2 Aralık 2010 Perşembe

sabahattin ali hayatı ve eserleri

Sabahattin ALİ (1907-1948)

25 Şubat 1907'de Gümülcine'de doğdu. Subay olan babasının görevi nedeniyle ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit'te tamamladı. Balıkesir Öğretmen Okulu'nda beş yıl okuduktan sonra İstanbul Öğretmen Okulu'ndan mezun oldu. Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yaptı ve Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya gitti. İki yıllık eğitimden sonra Yurda döndü, Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yaptı. Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu gerekçesiyle Konya'da tutuklandı, bir yıla mahkum oldu. Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı ve Cumhuriyetin onuncu yılında çıkarılan afla özgür kaldı. M.E.Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü'ne atandı ve Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmtı. Aynı yıl Aliye Hanım ile evlendi. Bir yıl sonra askere alındı, askerliğini yedek subay olarak Eskişehir'de tamamladı. Askerlik dönüşü Musiki Muallim Mektebi'ne Türkçe öğretmeni olarak atandı ve 1940 yılında tekrar askere alındı. İkinci kez yaptığı askerlik sonrası Ankara Devlet Konservatuarı'na Almanca öğretmeni olarak atandı. "İçimizdeki Şeytan" romanı ve yazdığı bir yazı nedeniyle faşistlerin hedefi oldu. Mahkemeyi kazanmasına rağmen bakanlıkça görevden alınDI, İstanbul'a giderek gazeteciliğe başladı. Çalıştığı gazeteler, iktidarın kışkırtmasıyla meydana gelen Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kaldı. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkardı. Çıkardığı dergilerin kapatılması, yazıları nedeniyle üst üste tutuklanması üzerine yurt dışına çıkmaya karar verdi, ancak pasaport alamadı. Yasal yolla çıkmasına izin verilmediği için kaçak yollarla Bulgaristan'a geçmek isterken Nisan 1948'de MİT'le bağlantısı olan Ali Ertekin tarafından sınırda öldürüldü.

Yazın dünyasına şiirle giriş yaptı. Halk şiiri izleri taşıyan şiirleri 'Çağlayan' dergisinde yayımlandı. Şiirleri sonraki yıllarda; Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde yayımlandı. Öyküye yönelen Sabahattin Ali'nin ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Nazım Hikmet'in ön yazısı ile Resimli Ay dergisinde yayımlandı. Varlık dergisinde yayımlanan "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" gibi öyküleriyle dikkat çekti. Öykülerinde, tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başardı. Bestelenen bazı şiirleri; Hapishane Şarkısı, Leylim Ley, Hapishane Şarkısı I, Geçmiyor Günler, Çocuklar Gibi, Kız Kaçıran, Kara Yazı, Melankoli, Eskisi Gibi, Dağlardır Dağlar

Yapıtları:

Öykü:

Değirmen (1935)
Kağnı (1936-1983)
Ses (1927-1972)
Yeni Dünya (1943-1982)
Sırça Köşk (1980)


Şiir:

Dağlar ve Rüzgâr (1934)
Değirmen Dağlar ve Rüzgâr (1965)
Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağaların Serenadı, Öteki şiirler (1988) tüm şiirleri


Roman:

Kuyucakli Yusuf (1837-1988)
İçimizdeki şeytan (1940-1982)
Kürk Mantolu Madonna (1943-1988)


Oyun:

Esirler (1966)

Çeviri:

Tarihte Garip Vakalar, Max Memmerich (1941)
Antigone, Sofokles (1942)
Minna Von Barnhelm, Lessing (1943)
Üç Romantik Hikaye, H. Von Kleist - A.V. Chamisso - E.T.A. Hoffmann (1944)
Fontamara, Ignazio Silone (1944)
Gyges Ve Yüzüğü, Fr. Hebbel (1944)
Yüzbaşının Kızı, A.S. Puşkin (1944) (Erol Güney ile birlikte)

GRAMOFON AVRAT

Azime bu kızı eline geçireli bir sene bile yoktu. Fakat adı şimdiden bütün Konya hovardalarının arasına yayılmış bunun sayesinde Azimenin çıkınına yeşil yeşil bangonotlar dolmağa başlamıştı.
Yaşı daha yirmi sularında idi. On beş senelik oturak avratlarından güzel oyun oynuyor, bütün türküleri en zorlarını bile, gözünü kırpmadan söylüyordu. Bir yanık sesi vardı ki... Bu ses için ismi Gramafon Avrat olmuştu. Asıl adı pek malûm değildi. Nereden geldiğini de bilenler azdı. Dilinin epeyce düzgün olduğuna bakılırsa herhalde şehirde bir efendi yanında evlâtlık kalmış olacaktı. İki sene evvel ilk defa olarak Dereköylü bir delikanlının yanında Meramda bir oturağa gelmiş, ondan sonra bir iki ay bu çocukla dolaşmıştı. Dereköylü bir gece kavga arasında vurulup ölünce bütün öteki kimsesiz ve efesiz oturak kadınları gibi Azimenin eline düştü. Azime ne tükenmez hazine yakaladığını bilmez değildi. Kızı evvelâ terzi Mürüvete götürüp hanımlar gibi giydirdi. Ayağına tokalı papuçlar aldı, bir hafta, on gün istirahat ettirdi. Ondan sonra bir geceliğine oturağa göndermek için otuz, kırk yerine göre yüz lira alarak ve sürüyüp götürmesinler diye yanına kendi adamlarından bir silâhlıyı "efesidir, yalnız göndermez" diye katarak kazı çalıştırmağa başladı.

Anasının beşibiryerdelerini, babasından kalan iki dönüm tarlayı, Araplar mahallesindeki eski evi satan bir delikanlı paralarını kuşağına basıp Azimeye geliyor ve bir gececik oynatmak için Gramafon Avradı istiyordu.

Öteki avratlar hep yaşlı kadınlardı. Oyundan anlıyan hovardaların beğenebileceği bir oyun, ancak on beş yirmi senede öğrenilebiliyor ve bu müddet içinde yüzler, kalın düzgün tabakaları altında saklanacak kadar çöküyordu. Az ışıklı çıraların veya sönük lâmbaların ziyasında oynayan bu kadınların yüzlerinden çok ayaklarına ve türlü türlü ahenklerle kıvrılan vücutlarına bakıldığı için yüzlerinin ve yaşlarının pek ehemmiyeti yoktu.

Fakat bu Gramafon Avrat... Daha bu yaşta, yıllanmış kadınlardan güzel ve ustaca oynayan, en kıvrak şarkıları, konuşuverir gibi kolayca söyleyen, rakı verirken adamın gözlerinin içine bakıp gülen bu yaman bu yaman kadın öbürlerine benzemiyordu. Bu kız için millet birbirini kırıyordu. Azime kızı oynatacak olanların akıllı uslu olmalarına ne kadar dikkat ederse etsin, her oturakta muhakkak kavga çıkıyor, silâh atılıyor, adam vuruluyordu. Fakat şeytan kız, bunların hepsinden yakayı kurtarmasını biliyordu. Tam kavga alevlenip kendi yüzünden dövüşenler kendisini unutunca usulcacık sıvışıyor, onu getiren ve asla kavgaya karışmayan adamla beraber, kapının önünde bekleyen arabaya atlayıp bağlar arasından dolaşarak "Azime yengesine" geliyordu.

Gramafon avradın acayip bir huyu vardı: Bir gördüğün bir daha hiç hatırlamıyordu. Uğruna evini barkını harcıyanları bile ikinci görüşünde tanımamazlıktan geliyor, daha doğrusu sahiden tanımıyordu. Çünkü karşısındaki kendisini ona hatırlatmak için: "Nasıl bilmezsin canım, Sillelinin bağına gittik ya... Orada küçük Ali beni çıkaldar da dört ay hastanede yattım ya!..." dedikçe öyle mâsum bir tavırla: "Bilemedim hay efendiciğim, bilemedim işte!" der ki, yalan yaptığını söylemek insafsızlık olurdu.

Kendisini alıp götüren ve oynatanların, hattâ bir iki gece yanlarında alıkoyanların ne zengin ne de "Aslan gibi delikanlı" olmaları, bunların Gramafon Avradın kafasında yer bırakmalarına yetmiyordu. Yalnız bir kişiyi ve uzun zaman unutmadı:

Azimenin eski dostlarından Rumelili bir Hüseyin Ağa vardı. Konya da istasyondan çıkınca insanın karşısına dizilen bir sürü çift atlı paytonların belki dörtte biri bu adamındı. Azimeye araba lâzım oldu mu, buna haber salar, Hüseyin ağa da işin sonunda bazan vukuat da çıkabileceği için en genç ve kuvvetli arabacısı Murad'ı yollardı.

Bu delikanlı, hiç konuşmadan, hiç arkasına bakmadan kendisine söylenen yere atları sürer, hangi bağa gidilirse kapısının önünde bekler, çağrılsa bile içeri girmez, ve sabaha karşı oturak bitince yahut bir vukuat çıkıp silâh sesleri ve bağrışlar arasında Gramafon Avrat bağdan dışarı fırlayınca hemen atların torbalarını alır, dörtnala şehre dönerdi.

Ne kadın ona, ne o kadına bir lâf söylemiş değildir. Aylardan beri onun doru atları ve hafif arabası kadını birçok yerlere götürdüğü, birçok yerlerden, bazan arkalarından atılan kurşunlara rağmen, selâmetle eve getirdiği halde, belki bir kere adamakıllı birbirlerinin yüzüne bakmamışlardı.

Fakat bir gece Murat hastalanıp yerine başka arabacı gelince Gramafon Avrat bindiği arabadan atladı ve gitmem diye dayattı; ne yalvarmak, ne bağırmak fayda vermedi. Azime pohpohlamak için birkaç gün sonra bunu oğlana söyleyince o, aldırış etmezmiş gibi, omuzlarını silkti.

Bir gün Meramın tâ öbür başında bir oturağa gittiler. İçerde sazlar çalınıp şarkılar titreşen dut yapraklarında dolaşırken, dönen ve aynıyan kadınların kaşık sesleri taşlı bir yolda dörtnala koşan at nalları gibi geceye yayılırken, her zamanki şey oldu: bağırmalar, sövüşmeler başladı. Birkaç silâh sesi duyuldu: Murat başını çevirerek bağın tenha kapısına baktı, neredeyse bu kapıdan çıkıp arabaya atlıyacak olan kadını ve "efesini" gözledi. Fakat bunun yerine içerden keskin bir kadın sesi çınladı:

"Amanın Murat yetiş, beni vurdular!"

Oğlan yerinden sıçrayarak bahçe kapısını omuzladı. İçerde hâlâ boğuşanlar vardı. Birkaç kişi kadını kucaklayıp bağevine sokmağa çalışıyorlardı. Kadın Muradı görünce ellerini ona doğru uzattı ve ilk defa olarak ona, hem de çok şeyler söyleyen gözlerle, baktı. Murat yavaşça ceketinin cebinden iri nagantını çıkararak oradakilere doğru sıktı; onlar, nereden geldiğini anlamadıkları bu ateşten şaşırdıkları sırada çabucak kadını yakalayıp dışarı fırladı ve arabaya atlıyarak şehrin aksi tarafına, dağlara doğru sürdü.

Fakat buraları iyi tanımadığı ve sığınacak kimsesi olmadığı için birkaç gün sonra candarmaların eline düştü, kendisini hapishaneye, kadını hastaneye kaldırdılar. Gramafon Avrat hastaneden çıkınca ilk işi Muradı sormak oldu. Tabanca attığı zaman yaralananların biri öldüğü için, delikanlı, esbabı muhaffefesi filân çıktıktan sonra, tam on iki buçuk sene yemişti.

Bu günden sonda kadın ne bir oturağa gitti, ne eline kaşık alıp oynadı, ne de güzel ve yanık sesini duyan oldu. Evvelâ yaşlıca birinin yanına kapatma girdi. O kendisini kapı dışarı edince de umumhaneye düştü. Fakat her Salı günü muhakkak hapishaneye gidip Muradı görür, ya birkaç kuruş para, yahut da yağ, bulgur, cıgara gibi bir şey bırakırdı. Aralarında bir iki kelime bile konuşmadıkları halde kendi uğruna hiç düşünmeden adam vuran bu çocuğu, vücudunu satıp kazandığı paralarla besliyor, belki de artık yalnız bunun için çalışıyordu.


Sabahattin ALİ