akımı 1860 yıllarında Fransa' da ortaya çıktı. Parnas ozanları, klasik ve romantik akım gibi uzun süreli bir okul oluşturamamışlardır. "Şiirsel doğalcılığı" başlatmışlar ve natüralizm akımının öncüleri olmuşlardır.

Fransız yazının önemli evresini oluşturan romantik şiirin temel özellikleri "aşırı bireycilik ve duygusallık, doğayı bir bütün ve özdeşleşme içinde yalnızca Ben' in tasarımında tutma", parnas ozanlarınca en çok eleştirilen özellikler olmuş, bunların estetik beğeniyi azalttığı, dili kısırlaştırdığı savunulmuştur. Gautier, "coşkunun sanatla bağdaşamayacağını, sanatsal esinin gözü yaşlı olamayacağını" edebiyat dünyasında ilk savunan şair olmuştur.

Adını editör A. Lemerre' in 1866 da Le Parnasse Contemporain başlığı ile yayımladığı bir şiir dergisinden almıştır. Leconte de Lisle şiirlerinin çoğunluğunu bu dergide yayımlamıştır. Hatta, o dönemin genç şairleri, Baudelair, François Copée, Verlaine, Mallermé' de bu dergide ilk şiirlerini yayımlamışlardır.

Romantizme karşı bir tepkinin ifadesi olan Parnassizm, öznel şiirin yerine nesnel, duygusuz bir şiir koymak istemiş, bazen doğanın değişik manzaralarını yaşatan veya tarihin türlü devirlerini canlandıran tasvirci şiire, bazen de duyguların yerine düşünceleri koyan felsefi şiire önem vermiştir. Bir bakıma klasisizme bir dönüş sayılan Parnassizmin, duygusuzluk ve nesnellik temel niteliklerinden biri ise diğeri de biçim mükemmelliğine olan derin bağlılıktır. Ahenkten çok ritmi arayan şiirlerinde musikiden çok plastik sanatlara yaklaşmışlardır. Parnassizm, topluma karşı bir ilgisizlik, katkısız güzelliğe ulaşma, yalnız biçime bağlılık, duygulu şiirden nefret eden bir şiir akımı olmuştur.

1876 da derginin kapanması ile son bulmuştur.

Başa dön



GERÇEKÇİLİK (REALİZM) :



Gerçeğin ne olduğu sorusu yüzyıllarca sorula gelmiş; sanatçılar, düşünürler, eleştirmenler, edebiyat kuramcıları tarafından çağlar boyunca sorulmuştur. İnsanın dışında, insandan bağımsız bir gerçek, gerçeklik var mıdır? Varsa bu gerçekliğin boyutları nelerdir? İnsan düşüncesi hangi düzeyde, hangi oranda algılayabilir? Algılanan gerçeğin kendisi mi, yoksa gölgesi mi? Değişik biçimlerde, değişik yaklaşımlarla yanıtlanmıştır bu sorular. Günümüzde de gerçek gerçeklik kavramının sınırları tam çizilmiş değildir.

Felsefede pozitivizm ne ise, sanat ve edebiyatta da realizm odur. Gerçekçiliğe, gerçeği olduğu gibi yansıtmak anlamı verilirse, gerçekçilik tüm çağları kapsar. Romantizmin şiddetle hüküm sürdüğü zamanlarda bile Balzac, Stendhal gibi yazarlar gerçekçi olabilmişlerdir. Balzac' ı gerçekçiliğin, hele doğalcılığın (natüralizmin) büyük bir öncüsü olarak görmek mümkündür.

Bir edebiyat akımı olarak ele alınan gerçekçiliğin başlangıcı Murger, Champfleury ve Duranty gibi adları az duyulmuş yazarlara dayanır. Duranty, 1856 yılında Réalisme adı ile beş ay dayanan bir dergi çıkarmıştır. Ancak gerçekçilik akımının parlaması 1857 yılında basılan Mademe Bovary ile olmuştur. Romanın yazarı Flaubert, George Sand' a yazdığı bir mektupta; "Olayları bana göründükleri gibi ortaya koymakla, bana doğru görüneni ifade etmekle yetiniyorum... Doğruluğu sanata sokmanın daha zamanı gelmedi mi? Tasvirin tarafsızlığı o zaman kanunun yüksekliğine ve bilimin belginliğine ulaşacaktır." Demektedir.

Gerçekçilik ile birlikte benlik romandan uzaklaşmıştır. Tourguenniev' in deyişi ile "roman yazarı ile romanlarının kişileri arasındaki göbek bağı kesiliyor", roman, objektif bir inceleme ve gösterme konusu olmuştur.

Jules ve Edmond de Goncourt gerçekçiliği şöyle açıklarlar: "Tarih, yazılı belgelerle vücuda getirildiği gibi bugünkü roman da anlatılmış veya doğadan çıkartılmış belgelerle vücuda getirilmektedir. Tarihçiler geçmişin anlatıcıları, romancılar da bugünün anlatıcılarıdır." Gerçekçi roman yazarı konusunu gerçeklerden almak, önemsiz olayları bile ya bizzat görmek ya da güvenilir belgelere göre anlatmak zorundadır. Hayale kapılmamak, gerçekten ayrılmamak gerçekçilik akımının temel ilkesidir.

Gerçekçilik, dış çevre tasvirini son haddine çıkarmıştır. Tasvire olan bu düşkünlük bir taraftan pozitivizmin tesiri altında bakışların gözleme alışmış olmasından, diğer taraftan da roman yazarının, çevrenin ruh üzerindeki tesirine inanmış bulunmasından ileri gelmektedir. Bir romandaki kişilerin düşünceleri ile hisleri hakkında tam bir fikir edinmek için, içinde onların yaşamakta oldukları çevreyi etraflıca bilmek gerekir. Benliğimiz, her an birbirini izleyen duyumların toplamından başka bir şey değildir. Eşyadan iklime kadar hiçbir şey yoktur ki insanın ben dediği sayısız duyumların kafilesine girmiş olmasın. Biz de bu duyumları uyandıran etken ise maddi çevredir. Çevrenin bizim üzerimizde bir tesiri olduğu gibi bizim de çevremiz üzerinde bir tesirimiz vardır. Örneğin, odamızın döşenme ve tertibinden bir çok hislerimiz ve düşüncelerimiz anlaşılabilir. İnsanın beraber bulunduğu, arasında yaşadığı şeyler derhal alışkanlıklarının ve hareketlerinin çehresi oluverirler. Dikkatli bir kimse için bizi çevreleyen eşyaya ve onların tertip tarzına bakarak karakterlerimizi ve alışkanlıklarımızı okumak güç bir şey değildir. Demek oluyor ki dış ve iç gerçek bir ve aynı şeydir. Sonuç olarak dış çevrenin tanımlanması gerçekçi roman için büyük bir önem taşır. Ancak, çevre olayın konusu olan kişilerin gözü ile tanımlanmalıdır.

Gerçekçilik, çevreye gösterdiği bu ilgiyi aksiyon ve olayda en alt düzeye indirmiş, tanımlamalar arasına sıkıştırmıştır. Daudet, "başlarından hiçbir mühim olay geçmeyecek olan insanların romanını, yani yaşamlarını yazmak, en doğru yol değil midir?" sözleri ile gerçekçilerin olay ve aksiyona bakışlarını açıklamıştır.

Gerçekçilik, sanatın dolayısı ile romanın ahlaki, dini, sosyal bir amacı olmadığını savunur. Flaubert, mektuplarında sanatın bağımsızlığını şöyle savunur; "Güzel üslupla yazan sanatçılara fikir ve ahlak amaçlarını ihmal ettikleri için çıkışıyorlar, sanki doktorun amacı iyileştirmek, bülbülün amacı da sadece ötmek, sanki sanatın amacı da her şeyden önce güzellik yaratmak değilmiş gibi." Bu sözlere rağmen Madame Bovary' yi okuyup da bundan bir ahlak dersi almamak olanaksızdır. Ama, okuyucunun eserden çıkardığı ahlak sonucu roman yazarının hedefi değildir. Gerçekçiler romandan asla bir ahlaki veya toplumsal bir sonuç çıkmasın demezler. Onlar sadece sanatçının bir ahlak hocası olmadığını savunurlar.

Bütün çağların yazarları insanı insana anlatmaya çalışmıştır. Nedir ki bu anlatım, yazarların insana bakış açısına, toplumsal konumuna göre değişiklikler göstermiştir. Gerçekçiliğin çıkış noktası bir yazarın parçası olduğu tarihsel ve toplumsal bütünün doğrultusunda yaşama yönelmesidir. Yazarın içinde yaşadığı, soluduğu dünyayı eleştirel bir gözle algılaması ve yansıtmasıdır. Bu yansıtmanın yönü ve nitelikleri değişiklikler göstermiş, bunun için de eleştirmenler, edebiyat kuramcıları gerçekçiliği değişik türler altında toplamışlardır.


Eleştirel gerçekçilik
Doğalcı gerçekçilik (Natüralizm)
Toplumcu gerçekçilik
Kentsoylu gerçekçilik


Başa dön



DOĞALCILIK (NATÜRALİZM) :



Doğalcılığı bazı kuramcılar gerçekçilik akımı içinde beraber değerlendirmektedirler. Gerçekten de bu iki görüşü, birbirlerine benzeyen yönlerin çokluğu nedeni ile birbirlerinden ayırmak güç olabilmektedir. Bunun yanı sıra sanatçıları bazı kuramcılar gerçekçi olarak nitelerken bazıları da doğalcı olarak ele almaktadır.

Doğalcılık, gerçekçiliği izlemiş ve ondan çevrenin ruh üzerindeki tesiri gibi bir çok görüşleri almış olmakla beraber, gerçekçilikte kapalı bir tarzda bulunan determinizm ilkesini açtığı ve gözlemden başka deneyim metodunu da romana uyguladığı için gerçekçilikten ayrılmaktadır. Doğalcılığın ilk akla gelen ismi Emile Zola' dır.

Doğalcılık, ilmi olmak ve ilmin usullerini roman ve tiyatroya uygulamak iddiasında olduğu için; doğada geçen olayların bazı zorlayıcı etkenlerin tesiri ile olageldiğini, ilimde tesadüfün yeri olmadığına göre de aynı şartlar altında aynı nedenler daima aynı sonuçları verirler. Emile Zola, doğada hüküm süren bu prensibin insan eylemlerini de içine aldığını kabul etmektedir. Zola' ya göre bir insanın, fizyolojik bünyesini, aldığı eğitimi, içinde yaşadığı ve yetiştiği çevreyi bilmek birinci derecede önemlidir. Çünkü insanın kendi hür iradesine bağlı sandığı eylemlerini bile gerektiren gerçekte, maddi ve içtimai çevre, soyaçekim, eğitim gibi etkenlerdir. Doğalcı romanda kişilerin mizaçları, soyları ve çevreleri bize göstermek yani onları harekete getiren nedenler açıklanmak sureti ile olay adeta roman yazarının iradesi dışında, kendi zorunlu sonucuna doğru yürür, çevre olayın yürüyüşünü etkiler.

Zola tasviri " çevrenin, insanı belirleyen ve tamamlayan, bir hali" olarak tanımlar. Ve "artık zevk olsun diye, tasvir için tasvir etmiyoruz. İnsanın, çevresinden ayrılamayacağını, elbisesi, evi, şehri ile tamamlandığını kabul ediyoruz. Bu bakımdan beyninin veya kalbinin tek bir olayını, çevrede onun sebeplerini veya tepkisini aramadan tespit etmeyeceğiz. Sonu gelmez tasvirlerimizin nedeni budur." Demektedir.

Zola, romanlarında bir bilim adamı tarafsızlığı ile gerçeği yaşatmak istediği için konuşma tarzında yeni bir dönem başlatmış ve kişilerine hangi sınıf halktan iseler o sınıfın dilini konuşturmuştur. Oysa gerçekçiler usluba son derece önem vermişler ve üslubun mükemmelliği için çok çalışmışlardır.

Başa dön



SİMGECİLİK (SEMBOLİZM) :



Simgeciler, sözcüklerin müziği ve simgelerin akıcılığı ile düş kapılarını açtılar. Simgeciliğin öncüsü olarak Baudelaire'i kabul edebiliriz. Baudelaire' den büyülenerek simgeciliğin doğuşunu hazırlayanlar Verlaine, Rimbaud, Mallarmé 'dir. Verlaine ile düşler aleminden süzülen gizli bir fısıltıyı dinliyor, Rimbaud ile bilinç altında geçen cehennemsi mevsimleri yaşıyor, Mallermé ile sözcüklerin sırrına eriyoruz. Dış gerçekten uzak olduğu kadar da alışık olduğumuz düşünce ve duygu dünyasından uzak bir şiir yaratan bu üç şair, her biri kendine özgü karakterlerle simgeciliği ve onu izleyen akımları hazırlamışlardır.

Simgecilik, "Evrenin, görüntülerin ötesinde bir anlamının olduğundan, evrende her şeyin duyarlı olduğunu bilen şairin bu görüntüleri aşmak, gerçeğe ulaşmak isteme" sinden yola çıkar. "Evrende bir birlik, bir uyum vardır. Özellikle maddesel evrenle ruhsal evren arasındaki uyum derindir. İnsanla evren arasındaki her şey benzeşim, uyum içindedir. İnsan simgeleri çöze çöze evrenin varolduğunu anlar."

Verlaine ve Mallermé, ayrı ayrı yaşam biçimleri içinde çevrelerine toplanan genç şairlere yıllar boyunca şiirin sırrını anlatmaya çalıştılar. Bu iki şairin etraflarında toplanan şairlere Dekadanlar adı takıldı. Ancak Jean Moréas' ın ortaya attığı simgelicik kelimesi tutundu ve parnassizmden sonra gelişen bu yeni akıma simgecilik adı verildi. Gerçekçilik ve natüralizmin yaşamdan kovmaya çalıştığı düşler edebiyata simgecilik ile geri dönmüş oldu.

18 Eylül 1886 da Figaro Littéraire' de simgeciliğin bildirisi yayımlandı.   (Oku) 

Anlatımda, maddi olmayan akıcı, fısıltıya benzeyen büyülü mısralar, yalnız kulağa değil doğrudan doğruya ruha seslenen mısralar, gölge dolu simgelerle his ve hayallerimizde ürpermeler uyandıran bir müziğe ihtiyaç vardı. Bu ise sözden ziyade müziğe yakın bir dille mümkün olabilirdi. Şiirin alanı, gerçek ile bağı kesilince sonsuzluğa doğru gelişmeye başladı. Şiirde bir çok anlamlardan hiç biri ötekine göre doğru ve daha yanlış değildir. Her okuyucu bir şiiri kendi eğilimine ve titreşimine göre algılar.

H.de Régnier, A. Samain, G. Kahn, P. Fort gibi şairler ile gelişen simgecilik, F. Viélé Griffin, M. Maeterlinck gibi yazarlarla tiyatroda da kendine yer bulmuştur.

Yirminci yüzyılın başlarında simgecilik yok olmaya başlamıştı. Ancak, Jean Royére' in ve Phalange dergisinin etrafında toplanan André Gide, Paul Claudel, Paul Valéry gibi şairler bir bildiri ile simgecililerin devamı olduklarını ilan ediyorlardı. 1909 dan itibaren André Gide' din başı çektiği bir gurup yeni-simgeciler adını almıştır.

Başa dön



ÜNANİMİZM :



Ünanimizm, XX. Yüzyıl başlarında bireyci dünya görüşüne ve simgecilik akımına bir tepki olarak doğmuştur. Çağcıl yaşamın, artık makineleşen toplumları ve alabildiğine serpilip saçılan kentleri ile bireyi topluluk içinde yaşamaya zorladığını vurgulayan bu yeni akım, bir arada yaşamanın yarattığı ortak kanı ve duyguları dile getirmeyi amaçlamaktadır. Topluluk bilinci' ni ve bu bilince göre bireyin varoluşunu, yaşamı belli belirsiz yönlendiren kimi ruhsal gerçeklikleri betimlemeyi ön planda tutan ünanimizm idealist ve ruhsal nitelikli bir düşün ve sanat akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Özünde topluluk ruhunu irdeleyen bir öğreti olmakla birlikte daha çok bir edebiyat akımı olarak duyurur adını. En büyük temsilcisi ünlü Fransız yazarı Jules Romains'dir.

Bireyci düşünüşe karşı değişik boyutlarda yaygınlaşan demokratik, toplumcu ve özellikle de toplumbilimsel tepki ünanimist düşüncenin oluşmasında etkili olmuştur. 1906 yılında, Paris yakınlarında bir kır evinde bir araya gelen genç şairler; Arcos, Vildrac, Duhamel, Mercerau, Chenneviére, Durtain, Jouve ve sonradan katılan Romains "Kardeş Sanatçılar Topluluğu" adı altında on beş ay süren bir ortak yaşam sürdürdüler. Bu eve Crétil Tekkesi adı verilir. Aynı çatı altında, aynı duyguları dostça ve özgürce paylaşarak birlikte yaşamayı yücelten, toplumsal ilerleme düşüncesinin coşkun savunucuları Tekke şairleri, ortak bir şiir anlayışı ile yüzyılın başında Fransız şiirine yeni bir canlılık getirmişlerdir. Burada her ne denli ünanimist bir ortam yaratılmışsa da ünanimist adını sadece Romains ve Chenneviére takacaklardır kendilerine.

Kent, ünanimizmin ana temasını oluşturur. Romains'e göre kent, iç yapısının karmaşıklığına karşın, kendine özgü kurulu düzeni ile bireyleri doğdukları andan başlayarak tüm yaşamları boyunca etkisi altında tutan bir ana örgen durumundadır. Böylece kent ile birey arasında kimi ruhsal ilişkilerin varlığı ön plana çıkmaktadır. Birey sadece ailesine, yakınlarına ait değildir. Kentin öteki insanları ile arasında giderek artan bir bağ kurulur. Aynı duygu ve düşünüşteki insanların bir araya gelerek oluşturdukları topluluk birimlerinde tek ruh duygusu oluşmaktadır.

Birbirlerinden farklı bireyleri bir araya toplayan nedir? Bu birlikteliği yaratan güç, her türlü zorlama dışında bireylerin özgür istem ve seçimleriyle kendiliğindenlik duygularından kaynaklanmaktadır. Kendiliğinden oluşmuş varoluş, dağılmaya başlayınca ortak ruh da dağılıp giderek sönmeye başlar. Şiir de birey ile topluluk arasında oluşan bir gizil ilişkinin yol açtığı duygulanmadan ve etkilenmeden fışkırır. Şair, bu ilişkileri algılayıp, hiçbir simgeye ve anıştırmaya başvurmadan, en dolaysız ve gündelik bir anlatımla dışa vurur.

Başa dön



GELECEKÇİLİK (FÜTÜRİZM) :



Figaro gazetesinde 1909 yılında "gelecekçi" bildirgeyi  (Oku)   yayımlayan Marinetti, sanatçının ileri dünya görüşünü resimden çok siyasa ve şiir alanlarında sınırlıyordu. Ona göre "özgürce seçilen sözcükler", "düzensiz imgelem", kuralsız anlatım", "otomatik yazı", sanat ve siyasada özgürlük yollarını açan anahtar öğelerdir. Marinetti'nin bu temel görüşleri, yenilik ve özgürlük özlemiyle yanıp tutuşan, plastik sanatlarda ve pek çok ülkede sanatçıyı kalıplaşmış biçimlerden koparan, onun ötesine ileten, yaratıcı gücünü törpüleyen bu bulunç, bir yaşama biçimi niteliğinde yansır. Marinetti bildirgesinde geçmiş ve gelenekten uzaklaşmanın zorunluluğunu belirtirken XX. Yüzyılın birer belirteçleri olan "enerji", "nüfus artışı", "makine" ve "hız"dan doğan estetik ve yeni değerlerin önemini vurgular. Ona göre: "kulakları delercesine gürültüyle çalışan bir makinenin sesi, savaştan ya da bir yengiden çok daha güzel"dir. Üstelik makine, insan gücünün bir simgesidir, ondan öte sağlıklı gelişimin bir örneğidir.

Marinetti'nin çağcıl dünya görüşüne duyarsız ve ilgisiz kalamayan Apollinaire, 1913 yılında yayınladığı bildirgesiyle şiirde "özgür sözcük" kullanımını bir koşul olarak öne sürerken, akılcı ve geleneksel "sözdizimine" ve kalıplaşmış değerlere karşı olduğunu duyurur. Apollinaire, şiirin ses ve görüntü oyunlarıyla geniş halk yığınlarının bilinç, bilinçdışı ilişkilerinde aklın denetiminden uzak özgür sözcüklerin bir oyunu olması gereğini sağlık verir. Ona göre şiir, aklın ve sözdiziminin klasik kurallarının olmadığı, içsel ve dışsalın özgürce dışlaştığı bir yaratıdır.şiire sokağın gürültülerini, açık pencereleri, tramvay gürültüsünü, sütçünün sesini, sokmuştur.

Endüstri gerçeğinin gözleri kamaştıran dinamik ve mekanik hızının edebiyat ve diğer sanat dallarında da gözleri kamaştıran bir hız getirmesi doğaldır. Bu nedenle gelecekçi edebiyat ve diğer sanat dalları daha çok soyutlamadan yana olmuşlardır. Uygar ve teknik yaşamın koşulları ve verileri, yapıtların özünde somutu geçerek, aşarak soyut tasarlamalar getirmiştir.

Kübizm, süprematizm, reyonizm, vortisizm, akmeizm, avönirizm vb. bir çok sanat akımı gelecekçiliğin farklı açılardan algılanan birer izdüşümü olmuşlardır. Ve birinci dünya savaşına kadar bir çok sanatsal bildiri yayınlanmıştır. Soyut sanat ve sanatı imgeleştirme sorunu çok hızla ele alınmıştır. Yayınlanan çok sayıdaki bildirinin amacı katıksız, dolaysız ve çağcıl biçimler adına damıtık bir sanatın inceliklerini ve gizlerini arama düşüncesidir. Ayrıca bu dönemde kitle iletişim araçlarının hızla gelişmesi ulusal sınırların kalkarak tüm dünya sanatında aynı estetik kaygıların yayılmasına ve yeniliklerin peşinde koşulmasına yol açmıştır.

Edebiyat ve sanat dünyasında hiçbir sanatçı birinci dünya savaşı öncesinde başlatılan gelecekçi akımın öncüleri kadar etkili olamadılar. Çünkü gelecekçiler örneği az bulunur bir istem gücüyle topluluğun önünde gittiler. Ve 1914 yılında bir çok kişi tarafından birer şarlatan olarak nitelendirilmeye başladılar.

Başa dön



DADAİZM :



Dadaizm, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal durumlarının sonucuydu. Tristan Tzara, iki hecesinin anlamsızlığı yüzünden dostlarını coşturan bu sözcüğü 1916 yılında Zürich'te bir kahvede ortaya koymuştu. Ve dada bildirisini 1918 yılında yayınlamıştı.   (Oku) 

Dadacılar savaşın ardından gelen boğuntu ve dengesizliği, derinden derine duyduklarından, dada gerçekte onların bir yaşama formülü arayışlarıydı. Yalnız eserleri değil, yaşamları da dada'ydı onların.yani yaşamları, sanata karşı olduğu gibi topluma ve yaşama karşı da sürekli bir başkaldırıştı. Dadacılar halkı şaşkınlığa düşürmek ve uyuşukluğundan kurtarmak istiyorlardı.

Bu akım, özü gereğince, ortak estetik nitelemelerin dışına çıkıyordu. Çünkü dadacılar, dünyasal şeylerin boşunalığını derinden derine duyuyorlardı. Yaşamın sınırlayışlarını aşabilmek için, hangi düzenle ilgili olursa olsun, bütün geleneksel buyrukları çiğnemek istiyorlardı. Bütün değerler düzeni ortadan kaldırılarak, yapılması gerekenle gerekmeyen arasındaki ayrım yok edilmeye çalışılıyordu. Düşünceyi oluşumunun ilk atılımında yakalayabilmek için, aklınızdan geçenleri olduğu gibi yapmanız gerekliydi.

1926 yılının 26 Mayısında sonuncu dada gösterisi yapıldı. Dada, durumu gereğince er geç kendi kendini yok edecekti. Sonuçta, düşünceyi bütün önyargılardan kurtarmış, böylece de sürrealizmin hazırlayıcısı olmuştu.

Dadacıların gürültülü gösterileri, topluma durmadan hakaret etmeleri, küçümsemeleri insanı tutsak eden iki yüzlülükten kurtulmak isteyişlerindendi. Herkes gibi davranma zorunluluğuna katlanamıyorlardı. Dada, klasik insan kavramını yıkmıştı, yeni bir kavram yaratmak sürrealistlere düşmüştü.

Daha önce kubizm ve gelecekçiliğin kuklalarını Seine nehrine atan Quatz'Arts okulu öğrencileri 1921 yılında dadanın kuklasını da Seine nehrine attılar.

Başa dön



GERÇEKÜSTÜCÜLÜK (SÜRREALİZM) :



Gerçeküstü Başkaldırma dergisinin ikinci sayısında A. Breton dadaizmden ayrılışı konusunda şunları yazıyordu: "Son yıllarda boş ve genel güven sorununu her fırsatta gündeme getiren kimi aydınların hiçlikçi tutumlarının yaratabileceği sakıncaları gözlemledim." Breton, dadaizmi yadsırken düş ve olağanüstünün verebileceği "bilinmeyen" gerçekleri içeren bütüncül bir şiire ulaşmayı amaçlar. Breton, ilk bildirisinde   (Oku)   gerçeküstücülüğün tanımı şöyle yapıyordu: "Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak için başvurulan içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın, her türlü estetik ve ahlak kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır."

Breton, görünüş bakımından birbirine aykırı olan iki ayrı durumun (düş ve uyanıklık), bir çeşit salt gerçekçilik olan gerçeküstü içerisinde eriyip kaynaşacağına inanır. Amaç, salt gerçeğe ulaşmaktır. Şiirde söz konusu olan, düş yolu ile imgeleme erişmek, onun içerisinde salt bir özgürlük düşüncesi ile hiçbir şeyin ve durumun etkisinde kalmadan içinden geldiği gibi yazmaktır.

Aragon'a göre, gerçeküstücülük, şaşırtıcı imgelerin sürekli denetimsiz kullanılmasıdır. Sağduyuyu yadsıyan imgelerin denetimsiz ve kendiliğinden kullanımı, salt akıl ve sağduyu açısından bakıldığında anlamsız görülebilir. Belki kopuk ama kapalı kalan kimi gerçekleri ve duyguları şiirsel anlatıma uygun düşen bir düş havasında algılayabiliyoruz.

Sigmund Freud, gerçeküstücülerin üstünde büyük bir etki yapmıştır. Gerçeküstücüler, Freud'un görüşlerini edebiyata uygulamaktan çekinmediler. İnsanın özü düşlerde kendisini bütün çıplaklığı ile göstermiyor mu? O alemde artık bizi gözetleyen sosyal bekçi yoktur. Arzularımız kendilerini olduğu gibi maskesiz göstermektedir. Gerçeküstücüler, bu düşüncenin sanat alanında, varlığımızın nüfuz edilmez, esrarlı tarafını meydana çıkarabileceklerini görmekte gecikmediler.

Artık şiiri mantık ve irade ile açıklamaya çalışmak boşunadır. Şiir denilen cevher, iç yaşantımızın derin tabakalarında gizlidir; o karanlık tabakalardan bilince doğru sızan duygular ve düşünceler kelimeleşip sıralandıkça şiir akışını bize duyururlar. Sanat eseri aklın ürünü olmaktan çok tesadüfün ve otomatizmin ürünüdür. Noktalama işaretleri, içimizdeki akışın mutlak devamına bir engel teşkil edebilirler.


Başa dön



VAROLUŞÇULUK :



Yirminci yüzyılın ortalarına yaklaşılırken Fransa'da yaygınlık kazanan varoluşçuluk her şeyden önce bir felsefe akımıdır. Varoluşçulukta "insanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur; güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan, ölüme mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun halisliği ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı, tutumu; bütün bu sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde. Ayrıca "insan evreni aşabilir mi aşamaz mı?", "aşarsa nereye, dek varır bu aşma" gibi sorunlar söz konusudur."

İkinci büyük savaşın hemen öncesinden başlayarak Fransa'da kimi yazarlar, bu felsefenin hiç de yabancısı olmadığı, modern toplumdaki insanın yalnızlığı, "saçma", umutsuzluk, bunaltı, başkaldırma, sorumluluk, dayanışma, seçme, özgürlük gibi kavramları okuyucuya yazın aracılığı ile sunmaya başladılar. En tanınmışları savaş sonrası Fransız edebiyatını kişilikleri ve yapıtları ile derinden etkileyen Albert Camus ve Jean Paul Sartre olan bu yazarlara eleştirmenler "varoluşçu etiketini yapıştırmakta gecikmediler. 1945 yılından sonra varoluşçuluk okuyucu kitlesinin el üstünde tuttuğu bir moda olur. Hangi kuşaktan olursa olsun hemen hemen her yazar konumunu varoluşçuluğa göre belirlemeye başlamışlardı.

Hıristiyan varoluşçular ( Kierkegaard, Karl Barth, Maurice Blondel ) ve tanrıtanımaz varoluşçular (Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Jean Paul Sartre) olarak ayıranlar da vardır.

Çok büyük bir tartışma yaratan ve ilgi gören varoluşçuluk tüm bu özelliklerine karşılık bir iki tanınmış isim dışında tanınmış edebiyatçılar yetiştirememiş ve 1955 yıllarından sonra silinip yok olmuştur.

Başa dön