13 Temmuz 2010 Salı

murathan mungan - son istanbul

Murathan Mungan _ Son Ġstanbul Murathan Mungan SON ISTANBUL 21 Nisan 1955 Ġstanbul doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nü bi-tirdi. Ġlkin çeĢitli dergi ve gazetelerde yazıları ve Ģiirle-riyle görünen yazarın ilk kitabı 1980'de yayımlanan Mahmud ile Yezida'dir. Daha çok Ģiirleri, hikâyeleri ve oyunlarıyla tanınan Murathan Mungan aynı zamanda radyo oyunu, film senaryosu, Ģarkı sözü ve kültür edebi-yat konulu denemeler yazdı. Birçok yapıtı çeĢitli dillere çevrildi, oyunları yurtiçinde ve dıĢında sahnelendi. Farklı alanlara dağılmıĢ yirmi yıllık çalıĢmalarından yaptığı özel bir seçmeyi Murathan '95'te topladı. ġiirlerinden yapılan bir seçme Kürtçe'ye çevrildi: Li Rojhilate Dile Min ("Kalbimin Doğusunda"). Dünya edebiyatından öy-küleri bir araya getirdiği seçkileri (Ressamın Sözleşmesi, Çocuklar ve Büyükleri) yayımlandı. ÇeĢitli yazılarını ve denemelerini Meskalin 60 Draje ve Soğuk Büfe'de topla-dı. 2000 öncesinde çıkardığı tüm Ģiir kitaplarını bir araya getiren 13+1 toplamından sonra 2001'de çıkan son Ģiir kitabı Erkekler için Divan. Metis Yayınları, yazarın kitaplaĢtırdığı bütün çalıĢ-maları bir külliyat olarak yayımlıyor.

DÖRT KĠġĠLĠK BAHÇE CAM SESSİZLİK
"Bin yıldır saydam yüzümüzde ölümü seyrediyoruz. Kımıl-tısız günler geçiyor bu sonsuz cam kovuklarda. Bembeyaz gelin-likler gibiyiz. Bembeyaz kefenler gibi. Çevremizde ince bir hal-ka, zaman zaman ıĢıltısı göz alan ince çizgiler, altın sarısı gelin telleri. Kaç kuĢak sahip çıktı bize. Kaç kez büyük aynalı ceviz vitrinler, camekânlar (kaç yurtluk) değiĢtirdik. Ama hiç kullanıl-madık, hiç el değmedi bize. (Hiç yaĢamadık) Ne bir çorbanın sı-caklığını duydu mermer tenimiz; ne de bir tatlının Ģerbetli lezze-tini. Öylece durduk. Sonsuza bırakılmıĢ bir çeyizdik biz. En uzun yolculuğa çıktık, yola çıktığımız yere bırakılarak. Pürüzsüz tenimiz. Ne bir çatlak, ne bir sızıntı. Öylece bekli-yoruz. Bizi çevreleyen gelin telleri ince bir sızı gibi... Kaç kuĢak gördük biz? Kaç töre tanıdık? Biz sonsuzluğun güvenilir tanıklanyiz. Ne bir kınk, ne bir çatlak almadan öylece taptaze duran saydam ölümleriz. Bembeyaz ölümler. ġeffaf ses-sizlikler. Bu son Ģansımız Fatma Aliye. Bu son Ģansın. Biz ve sen artık aynlmaz bir bütünüz. Ve aynı yolculuğun ortak gezginiyiz. Bunu biliyor muydun? Bu son durağımız Fatma Aliye. Bu son konak, bu son kuĢak Fatma Aliye. Camların saydam sessizliği ölümün tercümanıdır. Fısıltılarımızı cam kovuklarda boğduramazsınız daha fazla. Boğduramazsınız. Daha fazla..." 11
1. "Gece geç geldin," dedi Afife ReĢat Hanım. "Meraklandım." "Evet, geç geldim. Uzun sürdü." "Eğlendin mi bari?" "Hüzünlendim..." (Uzun süre sustu Fatma Aliye. Öyle ki bu sessizlik boyunca Afife ReĢat Hanım, tabağındaki turunç reçelinin hepsini bitir-miĢti.) "...O kadar hüzünlendim ki, eve dönerken ağır ağır yürü-düm; hem de o saatte..." (Gerçi Saffet Hamdi Beyin evi bir sokak üstteydi ama, Fat-ma Aliye için hava karardıktan sonra yandaki konağa ya da kar-Ģıdaki eve geçmek bile uzun ve tehlikeli bir yolculuktur.) "Uzun uzun ayak sesimi dinledim gecede..." (Küçük parke taĢlar üzerinde yankılanan ayak sesimi. Sanki çok uzun bir yolculuğa çıkmıĢım gibi. Tek baĢıma, gecede... Korkmadan, ürkmeden. Her adımımı duya duya... Hiç korkma-dım. Ne geceden, ne de tek baĢına bir kadın oluĢumdan. Elimde udum. Yalnız döndüm eve, yapayalnız. Tanrım, bütün bunları ben mi yaptım? Hem de bir baĢıma. Ve mutlu oldum bundan. Çok mutlu oldum. Peki bütün gece niye o karabasanı gördüm? Eve geldikten sonra niye mıĢıl mıĢıl uyuyamadım? O fısıltıları dinledim sabaha kadar. O vicdan azabını...) "Limonluğun camı kırılmıĢ dün gece, kahvaltıdan sonra bir bakıversen Aliye. Sen geldikten biraz sonra kırıldı. ġangırtısını duydum." 12 (UyumamıĢ demek. Beni beklemiĢ. Oysa bu ilk gecemdi. Ġnanılası gibi değil ama ilk gecem. Onu da çağırmıĢlardı, kendi gelmedi. PaĢayı yalnız bırakmamak için gelmedi. Oysa o çocu-ğu babası yalnız bırakmıĢ. Bütün gece içti, çok içti. Ve sonra masaların altına varana kadar babasını aradı. Kapı arkalarına baktı, masa altlarına, dolaplara. Hep babasını aradı. On yedi ya-Ģında sol kulağı kesik bir çocuk. Hep annesiyle gezerdi. Hep an-nesinin dizinin dibindeydi. ġimdiyse babasını arıyor. Belki hep arayacak. Gene PaĢayı bırakamadı. Gelmedi benimle. Yatağında beni beklemiĢ gece boyu...) "Birer birer kınlıyor camlan limonluğun. Birer birer eksili-yoruz anne." (Kahvaltı bitmiĢti. Afife ReĢat Hanım sofradan kalktı. Son sözüne içerledi Fatma Aliye'nin. Dile gelen hüzünlerden nefret ediyordu. Yakınmalardan, söylenmelerden. Acılan gizleyecek bir ıssızlık her zaman bulunurdu. Fatma Aliye'nin tek ıssızlığı o cam vitrindi. Tek sözünü etmediği, ancak yaĢadığı...) "Ben PaĢaya bir bakayım, uyanmıĢ mı? Sen de limonluğu unutma..." Fatma Aliye limonluktaki cam kınklannı toplamaya gitti. Kınklan toplarken, akĢamki karabasanı düĢündü. KonuĢan ta-bakları. Beyazlığın sonsuz fısıltısı, saydam ölüm. Dupduru. Camların biri elini kesecekmiĢ gibi oldu. TelaĢlandı. ("Sargı bezi kanlandı Muti! N'olur artık kendine gel! Bak di-kiĢlerin falan atacak!" MüĢerref Hanımın içkinin büsbütün çat-laklaĢtırdığı sesi, tiz çığlıkları Muti'ye yalvaran... Gece boyu söylediği sarkılann hüznünü yüklenemeyip bir köĢede saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlayan MüĢerref Hanım. Tombul ellerinin arası-na sıkıĢtırdığı (hâlâ iğneoyalı) mendiliyle ĢiĢko göbeğini ve iri göğüslerini hoplata hoplata ağlayan MüĢerref Hanım. Gene ma-vi, kırmızı, mor çiçekli siyah elbisesini giymiĢti. Gülerek, tom-bul yanaklannı alabildiğine ĢiĢiren gülüĢüyle çalmıĢtı kapıyı. Fatma Aliye açmıĢtı. Saffet Hamdi Bey: "Herkes geldi, bunlar nerde kaldı yahu?" diye söyleniyordu. Koyun gerdanından alın- 13
mıĢ taze eti, fesleğen yapraklarına sararak, ölü mangal ateĢinde piĢirmiĢti. Gecenin yemeğiydi bu. Soğuyacağından, tadını tuzu-nu yitireceğinden kaygılanıyordu. Rüveyde Hanım pekmezli muhallebiyi buzdolabına diziyordu. Fatma Aliye en geç kendi-nin gittiğini düĢünürken (ve öyle olması gerektiğine inanmıĢ-ken) MüĢerref Hanımlara kapıyı açmak zorunda kalmıĢtı.) "Kıvırcık saçlarına kızıl karanfil saklayan Muti! Artık sol kulağın yok senin!" Camlan topladı. Limonluğun önündeki sap-sız kovaya tıktı hepsini. Oturma odasına vardığında Server Nüvit PaĢa kalkmıĢ, kah-valtı ediyordu. Afife ReĢat Hanım gergef iĢliyordu gene. Hiç kullanılmayacak bir yastık yüzü ya da masa örtüsü. Sandıklarda bekleyecek. Çok eski bir alıĢkanlığı sürdürerek, ve hayata alabil-diğine direnerek. Afife ReĢat Hanımın üç aydan beri evde geçirdiği ilk pazar-dı. Bu hafta gitmemiĢti Peyker Kalfa'ya bakmaya. "Bırak Ģu udu artık, n'olur bırak!" Donup kalmıĢtı Fatma Aliye. MüĢerref Hanım ansızın bağır-mıĢtı. Ağlayarak yere diz çöküp bağırmıĢtı. Bir Hüzzamın orta-sındaydılar. Rakı kadehleri iyice buğulanmıĢtı. Saffet Hamdi Bey, sedirine çekilmiĢ, yüzünü pencereye dönerek, gizli gizli ağlıyordu. Herkes mutsuzdu, kendi dünyasının tekin ıssızlığına çekilmiĢti herkes. Bütün sözcükler unutulmuĢtu. Yalnızca bir hüzzamın ortasındaydılar. Ansızın hıçkmklan çoğalan MüĢerref Hanım oturduğu sandalyeden atılmıĢtı Fatma Aliye'nin uduna, Ģimdi yerdeydi dizleri üzerinde. Muti ölü bir balık gibi bakıyor-du olup bitene. Nefretine bir ıssızlık katmıĢtı. Saçlarına gizlediği kızıl karanfil bulunmuĢ ve sol kulağı kesilmiĢti. ġimdi sızlıyordu yüzünün bir yanı. Yüzünün artık örtemediği yanı. Sargılann uğultusu beynini dolanıyordu. Neden sonra annesinin çoğalan hıçkınklarını, tiz çığlıklarını duydu. Muti bunlan yüreğiyle duy-du.) "Nezih bir aile toplantısı olacak Afife ReĢat Hanım. Osmanlı gecelerinden bir gece. Emirgân'ın mehtabında ut nağmeleri, 14 eski Ģarkılar, sonra benim mangalda piĢirdiğim yemekler. Bir mevsim daha bitiyor. Bu fırsatı kaçırmayalım derim." Saffet Hamdi Bey kandıramadı Afife ReĢat Hanımı. Yalnızca Fatma Aliye'yi yolladı, yanına udunu da katarak. Fatma Aliye'nin yal-nız gittiği ilk davetti bu. Giderken sıkı sıkıya yapıĢtı uduna. Hangi Ģarkıları söyleyeceğini düĢündü. Server Nüvit PaĢa, kahvaltıdan sonra sedef kakmalı boĢ san-dalyenin karĢısına geçerek uzun uzun Nerime Sultanla konuĢtu. Ona yakında Birinci Cihan Harbi'nin çıkabileceği tehlikesinden söz etti. Sadrazamlardan, PaĢalardan, Bankerlerden, Tüccarlar-dan söz açtı. En son birkaç eski harp hikâyesi anlattıktan sonra, Nerime Sultanın ut derslerinin nasıl gittiğini, hangi eserleri geç-tiğini sordu. Çok ince, çok zarifti. Afife ReĢat Hanım mutfağa geçti. Fatma Aliye toz alıyordu. Oturma odasının uzun duvan-nın tam ortasına yerleĢtirilmiĢ cam vitrinin önünde uzun uzun durdu. (Hâlâ bir irkilme duyabiliyor) Server Nüvit PaĢa konuĢ-maktan yorulmuĢ, sedirin üzerinde uyuyakalmıĢtı. Bunun üzeri-ne Fatma Aliye sedef kakmalı sandalyenin de tozunu aldı. (Ala-bildi) PaĢanın üzerine usulca bir battaniye bıraktı. Son tabaklan toplarken "Kusura bakma, tatsız bir gece ol-du," dedi Rüveyde Hanım. Gözleri bağıĢlanma diliyordu. Saffet Hamdi Bey, kansının sözüne katıldığını belirtircesine baĢıyla onayladı. "Benim için çok güzel bir geceydi," dedi Fatma Aliye. "Acılar çirkin değildir ki, ağlamak onursuzluk değil," Muti'yle göz göze geldiler. Birbirleriyle yüzleĢir gibiydiler. Fatma Aliye kendisiyle Muti'yi karĢılaĢtırdı. Korkunç sonuçlar çıkardı bun-dan (merdivenleri inerken) korkunç, dayanılmaz sonuçlar. Afife ReĢat Hanım odasına çekildi erkenden. Yazı masası-nın baĢına çöktü. Ġncecik bacaklı, eski, ahĢap bir masaydı bu. Küçük, ince parmaklıklar çevreliyordu masayı. Üç küçük çek-mecesi vardı. YeĢil çuhadan zemini, orta yerinden çatlayıp bir yıldız gibi dağılan kalın bir cam kaplıyordu. Afife ReĢat Hanı-mın yansısı bu çatlakta dağılıyor, bir türlü bütünlenemiyordu. Kilitli defterlerinden birini (her seferinde artık bu en sonuncusu 15
dediği kilitli defterlerinden birini) daha açtı, uzun uzun yazdı. Bütün bir pazar günü Arapça yazılara döktü kendini. Masasında bomboĢ bir gözyaĢı ĢiĢesi duruyor. "Dilerim kullanmak hiçbir zaman nasip olmaz muhterem arkadaĢım," diyerek armağan et-miĢti Azime Sultan. Afife ReĢat Hanım bu ĢiĢeyi hiç kullanma-dı. ReĢat kaçtığı zaman bile... Merdivenleri inerken, Muti'nin kendisine Talia'yı hatırlattı-ğını düĢündü Fatma Aliye. Her baĢkaldıran insan onun için Ta-lia'ydı. YenilmiĢ olsalar bile. Muti, bir Talia'ydı. Peyker Kal-fa'nın anarĢist torunu Ġshak bir Talia'ydı. (Talia, henüz yenilme-miĢti, dönmemiĢti...) AkĢamüstü çayını, bahçede içmeye karar verdiler. Küçük masa, sandalyeler ve PaĢa taĢındı bahçeye. GüneĢ puslu ve ta-katsizdi. Mevsim geçiyordu. Bu bahçede yaĢanmıĢ eski geceler, eski imgeler üĢüĢtü Fatma Aliye'nin uzaklara diktiği gözlerine. Gözleri Ģimdi hiçbir Ģeyi görmüyor. Halet Hanımın zilleri geli-yor kulaklarına. Renkli ampullerle ıĢıklandırılmıĢ bir yaz gece-sinde, masaların üzerinde göbek atan Deli Halet hâlâ zil çalıyor eski bir fotoğrafta. Bu bahçede ölüm yaĢanıyordu Ģimdi. Yalnızca ölüm. GüneĢin puslu ve süzgün bakıĢları hiçbir Ģeyi diriltmiyordu artık. Mevsim geçiyordu. "Kaç kiĢi vardı yemekte?" diye sordu Afife ReĢat Hanım. "Bilmem! Saymadım. MüĢerref Hanımla oğlu vardı. Kemal Beyle karısı. Bir de Ġdris Beyle kızları..." (Yalnızca mutsuzluk, acı, elem vardı oysa. Sofraya oturul-duktan sonraki yapay neĢe, çıngıraklı kahkahalar, zorlama ko-nuĢmalar az sonra havada asılı kaldı. Genizleri yakan rakı belleği dolanmaya baĢladı. Herkes kapısını örtüp, bir köĢeye çekildi. Kendi tenhalığına. Kendi ıssızlıklarına sığındı insanlar.) "Ben ut çaldım. MüĢerref Hanımla birlikte Ģarkı söyledik. Sonra herkes sarhoĢ oldu. Ben olmadım." (Olamadım. Tek ayık bendim. En çok acıyı ben çektim bu yüzden. Bir yargıç gibiydim. Herkes acıklıydı.) Saffet Hamdi Beyin, eski, ahĢap, iki katlı evi, küçük bir bahçe içinde hayata direniyor. Ölgün bir kafes gibi. Bazı yaz gecelileri pencerelerinden sokağa eski Ģarkılar, ut ve kanun taksimleri dökülüyor. Saffet Hamdi Bey, kendisine "Son Osmanlı" adını ,takmıĢ. Kendine kurduğu dünyanın yaftası bu. Oysa usul usul o i4a yenik düĢmüĢ. Ayağındaki ortopedik terlikten baĢlıyor bu yaftanın foyası. Mangal ateĢinde artık kimsenin bilmediği ya da çoktan unuttuğu Osmanlı yemekleri piĢiriyor. Yine sevdiği in-sanları topluyor baĢına; onlara eski istanbul'u, eski kahveleri, pastaneleri, eğlence yerlerini anlatıyor. Tanıdığı ünlü ve tarihi "{kiĢilerden söz ediyor. Evinin üst katında istanbul'u anlatan ki-taplar ve ansiklopedilerden oluĢan kocaman bir de kitaplığı var. Eski eĢyalann, adlann, yerlerin listelerini çıkardığı defterieriyle bu kitaplığa sokulup uzun gecelerde kendine hep yeni iĢler edi-nir. GeçmiĢin keĢfine çıkar. Saffet Hamdi Bey, Emirgân'ın yerli-i. Üç beĢ göbek öncesi de Emirgân'a dayanıyor. Her yeni tanıĢ-jtığı insana, bu gerçeği, bir sır gibi fısıldayarak ve de çok önemli ;bir Ģey anlatıyormuĢ gibi gizli gizli söylüyor. Uzun, kalın ağızlığı hiç düĢmüyor ağzından. "Halis kök kehribar," diyor. "Avucu-na sür bak nasıl mis gibi kokar." Sonra gümüĢlerini çıkarıyor. ÇeĢit çeĢit telkariler, savatlar, irili ufaklı yüzlerce gümüĢ. "GümüĢ sevmekle baĢlar insan ruhunun kuyumculuğu evlat! incelik zenaattır. Hoyratlığın darbelerine bu insanlar çok daya-namayacaklardır gör bak. Osmanlı intikamını bir gün mutlaka Salacaktır bu milletten..." Rüveyde Hanım gülümsüyor, iğneoya-lı sehpa örtülerinin üzerine düĢen külleri silkelerken. Gülümse-jyiĢinde bir sahiplenme var. Kocasının otuz yıllık yakmmalanna Çoktan alıĢmıĢ, hâlâ hoĢgörüyle seviyor saplantılarını. MüĢerref Tanım o ara gırtlağını temizleyip, tombul ellerini göbeğinin al-lında kavuĢturarak bir Kürdili Hicazkâra baĢlıyor. Sesi sızılı. Her Ģarkıyı yarım bilen Kemal Bey de katılmaya çalıĢıyor, karıĢ-tırıyor, Ģarkının baĢını dinleyip gerisini de geliĢine uydurarak
16 17
tutturmaya çalıĢıyor. Sonra karısının azarlayıcı gözleriyle karĢı-laĢınca susuyor. Rakısından bir yudum daha alıp bir hayli dert-lenmiĢ gibi yapıyor. Kan-koca ne çok az konuĢtular diye düĢü-nüyor Fatma Aliye. Sanki o gece onlar yoktular. "MüĢerref Hanımın oğlu nasıl olmuĢ?" Fatma Aliye daldığı düĢlerin ortasında kalakalıyor. Afife ReĢat Hanımın sorusunda binlerce anlam gizli. Bu soru soruĢ bi-çimini çok iyi tanıyor Fatma Aliye. Bocalıyor. "Ġyi," diyor. Ne söylemesi gerektiğine karar veremiyor. (Savunuyor mu yani Muti'yi? Ona sahip mi çıkıyor? Ya da çıkmak mı istiyor? Bunu kendi de bilmiyor. Belki annesinin de Muti için kötü bir Ģey söy-lemesini istemiyor. Usul da olsa sakınıyor Muti'yi. Belki de ve-rilen cezayı yeterli görüyor. Kim bilir belki istemeden de olsa Talia'yı sakınıyordur Muti'nin kiĢiliğinde. KarmakarıĢık Fatma Aliye.) "Ġyi," diyor. "Sol kulağını kesmiĢler iĢte. ġimdi annesinin yanında..." (Çok zor söylenmiĢ sözler bunlar. Acemice...) "Amcası kesmiĢ değil mi?" "Amcası kesmiĢ. Kestikten sonra çocuğun avucunu zorla açıp, kulağını avucuna bırakmıĢ çocuğun..." Gerisi, belki de düğümlenip kalıyor boğazında. (O küpeli sol kulağa Muti küçük bir cam vitrin yaptırmıĢ, saklıyormuĢ ku-lağını... Kesik kulağını küçük bir cam vitrinde saklıyormuĢ. Ne korkunç bir Ģey bu! Ne korkunç! Tanrım neler yaĢıyoruz?) Server Nüvit PaĢa: "Nerime Sultanın arabasının çıngırakları bunlar!" diye yerinden sıçradı. "KoĢun! Hazırlık yapın! Sultan geliyor buraya. KarĢılayın Sultanı!" Afife ReĢat Hanım yatıĢtırdı babasını. Sonra esinti çıktı; ta-dı kaçtı bahçenin. Ġçeri geçtiler. Uzun otlar hıĢırdadı bir süre. Birkaç yaban çiçeği gene de gülümsüyor inatla. Fatma Aliye on-ları ĢaĢkınlıkla süzdü. Bütün gece yatağında, dün gece gördüğü karabasanı düĢün-dü. O akĢam yemeğini. Son Osmanlıları. Sonra her pazartesinin çirkin baĢlangıcını, o usanç veren yolculuğu. Dükkânı. Beyoğ- 18 lu'nu. Ġçini karanlıklar bastı. Hiç çıkmak istemiyordu evden. Sonra kıvrana kıvrana uyudu. DüĢünde sessizliği gördü. Sonra unuttu bunu. Sabah hiçbir Ģey hatırlamıyordu. Madam Ester her zaman olduğu gibi gene bir saat geç geldi. Fatma Aliye, kasadan kalktı, yerini Madam Ester'e bıraktı. He-nüz satıĢ yoktu. Madam Ester önemsemez göründü. Sıkıntılı ve gergindi oysa. Nitekim az sonra Fatma Aliye'ye "artık ne yap-mak istediğini" sordu. "Bilmiyorum, henüz karar vermedim," dedi Fatma Aliye. "Bu hafta boyu düĢüneceğim." "Fazla zamanınız yok ama," dedi Madam Ester. "Bilmiyorum, hiçbir Ģey bilmiyorum," dedi Fatma Aliye; sonra kemik düğmeleri yeniden dizmeye baĢladı tezgâhın üzeri-ne. Ġri ve buz gibiydiler. Katılıp kalmıĢ gibi. Avuçları üĢüyordu. Ansızın Madam Ester'in karakalem portreleri yanmaya baĢ-ladı Ģöminede. Ortayerinden yırtılıp Ģömineye atılıyordu portre-ler. Hepsi yandı. Hepsini yaktı. Bunu yaparken yüzünde tek bir çizgi bile kımıldamadı. Ondan, ilk kez o gün çok korktu Fatma Aliye. Kimseye bir Ģey söylemedi. (Madam Ester'le bu örtük konuĢmadan sonra, o hafta boyu düĢünmekle kalmadı. Ta ertesi hafta baĢına dek çözemedi kafa-sında Fatma Aliye. Annesine de açılamadı. Çaresizdiler...) AkĢam dönerken Madam Ester: "Havalar serinlemeye baĢla-dı, kıĢlıkları el altında tutmak gerek artık," dedi. Sonra ekledi: "N'apıyorsun sen o geçen kıĢ aldığın mantoyu? Pek üstünde gör-medim de..." Yol üstünde Süryani bir kuyumcuya uğradılar. Madam Ester içerde konuĢurken, Fatma Aliye kuyumcunun vitrinini inceledi. Az sonra bir küpenin keskin parıltısı gözlerini aldı. Muti'nin ke-silen kulağını görür gibi oldu vitrinde. Sonra onun yatağının ba-Ģucuna koyduğu küçük vitrini anımsadı. BaĢını ansızın çevirdi, yeniden dükkâna girdi. ÜrkmüĢtü. Madam Ester'in iĢi uzun sürdü. 19
Benzer ve tekdüze birkaç gün daha geçirdiler. Her zamanki gündelik sıkıntılar. Fatma Aliye'nin yüklendiği ayrıcalıklı tek sı-kıntı vadesi gelmiĢ borçlardı. Annesine açılmayı denedi. Afife ReĢat Hanım bir buzdağıydı. Hemen hiç konuĢmuyordu Ģu ara-lar, eski sandıklan karıĢtırıyor. Besbelli anıların bıçak sırtına vermiĢti kendini. Ve yaralarını tek baĢına sarıyordu. BoĢ kutula-rı diziyordu tek tek, eski Beyoğlu'nu. O geceyi unutmuĢ görünüyor Fatma Aliye. Zaman zaman bazı görüntüler düĢüyor gözlerinin önüne, sonra kemik düğme-ler, tokalar, saten çamaĢırlar arasında silinip gidiyor bu görüntü-ler. Gün günden puslanıyor. Uzakta kendi kendine çalan bir ut sesi kalıyor yalnızca. Ve de boğulmuĢ hıçkırıklar. En son o uzun merdivenler. (O merdivenleri inerken düĢündükleri...) Gece ya-rısında ıssız bir sokakta ürkmeden yürüyen Fatma Aliye. Her Ģey inanılmaz bir sanrı gibiydi. Tek gerçek kanlanan sargı bezi. Muti'nin bedelini yüksek ödediği aybaĢı bezi, kulağına iğreti ya-pıĢtırılmıĢ bir utanç... Cuma akĢamı Afife ReĢat Hanım, Fatma Aliye'yi kapılarda karĢıladı. (ġimdi çözülmüĢ bir buzdağıydı) Peyker Kalfa'nın to-runu Ġshak vurulmuĢ, yaralıymıĢ. (Ne zamandır aranıyordu) Peyker Kalfa kriz geçirmiĢ. Sabaha dek sırtında uzun sabahlığı dolandı durdu Afife ReĢat Hanım. Defterlerine bir Ģeyler yazdı (gene Arapça), karpuz lambanın tozunu defalarca sildi. ReĢat'ın gümüĢ çerçeveli resmini çıkarıp uzun uzun seyretti. Gözlerine, dudaklarına, kulaklarına, gömleğinin çizgilerine uzun uzun baktı. EzberlenmiĢ bu acıyı yeniden yaĢadı. Sabah erken çıktı evden, Bakırköy'e Peyker Kalfa'ya gitti. Fatma Aliye evde oturup PaĢaya bakacaktı gene. Gün boyu ut çaldı. Server Nüvit PaĢa mutluydu. Fatma Aliye'yi, Nerime Sul-tanla tanıĢtıracağına söz verdi. 20 2. Sabah. Yalnızlığın eĢiği... Ucun ucun günün ilk ıĢıklan gökyüzün-de. Ġsli, dumanlı bir alacalık. Uzakta istanbul. Uzun yapılar. Sis.* Boğuntu. Ufku kaplayan beton yığmlan uzakta. Dağılan sabahla birlikte yapılann yavaĢ yavaĢ açılan yüzü. Günün açılan yüzü. Günün ilk ıĢıklanyla birlikte istanbul peçesini kaldınyor. Uzakta düdük sesleri, kim bilir hangi gemilerden? istanbul bir anı gibi uzakta, istanbul bir anı gibi uzak. Tahtalannın bir kısmı düĢmüĢ, pancurlan sarkmıĢ, damı ak-maya baĢlamıĢ konağın, ilk katında ıĢık yanan penceresinden bu umutsuz sabahı seyrediyor Fatma Aliye. Uykusuz bir gecenin sabahıydı gene. Bu sabah alacasından acıyla, hüzünle kanĢık bir haz duyuyor. Her sabah gün sökerken, kaç kiĢi uyanık oluyordu ki? Kaç ev, kaç oda mangalın son közlerini yeniden tutuĢturan insanlann gürültüsüz sıcaklığıyla ısınıyor? Fatma Aliye, bu sabah azınlıklanndan biri olmanın, bu çeĢit bir yalnızlığı paylaĢmanın tadını buluyor erken sabah uyanmalarında. Her sabah böyle erkenden uyanıyor, oturma odasına geçiyor, pencereyi , açıyor, umutsuz gözlerle kirli sabaha, Fikret'ten bu yana 's i s' lerin boğduğu istanbul'a ve kimsesiz bahçeye uzun uzun bakıyordu. Her sabah umutsuz bir yineleniĢti onun için. Uzun, upuzun bir sessizlikti. Yaban otlannın, aykın otlann sardığı bahçe artık bir mezar-lık hüznü taĢıyor. Demirleri paslanmıĢ, mandalı tutmayan bahçe kapısı; ahĢabı kemirilmiĢ yıkık dökük bahçe çevirmesi; taĢlan 21
ufalanmıĢ, küçülmüĢ ve yerinden olmuĢ yer yer yıkık bahçe du-varı, insana yoğun bir onarılmazlık duygusu veriyor. Her Ģey bir geri gelmezlik içerisinde. YaĢama sevinci adına hiçbir Ģey yok bu bahçede. Bahçe kapısına dolanan sarmaĢıkların ıĢıltısından ve kurumuĢ çınar ağacının yorgun dallarına yuvalanmıĢ birkaç serçenin cıvıltısından baĢka ne varsa hayata dair bir Ģey söyle-miyor. Fatma Aliye her sabah bu hüzünle yıkıyor yüzünü, bu ke-derlenmelerle büsbütün içlenerek baĢlıyor güne. Sırtında erime-ye yüz tutmuĢ ince sabahlığı, birkaç firketeyle baĢına oturtmaya çalıĢtığı acemi topuzuyla pencerenin kenarına iliĢiyor, uykusuz gecesini sabahla tamamlıyor. Kaç zamandır bu böyleydi. ("Gece ne kadar yıldızlı, pırıl pırıl," demiĢti Saffet Hamdi Beyin saksılı balkonundan uzun uzun gökyüzüne bakarak. Ġdris Beyin büyük kızı yanıtlamıĢtı: "Ve bir o kadar da soğuk. ġimdi yatak bir cehennem gibi soğuktur. Uyuyamazsın..." Ġdris Beyin büyük kızı, o hiç konuĢmayan, çoğu insanın handiyse dilsiz san-dığı kız. Fatma Aliye nasıl hayretle bakmıĢtı kızın yüzüne. Ġdris Beyin büyük kızı, "cehennem gibi soğuk" demiĢti, kemik düğ-meler avuçlarını dondurduğunda bu sözü yeniden anımsamıĢtı o gün. Madam Ester'in sorularla yüklü bakıĢlarından kurtulmak is-tediği zaman. Annesi o gece ve ondan sonraki her gece bir buzdağı sessiz-liğiyle gezinmiĢti evin içinde. O hafta da konuĢmamıĢtı annesiy-le. Borçları ödemenin zamanı gelmiĢti oysa. Annesi de bir ce-hennem gibi soğuktu. Yeniden andı Ġdris Beyin büyük kızını. Peyker Kalfa'nın torununu vurmuĢlardı. Yaralıydı Ġshak. Anne-annesi kalp krizi geçirmiĢti. Afife ReĢat Hanım bütün gece do-laĢmıĢtı evin içinde. (Bütün gece onun sessiz ayak seslerini din-lemiĢti Fatma Aliye. Bütün gece anneleri ve çocukları düĢün-müĢtü. Sonra torunları. Kendisinin de bir torunu var mıydı aca-ba? Yazık ki bunu bile bilmiyor. Bir torunu olup olmadığından bile haberi yok. Ġshak'tan nefret etti bütün gece.) Konakta en çok oturma odasını seviyor Fatma Aliye. Annesi izin verse yatağını bile buraya sererdi; burada tabaklar vardı. (Sonsuz bir serüven gibiydi bu tabaklar...) Eski ceviz bir came-kânın içinde bekleyen çeyiziydiler. Hiç kullanılmamıĢtılar, (umutlan gibi) Fatma Aliye geçen hafta gördüğü karabasanı ha-tırladı. KonuĢan, fısıldaĢan bu porselen sessizliği, vicdan azabı-'nı... Limonluğun camı o ara kırılmıĢ olmalıydı (Anneannesi ev-lendiğinde Çin'den armağan olarak getirtilmiĢ. Halis Çin porse-lenleri. Çin kadar uzak bir ülkenin, bir umudun sannlı çeyizi... ■Sabaha dek uykusunda sayıklamıĢlardı.) "Evlenir evlenmez kullanacağım bu tabaklan," diye düĢünü- ,yor. "Artık bu tabaklar sofralara konulmalı, bembeyaz, tertemiz, kolalı örtüler üzerine dizilmeli. YaĢamalı artık bu tabaklar. Ha-! yatımızın içinde bir yeri olmalı. Defter yapraklan arasında kuru-tulmuĢ bir çiçek güzelliğiyle dilsiz ve sağır bir camın ardında .öylece duruyorlar. Hep kullanılacaktan günün özlemiyle. Kaç yüzyıldır bekliyorlar. "Ben... ben de hep bu camın ardında öylece bekliyorum." Kirli sabahlar. Bu bahçede ölüm. Bembeyaz örtüler. Bembeyaz bir gelinlik. ÜĢüdü Fatma Aliye. Pencereyi örttü. Gene camın ardınday-,' di. Gelinlik baĢka bir yaĢam demekti. DıĢansı demekti. Pencereyi örttü ve sonra sobayı yakmak için salona çıktı. Emirgân sırtlarında sabah büyüyordu. Kiremit rengi toprak, foodur otlar, bir ucuyla Ġstinye'ye, Sanyer'e bağlanan çayırlar gün ıĢığına çıkıyor. Kiremit rengi geniĢ topraklann üzerinde kıvnla kıvnla uzayan, sonra da sessiz bir güzellikle ReĢitpaĢa'ya tırmanan uzun, asfalt yol bomboĢtu. Yol kıyısını saran yeĢil çiğ tanelerinin sabah serinliğinde ürpermesinden baĢka hiçbir canlı-' lık kıpırtısı yoktu. Sonra o yolun uzun ıssızlığında ağır aksak ilerleyen her yanı dökülmüĢ eski püskü bir halk otobüsü belirdi. Sanki kayıyormuĢ gibi yaklaĢtı ReĢitpaĢa yokuĢuna. ReĢitpaĢa yokuĢunu meydana bağlayan son dönemece, dönemecin ıssız görüntüsüne ağır ağır
22 23
ilerledi. ReĢitpaĢa'nın küçük meydanı da aynı ıssızlığı yaĢıyor Ģimdi. YokuĢun baĢındaki (pencereleri örtülü) ilk evler, (ke-penkleri örtülü) ilk dükkânlar sabah hazırlığına baĢlamamıĢlardı henüz. TelaĢ Ģimdilik onlardan uzaktı. Yan yana dizili, birbirine yaslanmıĢ (sanki düĢmemek için birbirine omuz vermiĢ), yüzleri yamru yumru basık dükkânlar örtülü bir hüzün içindeydiler. Ba-ĢıboĢ birkaç sokak köpeği dolandı meydanı. Uzakta bir çeĢmenin musluğu sürekli akıyordu. Dar, ıslak, parke taĢlı sokaklarda gün aktı sabahın ilk kımıltılanyla. Bir sütçü, bildik gürültüsü at arabasının. Yeni apartmanların sabaha açılan balkon kapıları, ilk pencereler... Sonra ReĢitpaĢa'nın bahçe içindeki eski, küçük ev-leri. Ġki katlı ahĢap konakların sabahı ağırlayan iniltili gıcırtıla-rı... Bir at arabası, bir sütçü ve açılan bir kepengin ardından uzak fabrikalara giden telaĢlı iĢçiler, üzerlerinde puslu sabahın serinliğiyle sokakları doldurdular az sonra. Meydan soluk alma-ya, sokaklar yaĢamaya baĢlamıĢtı ki ıssız dönemecin baĢında il-kin bir homurtu duyuldu. Ardından ağır, aksak bir halk otobüsü-nün dumanlı bumu görüldü. Soluya soluya dönemeci dönen oto-büs meydana varıp, büyük bir gürültüyle durduğunda, otobüsün arka sıralarına tünemiĢ birkaç yorgun, devrik, uykulu baĢ, belli belirsiz sıyrıldı gözleri açık uykularından. Uzak kentlerden gel-me birkaç yolcu indi ellerinde valizleri, birkaç çırak yaĢta çocuk üĢene üĢene düĢüverdiler otobüsten. En son Afife ReĢat Hanım indi. Otobüs istanbul'a taĢıyacağı ilk yolcularını beklemek üzere meydanın kenarına çekilirken, Afife ReĢat Hanım sabahın serin-liğinden ürpererek adımlarını sıklaĢtırdı. Bakkal Faik Efendi, dükkânını açmak için kepengin önüne çökmüĢ, eprimiĢ kalın ceketinin cebinden çıkardığı bir tomar anahtar destesinin içinden, kepengin kilidine anahtar beğenmeye çalıĢıyor. Hırıltılı göğsüne tıkanmıĢ öksürük boĢalıverdi bir an. ÇömelmiĢ, kilidi kurcalıyor. Kepengi yukarı doğru kaldırdı. Tam yerinden doğruluyordu ki, sokaktan telaĢlı adımlarla geçen Afife ReĢat Hanımı gördü. Yüzü aydınlandı. (Kırk yıllık gizli bir sevda. Eski bir roman gibi. Sahaflann bile unuttuğu...) Her gördüğünde hem bir sevinç, hem de gizli bir utanç duyuyor Faik Efendi. Burnunun kamburuna oturttuğu kelebek gözlüğünü say-gıyla düzeltiyor, daha çok gözlerini saklayarak konuĢuyor onun-la. Afife ReĢat Hanım gördüğü terbiyenin bir gereği olarak, "Fa-ik Bey,' diye hitap ediyor Faik Efendiye. (Faik Beyin geçmiĢine duyduğu saygıdan ileri geliyor bu. Faik Beyi, Halife Abdülme-cit'in sarayda sünnet ettirdiğini biliyor.) Faik Efendi, mahalle bakkalı olana dek çok Ģeyler yitirmiĢ, çok servetler batırmıĢtı. Ailesinin köklü bir geçmiĢi vardı. Faik Efendi Ģimdi mahalle bakkallığı yapsa da, Afife ReĢat Hanım için Faik Beydi. Öyle kalacaktı. Ayrıca Faik Efendinin gizli utancını seziyor, sezdiğini belli etmeden, kendini ondan uzak tutmaya, Faik Beye fazla görünmemeye çalıĢıyor. KarĢılaĢtıkla-rında, aĢırıya kaçmayan ölçülü bir nezaket gösteriyordu. AĢırıya kaçarsa, biliyordu ki, Faik Bey bunun altında yatan duyarlığı se-zecek ve kendini suçlayarak, belki de daha fazla utanacaktı. Tüm mahalleliye oldukça rahat davranan, durumunu kabullen-miĢ görünen Faik Efendi, Afife ReĢat Hanımı gördüğünde tutuk-laĢıyor; davranıĢları doğallığını ve rahatlığını yitiriyor, bir tanık karĢısındaymıĢcasına fazla titizleniyor, o zaman da kendini büs-bütün ele veriyordu. Bu yüzden sanki Afife ReĢat Hanımla ara-larında gizli bir antlaĢma vardı. Varlıklarıyla birbirlerini rahatsız etmemeye özen gösteriyorlar. Yine de zaman zaman birbirlerini özlüyorlar, birbirlerine haberler, selamlar gönderiyorlar. Ortak bir geçmiĢin, ortak bir kültürün insanıydılar ne de olsa. Bu yüz-dendir ki, hem birbirlerine tutunmaya çalıĢıyorlar, hem de bir-birlerini itiyorlardı. Bütün azınlıklar gibi. (Afife ReĢat Hanımın bilmediği ve hiçbir zaman da bilmeyeceği bir de gizli sevda var-dı. Kendisi için yazılan aruz vezinli Ģiirlerden hiçbirini bilmiyor-du. Bilmeyecekti...) Kepengi kaldırdığında Afife ReĢat Hanımla yüz yüze gel-mekten gene de bir sevinç duymuĢtu. Ekmek kapısı olan dükkâ-nı açıyor olması bile, suçluluk uyandırmadı onda. Bu yüzden se-
24 25
si bir yerlere takılmadan, pürüzsüz denebilecek bir doğallıkla çı-kıverdi ağzından: "Hayırlı sabahlar Afife ReĢat Hanım. Peyker Kalfa'dan mı gene?" "Peyker Kalfa'dan. Biraz rahatsızlanmıĢ da. Torunu yüzün-den. Kadıncağızın zayıf kalbi dayanamadı tabii." (Torunu vurul-muĢ, Ģimdi hastanede yaralı yatıyor diyemedi gene de... Dili varmadı. Esirgedi.) Afife ReĢat Hanım köĢeyi döndü. Sokağın bir yanında yapı iĢçileri türkü söylüyorlardı. Islık keskinliğinde türküler. (Yanık, hüzünlü...) Durdu, olup bitene nefretle baktı. Yıkık konaklar, yeni apartmanlar, inĢaatlar... Konağın bahçe kapısına vardı, ye-rinden oynamıĢ, yuvasından çıkmıĢ kapıyı ilkin yukarı çekti, sonra iterek açtı. Bir an ardına döndü, uzun uzun baktı. Sanki bütün dünya ar-dındaydı. Eli bir süre kapıda kaldı. "ReĢitpaĢa'nın en eski ahĢap konaklarından biriydi. Server Nüvit PaĢa'nın yazlık konağıymıĢ. ġimdiyse bütün bir yıl oturu-yorlar. Elde avuçta ne varsa tükettiler çünkü. Bir tek bu konak kaldı ellerinde. Bir yaz günü gideriz seninle. Sen çocukken ne çok giderdik oraya. Hatırlamadın mı? ġimdiyse ne hale gelmiĢ konak! Önünde otların bastığı yıkık bir bahçe, ardındaysa artık pek kullanılmayan içine eski eĢyaların tıkıĢtırıldığı bir limon-luk!" Böyle anlatmıĢtı. ġimdi daha iyi hatırlıyor. Limonluk Ģurası olmalı. Gözlerden uzak, tekin bir yer. Kimsenin aklına bile gel-mez. Zaten iki gece saklanabilse yeter, yalnızca iki gece... Ya-ralı bir geyik gibi içgüdüleriyle izini sürmüĢtü konağın. Ne ka-dar yıldızlı bir gece. Sokaklara taĢan çiçek kokuları. Nerden gel-diğini pek ayrımsayamadığı alaturka Ģarkılar. Huzur verici bir esinti gecede. Oysa yüreği ölümün avucunda Ģu an. YaĢamın gü-zelliklerini saniye hesabıyla yaĢamak zorunda. Bir Ģiirden kırık bir dize kalmıĢ aklında: "Ah kimselerin vakti yok durup ince Ģeyleri anlamaya..." Belindeki Browning'in çelik soğuğu güven veriyor ona. Korkusu hafifliyor. Yeniden Emirgân. Yeniden ge-cenin yıldızlı cümbüĢünde hicranlı kadın sesleri. Bir udun büyü-yen, yayılan taksimleri... Ve de öte yanda kaç yüzyıldır gecenin karanlığına saklanmıĢ bir eĢkıya duyarlığı. Yiğit bir yalnızlık. Bir gece olsun bu limonlukta saklanabilir. Kimseye gözük-meden Ģu bahçeyi geçmeli. Bu yıldız yağmurunda kimseye gö-zükmeden. Eli bir süre kapıda kalıyor. Sonra sessiz ayaklan limonluğa ulaĢtırıyor onu. Ayaklarında bir eĢkıya sessizliği. Afife ReĢat Hanım kapıyı örtüyor. Bahçeyi geçerken sıklaĢ-tınyor adımlarını. Ġshak'ı düĢünüyor. YaĢayacak mı acaba? Ya-rası ağır mı? Afife ReĢat Hanım anlamıyor artık, hiçbir Ģeyi an-lamıyor. (Yarası ağırmıĢ diyorlar) "Nasıl budalalaĢıyoruz gün-den güne. Çevremizde olan biten hiçbir Ģeye akıl erdiremiyoruz. Hiçbir Ģeyin nedenini bilmiyoruz. Eskiden böyle miydi ya? Niye insanlar böyle oldu? Niye? Nedir bu olup bitenler?" Kapıya ulaĢıyor. Gene anahtarını bulamıyor çantasında, evi-rip çeviriyor çantasını. Sonra uzanıyor, kapıyı çalıyor. Avucun-da bir pirinç tokmak. Birden bahçe kapısı gıcırdadı. (UyumuĢ muydu, yeni mi dalmıĢtı, bilmiyor?) Sonra ayak sesleri, ayak sesleri yaklaĢıyor. Fırlıyor yerinden. Limonluğun, konağın örtemediği, bu yüzden de bahçe kapısını ve bu kapıyı konağın kapısına bağlayan dar yolu görebilen öteki ucuna koĢuyor. Elinde çeliğin kaskatı soğu-ğu. Yıldızlar limonluğun camlarına düĢüp dağılıyor. Bir kadın, elinde ut, konağa doğru geliyor. (Bu saatte?.. Fatma Aliye olmalı bu. Anneannem hep anlatırdı.) Sonra konağın kapısını açıp içeri giriyor kadın. Rahat bir soluk alıyor. Elindeki tabanca gevĢiyor. (Niye korkuyorum ki? Kim gelir bu saatte limonluğa? Kopkoyu bir karanlık burası. Önü konak, arkası ağaçlık. Karanlık ağaçlar. Nasıl da korku verici gecede; bir o kadar da güvenli... Bir tek camlardaki yıldız çağıltısı. Sabaha doğru gün ıĢımadan giderim buradan. Fatma Aliye nasıl korkusuz bir kadın kim bilir? Nasıl sakin, nasıl yavaĢtı? Nasıl bir yürek taĢıyor kim bilir?)
26 27
EprimiĢ bir battaniyeye (belki bir çocuk battaniyesi hatta) sarılarak kestirmeye çalıĢıyor, limonluğun en karanlık köĢesine büzüĢerek, ve bu yıldız cehenneminde bile ancak birkaç yıldızın sızabildiği en kuytu köĢeye çekilerek, birkaç saat uyumak isti-yor. Yalnızca birkaç saat. Bu gece hiçbir yer tekin değil. Bütün adresler denenmiĢtir Ģimdi. Bir karabasan mı, bir sanrı mı, yoksa yalnızca kendi kendini korkutması mı; uyurken mi, uyanıkken mi bilmiyor. Ansızın ir-kiliyor, fırlıyor yerinden; elini kolunu açarak, binlerce kurĢun sesi kulaklarında... Sonra aynmsıyor kınlan cam sesini. ġangır-tının duyulup duyulmadığından kuĢkuya düĢüyor. Her Ģey ses-sizlik içinde Ģimdi. Gene çeliğin soğuğuna sığınıp bir süre soluk bile almadan erketeye yatıyor. (Çocukken bu bahçede oynar-mıĢ... Buna inanmak istiyor. Bu bahçenin sıcaklığına, sevecen-liğine, koruyuculuğuna inanmak istiyor) Gelen giden yok. Belki de büyük bir Ģangırtı değildi. Belki hiç kimse duymadı bile. Yi-ne de uyku tutmuyor. Bir Ģey kırılmıĢtı çünkü, bir güveni yitir-miĢti. Az sonra iyice emin olup çevrenin güvenliğinden, limon-luktan çıkıyor. Yıldızlar azalmıĢtı sanki. Çekip bir yerlere git-miĢlerdi belki de. Gökyüzüne bakmak istemiyor. Bir yıldızın kaydığını görmek istemiyor. Son bir kez bahçeye bakıyor. Bir-kaç çocukluk anısı, birkaç görüntü düĢürmeye çalıĢıyor gözleri-nin önüne. Bu bahçeyle ilgili birkaç Ģey. Birkaç çiçek demeti, bir bez bebek, bulanıp yitiyor. Az sonra Fatma Aliye açıyor kapıyı. Afife ReĢat Hanım, dünyayı anlamanın mümkünsüzlüğüne iyice inanmıĢ giriyor içeri. Oysa bilmiyor, ne Faik Beyin uzun yıllar süren gizli sevdası-. nı, aruz vezinli Ģiirlerini; ne de Ġshak'ın limonluğa sığındığı geceyi. O hiçbir Ģeyi bilmiyor. Belki bilmek de istemiyor. Bugün çamaĢır yıkaması gerektiğini, muslukçuyu çağıracağını düĢünüyor, içi kararıyor, sıkılıyor. DıĢarısı onu hep korkutuyor. Fatma Aliye, evden çıkarken bu gece mutlaka annesiyle gö- 28 rüĢmesi, bu iĢi bir yoluna koyması gerektiğini düĢünüyor. "Na-sılsa Peyker Kalfa iyileĢmiĢ, çifte üzüntü olmaz. Ben de daha fazla susamam ki... Zaten daha fazla zamanımız da yok." Madam Ester'in sorgulayan bakıĢları geliyor gözlerinin önü-ne. Madam Ester'in iyi bir insan mı, kötü bir insan mı olduğuna hâlâ karar verememiĢ olduğunu düĢünüyor. Yardım mı ediyor, intikam mı alıyor, bilmiyor. O delici bakıĢlarını hissediyor üze-rinde. "Bu gece," diyor. "Mutlaka bu gece..." t '■ \ Server Nüvit PaĢa'nm öfkeli sesiyle, bırakıyor elindeki ger-; gefi sedire, yukarı çıkıyor. Fazla sabırsız PaĢa. Bu kez de çıngırak çalıyor. (Gene tersinden kalktı bu adam) Afife ReĢat Hanımı kapıda görünce, bırakıyor elindeki çıngırağı. "Fatma Aliye nerede?" "ĠĢe gitti." "Nasıl iĢe gidermiĢ? Server Nüvit PaĢa'nın torunu nasıl iĢe gidermiĢ Afife? Kimden izin aldı bu asi kız? Benim torunum naĢı olur da çalıĢır? Nasıl olur da bizim aile Ģerefimizi beĢ paralık eder? Yeni mi baĢladı iĢe?" (Nasıl zor bir Ģey seninle konuĢmak baba. Ġki yıldır çalıĢıyor Fatma Aliye ve sen her sabah benimle kavga ediyorsun...) "Rica ederim Efendi Baba. Hiddetlenmeyesiniz. Bakın gene hastalanacaksınız. Hem Peyker Kalfa'nın da çok selamı var size. ĠyileĢir iyileĢmez sizin ziyaretinize gelecekmiĢ..." "Buyursun, buyursun. Yalnız Beylerbeyi'ndeki konağa geç-tiğimiz zaman buyursun. Misafirleri burada ağırlamaktan hicap duyarım ben. Hem bu misafir, kapımızda hizmet görmüĢ bir kalfa bile olsa... Hem baksanıza kuzum Nerime Sultanı bile davet ı. edemiyorum bu yüzden. Bu yazlık konakta misafir kabulü bizim asaletimize yakıĢır mı?" 29
Susuyor, sonra bir çocuk gibi boynunu büküyor PaĢa, gü-müĢ saplı bastonunu uzun süre elinde çevirerek: "Afife, ne zaman geçeceğiz Beylerbeyi'ndeki konağa? Bura-da çok sıkıldım artık." "Yakında baba, çok yakında, hele sen bir iyileĢ. Beylerbeyi'ndeki konak yanıyor. Madam Ester'in karakalem portreleri yanıyor. Tarih hepimizden öç alıyor. "Hep yakında diyorsun Afife. Hep beni kandırıyorsun. Son-baharda çıkarız diyorsun. Oysa üç kıĢtır burada, bu rutubetli yazlıkta oturtuyorsun beni. Hep 'sen iyileĢince çıkarız' diyorsun. Oysa ben iyileĢemeyeceğim artık. Sen de biliyorsun bunu. Çok yaĢlandım ben. Bazen bunadığımdan bile Ģüpheye düĢüyorum. Beylerbeyi'ndeki konağı özledim. Odamı özledim. Boğazı özle-dim. Beni oraya götür Afife. Orda öleyim." Afife ReĢat Hanım kederli kederli baĢını sallıyor. Fatma Aliye dalmıĢ uzun uzun bakıyor dükkânın vitrininden dıĢarı. KarĢı kaldırıma serilmiĢ iĢportacıları kendince bir ibretle seyrediyor. Damar damar olmuĢ boyunlarından, bağırmaktan kı-sılmıĢ seslerinden, pervasızlıklarından korkuyor. BaĢlarına müĢ-teri çekmek için bunca onursuzlaĢmalannı anlamıyor. Anlamak istemiyor. Ġnsanın bu kadar onursuzlaĢmasını istemiyor. Kapı-dan içeri giren müĢteriyle birlikte ansızın silkiniyor daldığı dün-yadan, düĢüncelerinden. Suçüstü yakalanmıĢ gibi hissediyor kendini. ġiddetini yitirmeye baĢlamıĢ utancını gene de saklaya-rak, gülümsemeye çalıĢıyor. Sesi pürüzsüz çıkıyor: "Buyrun efendim, ne arzu etmiĢtiniz?" "Biraz mamzara arzu eder miydin Aliye?" (Rüveyde Hanı-mın sıcak, usul sesi. Ġnsana her zaman huzur veren gözleri, iç-tenliği.) Silkiniyor Fatma Aliye. Rüveyde Hanımın uzattığı, mamzara denilen patlıcan salatasına uzanıyor. Bir kaĢık alıp ko-yuyor tabağına. MüĢerref Hanımın neĢesi ilk o zaman kaçıyor. Ġnanmak istemezmiĢ gibi boğulmuĢ bir sesle soruyor: "Mamza-ra, değil mi?" Rüveyde Hanım baĢını sallıyor: "Evet, sen de alır miydin MüĢerref?" Uzun uzun susuyor MüĢerref Hanım. (Ne kadar güzel yapardı bu salatayı, her rakı gecesi kendi girerdi mutfağa. Olmadık mezeler bilirdi.) Rakıyla boğuyor kendini. Bütün gece rakıyla boğuyor. Sonra hicranlı Ģarkılarla dindirmek istiyor acısını. "Nereye gitti bunların hepsi? Niçin kaçtılar? Niye birer birer kayboldular? Ya öldüler, ya terk ettiler bizi..." Fatma Aliye'ye soruyor ilkin. (ReĢat. Talia.) Fatma Aliye susuyor. BomboĢ bakıyor MüĢerref Hanıma. Sonra gözlerini in-diriyor. Açık yakalı elbisesinin göğüslerini birleĢtiren ortasına taktığı inci broĢu görüyor. MüĢerref Hanım bir anıyı mı taĢıyor göğsünde? Bu broĢun mutlaka bir anısı olması gerektiğini düĢü-nüyor Fatma Aliye. Sonra birer birer herkese soruyor MüĢerref Hanım. Herkes bomboĢ bakıyor. En son Muti. Muti, hiç bakmı-yor, hiç görmüyor. Suskun, genzini rakıyla dağlıyor yalnızca. "Üç yaĢındaydı babası kaçtığında. Baba yüzü görmedi oğ-lum. Babaya hasret büyüdü bunca yıl. Kimse ilgilenmedi bizim-le, hiç kimse. Bayramdan bayrama elini öptüğü amcasınınsa, yıllar sonra aile Ģerefi tuttu da kesip alıverdi kulağını oğlu-mun..." Bir yudum daha alıyor kadehinden. Sanki az önce hiç ko-nuĢmamıĢ gibi, bir dehĢetten söz etmemiĢ gibi ekliyor: "Size hangi Ģarkıyı söyleyeyim Ģimdi?" Fatma Aliye'nin yüreği dağlanıyor. Gerçekte bütün Ģarkıla-rın söylenmiĢ ve tükenmiĢ olduğunu düĢünüyor.
30 31
Afife ReĢat Hanım, öfkesini belli etmeyerek muslukçunun baĢında bir süre daha bekledi. Az sonra muslukçu küstah bir ses-le kendinden emin konuĢtu, kestirip attı: "Yok hanım anne yok! Bu musluklar onanlmaz artık. Bütün sistemi değiĢtirmek gerekir." "O nasıl iĢ öyle, neden tamir olmasın?" dedi Afife ReĢat Ha-nım. Sesi kırgınlığını iyice ele verdi. "Su ana Ģebekeden çok basınçlı geliyor. Sizin borularınız ise çok ince. Bakın musluktan akan su serçe parmağım kalınlığında. Eğer fazla kurcalarsak büsbütün bozarız. En iyisi bu boruyu ip-tal etmeli." "Birer birer bütün boruları iptal ediyorsunuz ama..." (Allah kahretsin! Geçende de Fatma Aliye "Birer birer eksiliyoruz," de-miĢti. Her Ģey nasıl da üstüme üstüme geliyor. Limonluğun camlan da birer birer kırılıyor.) "Yerinizde olsam bütün bu sistemi değiĢtirirdim. Böyle bo-rular kalmadı artık. ġimdinin insanlarının iĢi çok, zaman az. Musluğu açtı mı gürül gürül su istiyor ki, bir an önce elini yıka-yıp iĢinin baĢına dönsün..." "Hayırlı sabahlar! Beni arayan oldu mu Fatma Aliye?" Madam Ester giriyor kapıdan, Ģapkasını çıkarıyor, eldiven-lerini usul usul çözüyor parmaklarından... (hâlâ eldiven kullanı-yor. Siyah uzun eldivenler. Orta parmağına tektaĢ pırlanta yüzük takıyor ve yakasında her zaman bir inci broĢ...) MüĢerref Hanım broĢunu söküp göğsünden (ve hıçkırıklar-dan boğularak) Muti'nin kesik kulağım örten sargı bezine takı-yor: "Al sana inci küpe yavrum. Al tak bunu! Kesilen kulağının 32 ; yerine tak! Amcana, babana inat, bütün erkek milletine inat al tak bunu!" Ġnci broĢu tutmuyor sargı bezi, düĢüyor. Muti'nin kulakları sancıyor. Ġlk o an ayılıyor dünyasından. Annesinin parmaklarından kayarak yere düĢen broĢu almak için ; eğiliyor masanın altına, ve sonra orada yitiyor. ; Bir süre sonra avucunda inci broĢ "Baba! Baba!" diye ağla-; yarak dolaĢıyor masanın altında. Muti, bütün gece yalnızca bir kez konuĢuyor: "Kimsenin bana on yedi yıl sonra sahip çıkmaya hakkı yok! t Hiç kimsenin..." Son parmağını da çekip kurtarıyor siyah eldivenden. TektaĢ pırlanta yüzüğünü yeniden yerleĢtiriyor orta parmağına. Bir süre kuĢkulu gözlerle Fatma Aliye'yi süzüyor. Sonra duygusunu giz-leyen bir sesle soruyor: "Afife ReĢat Hanımla nihayet görüĢebildin mi bu mesele-yi?" BaĢını kaldırıyor Fatma Aliye. Madam Ester'in yüzüne bakı-yor. Yüz donuyor, çizgileri değiĢiyor. Rengi uçuyor, kenarları I kemiriliyor resmin, eskiyor. AteĢ kavurmaya baĢlıyor ucunu; I kendi üstüne kıvrılıyor ilkin, sonra da cayır cayır yanmaya baĢlı-yor. Madam Ester'in bütün karakalem portreleri yanıyor. Resim yaparken elleri titrerdi dayısının. Annesinin elleri tit-remiyor. Birer birer yırtıp bütün resimleri ocağa atıyor: "Unutmalısın! Unutmalısın!" c 33 ■illi
"Bu gece konuĢacağım annemle. Peyker Kalfa'nın torununu vurmuĢ polis. Ağır yarahymıĢ. Kalfa da kalp krizi geçirmiĢ. Çok üzüntülüydü. Üst üste gelmesin istedim. Ama bu gece kesinlikle konuĢacağım. Kararlıyım." Oturma odasını karanlığa boğmuĢ Afife ReĢat Hanım. Lamba ıĢığında oturuyor. Karpuz lambanın çinisinde küçük çiçekler, güzelliğini, inceliğini ancak karanlıkta ele veren bir alçakgönül-lülükle odanın dört bir yanına büyüyerek dağılmıĢlar. (Odaya savrulmuĢ karanlığın büyüttüğü çiçekler...) Afife ReĢat Hanım, kadife koltuğuna gömülmüĢ, baĢını dayamıĢ sessizliği dinliyor. Odanın salona açılan aralık kapısından sızan bir tutam ıĢık, yü-zünün bir yanını aydınlığa çıkarıyor. Az sonra sahanlıkta ayak sesleri duyuluyor. Açık kapının önünde Fatma Aliye'nin bitkin gölgesi beliriyor. "Karanlıkta oturuyorsun... IĢığı yakayım mı?" "Böylesi daha iyi. Kendimi böyh daha iyi hissediyorum... Eskiden olduğu gibi güçlü ve huzurlu..." (Bugün hüzünlerini ele veriyor. Bugün konuĢuyor. Belli ki güçsüz hissediyor kendini bugün. Karanlıkta oturuyor. Bugün konuĢulabilir.) "Dedem yattı mı?" "Dinleniyor... Geç kaldın gene? Saat kaç?" "Otobüs durağı çok kalabalıktı her zamanki gibi. Sofrayı ha-zırlayayım mı?" 34 AkĢam yemeğinde Server Nüvıt PaĢa durmaksızın konuĢu-yordu. Kızının ve torununun suskunluklarını kendini dinledikle-rine yoruyor, bu da onu gizli gizli sevindiriyordu. Sonra onları büsbütün unutuyor, kendini sözcüklere teslim ediyordu, anıla-ra... Sözcükleri de, anlattıklarını da unutuyordu. Afife ReĢat Hanım yarasını göstermemeye özen göstererek ve baĢını tabağından hiç kaldırmadan, önündeki eti küçük parça-lara ayırıyor, lokmalarını uzun uzun çiğniyor. "Sonra Refik Cemal PaĢaya dedim ki: PaĢam! Osmanlının baĢını bu Düyûn-u Umumîye yiyecek, dedim. BaĢka hiçbir Ģey değil. Lakin ben size bunu iĢte Ģu anda ikrar etmiĢ bulunuyo-rum, dedim. Almanlara çok güvendik, dedim. Enver PaĢayla, Talat PaĢa tarihi bir yanlıĢ içindedirler, dedim." "Anne, biraz daha çorba koyayım ister misin?" dedi Fatma Aliye. Sesinde hem bir barıĢma çağrısı, hem de bir karar kesinli-ği vardı. Buna Fatma Aliye de ĢaĢtı. Afife ReĢat Hanım, baĢını tabağından kaldırdı. (Ġlk kez kaldırdı baĢını.) Sonra baĢını iki yana salladı. Yeniden döndü tabağına. "Biliyorum çok üzgünsün, ama gerçekten baĢka çaremiz yok anne..." "Benim hesap iĢlerine aklım ermez..." "Benim aklım ermek zorunda ama..." "Bizim evde para hesabı konuĢmak çok ayıp sayılırdı. Ne günlere kaldık yarabbi! Bunalıyorum!" "Refik PaĢa en çok Canip Beye güvenirdi. Onun da baĢını Canip Bey yedi. Zaten Osmanlının tarihine bakacak olursanız, son asrını hep onun baĢını yiyenler doldurmuĢtur. Almanlara ve Ġngilizlere verilen imtiyazlar bizim baĢımızı yedi. Bunu aynen böyle Refik PaĢaya söyledim de, beni de jöntürk zanneylemiĢ-lerdi. Ya..." "Babacığım iyiden iyiye karıĢtırıyorsunuz. Bütün tarihleri karıĢtırıyorsunuz. Refik PaĢa ile Canip Bey aynı tarihlerde yaĢa-madılar ki... Refik PaĢa öldüğünde Canip Bey daha doğmamıĢtı bile..." 35 !■.■..: .t*
Fatma Aliye uzun uzun içini çekti. "Anlatamıyorum galiba anne. Alacaklılarımıza bir karĢılık göstermek zorundayız. BaĢka çaremiz yok. Bu evi ipotek ettir-meye mecburuz artık." "Beylerbeyi'ndeki konak da böyle çıkmıĢtı elimizden." (Sesi kırgın, sitemkâr...) "Anne inan benim de çok canım yanıyor." Server Nüvit PaĢa besbelli konuĢulanları hiç dinlememiĢ, hiç anlamamıĢ, söze karıĢıyor: "Peyker Kalfa'nın torunu jöntürk olmuĢ demiĢtin değil mi Afife? Polisler arıyor demiĢtin, değil mi? Beni de jöntürk zan-neylemiĢlerdi." "Babaa! Gene üstünüze dökmüĢsünüz!" Afife ReĢat Hanı-mın çatlayan sesinden, gizlemeye çalıĢtığı öfkesi sızıyor. Hemen topluyor kendim. Fatma Aliye, (sesi ilk kez bu denli egemen, buyurucu) bir kez daha vurguluyor: "Anne izin ver yarın banka müdürüyle konuĢayım. (Fatma Aliye'nin sesi, Afife ReĢat Hanımın da dikkatini çe-kiyor. Gizli bir ürküntü yokluyor yüreğini...) "Olmaz Fatma Aliye. Ben sağken evi ipotek ettirmem! Eli-mizde kala kala bir tek bu konak kaldı zaten. Bunu da elden çı-karmak istemiyorum. Anlıyor musun, istemiyorum!" Susuyor bir an. Sonra belli ki elinde olmadan ekliyor: "ReĢat kalsaydı baĢımızda... O kalsaydı belki de bütün bun-lar baĢımıza gelmezdi..." "Gene ReĢat ha? Gene ReĢat!" Fatma Aliye'nin içinde belki de uzun yıllardır biriktirdiği usul bir nefret, belki de hiç tanımadığı bir duygu, damarlarını yalıma verdi. Yüzüne al yürüdü. Yerinden kalktı, ağır ağır, olanca öfkesini sözcüklere tane tane yükleyerek, yuvarlak masanın çevresini yavaĢ yavaĢ dolanmaya baĢladı. Fatma Aliye'yi tanıya-mıyordu Afife ReĢat Hanım. Nasıl da yabancı biri olmuĢtu ansı-zın. Fatma Aliye, kızgınlığın, öfkenin tadını belki de ilk kez çı-karmanın çeliĢkili hazzını yaĢıyor: "Peki anne, madem öyle, sana söylemek istemediğim Ģeyleri (de söyleyeyim. Biliyor musun geceleri niçin geç geliyorum eve? 'Otobüse biniyorum da ondan. Evet, yalnızca bunun için geç ka-■ı lıyorum. Ġnsanlar, otobüse binmek için birbirlerini nasıl itip ka-,j kıyorlar, nasıl dirsekliyoriar bir görsen! O ne korkunç manzara! Ġnsanlıktan çıkıyor herkes. Ve kimse bu dehĢetin farkında değil. Bunlara dayanamıyorum ben. Ġnsanları böyle görmeye dayana-" mıyoram. Utanıyorum, anlıyor musun utanıyorum. Çok utanıyo-rum. Herkes adına utanıyorum. Duraklar tenhalaĢıncaya kadar bir kenara çekilip bekliyorum. Kimse tarafından itilmemek için, 'kimsenin beni sürüklememesi için bekliyorum. Bazen saatlerce i beklemek zorunda kalıyorum; ama insanlara da bir koĢu hayvanı .; olmadığımı gösteriyorum. Bütün paramı senin eline sayıyorum ^aybaĢında. Benim ne harcadığımı merak ediyor musun? Otobüs ;' parasından baĢka hiçbir Ģey kalmıyor avucumda. Bütün bunlan l fedakârlık olsun diye söylemiyorum anne. Bütün bu sözlerin seni nasıl yaralayabileceğim tahmin ediyorum. Ama durum bu, ; gerçek bu! Oğlun Amerika'ya kaçtı! Kızın kocaya kaçtı! Ama ■> ben? Ben buradayım anne. Ve acı çekiyorum. Lütfen bazı Ģeyle-ı« ri anla artık. Bu konak benim çocukluğum. Ve baĢka hiçbir Ģe-'■ yim yok. Çocukluğumu satıĢa çıkarmak hoĢuma mı gidiyor sanı-yorsun?" Cam vitrinin önüne gelmiĢti. Sırtı masaya dönük uzun uzun durdu. Saydam bir beyazlık gözlerini kamaĢtırıyor. Gözlerini - yumdu. Hiçbir Ģey görmek, hiçbir Ģey duymak istemiyor. O fı-sıltıları yeniden duyar gibi oldu gözlerini kapatınca. BaĢını arkaya attı. Ellerini koltuk altlarında sımsıkı tuttu. Yumulu gözleri, l iki damla yaĢı olsun tutamadı. Afife ReĢat Hanım, ağır ağır doğruldu yerinden. Bir an ; ayakta, masanın baĢında öylece durdu. Sonra kapıya doğru yürü-dü. Tam çıkacakken durdu, ardına döndü (Talan olmuĢtu yüzü) "Ben odama çekiliyorum Aliye. Lütfen dedeni sen yatırır mısın bu gece?" Uzun bir sessizlik koydu sözlerinin arasına. Çok acı çekiyordu. Belliydi. "Ev için de sen nasıl uygun görür-
36 3:7
sen onu yap." dedi. YenilmiĢti. Biliyordu. Beylerbeyi'ndeki ko-nak yanıyordu. Server Nüvit PaĢa: "Fatma Aliye," dedi. "Beni yatırmadan önce, ut çalar mısın bana?" MüĢerref Hanım uda sarıldı. Ağlaya-rak yalvanyordu. Saffet Hamdi Bey, ayağa kalkarken sandalye-sini devirdi. YaĢlı gözlerini Ģimdi herkes görmüĢtü. Çok uzak-larda bir yerden silah sesleri duyuluyordu, tdris Beyle kızları, Kemal Beyle karısı yoklar mıydı orda? Onlar niçin suskundu hep? Onlar acı çekmiyor muydu? Acı çektiğini saklamayı erdem bilen insanlardan mıydılar? Yoksa acı çekecek kadar güçleri yok muydu? Uzaklarda silah sesleri sürüyordu. Ut susmuĢtu. MüĢer-ref Hanım, uda sarılmıĢ ağlıyordu. ("Ġsmail! Ġsmail!" diye iki kez hıçkırdı. Bir tek Fatma Aliye duydu bunları.) Fatma Aliye gülümsedi Server Nüvit PaĢaya. Sevecen baĢı-nı sallamakla yetindi. Bu gece Server Nüvit PaĢayı olsun mutlu etmeliydi. Afife ReĢat Hanım salonda merdivenlerin baĢında durdu. Billur topuzu sıktı avuçlarında. Billur sessizdi. Avuçları yanı-yordu. Emirgân'da bir mevsim daha bitiyor. Gecelerin yıldızlan azaldı ilkin. IĢıksız kaldı hicranlı Ģarkılar, ut taksimleri. Ġdris Be-yin büyük kızı haklıydı. ġimdi yataklar bir cehennem gibi so-ğuktur. Pirinç karyolasına uzanmıĢ, göğsüne sıkıca bastırdığı gümüĢ çerçeveli bir resimle ağladı Afife ReĢat Hanım. (Odasının kapı-sını her gece olduğu gibi kilitlemiĢti.) Az sonra kollan çözüldü göğsünden; ReĢat çerçevenin içinde hâlâ en uzun gülüyordu. Gamzeleri, çenesindeki çukuru, aldırıĢsız omuzları; ama sımsı-cak gülüyordu. (GözyaĢı ĢiĢesi yazı masasının üzerinde duruyor, içinde tek dal bir menekĢe...) Kadife koltuğun yumuĢaklığına gömülmüĢ oturuyor Fatma Aliye. Sırtında uzun sabahlığı, kıvnmlarına kırık bir hüzzamın aksağını yakıĢtınr gibi... Kucağında udu, eteklerindeyse her za- man uyuklayan kedisi Sannora. Server Nüvit PaĢanın karĢısında, eski zaman fotoğrafları gibi... PaĢa sessiz sessiz ağlıyor. Bulanık gözleri karĢı duvarda asılı duran üzeri ayet yazılı eski kılıçlara takılıyor. Kesmeyen bir kılıç gibi hissediyor kendini. Fatma Aliye buğulanmıĢ sesiyle eski bir Ģarkıyı söylüyor. Uzakta Istan-i' bul'un sönük ıĢıkları, yıldızsız gecede bir baĢka yoksulluk. Fat-l ma Aliye'nin yükselen sesi bahçeye dökülüyor. Afife ReĢat Hanım yatağında uzun uzun ağlıyor bu sarkılan dinlerken. Fatma Aliye bunu hiç bilmiyor. Geceler boyu söyle-diği Ģarkılara annesinin yatağında gizli gizli gözyaĢı döktüğünü hiç bilmiyor. Kimse kimseyi bilmiyor. Ertesi sabah, Fatma Aliye iĢe gittikten, Server Nüvit PaĢayı birkaç saatliğine bir komĢu kadına emanet ettikten sonra, Aile Mezarlığını ziyarete gitti Afife ReĢat Hanım. (Ġlk kez Server Nüvit PaĢayı birine bırakıyordu.) Karalarım giyindi sabah erken, türbanını taktı baĢına. YaĢlı bir kadından bir demet çiçek aldı. Mezarın baĢında uzun süre oturdu. Hiçbir Ģey söylemedi, konuĢmadı. O, anlardı. Öylece uzun uzun oturdu. Yüzüne inen kara tülün ardından bile gözleri kederini görünür kılıyor. Bir süre sonra yaĢlı bir kadın belirdi ardında. Mezarlara konan çiçekle-"t- ri toplayan (belki de yeniden satan) diĢsiz, karanlık gözlü bir ka- /, dindi. , ,-; ... ;,;.; ,-• ;; ■.; _ "BaĢın sağolsun, yeni mi yitirdin?" " .. ' :"- ■ "Çok oldu çook..." .."■:■ "Yakının mıydı?" Uzun uzun içini çekti Afife ReĢat Hanım. Ġçindeki kocaman boĢluğu tıkamak istercesine dolu dolu söyledi: "Kocamdı..." ;.,.; •;■. )> !/', AkĢam, Fatma Aliye'ye mezarlığa gittiğini söylemedi. Hiçbir Ģey söylemedi.
38 39
CAM MEVSİMİ
I: 7. Sabah. Gene sabah. Gene sabah. Fatma Aliye gene o sonsuzluğa bakan penceresinde. Bahçe, istanbul. Sabahın kıyıcı serinliği. Ansızın o geceyi ansıyor yine. (Ne zamandır düĢmemiĢti ak-lına o gece. BuğulanmıĢ bir anı olmuĢtu. Bir lokmacık yaĢanmıĢlık bile nasıl sarsıyor onu, nasıl çok Ģeyler yüklüyor ona.) Saffet Hamdi Bey, sıtmalı hatıralarını anlatıyor gene. Karısı o ermiĢ sabrıyla bir kez daha dinliyor onu, yüzündeki içtenlikli, iyicil gülümsemesini hiç eksiltmeyerek. Sonra eski bir teneke kutu çıkarıyor sandıktan. Üzeri flaman ressamlara özgü desen-| lerle süslü bir teneke kutu. (Sonra binlerce kutu, Afife ReĢat Hanımın binlerce kutusu. BomboĢ kutular, jelatin kâğıtlar, parĢömen torbalar. Hepsi Beyoğlu tarihi. Hepsi ilk günkü kokusunda. Ermeni mağazalar. ġapkacılar. Pastacılar. ġemsiye kutuları. Fransa'dan gelmiĢ sabun kutuları bile. Kutuların kokusu sinmiĢ odasına. O akıllı uslu kadının deliĢmenlik sayılabilecek tek tutkusu bu: kutu biriktirmek...) Rüveyde Hanım da o teneke kutudan gümüĢ savatlar çıkarıyor. Saç tokası, boyunbağı iğnesi, kol düğmeleri, ince kemerler, köstekler. Avni Bey diriliyor. Canlanıyor Saffet Hamdi Bey. Muti'yi izliyor uzun uzun. Muti'yi ilk kez görüyor. "Bir Ermeni oğlanıydı. Tıpkı Muti. AltmıĢ üç yaĢındaydı babam. Sonra Beyoğlu'nda bir arka sokakta çekmiĢ tabancasını Ģakağına dayamıĢ, vurmuĢ kendini. Oğlana baka baka vurmuĢ kendini. MüsterihmiĢ ölürken. Gözlerine bakmıĢ uzun uzun. Na- 43
sil yaĢamıĢ, nasıl ölmüĢ hepsi bir rivayet Ģimdi, iĢte bunun için MüĢerref Hanım'dan Muti'yi getirmesini istirham ettim. Anlıyor musun Rüveyde?" Muti'nin bütün gözleri, Ģimdi babası sanki. "Bana bundan hiç söz etmemiĢtin Saffet Hamdi Bey." "Ne çıkar bundan? ġimdi biliyorsun ya Rüveyde." Fatma Aliye'nin gözleri, duvardaki eski kılıçların alt alta uzayan, birbirini bütünleyen görüntüsüne takılıyor. Siyah-beyaz bir fotoğraf gibi her Ģey. SolmuĢ sabahlık, köĢede duran ut, ca-mekân, sedef sandalye, günün ilk ıĢıkları bu fotoğrafı belirgin-leĢtiriyor. Oturma odasının kapısı açılıyor. (Usul, ürkek) Ardına dönü-yor Fatma Aliye: "Ne o Talia? Erken uyanmıĢsın, iyi uyumadın mı yoksa?" Talia duruyor kapıda. "Yoo abla, birkaç saat uyudum. Bu kadarı da yeter. Sen de erken kalkmıĢsın..." "Sabahı çok seviyorum. Herkes uykudaykenki sabahı. Daha kimsenin eli sabaha değmemiĢken. "Ne yapıyorsun o pencerenin önünde?" "Odayı havalandırıyorum." "Sabahları yine serin oluyor herhalde... Eskisi gibi... Dal-mıĢ nereye bakıyorsun öyle kuzum?" "Sen de gelsene pencerenin önüne..." Gecenin umutsuzluğu, umarsızlığı omuzlarında her ikisi-nin... Ġkisini çerçeveleyen pencere ortak bir yazgı gibi duruyor önlerinde. "Bahçeye bakıyordum. Biliyor musun yıllardır bu bahçeye hiç bakılmadı. Yaban otlan sardı her bir yanını. Bir bahçevan tutsak diyorum. Aykırı otları temizlese. Fidanları budasa. Bah-çeyi ot bastı. Yazık!" Onarılmaz gövdesiyle bahçe, upuzun yatıyor önlerinde. Ta-lia ıĢıyan günün soluk aydınlığıyla çevreyi seyrediyor uzun uzun... "Yine de çok özlemiĢim buraları. Bu kokuyu. Konağın ah- 44 $ Ģap yüzünü." Ansızın aynmsıyor: "Aaa! Çınar hâlâ duruyor!" Büyüyen gün, çınarın ayrıntılarını çıkarıyor ortaya. Eski bir peyzajda solmuĢ bir eskiz gibi çınar. "Göçmen kuĢlar, küçük serçeler yuva yapıyorlar üstüne. Gövdesiyse kurudu gitti..." diyor Fatma Aliye. Çınarın peyzaj-daki yerini belirtmek istiyor belki de, sağlamlaĢtırmak, vurgula-mak. MuhteĢem bir yalnızlık gibi çınar. Talia uzun uzun esni-yor. (Gecenin uzunluğu, umarsızlığı düĢüveriyor akıllarına, iki-sinin birden. Susuyorlar.) "Uykunu alamamıĢsın bak. KeĢke biraz daha uyusaydın." "Uyku tutmadı abla. Yerimi yadırgadım." Sessizlik. Bir Ģey çıtırdıyor. Ġlk söz söylenmiĢtir. Siyah-beyaz fotoğraf bulanıklaĢıyor. Sözün gerisini de geti-riyor Talia, zaten buraya bunun için gelmedi mi? Elbette ilk söz söylenecekti. "Ne de olsa yıllar sonra yatıyorum aynı yatağa." "Sen gittin gideli hiç kimse yatmadı o yatakta. Hiç kim-se..." (Kaç kez girmiĢti o odaya, kaç kez o cehennemi hatırlatan { yatağa uzun uzun ve öfkeyle bakmıĢtı. Talia bunları hiç bilmi-l yordu. Hiç bilmeyecekti...) "Odam da hiç bozulmamıĢ..." "Annem el sürdürmedi. Her Ģey bıraktığın gibi." (Her Ģey bıraktığın gibi, ben bile... Annem anılarını sevi-yor, ziyadesiyle tutkun onlara. Bir türlü kopamıyor onlardan. Kopmak da istemiyor anlaĢılan. Onlarla yaĢıyor yalnızca. Bütün hayatını bu yaĢamıĢlık üzerine kurdu. Ve sonra bir daha da dö-nüp bakmadı hayata. Senin boĢ yatağın, o cehennemin bile bı-raktığın gibi, öylece olanca ıssızlığıyla duruyor. Yatağına bile dokunmadı. Kaç kez girdim o odaya. Yatağına kaç kez uzandım. Seni, kocanı, yatağını düĢledim. Bütün bunlar sana nasıl söyle- 45 I
nir Talia, nasıl anlatılır sana? Elbette bilmeyeceksin benim bu tek kiĢilik cehennemimi...) "Herkesin kopamadığı bir Ģey var bu dünyada..." (Talia'nın sesinde bir dokunaklılık var. Gizli bir sevgi hatta.) "Seni görünce ĢaĢıracak," diyor Fatma Aliye. "Sevinir mi dersin?" "Bilmem! Sevinir herhalde..." Nasıl da kuĢkulu Fatma Aliye. Annesinin adına bütün hayatı boyunca hiçbir Ģey söyleyemediğini ilk kez bu denli yoğun, bu denli acısını duyarak yaĢıyor. Hiç kimseye annesinin adına hiç-bir Ģey söyleyememenin, hiçbir söz verememenin o üvey sıkıntı-sı, sancısı... Ġçi sızlıyor. "Ne zaman dönecek demiĢtin?" "Yarın sabah." (ĠĢgünü yarın. Gene mağaza. Evde geçen bir hafta sonu da-ha...) Server PaĢayı soruyor Talia. (AkĢam geldiğinde uyuyordu. Öğlenlere kadar uyuyor PaĢa. Ġlacın donuk uykuları...) "Onu da öyle özledim ki... Beni hatırlar mı dersin?" "Hatırlar herhalde. Bazen herkesin unuttuğu Ģeyleri hatırlı-yor, bazen de en unutulmayası Ģeyleri unutuyor..." (Örtük bir kötücüllük mü gizli bu sözlerde? Bir sitem? Talia bunu sezmeye çalıĢıyor. Ablasının donuk yüzü, kendini, duygu-sunu ele vermiyor. Sözcüklerin niyeti bu yüzden anlaĢılmıyor. Ve bu yüzden biraz kırık bir sesle konuĢuyor Talia:) "Beni de unutmuĢtur belki..." Susuyor Talia. UnutulmuĢ olmanın, baĢka insanların defte-rinden düĢmenin küskün yalnızlığını duyumsuyor. Çok uzun sü-redir tanıĢ olduğu bir küskün yalnızlık çeĢidi bu... "Yoksa dönmese miydim abla?" "Yoo, iyi ettin Talia. ÖzlemiĢtik seni. Yüzünü unutmaya baĢlamıĢtım..." Çeviriyor gözlerini Talia'ya. Yeniden anımsamak istermiĢ gibi uzun uzun bakıyor: "Yüz hatlarını, gözlerini, bakıĢlarını, duruĢlarını... Ara sıra hatırlamak için çıkarıp bakıyordum eski resimlerine..." (Eski resimler... En uzun yalnızlık... Ölümün ağaran Ģansı, tozlu, küflü derin çekmeceler... Bütün bunlarla, bu konağın si-siyle tek baĢıma bıraktınız beni. Bu konağın sisiyle tek baĢına. Nasıl bağıĢlarım sizi, nasıl? Bir Ģeyler çıtırdıyor gene...) "Ben de özledim sizleri. Dargın ayrılıklardan sonra hayat in-sanın içine sinmiyor bir türlü. Hep bir burukluk, bir kırıklık taĢı-yor insan. Bir Ģarkı, bir anı, bir resim kötü ediyor insanı. Hele gurbette, uzaklarda... Sen bu duyguyu bilemezsin abla!" "Doğru. Bilemem. Hiç evden ayrılmadım ben. Gece yatısına bile gitmedim bir eve. Ben ve kedim. Hiç ayrılmadık bu evden." (Kedisi saten eteklerine kıvrılıyor. Uykulu gözlerini kısarak ve derin derin mırıldanarak... Gözlerini oğuĢturarak uykusunu çözmeye çalıĢıyor Fatma Aliye. Udu kavrıyor. Küçük, çocuk se-siyle bir Ģarkıya baĢlıyor. Server Nüvit PaĢa rakısını yudumlu-yor. KızarmıĢ gözleri, öfkeli bakıĢlarıyla dağlıyor çocukların yü-zünü. Umarsız bir aĢk uğruna yaĢadığı cehennem gecelerinde, torunlarını dürtükleyerek, tartaklayarak uyandırıyor: "Kalkın ulan! Ut çalın! ġarkı söyleyin bana!" Fatma Aliye'nin ortamektebe baĢladığı yıllar. Üstünde önlü-ğü, elinde uduyla resimler çektiriyor. ġimdi soluk bir kahveren-giye, toprak rengine dönüĢmüĢ resimler... Artık ölümyüzlü re-simler, sandıklara kaldırılmıĢ, büsbütün unutulmuĢ... Kedisi eteklerine kıvrılıyor. Talia'nın uykulu baĢı omuzlarına düĢüyor, cırlak sesiyle ablasına eĢlik etmeye çalıĢırken. Fatma Aliye, ko-luyla dürtüklüyor Talia'yı uyansın diye, dedesinin hıĢmına uğra-masın diye. Umarsız bir aĢkın insanlara neler yaptıracağını ilk böyle öğ-reniyor Fatma Aliye. O Osmanlı çelebisi, o ince insan Server Nüvit PaĢanın dağlanmıĢ yüreğine, kıĢ gecelerinin uzun çocuk uykularını bastırıyor. Sesinde hançer tadında hüzzamlar...)
46 47
Gece yatağında uzun uzun düĢündü Talia. Gelmekle iyi edip etmediğini çözmeye çalıĢtı. Dönmeye karar verdiği andan itiba-ren yüzlerce "karĢılaĢma senaryosu" yazdı kafasında. Hepsinde de döndüğünde annesinin evde olacağını düĢünmüĢ, annesinin onu karĢılamasına değgin yüzlerce görüntü biriktirmiĢti kafasın-da. Kimi zaman bir düĢ kadar güzel, kimi zaman da bir karaba-san kadar dayanılmaz acılıktaydı bu sahneler. ġimdiyse annesi evde yoktu. ĠĢkence uzamıĢtı... (Hayat bir kez daha kafasındaki-ne uymamıĢtı) "Hafta sonlan Peyker Kalfa'ya gidiyor artık. Kalfa'yı bilir-sin, Ģimdilerde çok yaĢlandı. Kızının, damadının evinde kalıyor. Geçende torununu vurdular. Yaralı yatıyor hastanede. Kötüy-müĢ durumu, "kurtulamaz" diyorlar. Bunun üzerine Peyker Kal-fa da geçende kalp krizi geçirdi. ġimdi daha iyiymiĢ. Annem son zamanlarda Peyker Kalfa'ya tutundu. Onunla kafa kafaya verip saatlerce eskiyi konuĢuyorlar. Annemin ondan baĢka ko-nuĢacak kimsesi kalmadı. Oysa bilirsin annem, dadılarla, kalfa-larla arasına hep bir mesafe koymuĢ insandır." "Sadece dadılarla, kalfalarla mı abla? Sadece onlarla mı?" Ġçi yanıyor Fatma Aliye'nin. Bu sesi tanıyor. Dönüp Ta-lia'nın yüzüne bakıyor. SararmıĢ, solmuĢ. Ġlk kez ayrımsıyor Ta-lia'nın çöktüğünü. YaĢından fazla gösteriyor Talia. Yüzü tazeli-ğini çoktan yitirmiĢ. Sesinde hem sıcaklık, hem küskünlük. Gö-ğüsten gelen küçük bir hırıltı. Talia'nın mutsuzluğunun farkına varıyor. Kızıyor ona, acıyor. "AkĢamın karanlığında doğru dürüst göremedim. Özlemi-Ģim istanbul'u." Derin derin havayı soluyor Talia. O da kavuĢturuyor kolları-nı, kendini sarıyor, ürperiyor. "Özlersin elbet. Kolay mı? Yedi yıl oldu sen gideli. Biz Is- tanbullu'yuz Talia. Hakiki istanbullu. BaĢka yerlerde kök tuta-mayız. Lakin istanbul, eski istanbul değil artık. Her Ģey değiĢti buralarda. Her Ģeyin tadı kaçtı." "Neresi değiĢmedi ki abla? Neler değiĢmedi ki?" Oysa bahçe, oysa istanbul, oysa zaman. Zaman nasıl geçi-yor oysa. "Sanki buralardan hiç ayrılmamıĢ gibiyim. Her Ģeyi içimde taĢımıĢım sanki. Her Ģey sanki dün gibi." Ucuz aĢk romanlarının üstünü örttüğü, gizlediği, hatta piyasa duyarlığı haline getirdiği sözler vardır. "Her Ģey sanki dün gibi" de bunlardandır. Bunu düĢünüyor Talia. Bu sözle birlikte kendini yakalıyor. Oysa bu duyarlık, sahici bir duyarlık, her Ģe-yin sanki dün gibi olması çok gerçek. AĢınmıĢ sözler, ne denli sözün özüne ulaĢmayı geciktirse de, bu duyarlıklar, bu sözler her zaman var olacak. Her Ģey hep dün gibi olacak. "Tam yedi yıl oysa. Seni özledik Talia. ġu dünyada birbiri-mizden baĢka kimsemiz kalmadı. Baksana annem bile Peyker Kalfa'ya tutunarak yaĢayabiliyor artık." Belli belirsiz küstahlaĢıyor Talia: "Peyker Kalfa'ya tutunuyor ha? Peyker Kalfa'ya? Peki Re-Ģat'tan haber var mı?" ĠncelmiĢ bir hainlikle soruyor bunu. Tutunan annesinin elle-rini iğnelemek için soruyor. Sorduğu anda biliyor gerçekte Re-Ģat'tan bir haber olmayacağını. ReĢat'ın kendisi gibi geri dönme-yeceğini çok iyi biliyor. ReĢat'a öfkeleniyor, kendine öfkeleni-yor. .. "Yok, hiçbir haber yok. Bir ara Amerika'da olduğunu duy-duk. Hepsi bu kadar. Ne bir mektup, ne bir haber..." "On yıl oldu değil mi gideli?" Biliyordu aslında. On yıl olduğunu herkes gibi Talia da çok iyi biliyordu. Bir Ģeyleri, bir Ģeylerin yüzüne çarpmak için sor-duğunu Fatma Aliye de duyumsuyor. (Talia'nın sözcükleri niyet-lerini belli eden sözcükler) Fatma Aliye de inceltiyor hainliğini. Ve vurmaktan hiç sakınmıyor. Ġlk kez çekiyor kılıcını, bütün ge-
48 49
ce biriktirdiği öfkesiyle çekiyor kılıcını... (Duvarlarda ayet-ler...) "Bizi bırakıp kaçalı tam on yıl oldu. Sen yedi, o on." "Ablaa!" "Yalan mı? Kaçmadınız mı Talia? Birer birer kaçmadınız mı? Önce ReĢat, sonra sen! Bir tek ben kaldım bu koca konakta. Bir tek ben ve... Ve yalnızlığım..." (Fatma Aliye yalnızlığını söyleyebiliyor. "Ve" dedikten son-raki sessizliğinde belki de bunun bir onursuzluk olup olmadığını tartıyor...) (MüĢerref Hanım, Fatma Aliye'yi seçiyor sormak için. Ġlk onu seçiyor: "Neden kaçtılar hepsi?" Sonra gözlerini deviriyor Fatma Aliye, inci broĢta takılı kalıyor gözleri. "Neden kaçtılar hepsi?" Son Osmanlıların böylesine savrulmuĢluğunun nedenini Saffet Hamdi Bey de bilmiyor. Susup istanbul'a bakıyor. Kendisi Son Osmanlı. Emirgân Son istanbul...) "Gitmek zorundaydım abla. Biliyorsun annem izin vermedi evlenmem için. Bense burada çürümek istemiyordum. Galip'i seviyordum. Hayatın bir ucuna yapıĢmak istiyordum..." "Ben burada kaldım ama," (Ben de evlenmek istemez miydim? Ġpek bir gelinliğin uzun uzun yırtılan sesi, sessizlikte cam vitrine yansıyarak dağılan...) "Ama artık her Ģey uzak bir düĢ gibi..." "Ben senden daha cesurdum abla. Ben yanlıĢ yapmayı göze alabiliyordum. Bir gece çekip çıkabildim bu evden." "Ama ne pahasına? Bu sorumsuz hareketinin bedeli neydi, bunu hiç düĢündün mü?" (Bir mezarlık gibiydi konak. Annem zelzeleler içerisindeydi. En büyük yıkımları, en büyük ihanetleri yaşattınız ona. Buna hiç kimsenin hakkı yoktu. O da sonunda gitti Peyker Kalfa'ya tutun-du. Onun vefalı kişiliğinde sizlerin ihanetini unutmak istedi. Bü-tün bunlar sana nasıl anlatılırdı Talia? Bunları gün be gün, an be an ben yaşadım, gözledim. O zelzelelerde hep yanındaydım onun. Acısını kucağımda dindirmese de, usulca omuzuna doku-nuyordum. Ona dokunuyordum. Anlıyordu. Hafta sonlarını iple çekiyordu bir görsen. Peyker Kalfa'nın hastalığı sırasında onun yanında kalarak, vefasının bedelini ödemeye çalışıyordu. Bu yüzdendir ki, bütün hafta sonları evde kalıyordum. Paşaya bakı-yordum. Yeter ki annem, Peyker Kalfa'ya gidebilsin diye. Dertle-rini, sıkıntılarını unutabilsin, eski anılarıyla avunabilsin diye, vefa borcunu gönül rahatlığıyla ödeyebilsin diye. Ve her sabah o pencerede... O pencerede... Ahh Talia, bunlar nasıl söze dö-külürdü, nasıl anlatılırdı? Hâlâ bilmiyorum. Belki de yalnızca susulurdu. Hatırlarsın o gün de pencerenin önünde uzun uzun susmuştum. Geldiğinin ilk sabahıydı.) "Abla, boğuluyordum bu evde. Soluk alamıyordum. Pence-reden sızan bir lokma hava bana göre değil. YaĢamak istiyor-dum." "Yedi yıl boyunca taĢra kentlerini bir bir dolaĢmayı yaĢa-mak mı sanıyorsun sen?" (Kırmıştım seni. Gücenik baktın bana. Sesin kısık ama pü-rüzsüzdü. O bakışın kalmış aklımda.) "Çok Ģey öğrendim bu yedi yıl boyunca. Ġnsanları tanıdım. Hayatı öğrendim. Az Ģey mi bu?" Fatma Aliye, kılıcını bir kez daha biliyor: "Ama sonunda yine buraya döndün." "Henüz belli değil abla." "Nasıl? Nasıl belli değil? Yeniden gitmeyi mi düĢünüyorsun yoksa?" "Annem de beni, senin gibi karĢılarsa evet, gitmeyi düĢünü-yorum. Görüyorum ki hiç değiĢmemiĢsin abla. Bana karĢı yine öyle acımasız, Öylesine katısın! KeĢke hiç kimsenin dokunmadığı sabahları sevdiğin kadar beni de sevseydin. O zaman belki her Ģey baĢka türlü olurdu." Dokunulmadık sabahların el değmemiĢliğinde sızılarını din-diren Fatma Aliye, nicedir unutmuĢtu dokunmayı, sevmeyi. Git-
50 51
gide kuntlaĢıyordu. Dokunmaktan anladığı yalnızca yediği dar-beler ve o sonsuz bırakılmıĢlığıydı. Talia'nın anlamadığı da bu değil miydi zaten? Olgunluk, yaĢanmadan kazanılmazdı. Bir Ģeyler daha çıtırdadı. Sesi manidardı: "Bunca yıl sonra biraz sitemi bile isyanla karĢılıyorsun Ta-lia. Sevincimin yanı sıra kırgınlığımı açığa vurmayayım mı?" "Abla, buraya dönerken yeterince eziktim zaten, yeterince yeniktim..." "KeĢke akĢam geldiğinde konuĢsaydık birçok Ģeyi. Sabaha kalmasaydı..." "Bunun zamanla ne ilgisi var abla?" "Var Talia var. Bütün gece gidiĢini, evi terk ediĢini düĢün-düm. Aradan geçen yıllan düĢündüm. Seni kendimle karĢılaĢtır-ma fırsatı buldum yeniden. Bir de baktım ki, tekrar dönüĢünden ötürü duyduğum sevinç ufalanmıĢ, eski kızgınlıklanm, kırgınlık-lanm depreĢmiĢ..." Bu sözler Talia için baĢka kuĢkulara kapı aralıyor. Annesi-nin o bağıĢlamasız ve hoĢgörüsüz uzaklığı içerisinde zamanın nasıl rol oynamıĢ olabileceğini düĢünüyor. "Annem... Annem de kızgın, öfkeli mi hâlâ?" Annesinin uzun öfkelerini hatırlıyor Talia. Kınlan bir vazo-nun on yıl sonra sorulan hesabını, bir kusurun sık sık hatırlatıl-masını. YanlıĢlan, hatalan hiç unutmayan annesinin o kötücül belleğini. "Bilmiyorum Talia. Bilirsin pek fazla konuĢmaz. Duygulan-nı belli etmez. Bunca yıldır ağladığını bile görmedim. Ama sanı-nın seni görünce sevinecektir. Ne de olsa ana yüreği, bağıĢlayıcı bir yanı vardır." "Bahçe çok bakımsız kalmıĢ gerçekten. Eskiden ne güzeldi bu bahçe..." Sesler dolduruyor kulaklannı, renkler dolduruyor gözlerini. Bahçe diriliyor. Eski günler. CümbüĢler. Deli Halefin zilleri ve kahkahaları dağılıyor yıldız alacasında. Gerçekten öyle miydi? Yoksa bir çocukluk anısının yıllar sonra abartılmıĢ coĢkusu mu bu? Hep iyi Ģeyler hatırlıyor. Bu bahçelerin saygılı bir gürültü-sü, yaĢama coĢkusu, sevinci vardı. Her Ģey bir ölçüyü taĢırdı, bir inceliği, bir kültürün izlerini... Yemekler yenilirdi bu bahçede, oyunlar oynanır, uzun geceler yaĢanırdı. Bahçenin birkaç ağacı-nın meyvesi çocuklarda sonsuz bir zenginliğe sahip olduklan sa-nısı uyandınrdı. Elmalar, kayısılar, erikler... Ansızın aynmsıyor: "Aaa! Erik ağacı yok!" "Kestirdik, kurumaya baĢlamıĢtı. Gözümüzün önünde çürü-yüp gidiyordu. Budayamıyorduk. Bakamıyorduk. Erik ağacı, çı-nar ağacı gibi değildir. Daha dayanıksızdır." "Ġçi oyulmuĢ ama, her yanını kovuklar sarmıĢ..." "BaĢka türlü ayakta kalamazdı ki..." Çınar sonsuz bir dinginlik gibiydi. Sevecen dallanndan in-mezlerdi gün boyu. Talia sık sık eteğini takar, yırtardı ağaçlarda. Elindeki, kolundaki çiziklere tentürdiyot basarlardı. Sık sık ora-sını burasını kanatır, yaralanır, berelenirdi. Afife ReĢat Hanım o zaman ilgilenirdi Talia'yla. Kızının kolunu tutar, tentürdiyotu bastırırdı. Canı yanardı Talia'nın. Ama annesi kolunu yumuĢacık tutar, yarayı üflerdi. Bazen hafifçe saçını bile okĢardı. Ertesi gün yeniden yaralanır, gelirdi. Server Nüvit PaĢa, Talia'nın haylaz bir kız olduğunu düĢünürdü yalnızca. Hem sesi de cırlaktı. "Çocukken hiç inmezdik o ağaçtan," diyor Talia. Uzun uzun iç çekiyor. Çocukluğunun buğu kıvamındaki sayrılı görüntüleri düĢüyor gözlerinin önüne..." "Çocukken bir yere gitmezdik ki..." Fatma Aliye'nin buz gibi sesi uzun bir sessizliğe neden olu-yor. Sesinde gene de kendini tutamayan bir hainlik var. Belli ki sessizlikler boyu herkes, kendi dünyasının hakkı yenmiĢ görün-tüleriyle baĢ baĢa kalıyor. Sessizlikler biriktiriyor insanı. Fatma Aliye sürdürüyor: "Bahçede oynardık hep. Bahçe yeterdi bize."
52 53
"Çocuklar büyüyorlar abla. Bahçe az geliyor onlara. Bütün dünyaları yalnızca bir bahçe olamıyor artık. Bahçenin dıĢına da çıkmak istiyorlar." "Bir Ģey söyleyeyim mi sana Talia? Bana kalırsa artık kimse için bahçenin bir anlamı kalmadı. Bu yüzden böyle bakımsız. Konak bile yabancı duruyor bu ıssız bahçeye. Bahçeler eskiden-miĢ Talia. Bahçeler bir Ģeyleri anlatmak içinmiĢ. Oysa bizim an-latacak hiçbir Ģeyimiz kalmadı..." "Çok karamsar olmuĢsun abla. Sanki çok yaĢlı biri gibi ko-nuĢuyorsun..." (O gün anlatamamıştım sana Talia. O günden sonraki gün-lerde de anlatamadım. Bazı duygular, bazı şeyler yaşandıktan sonra hiçbir kelimeye sığamaz oluyor. Hiçbir söz kalıbına dökü-lemeyip, öylece boşlukta kalıyorlar. Bir duruş, bir bakış, bir eda belki kendini açığa vuran bir duyguya, bir hasrete tercüman olabiliyor. Evet, yaşlı biriymişim gibi konuşuyordum. Çünkü kendimi çok yaşlı biriymiş gibi hissediyordum. Otuz altı yaşın-daydım. Hiç evlenmemiştim. Zaten isteyenim de olmadı, istan-bul'dan dışarı hiç çıkmadım. Hiç yaşamamış gibiyim. Bunların hiçbirini sana anlatamadım. Belki de hayat hakkında hiçbir şey öğrenemeden öleceğim...) "Yine ut çalıyor musun hâlâ?" "Bazı geceler... Server PaĢayı eğlendirmek için. Kimse ut dinlemiyor artık..." "Sen çok güzel çalardın. Hep ağlatırdın beni. Sesin de gü-zeldi. Çok güzeldi abla." "Peyker Kalfa da öyle diyor. Bana koca bulmak için çırpınıp dururken, sağda solda anlatıyormuĢ, Ģöyle ut çalar, böyle ut ça-lar, diye. Ġnsanlar gülüp geçiyorlarmıĢ tabii. Biliyorsun, Ģimdiki zamanda ut çalan bir kadından çok bankada çalıĢan bir kadın tercih ediliyor." Kısık kısık gülüyor Talia. Gene de sesindeki buğu çözülmü-yor. Sonra gözü, odanın bir köĢesinde duran uda iliĢiyor. Üze-rinde bulut kıvamında bir tül örtü, bir peçe... Kulaklarına uzak bir ut taksimi geliyor sanki, çocukluğundan, gecelerden... "Nasıl özlemiĢim udun sesini. Bu akĢam bana biraz ut çalar mısın abla?" Talia'nm uykulu baĢı Fatma Aliye'nin omuzuna düĢüyor. Cırlak sesi susuyor. Yeniden uyukluyor. Fatma Aliye sesini da-ha da yükseltiyor, uykusunu çözmek için. Kendini Ģarkılarla ayıltmaya çalıĢıyor. Server Nüvit PaĢanın yalnızca kendisine acıyan yüreği umarsız aĢkının tek kiĢilik hicranlarında. Böyle geceler Fatma Aliye nefret ediyor hünerinden. Dedesinden kor-kuyor, kızıyor ona. Az sonra irkiliyor Talia. ġarkının bir ucuna yapıĢmak istiyor, bocalıyor. Üzerlerinde PaĢanın ölümcül bakıĢ-ları... KöĢede o sedef kakma sandalye, ölümsüz bir unutkanlık gibi... "Çalarım tabii. Sana Server PaĢa ile Nerime Sultanın aĢk Ģarkısını çalarım. Hatırladın mı o Ģarkıyı?" " 'Kaçıncı fasl-ı bahar bu, solar gider emelim' değil miydi?" "Evet, unutmamıĢsın. Artık benim de Ģarkım. "PaĢa hâlâ unutmadı mı?" "Unutmadı. Her gece bu Ģarkıyı mırıldanarak yatar yatağına. Sık sık da bana çaldırır." "Nasıl sevdaymıĢ bu böyle?" Fatma Aliye'nin çevresinde herkesin ne büyük sevdası oldu. Sevdalan uğruna ne çok Ģeyler yaptılar. Dedesi, Dayısı, Talia. O porselen tabaklar hiç kullanılmadı oysa. Herkes bir roman gibi yaĢadı hayatını. (Bense bir cam kavanozda geçirdim) BaĢkaldır-dılar, kaçtılar, kurban verdiler. Ama bir hatıraları, bir hayatlan oldu. (Ya benim? Ben ne anlatacağım yarın?) Sevdalara, sevda-lılara tanık oldu hep. Hep tanıklık etti. "ġimdi böyle aĢklar kalmadı Talia. ġimdinin aĢklan tutku-suz oluyor. Hatırlar mısın bana eskiden Ģiirler, romanlar okur-dun." "Halit Ziya'nın, Ahmed Hamdi'nin romanlannı okurdum sa-na. Abdülhak ġinasi okurdum. Sonra Asaf Hâlet'in Ģiirlerini. Sen en çok 'Mahur Beste'yi severdin."
54 55
"Bir de 'Kırık Hayatlar'ı... Mutluyduk değil mi Talia?" "Mutluyduk abla! Çok mutluyduk! Hatırlar mısın Sahaflar ÇarĢısı'nı gezer, eski kitaplar toplardık. Bir ara ne dadanmıĢtık oraya..." "Bazı kederli akĢamlarımda hâlâ Mahur Beste'yi çalarım. Sen düĢersin aklıma, çocukluğumuz düĢer. Ayrılık düĢer..." Küflü kitapların keskin kokusu. Fatma Aliye'nin sesinde bir mahur beste dokunaklılığı... "ġimdi sen mutsuz musun abla?" "Bahçeyle uğraĢabilsem diyorum. Bahçeyi yeniden güzel-leĢtirebilsem; yaĢanası kılsam... Elime de yakıĢmaz ki böyle Ģeyler..." (Bahçe için çok geç olmuştu. Her şey için çok geç olmuştu. O sessizliklerde içim dağlanıyordu. O puslu sessizlikler, suskun-luklar, içkanamaları... Gerçekten seninle konuşabiliyor muyduk Talia? Bütün kelimelerle...) "Kahvaltı hazırlayayım mı sana?" "Yoo acıkmadım abla. Server PaĢa uyansın birlikte yeriz." "O çok geç uyanıyor Talia. Öğlenlere kadar uyuyor. Ġyice bunadı. Çok üzülüyorum onun için. O eski koca paĢadan geriye hiçbir Ģey kalmadı. Geveze, bunak bir ihtiyar oldu. Bense onu, hep eski haliyle hatırlamak isterdim. O eski koca paĢa olarak." "Ġnsanların kendilerine alıĢamıyoruz abla. Hep kafamızdaki insanlarla hesaplaĢıp duruyoruz." "ReĢat, bari ReĢat kendini kurtarabilmiĢ olsa. Sen gene Tür-kiye'desin, o yaban ellerinde..." Bir kez daha ReĢat; Talia için. Ġçinde hep gizli bir yılan oldu o. Ondan kurtulamadı. "Kapıyı çekip çıktıktan sonra nerde olduğun fark etmiyor abla." Susuyor Talia. Sonra aynı duru soğuklukla: "Pencereyi kapa istersen. ÜĢüteceksin!" diyor. Bir kayırmadan çok, bir hatırlatma var bu sözlerde. Pencere-yi, kavanozu... Çekip çıkamamıĢlığı... Fatma Aliye bu gizü, bu incelikli hainliğin farkına varamıyor, kaldığı yerden sürdürüyor: "ÜĢümüyorum. Yalnızca ürperiyorum. Sabahın bu serinliği dirilik katıyor bana. UyuĢukluğumu çözüyor. Yeni hayatlar kur-maya heveslendiriyor beni. Oysa akĢama kadar yeniden uyuĢu-yorum. Sabahları yanıltıyor beni. Geçici bir kuvvet veriyor, ge-çici hayaller yaĢatıyor bana. Sonra istanbul'a iniyorum. Daha Beyoğlu'na varmadan, edindiğim olanca gücü yitiriyorum. Bez-gin, uyuĢuk, karamsar geçiyorum tezgâhın arkasına. Ġri, soğuk kemik düğmeleri, tokaları dizmeye baĢlıyorum. Ġnsan da kemik-leĢiyor zamanla. Katılıp kalıyor." Durdu. Uzun uzun soluk aldı. Neler anlatmıĢtı? Niye anlat-mıĢtı? (Eskisi kadar suskun değilim artık. YaĢlanıyorum mu ne-dir? Hep anlatır oldum. Yoksa yıllar sonra bir paylaĢma mıydı bu? Niye böyle her sözün hesabını tutuyorlardı? Niyeydi bu son-suz hesaplaĢma? Nereye açılıyordu ki? Neyi çözebiliyorlardı?) "Memnun musun iĢinden?" "ÇalıĢmak zorundayım Talia. Durumumuz bildiğin gibi de-ğil. Çok bozuldu. Sonunda hepten bu yazlık konağa sığınmak zorunda kaldık. Bu konak da elden çıkacak diye ödüm kopuyor. Tutunacak son dalımız bu ev. Sığındığımız en son saçak..." Onca köĢkten, konaktan sonra bir tek bu yazlık konak. Geç-miĢ nasıl da kindar bakıyor anıların ardından. Konağın ayrıntıla-rı, eĢyalar, küçük alıĢkanlıklar unutma fırsatı vermiyor ki hiç. Acımasız her Ģey. Mangallar, aynalar, oymalar, kutular... Gün günden daha kötüye giderken her Ģey... bütün bunlar... "Anlıyorum, evet. ÇalıĢmak senin için de zor olsa gerek. Es-kiden çalıĢanları ayıplardın." "Hâlâ da hazmedemiyorum." (Böyle yetiştirilmiştik biz. İşe giderken hâlâ başım önümde gidip geliyordum. Kendimle boğuşup duruyordum. O otobüs beklemeleri, o işportacı çocuklar, o yılışık müşteriler, oksijen sarısı saçlarıyla Beyoğlu yosmaları... Beyoğlu bir çıbandı artık.
56 57
Yaranın, irinin toplandığı bir çıban başı. O caddede irin akıyor-du her gün, cerahat akıyordu. Ve ben anlaşılmaz bir inat ve di-rençle anlamakta güçlük çekiyordum bütün olup biteni. Her şeye ilk kez gören bir gözün şaşkınlığıyla bakıyordum. Beni korkunç bir yalnızlığa iten bir şaşkınlıktı bu. O iki yılı anlatmak isterdim sana Talia... O gün sanki birbirimizi dinlemeye, anlamaya çok hazır gibiydik. Yoksa bana mı öyle gelmişti?) "Ne kadar oldu çalıĢmaya baĢlayalı?" "Ġki yıl kadar. Madam Ester vardı bilirsin. Annemler isteme-miĢlerdi dayımın onunla evlenmesini; Kadın Yahudiydi..." "Hatırlıyorum. Büyük dayım mutsuz oldu uzun yıllar. Ġçki-ye verdi kendini. Madam Ester'in karakalem portrelerini yapar-dı. Sonra annem bir gün hepsini yaktı..." "Aslında annem Madam Ester'i severdi. O, evlenmelerini is-temedi yalnızca..." "Kendi dulluğunun bedelini herkese ödetmek istedi annem, herkese..." "Madam Ester, gün günden bozulan durumumuzun farkın-daydı. Dayımın ölümünden sonra birkaç kez gelip gitmiĢti. An-nemle aralarındaki buzlar eridi." "Annem, insanlardan alacağını aldıktan sonra dost ohif za-ten." (Madam Ester, konuşmalarıyla artık çalışmam gerektiğini hissettirmeye başlamıştı. Açıkça söylememişti hiçbir şeyi. Böyle bir şeyin bizi kırabileceğini, bizi üzebileceğim hesaplayabilecek kadar incelikli bir insandı o. Açıkça söylediği takdirde böyle bir şeyi -her şeye rağmen- kabul etmeyeceğimizi de kestirebilmiş olmalıydı. Yalnızca, kendisine kısa bir süre yardımcı olmamı istemişti. İşlerinin çokluğundan yakınmıştı uzun süre. Gerçekten bana ih-tiyacı olduğunu hissettirmek için abartıyordu durumunu. Onun gibi ölçülü bir kadının, bu abartısında yine de bizi kollayan bir duyarlık gizliydi. Ben de hatır için gidiyormuş gibi gittim. Beni hemen kasaya oturttu. (İlk ayrıcalıktı bu. Mağazada bir tek ben 58 dokunabiliyordum kasanın tuşuna) Aslında her şey bir oyundu. Herkes de bu oyunun farkındaydı. Ama başka türlü çalışmaya başlamayacağımı da, herkes biliyordu. Herkes ölçülü bir sus-kunluk içindeydi... Biliyor musun Talia, hâlâ o mağazada çalışıyorum. Yalnızım Talia, çok yalnızım...) "Ġki yıldır o mağazadayım iĢte. Aslında orayı seviyorum. Eski düğmeler, kemik tokalar, saten ve ipek iççamaĢırları, ipek çoraplar satıyorum. Eski istanbul hanımefendileri, Rum ve Er-meni kadınlar geliyorlar alıĢveriĢe. Onların arasında yalnızlığımı unutuyorum." "Kaldı mı öyle mağazalar abla, öyle dükkânlar?" "Tek tük... Ama yine de her sabah kepenklerini Beyoğ-lu'nun yüzüne inatla açıyorlar. YavaĢ yavaĢ Beyoğlu'nun arka taraflarına kaçıĢmaya baĢladı bu dükkânlar. Birkaç yıl sonra on-lar da kalmayacak besbelli. Yerlerini aç gözlü tüccar vitrinlere bırakacaklar. Belki bizler de kalmayacağız. Her Ģey modası geç-miĢ bir melodram gibi." "Eski istanbulluların çoğu yeni istanbullu oldular. Senin gibi düĢünenler hiç kalmadı be abla! ġu yaĢadıklarımız en azından bir yirmi yıl öncesinin dertleri gibi. Bu duyarlıkları yaĢayan, bu acılan çeken insanlar en az bir yirmi yıl önce tükendi. Nasıl olu-yor da bu duyarlıkları hâlâ böyle eski tazelikleriyle saklayabili-yorsun?" "Ben de farkındayım bunun. Ve ne kadar az kiĢi kaldığımı-zın... Dedim ya her Ģey modası geçmiĢ gibi bir melodram gibi. Kimse anlamıyor bizi, kimse paylaĢmıyor. Acılarımız bile anti-kalaĢtı. Bak Ģu vitrine! Bak, bak! ġu porselen tabaklar gibi!" Tabaklar sanki ağarmıĢtı. <, Bembeyazlık gözünü aldı Talia'nın, sonra fısıldar gibi ve suçluluğunu gizleyemeyen bir sesle: "Tabakların, çeyizin..." dedi. "Evet, çeyizim. En az yüz elli yaĢında bu tabaklar. Babaan-nemin kaynanasından yadigâr. Annemden de bana kaldı çeyiz -' 59
diye. Bense kullanmaya niyetlenmiĢtim. Beni de alan olmadı. Biliyor musun zaman zaman çıkarıp onlan cam kovuklarından, o sonsuz pencerelerinden, tozlarını alıyorum usul usul. Sonra okĢuyorum onları..." "Abla!" "Yoo, hayır bir Ģey söyleme. Bu hayatı kendim seçtim. Se-nin gibi kapıyı çekip çıkabilecek gücüm hiçbir zaman olmadı. Fedakârlığı erdem diye öğrenmiĢtim çünkü. Üstelik pısırıktım da..." Nasıl üĢüĢüyor bir ağacın dallan gibi çocukluk anılan. Yük-seklere çıkamazdı Fatma Aliye. Oysa Talia, mahallenin erkek çocuklannı bile döverdi; onlarla erkek oyunlan oynardı. Bu yüz-den adı Erkek Talia'ya çıkmıĢtı. Gözüpekti, inatçıydı, hırslıydı. Talia'ydı. "Bu evden giderken bir gün senin de kendi hayatını seçebi-leceğini, kendine bir hayat kurabileceğini düĢünmüĢtüm. Belki ben kalsaydım, böyle olmazdı..." "Kalsaydın bana benzerdin Talia. Bu konakta baĢka türlü olunmuyor çünkü..." (Her geçen gün bir ışığını daha söndürürdün. Bezgin, ka-ramsar, mutsuz olurdun. Bunu anlatamamış mıydım sana? Belki ısrar etmemiştim. Yüzüm, gözlerim, duruşum, sabahlarımı pay-laştığım o kirli pencere sana mutsuzluğumu anlatmaya yetmemiş miydi? "Neden?" der gibi yüzüme bakıyordun. Güneş yükselme-ye başlamıştı. Belki o an, o yalancı aydınlık kandırmıştı seni. Belki yüzümün bir yanı ışımıştı pencerede... Oysa o sözleri söylemek benim gibi bir insan için kolay de-ğildi. Ben ilk kez birine, "beni kimse almadı" diyordum. Bu sen-din Talia. Belki sen bunu fark etmemiştin bile. Aradan geçen yıl-larda benim sürekli yakınan, ağlayan bir insan olduğumu dü-şünmüştün. Oysa nerden bilebilirdin? Ben nasıl anlatabilir-dim?) "Bense bırakıp gidemezdim. Annem içi oyulmuĢ bir kaya gibidir. Sessiz bir kaya gibi. O gösteriĢli sessizliğinin ardında güçsüz bir kadın yatar. DüĢünsene geçen yıla kadar sokağa bile yalnız çıkamazdı. Onun büyüklüğü bu konak kadardır. Bu kona-ğın dıĢına taĢmaz." ġaĢırdı Talia. Gözlerini kısarak dikkatle yüzünü inceledi Fatma Aliye'nin... "Acıyorsun anneme. Oysa o kimseye acımaz. Kendi anıla-rından baĢka, kimseye. Onun o gösteriĢli suskunluğu baĢkalannı ezmek içindir. BaĢkalanna hükmetmek, baĢkalarını karĢısında aciz bırakmak içindir. O çalımlı sessizliği, hep buyuracağı emir-leri gizler. Bunca yıldır tanımadın mı onu? Anlamadın mı?" "Yalnız, çaresiz bir kadın o. Annemiz bizim! Onca acıya da-yandı. Onu bırakıp gidemezdim. BunamıĢ bir dedeyle, çaresiz bir anneyi baĢ baĢa bırakıp gidemezdim. Önce ReĢat, sonra sen, sonra da ben... Yoo, yoo iĢte buna hakkım yoktu. Senin kaç-manla birlikte benim kaderim de çizilmiĢ oldu. Ben artık bu ev-de kalacaktım." Gözleri biraz daha kısıldı Talia'nın. Bir Ģeyleri daha iyi anla-maya çabalıyordu: "Beni suçluyorsun?" "Daha doğrusu suçlamak istiyorum. Bu kadar yükü tek baĢı-ma kaldıramıyorum çünkü..." Bütün gece... Bütün gece düĢündükleri. Ufalanan sevinci, depreĢen, su yü-züne çıkan kırgınlıklan. En büyük banĢıklık bile ne kadar kısa sürüyor. Talia'nın yumuĢamıĢ sesinde gizli bir acıma var. Sanki ablasının dün gecesini Ģimdi anlıyor. Az önce söylediği zaman değil de Ģimdi anlıyor. Acısını söylediği zaman değil de; acısına tanık olduğu zaman. Her Ģeyi niye tanık olana dek erteliyoruz? "Hiçbir Ģey bu kadar acıklı değil be abla! Her Ģeyi büyütü-yoruz. Her Ģeyden hüzünler çıkanyoruz kendimize... Her Ģey değiĢti artık. Biz de bu değiĢikliğe ayak uyduramadık. Hepsi bu." (Hüznü seviyoruz çünkü. Hicranı seviyoruz. Bunları sevmek zorunda kaldık Talia. Çünkü bunlardan başka hiçbir şey bırakıl-
60 dı
madı bize. Hele şimdi. ..Hele şimdi...) "Evet ayak uyduramadık Talia. Aykırı otlar gibi kaldık. Bir mevsimin son kuĢlarıyız biz. Sığındığımız son saçaklar da çökü-yor birer birer... Bizim mevsimin kuĢları, haklısın en az bir yir-mi yıl önce silinip gittiler istanbul'un gökyüzünden... Ne yani? Böyle diye yok mu sayılacağız? Acılarımız yok mu sayılacak? Kimsenin bana acımasını beklemiyorum. Beni anlamalarını da... Beni en çok Ģu porselen tabaklar düĢündürüyor. Koca bir tarih boyunca hiç kullanılmamıĢ Ģeyler de olabiliyormuĢ demek. Cam vitrinlerde öylece bekleyen güzellikler. Hiçbir yere açılma-yan, akmayan, öylece duran." "Dünya yalnızca bizim bahçemizle, senin tabakların değil ki abla. Dünyanın hepsi bu kadar değil. Biz bahçemizin dıĢındaki dünyayı hepten unuttuk. ġimdi bu unutkanlığın bedelini ödüyo-ruz." "Ben de biliyorum her Ģeyin değiĢtiğini, ben de görüyorum. Dahası bu altüst olmanın acılarım yaĢıyorum. Hem de nasıl... Ne var ki, her Ģey böylesine acımasızca mı değiĢmeli? Böylesi-ne akıl dıĢı mı? Dünya değiĢecek diye her Ģey ama her Ģey feda edilmeli mi? Eski güzelliklerden hiçbir Ģey, ama hiçbir Ģey yaĢa-tılmamak mı? tĢte bunu soruyorum sana. Sana ve yaĢadığımız Ģu lanet olası çağa bunu soruyorum!" "Bütün bunlar geçecek... Her Ģey durulacak. SakinleĢecek. Buna inanıyorum..." "Ben de inanmak isterdim Talia. Ben de inanmak isterdim. Haydi istersen Ģimdi ört pencereyi..." 2. Galip'ti adı. AkĢam geldiğinde hiç konuĢmamıĢlardı. Bütün gece uyanık yastıklarla paylaĢtılar yedi yıllık iç dökmeyi. Ġlk yanlıĢı yaptılar. Bahçedeki erik ağacı gibi, her geçen gün bir parçasını yitiren bir evlilikti. Mutlu olamamıĢtı Talia. Hayalleri ufalanmıĢ, isyanı anlamını yitirmiĢti. Uzun uzun bunları anlatmıĢtı ablasına. (Fatma Aliye ĢaĢırmıĢtı.) Pencereyi örttükten sonra, sedire oturmuĢlar, kerevet minderlerini arkalarına alarak, uzun bir sohbete dalmıĢlardı. Birbirleri için okunmamıĢ yeni bir roman gibiydi-ġ 1er. Sonra giyinmiĢ, bahçeyi dolaĢmıĢlardı. (Bahçeyi seyretmekle yetinememiĢti Talia.) Fatma Aliye, Talia'nm anlattıklarına Ģa-ĢırmıĢ, sormuĢtu: "Hepsi bu mu?" "Hepsi bu." I (Çınarın dibindeydiler. Çınarın varlığı, her Ģeyin bir ihanet olduğunu düĢündürüyordu Fatma Aliye'ye.) Talia, yürümeye baĢlamıĢtı. Fatma Aliye ardında kalmıĢtı: "Peki ama neden?" (Arada ne bir kadın, ne içki, ne kumar, ne dövme sövme. Pe-ki niye? Bunu anlatamadı Talia. Bocaladı. Tıpkı çocukluğunda olduğu gibi bocaladı. (Kendini anlatması hep bir sorun olmuĢtu onun için.) "Tahrir" dersinden en yüksek notları alan Talia, evde kendini anlatmak için ne çok bocalardı. Sonra huysuzlaĢır, hır-çınlaĢır, küserdi... Sonra sonra kabul etti bu yanını. "Ben hep kendini yanlıĢ anlatan bir insanım. Ben ancak yazmalıyım."
62 63
Bir defasında annesine "Çok kötümsersin anne!" demiĢti. Afife ReĢat Hanım yüzündeki ifadeyi hiç değiĢtirmeden, so-ğuk gözlerinde Ģöyle bir an bile öfke kıvılcımı parlamadan, ağız dolusu tükürmüĢtü Talia'nın yüzüne: "Sensin kötü!" diye ekle-miĢti. Talia, annesinin bir gün "kötümser" ile "kötü"nün aynı Ģeyler olmadığım öğrenince, haksızlık ettiğini düĢünerek utana-cağını düĢündü. Belki de Talia'dan bağıĢlanmasını bile dileye-cekti. Hep bunu düĢündü. Annesi hiçbir zaman öğrenemedi bu ayrımı. Ya da bu olayı unuttu. Ama Talia hiç unutmadı. Her "kötümser" sözcüğünü kullanıĢında yüzünün ortasına oturan bir tükrüğün soğuk ve iğrenç yıvıĢıklığını duydu.) Fatma Aliye bir kez daha sesleniyor Talia'nın ardından: "Peki ama neden? Neden döndün? Bir yuvan vardı. Senin olan bir ev. Yalnızca kendinin olan. Senin olan eĢyalar. Sonra kocan vardı. Belki porselen tabakların yoktu, ama her akĢam ko-cana kurduğun bir sofran vardı. Bütün bunlar niye tepilir bil-mem ki!" "Evlenmek her Ģey değil ki abla. "Ama onun için kaçmıĢtın bu evden, bu bahçeden. Bizleri onun için terk etmiĢtin..." Ġlk günlerin buruk pembesi. Sonra giderek içine çöken tortu-lu sancılar. Anadolu'da kasaba kasaba, Ģehir Ģehir dolaĢmanın bungunluğu. Oradan oraya sürüklenirken tanıdığı hayat. Kırık dökük iliĢkiler, dostluklar, kartpostallar... UnutulmuĢ adresler, ahbaplar... Küçük kentlerin hiyerarĢisi... Küçük kentlerin, kasa-baların bürokratları, onların eĢleri, küçümen diktatörler... Balo-lar, kermesler, mesire yerleri, Astsubay Gazinosu, Subay Gazi-nosu, Yardımsevenler Derneği, Adı "EMĠRGÂN" olan Çay Bah-çeleri... (Nasıl dağlanırdı yüreği Talia'nın derme çatma "Emir-gân" adlı çay bahçelerinde, hele eski sarkılan dinlerken taĢ plak-larda...) Galip ısrarla niçin hüzünlendiğini sorardı. Anlamazdı. Hiç anlamazdı. Sınırlı bir insandı Galip. Ġyiydi, sevecendi ama yetmiyordu ne yüreği, ne aklı, ne duyarlığı, Talia'nın hüzünleri-ne, kırgınlıklarına, alınganlıklarına. Geçimsizdi, huysuzdu. Küçük bir memur olacak insan de-ğildi. Büyük özlemleri, büyük hırslan vardı. Oysa yetersiz bir insandı Galip. Yetenekleri yetmiyordu hırslanna, tutkulanna... Talia eziyordu onu. Bilmeden, istemeden eziyordu. Yoksunluk-lannı, evin eksikliklerini kocasına belli etmemeye özen gösteren incelikleriyle büsbütün bunaltıyordu Galip'i. (Karısı mutsuzdu. Dönemiyordu.) Böyle düĢünüyordu Galip. Acı çekiyordu. Açıla-mıyorlardı artık birbirlerine. Tam bir yere ısınmıĢken, alıĢmıĢ-ken, oranın insanlanyla kaynaĢmıĢken yeni bir yere sürülüyor-lardı. Göçebe gibiydiler. (Bu göçebelik, Talia'nın bütün hayatı boyunca hissettiği yabancılık duygusunu güçlendiriyordu.) O kargaĢalıkta ufalanıyordu Talia. Yüreği, umutlan, iliĢkileri... Hâlâ sevgiyle söz ediyor kocasından. Sesi, kocasının adını ısıtıyor sanki. Fatma Aliye'nin dikkatinden kaçmamıĢtı bu. Talia içinse Galip, yedi yıllık bir ömür parçasının anlamıydı. Bir yaĢa-mıĢlığın, bir baĢkaldınnın anlamı ve bedeliydi. Son zamanlarda sık sık kavga etmeye baĢlamıĢlardı. Birbirlerine olan saygılanm yitirmekten korkuyorlardı. Öteki kan-kocalara benzemekten, onlar gibi olmaktan... Galip, yeteneksizliğinin, beceriksizliğinin nedeni olarak Ta-lia'yı görmeye baĢlamıĢtı. Gizli bir düĢmanlık güdüyordu kamı-na. Hırçınlığı artıyordu. (Fatma Aliye yavaĢ yavaĢ anlamaya baĢlamıĢtı Talia'nın mutsuzluğunu. "Ġyi ki çocuklan olmamıĢ" diye düĢündü. Talia da bir Ģey söylemedi bu konuda.) Yine çınann dibinde duruyorlar. Talia, çmann gövdesine dokunuyor. Fatma Aliye'nin gözleri çınarın gövdesini tarıyor. Talia'nın elinden baĢlayarak yukanlara doğru çınarı seyrediyor uzun uzun. Yukarıda dallann arasında küçük Talia'yı görüyor. Bütün geçmiĢini tepip gitmiĢti. Öfkesi tazeleniyor. Konaklar, köĢkler, geçmiĢ geliyor gözlerinin önüne. Dedesi, babası, dayısı, eski Beyoğlu. (Sanki Talia bunlan tepip de git-miĢti) Öfkesi tazeleniyor. Talia'nın yatak odasında, birlikte eĢyalannı yerleĢtiriyorlar.
64 65
Fatma Aliye hoĢnutsuzluğunu gizleyemiyor. Birkaç parça eĢya çıkıyor bavuldan. "Tek bir bavulla mı döndün?" Talia, yoksulluklarını anlattı. Hem de hiç acındırmadan, ku-ru, tarafsız bir sesle. Üç beĢ parça eĢyalarını ordan oraya sürük-lenirken nasıl satıp savdıklarından söz ediyor. Talia'ya acıması-nın yanı sıra öfkesi yeniden büyüyor: "Sen bunlar için mi kaçtın Talia? Bunca yoksulluk, sıkıntı için mi?" "Ben yaĢadım abla. Hayatı tanıdım. Az Ģey mi bu?" ĠliĢtiği yatağın ucundan kalkıyor Fatma Aliye. Öfkesini tuta-mıyor artık. Acımıyor artık ona. Hiç acımıyor: "Gece kapıyı çaldığında sırtında bir manton bile yoktu. Bu soğukta mantosuzdun!" Kocasının evinden sırtında siyah, kalın bir hırkayla çıkmıĢtı. Kapıyı çaldığında üĢüyordu. DiĢleri vuruyordu birbirine. Elleri-ni koltuğunun altına sokmuĢ, ısıtmaya çalıĢıyordu. Bir yandan da acındırmaklı bir görünüĢü olmasın diye, dimdik duruyor, kol-larını iki yanında tutmaya çaba gösteriyordu. Yeniden dalgalanı-yordu kolları. Soğuktu. Ellerini nereye koyacağını bilemiyordu. ġaĢkındı, korkuyordu. (Çocukken ağaçtan düĢmelerini hatırlı-yordu. Yaralı, çizik kollarını, annesini... O zamanki kapı çalıĢ-larında duyduğu o tanımlanmaz heyecanı...) Ezikti, yeniden dönmüĢtü. YenilmiĢti. O da yenilmiĢti. Sessiz, sakin görünmeye çalıĢıyordu. Ellerini yeniden koltuğunun altına sakladığında Fat-ma Aliye açmıĢtı kapıyı, onu öylece yakalamıĢtı. GörünüĢü acık-lıydı. Fatma Aliye'nin gözünden hiç gitmiyor. Ġçi sızlıyor. Oysa az önce ne kadar acımasızdı. Talia'nın o acıklı halini hemen kulla-nıverdi. Çünkü acizdi. Bütün aciz insanlar gibiydi. Talia yaĢa-mıĢtı ve bir bedel ödemiĢti. Onu yaralamak istedi. Bu bedelin ne denli yüksek olduğunu göstermek istedi ona. ġimdi piĢmandı. Mutsuzdu. Mutsuzlar da kötü insan oluyorlardı zamanla. "Evet, yoktu. Sırtımda bir mantom bile yoktu. Bir mantoyu 66 her zaman edinebilirim. Oysa insanın her zaman edinemeyeceği Ģeyler vardır. Yalnız, dul, iĢsiz bir kadın olmama rağmen, dim-dikim, ayaktayım; her an, her Ģeye yeniden baĢlayabilirim. Hem de mantosuz... Buraya döndüysem, piĢman olduğumdan, neda-met getirdiğimden değil; sizleri özlediğim içindir." "BağıĢla Talia. Kırdım seni. Böyle konuĢmamalıydım. Ya-Ģadığın acılara saygı göstermem gerekirdi. Niye böyle dedim, bilmiyorum." "Kırılmadım abla. Yalnızca kendimi anlatmaya çalıĢıyor-dum." Bavulun dibinde bir bez bebek: Dilara. En son onu çıkarıyor bavuldan. Talia'ya ailesinden kalan tek Ģeydi. Tek Ģey... "Giderken bir tek onu götürmüĢtün." "O her Ģeydi." Bir kolu kopuk bebek. Her zaman sakat bir bebekti o. Her zaman sakat bir bebeklik. Fatma Aliye'yle Talia onca bebekleri olduğu halde paylaĢamazlardı Dilara'yı. Bu yüzden kavga eder-lerdi hep. Sevginin simgesiydi Dilara. PaylaĢılmazlığın. (Hele Talia için) Bir tek onu götürdü Talia. Uzun kıĢ gecelerinde, taĢra yalnızlıklarında onunla bölüĢtü umutsuzluğunu. Fatma Aliye, Talia'nın günün birinde büyük bir yazar olaca-ğını düĢünürdü. Büyük romanlar yazacağını. (Oysa Talia büyük romanlar yaĢadı) Kendini anlatmaya çalıĢırken boğulan, elini kolunu sallayarak sözcükler arayan Talia, kâğıdın baĢında dil ustası oluyordu ansızın. Eskiden Ģiirler yazardı. Kısa hikâyeler. Annesine okumak isterdi. Okurdu. BaĢını gergefinden kısa bir an kaldırırdı Afife ReĢat Hanım. Donuk gözlerle bakar, "Güzel olmuĢ, aferin," derdi. Sonra yeniden eğerdi baĢını gergefine. Her çocuğun yaĢadığı karne sevincini bir türlü yaĢayamazdı bu yüz-den. Yalnızca kupkuru bir aferinle ödüllendirilirdi. O da ağaçla-ra koĢardı. Limonluğa kilitlendiğinde, arkadaki bir camı usulca kırar kaçardı. BaĢkaldırması için ne çok nedeni vardı Talia'nın. Büyüyünce o da dedesi gibi PaĢa olacaktı. O kılıçlar, o hükmet-me görkemi, sevgiyle alamadıklarını verecekti ona. O çok bü- 67
yük bir paĢa olacaktı. Fatma Aliye'ninse hep Ģarkıcı olacağını düĢünürdü. Annesi tabii ki izin vermeyecekti ona. Bunun üzeri-ne Fatma Aliye de, onu dinlemeyecek, radyoevine intisap ede-cekti. Plaklar dolduracak, sahnelere çıkacaktı. Safiye'lerin, Mü-zeyyenlerin, Hamiyet'lerin pabucu dama atılacaktı. Varsa yoksa kadeh kıran sesiyle Fatma Aliye Hanımefendi... "Camlan titretirdi sesin, yalan mı? Oysa sen hiç baĢkaldır-madm abla. Hep öyle yumuĢak baĢlıydın, hemen her yerde, her konuda..." Yeniden oturma odasmdalar. Yeniden bir yanı cam vitrinle, bir yanı o sonsuz pencereyle sınırlanmıĢ odada... Çocukken birbirlerinin geleceklerini merak ederlerdi. Barı-Ģık, sevecen oldukları anlardı bunlar. Saatlerce hayal kurarlardı. Ne olacaklarını, ne iĢ yapacaklarını, kiminle evleneceklerini, birbirlerinin çocuklarını, çocuklarının adlarını... "Bak sahi çocuklarımıza koyacağımız adlan paylaĢamazdık seninle," diyor Fatma Aliye. "Sen kızının adını NeĢ'e koyacaktın..." "ġimdi olsa herhalde Hicran koyardım." "Abla! Off! Çok acıyorsun kendine. (Gerçek buydu Talia. "Bu porselen tabaklar hiç kullanılmayacak" diye haykırmış-tım. Çıldırmış gibiydim. Nitekim öyle de oldu. Hiç kullanılama-dı. Onca yıl evli kaldın. Evini bile görmemiştim. Ablan olarak, bir gece yatısına bile konuk gelememiştim sana. Komşularına bile tanıtmamıştın beni. Hiç sahip çıkamadım sana. Hiç.) Yüzlerce kez okunmuĢ iki mektup. Talia'nın sesi kırgın: "Resimler göndermiĢtim... Sonra tebrik karılan... Uçan kuĢlar... küçük Ģehirlerin kartpostalları... sense yalnızca iki kez yazdın bana..." Yüzlerce kez okunmuĢ iki mektup. "KaçmıĢtın Talia. Birine kaçmıĢtın. Seni bağıĢlayamıyor-dum." (Evin ipotek ettirildiğinden ilk kez o zaman söz açmıştım sa-na. Çok telaslanmıştın. Sonra Merime Sultan'dan konuşmuştuk uzun uzun. Peşindeki onca vezire, nazıra mendil düşürmeyen Merime Sultan, Paşamıza mendil düşürmüştü. Lakin o bir Anna Karenina olacak kadar yürekli değildi. Sonra sen sedef kakmalı sandalyenin üzerine oturmuştun. Paşa ansızın çıkıp gelmiş, seni sandalyede görünce bir güzel başlamıştı. Me gülmüştük tanrım! Ne kadar gülmüştük!) "Heyy! Kimsin sen gafil? Nasıl oturursun Nerime Sultanın üzerine? Kalk bakayım oradan!" "Benim Server PaĢa Hazretleri. Talia. Tanımadınız mı be-ni?" "Talia mı? Hımm! Talia. Hani Ģu Afife ReĢat'ın ölen küçük kızı mı?" Fatma Aliye büsbütün telaĢlanıyor, atılıyor: "Ölen değil Server PaĢa. Ölen değil!" "Haa, hatırladım, senin zevcen Harb-i Umumî Nazınnın mahdumuydu değil mi?" (Nasıl gülmüştük o gün. Konağın içi ısınmıştı sanki. Sisi çö-zülmüştü. Paşa da bir şey anlamamış ama gene de gülüyordu. Sonra oturdu uzun uzun Nerime Sultanla konuştu. Acımaklı göz-lerle onu süzdün. Yeni görüyordun. Her şeyi yeni görüyordun... O akşamı da hiç unutmadım Talia. Yemekten sonra kahve yapmaya gitmiştim hani. Paşa gene dalmış, pencereden dışarı-ya, ışıklara bakıyordu. Sen Paşayı daldığı uykulardan uyandır-mak istedin. Ben de sana: "Boşuna uğraşma Talia," demiştim. "Duymaz seni. Arada bir öyle dalar gider. Saatlerce susar. Hiç konuşmaz- Bazen de anlaşılmaz birkaç söz mırıldanır. Hiç kimse neler düşündüğünü, neler kurduğunu bilmez." Sonra sofrayı toplamıştım. Ellerim doluydu. "Kapıyı açar mısın? Şunları mutfağa götüreyim," dedim. Geldin, kapıyı aç-tın. .. Gözlerimiz birbirine değdi. Uzun uzun değdi. Sevgiyle dol-
68 69
du içim. Anladım ki geldiğine gerçekten çok sevinmişim. Bir işi ucundan birlikte tutmanın, bir şeyi paylaşmanın tadına varmış-tım o an. Söylemedim bir şey sana, söyleyemedim. Epeydir sev-gimi gizliyordum, esirgiyordum. Evet, o an farkına vardım ki sevgisiz bir insan olmuştum ben. Sevgimi söylemeyi, göstermeyi bir çeşit eksiklik diye anlamaya başlamıştım. Zaten o kadar az hissediyordum ki bir şeyi sevdiğimi. Onu da söylemeye dilim varmıyordu. Niye böyle olmuştum Talia? Niye böyle olmuştuk?) "Server PaĢa! Server PaĢa! Beni duymuyorsun değil mi? Hiç duymuyorsun. Ne söylediğimi, niye söylediğimi hiç anlamı-yorsun. Dalıp gitmiĢsin geçmiĢin derinliklerine, kilitlemiĢsin kendini. Kim bilir ne düĢünüyorsun Ģu an? Nelerden hüzünler çıkarıyorsun kendine? Kim bilir nerdesin Ģimdi? Kiminle birlik-tesin? Neler hissediyorsun bir bilebilsem. Oysa elimi uzatsam omuzuna dokunabileceğim, sıcaklığın geçecek avuçlarıma. Ahh birbirimizin dilini bir anlayabilseydik Server PaĢa, konuĢacak ne çok Ģeyimiz olurdu kim bilir. Ahh kimse kimseyi anlamıyor Pa-Ģam. Kısa süren anlaĢmalar, kısa süren barıĢıklıklar, kısa süren mutluluklar yaĢanıyor yalnızca. Her Ģey sonsuz bir durgunluk ve yalnızlık içerisinde. Bu konak kötü ediyor beni. Sen kötü edi-yorsun. Dalıp dalıp gittiğin bu karanlık, konağın her yanında ya-Ģanan bu sonsuz tarih, annem, ablam, hepiniz kötü ediyorsunuz beni. Bense ne sizin yanınızda yer edinebiliyorum kendime, ne de dıĢarıda... Belki de en iyisi sensin Server PaĢa. Hatıralarının tek kiĢilik ülkesinde yaĢıyorsun. Artık ben de tek kiĢilik bir memleketim PaĢam. Biliyor musun, hayatta en çok sahip olmak istediğim Ģeyi yitirdim. Ana olmak hakkımı yitirdim. Benim bir oğlum olmayacak! Hiçbir zaman ana olamayacağım artık. Bunu öğrendim. Ana sevgisi görmediğim gibi, çocuk sevgisini de ta-damayacağım. Bu benim için ne demektir sen bilemezsin, ahh Server PaĢam. Görüyorsun ya sonunda yine hayat kazanıyor." (Kahveleri pişirmiş, mutfaktan dönüyordum ki, sesini duy-dum. Kapıda durdum biraz. Dinledim. Bizden, herkesten gizle-diklerini, bunak bir ihtiyarla paylaşıyordun demek. Onun o sa- 70 ğır suskunluğuna döküyordun içini. Yüreğim yandı Talia. Nasıl da anneme benziyordun! Bütün gece ut çalmıştım. Ağlıyordun. Sesim kırgındı sana, sense "dokunaklı" dedin. Ablandım ben senin, yalnızdım. Konu-şamıyordum, hiç kimseyle konuşmamıştım. Hiçbir şeyimi, hiç kimseyle... Yıllar sonra benimle dost olmanı istemiştim. Sana olan öfkemi unutmaya hazırdım. Bulaşıkları taşırken kapıyı aç-mıştın bana. Gözlerimiz değmişti birbirine. Sana çok ihtiyacım olduğunu en çok o an hissetmiştim... Sense ağlıyordun. Bir şarkıya ağlıyordun. Hepimiz öyle değil miydik? Şarkılara, filmlere, romanlara ağlıyorduk. Yolculuklarda ağlıyorduk. Birini uğurlarken, ya da kendimiz yolcuyken. Ama birbirimiz için? Server Nüvit Paşa bir hayali yaşıyordu. Az önce daldığı ka-ranlıktan, ben udun tellerine dokununca uyanmıştı. Nerime Sul-tan bir yerlerden çıkıp gelmişti. Kahveler bitmişti. Unutmamıştım az şekerli içtiğini. "Unut-mamışsın. .." demiştin. Birbirimizi fazla anlayamasak bile, hiç olmazsa alışkanlıklarımızı biliyorduk. Kahveler bitene kadar sa-bırsızlanmıştın. Son yudumla birlikte "Tamam! Şimdi sen de al sazını sevdiceğim şen hevesinle" demiştin. "Yoo, yapma Talia. Ut kederle güzeldir, hüzünle güzeldir. Sen hiç utla göbek havası çalındığını gördün mü kuzum?" demiştim sana. Ve şimdi ağlıyordun.) "Dokundu bana. Bunca yıl sonra... HaklıymıĢsın abla. Bu konakta kalsaydım senin gibi olacaktım. Bu konak, bu hüzünler kötü ediyor beni. DıĢarıda belki, daha kuru, daha yavan ama hü-zünsüz bir hayat sürüyorum, bir ucundan olsun yapıĢabiliyorum hayata..." "Gitme Talia. Sakın bir daha gitme. Birlikte bahçeyi onarı-rız. Hem istersen yeniden bir erik ağacı bile dikebiliriz. Görü-yorsun birbirimizden baĢka kimsemiz kalmadı bizim." (Sonra konaktan konuşmuştuk uzun uzun. Başımızda bir er-kek yoktu; para işletmeyi akıl edememiştik. Bir ticaret kurama- 71 11,11
mıştık. Zaten tüccar bir aile değildik biz. Ailemiz her daim tica-reti hor görmüştü. (Ama şimdi ben Madam Ester'in tezgâhında sonsuz bir yanılgı gibi duruyorum) O ara sen de yenik düşmüş "Belki de Reşat... Reşat kalsaydı başınızda..." demiştin. Hem de bunu sen söylemiştin. Reşat konusunda belki de ilk kez annem gibi düşünmüştün. Belki de başından beri annem gibi düşünü-yordun. Gerçek mutsuzluğun buydu belki de. Yoksa bizim çare-sizliğimiz miydi seni böyle konuşturan? "Reşat, Reşat olsaydı ha? Reşat kaçarken annemin mücev-herlerini aldı da kaçtı. Hangi Reşat'tan söz ediyorsun sen?" Şaşırmış miydin o zaman, yoksa şaşırır gibi mi yapmıştın, şimdi pek hatırlamıyorum. O sahneyi hatırlamaya çok uğraştım, hiçbir zaman da hatırlayamadım. Tek bildiğim benim gözümün döndüğüydü. Reşat, artık benim için de bir öfke kaynağı haline gelmeye başlamıştı. "On yıldır hiç söz etmedi. On yıl bekledim bir tek söz etsin, bir küçük imada bulunsun diye. Bir şey çıtlatsın diye, küçücük de olsa bir ipucu... Onca yıl hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sanki hiç mücevherleri olmamış, hiç kaybolmamış gibi..." Bunları söylerken seni de suçluyordum aslında. Gözünün içine içine bakıyordum. Annemin bu suskunluğuna olan öfkem-de, sana olan öfkemi de dile getirmeye, ima etmeye çalışıyor-dum. Az önce beni mutfakta sanıp, Server Paşayla konuşmuştun. Kız kardeşimin kısır olduğunu ancak bir hırsız gibi kapı arka-sından öğreniyordum. Kız kardeşimin mutsuzluğuna kapı arka-larında tanık oluyordum. Bana bunu yaşatmaya hakkın yoktu Talia. "Reşat'ı çok seviyor. Hâlâ koruyor onu. Hâlâ sahip çıkıyor Reşat'ın onuruna..." Sesin çok kırgındı, hakkı yenmiş bir öfke gizliydi bu kırgın sesin ardında. (Haa, sahi ne çok öfkeden söz etmeye başlamıştık? Bu ürkütücü bir şeydi bizler için...) Sonra Server Nüvit Paşa ayaklandı: "Hadi artık yatır beni Fatma Aliye. Bu gece çok uyumak is-tiyorum. Oturmamın hiçbir manası yok zaten. Bütün bildiklerimi unutmuşum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Belki de çok fazla şeyi hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Dayanamayacak kadar ha-tırlıyorum. Hiç unutamıyorum belki de, hiç unutamıyorum..." "Aal Kedicik uyuyakalmış sobanın kıyıcığında," dedin. Sannora uyukluyordu. "Bu kedi hep uyur böyle. Nasıl olsa onun için evin gezilme-dik bir yanı kalmadı artık. Tüylerine gömülüp uyumaktan başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Hadi Server Nüvit Paşam yatıra-yım sizi. Yalnızca uykudayken rahat ediyorsunuz zaten. Hadi uyuyalım artık Paşam. Hadi uyuyalım," dedim. Hangimiz için evin gezilmedik bir yanı kalmıştı ki?)
72 73
mıştık. Zaten tüccar bir aile değildik biz. Ailemiz her daim tica-reti hor görmüştü. (Ama şimdi ben Madam Ester'in tezgâhında sonsuz bir yanılgı gibi duruyorum) O ara sen de yenik düşmüş "Belki de Reşat... Reşat kalsaydı başınızda..." demiştin. Hem de bunu sen söylemiştin. Reşat konusunda belki de ilk kez annem gibi düşünmüştün. Belki de başından beri annem gibi düşünü-yordun. Gerçek mutsuzluğun buydu belki de. Yoksa bizim çare-sizliğimiz miydi seni böyle konuşturan? "Reşat, Reşat olsaydı ha? Reşat kaçarken annemin mücev-herlerini aldı da kaçtı. Hangi Reşat'tan söz ediyorsun sen?" Şaşırmış miydin o zaman, yoksa şaşırır gibi mi yapmıştın, şimdi pek hatırlamıyorum. O sahneyi hatırlamaya çok uğraştım, hiçbir zaman da hatırlayamadım. Tek bildiğim benim gözümün döndüğüydü. Reşat, artık benim için de bir öfke kaynağı haline gelmeye başlamıştı. "On yıldır hiç söz etmedi. On yıl bekledim bir tek söz etsin, bir küçük imada bulunsun diye. Bir şey çıtlatsın diye, küçücük de olsa bir ipucu... Onca yıl hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sanki hiç mücevherleri olmamış, hiç kaybolmamış gibi..." Bunları söylerken seni de suçluyordum aslında. Gözünün içine içine bakıyordum. Annemin bu suskunluğuna olan öfkem-de, sana olan öfkemi de dile getirmeye, ima etmeye çalışıyor-dum. Az önce beni mutfakta sanıp, Server Paşayla konuşmuştun. Kız kardeşimin kısır olduğunu ancak bir hırsız gibi kapı arka-sından öğreniyordum. Kız kardeşimin mutsuzluğuna kapı arka-larında tanık oluyordum. Bana bunu yaşatmaya hakkın yoktu Talia. "Reşat'ı çok seviyor. Hâlâ koruyor onu. Hâlâ sahip çıkıyor Reşat'ın onuruna..." Sesin çok kırgındı, hakkı yenmiş bir öfke gizliydi bu kırgın sesin ardında. (Haa, sahi ne çok öfkeden söz etmeye başlamıştık? Bu ürkütücü bir şeydi bizler için...) Sonra Server Nüvit Paşa ayaklandı: "Hadi artık yatır beni Fatma Aliye. Bu gece çok uyumak is-tiyorum. Oturmamın hiçbir manası yok zaten. Bütün bildiklerimi unutmuşum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Belki de çok fazla şeyi hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Dayanamayacak kadar ha-tırlıyorum. Hiç unutamıyorum belki de, hiç unutamıyorum..." "Aal Kedicik uyuyakalmış sobanın kıyıcığında," dedin. Sannora uyukluyordu. "Bu kedi hep uyur böyle. Nasıl olsa onun için evin gezilme-dik bir yanı kalmadı artık. Tüylerine gömülüp uyumaktan başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Hadi Server Nüvit Paşam yatıra-yım sizi. Yalnızca uykudayken rahat ediyorsunuz zaten. Hadi uyuyalım artık Paşam. Hadi uyuyalım," dedim. Hangimiz için evin gezilmedik bir yanı kalmıştı ki?)
72 73
mıştık. Zaten tüccar bir aile değildik biz. Ailemiz her daim tica-reti hor görmüştü. (Ama şimdi ben Madam Ester'in tezgâhında sonsuz bir yanılgı gibi duruyorum) O ara sen de yenik düşmüş "Belki de Reşat... Reşat kalsaydı başınızda..." demiştin. Hem de bunu sen söylemiştin. Reşat konusunda belki de ilk kez annem gibi düşünmüştün. Belki de başından beri annem gibi düşünü-yordun. Gerçek mutsuzluğun buydu belki de. Yoksa bizim çare-sizliğimiz miydi seni böyle konuşturan? "Reşat, Reşat olsaydı ha? Reşat kaçarken annemin mücev-herlerini aldı da kaçtı. Hangi Reşat'tan söz ediyorsun sen?" Şaşırmış miydin o zaman, yoksa şaşırır gibi mi yapmıştın, şimdi pek hatırlamıyorum. O sahneyi hatırlamaya çok uğraştım, hiçbir zaman da hatırlayamadım. Tek bildiğim benim gözümün döndüğüydü. Reşat, artık benim için de bir öfke kaynağı haline gelmeye başlamıştı. "On yıldır hiç söz etmedi. On yıl bekledim bir tek söz etsin, bir küçük imada bulunsun diye. Bir şey çıtlatsın diye, küçücük de olsa bir ipucu... Onca yıl hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sanki hiç mücevherleri olmamış, hiç kaybolmamış gibi..." Bunları söylerken seni de suçluyordum aslında. Gözünün içine içine bakıyordum. Annemin bu suskunluğuna olan öfkem-de, sana olan öfkemi de dile getirmeye, ima etmeye çalışıyor-dum. Az önce beni mutfakta sanıp, Server Paşayla konuşmuştun. Kız kardeşimin kısır olduğunu ancak bir hırsız gibi kapı arka-sından öğreniyordum. Kız kardeşimin mutsuzluğuna kapı arka-larında tanık oluyordum. Bana bunu yaşatmaya hakkın yoktu Talia. "Reşat'ı çok seviyor. Hâlâ koruyor onu. Hâlâ sahip çıkıyor Reşat'ın onuruna..." Sesin çok kırgındı, hakkı yenmiş bir öfke gizliydi bu kırgın sesin ardında. (Haa, sahi ne çok öfkeden söz etmeye başlamıştık? Bu ürkütücü bir şeydi bizler için...) Sonra Server Nüvit Paşa ayaklandı: "Hadi artık yatır beni Fatma Aliye. Bu gece çok uyumak is-tiyorum. Oturmamın hiçbir manası yok zaten. Bütün bildiklerimi unutmuşum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Belki de çok fazla şeyi hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Dayanamayacak kadar ha-tırlıyorum. Hiç unutamıyorum belki de, hiç unutamıyorum..." "Aa! Kedicik uyuyakalmış sobanın kıyıcığında," dedin. Sannora uyukluyordu. "Bu kedi hep uyur böyle. Nasıl olsa onun için evin gezilme-dik bir yanı kalmadı artık. Tüylerine gömülüp uyumaktan başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Hadi Server Nüvit Paşam yatıra-yım sizi. Yalnızca uykudayken rahat ediyorsunuz zaten. Hadi uyuyalım artık Paşam. Hadi uyuyalım," dedim. Hangimiz için evin gezilmedik bir yanı kalmıştı ki?)
72 73
mıştık. Zaten tüccar bir aile değildik biz. Ailemiz her daim tica-reti hor görmüştü. (Ama şimdi ben Madam Ester'in tezgâhında sonsuz bir yanılgı gibi duruyorum) O ara sen de yenik düşmüş "Belki de Reşat... Reşat kalsaydı başınızda..." demiştin. Hem de bunu sen söylemiştin. Reşat konusunda belki de ilk kez annem gibi düşünmüştün. Belki de başından beri annem gibi düşünü-yordun. Gerçek mutsuzluğun buydu belki de. Yoksa bizim çare-sizliğimiz miydi seni böyle konuşturan? "Reşat, Reşat olsaydı ha? Reşat kaçarken annemin mücev-herlerini aldı da kaçtı. Hangi Reşat'tan söz ediyorsun sen?" Şaşırmış miydin o zaman, yoksa şaşırır gibi mi yapmıştın, şimdi pek hatırlamıyorum. O sahneyi hatırlamaya çok uğraştım, hiçbir zaman da hatırlayamadım. Tek bildiğim benim gözümün döndüğüydü. Reşat, artık benim için de bir öfke kaynağı haline gelmeye başlamıştı. "On yıldır hiç söz etmedi. On yıl bekledim bir tek söz etsin, bir küçük imada bulunsun diye. Bir şey çıtlatsın diye, küçücük de olsa bir ipucu... Onca yıl hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sanki hiç mücevherleri olmamış, hiç kaybolmamış gibi..." Bunları söylerken seni de suçluyordum aslında. Gözünün içine içine bakıyordum. Annemin bu suskunluğuna olan öfkem-de, sana olan öfkemi de dile getirmeye, ima etmeye çalışıyor-dum. Az önce beni mutfakta sanıp, Server Paşayla konuşmuştun. Kız kardeşimin kısır olduğunu ancak bir hırsız gibi kapı arka-sından öğreniyordum. Kız kardeşimin mutsuzluğuna kapı arka-larında tanık oluyordum. Bana bunu yaşatmaya hakkın yoktu Talia. "Reşat'ı çok seviyor. Hâlâ koruyor onu. Hâlâ sahip çıkıyor Reşat'ın onuruna..." Sesin çok kırgındı, hakkı yenmiş bir öfke gizliydi bu kırgın sesin ardında. (Haa, sahi ne çok öfkeden söz etmeye başlamıştık? Bu ürkütücü bir şeydi bizler için...) Sonra Server Nüvit Paşa ayaklandı: "Hadi artık yatır beni Fatma Aliye. Bu gece çok uyumak is-tiyorum. Oturmamın hiçbir manası yok zaten. Bütün bildiklerimi unutmuşum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Belki de çok fazla şeyi hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Dayanamayacak kadar ha-tırlıyorum. Hiç unutamıyorum belki de, hiç unutamıyorum..." "kal Kedicik uyuyakalmış sobanın kıyıcığında," dedin. Sannora uyukluyordu. "Bu kedi hep uyur böyle. Nasıl olsa onun için evin gezilme-dik bir yanı kalmadı artık. Tüylerine gömülüp uyumaktan başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Hadi Server Nüvit Paşam yatıra-yım sizi. Yalnızca uykudayken rahat ediyorsunuz zaten. Hadi uyuyalım artık Paşam. Hadi uyuyalım," dedim. Hangimiz için evin gezilmedik bir yanı kalmıştı ki?)
72 73
mıştık. Zaten tüccar bir aile değildik biz. Ailemiz her daim tica-reti hor görmüştü. (Ama şimdi ben Madam Ester'in tezgâhında sonsuz bir yanılgı gibi duruyorum) O ara sen de yenik düşmüş "Belki de Reşat... Reşat kalsaydı başınızda..." demiştin. Hem de bunu sen söylemiştin. Reşat konusunda belki de ilk kez annem gibi düşünmüştün. Belki de başından beri annem gibi düşünü-yordun. Gerçek mutsuzluğun buydu belki de. Yoksa bizim çare-sizliğimiz miydi seni böyle konuşturan? "Reşat, Reşat olsaydı ha? Reşat kaçarken annemin mücev-herlerini aldı da kaçtı. Hangi Reşat'tan söz ediyorsun sen?" Şaşırmış miydin o zaman, yoksa şaşırır gibi mi yapmıştın, şimdi pek hatırlamıyorum. O sahneyi hatırlamaya çok uğraştım, hiçbir zaman da hatırlayamadım. Tek bildiğim benim gözümün döndüğüydü. Reşat, artık benim için de bir öfke kaynağı haline gelmeye başlamıştı. "On yıldır hiç söz etmedi. On yıl bekledim bir tek söz etsin, bir küçük imada bulunsun diye. Bir şey çıtlatsın diye, küçücük de olsa bir ipucu... Onca yıl hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sanki hiç mücevherleri olmamış, hiç kaybolmamış gibi..." Bunları söylerken seni de suçluyordum aslında. Gözünün içine içine bakıyordum. Annemin bu suskunluğuna olan öfkem-de, sana olan öfkemi de dile getirmeye, ima etmeye çalışıyor-dum. Az önce beni mutfakta sanıp, Server Paşayla konuşmuştun. Kız kardeşimin kısır olduğunu ancak bir hırsız gibi kapı arka-sından öğreniyordum. Kız kardeşimin mutsuzluğuna kapı arka-larında tanık oluyordum. Bana bunu yaşatmaya hakkın yoktu Talia. "Reşat'ı çok seviyor. Hâlâ koruyor onu. Hâlâ sahip çıkıyor Reşat'ın onuruna..." Sesin çok kırgındı, hakkı yenmiş bir öfke gizliydi bu kırgın sesin ardında. (Haa, sahi ne çok öfkeden söz etmeye başlamıştık? Bu ürkütücü bir şeydi bizler için...) Sonra Server Nüvit Paşa ayaklandı: "Hadi artık yatır beni Fatma Aliye. Bu gece çok uyumak is-tiyorum. Oturmamın hiçbir manası yok zaten. Bütün bildiklerimi 72 unutmuşum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Belki de çok fazla şeyi hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Dayanamayacak kadar ha-tırlıyorum. Hiç unutamıyorum belki de, hiç unutamıyorum..." "kal Kedicik uyuyakalmış sobanın kıyıcığında," dedin. Sannora uyukluyordu. "Bu kedi hep uyur böyle. Nasıl olsa onun için evin gezilme-dik bir yanı kalmadı artık. Tüylerine gömülüp uyumaktan başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Hadi Server Nüvit Paşam yatıra-yım sizi. Yalnızca uykudayken rahat ediyorsunuz zaten. Hadi uyuyalım artık Paşam. Hadi uyuyalım," dedim. Hangimiz için evin gezilmedik bir yanı kalmıştı ki?) 73 Sil.
mıştık. Zaten tüccar bir aile değildik biz. Ailemiz her daim tica-reti hor görmüştü. (Ama şimdi ben Madam Ester'in tezgâhında sonsuz bir yanılgı gibi duruyorum) O ara sen de yenik düşmüş "Belki de Reşat... Reşat kalsaydı başınızda..." demiştin. Hem de bunu sen söylemiştin. Reşat konusunda belki de ilk kez annem gibi düşünmüştün. Belki de başından beri annem gibi düşünü-yordun. Gerçek mutsuzluğun buydu belki de. Yoksa bizim çare-sizliğimiz miydi seni böyle konuşturan? "Reşat, Reşat olsaydı ha? Reşat kaçarken annemin mücev-herlerini aldı da kaçtı. Hangi Reşat'tan söz ediyorsun sen?" Şaşırmış miydin o zaman, yoksa şaşırır gibi mi yapmıştın, şimdi pek hatırlamıyorum. O sahneyi hatırlamaya çok uğraştım, hiçbir zaman da hatırlayamadım. Tek bildiğim benim gözümün döndüğüydü. Reşat, artık benim için de bir öfke kaynağı haline gelmeye başlamıştı. "On yıldır hiç söz etmedi. On yıl bekledim bir tek söz etsin, bir küçük imada bulunsun diye. Bir şey çıtlatsın diye, küçücük de olsa bir ipucu... Onca yıl hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sanki hiç mücevherleri olmamış, hiç kaybolmamış gibi..." Bunları söylerken seni de suçluyordum aslında. Gözünün içine içine bakıyordum. Annemin bu suskunluğuna olan öfkem-de, sana olan öfkemi de dile getirmeye, ima etmeye çalışıyor-dum. Az önce beni mutfakta sanıp, Server Paşayla konuşmuştun. Kız kardeşimin kısır olduğunu ancak bir hırsız gibi kapı arka-sından öğreniyordum. Kız kardeşimin mutsuzluğuna kapı arka-larında tanık oluyordum. Bana bunu yaşatmaya hakkın yoktu Talia. "Reşat'ı çok seviyor. Hâlâ koruyor onu. Hâlâ sahip çıkıyor Reşat'ın onuruna..." Sesin çok kırgındı, hakkı yenmiş bir öfke gizliydi bu kırgın sesin ardında. (Haa, sahi ne çok öfkeden söz etmeye başlamıştık? Bu ürkütücü bir şeydi bizler için...) Sonra Server Nüvit Paşa ayaklandı: "Hadi artık yatır beni Fatma Aliye. Bu gece çok uyumak is-tiyorum. Oturmamın hiçbir manası yok zaten. Bütün bildiklerimi unutmuşum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Belki de çok fazla şeyi hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Dayanamayacak kadar ha-tırlıyorum. Hiç unutamıyorum belki de, hiç unutamıyorum..." "Aal Kedicik uyuyakalmış sobanın kıyıcığında," dedin. Sannora uyukluyordu. "Bu kedi hep uyur böyle. Nasıl olsa onun için evin gezilme-dik bir yanı kalmadı artık. Tüylerine gömülüp uyumaktan başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Hadi Server Nüvit Paşam yatıra-yım sizi. Yalnızca uykudayken rahat ediyorsunuz zaten. Hadi uyuyalım artık Paşam. Hadi uyuyalım," dedim. Hangimiz için evin gezilmedik bir yanı kalmıştı ki?)
72 73
mistik. Zaten tüccar bir aile değildik biz. Ailemiz her daim tica-reti hor görmüştü. (Ama şimdi ben Madam Ester'in tezgâhında sonsuz bir yanılgı gibi duruyorum) O ara sen de yenik düşmüş "Belki de Reşat... Reşat kalsaydı başınızda..." demiştin. Hem de bunu sen söylemiştin. Reşat konusunda belki de ilk kez annem gibi düşünmüştün. Belki de başından beri annem gibi düşünü-yordun. Gerçek mutsuzluğun buydu belki de. Yoksa bizim çare-sizliğimiz miydi seni böyle konuşturan? "Reşat, Reşat olsaydı ha? Reşat kaçarken annemin mücev-herlerini aldı da kaçtı. Hangi Reşat'tan söz ediyorsun sen?" Şaşırmış miydin o zaman, yoksa şaşırır gibi mi yapmıştın, şimdi pek hatırlamıyorum. O sahneyi hatırlamaya çok uğraştım, hiçbir zaman da hatırlayamadım. Tek bildiğim benim gözümün döndüğüydü. Reşat, artık benim için de bir öfke kaynağı haline gelmeye başlamıştı. "On yıldır hiç söz etmedi. On yıl bekledim bir tek söz etsin, bir küçük imada bulunsun diye. Bir şey çıtlatsın diye, küçücük de olsa bir ipucu... Onca yıl hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sanki hiç mücevherleri olmamış, hiç kaybolmamış gibi..." Bunları söylerken seni de suçluyordum aslında. Gözünün içine içine bakıyordum. Annemin bu suskunluğuna olan öfkem-de, sana olan öfkemi de dile getirmeye, ima etmeye çalışıyor-dum. Az önce beni mutfakta sanıp, Server Paşayla konuşmuştun. Kız kardeşimin kısır olduğunu ancak bir hırsız gibi kapı arka-sından öğreniyordum. Kız kardeşimin mutsuzluğuna kapı arka-larında tanık oluyordum. Bana bunu yaşatmaya hakkın yoktu Talia. "Reşat'ı çok seviyor. Hâlâ koruyor onu. Hâlâ sahip çıkıyor Reşat'ın onuruna..." Sesin çok kırgındı, hakkı yenmiş bir öfke gizliydi bu kırgın sesin ardında. (Haa, sahi ne çok öfkeden söz etmeye başlamıştık? Bu ürkütücü bir şeydi bizler için...) Sonra Server Nüvit Paşa ayaklandı: "Hadi artık yatır beni Fatma Aliye. Bu gece çok uyumak is-tiyorum. Oturmamın hiçbir manası yok zaten. Bütün bildiklerimi unutmuşum. Hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Belki de çok fazla şeyi hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Dayanamayacak kadar ha-tırlıyorum. Hiç unutamıyorum belki de, hiç unutamıyorum..." "Aa! Kedicik uyuyakalmış sobanın kıyıcığında," dedin. Sannora uyukluyordu. "Bu kedi hep uyur böyle. Nasıl olsa onun için evin gezilme-dik bir yanı kalmadı artık. Tüylerine gömülüp uyumaktan başka yapacak hiçbir şeyi kalmadı. Hadi Server Nüvit Paşam yatıra-yım sizi. Yalnızca uykudayken rahat ediyorsunuz zaten. Hadi uyuyalım artık Paşam. Hadi uyuyalım," dedim. Hangimiz için evin gezilmedik bir yanı kalmıştı ki ?)
72 73
3. Afife ReĢat Hanımın döneceği sabahtı. Erkenden uyandı Talia. Uzun uzun yağmuru dinledi. Yastı-ğının baĢucundaydı pencere. Perdenin bembeyaz dantelleriyle oynadı uzun uzun. Mevsim sonu yağmurları, istanbul'un Bi-zans'tan kalma yağmurları. Sonra oturma odasına indi. Mangal yakmıĢtı Fatma Aliye. Gene pencerenin önündeydi. ġeffaf bir pus sarmıĢtı bahçeyi. Kahvaltı ettiler. Ekmek kızartmıĢtı ablası. Turunç reçeli koymuĢtu sofraya. Talia eskiye dönmüĢtü. Güvenli hissediyordu kendini. Kahvaltıda durgundu Fatma Aliye. Gö-zakları iyice ĢiĢmiĢti. Rengi soluktu. Ġkircikliydi; bir Ģey söyle-mek istiyordu sanki. "Emirgân sabahlarında insanı güzelleĢtiren bir hüzün var," dedi Talia. "insan her Ģeye rağmen kendini huzurlu hissediyor." Fatma Aliye çay kaĢığıyla oynadı uzun süre, sonra boğazını temizledi, sesindeki çapağı açmaya çalıĢtı: "Geçen kıĢ Madam Ester'in ısrarıyla bir manto almıĢtım..." dedi. Sustu. Biraz daha sussa, büsbütün susup kalacaktı. Sözün gerisini getirememekten korktu, sürdürdü konuĢmasını: "Aslında mantom vardı. Eski modeldi ama eskimemiĢti da-ha. Hem bilirsin ben eski modelleri severim. Ben diyorum ki, iĢ-te o yeni aldığım mantoyu... eğer kızmazsan... o mantoyu sana vereyim." Talia çay bardağını uzun uzun sıktı avuçlarında. Sevgi miy-di bu, vicdan azabı mıydı? Bilmiyordu. Belki de bir onarmaydı bu. Olsun, az Ģey miydi? Ġstemedi mantoyu gene de. Israr etti Fatma Aliye: "Lütfen Talia, lütfen kabul et bu mantoyu. Kendimi suçlu hissediyorum. Bütün gece uyuyamadım bu yüzden. Bu mantoyu kabul edersen..." Rahatlayacaktı besbelli. Kendi zalimliğinden korkmuĢtu. Herkes acımasız olabiliyor. Herkes pençeleyebiliyor en yakının-dakini. Sonradan piĢman olsa da bir acıyı baĢkalarına yaĢatabili-yor. Kendi acısını yatıĢtırmak pahasına... Talia, anlamıĢtı ki ab-lası sevgisizliği henüz yüklenememiĢti. BarıĢıklık istiyordu. Fazla direnmedi bu yüzden; giydi gece mavisi mantoyu. Fatma Aliye bayram çocuğu giydirir gibiydi. Utancı hafiflemiĢti. Talia, cam vitrinin aynasında kendini görmeye çalıĢtı. Önde tabaklar, arkadaki aynadaysa rafların ve tabakların böldüğü Talia'nın gö-rüntüsü... Radyoda karıĢık Ģarkılar çalıyordu: "Misafirim bu ge-ce, gurbet akĢamlarına..." Fatma Aliye'nin içi titredi. Talia bir misafir olmamalıydı. Cam vitrinin bölünmüĢ aynası, ne Talia'yı ne de gece mavisi mantoyu bütünleyebiliyordu. Ansızın kapı hızlı hızlı çalmaya baĢladı. Ġkisi de kalakaldı-lar. Sessizlik kısa sürdü. Fatma Aliye: "Annemdir," dedi. "Anah-tarını bulamamıĢtır gene..." Talia masaya tutundu. Kendini güçlü hissetmek istedi. Gel-meye karar verdiğinde kurduğu tüm senaryolar boĢa çıkmıĢtı. KıstırılmıĢtı. Fatma Aliye, bu anın Talia için ne demek olduğu-nu çok iyi biliyordu. Kendini çok yakın hissetti ona. Annesinin tepkilerinin ne olabileceğini yeniden düĢünmeye çalıĢtı. Ġki ge-cedir düĢünebildiği her olasılığı o kısacık zaman diliminde ıĢık hızıyla yeniden düĢündü. Kapı bir kez daha çalındı. Fatma Aliye koĢturdu. Tam çıkacakken ardına döndü: "Ben onu hazırlarım merak etme," dedi. Talia için zaman çok uzadı. Döndüğünden ötürü çok piĢ-mandı Ģimdi. Sandığı kadar güçlü olmadığını hissetti. Her baĢ-kaldırı bir güçlülük müydü acaba? Kendine bunu sordu. Bunun çok gecikmiĢ bir soru olduğunu düĢündü. Kapı yine çalındı.
74 75
Afife ReĢat Hanım, "Bir mevsim daha bitti," dedi. Fatma Aliye'nin, sahanlıktaki kısa konuĢmadan bir tek bu söz kaldı ak-lında. "Bak anne, sakın fazla heyecanlanma. Bir Ģey söylemek isti-yorum sana, ama heyecanlanmak yok..." "Ne oldu Aliye? Babama bir Ģey mi oldu?" "Yok canım korkacak bir Ģey değil. PaĢa Dedem uyuyor. Bi-ri geldi yalnızca. Salonda seni bekliyor. Görünce sevineceksin." Afife ReĢat Hanım kısa bir süre dondu. Gözlerinden, Fatma Aliye'nin o güne değin hiç görmediği parıltılar geçti, sonra hay-kırarak koĢmaya baĢladı: "ReĢat! ReĢaat!" Fatma Aliye yaptığı hatayı son anda fark etti. Adını söyle-memiĢti Talia'nın. KeĢke söyleseydi. Talia'yı sakınmıĢtı aklınca. Afife ReĢat Hanım kapılan çarpa çarpa oturma odasına vardı. Kapının ağzında kalakaldı. Fatma Aliye yetiĢenıemiĢti ona, tuta-mamıĢtı. Talia Ģimdi en büyük yarayı almıĢtı artık. Mutsuzluk-tan yontulmuĢ bir heykel gibi duruyordu odanın ortasında. Sır-tında gece mavisi o manto. Annesi ilk o mantoyu fark etti. "Benim anne, Talia." Ne kadar zor söylemiĢti bunu. Ne kadar acı duyarak. "Ben... ben ReĢat sanmıĢtım da..." Fatma Aliye, annesinin ilk kez bir insan gibi davrandığını görmüĢtü. KeĢke ReĢat gerçekten dönseydi. Sonra kapının ağ-zında o yanılmıĢ mutsuzluğunu. Talia'yı. Onun çektiği acıyı. Annesinin mantoya takılan, mantoyu süzen gözlerini. "ġeyy giymiyordum biliyorsun. ĠĢe yaradı. Kısmet Ta-lia'yaymıĢ." Kendini çok fazla hissetti odada. Sessizlik büyüyordu. "Ben sobayı yaktım. BulaĢıkları yıkadım. Ehh artık yavaĢ yavaĢ kaçayım. Siz ana kız hasret giderin biraz..." Kaçıyor Fatma Aliye. Bu sessizliğin büyüttüğü görüntüye dayanamıyor. Ġkisini de yamlgılanyla, dağılan umutlanyla baĢ baĢa bırakıp koĢa koĢa çıktı konaktan. Sokakta Muti'ye rastladı. Yeni dönüyordu eve. Yorgundu. Bitkindi. Gözleri boyalıydı. Bi-raz sarhoĢtu da galiba. MüĢerref Hanımın hıçkırıklannı duydu uzun süre. Ne zamandır unuttuğu, hiç anlamadığı, hiç anmadığı, anmaya vakit bulamadığı o geceyi düĢündü. Sonra vazgeçti. Ta-lia dönmüĢtü. 76
4. Limonluğun geniĢ penceresinde uzun yağmurlar. Ġri damla-lar gözyaĢı büyüklüğünde. Fatma Aliye ile Talia camdan dıĢarı-yı seyrediyorlar. Puslu camlar, derin kederler gibi... Buradaki her ayrıntı artık okunmayan eski hicran romanlarını çağrıĢtırı-yor. Konağın kararmıĢ yüzü önde. Üst katta Afife ReĢat Hanı-mın oda penceresi, Server Nüvit PaĢanın oda penceresi. Birkaç saksı; boynu bükülmüĢ, kurumuĢ çiçekler. Bir kıyıda eski bir pirinç soba, soba boruları, ayağı kırık birkaç sandalye. (Hiç konuĢmadılar limonlukta. Tek bir söz bile etmediler.) Talia saksıların arasında dolandı, boynu bükük çiçeklerin eğilmiĢ bo-yunlarını düzeltti. Fatma Aliye kollarını kavuĢturmuĢ Talia'yı sey-retmekteydi. Onun her davranıĢını büyük bir dikkatle izliyordu. Sonra birlikte çıktılar. Limonluğun önünde Talia: "Limonluk ona-rılamaz mı?" diye sordu. Fatma Aliye'nin ise sesi kuru ve yalındı. Birinin ölüm haberini büyük bir soğukkanlılıkla veren bir insanın edası vardı üzerinde. Hem söylediği Ģeyin önemini kavrayan, hem de söyleyiĢ biçiminin doğruluğuna inanan bir üstten bakıĢ vardı bu edada. Acımasızdı, kötümserdi, gerçekçiydi. Gerçekliği dikbaĢlılıkla kavrayan bir insanın kötümser direncini taĢıyordu. "Hiçbir Ģeyi onaramayız artık." Zaman zaman alaturka duyarlıklarını yitiriyor Fatma Aliye. Bir aydının karamsarlığına benziyor karamsarlığı. Duru, süzül-müĢ, dirençli... Limonluğun önündeki Fatma Aliye'yi hiç unutmayacaktı Talia. Onu hep öyle hatırlayacaktı. En son oturma odasının kapısını açtı: "ReĢat!" Talia boynunu eğdi. "Benim anne, Talia." (Her Ģey ne kadar boĢ. Allah kahretsin ne kadar çocukça ya-ĢamıĢım!) "Elindeki ne öyle?" diye soruyor Galip. "Bu mu hiiç. Dilara. Bez bir bebek. Bir kolu kopuk. Belki bir kol dikerim ona." "Kendine bir duvar örmüĢsün anne. Suskunluklarınla, Arap-ça defterlerinle bir duvar örmüĢsün. Bir anadan çok, bir dadıya benziyorsun." "Yeter Talia! Buraya bana hakaret etmek için mi geldin? Burası senin evin değil artık. Yıllar önce baldın çıplak bir koca için terk edip gittin bu evi. Ve Ģimdi yeniden dönerken, baĢın bi-raz daha eğik, dilin biraz daha kısa olmalı. Hal böyleyken daha gelir gelmez herkesi mahkeme etmeye baĢladın bile..." "Sen herkes, her Ģey değilsin anne..." "Ben senin için herkesim, her Ģeyim Talia. Çünkü görüyo-rum ki, benden uzak geçirdiğin yedi yıl boyunca benimle olan muhasebeni tamamlayamamıĢsın. Bana olan nefretini tüketeme-miĢsin. Nedir istediğin söylesene? Ne istiyorsun benden?" "Ne garip! Sanki her Ģey dün gibi. Hiçbir Ģey değiĢmemiĢ, yalnızca biz dün kaldığımız yerden devam ediyormuĢuz gibi. Oysa bahçe değiĢmiĢ, konak çökmüĢ, istanbul homur homur ho-murdanıyor. Ve biz iki insan, bir ana, bir kız hiç değiĢmemiĢ öy-lece duruyoruz. Birbirimizden ne istediğimizi hâlâ öğreneme-miĢ, birbirimizi kemirip duruyoruz." Gözleri buluĢuyor ilk kez. YaĢlanmıĢ annesi. Bunu ilk kez fark ediyor. KırıĢıkları çoğalmıĢ. Dünyayı görmek istemeyen gözleri büsbütün çukurlanna kaçmıĢ, gözleri rengini yitirmiĢ, matlaĢmıĢ. Donup kalmıĢlar sanki. Saçlarının kırını örtmüyor ar-tık. Sesinin kırıkları çoğalmıĢ: "Benim gücüm yok artık Talia. YaĢlandım ben!"
78 79
"Anne, sevmek istiyorum seni. Buna ihtiyacım var. Bunun için döndüm buraya. DüĢündüm, düĢündüm ki... sen ölüp gider-sen hiçbir Ģeyi konuĢmamıĢ olacağız. Ve ben artık yıllar boyu senin ardından kafamdaki annemle hesaplaĢıp durmak zorunda kalacağım. ĠĢte buna katlanmak istemediğim için, seni bütün bü-tüne yitirmeden kelimeleri yeniden denemek için döndüm bu eve. Senden sonra bir Afife ReĢat olmamak için. Emirgân biten bir mevsimde biten bir günü nasıl kızıllaĢtı-rır? Çok eski bir Ģarkı, çok eski bir Ģiir gibi burası. (Bu çay bahçesini hiç unutmadım!) Oysa kapıdan "ReĢat" diye bağırarak girmiĢti. Onun dönmesi gerekiyor. O ölmeden dönmesi. Onun da ReĢat'la hesaplaĢması gerekiyor. YanlıĢ kurulmuĢ bir üçgendi bu. Bütün üçgenler gibi. "Gerçekten yorgunum Talia. Çok yaĢayacağımı da zannet-miyorum. Üzerimde üç beĢ günün değil, koca bir devrin yorgun-luğu var." Garson çayını getirdi. Yeniden denize baktı Talia. Ulu çınar, bahçelerindeki kavruk kalmıĢ çınarı hatırlatıyor ona. Bu çınarın büyük bir ailesi vardı. Dallan da kucağı da ona göreydi. Mevsim bitiyordu, kalabalık değildi çay bahçeleri. "Emirgân sen ne bü-yük bir hasretsin!" dedi. "Ama her Ģey bitti artık. Ya da yeniden baĢladı. Bilmiyorum." "Çok kalacak mısın?" "BoĢandım anne." "BoĢandın mı? Artık dulsun demek. Ve Ģimdi tekrar baba evine döndün." Baba evi. Bu sahici bir dönüĢ müydü gerçekten? Hem dönüĢ neydi? Dönmek neydi? Ġnsan dediğin sonunda dönüp dolaĢıp kendine dönmüyor muydu? Bu baba evi. Bu dönüĢ. Sahici bir dönüĢ müydü gerçekten? Bunu kendisi de kesinlikle biliyor muydu? "Galip'in sana koca olamayacağı o zamandan belliydi. An-lattıklarından. Bunu anlamak için yedi sene gerekmezdi." "Sizleri anlamak içinse yedi yıl gerekliydi ama. Bir kez bile aramadınız beni." Sessizlik öfkeyi yontuyor gene. Bir Ģeyler bileniyor bu ses-sizlikte. Sessizlikler sözcükleri sivriltiyor. Seslerinde tutamadık-ları bir Ģeyler vardı. "Ailemiz adına hiç de hoĢ bir Ģey değil bu. Her neyse, ben biraz yukarı çıkıp dinlenmek istiyorum. Öğleyin yeniden görü-Ģürüz..." ("KeĢke geldiğinde konuĢsaydık birçok Ģeyi," demiĢti Fatma Aliye. "Bunun zamanla ne ilgisi var abla?" diye yanıtlamıĢtı Ta-lia) "Anne Ģimdi konuĢalım. Daha sonraya kalmasın." Afife ReĢat Hanım anlamaz gözlerle süzdü Talia'yı. Suskun-lukların onu nasıl öfkelendirdiğini çok iyi biliyor. Beklemelerin, ertelemelerin. "Bunca yıl sonra bu telaĢ niye anlamıyorum..." "Biliyorum sonraya kalırsa her Ģey gevĢeyecek, çözüle-cek..." "Bunca yıl zarfında çözülen çözüldü Talia. Dönerken bunu da hesaplamıĢ olman gerekirdi." Çayından bir yudum daha aldı. Dalgaların koyu yeĢile dö-nüĢtüğü sonbahar denizleri. Boğaz aldırıĢsız akıyor. Çay bahçe-leri tenhalaĢıyor. Ġnsanların yüzündeki neĢ'e tenhalaĢıyor. "Nele-ri hesaplayabildik ki bugüne kadar? Hayat hesap tanımıyor ki..." YanlıĢlar, yanılgılar hanesinde bir çarpı iĢareti daha. Kaçı-yor Afife ReĢat Hanım. Yukarı kaçıyor. Odasına sığınacak. Merdivenler sonsuz bir uzaklık, yinelenen acıların en kesin ye-nilemesi gibi. Merdivenin billur topuzu avuçlarında. Avuçların-da gene yangınlar. "Kaçmak mı? Ne kaçması? Niye kaçayım senden? Madem öyle buyur otur, otur da konuĢalım. Ne konuĢulacaksa, konuĢu-lacak ne kaldıysa..."
80 81
"Yedi yıldır birbirini görmeyen iki insanın konuĢacak hiçbir Ģeyi yok mudur anne?" "KonuĢacak ne bıraktın Talia? Kaçtın!" "Kupkurusun anne, sevgisizsin, Ģefkatsizsin..." Ġdris Beyin kızları geçiyor Çay Bahçesinin önünden. Ġçi ılı-yor Talia'nın. Her zaman budala bulduğu bu kızların bile ona bir anı sevgisi taĢımalarını anlamıyor. "Hasret! Sen ne kadar yanıltı-cısın!" "Ben seni iyi tanırım Talia. Daha gelir gelmez onun sahip olduğu her Ģeyi yavaĢ yavaĢ elinden almak isteyeceksin. Manto-sunu elinden alarak iĢe baĢlamıĢsın bile. Herkesin, her Ģeyini elinden almak istiyorsun. Yıllar seni hiç değiĢtirmemiĢ. Yine o eski Talia'sın sen!" DeğiĢmek gerçekten mutlu eder miydi annemi, diye düĢün-dü Talia. DeğiĢmek. O büyülü sözcük. Sonsuzluk düĢüncesi. Bir yaĢantıdan, bir görüntüden bile vazgeçememe tutkusu... Görün-tüler, ayrıntılar, saplantılar. DeğiĢmek. ġimdi her Ģey nasıl da alay yüklü. Talia kendine gülümsüyor. "Sana âĢık olarak kalmak istiyorum Galip. Ne olur yardım et bana!" "Niye döndün öyleyse?" "Belki bir Ģeyler değiĢmiĢtir diye döndüm. Bütün istanbul değiĢti. Bütün dünya değiĢti. Belki sizler de değiĢmiĢsinizdir di-ye düĢündüm." Limonluğun bir köĢesinde eski bir Ģiir defteri duruyor. IslanmıĢ sayfalar, boyamıĢ, kurumuĢ, cildi bozulmuĢ. Kendi el yazısı. Hemen tanıyor Talia. Yanına alıyor defteri. Gece Fat-ma Aliye'yle birlikte bakıyorlar.' "Eskiden Ģiirler yazardın Talia. Dergilere yollardın." "ġimdilerde Ģiirin anlamı yok abla. Hiçbir Ģeyin anlamı yok. Zaten artık kimse Ģiir okumuyor. ġiirler, hikâyeler, romanlar ya-zılıyor hâlâ. Ben en çok buna ĢaĢıyorum. Ne anlamları var ki? Neyin anlamı kaldı ki?" "Porselen tabaklarımın. Bence bir tek onların." Fatma Aliye'nin yüzüne bakıyor. Hayır, alay etmiyor. Çok içten. Duru ve yalın. Kendine, umutlarına sahiplenerek. Bir cigara yakıyor Talia. Uzun bir duman savuruyor. Upu-zun halkalar dağılırken havada, halk otobüsleri, belediye otobüs-leri geçiyor yoldan. Birçok taksi, dolmuĢ. Herkes bir yerlere gi-diyor, bir yerlerden dönüyor. Mevsim biterken son dondurmacı köĢede; "Farkında mısın birbirimize ne kadar benziyoruz anne? Bu benzerlik seni yıllarca ürküttü. Aynı ev içerisinde sürekli birbiri-ne ayna tutan iki insan gibiydik. Olanca zaaflarımızı, kusurları-mızı görüyorduk birbirimizde. Herkesten bucak bucak kaçırdığı-mız küçük hilelerimizi, kurnazlıklarımızı, yalanlarımızı, küçük hesaplanmizi. Hem de hiç konuĢmadan, bir bakıĢtan, küçük bir davranıĢtan. Üstelik senin gibi kendini herkesten gizleyen bir in-san için az Ģey değildi bu. ĠĢte bu yüzden yıllarca nefret ettin benden. Birbirimizi çok iyi anlıyorduk, fazla anlıyorduk. Yıllar-ca bu benzerlikten ürktün. Benim değiĢmez yanlarımda kendini görüyordun anne. Bu da seni berbat eden bir Ģey!" Uzun huzursuzluk günleri. Genç kızlığın cehennem günleri. Sonra Galip. Bir umudun ve bir öcün adı. Evi terk ettiği gece bu bahçenin önünden almıĢtı Galip. Bütün masalar toplanmıĢtı. Za-yıf bir ıĢık vuruyordu üzerlerine. Her Ģeyin güzel, iyi olacağını söylüyordu Talia'ya. "Hele evlenelim, kısa bir zaman sonra barı-Ģırsın ailenle. Ellerini öpmeye gideriz. Her Ģey eskisi gibi olur." Hiçbir Ģey eskisi gibi olmuyordu. Geceydi. BomboĢtu Emirgân Çay Bahçesi. Çınarın uğultusu kalmıĢ kulaklarında. Evden kaçmasından çok annesinin ne yapa-cağını düĢünüyordu. Belki de bunun için kaçmıĢtı. Çok üzülecek miydi Afife ReĢat Hanım? Çok ağlayacak mıydı ardından? Sahi-den ağlayacak mıydı? "Dönen ReĢat olsa yorgunluğunu unuturdun değil mi anne?" Bunu sorarken nasıl da onursuzlaĢıyor Talia. Nasıl da eksili-yor kendi gözünde bile. Ama o deĢmeye geldi. Bütün yarayı akıtmaya. Her Ģeyi konuĢmaya. KonuĢulmadık hiçbir Ģey kalma-
82 83
sın istiyor. Zaten Talia hep mümkünsüzlüğü istemedi mi? Her mümkünsüzlüğe en büyük umutlarla yaklaĢmadı mı? "ReĢat'ı senden daha çok sevdiğimi mi söyletmek istiyorsun bana? Bunu biliyorsun zaten. Apaçık, gün gibi apaçık bir Ģey bu. ġu yaĢına geldin hâlâ bunun sıkıntısını çekiyorsun, hâlâ kabulle-nemiyorsun bu gerçeği. Hâlâ bunun savaĢını veriyorsun. Sen ReĢat değilsin. Olamazsın da. Bunu bil artık. Rica ederim bil. ReĢat'ta baĢka umutlarım yatıyor benim. Seninse sevilmekten baĢka hiçbir meselen yok. Bütün hayatını sevilme üzerine inĢa etmiĢsin. Hem de en dikenli halinle... Sen bir ısırgan otusun Ta-lia. Bir ısırgan otu." "Kolay olanı herkes sever anne, iĢ ısırgan otunu sevmek-te..." "Ġkinci planda kalmayı yediremiyorsun kendine. Senin tabi-atın bu. Küçükken ablanın arkadaĢlarını alırdın elinden. Bütün dostlarını birer birer koparırdın ondan. Sinsi sinsi, yavaĢ yavaĢ yapardın bunu. Hiç kimseye sezdirmeden, güleryüzlü, hele hele ablanla aranı hiç bozmamaya itina göstererek... Bir süre sonra kapıya gelen çocuklar ablanı değil seni sormaya baĢlarlardı. Çok zekiydin Talia. Tahammül edilmeyecek kadar zekiydin. Ablanı ikinci plana itmeyi baĢardığın anda da, bu arkadaĢlığın bir anla-mı kalmazdı gözünde. Yapacağını yapmıĢ olurdun çünkü..." "Yalan bütün bunlar. Kafanda kurdukların, bana yakıĢtırdık-ların." Saffet Hamdi Bey geçiyor yanından. KöĢedeki masasına -her zamanki masasına- oturuyor. Nargilesini söylüyor. (Tanıma-dı beni. UnutmuĢ. Herkes ne kadar hazırmıĢ beni unutmaya.) Afife ReĢat Hanım tül örtüsünü kaldırıyor udun. "Hatırlıyor musun çocukken ablanın udunun akordunu bo-zar, tellerini koparırdın. Mızrabını saklardın. Kıskanırdın onu. Senden baĢka kimsenin sevilmek için bir nedeni olmasın ister-din. Senin her Ģeyin vardı. Ondan daha güzeldin, ondan daha ze-kiydin, ondan daha parlak bir talebeydin. Daha sevimli, daha ko-nuĢkandın. Herkes seni ondan daha çok severdi. O kızcağızın ise tek marifeti ut çalmaktı. Bu, onun tek ama tek hüneriydi. Kırık, dokunaklı sesinden, bir de hep hüzzam çaldığı eski udundan baĢka hiçbir Ģeyi yoktu. Lakin sen bu kadarcığı bile çekemedin. Kendin ut çalmayı beceremeyince onun udunu bozar oldun. Bü-tün bütüne yok etmek, ezmek, silmek istedin onu. Tek hünerini de elinden almak, onu büsbütün güçsüz, zavallı yapmak iste-din." "O hep kıskandı beni, hep kıskandı." "Sen kıskandırdın kendini. BaĢkalarının kıskançlığı seni gu-rurlandırıyordu." "Çok yalnızdım anne, çok kimsesizdim. Kimse yardım etmi-yordu bana, kimse el uzatmıyordu..." "Kimseyi istemiyordun ki... Hiç kimseyi. Kimseyi beğen-miyordun çünkü. Herkesi hor görüyordun. Herkes eksikti, nok-sandı senin için. Herkesten baĢka olmak, hiç kimseye benzeme-mek istiyordun." "Herkes hırpalıyordu beni. Herkes yaralıyordu. ÖrselenmiĢ bir çocukluktu benimkisi..." "Herkesle arandaki uçurumu açmak için elinden geleni yapı-yordun. Sonunda istediğin oldu. Yapayalnız kaldın..." "Ben seni istiyordum anne. (Uzun taĢra gecelerinde, o hiçbir Ģey yapamadığımız gece-lerde, hep seni, senin çocukluğunda çektiğin yoksullukları dinle-dim Galip. Zaten evliliğimizde yalnızca hep sen vardın. Bense bunlardan bir gün olsun söz etmedim sana. Hele senin "Biz sizler gibi rahat çocukluk geçirmedik kızım," dediğin zamanlar sana cevap olsun diye bile bir tek çocukluk anımdan söz etmedim. Sana Erkek Talia'yı hiç anlatmadım. Biz seninle ne konuĢtuk Galip? Bunca yıl ne konuĢtuk? Çıkarcılara, eĢrafa, taĢra bürok-ratlarına, ağalara küfrederdin sabah akĢam. Onlar arasında yer alamadığın içindi bu öfken. Geçici bir süre için de olsa, onlar arasına sokulur gibi olduğunda nasıl da mutlu olurdun, nasıl da unuturdun küfretmeyi, öfkeyi. Her Ģeyi... Yanm-pörçüktün sen Galip. Sınırların vardı.
84 85
"Emirgân Çay Bahçesinin önünde ol," demiĢtin. BaĢımı sallamıĢtım. Sevinçli miydim? "Bütün sıkıntılar bitecek!" Ben, sevilmek için hayatım boyunca yanlıĢ yollan seçtim. Annem bütün acımasızlığına karĢın doğruyu söylüyordu. Zaten ancak bu kadar acımasız biri söyleyebilirdi bunları. "Deli kız, ala ala bir tek bu bez bebeği mi aldın koca konak-tan?" Elimi sıktın. Sevecendin, sıcaktın, gözlerin gülüyordu. Ken-dimi güvenli hissettim. Boyacıköy'e kadar yürümüĢtük o gece. Sen bana kadınlığımı sevdirdin Galip. Memelerimi sevdir-din. Bana en büyük yardımın bu oldu. Uzun kıĢ geceleri hiçbir Ģey yapamazken, yapacak bir Ģey bulamazken...) Nasıl da ılıdı gözleri Afife ReĢat Hanımın. Umarsızlığını hissetti. Sevmek, sevgi göstermek ne kadar güç geliyordu ona. Ġkiyüzlülük gibi geliyordu her sevgi belirtisi. Ne kadar içtendi bu konuda. Hem de onca Ģeyi yitirdikten sonra ne kadar zordu. ("Ben seni istiyordum anne," diyordu Ģimdi. Bilmiyor muy-dum sanki. O sık sık hastalanmaların, tebeĢir yutup ateĢlenmele-rin, ağaçlardan düĢmelerin nedenini bilmiyor muydum sanki. Kollarım, kucağım kötürümdü. Felç inmiĢti yüreğime. Ve ben hâlâ ölümsüz bir vals yapıyordum Beylerbeyi Sarayında.) "Ben yanmıĢ, yıkılmıĢ bir konak gibiyim Talia. Saraylardan, konaklardan arta kalmıĢ gümüĢ bir mahfuz gibi. Kilitli bırakıp gitmiĢler beni. UnutmuĢlar." Sesi yumuĢak, sesi sevecen. Nasıl zor çözülüyor sesinin bu-zulları. Az önce söylediklerine nasıl da piĢman Talia. "Sen de analığını kilitledin bizlere. Bizden kendini esirge-din. YanmıĢ konakların, satılmıĢ sarayların ve o unutamadığın valslerin hayallerine dalıp, bizi, yanı baĢında duran çocuklarını unuttun. Sen yitirdiğin konakların acısını yaĢarken, biz hiç sahip olamadığımız bir ananın hasretini çektik. Yanı baĢımızda duran anamıza baka baka anasızlık çektik. (Gizli müsveddeler... Kim çözecek Afife ReĢat Hanımın Arapça duygularını? "Ehh o kadar farkımız olacak tabii anne. Ben duygularımı, düĢüncelerimi Arapça yazılarla, kenarları çiçekli kilitli defterlere hapsetmedim hiçbir zaman." "Ġleri gidiyorsun Talia. Onlar benim romanlık hayatımın gizli müsveddeleri..." Gerçeği yaĢanmamıĢ, yaĢanamamıĢ bir hayatı mı anlatmak istiyor bu müsveddeler? Nasıl da sonuçsuz bu konuĢmalar. Her kelime yeni bir çıkmaz sokak. Gelirken bilmeliydim... Pigmal-yon'dan alınmıĢ Ģemsiyelerin bile kutularını atmamıĢ daha. Her Ģey küf içerisinde.) "Bunca yıldan sonra aynı huzursuzlukları yeniden yaĢamaya gücüm yok benim. Ġyi bir anne olmuĢum, olmamıĢım, Ģu saatten sonra bunu konuĢmanın hiç kimseye bir faydası yok artık. Sen de, ben de kocaman birer kadınız. Ve sen bu yaĢından sonra an-ne olabilirsin ancak, evlat değil..." Usul bir bıçak sokuluyor Talia'nın yüreğine. Kirli bir ırmak yol alıyor. "Bu yaĢımdan sonra analık yapamam sizlere. Bunun için çok geç artık. Seni dizlerime yatırıp saçını baĢını okĢayamam. EvlenmiĢ, ayrılmıĢ kocaman bir kadınsın sen." Afife ReĢat Hanım ansızın o zabiti hatırlıyor. Bir bacağını savaĢta yitirmiĢti. Tahta bacaklıydı. Sürüye sürüye yürüyebili-yordu. TutulmuĢ muydu ona? O uzaklığına, Ģefkatsizliğine... O zabiti zaman zaman hâlâ büyük bir sevgiyle hatırlıyor. Ustura tadında bir hatıra onun için. Annesi sezmiĢti, Afife ReĢat'a zabi-tin tahta bacaklı olduğunu hatırlatmak gereğini duyuyordu. Bil-miyordu ki asıl bu yüzden sevmiĢti onu. Yoksa niye en yakın ar-kadaĢı Azime Sultan olsundu? Dirseğinden itibaren bir kolu yoktu Azime Sultan'ın. Tahta bir kol yapmıĢlardı Paris'te. Hep uzak duran, kendini hep uzak tutan. Hiç dokunmayan bir insan-dı. Afife ReĢat Hanım çok severdi Azime Sultan'ı. Bir tek o se-verdi. Hem de ölümcül bir karmaĢa içerisinde. Ne kadar az ko-
86 87
nuĢurdu, ne kadar az bakardı. Sessizce öldü sonra. Afife ReĢat Hanım onu hiç unutmadı. O öldüğü zaman tahta kolunu isteme-yi düĢündü ailesinden. Onu bir hatıra olarak saklamayı. Kimse-ye bir Ģey söylemedi. Utandı. GözyaĢı ĢiĢesi hâlâ yazı masasının üzerinde duruyor. Ġçinde tek dal bir menekĢe. "Sen beni çok erken büyüttün anne. Nefretinle büyüttün. Çocukluğumdan beri hep büyük bir insan muamelesi yaptın ba-na. Çocuk olma hakkı tanımadın." "Hırsların, tutkuların, kıskançlıkların bir çocuktan çok bir büyüğe yakıĢıyordu çünkü." ReĢat'ı hep sevmiĢti. Fatma Aliye'ye hep acımıĢtı. Talia'dan-sa hep nefret etti. Duygularını böyle bölüĢtürdü çocuklarına. Ve bunu onlara apaçık hissettirdi. Talia'yı büyük bir insan olarak düĢünmek nefretini kolaylaĢtırıyor, haklılaĢtınyordu... Bir seferinde "Sen yürek değil, tahta taĢıyorsun!" demiĢti Talia. Gizi açıklanmıĢ gibi gelmiĢti Afife ReĢat Hanıma. Azime Sultan'ın tahta kolunu yüzüne fırlatıyor gibi gelmiĢti. îlk tokadı o zaman atmıĢtı Talia'ya. Ve Talia bunun üzerine sanki her Ģeyi biliyormuĢ gibi, sanki her Ģeyden haberi varmıĢ gibi nefret ku-san bir sesle: "Bir tek kolunda can var anne!" demiĢti. Sonra da gidip Dilara'nın bir kolunu koparmıĢtı. "AnlaĢılıyor ki bu ev yeniden cehenneme dönecek. Biliyor musun sen kötü bir insansın Talia. Cehennem gibisin!" "Ne kötülük yaptım anne! Birini sevdim. Evlenmek istedim. Ġzin vermedin. Ben de kaçtım. Hepsi bu." "Hepsi bu demek. Hepsi bu mu sahiden? Peki ReĢat'ın kaçtı-ğı günü hatırlıyor musun?" ("Biliyor musun, ReĢat'a çok benziyorsun..." "Nereden çıktı Ģimdi bu?" "Bilmem! Bu benzerliği sonra sonra fark ettim. Öyle ağzın-gözün benzemiyor belki, ama sende öyle bir Ģey var ki bana sü-rekli ReĢat'ı hatırlatıyor. Zaman zaman bundan çok ürküyorum Galip." "Deh kız. Neler düĢünmüĢsün gene..." Hayır, hayır Fatma Aliye'ye yalan söyledim Galip. O gönül-lü sürgünümde yüzlerce, binlerce Ģiir yazdım. Yüzlerce hikâye. Kaç tane romana baĢlayıp yarım bıraktım. Bir gün hiçbir Ģeyi anlatamamıĢ olduğumu fark ettim. Hiçbir anlamı yoktu yazdık-larımın. Her Ģey bomboĢtu.) Faik Efendi görünüyor uzaktan. Nasıl da yaĢlanmıĢ, nasıl da çökmüĢ. Sonra Talia'yı fark ediyor. Yanına dek sokuluyor. Yüzü iĢiyor: "Talia, kızım, sensin değil mi? Geldiğini duyduk. HoĢ gel-miĢsin." Talia bütün gözleriyle gülümsüyor. "HoĢ bulduk Faik Amca. Ġyi gördüm seni." "Ehh, iyiyim diyelim." Bir ney sesi. Nerden çıktığı belirsiz, belki açık bir radyonun sevimli zamanlaması... Nasıl da yaraĢıyor Faik Amcaya... "Artık hep hurdasın değil mi?" "Burdayım. GörüĢürüz." Talia'nın gamzelerinde buruk dalgalanmalar. Faik Efendi, Saffet Hamdi Beyin masasına gidiyor, onunla tavlaya oturuyor. Emirgân'da bir akĢam vakti. Talia son çayını içiyor. "Hiç unutmadım ki o günü. Hiç unutmadım." "Evet hiç unutmadın. ReĢat'ın kaçtığına üzülmüyordun as-lında. Hatta için için seviniyordun buna. Senin asıl üzüldüğün, benim ReĢat için kahroluĢumdu. Benim acıma bile saygın yoktu senin. ReĢat'tan boĢalan yeri almak istiyordun sen. Ġnsan müna-sebetlerine hep bir iktidar meselesi gibi bakıyordun çünkü. Yal-nızca bencil duyguların, o bir türlü doymak bilmeyen sevilmek ihtirasın vardı. ReĢat'ın yokluğundan yararlanmak istiyordun. Ondan boĢalan yeri almak istiyordun. Bunun için her yolu dene-din, her yola baĢvurdun. En sonunda.. .en sonunda bütün mücev-herlerimi çaldın! Sen çaldın! Onları ReĢat'ın çalıp kaçtığı intiba-ını uyandırmaya çalıĢtın. Böylelikle ReĢat'tan nefret edeceğimi
88 ' 89
umdun. Oysa yalnızca basit bir mücevher hırsızı oldun! Pis bir entrikacı!" (Nasıl acımasızsın anne. Ne çok Ģey konuĢtuk bugün. Ne kadar açık açık konuĢtuk. Evet, ben deĢmeye gelmiĢtim. Söylen-memiĢ hiçbir Ģey kalmasın istemiĢtim. Hiçbir satır arası, hiçbir parantez içi... Hiçbir Ģey karanlık kalmasın. Her Ģey ama her Ģey söylensin. Oysa gene ben yaralandım.) "Daha fazla ısrar etmeyeceğim anne. Nasıl bilmek istiyorsan öyle bil. Bu seni mutlu edecekse. Az ötede otobüs duruyor. Fatma Aliye iniyor. KöĢedeki ba-haratçıya giriyor. Sonra çeĢmenin oradan yokuĢa kıvrılıyor. Re-ĢitpaĢa'ya doğru çıkmaya baĢlıyor. Ardından koĢuyor Talia. (Ne diyecek?) ÇeĢmenin önünde duruyor Talia. Uzun uzun ablasının ardından bakıyor. Nasıl seviyor Ģimdi onu. Nasıl seviyor. Fatma Aliye gözden yitiyor. "Peki ya bu sabah nasılsınız Server Nüvit PaĢam?" "Hamdolsun iyiyim kızım. Dün gece yatarken hiç uyuyama-yacağımı sanıyordum. Bu akĢam ise hiç uyuyamadan öleceğimi düĢünüyorum..." "Böyle düĢünmeyiniz PaĢa Dedem. Daha uzun yıllar yaĢa-yacaksınız siz. Siz ve bu konak. Daha uzun zaman. Duyuyor musunuz Server PaĢa? Server PaĢa! Gene dalıp gittiniz. Dalgın-lığın o uzun yolculuğuna çıktınız gene. Kendinize upuzun bir duvar örüp ardına çekildiniz. Her Ģey yıkılıp dağılırken, bu ko-nak, bu Ģehir darmadağın olurken, ne sizin, ne de kızınız Afife ReĢat Hanımın duvarları nedense bir türlü yıkılmıyor. Bense uzun bir yolculuğa çıkıyorum yeniden. Anlıyorum bu konakta yerim yok benim. Hiçbir zaman da olmadı. Bahçeyi yeniden onarıp yaz akĢamları yemeği dıĢarıda yiyebilirsiniz artık. Oysa bu bahçe dört kiĢilikti ve bana hiçbir zaman bu bahçede yer ol-madı. Ben her zaman bu bahçenin ayrık otuydum. Ve anladım ki, hiçbir zaman anne olamayacağım gibi, hiçbir zaman da bir annem olmayacak benim. Bu gerçeği öğrenmek için tam yirmi yedi yıl bekledim. Ve Ģimdi yalnız ve dul bir kadın olarak ne ana, ne evlat olamadan yeni bir hayata baĢlayacağım..." "Nerime Sultan gelecekti bu sabah. Doru atlar çekiyordu arabasını. Feracesini açtı. Saçları döküldü omuzlarına..." "Bu mantoyu da bırakacağım. Bu evin yeni bir anısını taĢı-mak istemiyorum sırtımda. Geldiğim gibi gitmek istiyorum. Hiçbir yeni anı edinmeden, edinemeden... Bu yepyeni mantoyu, Ģu eski, Ģu yaĢlı sedef kakma sandalyenin üzerine bırakıyorum." "Heyy! Ne yapıyorsun sen? Niye örtüyorsun Nerime Sul-tan'ın üstünü?" "Allahaısmarladık Server PaĢa! Allahaısmarladık!" Fatma Aliye büsbütün gözden yitti. Talia yokuĢun baĢında uzun uzun durdu. Bir kez daha ne zaman görecekti Fatma Ali-ye'yi? Ne zaman? YokuĢtan alımlı, genç bir çocuk iniyordu. Kvpkvvvrcık saçları vardı. Ġncecikti. Ayağında mor bir Ģalvar-pantolon, sırtında sıfır yaka bol bir tiĢört, ayağında sandaletler, salına salma iniyordu yokuĢu. Kahveden birkaç delikanlı çıktı. Ardından bağırdılar: "Ulan ibne Muhittin! Öteki kulağını da biz keseceğiz puĢt! Mahallenin adını rezil ettin orospu dölü!" Eli belinde ardına döndü o genç çocuk. Gözleri kinden, nef-retten yontulmuĢtu sanki. YemyeĢil bir zehir gibi baktı. (Gözleri boyalıydı, gözakları torbalanmıĢtı) Sonra jilet keskinliğinde bir sesle konuĢtu: "Merak etmeyin mahallenin sikleri! Ġki üç ayım kaldı bu çöplükte. Sonra hepten gidiyorum..." Talia gözleriyle izledi onu, paylaĢtı. Sonra ardına döndü ço-cuk, yokuĢu inerken, dükkânların önüne insanlar doluĢuyordu. Muhittin dedikleri çocuk Taksim dolmuĢuna atladı. Saffet Ham-di Bey son anda gördü onu, kahveden dıĢan fırladı. Bir dolmuĢa bindi. Talia: "Boyacıköy'e kadar yürüyeyim. Oradan binerim," de-di. "O geceki gibi..."
90 91
CAM KIRIKLARI
"Devrimci Saflarımız Bir Neferini Daha Yitirdi KANI YERDE KALMAYACAK Kahpe kurĢunların yaraladığı ĠSHAK TUNCER'i kaldı-rılmıĢ olduğu ÇAPA DEVLET HASTANESĠNDE yitir-dik. Anısı hepimize önder olsun. Devrimci ArkadaĢları" KuntlaĢtı Fatma Aliye. Atıverdi gazeteyi elinden. Yüreği kı-yıldı. Pencerenin önünde uzun süre kalakaldı. "Gitme Talia. Bana bakma sen. Eskisi gibi değilim artık. Hemen öfkeleniveriyorum. Sinirlerime hâkim olamıyorum. YaĢ-lanıyorum ondan herhalde. Gitmeyeceksin değil mi?" SusmuĢtu uzun süre, iyicil bakıyordu. Udun üzerinde buluĢ-muĢtu elleri. Kısa ama dopdolu bir andı. "Uyumak istemiyorum. Bu gece Yıldız'a gitmek istiyorum. Sarayda Karagöz varmıĢ. Nerime Sultan çağırtmıĢ beni. O gel-mezse seyretmem diyormuĢ. Gideyim mi Afife? Götürür mü-sün?" "Ne zaman kaldırılacakmıĢ cenazesi?" "Yarın öğle namazında." (Ne çok kurban veriyoruz) "Konağın üzerindeki ipoteği kaldırmıĢsınız. Parayı nerden buldunuz?" dedi Madam Ester. Uzun uzun susmuĢtu Fatma Ali-ye. Gözlerini iyice önüne eğmiĢ, yalnızca, "Bulduk," demiĢti. "Ne zaman gitti anne? Niye engel olmadın?" "Görmedim ki gittiğini. Mutfakta Server PaĢanın çayını ha- 95
zırlıyordum. O aralık gitmiĢ olsa gerek. Bir ara Server PaĢanın yüksek sesle bağırdığını duydum. Her zamanki nutuklarından biri sandım. Salona geldiğimde Talia yoktu. Server PaĢa, elinde senin manton, sandalyenin baĢında her zamanki mutat konuĢma-larından birini yapıyordu. "Talia nerede?" diye sorduğumda beni duymadı bile. Odasına çıktığımda, eĢyalarını toplamıĢ, bavulunu alıp gitmiĢti. Yatağında ise kolu kopuk bebeğiniz yatıyordu." "Dilara!" "Bebeğin göğsüne bu kâğıdı iliĢtirmiĢti, al oku." " 'KONAĞINIZ NE SATILACAK NE DE YIKILACAK. HĠÇ OL-MAZSA ġĠMDĠLĠK.' Ne demek oluyor bu anne?" (Baharatçıya uğramıştım o gün. Senin sevdiğin baharatlı şe-kerlerden almıştım. Sevindirmek istemiştim seni.) Her göğüste, her yakada Ġshak'ın gülen resimleri... Nasıl yiğit, nasıl dikbaĢlı, nasıl onurlu... Nasıl da gülüyor ölüme, hayata, her Ģeye. Devrim andı içmiĢlerdi cenazede. Afife ReĢat Hanım, Pey-ker Kalfa'nın koluna girmiĢ, onu ayakta tutmaya çahĢıyordu. Peyker Kalfa titreyen sol kolunu kaldırdı. Afife ReĢat Hanım da kaldırdı. Sol yumrukları havada resimleri çıktı ertesi gün gazetelerde. "Ġlkin ben de bir Ģey anlamadım. Bebeği elime alıp uzun uzun düĢündüm. Bir Ģey demek istiyordu besbelli." "Peki çözebildin mi bu tuhaf bilmeceyi?" "Bunca yıl bu bez bebekle en büyük sırrını paylaĢmıĢ me-ğer." "Nasıl bir sır bu anne?" "Siz çocukken bir masal anlatırdım size hani... Annesini çok seven, onun kucağından hiç inmek istemeyen bir çocuğun masalıydı bu." "Hatırladım anne. Bize mesafeli sevmeyi öğretmek için an-latırdın bu masalı..." Sesi darmadağın Fatma Aliye'nin. Sesinde cam kırıkları. Masalların en ağulusunu anlatırdı annesi. Hep sınırlar, mesafe- ler, dersler, kıssalar... Ne yazık Talia, çok erken farkına varmıĢtı bunun. (Sen gittikten birkaç gün sonraydı Talia. Bir sabah gene o pencerenin kenarındayken, ansızın her şeyin bittiğini fark ettim. Benim için her şey bitmişti artık. Durup dururken hissettim bu-nu. Acılarıma katlanamaz olmuştum. Hiçbir şey kalmamıştı be-nim için. Büyü bozulmuştu. Bütün hayatım için uydurduğum bü-yü. O cam vitrine saldırdım. Sakin miydim, öfkeli miydim ger-çekten bilmiyorum bunu. Kararlaştırılmış, tasarlanmış bir şey de olabilirdi bu. Apansız gelen bir delilik de... "Bir daha rüyalarıma hiç girmeyeceksiniz," dedim. Oturma odası darmadağındı az sonra. Her yer cam kırığıy-dı. Hepsini kırdım. Kırdım bütün tabaklarımı. Sonra çok uzun, upuzun ağladım. Hıçkıra hıçkıra... Annem çok korkmuştu benden.) "En sonunda çocuk annesinin göğsünü yarıp içine saklan-mak isterken, istemeden de olsa annesinin ölümüne sebep olu-yordu." "Bu olayla ne ilgisi var bu masalın?" "Sonunda akıl edip bebeğin göğsünü yardım. Çaputlann ve samanlann arasından on yıldır kayıp olan mücevherlerim çıktı ortaya. Beni kazanmak için çaldı o mücevherleri. Ve bir bebeğin göğsüne gömdü bütün umutlarını..." "Geldiğinde sırtında bir mantosu bile yoktu. Utanıyorum an-ne! Çok utanıyorum!" "Yarın mücevherleri satıp, konağın üstündeki ipoteği kaldı-ralım. Bu konağın satılmasını istemiyorum, hiç olmazsa Ģimdi-lik." "Nasıl istersen anne." "Yarın bir de bahçevan tutalım." "Bahara bıraksak anne. Nasıl olsa kıĢ geliyor, bahçe diril-mez." "Haklısın kıĢ geliyor. Bahçeyi bahara bırakalım. Hiç ölme-yecekmiĢ gibi her Ģeyi yanna bırakıyoruz zaten. Ama bu sefer
96 97
hiç olmazsa yıkık duvarını onaralım bahçenin, kapısını yenileye-lim. .. Bu iĢi olsun hemen yapmalıyız, baharı beklemeden..." "Nasıl istersen anne, nasıl istersen..." "Bu hafta sonu Peyker Kalfalara gitmeyeceğim Fatma Ali-ye. Ne zamandır kapalı kalıyorsun hafta sonlan. Çık gez bu se-fer. Beyoğlu'na sinemaya git istersen." (Annem bir hafta sonu için bana armağan ettiği Beyoğlu si-nemalarının hâlâ eski hallerini koruduğunu sanıyordu. Gecik-miş, uzak bir armağandı artık.) "Bu gece sen PaĢaya ut çalarken, ben de dinleyeceğim. Belki bir kadeh rakı bile içerim..." "Tabii anne. Sen de dinle. Senin için de söylerim bu gece. Gör bak, ne güzel meĢk edeceğiz. Ġstersen, istersen her gece ut çalarım sana..." "Talia'nın odasını da hiç bozmayalım gene. Olmaz mı?" "Olur anne, olur." "Kandili söndürme Afife!" "Söndürmüyorum baba. Bugüne kadar hiç söndürdüm mü? Niye her akĢam, 'söndürme' diyorsun?" "Bilmem! Kandil yansın. Sabaha kadar yansın. Her gece yansın. Bütün kandiller yansın. Belki sabah...sabah bir yerlere gidebilirim." (işte böyle Talia. Çok zaman geçti aradan. Bir daha arama-dın. Belki duymuşsundur konağı sattık. Bayrampaşa'ya taşındık. Bir apartmanın birinci katına. Server Paşayı zor kandırdık. "Seni Nerime Sultana götürüyoruz," dedik. Gönlü olsun diye bir fayton kiraladık. Köşenin başına kadar faytonla gitti. Halimizi görecektin. Bayrampaşa'ya alışamadık. Hâlâ da alışamadım Ta-lia. Sonbaharda Server Paşayı yitirdik. Çok ağladım bir bilsen. Onu da babamın yanına gömdük. Annem de çok kötüledi. Sana söylemek istemezdim ama bilmende yarar var, anneme felç geldi. Bütün gün öylece oturuyor. Babasının öldüğü gece Nerime Sultanın sandalyesine oturdu. O gün, bu gün bir tuhaf. Kendi adıyla seslenilince dönüp bakmıyor da "Nerime Sultan" diye seslenince gözlerini aralayıp başını çeviriyor. Bilirsin Server Paşa da Nerime Sultan öldükten çok sonra duyduğu bir şarkıyı, Nerime Sultanla kendisinin aşk şarkısı zannediyordu. Sen geldi-ğinde de çalmıştım hani o sultaniyegâh'ı. Madam Ester de artık dükkâna hiç uğramıyor. O ağır kadife perdeleri bütün gün çekik evin içinde oturuyor. Her gün süsleni-yor, boyanıyor, takıp takıştırıyor. Nasıl da şişmanladı bir gör-sen. .. Evin içi tüllerle, kedilerle, dolu. Şimdi de arada bir ona ut çalıyorum. Benim kaderim de buymuş demek. Bir elimde ut or-dan oraya hicran taşıyorum. Madam Ester için de çok üzülüyo-rum. Dükkânın da eski müşterisi kalmadı, eskisi gibi iş yapmı-yor. Eski istanbullular da unuttu bizi. Yoksa onlar da mı, ağır kadife perdeleri bütün gün çekik evlerinde oturuyorlar? Ya da annem gibi bütün gün duvara bakıp, sedef sandalyelerde ölümü mü bekliyorlar? Hiç anlamıyorum Talia. Hiç anlamıyorum. Çok özlüyorum seni. Hep seni düşünüyorum. Bir gün adresini bulur-sam, bu mektubu yollayacağım sana. Artık dönmeyecek misin Talia? Artık dönmeyecek misin? Ne kadar yalnızım bir bilsen. Sana ne kadar ihtiyacım var. Ne olursun dön artık. Yapayalnı-zım Talia. Çok yalnızım.) '-" ■■■■■■■■';'iv>'j;' 1980
98 99
çc
SINIR İKLİMİ
"İnsan kaç hayat yaşarsa o kadar ölümle ölür" Oscar Wilde
Binlerce göz var üzerimde, dıĢarının binlerce gözü. Bura-dayken (tapınaktayken) bile dıĢarıdan kurtulamıyorum. (DıĢansı içimizde galiba. En ucuz, en düzayak bunalım romanlarının ger-çekleriyle iç içeyiz. Hiçbiriyle yüzleĢemeden, hiçbirini aĢamadan) Binlerce cam göz var tepemde. Burada her Ģey buğu için-deyken bile bir tek onlar görünüyorlar. Uzun uzun gözetliyorlar bizi. (Her an gözetleniyoruz. Kimsenin olmadığı yerde bile ken-dimizi nöbetçi bırakıyorlar baĢımıza) Belki de büyü yapıyorlar bize. Bu gözler buranın büyülü burgaçları (çocukluğum boyu baktığım her duvarı, bir elin ayasına yerleĢtirilmiĢ kutlu bir göz korurdu, çocuk omuzumda mavi gözler sallanırdı; oysa bedenim yı-kık bir duvar Ģimdi...) Burada bile onlar var. GöbektaĢının üzerine uzanır uzanmaz gövdemi delici bakıĢlarıyla süzüyorlar. (Ben bu göbektaĢının bir göktaĢı olduğunu düĢünüyorum. Bizim Hacer-ül Esvedimiz. Çevresine duvarlar çıkılarak korunmuĢ, buğulanmıĢ tavaf yeri-miz) Onların delici bakıĢlarıyla beni süzdüklerini gördüğüm an-da, aĢağılanmıĢ hissediyorum kendimi. Ansızın uyanıveriyorum daldığım uykudan. (Bütün bu yaĢadıklarımın bir düĢ olmasını is-tiyorum. Böyle düĢünmek rahatlatıyor beni. Onurumu geri veri-yor. Utancım hafifliyor. Arınıyorum. KeĢke bütün yaĢadıklarım bir düĢ olsaydı, . uzun, sancılı bir düĢ...) 107
Bu cam gözler, bu delici bakıĢlar gövdemi didikliyorlar. Kendimi Prometheus'a benzetiyorum. Hâlâ niye buraya geliyo-rum? bu ölü kayalarında iĢim ne? burada ne arıyorum? bilmiyo-rum. Bildiğim tek Ģey Prometheus'un kayalara zincirleniĢi gibi, ben de bu göbektaĢına zincirlenmiĢim. (EĢcinsellik, Kafdağmın arkası. Herkes için böyle bu. Herkes bu konuda pek rastgele fi-kirlere sahip. Hatta bütün bildikleri batıl itikat düzeyinde. Ya bizler? bizler ne kadarını biliyoruz kendimizin? Hiç kimsenin yaĢamadan bilemeyeceği bu gizli memleketin bizler ne kadar yerlisi sayılırız ki?) Her kurnadan buğulu sular yükseliyor, her Ģeyin üzerini örten, gizleyen, ya da açığa çıkaran. Ben Konser-vatuvar sınavlarına hazırlanıyorum. Elimde Zincire Vurulmuş Prometheus. YaĢadıklarımızın sisini koyultuyor bu buğular, ya-Ģadıklarımıza izlenimci bir uzaklık katıyor. (Kafdağının ardındaki tapınak burası. DüĢüĢün tutkusu Kafdağının ardındaki tapınağa dek getirip bıraktı beni. Acılarım, korkularım bir Zümrüd-ü Anka kuĢu gibi yükseltti, yüceltti beni, kanat çırptı altımda; ben, beni aĢtıkça. Sonunda buraya getirip bıraktı. Sınav üstelerinden savrulmuĢ adımı hayatın künyesine geçirdim, yorgun ve yaĢlı bir Prometheus olarak. BaĢımda geniĢ siperlikli büyük siyah Ģapkalar, boynumda kırmızı bir fular uçuĢuyor, ellerimde uzun eldivenler. Sinema gi-riĢlerinde bekliyorum. Kendini giyinmiĢ bir heykel gibi dikiliyo-rum kapının giriĢinde. Alaycı gülümseyiĢler değip geçiyor bana. Hiçbir Ģey ulaĢamıyor artık. Kırmızı fularım boynumdan aĢağı-ya doğru akıyor) Gövdem didik didik edilmiĢ, (yüzlerce insan benden bir par-ça kopardı gitti) Parçalarımı bütünlemek istiyorum. Kendimi çıkarmak istiyorum ortaya. (Bir cenneti ararken, bir cenneti yitirdim. Artık masum deği-lim. Değiliz. Hiç kimse...) Parça parça yaĢıyorum artık. Her Ģeyin sırası değiĢiyor ka-famda. (Ne, neden önceydi? ne, neden sonra? Artık bunun da bir önemi yok. Hiç yineleyemediklerimizle, hep yinelediklerimiz arasında gidip geliyor hayatımızın sarkacı) Hep sabah olsun istiyorum. Neyin sabahı? ne sabahı? bilmi-yorum. Yalnızca hep bir sabah özlüyorum. Bir eski Türk filmi geliyor aklıma: Sabah Olmasın (Mutlu geceler de var demek, sa-bahı reddeden mutlu geceler, Ömrümün Tek Gecesi gibi) Çocuk-luğumda, ilk gençliğimde beni besleyen, ağladığım, üzüldüğüm, sonraları küçümsediğim filmlere dönüyorum yeniden. Eski du-yarlıklarıma iltica ediyorum (Ģimdi mezatlarda bekleyen elden düĢme duyarlıklarıma). O zamanlar masumdum. Yalnızca ma-sum. Ve baĢkaca hiçbir Ģey değildim. YaĢamak kirletti beni. Her arayıĢ biraz daha kirletiyor insanı. Artık düĢlerini de yitiriyor in-san, düĢ kurma hakkını da... DüĢ kuramayacak kadar çirkefe ba-tıyor çünkü. Bütün düĢler anlamını yitiriyor. Lekeli Kadın diye bir film vardı hani. (Neriman Koksal mı oynamıĢtı?) Neriman Koksal, her filminde erkeklerden büyük intikamlar alırdı. Uzun boylu, alımlı, görkemli bir kadındı o. Er-kekleri kendine sırılsıklam âĢık eder, sonra da mahvederdi. An-nem ne çok severdi Neriman Köksal'ı. Her filmine koĢarak gi-der, her filminde nedense hüngür hüngür ağlardı. Ah, annem için olsun, bir kez "Lekeli Kadın" olabilseydim; yarım kalmıĢ bir intikamı tamamlayabilseydim. Oysa sulugözlü, sümüklü, düĢmüĢ ve yaĢlanmıĢ bir ibne eskisiyim Ģimdi. Üstelik ukala ve entelektüel. Hepsi bir arada olunca ne kadar korkunç bir tablo çıkıyor ortaya! Gün günden daha çok kilo aldım. Her yanım yağ bağladı, saçlarım döküldü, gözlerimin altı torbalandı, çürüyen bir enkaz haline geldim. Bir cinsel enkaz. PorsumuĢ yüzümde epeydir ölümün gölgesi dolaĢıyor, biliyorum. Beynimin içinden uğultularla cehennem sarkılan geçiyor, cinnet Ģarkıları geçiyor. Yüzüm seğiriyor sürekli, yüzüm seğiriyor. Bu cam parçalan gökyüzüne dağılmıĢ binlerce göz gibi. Sü-rekli beni gözetliyorlar. (Bu kubbeyi de delik deĢik etmiĢ Tann.
108 109
Her tapınağın kubbesinde sonsuza dek yaĢasın diye korkusu) Ben hep gözetlendim zaten. Ömrümce gözetlendim. En çok da kendi kendimi gözetledim. Didiklercesine gözet-ledim. Soluk aldırmadım kendime. Hayatım boyunca "tipimle" savaĢtım. Ġnsanlara, benimle, bedenim arasında bir ayrılık oldu-ğunu, ikimizin aynı Ģey olmadığını anlatmaya çalıĢtım. Bede-nimden baĢka bir ben vardım. Bu yüzden yenildim, bu yüzden baĢarısız bir oyuncu oldum. Bir oyuncu eskisi! Artist kahvele-rinde rol dilenen acıklı Hamlet! Yitik Ofelya'sını içinde taĢıyan yorgun Hamlet! (Hiçbir zaman gerçek düĢüncelerimi söyleye-medim insanlara, düĢündüklerimi yapamadım. Hep erteledim, hep yarına bıraktım. Hep uzlaĢtım onlarla. Hayatım boyunca sa-vaĢmam gereken insanlarla barıĢık yaĢadım. Öyle bir yere gele-cektim ki bir gün, artık gündelik hayatımda hiç yalan söyleme-den, hiç ikiyüzlülük etmeden, hiç ödün vermeden bütün düĢün-düklerimi söyleyecek, dahası gerçekleĢtirecektim. Oysa hiçbir zaman o gün gelmedi, o yere gelemedim. (Ham-let sahnelerde kaldı) Sonunda gerçekten yitirdim sahiciliğimi. Her Ģey içimde kaldı. Küflendi. Ġnsanlar beni sığ ve kiĢiliksiz buldular. Haklıydılar. Ġkiyüzlülüğüm de doğrudur. UzlaĢmacılı-ğım da. Ama Ģimdi artık bunların ne önemi var? Ne de olsa ben bir kumpanya Hamlet'iydim. Türkiye nüfusuna kayıtlı Hamlet. Hiçbir eleĢtirinin beni onaracak bir yanı kalmamıĢtı. Çünkü ben her Ģeyin herkesten önce öylesine farkındaydım ki...) Anadolu turnelerinde, kanto aralarında Hamlet'ten tiradlar okurdum. (Hemen herkes sınava Prometheus'la hazırlanmıĢtı) Yine de ömrümün en güzel yıllarıydı onlar; Hamlet olurdum çünkü, Hamlet! Seyirciyi unutur, hıçkırıklar içerisinde tiradımı sürdürürdüm. Zaten seyirciyi unutmadan yapılabilir miydi böyle bir Ģey? Hamlet de ağlar mı canım? demiĢlerdi. Ağlardı. Ağlıyordum. Bir dansöz Müberra vardı. Ġnce, çekik gözlü, geniĢ yanak-lıydı. Tatar Müberra derlerdi. Ebe okulundan ayrılmıĢ, dansöz olmuĢtu. Ġyi kızdı, yumuĢacık bir yüreği vardı. Onun bunun sö-küğünü diker, hiç konuĢmadan içki içerdi. Her gece beni sahne arkasında ağlayarak dinlerdi. Anlamazdı, ama ağlardı. Demek ki Hamlet'te ona kederini hatırlatan bir Ģey vardı. (Ben de aslında her gece Tatar Müberra için oynamıyor muydum?) Kimse niye ağladığını bilmezdi onun. Zaten hangimiz kederimizin sırrına varmıĢtık ki? Burası gitgide buğulanıyor. Camların ayrıntısını görmemi engelliyor buğular. Beni gözetleyenlerin gözlerini görmeliyim. Gözlerindeki korkuyu, dehĢeti, ürküntüyü. Yoksa hiçbir Ģeyin farkına varamam. Ahh korkularımız!., anlamadan korktuklarımız... kurnalar yılan yatağı, sular denize uzak. Ģehrin gürültüsün-den uzak dinlence evleri, herkesin sığındığı bir ada var. bir yaĢa-ma direnci, yerüstünden artırdığımız bir yeraltı. buzlu camlar bunlar, hamamın kubbesine dağılmıĢ binlerce buzul göz, acımasız buzullar, hamamı örten aysberg, aysbergin altında soluk alan buğulu hamam, acımasız buzullar, çağrıĢım yüklü bulutlar gibi bu cehennemin gökyüzünde. DıĢarı. DıĢarısı. Ne kadar korkunç, ne kadar yaralayıcı bir sözcük bu! (Beni en çok hırçınlaĢtıran Ģey, dıĢarıda bırakılmamdı. Bir günün, bir ola-yın, bir toplantının, bir birlikteliğin dıĢında bırakılmam. Bütün insanların bana yabancı olması, bana yabancılığımın duyumsa-tılması. Birçok kez bu yüzden cinnet dolaylarında kırgınlıklar yaĢamadım mı, kimsenin anlamadığı...) DıĢarı. DıĢarısı. En dıĢarı. En büyük özgürlükleri yaĢadığım, ya da yaĢadığımı sandı-
110 111
ğım bu hamam (memleketim) bir hapishaneymiĢ meğer, öyle mi? Bir hücre bu göbektaĢı? Öyle değilse bu gözlerin, bu kubbe-nin, bu korkunun ve dıĢarısının ne anlamı var? (her yanm-pörçük özgürlük bir yanılsama... ve her yanılsamaya bir günah duygusu bulaĢmıĢ...) Her Ģey bir yanılsama madem, her Ģey bir oyun, her Ģey bir tören, bu hamamın gerçeği niye yok sayılsın? Biz dıĢarıda en büyük yalanlan yaĢarken, bu hamamın arıttığı, ıĢığa çıkardığı bir Ģey yok mu gene de? Kutsal bir Ģey. Sağlıklı bir Ģey. En çıp-lak gözle görülen... Ölüme en yakın yer, en hızlı yaĢanmıĢ hayatla kazanılıyor. Ahh keĢke tanrıya inansaydım. Ona bu kadar yaklaĢmıĢken... Bir imge sağnağı altındayım. (Ölüme de, sanata da en yakın yer) Belleğimde, bu hamamdan geriye bir sürü görüntü kalıyor. DeğiĢik zamanlarda, değiĢik kiĢilerle yaĢanmıĢ bir sürü görün-tü... sonra bir gün, bir gece yarısı, yataktayken, yüzükoyunken, sürtünüyorken, yüzlerce görüntü ansızın art arda üstüme boĢalı-yorken, ben boĢalıyorken... burayı hep kutsal bir yurtsamayla anmıyor muyum? Ġmgelemimin sonsuz kaynağı burası, (hayatı burayla sınırlar oldum) DıĢarıdayken burayı anıyorum (bu sığı-nağı, savaĢlardan firar ederken) Burada yaĢanan çılgınlığı, kısa devre yaĢanmıĢ bu çılgınlığı (mutluluğu) özlüyorum. Burada her Ģey ne kadar kolay. DıĢarıda bize hayatı zindan eden dokunmak, alabildiğine serbest burada. Dokunmak ve baĢkaca hiçbir Ģey değil. Hiçbir Ģey tam değil. Her Ģey sonsuz bir parçalanma içeri-sinde. Buzullarımız prizmalarda binlerce görüntüye bölünüyor. DıĢarıda burayı yurtsuyorum. En yitik cennet gibi. Bu çirkinliği, bu yozluğu (bu dipdiri gerçeği) bir yaĢama bi-çimine dönüĢtürmedim mi? (dönüĢtürmedik mi?) bayağılaĢma-nın sınırsız güzelliği, çekici büyüsü benim yaĢama biçimim ol-madı mı? DüĢmek, alabildiğine düĢmek, en uç noktasına dek düĢmek; bayağılaĢmak; gülünçle, acıklının artık ayırt edilmediği güzelliğin o mutlak noktasına varmak. Ahh iĢte orada ölüm! Na-sıl da göz alıcı! Cana kıyıcı ve yaĢam dolu! BayağılaĢmak insanı popüler kılıyor. Yalnızlığından kurtarı-yor. En mutlak yalnızlığı, en büyük, en geniĢ kalabalıklarla yaĢı-yorsunuz. Herkes bayağı olana ilgi duyuyor, onunla ilgileniyor. En kutsal kalkanlarını kuĢanarak sokuluyor bayağının yanına. Bu sonsuz alayın (hayranlığın) gizlediği özlemi en çok, alay edi-len bilir. Bu hayat insanı ermiĢ ediyor. (ĠtilmiĢlik ermiĢ ediyor insanı, hayatın sırrına yaklaĢtırıyor) Celladını da anlıyor insan. Avını da, avcısını da. Ona da acıyor. Kendine yöneltilen bütün tepkilerin içerdiği o topal savunma duygusunu tanıyor. Unutul-muĢ bir çocukluk gibi çevredeki bütün insanlar, bütün kahkaha-lar ve Ģiddet... Off! GöbektaĢına uzanmak beni yeniden içhesaplaĢmalara sürüklüyor. DüĢünmeye itiyor beni. (Oysa bir ermiĢ düĢünmez artık. Kendisi baĢlı baĢına bir düĢüncedir.) DüĢünmek istemiyo-rum artık. Hiçbir Ģeyin farkında olmak istemiyorum. Kendimi didiklemek istemiyorum. Herkes kendi deneyimleriyle ölüyor nasılsa. Burayı seviyorum. Doludizgin yaĢıyorum burada. Dü-Ģüncemin hızı kesilsin istiyorum. DüĢüĢümün hızı kesilmesin is-tiyorum. Birkaç kez...birkaç kiĢiyle...herkesin gözü önünde... özellikle herkesin gözü önünde...göstere göstere...bir bedel gi-bi...bir giz gibi...kendimi gözetleyebileceğim en yüksek yere çıkarak, kendimi hiç denetlemeden ve en çok denetleyerek çırıl-çıplak bir gerçekliği yaĢıyorum. (Bir gerçeklik yanılsaması için-deyim. Her Ģeyi gerçek sanıyorum, gerçeklik sanıyorum. Her mutsuzluğu faĢizm sanar olduğum gibi. Kendimi seyrediyorum en eleĢtirel bakıĢlarımla, en yüksek yerden. Ve mutlaka kahka-halarımda zafer naralan bulunmalı. En küçük ayrıntılarda büyük hayatlar buluyorum. Büyük romanlar; her hikâye bir roman ar-tık. Her roman parçalanmıĢ meseller... BeĢ yüz yıllık bir roman burası. (Tarihi eser sayıldığı için yıktırılmıyormuĢ, Tarih yıktınlmıyor.)
112 113
GöbektaĢının çevresini alıyor binlerce kiĢi. Ben tam ortada uzanmıĢ yatıyorum. Herkes bana bakarak, kendi kendini çeki-yor. Ġnsanların baĢları görünüyor birbirlerinin omuzlan üzerin-den. Solumalar yükseliyor dört bir yandan ilahi bir koro gibi. Sonra üzerime bir yağmur iniyor. Gözler deliniyor. Gözlerim deliniyor. Ben yoruluyorum. Sürekli bir yorgunluk hali bu. Yor-gun öleceğim. Sürekli Mahler çahnmalı bu hamamda. Ġlahiler okunmalı, ezgiler. Kimse konuĢmamalı, hiç kimse! Bütün sözcükler unu-tulmalı. Tek dil, ten olmalı, dokunmak. Bu büyük kıyamet tiyat-rosunu binlerce insan izlemeli. BaĢrolde ben oynamalıyım. Bir Fellini kahramanı olan ben. Binlerce insan doluĢmalı Aspen-dos'a. Çığlıklar atmalılar (otobüs kuyruklannda atamadıklan çığlıklan) Herkes Prometheus olmalı. Herkes Konservatuvar sı-navlanna girerek kendine uygun oyunlar, kendine uygun roller bulmalı. "En çok bu rolü oynamak istiyordum ben," demeliyim. Kendimi bulmalıyım. "Bütün oyunculuk hayatım aslında bir ya-landı," demeliyim. Oyunun adı "Kutsal Tragedya" olmalı. Altın-da da küçük bir ayraç içinde "Üç Perdelik Komedi" yazmalı. Bütün oyunu azizler oynamalı, ermiĢler. BaĢlannda hamamın buğusundan yapılmıĢ aylalar taĢımalılar. Oyunun sonunda Mer-yem Ana çıkmalı sahneye, "Ben bu hamamın sahibesiyim," de-meli. Sonra bütün ermiĢleri Ģefkatiyle öldürmeli, iğdiĢ etmeli. Korodan ilahi sesler yükselmeli. Ve oyun öylece bitmeli. Hiçbir Ģey olmadan. "Ben bu hamamın sahibesiyim," Bu sözü artık hiç kimse söylememeli. Evet bu dört köĢe göbektaĢı, bu yuvarlak kubbe benim için kutsal bir tapınak (nereden çıktığını hiç anlamadığım bu akasya kokuları) Bu göbektaĢı ise bir sunak benim için, bir adak yeri. Üzerine bir kurban gibi upuzun yatıyor ve beni gözetleyen bin-lerce alıcı kuĢa açıyorum bağnmı. Biliyorum delik deĢik olaca-ğım. Çok acı çekeceğim. Çınlçıplak kalacağım. Ağlayacağım. Saatlerimi, boyunbağlanmı, paralanmı çalacaklar. Ġntihara kal-kıĢacağım. ÂĢık olacağım. KarĢılık görmeyeceğim. Ġçkiye vura-cağım kendimi. Rezil-kepaze olacağım. Otobüslerde, sinemalar-da onun bunun önüne yaslanıp kıçımı kıvıracağım. Umumi hela-larda açılan fermuarlan gözetleyeceğim. Ġnsanlann benimle ya-tabilmek için geberene kadar sarhoĢ olmalannı bekleyeceğim. Açılanını unutturacak kadar çoğalacak utancım. ĠĢte o zaman her Ģey eskisi gibi olacak. Unutacağım. Unuttum sanacağım. Sü-müğümü çeke çeke her akĢam meyhanelere koĢup aydınlanınız, yazarlanmız, sanatçılarımız arasında baĢka bir ikiyüzlülük yaĢa-yacağım. (Kimse az önce nereden geldiğimi bilmeyecek, saçım-dan boynuma akan ıslaklığın nedenini sormayacaklar.) En çok çıkan kitaplan tartıĢacağız, yeni filmleri konuĢacağız, arsız Ģa-kalarla reklamcılardan reklam filmlerinde iĢ isteyeceğim, yönet-menlere sırnaĢıp rol dileneceğim -Türk Sinemasının kanını de-ğiĢtiren yeni yönetmenlerden, eski kurtlardan-, tiyatroda dikiĢ tutturamamıĢ kimi yeteneksiz ama gözleri solculuktan kan çana-ğına dönmüĢ tiyatroculann yanına iliĢip alkollü soluklanna gö-müleceğim; yönetmenlere, aktörlere, herkese herkese yağ çeke-ceğim. Hiç kimse beni ciddiye almayacak, ben hiç kimseyi cid-diye almayacağım. Toplum sorunları konuĢulacak, aydınlann ikiyüzlülüğünden dem vuracak herkes; Küçük burjuva kaypaklı-ğından yakınılacak; Herkes birbirini çekiĢtirecek, herkesin eme-ği, ürünü yağmalanacak, iki çift sözle ayaküstü yüzlerce insan harcanacak; Herkes kendini anlatacak ve yalnızca kendini dinle-yecek. Sonra herkes yalnız ve yaralı olarak evine dönecek, kim-se kimsenin yarasını sarmadan... YaĢayıp gideceğim iĢte, inatla, hınçla... Yazık olarak, heba olarak... (Hepimiz küçük ve ucuz soytanlarız gerçekte, küçük yetenekleriz. Ve ortalıkta bizden baĢka adam yok. Bütün köĢe-baĢlan tutulmuĢ ve kaç kuĢak insan öğütülüp duracak kim bilir?)
114 115
Ama Ģu da bir gerçek ki, hiçbir psikiyatr koltuğunda ya da kanepesinde burada olduğum denli rahat, huzurlu değilim. Bu denli gizli kapılarımı zorlayamıyorum. Kuytu, tenha köĢelerime bu denli rahat ulaĢamıyorum. (Demek hâlâ öğrenilecek yerlerim var. Kendime kalmıĢ el değmemiĢ bilinmezliklerim) Bu atmos-ferin kazandırdığı büyük bir içtenlik ve çıplaklık var. Bu göbek-taĢı bu yüzden bir sunak benim için. Bana kurbanlık bilinci taĢı-yor. Kendimin, ayrıntılarımın, yaĢadığımın, hayatın ve gerçekli-ğin ayırdına varıyorum. Her Ģey ıĢık altında kalıyor. Çiğ bir ıĢık. Kocaman gözlerimle yağmalıyorum yaĢadığımı. Daha yalnızlığa, daha yalnızlığa... Ģu kurnalarda kutsal sular duruyor. hepimizi hayata karĢı vaftiz ediyorlar. Bizi arıtan kutlu sular! Gövdelerimizin kezzabı! Biz kendini yakarak hayata karĢı bağıĢıklık kazananların kutsal tapınakları! Bedenimizin mezhebi mucibince çile çekiyoruz burada. Yeraltı suları bunlar. Bizler yeraltı insanlarıyız. Derin, çu-kur, gizemliyiz. Yeraltına itilmiĢ Ģeyler ne kadar korkunç tan-rım! Ne korkunç Ģeyler yapabiliyorlar, (bunlar da benim yeral-tından derlediğim notlarım) Kendimden ve onlardan çok korku-yorum. Nefretin bizi getirip bıraktığı cinnet sınırından çok kor-kuyorum. Bağrımızda korkunç iliĢkiler ve kötülükler barındırı-yoruz. Biz, Pandora'nın kutusundan dünyaya saçılmıĢ kötülükle-riz. (Her toplum bir Pandora kutusu. Kendi içinden çıkanlara ne-ler yapıyor. Kara kalabalığın kara töresi...) Biz kötülük tanrılarıyız. Buyurgan ve ezik. YaĢamın her anında her rolü üstlenebiliyoruz. Sinik, ürkek, korkak, hain, saldırgan, vahĢi, fedakâr olabiliyoruz. Bu yüzden yoğun, karmaĢık ve alabildiğine hain, mutsuz ve acımasızız. Çünkü yalnızız. Yapayalnız. Çünkü sevmeyi bilmiyoruz. Sevil-meyi de. Çünkü hayatı öğretmediler bize. Her Ģeyi el yordamıy-la bulduk. Hep geç kalarak. Ve artık birçok Ģeyi unutmuĢ olarak. Bizler, yeraltında bir hayat üretmeye çalıĢtık, bir iliĢkiler ağı. Yeraltında bir hayat üretmek! Yerüstündekiler hayatlarını doğru dürüst üretemezken... Karanlık bir odada banyo ediyoruz kendimizi. Bulanık fo-toğraflar kalıyor geriye. Ahh güdülerimizi banyo ettiğimiz bu karanlık odalar. -karanlık odada üç gölge, ikili iliĢkileri kuramayan insanlar, üçlü iliĢkileri deniyorlar- Bu hamamlarda güdülerimizi, dürtülerimizi banyo ediyoruz (bir fotoğrafın arabı gibi bütün insanlar) hep bulanık fotoğraflar kalıyor geriye. (Aile babalan, banka müdürleri, saygın emekliler, memur-lar, ünlü doktorlar, diĢ tabibleri, hukukçular, kır saçlı ya da kel, göbekli, kalantor kiĢiler burada, ya sanayi sitelerinden gelen genç çırakların, ya da Tophane kabadayılarının altında debelene-rek, eĢitsiz bir dünyanın dengesini kıçlanyla kurmaya çalıĢıyor-lar. Saygınlıklarını yukarıdaki soyunma odalarında giysileriyle birlikte bırakmıĢlardır. Bu yüzden de rahatlıkla kıllı, tombul kıç-larına, altın yüzüklü, iri boğumlu parmaklarını dolayıp kaĢına kaĢına erkek arayabilirler. Ya da Yem iskelesinden gelen genç bir hamalın kıllı, esmer kamıĢına porsumuĢ dudaklarını susuz-lukla uzatarak gençliklerini tazeledikleri inancını yaĢayabilirler. AkĢam eve dönerken koltuklarının altına gündelik gazetele-rini ve gündelik hayatlarını sıkıĢtırıp, gülümseyen bir yüzle ka-pıyı çalabilir ve içeriden gelen "Kim o?" sesine karĢılık rahatlık-la "Benim" diyebilirler. Hiçbir Ģey olmamıĢtır. Hayat sürmektedir.) Hep bulanık fotoğraflar kalıyor geriye. Kendimizi tanımıyoruz. Uzun yıllar kendimizle savaĢtığımızdan, cinselliğimizle boğuĢtuğumuzdan, ve de artık yorgun
116 117
düĢtüğümüzden Ģimdi bilmiyoruz. Hiçbir Ģeyi bilmiyoruz. Niye seviĢtiğimizi bile, seviĢmenin gerçekten zevk verip vermediğini bile. Yoğun bir yok etme duygusu içindeyiz. Yoğun bir yadsı-ma, lanetleme, kirletme duygusu içinde. (Yoğun bir aĢk ya da) Yalnızca ölüler kutsal. Yoğun bir yok etme duygusu içindeyim. Her çeĢit duyguma nefret sinmiĢ. Bu göbektaĢı dinlendiriyor beni. Sonsuz bir yıkma isteği du-yuyorum. (Belki herkes böyle) Kendime sokuldukça, kendimi yıkıyorum. Kendim bile tekin bir sığınak değilim kendim için. Dört yanım yıkık duvar, nazar gözleri dört bir yana dağılmıĢ. Dibe çöküyorum, sürekli dibe. Hep bir düĢüĢ içindeyim. Sürekli bir düĢüĢ. (Nereye tutunacağım?) Her çeĢit duyguma nefret sinmiĢ. SavaĢlarda her tür vahĢeti tanımıĢ insanların kayıtsızlığı sin-miĢ üstüme. Ġnsanlığın gizine ermiĢ gibiyim. Ġnsan denen varlı-ğın neler yapabileceğini görmüĢ gibiyim. Cinselliğin de ötesinde bir noktaya vardım. (Bütün hayatımız cinsellikti çünkü. Sürekli olarak lanetimizin ayırdındaydık.) ġimdilik burası sis içerisinde, sabaha bir Ģey kalmaz. Sabah, ahh sabah iĢte gene düĢüyorum, bütün kurnalardan su sesleri geliyor, karanlık odada birbirini yağmalayan insanlar var. hep kendi içimde bir yere düĢüyorum (hepimiz bir uçurumuz artık) bir vals eĢliğinde kubbe dönüyor, ben dönüyorum, sunak taĢı dönüyor, kurban ediliyorum. Ġlahiler geliyor kulağıma. Birazdan kiliseler-den çan sesleri... Gün günden gündelik yaĢantımda gözle görü-lür bir düĢüĢ yaĢadım. (Ġstediğim bu değil miydi?) Evet, bir dü-ĢüĢ. Nereye tutunacağım? (DüĢerken bile tutunmak) Sonsuza dek bayağılaĢmanın kutsal tansığı bu. Belki de düĢüĢün tutkusu. Derin, kutlu sular var sonsuzluğun dibinde. Oraya, bir an önce oraya varmak istiyorum. Bir an önce. (Ne sanıyorsunuz siz? YaĢamayı göze aldım ben! Sonuna dek göze aldım! Sinik, korkak, ürkek yaĢamadım! Hayatla gö-ğüs göğüseydim her zaman. Gözümü bile kırpmadım) Belki de yalnızca bir ölüm tutkusu bu. (Erken yaĢta öğrenilmiĢ ölümler-den artakalmıĢ bir ölüm tutkusu) Entelektüel hayatımızın ayrın-tılarıyla donanınca görünmez alanlara, baĢka anlamlara çekilebi-len, bir ölüm içgüdüsü yalnızca. Çok sıradan, çok olağan ve çok hayvansı bir bildik güdü. Hepsi bu. Çevremdeki sesler çoğalıyor, her yanı sis basıyor. Kurnalar-da tas sesleri (çanlar) tutunmak istiyorum, (gövdemin kıllanna asılıyorum) hepsini yolacağım bunların, birer birer hepsini yola-cağım! pis yalancılar! benim değilsiniz! pis sülükler! yapıĢma-yın gövdeme! kanımı emmeyin! pis kıllar, gövdemin dikenli tel-leri! ömrüm boyunca bütün erkekleri uzak tuttunuz benden. Çe-kin gidin artık, terk edin beni! neyimi koruyorsunuz benim! ne-yimi çeviriyorsunuz dikenli tellerinizle? - Suat Bey! Suat Bey! Hasta mısınız? Bir Ģeyiniz mi var? (- Sen kız mısın da, bacaklarını tıraĢ ediyorsun ulan! TıraĢ öyle edilmez, böyle edilir! gel bakayım buraya, gel! - Baba yapma! Baba bacaklarım kanıyor! - Kanayacak tabii, elbette kanayacak, hiç unutamayacak-sın, hiç!) - Kıllarım, kıllarım kanıyor çocuğum, kanıyorlar. Yalnız Ģu da var ki, cinsellik bir süre sonra yerini bir düĢüĢ tutkusuna bırakıyor. Bir alçalmaya, bir yozlaĢmaya, bir bayağılı-ğa, bir çirkefe... Bile bile yerini bunlara bırakıyor. Ne kiĢisel, ne toplumsal ahlakın; ne kültürün, ne birikimin kâr ediyor; bunlara karĢı koruyamıyor seni. Niye böyle oluyor? Belki de çıkmazla-
118 119
nn sonunda bir direniĢ noktasıdır bu da. Bir yaĢama direncidir, kim bilir? (Bütün iliĢkilerin çarpıtıldığı toplumda her baĢkaldırı baĢka çarpıklıklarla geliĢiyor besbelli. Benim uzun yıllar anla-madığım belki de buydu. Yeni bir ahlak önerisinin hiçliğe açılan kapısının eĢiğinde uzun yanılsamalar ve yanılgılar içinde boĢu-boĢuna durdum.) Gün günden direncim törpüleniyor. Artık hiçbir Ģey, hiçbir anlam taĢımıyor benim için. BitiĢ noktasına yaklaĢıyorum. Du-yumsuyorum bunu. Bütün gövdemle duyumsuyorum. Usul usul yaklaĢıyorum. Hiçbir Ģey öğrenemeden, hiçbir Ģe-yi çözemeden, yalnızca sezgilerimle ve de yaĢayarak ulaĢtığım bir ölü nokta burası cehennemin en serin yeri de olduğu gibi ağlayan bir palyaço, herkesi güldürürken kendi ağlayan, duyarlık adına aklı ancak bu kadarına eren, bütün du-yarlıkları, bütün incelikleri bu olan insanların salonlarındaki ağ-layan palyaço) Sanıyordum ki, hep ben konuĢulacağım, bütün gözler bende olacak (Ģimdiyse soluk almakta güçlük çekiyorum, son tartıldığımda yüz on kiloydum, her yanım ölü et. kımıl kımıl kurtlar dolaĢıyor tenimin üzerinde) Bütün yaĢamım boyunca "ti-pimle" mücadele etmiĢtim. Artık bedenim, benim için güzel de değil, çirkin de değil, yalnızca nefret ettiğim bir Ģey Ünlü ve mutlu olacağımı sandım. Bunların hiçbiri olmadı. Ne tipim, ne yeteneklerim tutkularıma yetmedi. Ben bittim.
Tam da o noktada ansızın geriye dönüyorum: Kendi sesimle karĢılaĢıyorum! Karanlık sinema salonlarında çınlayan sesim! Sesimi arkaya alıyorum. Derin bir anlam katıyorum davudi sesime. (Sesim, ikinci varlığım benim. Sesimden baĢka kimsem yok) Sesim onca insana can verdi. YaĢattı. Karanlık sinema sa-lonlarında gençliğim çınladı. Sesime aĢina onca kulak var. Ama bu kulakların sahipleri nerdeler Ģimdi? niye önemsemiyorlar be-ni? niye bana gereken ilgiyi göstermiyorlar? niye benim ne ol-duğumu merak etmiyorlar? ben sanıyordum ki, ün yapmak, ta-nınmıĢ biri olmak, her Ģeyi değiĢtirecek, her Ģeyi... Her Ģey baĢ-ka olacak. Beni onaracak, yepyeni bir insan yapacak. Her gitti-ğim yerde tanınacağım, insanlar çevremde pervane olacaklar. Ben, ben daha mutlu olacağım. Her gittiğim yerde, herkes ayağa kalkacak, herkes benimle ilgilenecek, yalnızca benimle... (tele-vizyon yapımcılarına yeni bir mektup daha yazmalıyım, çocuk programlarında palyaço olmak istiyorum, ucuz duvar resimlerin- (Çocukla aramda on, on beĢ kadar boĢ koltuk vardı. Film yeni baĢlamıĢtı. Ġlgiyle perdeyi izliyordu. Ben de çevreyi. Ten-haydı. Ölü bir yazdı.) Sanata sığınmak boĢuna. Sanat hiçbir Ģeyi kurtarmıyor. Sa-nat sentetik bir Ģey. YaĢanmamıĢ hayatların buzul sisiyle örül-müĢ saydam ve kırılgan bir yalancılık. Hem sahte, hem dokun-durmuyor, inciniyor. Bütün sanatlar sahte. Bütün sanatçılar sahtekâr. Sanatlar ve sanatçılar olmasa da bu dünya olurdu. Bunca yıldır, bunca insanın umuduyla oynuyor sanat. Bunca insanı ağı-na düĢürüyor. Hepsi boĢ bunların. (Ġlkin birkaç koltuk yanaĢtım çocuğa, hâlâ fark etmemiĢti beni. Filmin birkaç yerinde -üstelik hiç gerekmezken- Ģen kah-kahalar attım. Orah bile değildi. Sonra kalktım usulca yanındaki koltuğa geçtim, dizimi dizine değdirdim.)
120 121
Ġnsanın sesini kandırır hamam. Hamamlarda insanlar Ģarkı söylerler. Ġlk seslendirdiğim filmi kaç kez seyretmiĢtim. Kaç kez yürek çarpıntılarıyla koĢmuĢtum o sinemaya. (Hayatım sinema-larda ve hamamlarda geçti) Bu benim ilk seslendirmemdi. Ken-dimi hayran hayran dinlemiĢ, çok önemli biri sanmaya baĢlamıĢ-tım. (Seslendirdiğim kiĢi çok yakıĢıklı biriydi) Artık önemli ve değerli biriydim. (Her Ģeyi yapabilirdim, buna hakkım vardı. HoĢgörülmeliydim.) Artık kumpanyalarla Anadolu turnelerine çıkmıyor, film seslendirme stüdyolarına koĢturuyordum. (Ana-dolu'dan nefret ediyordum. O salaĢ sinema salonlarında sanatı eksilten, küçülten bir Ģeyler vardı. O kaba saba, cahil seyirci bü-tün incelikleri yağmalıyordu.) Hamlet de, Tatar Müberra da ge-rilerde kalmıĢtı. Seslendirdiğim filmler çoğalıyordu. Artık yeni ilkeler, yeni tutumlar edinmeliydim. Ġnsanlarla kendi arama yeni mesafeler koymalıydım. (Sanat ülkesinin de bir hiyerarĢisi vardı. Herkes ününce ağırlık ederdi) Artık insanlar arasından dilediğimi seçebilme özgürlüğüm, dahası hakkım var sanıyordum. (Oysa kimsenin ipinde değildim. Külüstür Beyoğlu sinemalarının "Birinci" seyircisi çırak yaĢta çocuklar tanıyordu ancak. Gördük-leri yerde arsız arsız gülümsüyorlardı bana. Beni tanıdıklarını belli etmek istiyorlardı) ġöhret, iktidar demekti. Tutkularım, zaaflarım serbestçe baĢıboĢ at koĢturabilir, üstelik sanat aracılığıyla kendine saygın bir kimlik kazanabilirdi. Bütün sanatçılar böyle değil miydi? YeĢilçam'ın en sıradan oyuncusundan, en ay dm ya-zarına varana dek insanlar bu yelpaze içerisinde yaĢamıyorlar mıydı? (Her yeni ahlak önerisi, çirkefin çıkmazında batağa sap-lanıyordu. Kader vardı.) Gerçi bu bayağılığı yaĢama biçimleri ve savunma gerekçeleri değiĢiyor, aydınlar katında kimi incelik-ler ediniyordu -ki bu da tehlikeydi-, ama sonuçta aynı bayağılı-ğın, yozluğun, pespayeliğin, çirkefin değiĢik çeĢitlemelerine açı-lıyordu. Bu yelpazede kendime yer açma savaĢındaydım. ġöhre-tim ve önemim artıyor ama ben yaĢlanıyor ve ĢiĢmanlıyordum. Zaman en zalim oyuncuydu. Bize sıra gelmesini beklemiyordu. "BeĢ Dakika Ara"da salona koĢmuĢ, yüksek sesle büfeden "Coca-Cola" istemiĢtim. Göz Ucuyla çevremi süzüyor, sesimi ta-nıyıp tanımadıklarını anlamaya çalıĢıyordum. Ġçim içime sığmı-yordu. Ne ki bu ilk çabalarım boĢa çıkmıĢtı; kimse tanımamıĢtı beni. Bir köĢede pısırık pısırık oturuyor, keĢfedilmeyi bekliyor-dum. (Sesim Ben'dim) Oysa kimse sesimi tanımamıĢtı. Ġnsanla-rın hâlâ bu soy incelikler taĢıyabileceğine inanıyordum demek ki. Hüsrana uğramıĢtım (Gong vurup, insanlar yeniden karanlık salona koĢuĢtururken, hepsinin ardından bağırmak, onları kapıda durdurmak istedim: "Durun! Durun! O filmi ben seslendiriyo-rum. Bunu bilin! Beni tanıyın! Ġsimsiz bir kahraman olmaya ni-yetim yok!") Ġlk yılgınlığım çabuk geçti. Kimse öyle bir-iki film seslendirmeyle tanınmazdı. Üstelik "Esas Oğlanları" değil, "Ka-rakter" rollerini seslendiriyordum. Ağır, oturaklı, davudi bir se-sim vardı, bir hıçkırık tonu taĢıyordu. Ġlk seslendirdiğim filmi böyle bir yeniklik duygusu içerisin-de seyrettim. Ondan sonrakileri de. Bunun da dıĢında bırakılmıĢtım. Ses, görüntü değildi. Hayatım değiĢmiyordu. Bütün umutlarımı erteliyordum. ġöhretim intikamım olacaktı. ġöhretimle toplumdan hıncımı ala-caktım. Her olaydan sonra içimden "hele bir tanınayım," diyor-dum, "biraz daha tanınayım, o zaman görün bakın nasıl burnu-nuzdan getiriyorum sizlerin." Her olayı, aynı yerde, aynı kiĢiler-le yeniden yaĢayacağımı sanıyordum. Yalnız, ben değiĢmiĢ ola-caktım. (Tepeden tırnağa bambaĢka biri) Oysa hiçbir Ģey yinelenmiyordu. Hiç kimse aynı yerde bir araya gelmiyordu. Her olay bir onulmaz boĢluk olarak yerleĢi-yordu içime. Yalnızca o boĢluk kalıyordu geriye. Bütün intikam-larım anlamını yitiriyor, acemi, çocuksu düĢlere dönüĢüyordu.
122 123
Böyle olmayacaktı. Seslendirmeyle olmayacaktı. Kendim de oy-namalıydım. Bu çevrede yer ettikten sonra bir filmde küçük bir rol kapmak zor olmadı. Ġlk filmimi seyrettiğimde bütün düĢle-rim yıkıldı. Sıradan bir insandım yalnızca. Bu düĢler, bu umutlar bana yakıĢmıyordu. Çok geç öğrenilmiĢ bir yıkımdı bu. Ġntikamlar masada kalıyordu. Bense ĢiĢmanlıyordum, saçla-rım hızla dökülüyordu, yanaklarım sarkıyordu. (Bedenim beni dinlemiyordu. Bedenim umutlanma ihanet ediyordu.) Ve hep aynı rolleri oynuyordum. Kimse eskisi gibi olmuyordu. Eskisi gibi bir araya gelmi-yordu. Her Ģey için için çürüyordu. Bütün aynalar artık herkesi çirkin gösteriyordu. (Sinema müdürünün odasına girdik en son. Ġki yanımda beni salondan tartaklayarak çıkaran teĢrifatçılar, en arkada da (on dokuz yaĢındaymıĢ. Yozgat'tan gelmiĢ. ĠĢ arıyormuĢ) o genç ço-cuk. (Kusursuz bir masumiyet vardı çocuğun yüzünde) Müdür ayaktaydı. Koltuğunun arkasında geniĢ, uzun bir ayna vardı. Kendi kendimle göz göze geldim. Bir an tanıyamadım kendimi. Bu, ben olamazdım. Gözlerimde korkulu bir orman vardı, nere-sine gizleneceğimi bilmiyordum. Sinema müdürü konuĢmaya baĢladı. Bir yönetmenin uyarılarını dinliyor gibiydim. Ne de ol-sa karĢımda ayna vardı artık.) Kubbenin cam gözleri buğulu ıĢıldaklar gibi. Beni aydınlatıyorlar, beni parıl parıl yapıyorlar. -Bütün düĢ-lerimde herkesin taptığı bir pufum artık- Kurnalarda kezzap. Roma'nın son günleri. Gözetlenmekten deĢilmiĢ gövdemde yo-ğun bir yurtsama duyuyorum. (Anne, kollarınla sar beni) Ġlk günlerin coĢkusunu yitirmemiĢtim daha. Hep gelecek zamanı yaĢıyordum. Gelecek zamanda yaĢıyor-dum. Bir umudu, bir bekleyiĢi, Ģimdiki zamana geçirerek, hep bir gelecek duygusu içinde sürdürüyordum hayatımı. Günlerse akıp gidiyordu. Ben gene bir kez daha karanlık odalara, seslendirme stüdyo-larına koĢuyor, yeni filmlere ses veriyordum. Bu böyle sürüp gitti. Her yeni filmle kendimi tazeledim. Sesimden bir miras yarattım. (Ahh ün nasıl da yeni bir mutsuzluk kaynağı! Hem de be-nimki gibi yarım pörçük ünler! Ġnsan bir Ģey olacaksa, en iyisini olmalı, -bu da bir rütbe düĢüncesi değil mi aslında?-) Bir Ģeyler olabilmek için bu denli ortada çırpındıktan sonra büsbütün gü-lünçleĢiyor insan. Hiçbir Ģey olmadan, olamadan, ikinci sınıf yerli filmlerde üçüncü dereceden aĢçı, Ģoför, meyhaneci rollerin-de çürüdüm gittim. (Oysa ki bir zamanlar bir Ģiir kitabım yayım-lanmıĢtı. Çok yönlü bir sanatçıydım. Olacaktım. ġimdiyse bir yıkımı çoğaltıyorum. En kırık sesim, en parıltılı sessizliğimle) Artık benim için yapacak hiçbir Ģey kalmadı. Ölümü bekliyo-rum. Yazık!.. (DelirmiĢ gibi yiyorum her gün. Her yemek sofra-sında bir darağacı lezzeti bularak) ("Ayıptır söylemesi benimkini tuttu yoğurmaya baĢladı mü-dür bey. Ne olduğunu anlamadım. Bir kafa attım suratının orta-sına." Burnundan incecik bir çizgi halinde kan sızdığını fark et-tim ansızın. "Bana vurma, ben bu filmdeki oynayan adamı konu-Ģuyorum, tanımadın mı beni?" dedi. Kısa bir süre soluklandı. Bana baktı. Sanki acımıĢ gibiydi. Merakını yenemeyip ekledi: "Sahi bu adamın sizin sinemayla bir alakası var mı Müdür bey?" kitabımın adı: "Kırık Mısralar"dı. Üç yüz tane elden satmıĢtı.) Hayatımı yazmayı düĢündüm kaç kez. Adımı hiçbir yere ko-yamadım, bari yazayım, dedim. Ölsem magazinlere bile manĢet olamayacağım. Bir köĢede tek sütun üzerine kısa bir yazı yayım-lanacak belki. (YeĢilçam'ın karakter oyuncularından, tiyatro-cu...) Belki resmimi de koyarlar. Gerçekte adımı bilmeyip, her filmin orasından burasından beni tanıyanlar adımı öğrenir böyle-likle. Acımak için. Belki ben öldükten sonra hayatımı okuyanlar olur. Nasıl çok hayatım olduğunu öğrenirler. (Hayatım, bari onu olsun korusay-dım) Oysa masanın baĢına oturduğumda her tümce yarım kalı-yor. Hiçbir sözün arkasını getiremiyorum. Kâğıttan, kalemden,
124 125
okumaktan çok sıkılıyorum. (Onca kitap okudum neye yaradı? neyi değiĢtirdi hayatımda? mutsuzluğumu koyultmaktan baĢka?) Bunların hepsi yapma Ģeyler. Yazmaya baĢlamak bir sahteliği baĢlatıyor. Ölesiye yaĢıyorum. (Anladım ki bana yapılacak baĢ-ka hiçbir Ģey bırakılmamıĢ) Ama hiç kimse bunlara tanık olma-yacak. Kimse bilmeyecek, hiç kimse! Büyük, çok büyük bir ha-yat yaĢadım. Hiç kimse bu kadar büyük bir hayat yaĢamamıĢtır. Bütün boyutlanyla yaĢanmıĢ koca bir hayat! En gülünçlü, en acıklı, en trajik, en korkunç! Bunlan nasıl yazardım ben? nasıl yazabilirdim? hangi yazarlık tekniği bu denli karmaĢık, çok katlı ve bilinmezdir? Bizim hayatımızın bir metafiziği vardı. Ve iĢte bilinci o noktaya varmıĢ insanlar için bütün sorular duruyordu. Duruluyordu. ÖrselenmiĢ bir mutsuzluğu yüklenen insan, hayata yapay bir neĢe, bir aldırmazlık, ve sınırsız bir arsızlıkla direniyor. Hepsi buydu. Memlekette herkes kaybetti. EĢcolar da. Benim kuĢağımın eĢcolan (benden sonraki kuĢak hatta), eĢ-cinselliğiyle boğuĢmuĢ bir kuĢaktı. Bu boğuĢmadan yenik çık-mamak için okuyorduk. Kültürün, sanatın bağıĢlayıcı, hoĢgörülü kucağına sığınıyorduk. Okuyorduk, düĢünüyorduk, kendimizi donatmaya çalıĢıyorduk, oluĢturmaya çalıĢtığımız erdemlerimizle toplumdan özür diliyorduk sanki. ("Kınk Mısralar"ın ilk Ģiir-lerini yazdığım zamanlar) Ya Ģimdikiler? Daha on altı yaĢında kaĢ yolup, göz boyayan ve sokaklarda baĢıboĢ dolananlar, hayat-lannda hiçbir boĢluk duymayanlar, hiçbir sorumluluk? ne yapa-caklar? (Kim bilir, belki böylesi daha iyi, bizler savaĢı yitirdik. Zaten "Kırık Mısralar" gibi bir ad taĢıyan bir duyarlık neyi, ne-reye kadar açıklayabilir?) ġimdi her geçen gün, bütün bir toplum olarak delirmenin eĢiğindeki uçurumlardayız. Bir cinnetin bütün çeĢitlemelerini yaĢıyoruz. Kimsenin tutunacak hiçbir Ģeyi kalmadı. Hiçbir yere tutunamıyoruz. (Gövdemin dikenli tellerine tutunuyorum, düĢerken, ellerim kanıyor) Onca kitap okudum. Onca emek kattım okuduğum her satı-ra. Bana yalnızca Çehov'un bir öyküsü kaldı: Bahis. Kendimi o öykünün kahramanı gibi hissediyorum. Bunca yıl tutuklu kaldı-ğım Ģu hamamdan Ģimdi kendi iznimle kaçıyorum. Buzlu gözlerin üzerinde kedi ayaklan, bir kedinin baĢı bü-yüyor bir gözün üstünde, göğsümde kedi ayaklan, kuyuya düĢen bir kedi yardım diliyor benden, bütün kubbede kediler dönüyor, her bir parçalannı bir gözün üzerinde bırakarak, göğsümün di-kenli telleri tırmık tırmık yolunuyor. Durdurun Ģu kedileri! (Çocukken kedilerin ölmüĢ insanların ruhlannı taĢıdığına inanırdım. Ġnsanlar öldükten sonra kedi olarak dünyaya dönü-yorlardı.) YaĢamak sürekli bir mahĢer duygusu gerektiriyor artık. YaĢamımızın her anında bir baĢka cinnet dağılıyor. Ahh kimse bilmeyecek bir intihar cesaretinin nelere mal ol-duğunu? Karanlık odada birtakım gölgeler (bütün insanlar bir gölge artık) çirkefin mutlu kahkahası. bu fotoğraf arapları gündelik hayatımızda en ucuz, en kötü filmler iĢte, iĢte tanımadınız mı kendinizi? onca karanlık sinema salonlarında dublajdan süzülmüĢ se-sim onca karanlık odada mutsuz gölgeler ve onca karanlık bir memlekette bir akdeniz Ģarkısı: yüzey-de yaĢamanın, her Ģeye boĢvermenin kolaycı güvenliği, kim söy-
126 127
lüyor bu Ģarkıları? Atasözleri kadar beylik hayatımız. elden düĢme duyarlıklar Ģu hamamın kutlu sularında yıkanan yeraltı bedenleri, deniz-kızları... gündelik hayattaki sinik, korkak, saklanmıĢ heykel durgunluklarını hamamın yükselen buğusuyla birlikte, yavaĢ ya-vaĢ kesik kesik hareketlerle siliyorlar üzerlerinden, canlanıyorlar sanki kımıldıyor heykeller! iĢte tapınağın tansığı! bir heykelin kımıltısıyla baĢlıyor her Ģey. İLK YANGINDAN
sonuçsuz, sınırsız bir cehennemdeyim, cehennemin en uzun mevsimini yaĢıyorum, o ölü noktaya varalı epey oluyor, cehennemin en serin yerine! göğsümdeki dikenli tellere takılı kedi tırnaklan! sesim! sesim! 128 \
"Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafıza-larının bu bahtsız kuvveti karşısında hiç-bir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir." Sait Faik
EĢber, elinde büyükçe bir naylon torba, sırtında dizlerine dek uzayan haraĢo kazağıyla, Galatasaray Lisesi'nin yanındaki yokuĢtan aĢağıya, Tophane'ye doğru inmeye baĢladı. Puslu bir akĢamüstü. Kül rengi gökyüzü, çağsamalarla yüklü çağnĢımlar taĢıyor insana. Bukleli saçları kırlaĢmıĢ ve artık iyiden iyiye dö-külmüĢ. Sakallan birkaç günlüktü; artık haftada iki kez tıraĢ ola-biliyor. Kendine eskisi kadar özen göstermeydi çok olmuĢtu. Yüzünden hiç eksik etmediği her zamanki gülümsemesiyle her yana, her Ģeye sevgiyle bakabilme gücünü hiç yitirmeden ağır ağır yokuĢu iniyor, ("istanbul'u iniyorum," diye geçirdi içinden. "Beyoğlu artık istanbul değil, istanbul arka sokaklara kaçıĢtı") YaĢlanmıĢtı EĢber. Ġyice yaĢlanmıĢtı. Umutsuzdu. Küskündü. Ama yüzündeki bu iyicil gülümseyiĢ, yüreğindeki bu hesapsız sevgi hiç eksilmemiĢti. YaĢının ilerlemiĢ olmasına karĢın, yakla-Ģan ölümün korkusu sinmemiĢ yüzüne, güleryüzle bekliyor ölü-mü. Hayatta büyük hırslan olmamıĢtı çünkü. Tertemiz, aydınlık, huzur doluydu yüzü. Gördüğü Osmanlı terbiyesi, yüzüne, yüzü-nün anlatımına sinmiĢ; çektiği acılan bile alçakgönüllüce gizli-yor. Ancak acıyı tanıyan gözler görebilirdi EĢber'in yüzünün sayfaları arasına gizlediklerini. BaĢkalan içinse EĢber, yandeli, ahmak ve düĢmüĢ bir Osmanlı artığıydı. Ve istanbul'un arka so-kaklannda geberip gidecekti. Neydi EĢber'i bu denli sevgi yüklü kılan? Hâlâ nasıl sevebi-liyor insanları, her Ģeyi? (Bu tür sorulara yalnızca omuz silkerdi. Sanki sevmek onun için bir umarsızlıktı... Sevmekten baĢka elinden gelen bir Ģey yoktu belki. Sığındığı ya da var olduğu bir Ģeydi sevgi. Onsuz edemez gibiydi.) 133
(Reha: "Ancak bir ruh hastası bu kadar sevgi dolu olabilir," diyor. "Sevgisinde bütün insanları, zaafları, kusurları hoĢgören, bağıĢlayan bir Ģey var." Reha hamamın sürekli müĢterilerinden. Güzel de, yakıĢıklı da sayılmaz. Çirkin de değildir. GörünüĢü-nün bu ortakarar hali onu çıldırtıyor, sürekli bir kendinden hoĢ-nutsuzluk duygusu yaratıyor. Reklam filmleri çekiyor Reha. Aranan bir yönetmen. Genç çocuklarla, yakıĢıklı delikanlılarla reklam filmlerinde oynatmak amacıyla kolayca tanıĢıyor, evine çağırıyor, sonra da yatıyor onlarla. Kimi ünlü yönetmenlerin, Ģarkıcıların, oyuncuların sürekli gittikleri kulüplere, kafelere bu çocuklarla birlikte gidiyor, bu yaĢantının görkemiyle onların gözlerini boyuyor, umutlarını alevlendiriyor. Birlikte olduğu her genç, yakında çok ünlü biri olacağını sanıyor. Bıkınca da baĢın-dan sepetliyor. ĠĢinin albenisinden ötürü, erkeklerle tanıĢma, ko-nuĢma sıkıntısı çekmeyen ender eĢcolardan. Bu yüzden de çok kıskanılır, hatta hiç sevilmez. Epeydir bilinmeyen bir nedenden ötürü Suat'ı reklam çevrelerinde iĢsiz bıraktığı söyleniyordu. "EĢber'inki sevgi değil, hastalık," diyor Reha.) inanılmaz bir yaĢam öyküsü taĢıyor EĢber. (Güven, bu öy-küyü yazmak istiyor ama korkuyordu. Edebiyatın iktidarında oturanlar korkutuyor onu. Adının eĢcinsel bir yazara çıkmasın-dan çok korkuyor. Yazdıklarını okuyabilecek kadar okur-yazar olan bir de babası var üstelik. Bu yüzden "YÜZ" adını verdiği ro-manı bile ne denli karanlık, koyu bir anlatım taĢıyor, ne denli uzak çağrıĢımlarla örülüyordu.) Bu yaĢam öyküsü müydü, EĢ-ber'i bu denli dirençli kılan? Hayatın içerisinde kimsenin görme-diği, bilmediği bir giz gibiydi. Kendisi baĢlı baĢına bir gizdi. Ve insanlar onun yanından geçip gidiyorlar. Ve hiç kimse bilmiyor onu. YaĢayıp ölecekti. Hepsi bu kadar. Eninde sonunda herkes kendi giziyle ölür; kendi ıssızlığına gömülürdü. Hayat en ucuz felsefeler kadar gerçek ve bayağı. Tutkusuzdu EĢber. YaĢama dönük tutkuları yoktu. Hayattan sıyrılmıĢtı. Erken yitirilmiĢ bir yaĢam, belki de geriye hiçbir Ģey bırakmıyor. Sonsuz bir unutkanlıktı tarih. Tarih yoktu. Tanrı yoktu. Kimsesizdi. Küskündü. ("Üsküdar'dan sonra BağlarbaĢı'nı da geçtikten sonra, ta kentin dıĢına doğru, korulukların baĢladığı yerde tenekelerden, tahtalardan, mukavvalardan bir ev çatmıĢ kendine. Ġnanılmaz bir Ģey! Tek bir kerevet var evin içinde. Bir gazocağı, birkaç kap-kacak, yabancı dilde çeĢitli dergiler, nota kâğıtları. Penceresinde basma bir perdeyle, bir de fesleğen saksı-sını unutmamıĢ ama. Bu EĢber inanılmaz bir insan! Belli ki bü-tün dünyaya küsmüĢ, belli ki bütün bir tarihe sırt çevirmiĢ. Ama ne kadar sitemsiz, ne kadar sessiz. Dile dökmediği nice hüzünler saklıyor kimbilir. GösteriĢsiz bir acı içerisinde. Acısını bile yu-muĢacık içinde saklıyor. Her Ģeyinde bir Ģefkat var." "Pencereden baktı uzun uzun, basma perdelerin güllerine güneĢ vuruyordu; güller EĢber'in yüzüne vuruyordu. Üç kuruĢ-luk deterjan kutularının cicili mukavvalarını çekeceğine EĢber'in o andaki yüzünü çekmek isterdim inanın! Ne müthiĢ bir sinema olurdu! Yazık, çok yazık! Hiçbir zaman bir film yönetmeni ola-mayacağım. Biliyorum, herkes bana imreniyor, bense bir sinema yüreğini, bir sinema gözünü iki, üç dakikalık reklam filmlerinin ĢipĢak karelerinde harcıyorum. Harcayacağım.") YokuĢu indikçe binaların yüzü değiĢiyor. Eskiyor, yaĢlanıyor; duvarlarına çağların isi vurmuĢ. Ġtal-yan, Fransız yapılı evler. KırılmıĢ onurunu, küskün vekanyla korumaya çalıĢıyor istanbul'un ara sokakları, eski yokuĢları. Bu sokaklarda istanbul, gene aynı vekanyla tarihini yüzüne vuruyor insanların. Leylak tüllü pencerelerden piyano sesleri geliyor. Schumann çalıyor uzun parmaklan. (Bazı öğrencilerinin ebeveynleri uzun tırnaklanndan rahatsız oluyorlar. Dile döke-medikleri bir ikirciklenme okunuyor bakıĢlarından. Ġlkin uzun tırnaklarla piyano çalınmayacağım bildiklerini sanıyor. Sonra anlıyor: "Tırnaklarım tuĢların kelebekleridir efendim," diye ya-nıtlıyor. Leylak tüllü pencerelerin tahta pervazlan krem rengi.
134 135
Camlar ince çubuklarla dilimlenmiĢ. Biraz sokulacak olsanız ıtır, hanımeli, filbahri, mimoza kokan bir salonun kadife koltuk-larında; ağır mermerlerin, oyma tahtaların, kristal aynaların, kar-puz lambaların, opal yemek takımlarının, çin porselenlerinin, gümüĢ çerçevelerin ve benzerlerinin arasında "Ölüm ve Genç Kız"ı duyabilirsiniz. Schubert'in sessizliğini... Uçucu leylak rengiydi tüller, ıtır kokuyorlardı. "Ve yüzüme doğru uçuĢan tülleri elimle silkeliyorum hâ-lâ...") Salonu güzel döĢenmemiĢ evlerde (ya da ince bir beğeniyi yansıtmayan) piyano çalmak tat vermiyordu ona. Parmakları ağırlaĢıyordu. Gün günden salonlar ve eĢyalar birliklerini, birlik-te olmalarının anlamını yitiriyorlardı. Aralarındaki uyum, zaman birliği, üslup birliği, beğeni birliği yitiyordu. (Her Ģey yitiyor-du.) Yeni, tuhaf parçalar ekleniyordu onlara. Eklenen her yeni parça bir Ģeyi eksiltiyordu. Satıyorlardı. Mezata düĢüyorlardı. Yeniliyorlardı. Ve ansızın o unutulmaz roman cümlesi çıkageli-yordu her eĢya çağrıĢımında: "Bırakın kalsın, eĢyanın da bizde hakkı vardır." Schumann ağır çalınıyordu artık. "Bilmem, tırnaklarımı kestirdim, herhalde ondandır efen-dim!" H. sokağına saptı EĢber. (Tam karĢısına Galatasaray Hama-mı'na çıkan basamaklar düĢüyor. O sayrıl merdiven) Uzun bina-lar. Eski, taĢ, iki kanatlı kapılar. (Ġnce, uzun, tokmaklan sera-mik, pencereleri buzlu cam, ya da iĢli tahta; gösteriĢsiz yalın, ince çizgilerle iĢlenmiĢ) Bu binalar dinlendiriyor onu, güven veriyor. (TaĢ binalar yanmazdı. Bir yangının isini taĢırlardı yalnızca) Her binanın cümle kapısı üç dört basamakla çıkılan bir girintiye gömülüdür. (Usul, ağırbaĢlı akĢam ziyaretlerini çağnĢtm- yor. Birbirini Ģapka çıkararak muhabbetle selamlayan insanların incelikleri sinmiĢ bu sokaklann puslu görüntüsüne. Bu sokaklar hâlâ bir müzik taĢıyorlar. Sokak aralarında usulca dolanan rüz-gâra dayayın kulağınızı; gözünüzün önünde leylak rengi tüllerin uçuĢtuğunu göreceksiniz, pencerelerinize burnunu dayayan kele-beklerse, hanımellerini duymuĢ olmalı.) Sokağın sağında C. so-kağı baĢlıyor. (Basamak basamak Ceneviz'e iniyorsunuz sanki) AĢağı doğru merdivenli bir yokuĢ olarak iniyor bu sokak. Sokağa taĢan cumbalann pencerelerinde tüller ve saksılar var hâlâ. (Bu sokağa her bakıĢında Ġtalyan romanlannı, o romanlardaki mahalleleri ansıyor EĢber) Cumbaların üzerinde kararmıĢ kire-mit çatılar... Çatılarda kuĢ sürüleri saçak saçak... Her ev büyük bir hayat gibi. Sade, özensiz, gösteriĢsiz, içli bir hayat. Kilerleri ve kedileri olan evler bunlar. Birbirlerinin saksılanna toprak ta-Ģıyan, fidan armağan eden insanlar yaĢıyorlar burada. Kanaviçe iĢleyenler bile kalmıĢtır belki. TaĢlıklannı ovan kadınlar, akĢa-müstleri pencere kıyısında sokağa bakarken kırlent yüzü iĢleye-cek kadar yüreklerine de sahip çıkıyorlardır, kim bilir... Kimi Ġtalyan romanlannı çevirmeye baĢlamıĢtı EĢber. Arkasını getire-medi. Sanatın hiçbir Ģeyi onarmadığını düĢünüyordu artık. Sa-nat, yalnızca bir duyarlık çoğaltmacısıydı, o kadar. Hepsi bu ka-dardı. C. sokağından yukarı doğru serin bir rüzgâr esiyor. (Rüz-gâr sanki soluk soluğa bu basamaklan tırmanıyor ve sokağın ba-Ģında yorgun düĢüyor) Dağınık saçları havalandı EĢber'in. Ġnce parmaklannı saçlannın arasında gezdirdi; saçlannı değil, kendini yatıĢtırmak ister gibi. Her seferinde bu sokağın baĢında durup, aynı Ģeyleri düĢünmek, aynı yinelemeleri yaĢamak neyi onanyor peki? Bir burgacın sarmal yüzeyleri gibi bu görüntüler. Sürekli birbirine katlanıyor, birbirini üretiyorlar. Bir süre sonra sorular duruluyor, her görüntü saplantımızın, metafiziğimizin bir parçası oluyordu yalnızca. Ve biz yalnızca o görüntünün gü-zelliğinde eritiyorduk tüm bir hayatı. Artık hiçbir Ģey hayatı açıklamıyor. Hayat, -belki de böyle zamanlarda- her çeĢit algı-lamayı aĢıyor. AnlaĢılan yanlıĢ yaĢamıĢtık.
136 137
Bu sokak ölümsüz bir fotoğraf güzelliği taĢıyor. (EĢber, elini yüzüne dayayıp, sokağın ağzında dikilerek uzun uzun aĢağıya, sokağa baktı.) Kıtık hayatları barındırıyor bu sokak. Kimseye açamadığı dertlerle, gizlerle dolu. Bakımsız sokakları, isli du-varları, sokağın serin soluğu, her Ģey ama her Ģey ve bütün soru-lar hep aynı meydana açılıyor. (EĢber güvensiz hissetti kendini. Sorulan çoğalmıĢtı. Sorulan, kendini de, yaĢadığı zamanı da aĢı-yor. Hayat artık onun için, açıklanamaz bir Ģeydi yalnızca. Soru-lara yer yoktu. Doğru sorulmuĢ tek bir soru bile insanın baĢına dünyayı yıkıyor, elini kolunu bağlıyordu. Nefret, umutsuzluk, boĢunalık yaratıyordu. Sorulardan hep kaçmıĢtı.) Yürümeye baĢladı. Kafasındaki sorulan silkelemiĢti. H. so-kağının bir yanında uzun, upuzun eğimli bir duvar vardır. (C. sokağının tam karĢısına düĢer.) Üzerinde küme küme otlar biten bir duvar, (yeĢil salkımlar, suçsuz kır kokulan) Bu duvar ona ta-rihi hatırlatıyor. GeçmiĢi, yaĢamıĢlığı, ölümü. Her Ģey sonsuz bir unutkanlık içerisinde. (Bütün fotoğraflar saranyor ve inanıl-maz oluyor. Belleğimiz sık sık depremlere uğruyor.) Duvann ar-dında Galatasaray Lisesi olduğunu düĢündü. (Galatasaray, böyle bir duvardı onun için) Galatasaray Lisesi'ni düĢündükçe Musso-lini'yi düĢünürdü. Korkardı, ürkerdi. Sanki o yıllar geri gelecek-ti. Tarihte bazı yanlıĢlar yapılmıĢtı; ne, ne zaman yapılmıĢtı, bil-miyordu. UnutmuĢtu. Hatalar nelerdi? Onu da tam olarak kesti-remiyor. Ama bir yerde, bir zaman mutlaka bir hata yapılmıĢtı. (Tarihin de bir hayatı vardı nasıl olsa) YerleĢik bir hataydı hem. Kalıcı, çabuk çoğalan, yayılan. Pek ad koyamadığı, ama duyum-sadığı Ģeylerdi bunlar. EĢber seziyordu. (Hem de sezgilerini on-ca körletmesine karĢın düĢüncelerin de, insan kafasında bir süre sonra bağımsızlaĢtığını, kendi kendini doğurduğunu ve artık in-sanı dinlemediğini düĢündü. "En güzel düĢünce unutkanlıktır," diye geçirdi içinden. "Zamanın gücü unutkanlığından ileri ge-lir.") Torbasını daha sıkı kavrayarak, ellerini koltuğunun altına soktu. Bir anıtı seyrediyormuĢ gibi duvarı seyretti. Bu duvar da bütün duvarlar gibi bir giz saklıyor. Tarihin yinelendiğini de, yi-nelenmediğini de düĢündürmekten uzak. (Tarih yalancıydı. Bü-tün kötülükleri, bütün usdıĢı eylemleri, bütün vahĢetleri geçmiĢ zamanmıĢ gibi anlatıyordu. Her olaya bir masal uzaklığı katıyor-du. ġimdiki Zamanın tarihini neden kimse anlatmıyor? ġimdiki Zamanın da bir tarihi vardı kuĢkusuz, daha yaĢanırken tarih olan bir yanı. Niçin her göz, geçmiĢ için gözyaĢı döküyor, neden her yürek geçmiĢe yanıyor? "Benim de yaptığım farklı değil biliyo-rum," diye düĢündü. "Her Ģeyin farkında olup da hiçbir Ģey ya-pamayan insanlanz biz." insanlar, neden her Ģey olup bittikten, zamanın unutkan sisine büründükten sonra tarih yazıyorlar?) So-rulann serpintisi baĢlamıĢtı gene. Hiçbir hesaplaĢma hiçbir Ģeyi çözmüyordu. Her hesaplaĢmada bir kader tadı vardı artık. Bunu öğrendiğinden beri, sorulardan uzak durmuĢtu. Bütün yaĢamı boyunca sorulannı yanlıĢ seçmiĢti. "Ne yazık ki, ömrümün so-nuna doğru sorularımı hayata uy durabildim," diye geçirdi için-den. "Geç elde edilmiĢ bir meziyet benimkisi. Ama artık neye yaran olur ki? Her Ģey okuduğum romanlarda kaldı") Sessiz duvar (her sorudan korunaklı) önünde oynayan ço-cuklanyla, havada uçarken ansızın donup kalan kırmızı-beyaz çizgili lastik topuyla, bir istanbul kartpostalına kendini yerleĢtir-miĢ gibiydi. Esintinin eğleĢtiği yeĢil otlanyla EĢber'e, EĢber'in çakılıp kaldığı sokağa bakıyordu. Sanki yüzleĢiyor gibiydiler. Bu duvann üstünde binlerce suç iĢlenmiĢti. (Suskun bir tanıklığı yaĢamıĢtı bu duvar) Galatasaray Lise-si'ne verilmiĢ yatılı, mutsuz öğrenciler kendilerini bu duvann üstünden atarak intihar etmiĢler, (bahçeye çıkma izni olmayanlar-sa, ertelemiĢler intiharlannı), Mussolini bu duvarın dibinde binlerce insanı kurĢuna dizmiĢ, buraya binlerce genç yazılar yazmıĢ, bu yazıların çoğu yarım kalmıĢ, tamamlanamamıĢ, ya da bir kurĢun deliğiyle noktalanmıĢ. Ardından binlerce insan, aralıksız uzun uzun, saatler boyu iĢemiĢler bu duvarın eteğine. Ar-(; tık kimse italya'dan kaçmıyordu. TaĢların arasından fıĢkıran ot- 138
lar boyunlarını uzattıkları güneĢten saranyor, kuruyorlar. (Kaç tarihten çalınmıĢ taĢlarla yapılmıĢtı bu duvar? Neyi koruyordu? Bütün okullar niye uzun duvarlıydı? Her intihar kesinlensin diye mi?) (Reha, Galatasaray Lisesi'nden mezundu. Liseye değgin il-ginç düĢünceler sahibiydi. "Çok az düĢünerek, çok az çalıĢarak, çok az emek vererek çok önemli yerlere gelmiĢ insanlardır bun-lar," diyor. "En kabadayısı bile yan-aydmdır, ara-aydındır. Daha kendileri yetiĢmeden önce yerleri ayrılmıĢtır bunların. Parsellen-miĢ bir ülkede veliaht eğitimi yapar Galatasaray Lisesi. En solcu yazarından, en sağcı diplomatına dek bir konfeksiyonun değiĢik bedenleridir bunlar." "Sen de Galatasaray'dansın ama," diyenlere yanıtı daha açık daha kesindi: "Kendimden hoĢnut muyum sanıyorsunuz? Kendimi de sev-miyorum ki! Her Ģeyi yarım pörçük bilen, yarım pörçük hisse-den insanlarız biz. Ne oluyorsak, adam yokluğundan oluyoruz!" ; Bir içtenlik krizine tutulmuĢtu Reha. Arada bir böyle olur-du. Kendini ve baĢkalarını alabildiğine hırpalardı.) GöbektaĢında pazar sefaları yapılırdı. Bu sefaların Ģamatası bir hafta öncesinden baĢlar. BaĢkaları-nın yanında yapılan telefon konuĢmalarında -kimse anlamasın diye- örtük bir dille, "Pazara sisideyiz değil mi?" denilir. Sisi, ÇC'dir. "ġekerim sen bir tencere zeytinyağlı dolma yaparsın, ben bir tepsi börek açarım," Sözün burasında susar Reha, Muhsin'e bi-raz acıyarak, biraz küçümseyerek bakar (bunlar bir oyundu, ger-çek gizleyen oyun) sonra da eklerdi: "Muhsin de beĢ on yumurta kaynatı verir." Pazarları gelenler, "aĢk yapmak"tan çok sohbet etmeyi yeğ-' lerlerdi. Bu sohbetlere, muhabbetlere eĢcinsel argoda "güllüm" denirdi. Pazarları büyük gösteri, büyük eğlenceydi. Panayırdı, bayramdı. Kahkahalarla çınlardı hamamın kubbesi. (Bir arada hayata kahkahalarla karĢı koyan mutsuz azınlık kendini onaylı-yordu) EĢcinsel dünyanın yeraltında yapılmıĢ pazar düğünleriy-di bunlar. Büyük zekâ gösterileri, espri yarıĢmaları, atıĢmalar, iğnele-meler, çamur sıçratmalar, bok atmalar, herkesin kıyasıya yarıĢtı-ğı büyük gösteri, kanlı pazar... sesi güzel olanlar Ģarkı söyler, güzel göbek atanlar göbek atardı. herkes kadınlaĢtıkça kadınlaĢır herkes erkekleĢtikçe erkekleĢirdi. Kadınlık ya da erkeklik diye bir Ģey yoktu. Kadınlık da, er-keklik de bir oyundu. BaĢarılı ya da baĢansız oyuncular vardı yalnızca. EĢcolar en baĢarılı epik oyunculardı. Rolleriyle aralarına o kutsal uzaklığı katıyorlardı. O "uzak-lık"ta oyunun gizi saklıydı. Bu pazar matineleri daha çok güllüm için yapılır. Pazarların özelliğidir bu. Herkes birbirine bugün "aĢk yapmayacağını", ya-pılmayacağını "Pazarları asla!" diye takılarak belirtir. Herkes daha çok güllüm için gider pazarları. Bu yüzden de fazla yakı-Ģıklı sayılamayacak kimi çırak yaĢta çocuklar, Ģoförler, lumpen proletarya elleri boĢ dönebilirler "pazar" umutlarından. Ancak tahta kapı ağır ağır açılıp da içeriye herkesin yüreğini hoplata-cak kertede yakıĢıklı biri girdi mi; dört yanını birbiriyle Ģakala-Ģan, didiĢen insanlann çevirdiği göbektaĢının üzerine bir bomba düĢmüĢ gibi olur. Kıyıcı bir sessizlik baĢlar ardı sıra. Herkes an-sızın dağılır, avın peĢine düĢer. ġimdi herkes düĢmandır. Düğün bitmiĢtir.
140 141
Bir pazar gullümünün ortasında "Söz Galatasaray Lise-si'nden açılmıĢken..." diye Reha'nın sözünü kesti Anjelik. "Size eski bir olayı anlatayım," (Anjelik, kendisinin Ajda Pekkan ol-duğuna inanan ileri düzeyde bir Ģizofrendi): "Rahmetli bir ede-biyat hocamız vardı," dedi "Bir gün derste bir Ģeye kızıp bas bas bağırmaya baĢladı: 'Siz gene Ģanslısınız, yatıp kalkıp dua edin, siz o devirleri görmediniz. Bizim zamanımızda okulun önüne kupa arabaları içerisinde adamlar gelir, okuldan oğlan beğenir-lerdi. Sonra da kimsenin gözünün yaĢına bakmadan alıp gider-lerdi. Dua edin ki Ģimdi öyle Ģeyler yok,' deyince, ben hocanın duyabileceği bir sesle yanımdaki çocuğa dönüp, Tühh ya geç kalmıĢıız!.. Biz o devirlere yetiĢemedik!' demiĢtim." Kahkahalar durulunca Anjelik, Ajda Pekkan'ın bir Fransızca Ģarkısına baĢladı. Ardından dört duvar boyu bütün kurnaları do-lanıp kurnabaĢlannda oturan, çükleriyle oynayarak göbektaĢın-dakileri iĢtaha getirmeye çalıĢanlara soruyordu: "Ben kimim?.. Aa! Tanımadınız mı beni? Ne kadar cahilsiniz ayol! Ben Ajda Pekkan!" Galatasaray'ın hiçbir maçını kaçırmazdı. Çok sevmiĢtim onu. (En çok onu) O kadar ki, gayet de ağrıma gittiği halde cebimden para aĢırdığını fark edince hiç yüzlemedim. (Her alınganlığımı kısa süreli dalgın duruĢlarımla anlatmak isterdim ona. Gözlerimi ye-re eğerdim, kaldırmazdım gözlerimi. Anlasın isterdim.) Göm-lekler alırdım ona, boyunbağları, kol düğmeleri -gümüĢten-sonra savatlı gümüĢten boyunbağı iğneleri, gümüĢ ağızlıklar, kök kehribar teĢbihler, tütün tabakaları dizerdim. (Bir raf dolusu tütün tabakası vardı artık) Köstekli saat, gazlı çakmakları vardı. Saçları bal rengiydi. Tel tel akardı parmaklarımın arasından. Yu- 142 muĢacık, köpük gibiydi saçları. Rakı içerdi (susuz) Ona rakı sof-raları hazırlardım, çeĢit çeĢit mezelerle donatırdım sofrayı. Sof-ranın hiçbir eksiği olmasın isterdim. Biraz mahcup, biraz utan-gaç peĢkir tutardım. (Yüzüme hiç bakmazdı) Çok içerdi. Kendi-ni boğarcasına içerdi. (Kalbinin gizli sayfalarını okutmuyordu bana) Anasına-babasına söverdi. (Anasının-babasının yanına hiç gitmezdi. Var mıydılar?) Bir keresinde de baĢını dizlerime ko-yup uzun uzun ağladı. (Saçlannı okĢadım o ağlarken) Sabahına hiçbir Ģey hatırlamıyordu. Huysuz bir çocuktu ama sevmiĢtim. Ve de beni sevdiğini düĢünürdüm. Hatta bunu bile düĢünmez-dim. Öylesine sevmiĢtim iĢte. Acıklı romanlar okurdum ona. Kızardı. Dinlemezdi. "Bütün bunlar saçma sapan Ģeyler," derdi. "Bu romanlar sü-mük gibi. Niye okuyorsun bunları bana? Ben bunlardan anla-mam!" "Senin duygusal eğitimin için," derdim. "Beni eğitmekten vazgeç kızım," derdi. (Zaten bana hep "kı-zım" derdi. Ġçerlerdim ama ses etmezdim. Aramızdaki iliĢkiyi ancak böyle hazmedebiliyordu sanırım.) "Bunlar sahici değil." "Sence sahici Ģeyler nedir peki?" diye sorardım. "Benim," derdi. "Yiyorum, içiyorum, yatıyorum, geziyo-rum. ĠĢte bunlar sahici. Hayat dediğin baĢka nedir ki?" Beni kıskandığını da sanırdım. KıskanmazmıĢ. Oysa kıska-nıldığımı düĢünmek uzun süre gurarlandırmıĢtı beni. "Adım Yılmaz," demiĢti. EĢber'in koltuğunun altında, yanından hiç eksik etmediği o uzun, siyah çantası vardı. (Sahtiyan) Ġçinde kitapları, notaları, karanfil. Bir bankta oturuyorlardı. Ilık, esintili bir ilkyaz günüy-dü (Kıskanmazdı gerçekten. Yalnızca, EĢber'i, daha doğrusu EĢ- 143
ber'in ona sağladığı kolaylıkları yitirmekten korkardı. Yeniden uzun açlık, yoksulluk günlerine dönmek istemiyordu.) "Bir yerde çalıĢıyor musunuz?" (ÇalıĢmıyordu. Ve artık ona ben bakıyordum. Dil derslerine gidiyordum. Piyano dersleri veriyordum. Âdab-ı muaĢeret anlatıyordum. Çok darda kaldım mı, aileden kalma (ve de yangından) birkaç parça eĢyayı elden çıkarıyordum.) "Madem kalacak bir yeriniz yok, bu gece bende kaim. Sizi ağırlamaktan Ģeref duyarım." (Sonra hep bende kaldı.) Yüzünün bir yanında derin bir yanık izi vardı. Yüzüne ürkü-tücü bir güzellik katıyordu bu. O uyurken uzun uzun öperdim o yanığı. Kim bilir hayatının hangi yangınından artakalmıĢtı bu iz? Mum ıĢığı tutardım yüzünün bir yanına. (Tunç Ģamdanlarım vardı. Giderken onları da götürmüĢtü. Ben bu kez de Monseig-neur Myriel Bienvenu rolüne çıkmıĢtım. Hayatım romanlardan çalınmıĢ sahnelerle dolu. Ama belki de hayat dediğimiz gerçek-ten baĢka bir Ģey değildir.) Pencerenin önüne oturttum bir gün. (bembeyaz patiska per-delerim vardı, güneĢ vuruyordu yüzüne. Onun portresini yapa-caktım nihayet. Yanağmdaki izi en sona bırakacaktım. En sona. Hayatıma yerleĢtirir gibi yerleĢtirecektim o izi...) Benimle birlikte olmasını, birlikte yaĢamasını, ona bakıyor olmamı meĢru ve anlaĢılır kılmak için yapıyordum onun portre-sini. Diyordum ki ona: "Sen benim modelimsin. Sen olmasan ben bu portreyi yapa-mam. Sana bakmaya mecburum ben." Böylelikle onun erkeklik onuruna kol-kanat gerdiğimi sanı-yordum. (Portresini yaparken onun bir gün gidebileceğini hisset-miĢ miydim? Yoksa tuvale çizdiğim korkum muydu?) Az konuĢurdu. Yalnızca bakardı. Uzun uzun bakardı. Sık sık sorardım ona: "Ne düĢünüyorsun?" Omuz silkerdi. "Hiiç!" Saklıyor sanırdım, düĢündüklerini söylemiyor sanırdım. (Gözle- ri uzak sahiller gibiydi. Puslu ıĢıltılar dolanırdı gözlerinde. Bak-tığı her yerde kim bilir nice güzellikler, nice incelikler bulup çı-kardığını düĢünürdüm. Ġçli, hüzünlü bir dünyası vardı besbelli. Benim gözümde derin, ulvi bir insandı. Fırtınası vardı, yaralı bir yüreği vardı -Ben saracaktım- Eski zaman fotoğrafları gibiydi. Beyzi bir fotoğraf gibi. Biraz soluk, biraz kahverengi...) Kimi zaman bal rengi saçlarını ortadan ikiye ayırır, baĢına eski bir fes geçirir, onu seyrederdim. Uzun uzun seyrederdim. (Beyzi portremdi benim) AğırbaĢlı, suskun, büyüleyici. Suskun-luk hep böyle sevdalandınrdı beni. Saatli Maarif Takviminin yapraklarının arkasında "Sakin Sular Derindir" yazıyordu. (Derindir sanıyordum) Portresini büyük bir aĢkla yapıyordum. (Biliyordum sonun-da o yara izine gelecekti sıra) O zamanlar ellerim böyle titre-mezdi. Fırçayı altıncı parmağım gibi tutardım. Ellerim kanatla-nırdı. Portresi bitmemiĢti daha beni terk ettiğinde. Yüzümde o eski, o tanıdık alevi duydum. Bütün gece hıçkırıklar içerisinde "Ölüm ve Genç Kız"ı çal-dım. "Her beraberlik, sonunda bir düĢmanlığa dönüĢüyor," dedi Reha. Anjelik Fransızca Ģarkılar programına baĢlamamıĢtı he-nüz. Karanlık odada kurnalar kapılmaya baĢlanmıĢtı. (Karanlık oda en dipti. En görünmezdi. Küçük kare biçiminde bir odaydı. Küçük kubbesindeki sayılı gözler yeterince ıĢık sızdırmıyordu. Toplam yalnızca beĢ kurna vardı. Bu kurnaların baĢında hep ha-zır birileri bulunurdu.) Kapı açıldı yeni birileri geldi içeri. (Her-kesin gözü kapıdaydı. Kapının her açılıĢı, kendi çağrıĢımına tut-kun belleklere, en büyük aĢkları vaat ediyordu. Her kapı açılıĢı bu büyük aĢkı muĢtulayan kutlu bir andı. Sanki o sonsuz mucize gerçekleĢecek ve içeri her belleğe hükümdar olan o beyaz atlı Ģehzade girecekti. O sonsuz sevgili.
144 145
Bu kapı, cennetin kapısıydı. Umut hâlâ yaĢıyordu, inatla, cehennemde bile...) Fikret, göbektaĢından fırladı. Yeni gelenleri karĢılayarak, onlara, "Altı aydır ilk kez geliyorum abla," dedi. (Buraya gelme-nin utancını hafifletecek gerekçeler arıyordu pek çoğu gibi) Re-ha, Fikret'in ardından, "Bu kan ne zaman gelsem burda, hâlâ altı ayda bir,gelmekten söz ediyor. Kime günah çıkarıyor allahınızı severseniz bu?" dedi. Sonra yanındaki arkadaĢına döndü. (Arka-daĢı Ankara'dan gelmiĢti. Hamama girerken lenslerini çıkarmak zorunda kaldığından çevresini iyi seçemiyor, bunu belli etme-mek için gösterdiği çabadan ötürü de, söylenenleri anlamıyor-du.) Bu hamamı görmeden Ankara'ya dönmek olmazdı. Reha, bir konukseverlik örneği göstererek konuğunu burada ağırlıyor-du. Sonra EĢber'i göstererek (EĢber, gösterisine baĢlamamıĢtı henüz; yalnızca kullanılmıĢ peĢtemalleri topluyor, erimiĢ sabun-lan ayak altından süpürerek bir faraĢa topluyordu): "ĠĢte EĢber, bu," dedi. "însan değil, bir mucizedir kendisi. Altı dili anadili gibi bilir. Çok güzel piyano çalar. Köklü bir klasik müzik bilgisi vardır. Ġyi bir edebiyat kültürüne sahiptir. Uzun yıllar piyano ve dil dersleri vermiĢ, kimi eski istanbul'un iyi aile çocuklanna âdab-ı muaĢeret öğretmiĢ. ġimdi de burada peĢtemal tutuyor, bahĢiĢ topluyor." Ankaralı konuk, parmaklannın arasını aça aça, elini koru-mak ister gibi göğsüne bastırarak, düzmece bir ses ve Ģuh bir edayla kesik kesik "Aaa!" dedi. Yalnızca ĢaĢırmıĢ, gerçekteyse hiç ilgilenmemiĢti bile. Reha, gözlerini bir süre çevresinde gezdirerek, "Her Ģey ne kadar gerçek olmaktan uzak," dedi. "Galatasaray Lisesi'nin ar-dında bir köstebek yuvası. Ahh sürgündeki kraliçe!" Sürgündeki kraliçe, elindeki faraĢa erimiĢ sabunlan topla mıĢ çıkıyordu ki, ardından "faraĢ! faraĢ!" diye bağırdılar. t Ankaralı konuk "Ne kadar büyütüyorsunuz hayatı," dedi.' "Ne kadar idealize ediyorsunuz. Hiçbir Ģey sizin zannettiğiniz kadar trajik değil canım. Bırakın bu acı edebiyatını!" Reha, bıraktı bu acı edebiyatını. Konuğunun yalnızca "eğlen-mesi gerekiyordu. Korkum bitmiĢti. Artık bir daha hiçbir fırçaya tutunamayacaktım. Sokağın gürültüsü çoğalıyor. Kimi küçük çingene aileler serpilmiĢ evlerin alt katlanna, bodrumlara. Açık pencerelerden çingenece sözler, Ģarkılar dökülüyor sokağa. Kimi koyu esmer kadınlar, köpürtülmüĢ leğenlerde çamaĢır yıkıyorlar, baĢlannda incecik tülbentleri, boyunlannda altınları, donsuz çocuklar oy-nuyorlar kapı önlerinde. ("Bir Pratolini çevirseydim bari," diye düĢünüyor EĢber. Onun her sayfasında bir Ceneviz sokağı var-dır) Sonra uzun uzun çingeneleri gözlüyor. Onlan sevdiğini dü-Ģünüyor EĢber. "Sırtlannda tarihin yükü yok hiç olmazsa. Koru-maya çalıĢtıktan hiçbir Ģey" "Koruyacak hiçbir Ģeyin yok muydu baba?" GecikmiĢ bir sözdü bu. Çok gecikmiĢ. DüĢünülmüĢ de de-ğildi üstelik. Ansızın dökülüvermiĢti dudaklanndan. (Babasının ölümünü söyledikleri zaman) Ne demek istediğini ilk anda kendi de anlamamıĢtı. Nereye bağladığını, neyi düĢünerek söylemiĢ olabileceğini? Sonra sonra anladı. O yangını bir kez daha anım-sadığında. Fatih'te otururlardı çocukken. (Eskiden, çok eskiden) AhĢap evlerin birbirine yaslandığı, omuz verdiği yanık yüzlü evler sıra-lanırdı sokağın iki yanında, (her sokak baĢka bir ülkeye açılırdı sanki) Ġki katlı ahĢap bir evdi. AkĢamlan annesi mangal yakardı kapısında. (Çalkantılı yıllarda yitirilenlerin acısını ailesinden gizlemeye çalıĢırdı) Ölçülü, terbiyeli, suskun, incelikleri olan hüzünlü bir kadındı. Sonunda bunayarak öldü. Tarihin sersem-lettiği bütün o soyluların yaĢlılığı bunamaya açılıyordu. O son-suz unutkanlığa kilitleyerek kendilerini, ölümü öyle karĢılıyor-lardı. Ancak öyle karĢılıyorlardı.
146 147
(Oysa ki her Ģey eĢyaların eksilmesinden belliydi.) OvulmuĢ tahta basamaklar, pirinç mangallar kalmıĢ çocuk-luğundan. Ölümsüz eĢyalar. Belleği hep aynı fotoğrafları bırak-mıĢ çağrıĢım albümlerine. Sonsuz kilerler, sonsuz camekânlar, derin çekmeceler. EĢber, annesiyle yatardı geceleri. Koyun koyuna. Onun sı-caklığında dinlendirirdi taptaze acılarını. Hayatın farkına erken varan bütün çocuklar gibi ölesiye mutsuzdu. Beyaz dantelli uzun, alçak bir yastığa birlikte baĢlarını koyarlardı. Annesi ma-sal anlatmazdı EĢber'e. Kendi çocukluğunu anlatırdı. En güzel masallardı bunlar. Her ikisi için de... Yorganları mavi atlas kaplamalı, sırma iĢlemeliydi. Pirinç karyolanın iki yanında üzerinde iki karpuz lamba taĢıyan, fildiĢi renkte iki komodin dururdu. Bir de su dolu bir billur sürahi. (Annesi geceleri sık sık su içerdi. Su bardağının üzerine tığ iĢi bir dantel örterek, tozdan korurdu) Her uyku vakti, EĢber için, tatlı, yumuĢak, kaygusuz bir serüven gibiydi. Hiç kimsenin ol-madığı, yalnızca annesiyle paylaĢtığı bu zaman dilimini her Ģey-den çok seviyordu. EĢber'le annesinin birlikte yattıkları yatak odası birinci kat-taydı. Odanın tam üstünde, ikinci katta da babasının yatak odası vardı. (Onun odasına girilmezdi) Yalnız yatardı babası; huysuz, aksi bir adamdı. Her iki katın sahanlıklarını birbirine ahĢap bir merdiven bağlardı. EĢber'in günboyu yüzlerce kez inip çıktığı, oyun oynadığı, basamakları tertemiz ovulmuĢ bu merdivenler onun ülkesiydi. AhĢabın ıslak kokusunu seviyordu. Belleğinin bütün çocuk imgelerini buraya sığdırıyor, burada gerçek kılıyor-du. Sokağın savrulmuĢluğu yoktu bu merdivende. Küstüğü za-man, o merdivenin bir basamağına oturur, çenesini iki elinin arasına sıkıĢtırarak, dudaklarını büzüĢtürür, gözlerini uzaklara, ta uzaklara dikerdi. (O merdiven onun ülkesiydi) Herkes anlardı ki EĢber gene bir Ģeye küsmüĢ. Bir gece yansı, Ģiddetli alevlerin camlarda büyüyen kızıllı- ğıyla uyandılar. Annesi yataktan fırladı. Bütün pencereler yanı-yordu. EĢber, ansızın sürahiyi kaptı, elinde sımsıkı tuttu, sahan-lığa fırladılar. (Bir eli annesinin elinde, bir elinde sürahi) Sokak-tan sesler, çığlıklar, haykırıĢlar geliyordu, (çok mu geç kalmıĢ-lardı? EĢber'e bütün istanbul yanıyormuĢ gibi geldi) Tam sokak kapısına vardıklarında babasını anımsadı. Sokak kapısından çı-kacakken tam, annesinin elinden kurtularak gerisin geri döndü. (Babası hâlâ uyuyor olmalıydı) Merdivenleri büyük bir hızla tır-mandı. (Basamaklar da yanacak mıydı? Ġçi sızladı...) Babasının yatak odasının kapısına geldi. (Yasak bitiyordu. EĢikteydi. Ġlk kez açacaktı odanın kapısını. Odanın içini ilk kez görecekti) Ka-pının seramik tokmağına asıldı, tokmağı çevirdi, kapıyı ardına dek hızla itti. (Babasının kızmayacağından emindi. Gizli bir gu-rur duyuyordu. Bir yasağı böyle bir özveriyle çiğnemiĢti ancak. ĠĢte babasına ulaĢmıĢtı...) Ġlk olarak ayaklarının ıslandığını duyumsadı. (Sürahi elin-den kaymıĢ, büyük bir Ģangırtıyla tuzla buz olmuĢtu. Kırık cam parçalan dağıldı dört bir yana) Oda bomboĢtu. Yatağının etekle-rinde terlikleri duruyordu. (Terlikleri tanıdıktı) Belli ki aceleyle yorganı üzerinden atmıĢ, telaĢla dıĢan fırlamıĢtı, (terliklerini bile giymemiĢti. Bu denli korkak mıydı? babası? Ve odalannın önünden geçip gitmiĢti) Koltuğun üzerinde ropdöĢambn duru-yordu, (Ģarap rengi bir kadife koltuğun üzerinde, yüzü eprimiĢ, havı dökülmüĢ o koltuğun... nerde görse hemen tanıyacağı...) Yorganı sim iĢlemeli değildi. (Küçük bir odaymıĢ. Tek koltuk, tek iskemle. -Her Ģey tek bu odada- tek kapılı, aynalı bir gard-robu vardı. Aynada tutuĢan evler kendine getirdi EĢber'i. (Göre-ceğini görmüĢtü artık) Usulca çekti odanın kapısını. (Bütün oda bu kadardı. Yasak bitmiĢti.) Merdivenleri ağır ağır inmeye baĢladı. Tahta gıcırdıyor, iniltili sesler çıkanyordu. ġimdi EĢber ba-samaklann birine çöküp, çenesini ellerinin araĢma almak ve uzaklara çok uzaklara sonsuza dek bakmak istiyordu. Yorgundu, yorulmuĢtu.
148 149
(Konsolun üstünde ilaç ĢiĢeleri duruyordu. Hasta mıydı ba-bası? Kimi geceler babasının üst kattan gelen öksürük seslerini dinlerken hiç düĢünmemiĢti bunu. O seslerle yalnızca babasının varlığını duyuyor, seviniyordu. Hatta babasının kendisine verdi-ği iĢaretler olarak düĢünüyordu o öksürükleri. Gene de yalnız değillerdi. Annesiyle kendisi. Bunu düĢünüyordu.) Sesler geli-yordu kulağına; dıĢarıda çığlıklar, bağırıĢlar çoğalmıĢtı. Pence-reler alev içindeydi. AteĢten direkler sarmıĢtı ilk katın sahanlığı-nı. Sokak kapısına vardığında bütün mahallelinin sokağa, kapı-larının karĢısına toplandığını gördü. O kalabalığın arasında kor-ku, hayret, ĢaĢkınlık dolu babasının yüzünü gördü. Annesi, ba-basının ardına sinmiĢ, omzunun üstünden bakıyordu kendisine. (EĢber, artık geceleri yalnız uyumak istiyordu) Babası, sinirli si-nirli kollarını oğuĢturuyordu. (DıĢarı fırlarken kapılarının önün-den dümdüz geçip gitmiĢti demek. Demek geceleri kendisi için öksürmüyordu) Ġnsanlar korkak, ĢaĢkın, sevinçli kendisine bakı-yorlardı. (Çocuklar, -yangının tadını çıkaran- kaygusuz çocuk-lar da vardı.) Babası korkulu anlar yaĢamıĢ olmanın gösteriĢli kızgmlığıyla azarladı EĢber'i: "Nerde kaldın be oğlum? Çok korkuttun bizi!" EĢber, baĢını kaldırdı. Babasının gözlerinin içine dimdik baktı. Artık büyümüĢtü. BaĢını kaldırarak Galatasaray Lisesi'nin bahçe çevirmesine baktı. (Ġnsanlar büyüyorlardı. Doğuyor, yaĢıyor sonra ölüyorlar-dı. Hepsi buydu. Bu kadardı. Bütün hayat.) "Onca lisan öğren-dim, hâlâ insanlarla doğru düzgün konuĢabilmiĢ değilim," diye geçirdi içinden. "Her lisan bir insan değil, her lisan bir yalnız-lık" Kaç yıldır piyano çalmayı da unutmuĢtu. (En çok piyanosu için üzülmüĢtü.. Ġlkine benzeyen simsiyah, upuzun kuyruklu bir piyanoydu. Bir bedeldi, bir yangın bedeli) Derin derin içini çekti EĢbe,r, "Zaman da zalim, insanlar da," dedi. Çingene kadın ça-maĢırını bitirmiĢ, leğendeki kirli suyu sokağa döküyor. (Pence-resinden evinin içi görünüyor. Masmavi yastıklar vardı evin her bir yanında, çığırtkan renkler) "Bu çingeneler eĢyayla alay edi-yorlar," dedi. Galatasaray Hamamı'na çıkan merdivenlerden bir-kaç kiĢi iniyor. H. sokağında çocuklar oyun oynuyorlar salkım saçak, kaygusuz. Duvar, düĢündürdüklerinden uzak kayıtsız, üs-tündeki otlan esintiye uzatarak eğleĢiyor, sanki zaman öldürü-yor. Masum bir istanbul görüntüsü... (Ama niye her baktığı Ģey-de gene de ölümü görüyor? Niye her Ģey ona ölümü çağrıĢtırı-yor?) Acısını gizleyen soylu bir görünüĢü vardı bu masum gö-rüntünün. AkĢamüstü kızıllığı dağılıyor görkemini saklayama-yan sokağın külrengi göğünde. "Bir Rum kadını sevdalanmıĢ buna. (Yüzü sevda çağırırdı) Beyoğlu'nda bir pastanede tanıĢmıĢlar. (Cebinden harçlığını hiç eksik etmezdim. Her sabah daha o uyanmadan gizlice pantolo-nunun cebine yerleĢtirirdim) Kadın barların birinde Ģarkıcı. ĠĢve-li, genç, biraz tombulca. Belli ki o da Ģefkate muhtaç, (ona çok acıdım. Ey Ģefkat! sen ne kadar yanıltıcısın!) Sonra onunla kaçtı, o Rum kadınla. Hiçbir Ģey söylemeden, veda bile etmeden gitti. (Fransızca dersinden dönmüĢtüm. Elimde bir kutu fondan vardı. Tophane'deki evdeydik o zamanlar. Dolapları fildiĢi beyazıydı. -Annemin komodininin aynı renginde- BomboĢtu. Bütün askı-lar bomboĢtu. Benim gömleklerimi de, ipeklilerimi de, fularımı da, boyunbağlanmı da almıĢtı. GümüĢ çerçeveler -içinden re-simlerini sökmüĢ, almıĢ- ve o iki Ģamdan, uzun kıĢ gecelerinde
150 151
gizime ortak olan o iki Ģamdan, -tuvalimde fırçaların olduğu ka-dar onların da hakkı vardı- Hiç olmazsa konsolun üstüne, ayna-nın önüne beyaz bir zarf içerisinde bir veda mektubu bıraksaydı. (Nasıl da saklardım o mektubu) Çekti, gitti. Hiç gelmemiĢ gibi. Hiç olmamıĢ gibi. Günlerce avare dolaĢtım. Ağzıma bir lokma olsun bir Ģey koymadım. Hiçbir dersime gitmedim. Tam iki göz-yaĢı ĢiĢesi doldurdum. "Hanımefendi, reca ederim onu bana bırakın." O Rum Ģarkıcı kadın ağız dolusu gülmüĢtü bana. (Altın diĢ-leri vardı ağzının bir kıyısında. Birkaçı da dolguydu, hemen belli oluyordu) Duvarlarında yırtık afiĢler vardı. Pis, bakımsız bir odaydı. Duvarları gene de pembe renkteydi ama. (Glayöl götür-müĢtüm; daha kibar davranabilirdi) Aynasının çevresindeki am-pullerin hepsi yanmıyordu. Tırnaklan ateĢ kırmızısı parlıyordu. Sağa sola rastgele fırlatılmıĢ Ģifonlar, gupürler, janjanlı elbiseleri vardı. (Hiç unutamadım) Bir de eski bir paravan duruyordu bir köĢede. (Onun sevgilisinin odası böyle mi olmalıydı?) KurumuĢ bir pudrayı parmaklarıyla ezerek yüzünü patpatlıyordu. Kahka-haları durmuyordu. DiĢlerine ruj bulaĢmıĢtı. Kırgın kırgın glayö-le bakıyordum. Ağlamamak için güç tutuyordum kendimi. Du-daklarımı ısınyordum. Ne hakkı vardı bana böyle davranmaya. Bense; Kadındır, anlar sanmıĢtım. O gittikten sonra portresine devam edemedim, üzerinde be-yaz bir örtüyle Ģövaleye takılı kaldı uzun zaman. Günlerce öyle-ce durdu. Giderken portrenin üzerine bir avuç bok sürmüĢtü. (Sol yanağının üzerine vurmuĢtu boku. Benim hep o en sona sakladığım o yanık izinin bomboĢ kalmıĢ yerine...) Aylarca sakladım o portreyi. Evet belki bir sanat eseri değil-di ama, bir hayat eseriydi. Anjelik'in gösterisinden önce Muhasebeci Muhsine, peĢte-mali beline bağlayacağı yerde, boynundan bağlayarak değiĢik elbise kreasyonları deniyor göbektaĢının üzerinde. (Herkes ço-cukken gizlice annesinin elbiselerini giydiği aynanın önünde sanki) Az sonra daha çok Sezen Aksu'nun Ģarkılarından yapıl-mıĢ potbörisini sunacak. Dökülen saçlarının arasına nikâh Ģeker-lerine düğümledikleri kolalanmıĢ kumaĢtan yapma çiçekler yer-leĢtiriyor. Simsiyah, kıvırcık saçlan Ģimdi bir kara alay gibi. (Kıvırcık saçlarından ötürü, kızdılar mı "KoyunbaĢ Muhsine" de diyorlar ona) Programını sunarken, bir adının da "Çöl Hurması Muhsine "ye çıkmasına neden olan oryantal figürlerini de hiç ek-sik etmeyecektir. (Her türlü adın takıldığı "Hamam Perisi Muh-sine"nin gerçek adını ise hiç kimse bilmeyecektir.) Muhsin genellikle çirkin, albenisiz bulunduğundan, Re-ha'nın kıçından hiç ayrılmaz, onun kimi ayak iĢlerini görür, sonra da Reha'dan artakalan, Reha'nın canının çekmediği ya da be-ğenmediği kimi erkeklerle yatardı. Reha, onun için güvenli bir korunaktı. Hep arkada, ikinci planda kalmayı kabullenerek Re-ha'nın isteklerini yerine getiriyordu. Onun silik ve ikincil kiĢiliği de Reha için bir güvenceydi. Reha hep merkez olmalıydı, her toplantıda, her yerde. Aralarında hiç bir yarıĢmaya yer bırakma-yacak bir eĢitsizlik vardı. Bu yüzden çok iyi arkadaĢtılar. Reha, hep çevresinde kendi dileklerini yerine getiren birile-riyle gezerdi. Kaprislerini çeken, huysuzluklanna katlanan ama sürekli yanında bulunacak birilerine gereksinirdi. Yalnızlığa kat-lanamazdı. Geceleri bile ıĢıklan söndürmeden yatar, radyonun düğmesini de açık bırakırdı. En kabank telefon faturalannı ödü-yordu. Gece yarılarına dek telefonla konuĢurdu. (Her an bir ses, bir soluk... Sessizlik hiç olmamalıydı...) Reha'nın içki sonrası dağıtmalarında onu kollayacak, cigaradan tıkanmıĢ ciğerinin bo-ğulayazan öksürük nöbetlerinde onu nazlandıracak biri olmalıydı yanında. Muhsin'in bütün dizginlerini tutuyordu elinde. Muh-sin'in bütün zaaflannı, noksanlarını biliyor, bunlardan yeterince yararlanıyordu. Muhsin, dar omuzlan, küçük kemikli ince bede-
152 153
ni, sırtından fırlamıĢ kürek kemikleriyle acıma uyandırıyordu Reha'da. Acımak, zalimleĢtiriyordu Reha'yı. Muhsin, Reha için onsuz yapamadığı zavallı bir hamam böceğiydi. Her pazar birlikte serilirlerdi göbektaĢına. Reha'nın göz koy-duğu erkeklerin dıĢında herkese asılabilirdi Muhsin. Reha'nın reklam filmlerinde oynattığı birine karĢılıksız bir aĢkla bağlan-mıĢtı uzun süredir. O çocuğu görebilmek, onunla kimi yemekli akĢamlar geçirebilmek için Reha'nın her dediğine boyun eğiyor-du. Çocuğun geleceği Reha'nın ellerindeydi. Çok yakıĢıklı, ken-dine tapma ölçüsünde hayran, hayatta en büyük tutkusu ünlü bir artist olmak olan bu çocuk, Reha'nın karĢısında ezilip büzülü-yor, onun her isteğini yerine getirmeye hazır bir köpek gibi yal-taklanıyordu. Gerilimli uzun günlerin sonunda bir gece, Muhsin salonda otururken, yatak odasına çekildiler birlikte. Muhsin'e in-me inmiĢ gibiydi. Hiçbir Ģey söyleyemedi. BomboĢ gözlerle pencereden görünen Boğaz köprüsünün ıĢıklarına bakıyor ve sonsuzluğu düĢünüyordu. Ağlamak, haykırmak, bağırmak, kaç-mak, ölmek hiçbiri ama hiçbiri hiçbir Ģey değildi. Güzelliğinden baĢka hiçbir Ģeyi olmayan bu çocuğa ne anla-tabilirdi sevdalı yüreği? Hiçliği mi? Az sonra Reha'nın ağdah sesi duyuldu içeriden: "Muhsin! Selpak almayı unutmuĢum, bir paket selpak açsa-na!" Kapının aralığından birkaç kâğıt peçete uzattı Muhsin. Bu da geçerdi. Kimi zaman Muhsin'i gülünçleĢtirmek pahasına, baĢkalarına eğlence çekiyordu. Reha'nın evindeki yemekli gecelerde iri göz-lerinin çevresini kalın çizgilerle sürmeler, boyanır, baĢına san peruklar, sırtına siyah Ģifonlar geçirerek konuk laçolan güldürüp eğlendirirdi. (Ġnsanlarla kendi arasındaki dengeyi ancak gülünç ve zavallı olduğu zaman buluyordu Muhsin) Reha, reklam film-lerinde harcanmıĢ yönetmenlik düĢlerinin ve yarım pörçük top-lumculuk sevdalarının hıncını; hayatının her anında, her olayda hükmederek, baĢkiĢi olarak, yönetmenlik yaparak çıkarıyordu. Her olay kendi denetiminde gerçekleĢmeliydi. Kendi duygusal süreçlerine göre baĢkaları üzerinde egemenlik kuruyordu. Her-kes üzgünken saçma keyfler yaratır; herkes neĢeliyken de haya-tın sırrına ermiĢ, görünmez trajedilerin farkında olan filozof ro-lünü oynardı. Bu duygusal gel-gitleriyle bulunduğu toplulukta herkesin keyfini kaçırır, herkesin burnundan getirirdi. Bu yüz-den genellikle evinde toplantılar düzenler, her toplantının baĢo-yuncusu olmak hakkını böylelikle elde ederdi. Muhsin ise, her zaman nedime rolündeydi. Hiçbir zaman kendini öne çıkarmaz-dı. Gelenlere kapıyı açmak, sofraya tabaklan koymak, konuklan ağırlayıp, eğlendirmek gibi görevleri vardı. Ne ki Muhsin'in bu eğlendirme iĢinin ölçüsünü de iyi ayarlaması gerekiyordu. Zekâ oyunlan ve espri yapma, herkesi ĢaĢırtan, herkeste hayranlık uyandıran söz canbazlıklan, hatta baĢkalannm baĢından geçen serüvenlere sahip çıkma hakkı hep Reha'nındı. O, ana kraliçey-di. Reha ancak iki kiĢilik söyleĢilerde iyi bir insan olurdu. Yu-muĢacık, sevecen, dost. Onun da cehennemi baĢkalanyla baĢlı-yordu. Birçoğu gibi. Muhsin salonda havayı yumuĢatıp, renklendirmeye çalıĢır-ken, o her seferinde yatak odasında uzun uzun hazırlanarak, ve her seferinde biraz geç kaldığı için özürler dileyerek büyük bir görkemle çıkardı salona. Boyunun kısalığını kapatan sabo ta-kunyalan, yağlanmıĢ göbeğini saklayan bol japon kimonoları ve dökülmeye yüz tutmuĢ saçlarından dikkati uzaklaĢtıran bir siyah bant çatardı alnının üstüne -böylelikle hem gözlerini çekik gös-teriyordu, hem de alnındaki kınĢıklıkları topluyordu- Muhsin artık geriye çekilebilirdi. Onun sahnesi bitmiĢti.
154 155
"Nerden de aklıma düĢtü Muhsin?" dedi EĢber. "Ne zaman-dır görünmüyordu ortalıkta. Kim bilebilirdi böyle olacağını? Ahh kimselerin yarını yok!" Tophane'de oturuyordu Muhsin. Çift kanatlı kapılan, sera-mik tokmaklan olan eski bir istanbul evinde. AhĢap yüzlü bir yapıydı. Pencereleri aĢağıdan yukanya doğru açılıyordu. Ġyi bir Muhasebeci olduğu söyleniyordu Muhsin'in. "Mahalleliye dikkat et canım," dedim. "Yakmasınlar evini." ġaĢkın gözlerle baktı bana. (Ġri, fincan gibi nefti gözleri vardı. Çok güzeldi gözleri, sanırsın çocuk gözleri, öyle masum, hile-siz.) "Sen nereden biliyorsun?" dedi. "Neyi?" dedim. Sustu, yutkundu. AnlamamıĢtım. Ona o yangını anlattım. (Ġkinci yangını) Hem üzüldü, hem de tuhaf bir biçimde -anlaya-madığım bir nedenle- rahatladı. Nerdeyse sevinmiĢti bile diye-ceğim. O zaman üzerinde durmamıĢtım bile. "Yılmaz beni terk ettikten uzun bir süre sonra, kendimi ye-niden toparladım. Yeniden derslere baĢladım. Gerçi kolay olmadı, ama mecburdum. Parmaklarım ağırlaĢmıĢtı eskisi gibi çala-mıyordum. (Bütün kelebekler ölmüĢtü) Schumann'ın kimsenin hayatında yeri yoktu artık. Eski aileler de kalmamıĢtı. Çocukla-nna âdab-ı muaĢeret dersleri verdirenler de çıkmıyordu. (Yıl-maz'la birlikte hepsi gitmiĢlerdi) Bildiğim dilleri unutur olmuĢ-tum. Ders verirken dalıp gidiyordum. Tophane'deki ahĢap ev elimdeki son sığınaktı artık. Kırgın kırgın denize bakan, camlan kırılmıĢ, pervazları düĢmüĢ, cihannümasmda güvercinler gurul-dayan bir ev. Her geçen gün talebelerim azalıyordu. (Beni beğe-nenler azalıyordu. ArkadaĢsızlık çekiyordum. Hayat ağnma git-meye baĢlamıĢtı artık.) 156 Beethoven'in Für Elise'mi çalıyordum. Mahalleden alay etmeye baĢlamıĢlardı epeydir. (Farkıma varmıĢlardı) Mahallenin delikanhlan önümü kesiyor, beni itip kakıyorlardı. (Ben öyle muamelelere alıĢık değildim) BaĢımdan kepimi alıyor vermiyorlardı. Kepimle top oynuyor, birbirlerine atıyorlardı. O insandan ötekine gidiyor, böyle yapmamalannı re-ca ediyordum. Beni dinlemiyorlardı. Ben bu hallere düĢecek in-san mıydım? Mahallenin maskarası olmuĢtum. (Bir yerden ne olduğumu duymuĢlardı mutlaka) KeĢke taĢınmasaydım bu eve. AhĢaptır diye taĢınmıĢtım. Ben geçerken ardımdan bağınyorlar-dı: "BeĢlik! BeĢyıldız! Dümbelek! Verek!" (Hiç duymazdan ge-lirdim. Yüzüm kızanrdı, hicap duyardım onlar adına) Nasıl bu kadar çirkinleĢebiliyordu bu insanlar. Hayatta hiçbir Ģeye hör-metleri yok muydu? Hiç mi âdab-ı muaĢeret bilmiyorlardı? Teh-dit ediyorlardı beni. Mahalleden kovuyorlardı. Birkaç kez pen-cereme gece yansı taĢ attılar. Camlanmı kırdılar. "Evini ateĢe veririz!" diyorlardı. Korkular ve hüsranlar içerisindeydim. Baba ocağının bu son yadigânnı terk etmeye gönlüm elvermiyordu. Artık kimseye görünmemek için geceleri geç dönüyordum eve. Orda burda vakit öldürüyordum. Gene bir gece ağır ağır eve dö-nerken, gökyüzüne bulaĢmıĢ bir kızıllık aldı gözümü. (Odasının penceresini aralık bırakmıĢtı babam. Nefes darlığı çekiyordu) Ġnce bir esinti, rüzgâra dönüĢmüĢtü. ÜĢümeye baĢlamıĢtım, kol-lanmı oğuĢtururken nedense o eski görüntü düĢüverdi gözleri-min önüne. Yangında üĢüyen babam. Evime yaklaĢtıkça alev ve dumanlar büyüyordu. (Kendi ayazından üĢüyor olmalıydı. Yüre-ğinin ayazından) Gözlerime yapıĢan bu eski görüntülerden miydi gökyüzüne sıçrayan bu kızıl lekeler?.. Sokağa vardığımda evimi ateĢler içinde buldum. Cihannümaya dek yükselmiĢti alevler. Güvercinler guruldamıyordu. Çevreyi büyük bir kalabalık sarmıĢtı. Herkes sessiz ve içinden konuĢuyordu. (Kimse üzgün değildi. En çok buna üzülmüĢtüm) Yılmaz içeride yanıyordu. Piyanom içeride yanıyordu. -Artık hiç piyanom olmayacaktı- Gençliğim içeride yanıyordu. Herkesle birlikte eve sessiz ve 157
uzaktan baktım. (Gülümsüyordum, çaresizdim.) O koca kalaba-lığın içerisinde babam da durmuĢ, habire kollarını oğuĢturuyor-du. BaĢımı çevirsem hemen ardımda onu görecektim. Omuzu-nun arkasından annem bakacaktı. Evin kapısından az sonra ben çıkacaktım. Kalabalık aynı kalabalıktı. Ve bu yanan artık son is-tanbul'du. Bundan baĢka istanbul yoktu. Biliyordum. (Eski is-tanbul'un yangın seyretme meraklıları, her yangına koĢturan in-sanlar kendilerini yakmıĢlardı sonunda. Tarih yanmıĢtı.) Herkes ilgiyle, merakla bana bakıyor, bir Ģeyler söylememi bekliyordu. Kalabalığın arasından sıyrıldım, birkaç adım öne çıktım. Usulca baĢımdan kepimi aldım ve yanan alevlerin ta ortasına fırlattım. Ardıma döndüm. Herkes bana bakıyordu. Kapıdan çıkmıĢ-tım iĢte. Herkesle yüzleĢiyordum Ģimdi. "Bu hiçbir Ģey değil," dedim. "Ġlk yangından artakalmıĢtım ben!" AkĢam iyiden iyiye koyuluyor. Hamam, kadınlar için çok-tan kapanmıĢtır. Her gün saat beĢten sonra erkekler damlamaya baĢlar. (ġimdiye ilk müĢteriler kurnaları kapmıĢlardır bile) Pa-zarları bütün gün erkekler içindir. Bu yüzden en Ģenlikli günü-dür pazar. Çırak çocuklar, lümpenler, bitirimler, kostaklar gelir, taksi Ģoförleri, erkek kuaförleri, küçük esnaf, uzak fabrikalardan iĢçiler. Daha niceleri. Hamam ucuzdur, Madam para delisi, seks bedava. Daha ne? Bakımsızdır hamam; sulan ılık akar, soyunma odaları da temiz değildir. Ama salonunda büyük boy Viyana ay-naları her Ģeyle alay eder gibi durur. Nice mutsuz eĢcinsele, ha-mama girerken ya da çıkarken, dökülmüĢ sırlarına karĢın, yalancı umutlar dağıtır, düĢlerini tazeler (Alice'in büyülü aynası gi-bi...) Her Ģeye karĢın her Ģey yolundadır. 158 Olmak zorundadır. Kendini çevreleyen yaldızlı oymalanyla görkemli bir çöküĢün simgesi gibi durur hamamın bekleme salonunda. Ve hep orada duracaktır. Buna en çok EĢber inanır. EĢyanın da bizde hakkı vardır. Sokağın baĢında iki kiĢi belirdi. EĢber, neden sonra tanıdı Reha'yı. Gözlerinin artık eskisi gibi seçemediğini düĢündü. San-ki gözlerinin önünde hep o leylak tüller uçuĢuyor. (Muhsin öl-dükten sonra yeni biriyle geziyor Reha. Muhsin'i unutmuĢ gö-zükmek istiyor. Oysa her davranıĢı Muhsin'e iliĢkin bir çağrıĢım taĢıyor) EĢber'i görünce gösteriĢli bir coĢkuyla el salladı. (Niye böyle her Ģey abartılı yaĢanıyordu? niye her davranıĢımız gecik-miĢ bir müsamere gibiydi? herkesin ayırdında olduğu ama hiç kimsenin vazgeçemediği bu sancılı oyun, bu patetik komedi ni-yeydi? -daha el salladığı anda bunları düĢünmeye baĢladı Reha) "Ablaa! Elindeki torbada ne var gene?" diye sordu. EĢber, alçakgönüllü, sahici bir utangaçlıkla: "Yeni kreasyonlarım var," dedi. "Eminim çok seveceksiniz. Kendi el emeğim, göz nurum!" Sonra hep birlikte aĢağıya saptılar. EĢber, "Ġyi oldu geldikleri, gene düĢüncelere dalmıĢım," diye geçirdi içinden. Sokağın köĢesindeki kafesli pencerede iki kadının kendini alaylı gözlerle izlediğini ayrımsadı. "Gene çok daldım herhalde," dedi. ĠĢine baĢlamanın coĢkusu, telaĢı kaplamıĢtı içini. (Biliyordu gene ge-cikmiĢti. Madam bir Ģey söylemeyecekti belki ama kırgın kırgın bakacaktı. Ne güzel! Hâlâ kırgınlıklarını yalnızca yüzüyle, sus-kunluğuyla anlatan insanlar kalmıĢtı) Reha uzun uzun bir Ģeyler anlatmaya baĢlamıĢtı. (EĢber dinleyemiyordu) Kendini sürekli konuĢarak koruyan insanlardandı. (Susmak yalnızlıktı) "Ne gü-zel, bir iĢim var gene de," diye düĢündü EĢber. "Çocuklara hiz- 159
met ediyorum." Sonra yüksek sesle: "Gerçi bir anaokulunda ço-cuk bakmak isterdim, ama bana yaptırmazlar ki o iĢi. Ġnanın çok iyi bakardım," dedi. Reha bir Ģey anlamadı bu sözlerden, ama gene de gülümse-di. AĢağıya doğru kıvrılan dirseğin köĢesinden içeri doğru sap-tılar. Küçük bir taĢlıktı burası. Sağında küçük bir hurdacı dükkâ-nı vardı. TaĢlığa kimi hurda parçalan yığılmıĢtı. "Bu hurda yı-ğıntıları buraya çok yakıĢıyor," dedi Reha. Sonra zehirli bir gü-lümsemeyle kendine acıdı. Hurdacının önünden geçtiler. Bir ba-samakla geniĢçe bir sekiye çıktılar. Sekide mahallenin küçük ço-cukları el ele tutuĢmuĢlar, oynuyorlar. Rengârenk çamaĢırlar asılı iplere. Çocuklar her Ģeyin uzağında el ele dönüyor bağıra çağıra, hep bir ağızdan bir okul Ģarkısı söylüyorlar: "Türkiyem! Türkiyem! Sen ne güzel ülkesin!" Kapının yanında, az ötede hamamın kubbesi duruyor. (Ka-pıdan sonra uzun bir merdivenle aĢağıya iniliyor, hamamın ana kapısına ulaĢılıyor.) Kubbenin üzerinde kubbeyi süsleyen cam gözler vardı. Ha-mamın bacası kesik kesik tütüyor. Kubbenin üzerinde Madamın kedisi dolaĢıyor. Kedi, EĢber'i görünce bir an duraladı. Gözlerin-deki parıltıyı biledi. Gerindi. Sonra hırçın adımlarla kubbenin üzerinde camdan cama atladı. "Haydi inelim," dedi Reha yanındaki yeni arkadaĢına. Merdivenleri inip, iç kapıya ulaĢtıklarında çocukların okul Ģarkısı hâlâ sürüyordu. 160
"Los Arboles Mueren de pie" Alejandro Casona I
Eski, ağır, kararmıĢ bir soba hamamın tam ortasında duru-yor. GeniĢ salonun sessiz ve soğuk havasını yalnızca duruĢuyla bile ısıtıyor sanki. Sobanın yanındaki cilası dökülmüĢ, geniĢçe bir tahta koltuğun üzerinde Madam oturuyor. Koltuğun hemen önüne konmuĢ uzun, geniĢçe bir tahta sıraya hasta ayaklarını uzatmıĢ dinlendiriyor. Gözleri ve yüzü aĢağıya doğru akmıĢ san-ki. Kucağına çöreklenmiĢ kedisinin sırtını sıvazlayarak, kopuk kopuk Ģeyler düĢünüyor. (Epeydir düĢünceleri arasında bağlantı kuramıyordu. Belleği denetimini yitirmiĢti. Görüntüleri ve imge-leri yaĢıyordu yalnızca. Bütün hayat, yaĢanılan an'dı artık. Ne gelecek vardı, ne de umutlar. Kopkoyu bir belirsizlik ve durgun-luk içindeydi Madam. Kendini ölü bir göle benzetiyordu. Bir gün çok derinlerinden büyük bir ejderha çıkacaktı.) Madamın gözkapakları, gözbebeklerinin yansına dek düĢü-yor, bakıĢlarına ürkütücü bir derinlik, bir ölüm sessizliği kazan-dırıyor bu. Sanki öte dünyadan bakıyormuĢ, o dünyadan bir Ģey taĢıyormuĢ gibi bu gözler, hiç kimseyle, hiçbir Ģeyle iliĢkisi kal-mamıĢ gibi... Hayata karĢı büyük bir kayıtsızlık okunuyor bu yüzde. Ġlk bakıĢta anlaĢılıyordu ki, artık onun için hiçbir mucize kalmamıĢtı. Olamazdı. Bembeyaz saçları (gümüĢsü bir parıltı geziniyor saçlarının arasında) baĢındaki ince, siyah örtüyü tutmuyor, omuzlarına ka-yıyor. (Bir ikonaydı Madam. Onuru geri verilmemiĢ bir ikona.) Hamamın bekleme salonu tenhaydı henüz. Viyana aynaları-nın önü boĢtu. Sessizliğe bir derinlik kazandırıyordu bu. (Ayna-ların ölgün parıltısı, sanki tarih seğiriyor durgun yüzeylerinde) 165
Az önce kadınlar apar topar çıkmıĢlardı. Birkaçı çıkmadan önce kirlileri toplamıĢ, peĢtemalleri katlamıĢ, soyunma odalarına çeki düzen vermiĢti. (Madam bunlardan yıkanma parası almazdı. Yoksul kadınlardı bunlar) Bir sessizlik çökmüĢtü bu eĢyasız sa-lona. (Sessizlik, bir saygınlık kazandırıyordu.) Ġçerde Suat Bey, göbektaĢına boylu boyunca uzanmıĢ, teker teker kurnaların suyunu açmıĢ, su sesi dinliyor. (Kendini dinli-yor) Cehennem ırmaklarının ateĢ rengi parıltısı sinmiĢti gözbe-beklerine, gözbebekleri korkuyla büyümüĢ kubbeyi deliyor. (Irmakların denize döküldüğü yerler vardır) Sıska, cılız bir kediyi derenin kıyısındaki çalılıklara götür-müĢlerdi. Üç beĢ erkek çocuğuydular. Ellerinde paslanmıĢ bı-çaklar, kör makaslar, ince tel çubuklar vardı. Sırtüstü yatırmıĢ-lardı kediyi, dümdüz upuzun bir taĢa. Ġçlerinden biri (en büyü-ğü) doktor olmuĢ, usul usul kedinin karnını yarmaya baĢlamıĢtı. Hayvancağız uzun uzun çırpınmıĢ, kendini tutanların naylon el-divenli ellerini tırmalayarak hayata tutunmaya çalıĢmıĢtı. Her-kes büyük bir merak içindeydi. Kedinin içinde neler vardı? (Cı-lız, zayıf bir kediydi. Zaten ölecekti. Böyle demiĢlerdi kendisi-ne) Gözlerini sımsıkı yummak ve oradan alabildiğine kaçmak is-tiyordu. Kaçamıyor; kımıldayamıyordu. Ġhanete uğramıĢ gibiydi. AldatılmıĢ gibiydi. Terk edilmiĢ gibi. Elleri, ayaklan tutmuyordu sanki. Uzaktan derenin kirli sesi duyuluyordu. (Ġlk denize o zaman dökülmüĢtü) Madam, elindeki kitabı bir kez daha açtı. Satırlar gözünün önünde uçuĢuyor ama ona hiçbir Ģey anlatmıyor. Kitabın, kalın siyah cildini okĢar gibi elini üzerinde gezdirdi. Kitap küf koku-yordu. Sanki bu kokuya dokunuyormuĢ gibi geliyordu ona. (Bu ona zevk veriyor) Tarih elinin altındaydı Ģimdi. Gözlerini çevre-sinde gezdirdi. (Huzur içindeydi, önemli olan da buydu) Viyana 166 aynalarına takıldı gözleri. "EĢyalar, ahh eĢyalar," dedi. "Her Ģeyden daha çok hakkınız var bizde." Kapı, ince, ürkek bir gıcırtıyla açıldı. Madam duymadı. Ġn-ce, hazin yolculuklarından birine çıkmıĢtı gene. Koltuğunun tam karĢısına düĢen Viyana aynasına yansıyan, kucağındaki kedinin yol yol tüylerinde gezinen uzun, yorgun parmaklarını izliyordu. (Sanki bir baĢkasının eli gibi) Kendini, kedisini aynada seviyor-du. (Piyano tuĢlarında gezinen bir yolculuk muydu? Yoksa bü-yükbabasının kötürüm sandalyesinin tek ülkesi olan ak bir kedi-nin gri yollu tüyleri miydi?) Eli savruk imgelerin içerisinde do-laĢıyordu Ģimdi. HaĢmet Bey, ilkin baĢını uzattı kapının aralığından, sonra ürke korka içeri girdi. (Nihayet baĢarmıĢtı. Her gece yatağında kurduğu düĢler gerçekleĢiyor, büyü bozuluyordu. ĠĢte buraday-dı. GelmiĢti.) Hamamın o kalın sessizliği ürküttü onu. (Teyzesinin de uzun tırnaklan vardı. Eski bir lire takılı kal-mıĢtı, eski, kahverengi bir fotoğrafta) Keçi sakalı, dökük saçları ve ağzında piposuyla daha çok bir yabancı gezgine benziyor HaĢmet Bey. Ağzında tutuyor pipoyu, özellikle almıyor. KiĢiliğinin ağırlığını hafifletmek istemiyor. (Keçi sakallan ve pipolanyla hayatla kendi aralannda denge kurmaya çalıĢanlardan biri HaĢmet Bey) Madam yabancı gez-ginlere de alıĢık. Yabancı "Gay Almanak"larda hamamın adı, adresi geçiyor, istanbul'a gelenlerin çoğu buraya uğruyor. HaĢ-met Bey çekingen, suçlu, çevresine bir göz atıyor. Tanıdık bir yüze rastlamak olasılığı ürkütüyor onu. (Zaten bu yüzden gecik-tirmedi mi bu ziyareti? Bunun gibi ziyaretleri?) Böyle bir karĢı-laĢmada ne yapabileceğini hiç bilmiyor. (Bankada cam bölme-lerle aynlmıĢ müdür odası. Herkesi camların ardından izliyor. Alabildiğine kendinden emin süzüyor onları. Ona dokunmuyor-lar, ona değmiyorlar, onu görmüyorlar bile. Yanından akıp gidi-yorlar. Hiç yanlıĢ yapmamıĢ insanlann azarlayıcı durgunluğu, suskunluğuyla memurlar, müĢteriler, müstahdemler hep HaĢmet 167
Beyin sessiz hıĢmına uğruyorlar. Bir anlamı yoktur bu bakıĢla-rın, hatta kendine dönüktür. Bunu anlamak içinse ya bir hayli zeki olmak; ya da çok uzun zaman onu izlemek gerekir. Oysa kimse onu izleyemez, o herkesi izler. Kimi zaman baktığı yerde uzun süre kalabilir bu bakıĢlar (sanki yapıĢır kalır) ansızın bir silkinmeyle çözülebilir yapıĢıp kaldığı yerden. Baktığı yerden hiçbir Ģey söylemez. (Baktığı yere de bir Ģey anlatmaz bu bakıĢ-lar) BakıĢları kendisi için hep bir sorun olmuĢtur. BakıĢlarıyla içdünyası arasında yanlıĢ kurulmuĢ bir iliĢki vardır. Bu yüzden yolda yalnızca boĢluğa bakarak yürür. Yersiz yere birçok kez zor durumda kalmıĢ, çoğu kiĢilerce azarlanmıĢtır. O günden sonra bakıĢlarını yalnızca boĢluğa dikerek yürür) Tanıdık bir yüze rastlamadığından emin oluyor. Böyle bir Ģey yıkım olur onun için, kaldıramayacağı bir utanç yükler ona. (Böyle bir yerde ta-nıdık birine niye rastlasın? Hem rastlasa bile artık böyle bir yerde karĢılaĢtıktan sonra niçin sorun olsun? bunları düĢünmüyor bile. En önemli korkularımız, en nedensiz olanlar değil midir?) Kimseyi görmemiĢ olmak rahatlatıyor onu. Bu sahte özgürlüğü, gizli kalmıĢ bir günahla yaĢamaya hazırlanıyor. ġimdilik de olsa burada yalnız baĢına. Kendini yolculuğa çıkarken uğurlanmak-tan hoĢlanmayan biri gibi düĢünüyor. BaĢlangıç noktasındayken izlenmemek, görülmemek duygusu bu. Bir olayın baĢlangıcında yerini göstermemek, belirlememek duygusu.) Usulca Madam'ın oturduğu koltuğa yaklaĢıyor. (Beyninde bu yürüyüĢ kezlerce yi-neleniyor. Sanki yüzlerce kez Madam'ın baĢına varacakken, baĢ-ladığı noktaya geri dönüp, yeniden yürümeye baĢlıyor) Ma-dam'ın sırtı HaĢmet Beye, yüzü ise hamamın alt sokağına bakan büyük kapısına (ana kapısına) dönük. (Hamam, adını bu sokak-tan alıyor. Ġnsanlar, baĢkalarının yanında üstü kapalı konuĢmala-rının gerektiği yerde "ÇC'ye gidelim..." diyorlar) Ana kapının iki yanında iki sonsuz nöbetçi gibi Viyana aynaları. Viyana ay-nalarının san yaldızlı çerçeveleri, kül rengi kıvrımları (aynada tüy tüy uzak çağrıĢımlar, kantocu teyzesinin unutulmuĢ Ģarkıla-rı... 168 "Ahh büyük ve zalim istanbul, kaç hayatı kararttın?" diye geçiriyor içinden. Artık her acı, bir dönem, bir çağ, bir istanbul hesaplaĢması taĢıyor. Çağsama, hayatı ve ayrıntıları büsbütün büyütüyor. Belleğimizin imgeleri binlerce prizmada yeniden da-ğılarak sonsuza dek çoğalıyorlar) HaĢmet Bey, usulca Madam'ın oturduğu koltuğa sokuluyor. (Madarh'ın kucağı görünüyor aynada. Kedisi, parmaklan. Son-suz bir fotoğraf gibi) Bir an bekliyor. (O cam korunağın sokağa bakan yanından her gün yüzlerce insan gözlüyor. Her yürüyüĢ biçimi, bir hayat biçimine benziyor. Kendince hikâyeler yazıyor onlara. Starlarını indiriyor pencerenin. Insanlann yalnızca ba-caklan görünüyor) Büyük bir utanç içinde Ģu an. Bir suçüstü duygusu taĢıyor. O an uzuyor. Sobanın kıyıcığında arkalıksız, alçacık bir iskemlede oturan bebek yüzlü gencecik bir erkek çocuğunun (ikonada bir melek) yüzünden yeni bir müĢterinin gelmiĢ olduğunu okuyor Madam. Ağır ağır baĢını çeviriyor. Kezlerce baĢını çeviriyor. Sürekli yineleniyor bu görüntü. HaĢmet Beyin baĢı dönüyor. Silkeleniyor. Bu yüzün gizledikleri onu olduğu yere çakılı bırakıyor. (MuhteĢem bir anne yatıyor bu yüzün altında) Madam, kusursuz bir Fransızca aksanla: "VOUS VOULIEZ VOUS LA VER?" diyor. HaĢmet Bey, bomboĢ, anlamsız gözlerle bakıyor. Bir düĢ sahnesi olabileceğini düĢünüyor bunun. Bir sanrı. Buraya gel-memiĢ olduğunu, gelmeyi kurduğu bir gece yansı, kura kura daldığı bir uykuda bunlan görmüĢ olabileceğini düĢünüyor. (Bu da yabancı bir Ģey değil HaĢmet Bey için) Madam sorusunu yi-neliyor: "Vous vouliez vous laver?" HaĢmet Bey, -tutulmuĢ- iki yana sallıyor baĢını. Madam, bu kez Türkçe olarak, "Türk müsünüz?" diyor. (Almanaklann 169
göndermiĢ olduğu uzak bir konuğu ağırlamaktan vazgeçiyor an-laĢılan) "Evet," diyor HaĢmet Bey. GizlenememiĢ, örtülememiĢ bir sevinçle baĢını sallıyor. (KurtulmuĢ gibi hissediyor kendini. Hiç olmazsa bu soruyu, bu dili, bu sözcükleri anlıyor. Bu karabasa-nın bir yeri aydınlanıyor, ıĢığa çıkıyor. Sanrı bozuluyor, düĢ da-ğılıyor) Yineliyor. "Evet, evet Türküm." (OkumuĢ biri olmak -ya da görünmek- yabancı olmaktı. Sakalımızın üzerine yerleĢtirdiğimiz pipomuzla sağladığımız denge, bizi bir yabancı kılmak pahasınaydı) "O halde böyle buyrun!" Yandaki boĢ odalardan birini gösteriyor Madam. (Bu odalara bir basamaklı bir sekiyle çıkılıyor) Sonra ekliyor: "Emanet edilecek bir Ģeyiniz var mı?" (Madam'ın koltuğunun hemen yanı baĢında cilası dökülmüĢ, köĢeleri kıymık kıymık hırpalanmıĢ, eski, geniĢçe bir masa var. (Masanın üzerinde her zaman siyah çantası ve kitapları duruyor. Kedisinin sepeti ve gümüĢ bir cigara tabakası) MüĢterilerin pa-ralarını, saatlerini, kolye ve yüzüklerini alıp uzun ve derin bir çekmeceye kilitliyor.) HaĢmet Bey: "Hayır," diyor. "Emanet edilecek hiçbir Ģeyim yok." (Nihayet buraya gelmiĢti iĢte. Uzak bir yolculuk geçirmiĢ gibiydi. Geceleri yatağında korkuyla kanĢık düĢlerini kurduğu, imgeleminde yaĢattığı yerdi burası. Burada neler oluyor, neler yaĢanıyordu? ġimdiyse gerçek baĢlamıĢtı, -ne, neyi, nereye emanet edecekti?- Hayat ona bir oyun oynamıĢtı. Ve bu oyunu sonuna dek sürdürmekten baĢka yapacak bir Ģey kalmamıĢtı ona) Hamamın ayak iĢlerine bakan Kâzım, bir peĢtemal uzatı-yor. HaĢmet Bey utançla alıyor peĢtemali (yüzüne örtmek isti-yor) giriyor soyunma odasına. Çevresine bakmıyor. Ġmgelemiy-le, imgeleminde yaĢattıklanyla yüzleĢtiriyor her anını. Her anı sonsuza dek uzatmak istiyor. Duvarların sıvası dökülmüĢ, askı- 170 lar sökülmüĢ, boydan boya alçak bir sedir kaplıyor odayı. Sedi-rin dibinde takunyalar. (Uzun bir film seyrediyor gibi) Ağır ağır soyunuyor. (Hâlâ neyi geciktirmek istiyorsun?) Midesi ekĢiyor, baĢı dönüyor, kalbi hızlı hızlı çarpıyor. Elleri, ayaklan telaĢla titriyor. "Tannm, tannm!" diyor. "Madem bu hayata düĢecektim, ne-den bu yaĢımdan sonra? niye sonuna dek direnemedim? neden? neyi kaçırdım? neden böyle göbeklendikten ve böylesine çök-tükten sonra? kendimi bu kadar saldıktan ve unuttuktan sonra? kendimi bu kadar sakındıktan ve sakladıktan sonra? niçin on se-kizimde değilim Ģimdi? ve burada ne iĢim var benim? neyi bula-cağım burada? burada bir Ģey yitirmedim ki ben? dıĢanda yitir-dim, ne yitirdiysem! Burada neyi bulup da, neyi kurtaracağım? Her Ģeye ne kadar hazırlıksızım ve ne kadar geç kaldım her Ģe-ye... Öğrenmenin yaĢı yoktur, diye öğrettiler bize. Yalan! Yan-lıĢ! Her Ģeyin yaĢı vardır, her Ģeyin!.." PeĢtemali beline doladı HaĢmet Bey. Ayaklanna takunyalan geçirdi. Ensesindeki uzun saçlan kelini kapamak içi öne doğru taradı. KaĢlannı düzeltti. Dökülen sırlann yerini küçük kahve-rengi, paslı noktalara bıraktığı duvar aynasında kendine son bir kez baktı. Artık kendine acımayacaktı. Adını bilmediği, o güne değin tanımadığı korkuyla kanĢık bir haz, bir coĢku, zalim bir sevinç onu hamamın buğulu derinliklerine çeki verdi. Tahta kapı ağır ağır açıldı. Son olarak çocuğun yüzünü gördü. (Ġkonada bir melek. Yandaki kahvecinin çırağı. Madam'ın çarĢı pazar eksik-lerini alıyordu. Hamama sık gidip gelen genç bir yazar (Güven) hiç konuĢmadığı, hiç sokulamadığı bu çocuğa ölesiye bir aĢkla bağlanmıĢ, ve onun yüzünü, yüzünün çağnĢtırdıklannı anlatan bir roman yazmıĢtı: "YÜZ". Bu hamamın içinde, ama her Ģeyin dıĢında bir yüzdü çocuğunki. Bakıyor ama, baktığı yere değgin hiçbir Ģey söylemiyor, belki de düĢünmüyordu. Masum kalabil-miĢti bu yüz. Alabildiğine masum ve hiç kirlenmemiĢ. BakıĢlan gizini ele vermiyor, kendine değgin olarak hiçbir Ģey söylemiyor bu bakıĢlar... 171
Belki de hiçbir gizi yoktu bu çocuğun, yalnızca bir kahveci çırağıydı, o kadar) Bir çöküĢ çağında güzeli kutsamaktan, güzele sığınmaktan baĢka yapacak bir Ģey kalmamıĢtı bize. Bu yüzün gizledikleri, çağrıĢtırdıklarıyla intihar dolayların-da dolaĢıyordu Güven. HaĢmet Bey'in bakıĢlarıyla, çocuğun bakıĢları birbirine değ-di. Birbirleri hakkında hiçbir Ģey düĢünmediler. Ġkisinin de hiç-bir Ģey anlatmayan bakıĢları birbirlerinin üzerinden aktı gitti. -Zaten çok kısa bir andı.- HaĢmet Bey, baĢını çevirdi. Bu gizli dünyanın açılan kapı-sında içeriyi görünmez eden yoğun bir buhar bulutu çarptı HaĢ-met Beyin yüzüne. Ġklimin ilk belirtisiydi. Cehennem baĢlamıĢtı. Madam uzun uzun esnedi. Sanki yüzyıllardır buradaydı. Bu-rada, bu koltukta oturuyordu. Burası onun yurduydu sanki. (Da-hası iniydi. Kendini burayla koruyordu. Hayatta bir yeri, ancak burayla kaplıyordu) uzun yıllarını geçirmiĢti burada. (Gençliği, belki de binlerce insanı yıkamıĢtı) Hamamlar ikinci bir dünyaydı onun için. O, gözlerini burada açmıĢtı, hayatla burada yüzleĢ-miĢti. Eskiden, çok eskiden Rum, Ermeni kadınların geldiği za-manlar. (Rönesans resimleri gibiydi bu kadınlar. Çıplak ve güç-lü. Mermer duruluğundaydı tenleri; su tutmazdı) Üç kuĢaktır Madam'ın ailesi iĢletiyor bu hamamı. Üçüncü kuĢağın sorunla-rıyla yüklü Madam. Her sabah erkenden uyanıyor, çok erkenden. Her sabah gü-neĢin doğuĢunu görmek hâlâ bir Ģeyler söylüyor Madam'a. (Her Ģafak imgesi dinsel bir büyü) Ġri, porselen fincanlarda sabah ça-yını içiyor. Mangal ateĢinde, bir sabahı, geçmiĢ bir sabahı, yaĢa- dığı bütün sabahlan bir kez daha anımsıyor. Mangalın sönmeye yüz tutmuĢ, küllenmiĢ ateĢinde, ağır pirinç cezvelerle kahve pi-Ģiriyor kendisine. Her sabah evden çıkıĢı da uzun bir uğurlama gibi. Odanın her ayrıntısıyla vedalaĢıyor sanki. Sonra kapısını çekiyor usulca, kolunda kedisinin sepeti hamama geliyor. (Ha-mam akĢamüstüne dek kadınlara açık) Kadınlar, Madamı çok fazla ilgilendirmiyor. (Teneke kutuların üstünde kaldı Boticelli) Onlar yıkanırken örgüsünü örüyor çoğu zaman, tığ iĢliyor. Yal-nızca para alıp verirken kaldırıyor baĢını iĢinden. Parayı çok se-viyor Madam, pek çok seviyor. (Kutsal korkulan dindirecek hiç-bir dua kalmadı. Ġncil karası sinmiĢ her duaya) Kendini güvenli duyuyor Madam. Korkusu hafifliyor. "Para artık bütün dualann yerini tutuyor," diyor. "Param olunca kimse bana bir Ģey yapamaz. Hiçbir Ģey. Parası olana kimse dokunamaz. ġerbetlenir insan, her türlü yılan uzak durur." Para harcamıyor Madam, hemen hiçbir Ģeye para harcamı-yor. Parasını sayıyor her gece. (Uzun uzun cennetini sayıyor) Uzun soluklu atlar geçiyor düĢlerinde. Kupa arabalan Beyoğ-lu'nu arĢınlıyor. (Camlarda ıĢık yangını) Kulaklarında at çıngı-raktan ve bir kanto (teyzesinin) cihannümalarda uzak lambalar dolanıyor bir baĢına. Karanlıkta yüzüyormuĢ gibi lambalar, (Ģimdi güvercin gurultusundan geçilmiyor) Beyoğlu'nun ünlü pastanelerinden alınmıĢ pasta, Ģeker kutuları. Teyzesinin Ģen kantolannda hep saklı bir hıçkırık (yalnız kendinin duyduğu) ci-hannümalar artık güvercinlere kaldı. Tarihe karĢı çekilmiĢ boy-dan boya ve bembeyaz bir teslim bayrağı gibiler. AhĢaplar gün günden kararıyor. Gün günden umutsuz ufuklar, gün günden bu-ğulu iplikler gibi karĢı sahiller (yıllardır geçmedi karĢıya, hep ertelenmiĢ bir yolculuk bu. Madam için artık uzun bir yolculuk hem de; belki de ölmeden geçemeyecek karĢıya, ve bunu hiç kimse bilmeyecek. Onca IstanbuUu'nun bu gündelik gezisinin Madam için uzun bir yolculuk düĢü olduğunu hiç kimse bilme-yecek. ve ölecek Madam,
172 173
herkes gibi ölecek) Hamamda hep bunları düĢünüyor, akĢamlara dek oturduğu yerde bunları kuruyor. Bir tarihi yeniden üretiyor. Tarih büyü-yor gözünde, geçmiĢ büyüyor. "Ruhlarımız, düĢlerimiz, karanlıklara gömüldü," diyor Ma-dam. "Hiçbir Ģeyi geri gelmeyecek, her güzel Ģey öldü. Biz yağ-malandık!" (HaĢmet Beyin gözleri, Madam'ın kitabına iliĢiyor. Sanrı büyüyor: "La Chatte", Colette. Gerçeküstücü bir karĢılama töreni. Bu törende caddeye bakan cam vitrin aĢağıya iniyor. Ġnsan-ların yalnızca yürüyüĢleri olmadığını düĢünüyor. Zaten çoğunun yüzlerini göremiyor oturduğu yerden. Kedi baĢını oynatıyor, ar-kaya alıyor, artık "La Chatte" yazısı okunmuyor) Oğlunu düĢünüyor Madam. Oğlunu özlüyor. "IĢıksız bir kilise gibi burası," diyor. "Ben burada herkesi vaftiz ediyorum. Herkes yaĢayabilir... Herkes... Bu kalemi de koruyacağım. Bu benim son kalem. Bu kaleyi de yitirmek iste-miyorum. Güvercinler olmasa cihannümayı da unuturdum. Ba-kacak hiçbir ufuk kalmadı orada da..." Çocukluğuna taĢınıyor Madam. Unutmak istiyor güvercin gurultularını, her Ģeyi... "Bizler niye mutsuzduk? niye gülmezdik? çocukken de suç-luyduk; kiliseye giderken de. Hep alttan almayı, hep baĢ salla-mayı, hep suçlanmayı, hep korkuyu öğrettiler bize. Niye baĢımız hep öndeydi? niye her köĢebaĢına bir ölüm anlamı verdik? niye hep yumuĢakbaĢlı, hep suskun olduk? Bacaklarım sızlıyor artık. Eskisi gibi dayanamıyorum. Hep esiyormuĢ gibi her yanım rüz-gârlar içinde. "Oğlum, yitik oğlum! Okumadı. Okutamadım. Ġlkin evden kaçtı, (anlamıĢtım) Sonra istanbul'dan, en sonra da Türkiye'den. Hep kaçtı, hayatı boyunca her Ģeyden kaçtı. Çok sonradan öğ-rendim; Amerika'ya kaçmıĢ. Ġki kart göndermiĢti bana. (yalnızca iki kart) Bana ihtiyacı olduğunu bilseydim, kalkar giderdim ar- dından. Ama biliyordum, yoktu. Gönlünce yaĢayacaktı. Diledi-ğince. (her köĢebaĢını bir ölüm korkusuyla dönmek istemiyor-du) Bunun için kaçmıĢtı. Bana yer yoktu hayatında. Bunu anla-mıĢtım. Kabullenmesi zordu ama, anlamıĢtım. "Bir isteğin var mı buralardan?" diye yazdım. Biliyordum, yoktu. Artık buralar-dan hiçbir Ģey istemeyecekti. Hasret, kaderim olmuĢtu. Katlana-caktım. Hemen cevap yazdı bana, dedi ki: "Anne, o erik ağacını iyi koru. Hani o denize bakan ağacı. Ona iyi bak. O hep denize baksın. o ağaç." Ondan aldığım en son kart oldu bu. Önünde hâlâ gece gün-düz mum yanar. (Ceviz, enli bir çerçeveye yerleĢtirip, duvara as-tım kartını) Ağaç da duruyor. O ağaç. Öyle denize karĢı. Evi yıktırmadım, büyük geliyor bana, çok büyük. Ne de olsa kosko-ca ev. Tek baĢımayım üstelik; kimi odalarını hiç açmıyorum. Ġç-lerini çoktan unuttum. Geceleri karanlıkta oturuyorum (Camla-rım hep ıĢıksız) Geceleri hiç kimse dönmüyor eve, kimseyi pen-cerelerde beklemiyorum. Beni heyecanlandıran ayak sesleri çok-tan çekilip gittiler hayatımdan. Kaç kez müteahhitler geldi kapı-ma. Ama o ağaç. Denize bakan o ağaç. (Hep denize bakacak) Cihannümalarda sabahlara dek güvercin gurultusu. Uykularım azaldı. Bazı geceler yapacak bir Ģey bulamıyorum. Çıkıyorum bahçeye. (Her bahçe artık rüzgâr mezarı) çıkıyorum ayaklarım-da terliklerim. (Ay, yalnızlık gibi) Ağacın yanına gidiyorum. (Bir yemin gibi dimdik duruyor ağaç) Ağacı öpüyorum, karan-lıkta okĢuyorum onun esmer bedenini (Ölmeyen bir aĢk gibi) Akıllı iĢi değil bu yaptığım, biliyorum; ama yaĢadığımız hayat akıllıca mı? Bize yaĢatılan hayat, aslında kıyamet dedikleri olsa gerek. BaĢka kıyamet yok. MahĢer dedikleri de yüreğimizde; ağacı öpmüĢüm ne çıkar? "Mahalleli kaç zamandır kötü gözle bakıyor bana. Hamamın namı duyulmuĢ. Duyulsun ne çıkar? Bazı Ģeylere göz yumuyo-rum ki, para kazanayım. Bu pis hamama kim gelir yoksa? (Kâ-
174 175
zım da hep söyleniyor, ona da aynen böyle diyorum) BeĢ yüz yıllık koca yapı. Kaç yıldır neler görmüĢtür kim bilir? Talihiy-miĢ; yıktırmıyorlar (kimse tarihi görmek için gelmiyor ki bura-ya) Zaten isteseler de yıktırmam bu hamamı. Benimle birlikte gömülsün, gömülecekse toprağa. (Yarın Barbara Cartland geti-reyim, arada bir iyi oluyor.) "Ġçinde neler oluyormuĢ? Varsın olsun. Buraya gelmeseler, baĢka yerlere gidecekler. Ama bir yerleri olacak hep. Bari gözümün önünde olsunlar; uzakta değil. (Sabahlara dek mum yanıyor önünde. O çerçevede teyzemin fotoğrafısi vardı. Baktıkça lirin sesini duyardım) Bir mezar bek-çisine, bir korkuluğa benzetiyorum kendimi. Neyi bekliyorum hâlâ, niye? "Bu kedi nereye kayboldu gene? - Kâzım da kayboldu orta-lıktan. Bu aynaların da sırlan dökülüyor. Yakında hiçbir Ģey göstermeyecek. Evin bahçesinin bittiği yerden deniz baĢlıyor. Bahçem denizin kıyısı gibi. (oturduğum hasır koltuktan uzun uzun dalıyorum bu manzaraya. Manzaralar da eskiyor) Deniz, bahçe, ağaç ve ben. Artık bir natürmortuz. (Elçilikten mektup gelmiĢti. Korka korka gitmiĢtim. Elçilikler, yabancılıklar...-) Artık çok param var, çok param. Ama neye yarar? Bir canımı kurtaracağım yalnızca. Ahh Eylül yaklaĢıyor gene. Her Eylül korkular basıyor içimi. Her Eylül istanbul yanıyor. (Elçilikte bir gazete tutuĢturdular elime, okumadan önce kimi kapalı sözler et-tiler. Oysa ne gerek vardı bütün bunlara, her Ģeye hazırdım artık -hem de çok uzun zamandan beri-) Bu kedi nereye kayboldu gene? (Aynada kucağı boĢ, eli kapalı kitabın üzerinde) Yarın ro-mantik bir Ģey okumak istiyorum. Az sonra usulca kapı açılıyor. EĢber, Reha ve Reha'nın yeni arkadaĢı Nevzat giriyorlar içeri. "Ahh Madam, sevgili Madam! Biliyorum gene biraz geç kaldım." (EĢber, Balzac'm salonlarına girer gibi) Reha, Madama gülümsüyor. Madam -çok zarif- karĢılıyor bu gülümseyiĢi. (Reha, Madam için "Simone Signoret" diyor. "Biraz Simone Signoret, biraz Madam Rosa..." Madam iri, akik yüzüğünün taĢıyla oynuyor. (Billur kâsenin dibini kanĢtınyor yüzüğünü bulmak için, teyzesinin gelin telleri saklı kâsenin için-de, çerçevenin çevresindeki telleri de topluyor, fotoğrafisini çı-kanyor teyzesinin...) PeĢtemal uzatırken Reha'ya gizli bir gü-lümsemeyle bakıyor. Reha, Madamın ne düĢündüğünü okuyamı-yor yüzünden. "Olsun, hepsi de çocuklanm," diye geçiriyor içinden. "Hepsi de çocuklanm." Reha, dalgınlığını gizleyen yeni aynntılar edinmiĢ kendisi-ne. PeĢtemali alırken yüzüne kaygısız ve sevecen bir anlam ka-zandırmaya çalıĢıyor. (Muhsin'in ölüsü günler sonra Dolapde-re'de bulunmuĢtu. Yüzüklerini sökemediklerinden parmaklarını doğramıĢlardı. Yüzünü bir avuç kezzap tanınmaz etmiĢti. Morg-da teĢhise götürdüler Reha'yı. BaĢka kimsesi yoktu Muhsin'in. ĠĢte hayat buydu. Bu kadar ucuzdu. "Gerçek adı MiĢon'muĢ, benden bile saklamıĢtı..." Madam sonunda gazeteyi kendisi okumuĢtu. Hiçbir söz, bir Ģey anlatamazdı kendisine. Bir mektup, bir de gazete... (Her Ģey bitmiĢti artık. Kaçacak bir yeri kalmamıĢtı) Kâzım, balkondan sarktı. Hamamın ikinci katındaki soyun-ma odaları dört köĢeyi de içine alan çevirme bir asma balkona açılıyordu. Kâzım aĢağıya, salona bakıyordu. (MüĢteriler gelme-ye baĢlamıĢtı demek. Kâzım bu müĢterileri hiçbir zaman anla-mamıĢtı.) Teyzesinin fotoğrafisi yerine onun kartını yerleĢtirdi. -Ölü-mün demirlediği fotoğraflar- Telleri avucunda buruĢturdu, kâse-ye bıraktı. Reha'nın gözleri uzun uzun iri, akik yüzüğe takılmıĢtı. "Oğlunuz Chicago'da bir parkta ölü olarak bulunmuĢ, baĢı ezilmiĢ..."
176 177
(Parklar, sinemalar, hamamlar) "Emanet edilecek bir Ģeyleriniz var mı çocuğum?" Reha, ardına dönüyor -tam sekiye çıkacakken- sanki bu soruyu ilk kez duyuyormuĢ gibi, nedensiz ve gizleyemediği bir korkuyla (sevinçle) Madam'a bakıyor. Ve Madam'ı için için çok sevdiğini düĢünüyor, çok sevdiğini... 178
"Cehennemin tam ortasından geçmek istiyorum: Hem de tek bir sıyrık bile almadan" Montgomery Clift
Hamamın mimari yapısı, ilk anda tanımlanması güç bir mi-mari özellik taĢıyor. Girdisi-çıktısı; iniĢi-çıkıĢı; merdivenleri-bağlantılan; çifte kapısı; birbirine açılan, birbirini kapayan iç kapılan; soyunma odaları, bu odaların bakıĢımlı düzeni; kısacası her Ģeyiyle âdeta olayın kendisiyle örtüĢen bir karıĢıklık, bir iç içelik, bir dolaĢıklık gösteriyor. Daha ilk anda bir labirentle karĢı karĢıya olduğunu duyumsuyor insan. Sanki birbirine eklenerek çoğalmıĢ, sanki çoğaldıkça karmaĢıklaĢmıĢ, sanki karmaĢık-laĢtıkça buğulanmıĢ gibi, insanın kuĢkualtı korkularını büyültüp, duruyor. Ortasında Madam'ın sürekli -yaĢlı bir çınar gibi- oturduğu bekleme salonunu, hamama bağlayan ağır, tahta kapı ilkin bir baĢka bölmeye açılıyor. Bu bölme, ortasında göbektaĢının bu-lunduğu asıl hamama oranla, görece olarak daha serin olan, es-kilerin "soğuk" ya da "soğukluk" dediği yer. Bu bölmeye açılan kapının tam karĢısında yan yana, çifte kurnalı üç küçük odacık bulunur. Kapılarının üstü Ġspanyol kemerli olan bu odacıklarda-ki, kimi yerleri kırılmıĢ mermer oymalı kurnaların sulan hep so-ğuk akar. Daha çok etek tıraĢı için kullanılmak üzere yapılmıĢ-lardır bunlar. Bu odaların sağ yanındaki kapı, hamamın göbek-taĢlı asıl bölümünün sol yanındaki kapı da ince, uzun, karanlık bir koridora açılır. Bu koridor boyunca, yan yana beĢ tane hela -ki yalnızca bunlardan birinin kapısı vardır-, çoğu zaman daha "tenhalık" bir yerde "aĢk yapmak" isteyenlerin yeğlediği bir yer-dir. Kapalı helanın tahta aralıklanndan içerinin gözetlenmesini 183
istemeyen çiftler kapının üzerine bellerinden çözdükleri peĢte-malleri gererler. (Örtünürler) Soğukluğun sağ yanını ensiz, uzun bir mermer sıra kaplar. Boylu boyunca uzanılamayacak, ancak oturulup sırt dayanılabi-lecek bir geniĢlikte yapılmıĢtır. Hamamın sıcağından bunalanlar; ya da içerdeki insan kalabalığından; ya da benzer/baĢka Ģey-lerden; ya da kendi içlerindeki bundan; ya da yalnızca dikkat çekmek için, yalnızlıklarını vurgulamak için (kimi saklı incelik-lerini); ya da ömürleri boyunca yalnızca bir kiĢiyi beklediklerini anlatmak için, bu mermer sırada oturup beklerler. Koridora, helalara giren çıkanlarla göz göze gelirler. Herkesi, her Ģeyi beklerler. Bütün hayatlarını, umutlarını. Bu bekleyiĢi, bu "Soğukluk"ta yaĢamıĢ olmak kahredici bir itilmiĢlik midir? Çoğu bunun ayırdında bile değildir. Bu bekleyiĢi, bu "So-ğuklukla yaĢanmıĢ o çok kısa anlara sığdırmak isterler. (Anla-ra. Bu göz göze geldikleri gerçekten bütün ömürleri boyunca bekledikleri kiĢi midir? Bu o mudur? Bu kez olmuĢ mudur? Ger-çekleĢmiĢ midir o kutsal mucize?) Kimi ayırdındadır. Kimi de-ğildir. Hatta çoğu değildir. Yitirdiklerinin de, beklediklerinin de, boĢluklarının da ne olduğunu bilmezler. Hayatın da, hayatlarının da bir yanı, (tansığını da, gizini de koruyan o saklı yanı) kendi-lerinden müthiĢ bir intikam almıĢtır. Suat Bey binlerce gözün delik-deĢik ettiği gövdesini göbek-taĢından sürüye sürüye kaldırdı, soğukluğa çıktı. Mermer sırada sonsuza dek yan yana dizilmiĢ insanlar hiç kımıldamadan oturu-yor, sonsuza bakıyorlar. (Kubbenin buzlu gözleri kararmaya baĢlamıĢtı artık. AkĢam koyuluyordu. Günahın tadını koyultu-yordu bu.) Herkes Suat Beyin artık iyiden iyiye çıldırdığını konuĢuyor-du ardından. Az önce göbektaĢında ilahiler okumuĢ, kendince ri-tüel danslar yapmıĢtı. "Ne sanıyorsunuz siz? YaĢamayı göze al-dım ben! Sonuna dek aldım! Sinik, korkak, ürkek yaĢamadım!" diye insanların üzerine yürümüĢtü. Kubbenin buzul gözlerinin kararmasıyla birlikte hemen yan-mazdı ıĢıklar. Kısa bir süre her yer karanlıkta kalırdı. AkĢamdan geceye geçerken. (Buranın da geçiĢ dönemiydi bu) Kimse hiç kimseyi görmeden, tanımadan, o koyu karanlıkta, o kalabalıkta kendini eritirdi. Yoklukta erir gibi. Bir'liğin tükenmesi gibi. ĠĢ dönüĢü buraya uğrayanlar, paydos etmiĢler, bir akĢamüstü hamamında hiç tanımadıkları, tanımak istemedikleri, adlarını bile bilmedikleri, bilmeyecekleri insanlarla "birlikte oluyor" sonra ayrılıyorlardı. Gerçek ayrılık belki de buydu. Belki de bu bilinmezliğin büyüsünden gelme gizli bir törendi bu. Mevcut ideolojilerin sözlüklerinde henüz karĢılığı bulunmamıĢ gizlerdi. Terimler, kavramlar ve sözcükler ve bilcümle karĢılıklar hep ha-yatın arkasından gelmiyor muydu? Sonra ıĢıklar yandı. Sönük, ölgün ıĢıklar. Buğuyu bile delip geçemeyen havadaki yoğun sise yalnızca bulaĢıp kalan bir ıĢık... Reha ve yeni arkadaĢı hamamın göz gözü görmez eden buğusunda hâlâ adam seçmeye uğraĢıyorlar. Bu kalabalıklaĢma-da, bu çoğalmada bir Ģeylerin tadını kaçıran Ģeyler var. Kim bilir belki de rolünü sonuna dek üstlenmiĢ her azınlık, kendini azınlık olmaktan çıkaran kalabalıklaĢmalarda, yeni bir azınlık konimin yaratmaya çalıĢıyor. Örneğin Reha için bu, hiç kimseyle yatma dan buradan çıkmak gibi bir tepki çeĢidi olabiliyor. BaĢkası için de bir baĢka Ģey. Azınlık kalmayı, mutlak yalnızlığı sonuna dek kuĢanmak gibi bir duygu çeĢidi, bir sonsuz inattı belki. Bir ödeĢ-menin, bir bedelin sonuna dek götürülmesindeki ısrar ya da. IĢıklatın yanması alkıĢlarla karĢılandı. Suat Bey hâlâ soğukluktaydı. Ve öylece dimdik kımıldama dan duruyor. GöbektaĢında Reha, ayağındaki takunyayı arkadaĢına göste-rerek: "Goya'dan yeni aldım Ģekerim, nasıl beğendin mi bari?" diye Ģaka yapmaya çalıĢarak neĢesini diriltmeye uğraĢıyor. Suat Bey koridora yöneldi. Tek, çıplak bir ampul ölgün bir ıĢıkla koridoru boydan boya aydınlatıyor, koyu karanlığından sı
184 1H5
yırmaya çalıĢıyordu. Koridorda "tek kollu adanV'dan baĢka hiç kimse yoktu. Tek kollu adam koridorda durmuĢ bekliyor. Suat Bey donuk gözlerle adama baktı. Hiç kimsenin yanına yaklaĢtır-madığı, ancak "Doktor Richard Kimble'den kaçıyor Ģekerim, bu-rada gizleniyor," diye alaya aldığı, her Ģeyin dıĢında bırakılan, bu adama gözünün bebeğinde seğiren içlenmeyle karıĢık bir duyguyla uzun uzun bakıyor. O an belleğinin dipdiri olduğunu, her Ģeyi çok iyi anımsadığını fark ediyor. Sonra adamı kolundan tutarak kapısı olan o tek helaya birlikte giriyorlar. Soğukluğu, asıl hamama bağlayan tahta kapı ağır ağır açılı-yor. Ġlkin Anjelik görünüyor kapının ağzında. Çırılçıplak kal-mıĢ, bir tek yüzünü siyah bir peçeyle örtmüĢ. Bir tek yüzü giyi-nik. Bir süre kapının ağzında duruyor. Ardından uzun bir "tii!" sesi çekiyor. Ve ardından EĢber'in sesi duyuluyor olanca haĢme-tiyle: "Lâhur nevâhisinde bir mahal! Açılın kapılar! KeĢmir Meli-kesi EĢber geliyor!.." Ve sonra içeri giriyor. BaĢında geniĢ siperlikli her yanından salkım saçak yapma meyvalar sarkan Carmen Miranda Ģapkası. Sırtında yerlere dek uzayan etekleri fırfırlı, pencere tülünden yapılma bir elbiseyle kollarını iki yana açarak bir prenses gibi giriyor içeri. Uzun al-kıĢlan karĢılıyor, selamlıyor. Ġçine siyah payetli bir külot giymiĢ, (hemen her gösterisinde giydiği) ve tek bacağında bir file çorap, baldırında siyah tafta bir bant, ve kırmızı bir gül. (Sırtı açık) Boynunda gene pencere tü-lünden yapılma bir boyunbağı. Boyunbağının üzerinde gömlek düğmesinden, pijama düğmesine varana dek birbirini hem renk, hem biçim olarak tutmayan bir dizi düğme. Ve sol omzundan yerlere dek uzayan çingene pembesi bir otrüĢ. Bir eli belinde, bir eli havada kınlı, asılı kalmıĢ bir süre poz veriyor EĢber. AlkıĢlar sürüyor. Reha, "YaĢasın sürgündeki kraliçe! YaĢasın KeĢmir Melike-si! Life is a cabaret!" diye naralar atıyor. Suat Bey capcanlı tanıyor bu adamı. (Dipdiri. Sanki bin yıl-dır tanıyormuĢ gibi) Hamama hemen her geliĢinde bu adamı bir köĢeye sinmiĢ olarak gördüğünü ve hep yalnız olduğunu, bıra-kıldığını anımsıyor. Herkesi uzaktan izleyen, her Ģeyi uzaktan gözleyen, hiçbir Ģeye ortak edilmeyen bu adamı eğilip öpüyor. Adam minnetle bakıyor kendisine. (Ġlk kez iki kiĢi olduğu için. O tek kolu hep ikinci bir kiĢi olarak -baĢkalannı iĢtahla seyre-derken- çoğaltırdı kendini. ġimdiyse dudaklanna baĢka biri de-ğiyor. Dokunuyor. Öpmek bile değil bu kendisi için. Bir kolu noksan olduğu için, noksan olduğu için her Ģeyin ırağında tutu-lan bu adama kıçını dönüyor Suat Bey. Biliyor ki ezilenlerin de bir araya geldiği bir yerde, gene de ezilecek, dıĢta tutulacak biri-leri hep olacaktır, bir azınlık yaratılacaktır. Belleği dipdiri iĢli-yor Ģimdi. EĢber, göbektaĢının üzerine fırlayıp bir blues söylemeye baĢlıyor. Ardından Anjelik'in vokalleri eĢliğinde bir Ģansona ge-çiyor. Reha'nın isteği üzerine Nazi Almanyası'ndaki kabare Ģar-kıcılannı taklit ediyor. Ve elbette "Lili Marlen!" En son popüler bir arabesk Ģarkıyla tamamlıyor programını. Elleri çüklerinde kurnabaĢlannı bekleyen birtakım insanlar ĢaĢkınlıkla izliyor KeĢmir Melikesi'ni. KeĢmir Melikesi soyunmaya baĢlıyor, en son bir tek siyah payet külodu kalıyor üzerinde. "Soyamaz! Soyamaz!" tempoları eĢliğinde hamamı terk ederek "kulisine" koĢuyor, üzerinde Rum kadının kulis odasından ağlayarak kaçarken nedenini anlamadan aĢırdığı o tek siyah payet külotla. Büyük bir aĢkın, belden aĢağısına bıraktığı o tek mirasla...
186 187
Eğiliyor Suat Bey. DehĢet hiçbir Ģeyi belgelemiyor. Yepyeni bir dünya, dehĢetsiz bir dünya kurulana dek, herkes ama herkes bu dünyada yerini alana ve kepkendi olana dek. Tek kollu adam uzaklaĢıyor Suat Beyden. Suat Bey uzaklaĢıyor her Ģeyden. Tahta kapı açılıyor. Koridorda bekleĢen bir çift hemen kapı-veriyorlar kapılı helayı. "DehĢet! DehĢet! DehĢet!" diye sayıklıyor Suat Bey. Bu sı-nır ikliminde yalnızca dehĢet yaĢanıyor. "Buraya dek gelmeyi göze alan iklimi de hesaba katmalıdır" Bütün duygulann, bütün dürtülerin, bütün güdülerin her Ģeyin ama her Ģeyin o sınır noktasına vardığını Ģiddetle duyumsuyor. Tenhalıkta bir sıraya oturuyor. Sırtını duvara dayıyor. KarĢı-sındaki duvar boydan boya ayna. Hamam yavaĢ yavaĢ boĢalıyor. Herkes gidiyor. EksilmiĢ olarak, onarılmıĢ olarak herkes gidiyor. En son HaĢmet Bey de ayaklarını sürüye sürüye gidiyor. Daha uzun bir süre oturduğu yerden kımıldamıyor Suat Bey. Bir ara, aralık kapıdan içeri sızan Madamın kedisiyle göz göze geliyor. Uyanır gibi oluyor daldığı aynadan. Gözlerini bili-yorlar birbirlerinin. Madamın kedisi usul usul yaklaĢıyor. Yakla-Ģıyor. Uzun, gür, parlak-tüylerinde ölüm seğiriyor. Ayaklarına sürtünüyor Suat Beyin. Eğilip okĢuyor kediyi. Bir süre uzun uzun sıvazlıyor. Sonra ansızın kapıp havaya kaldırıyor. Debele-niyor kedi, kurtulmak, kaçmak istiyor. Tırmalamaya baĢlıyor. Yerinden kalkıyor Suat Bey. Ġspanyol kemerli odacıkların ortasındakine doğru yürüyor. Usul usul kurnaya yaklaĢıyor. (O kirli derenin sesini duyu-yor. Denize dökülecekkenki sesini...) Kediyi kurnaya daldırı-yor, suyun içinde tutuyor. Kedi çıldırmıĢçasına tırmalıyor Suat Beyi. Ellerinden ince Ģeritler halinde sızan kan, kurnanın soğuk suyuna karıĢıp bulanıyor. Az sonra tırnaklan Suat Beyin derisi-ne gömülü olarak katılıp kalıyor. "Artık hiçbir kedi ölmeyecek, öldürmeyecekler," diyor. . "Hiçbir kedi insan olarak dönmeyecek dünyaya, hiçbir ruh baĢka bir bedeni ödünç almayacak. ĠĢte Ģimdi sınırı geçtim. Artık dilsizim." 1980-1981