16 Haziran 2011 Perşembe

kiralık konak - yakup kadri karaosmanoğlu

KIRALİK KONAK
YAKUP KADRI KARAOSMANOĞLU
Içindekiler
Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Hayatı ve Eserleri
Kiralık Konak Üzerine
KİRALIK KONAK
Türk Edebiyatında Kiralık Konak
Genel Bibliyografya

HAYATİ
Yakup Kadri, onyedinci yüzyılın sonlarından başlayarak Saruhan Vilayeti
denilen Aydın ve Manisa bölgesinde hüküm sürmüş Karaosmanoğlu sülalesindendir.
Mısır'da İbrahim Paşa konağına yerleşen ve orada İkbal hanımla evlenen Kadri
beyin oğludur. 27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu. İbrahim Paşa'nın ölümü üzerine
altı yaşındayken ailesiyle birlikte Manisa'ya geldi. İlköğrenimine Fevziye
Mekteb-i İptidaisinde başladı. İki yıl sonra da İzmir İdadisi'ne gönderildi
(1903). Şahabettin Süleyman'la arkadaşlığı buradan gelir. Ama öğrenimini
tamamlayamaz. Babası daha o öğrenimine başlamadan ölmüş, İkbal hanımın
satılacak mücevherleri kalmamıştır. Aile yeniden Mısır'a dönünce
İskenderiye'deki Freres'ler Fransız okuluna girdi. Burada da bir yıl okudu.
İdadi özlemi ,onu İzmir'e çektiyse de, tatilini geçirmek için geldiği Mısır'da
(1906) Jön Türkler'le tanıştı. İzmir'e dönmekten vazgeçti. Sınavla yeniden
girdiği Freres'ler okulunda iki yıl sonra bakaloryasını vererek ortaöğrenimini
tamamladı.

1908'de ailece yurda döndüler. İstanbul'a yerleştiler. Yakup Kadri, Mekteb-i
Hukuk'a girdi. Ama bitirmeden, üçüncü sınıftan ayrıldı. Bu arada İbsen'den
esinlenerek yazdığı Nirvana adlı tek perdelik oyunu yayımlanmış, arkadaşı
Şahabettin Süleyman'ın aracılığıyla Fecr-i Ati topluluğuna katılmıştır. Bir
yandan Fecr-i Aticilere yönelik eleştirilere cevap vermekte, bir yandan da
Servet-i Fünun'da küçük hikayeler yayımlamaktadır. Mensur şürleri de bu ilk
dönemin ürünleridir.

1912'de tüberküloza yakalandığını öğrenir. Ama ancak 1916'da tedavi için
İsviçre'ye gidebilecek, üç buçuk yıl orada kalacaktır. Bektaşilikle ilgisi de
bu yıllarda, İsviçre'ye gitmeden öncedir. O sıralar Paris'ten yeni dönmüş olan
Yahya Kemal'in de etkisiyle Yunan ve Latin kaynaklarına dayalı yeni bir sanat
anlayışını savunmaya başlamıştı. Ayrıca Doğu mitolojisiyle de ilgileniyor, bir
mistisizme yöneliyordu. Bu eğilim onu bektaşi tekkesine itti, Nur Baba'
romanını yazdı gözlemlerinden yararlanarak. Ama hem karşılaşacağı tepkiler,
hem İsviçre'ye gidişi yayımlanmasını engelledi.

1913'te ilk hikaye kitabını çıkarır: Bir Serencam. Ama önce Balkan,
ardından da 1'inci Dünya Savaşları, bu savaşlarla gelen yıkım, Yakup Kadri'de
bir değişime yolaçacak, sanatın şahsi ve muhterem olduğu düşüncesinden
yavaş yavaş uzaklaşacaktır. Mondros antlaşmasından sonra onu İkdam yazarı
olarak görürüz (1919). Güncel olayları izleyen, Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen
bir gazetecidir artık. Hikayeleri de Milli Mücadele ile ilgilidir. Daha sonra
o günlerin ürünü olan makalelerini Ergenekon'da toplayacaktır.

1921'de Ankara'nın çağrısı üzerine Anadolu'ya geçti. Görevli olarak Kütahya,
Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya yörelerini dolaştı. Önce Mardin (1923-31),
sonra Manisa milletvekili oldu (1931-34). Evliliği de bu dönemdedir.
Mutasarrıf Asaf Bey'in kızı, Burhan Asaf Belge'nin kızkardeşi Leman Hanımla
evlenmiş (11 Ekim 1923); yine bu dönemde Kiralık Konak, Nur Baba adlı
romanlarını yayımlamış, Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde
makaleler yazmış (1923-25), tedavi için ikinci kez gittiği (1926) İsviçre'den
Alp Dağlarından başlığıyla izlenimlerini kaleme almıştır. 1932 yılı ise
Yakup Kadri için ayrı bir önem taşır. Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge,
İsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir'le birlikte Kadro' dergisini
çıkarırlar. Büyük yankı uyandıran ve tartışmalara yolaçan romanı Yaban da aynı
yıl yayımlanır.

Başlangıçta ilgiyle karşılanan Kadroda savunulan düşünceler zararlı
bulunarak derginin imtiyaz sahibi Yakup Kadri, Tiran elçiliğine atanınca
(1934) dergi de kapanır. Bunu Prag (1935), La Haye (1939), Bern (1942),
elçilikleri izler. Tahran elçiliğinden sonra (1949-51) emekli oluncaya kadar
kalacağı Bern elçiliğine yeniden getirilecektir. Zoraki Diplomat adlı
anıları bu yılların ürünüdür.

1955'te emekli olunca yurda dönerek çeşitli dergi ve gazetelerde yazılarını
sürdürdü. 27 Mayıs'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. 1961'de Manisa
milletvekili oldu. 1957'de de Ulus gazetesinin başyazarlığını yüklenmişti.
1962'de Atatürk ilkelerine ters düşüldüğünü ileri sürerek CHP'den istifa etti.
1965'ten sonra ise politikadan çekildi. Son görevi Anadolu Ajansı Yönetim
Kurulu Başkanlığıydı. 13 Aralık 1974'te Ankara'da öldü. İstanbul'da,
Beşiktaş'ta Yahya Efendi mezarlığında annesinin yanında yatmaktadır.

:::::::::::::::::::

ESERLERİ

Hikaye: Bir Serencam (1913), Rahmet (1923), Milli Savaş Hikayeleri (1947).

Roman: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927),
Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937),
Panorama (2 cilt. 1953-54), Hep O Şarkı (1956).

Mensur Şiirler: Erenlerin Bağından (1922), Okun Ucundan (1940).

Anı: Zoraki Diplomat (1955), Anamın Kitabı (1957), Vatan Yolunda (1958),
Politikada 45 Yıl (1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969).

Monografi: Ahmet Haşim (1934), Atatürk (1946).

Çeşitli Makaleleri: İzmir'den Bursa'ya (H. Edip, F. Rıfkı, M. Asım ile,1922),
Kadınlık ve Kadınlarımız (1923), Seçme Yazılar (F.Rıfkı, R. Eşref ile, 1928),
Ergenekon (2 cilt, 1929), Alp Dağlarından ve Miss Chalfrin'in Albümünden
(1942).

Kitaplaşmamış Oyunları: Nirvana (Resimli Kitap, s. 9, 1909), Veda
(R. Kit, s. 11), Sağanak (İst. Şehir Tiy. Ktp.), Mağara (Varlık, s. 12-17,
1934).

KİRALIK KONAK ÜZERİNE

Kiralık Konak, Yaban'ın popülerliği bir yana bırakılırsa gerek içeriği,
gerek kişilerinin işlenişi, gerekse kurgusu bakımından Yakup Kadri'nin
romanları arasında önemli bir yer tutar. Türk romanının köşe taşlarından
oluşu, değerini günümüzde de koruması ise konu edindiği gerçekliğin, değişik
boyutlarda da olsa sürmesinden gelir. Türk toplumunun tarihsel gelişim
sürecinde ilk belirtileri onsekizinci yüzyılda görülen ve Tanzimat'la
somutlaşan Batılılaşma olgusuna bağlayabileceğimiz bir gerçekliktir. Bu
Kiralık Konakla Yakup Kadri, altyapısından üstyapısına bir değişim sürecine
giren Türkiye'de, bu sürecin sonucu olan bir sorunsalı getirir gündeme. Zaman
dilimi olarak da bu sorunsalın belirgin biçimde yaşadığı ikinci Meşrutiyet
dönemini seçer.

Hüküm Gecesi'nin önsözünde de belirttiğim gibi, İkinci Meşrutiyet salt
mutlakiyetçi yönetimin sona erdirildiği siyasi bir devrim olarak ele alınamaz.
Geleneksel toplum yapısının çözüldüğü, sınıflaşmanın belirginleştiği bir tarih
sürecinde sivil-asker bürokratların, dışa bağımlı egemen güçlerin desteğinde
yönetime el koyması olayıdır temelde. Ama Türk burjuvazisi üretim güçlerini
geliştirecek, üretimin toplumsallaşmasını sağlayıp hızlandıracak güçte
olmadığı, değişim toplumun kendi iç dinamiklerince belirlenmediği için çöküntü
durdurulmadı, tersine hızlandı. Böylece, Türkiye'nin yukarıdan aşağıya
kapitalistleşmesi süreci içinde, yapı kendi iç dinamiğiyle değişmedi. O zaman
doğrudan doğruya saldırıya uğrayan doğa kendisi değil, hayat tarzı, değerler,
ahlak, kısacası kültür oldu. (Murat Belge, Birikim, s. 2, 1975).

Bu açıdan bakılınca yapısal bir çözülüşün, toplumun bütün kesimlerine,
hayata yansıyan bir çöküntünün romanıdır, Kiralık Konak. Değer yargılarının
alt üst olduğu bir dönemi kuşaklar arası çatışmayı odak alarak anlatır Yakup
Kadri. Batıya öykünme ve bu öykünmenin yarattığı toplumuna yabancılaşma
olgusu, dünya görüşünün, buna bağlı olarak da yaşama biçiminin,değişmesi,
insanlar arası ilişkilerdeki yozlaşma romanın çatısını oluşturur. Roman
kişileri de bu çatı içinde ve sınıfsal konumlarıyla yansıtılır.

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar
değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti cümleleriyle başlayan romanın
ilk sayfalarında Yakup Kadri, Tanzimat'tan, Meşrutiyet'e İstanbul'un ve
redingot dönemleri olarak ikiye ayırır yaşayan tarihsel süreci. Giyimden yola
çıkılarak yapılan bu saptama gerçekten de bir kültür değişiminin somut
göstergelerini getirir. Abdülmecit döneminin İstanbul'un giyinmiş ölçülü,
zarif, namuslu birer aile babası ve kibar konak reisi olan İstanbul Efendisi
yerini ikinci Abdülhamit döneminin redingotlu, yan uşak, yarı memur, ikiyüzlü
insanına bırakmış; dolayısıyla görkemli konak hayatı da köşk hayatına
dönüşüvermiştir. Sonuç olarak ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin kendine
özgülüğü kalmış; her şey geleneğin dışına çıkmıştır.

Burada Yakup Kadri'nin, değişimi biri ötekinin içinden çıkan ve birbirine
bağlı, birbirini izleyen aşamaların oluşturduğu bir süreç olarak toplumsal
fonu ustalıkla çizdiğini söylemek gerekir. Nitekim romanın başkişilerinden
Naim Efendi'nin tanıtımı hemen bu satırların ardından gelir. Onu öteki kişiler
izler.

Bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve
ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline ait olan Naim Efendi
redingotlu nesle mensup olmakla beraber vücudu henüz körpe iken İstanbul'un
içinde teşekkül ve tekemmül etmiş kimselerdendir. Damadı Düyunu Umumiye
Müfettişlerinden Servet Bey ise Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar
bin türlü garabet yapan, kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey
değildir. Birbirine bütünüyle karşıt bu iki tipin yanısıra Naim Efendi'nin
torunları Seniha ve Cemil, yeğeni Hakkı Celis, Kasım Paşa'nın oğlu Faik Bey de
üçüncü kuşağı oluştururlar. Böylece romanın ilk bölümlerinde belirgin yanları,
duyuş, düşünüş ve davranış özellikleriyle anlatacağı kişileri sergileyen Yakup
Kadri, bu kişiler arasındaki ilişkileri öyküleyerek olayı geliştirmeye başlar.
Seniha-Faik, Seniha-Hakkı Celis ilişkisi çevresinde sözünü ettiğim sorunsalı
kişilerinin dramını belirleyen ana olgu olarak gündeme getirir.

Gerçekten Naim Efendi'nin dramı, kimi zaman benliğine dek sarsılsa, sonunda
kendi içine kapanmayı seçse de toplumun gelişimine ayak uyduramayışından ya da
değişmeye karşı direnmesinden gelmez. Tersine, torunlarına duyduğu sevgi onu
her şeye boyun eğmeye, bütün aykırılıkları kabullenmeye götürür. Konağıyla
birlikte parça parça dökülmeye, yokolmaya yazgılı bir sınıfın bireyidir o.
İşlevi bitmiştir. Yapabileceği tek şey kendini zamanın akışınıa bırakmak,
eskiyle yeni, alaturkalıkla alafrangalık arasında, için için birinciden,
kafası ve yüreğiyle ikinciden yana tükenip gidecektir. Arkamızda bıraktığımız
mazinin son feryadı ve önümüzde hissettiğimiz uçurumun ilk ürpertisi
olarak...

Ama çöken yalnız Naim Efendi değildir. Önümüzdeki uçurumun göstergeleri olan
Seniha'yla Faik Bey de bir başka çöküntüyü yaşarlar. İkisinin dramı da
bireysel olduğu ölçüde toplumsaldır. Frenklerin asır sonu diye niteledikleri,
geçmiş ve şimdiyle bağlarını kopararak geleceğin akımlarına bağlanan Seniha,
içi de dışı gibi durmaksızın değişen, okuduğu yabancı dergilerde, tiyatro
oyunlarında, romanlarda tanıdığı tipleri hayata geçirmeye uğraşan genç bir
kızdır. Değil dedesinin, babası Servet Bey'in düşüncelerini, davranışlarını
bile ilkel, sakat ve şaşılası bulur. Boğulacak gibi olduğu konaktan da,
ülkeden de kaçmak, kurtulmaktır tek isteği. Sürdüğü hayat, bütün
hareketliliğine, bütün gönül eğlendiriciliğine karşın yavan ve tekdüzedir ona
göre. Oysa Avrupa'da, Avrupa'nın aydınlık ve bayındır kentlerindeki hayat ne
kadar başkadır. Çölde yürüyene serap neyse, Seniha'ya da Avrupa odur bir
bakıma. Faik Bey'e yönelişinin bir nedeni de budur.

Çünkü Faik Bey, Avrupa'nın birçok kentini dolaşmış, o hayatı tanımaktan da
öte yaşamış bir gençtir. Küçük yaşından beri Avrupa'da bulunduğu için bir
frenk zarafeti ve mahareti edinmişti, Batılı bir salon adamının bütün
gösterişlerini özümsemiş, varlığına sindirmiştir. Onunla karşılaştırıldığında
beceriksiz, çiğ, züppece davranışlarıyla bayağılaşan yaşıtları arasında
kolayca sivriliverir bu nedenle. Ayrıca yorgun ve aynı zamanda hummalı
bakışıyla da kadınların gözdesidir. Aile bireyleri dahil çevresindeki
insanları dillerini anlamadığı, davranışlarından ürktüğü başka cinsten
birtakım mahlukat gibi gören Seniha'nın, özlediği hayatın bir parçası olan
Faik Bey'e eğilim duyması, bu eğilimin genç kızlık duygularıyla birleşerek
yakıcı bir tutkuya dönüşmesi doğaldır.

Yine de bu aşkın bir yanardağ gibi ansızın patlayıp somutlaşması için
konaktaki görece özgürlüğün dışında afrodizyak bir ortam gerekecektir.
Kahramanlarını Büyükada'ya taşır Yakup Kadri. Delikanlılara, taze kadınlara,
içkiye ve saza düşkün halanın köşkünde Diyonizos şölenlerini andıran bir kır
yemeğinin ardından gecenin mehtabıyla birlikte aşk sökün eder. Beklenen
sonucuna, evliliğe ulaşmayan bu aşk geçerli değer yargılarıyla çatışan bir
ilişkiye dönüşmekle kalmaz, aile kurumunu sarstığı gibi kahramanlarını da
çöküntüye götürür. Dengesini yitiren Seniha, zengin biriyle evlenerek özlediği
hayata kavuşma düşleriyle oradan oraya savrulur. Terkedilen Faik ise artık
eski uçarı, çapkın Faik değildir. Tutkusu yerden yere, çukurdan çukura
sürüklemiştir onu.

Burada, Yakup Kadri'nin, kişilerini ele alış ve yansıtışında göze çarpan bir
noktaya dikkati çekmemiz gerek. Değiş me olgusudur bu da. Romandaki birincil
kişiler hayatla ilişkilerinin gelişim sürecinde, bilinçli ya da bilinçsiz
değişime uğrarlar. Naim Efendi, Seniha ve Faik Bey adım adım olumsuzluğa
yuvarlanırken, Servet Bey yeni yaşama biçiminin ürünü olan Şişli'deki bir
apartman katına taşınır, iş adamları, nazırlar, yabancı zenginlerle düşüp
kalkmaya başlar. Olumlu sayılabilecek tek değişme ise Hakkı Celis'te görülür.

İlk bölümlerde duygulu, düşsel bir dünyada gezinen, Edebiyat-ı Cedide'nin o
ünlü solgun benizli tiplerini anımsatan Hakkı Celis Seniha'ya duyduğu sevgi
karşılıksız kalınca, hele sevdiğinin ve çevresindeki kişilerin aşk
anlayışlarının başkalığını görünce önce boşluğa yuvarlanacak, savaşın
başlamasıyla gerçeğin ayrımına vararak yeni bir sevgiye, millet sevgisine
sarılacaktır. Naim Efendi'yi de yalnız o terketmez. Değişen hayatın darbesini
ikisi de aynı insandan, Seniha'dan yemişlerdir çünkü. Ama hayatın gerçek
yüzünü gören, katıldığı askeri eğitimden bambaşka bir insan olarak çıkın
eskiden yazdığı bütün şiirleri yakmak isteyen, Seniha'nın ve Faik Bey'in
kişiliğinde Batılılaşmanın yarattığı yeni insan tipini kıyasıya eleştirip
kurtuluşu ulusçulukta arayan Hakkı Celis de yokolmaya yazgılıdır. Çürüyen bir
düzenin bireyidir o da. Değişen, uçurumun kenarına gelen Seniha'yı sevmiyordur
gerçi, ama içindeki, geçmişteki Seniha'yı da söküp atamamıştır. Bir duygu ve
düşünce çatışmasını bütün benliğiyle yaşar. O çevrede, o insanlar arasında
yeri yoktur artık, o hayatın dışında kalmayı seçmiştir. Bu seçimse onu boşluğa
itecek, hayata tutunamayınca ölüme sığınacaktır.

Denilebilir ki Yakup Kadri romanını karşıtlar üzerine kurmuş, olayların ve
kişilerin geliştirilmesinde çatışma olgusundan yararlanmıştır. Temeldeki
çatışma eski-yeni, Doğu-Batı kavramlarıyla açıklanabilir kuşkusuz. Belli bir
sınıfın yaşama biçimindeki değişme, aileyi dağıtıp eskinin simgesi konağı
kiraya çıkarttırırken seçeneği olan apartman dairesini getirir. Naim
Efendi'nin simgelediği sınıf çökerken de savaş koşullarını değerlendiren iş
adamlarının oluşturduğu yeni bir sınıf türeyecektir. Naim Efendilerin
kalıntıları, Hakkı Celislerin cesetleıl üzerinde... Bütün değerleri, kutsal
bilinen ilkeleri, insanlar arası ilişkileri maddeye dönüştürerek,
metalaştırarak...

Yakup Kadri'nin, anlattığı toplumsal çözülüşü yeni bir oluşumun geçiş evresi
olarak aldığını, görünürdeki yozlaşmanın toplum yapısına ilişkin görünmeyen
nedenlerini kavradığını söyleyemeyiz. Eleştirinin ötesine geçemeyişi,
olumsuzlamadan kurtulamayışı da buna bağlanabilir. Ama yansıttığı toplumsal
gerçekliğin doğruluğuda yadsınamaz. İşte Kiralık Konak'ı önemli kılan bu
niteliği, gerçekliğe, bağlılığıdır.

Araştırmacılarca örnekleriyle kanıtlandığı gibi Seniha tipinin Madam
Bovary'den alınmış olması da değerini eskitmez. Nereden, nasıl esinlenilmiş
olunursa olunsun, önemli olan Türk toplumunun tarihsel gelişiminde yaşanan,
bugün de etkilerini sürdüren bir gerçekliğin yansıtılması değil midir?

:::

Önce İkdam'da tefrika edilen (no. 8430-8491) Kiralık Konak, Yakup Kadri'nin
kitap olarak yayımlanan (1922) ilk romanı. Bugüne dek yedi basımı yapılmış.
1939'da yeni harflerle yapılan ikinci basımı, Yakup Kadri'ce birinci sayılmış.
Bu nedenle sözlük ve ansiklopedilerdeki baskı sayıları ve tarihleri yanlış.
Üstelik kimi kitapların kapağında sözgelimi dördüncü basılış denirken,
içerde üçüncü basılış olduğu belirtiliyor. Bu karışıklık bir yana,
saptayabildiğim kadarıyla romanın bu yeni basımı sekizinci baskı oluyor.

Metin olarak 1974 tarihli yedinci baskıyı temel aldım. Önceki baskılarla
karşılaştırırken de yeni harflerle yapılan baskısından başlayarak romanın
dilinin değiştirildiğini gördüm. Ama bu değiştirme, Hüküm Gecesi'nde olduğu
gibi bir yeniden yazma boyutuna ulaşmamış, yalnızca anlaşılması güç eski
sözcüklerin yerine yenileri konulmuş, cümlelerde yalınlaştırmanın zorunlu
kıldığı kısaltmalar yapılmıştı. Bu nedenle metni verirken belirtilmeleri
gerekmiyordu. Ama Yakup Kadri'ce yalınlaştırılmasına karşın, Türkçenin hızla
değişimi sonucu, özellikle genç kuşakların anlayamayacağı sözcükler vardı
metinde. Bunların anlamlarını sayfa altlarında verdim. Anlamı cümlenin
gelişinden çıkarılabilecek sözcükleri ise açıklamadım. Bir de dizgide düşen
sözcükler ya da atlamalar sözkonusuydu. Bunlar da eklendi kuşkusuz.

Son söz olarak, bütün titizliğimize karşın eksiklerimiz olabileceğini,
uyarı ve katkılara açık olduğumuzu belirtelim.

Atilla Özkırımlı, 7 Şubat 1979

:::::::::::::::::::

KİRALIK KONAK

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar
değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti. Kışın konaklarda, yazın
yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır. Hele, Mısırlıların
üşüşmelerinden sonra Boğaziçi'nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten
sakınanlara ya çok zengin, ya çok hesapsız gözüyle bakılıyor. Naim Efendi ise,
ne çok zengin, ne çok hesapsızdır. Babasından kalmış bir serveti gençliğinden
beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyor. Kendisi, İkinci
Abdülhamit devri ricalinden olmakla beraber bu servete hiçbir şey ilave
etmedi. İlave edebilirdi, çünkü senelerce devletin yüksek mevkilerinde
bulundu. Gençliğinde babası gibi Mabeyni Humayun'a mensuptu, sonra birçok
defalar valiliklerde dolaştı. Şürayı Devlet azası, Rüsumat Müdiri Umumisi oldu
ve nihayet Defterihakani ve Evkaf nezaretlerine geçti. İnkılaptan iki sene
evveldi, dolaşık bir tevliyet (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını
verdi ve günden güne bulanan hükümet işlerinde tiksinerek bir köşeye çekildi.

Bununla beraber hiçbir zaman kenara atılmış bir memur haline düşmedi, devrin
ricaliyle münasebette bulunur ve Muayede (Bayramlaşma) merasiminde hiç değilse
defteri mahsusa (Özel deftere) imzasını atmaya giderdi. Memuriyet hayatında
yakından gördüğü resmi ve gayrı resmi bütün pisliklere rağmen, devlete ve
devlet adamlarına karşı hala derin bir saygısı vardı. Naim Efendi o terbiyeli
kimselerdendir ki evliya, enbiya isimlerinin sonunda Radiyallahu anh demeyi
hiç unutmazlar ve Paşa kelimesini med (Uzatarak) ile telaffuz edip, mutlaka
hazretleri ile nihayetlendirirler. Bu gibi kimselerin başlıca fazileti,
itaat ve hürmettir. Bütün terbiye ve ahlak düsturları onlar için yalnız bu iki
kelimenin ifade ettiği manadan ibarettir. Bununla ,beraber, Naim Efendinin iki
esaslı fazileti daha vardı: Bir ana kadar müşfik ve bir dul kadın kadar
titizdi. Fakat, titizliği asla bir huysuzluk derecesine. varmazdı; bu, temiz
ruhunun ve temiz vücudunun maddi ve manevi pislikler önünde bir nevi
tiksinmesinden gelirdi. Göğüs üstünde bir yağ lekesi, bir kaba söz,
mübalatasız (Dikkatsiz) bir hareket, onu müsavi derecede kederlendiren
şeylerdendir; fakat, pek içli, pek nazik bir adam olduğu için, kederlendiğinin
kimse farkına varmazdı.

İstanbul'da iki devir oldu: Biri İstanbul'un; diğeri redingot devri...
Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbul'un devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar
olmadılar. Tanzimatı Hayriye'nin en büyük eseri, İstanbulinli İstanbul
Efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu
kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa'nın arasında gayet
hususi yeni bir millet gibi göründü. Yaşayış ve giyiniş itibariyle Şimal
kavimlerinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş
itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulasası şeklinde tecelli
ediyordu. Ağır kavuklu, alacalı, kesif Yeniçerilerin demir çarıklarının
çiğnediği bu toprakta hangi tohum, hangi hava bu çiçeği veriyordu? Zira, bu
beyaz pantolonlu, beyaz yelekli ve lüstrin kaloşlu Türkler, ince bir halattan
ibaret endamlariyle biraz evvelki boğum boğum adamlara hiç benzemiyorlardı.
Sultan Mecit devri ricalinin, Halet Efendi muasırlarının çocukları olduğuna
kim ihtimal verebilir? Bunlar, boyunlarından ipekli bir mendille boğulmuş
solgun benizleriyle onların cebir ve huşunetinden (Zorbalık ve sertliklerden
ürkmüş kimseler gibidirler. Hepsi de umumi işlerden çekinir, hiddetlerinde ve
hazlarında ölçülü, namuslu aile babaları ve kibar konak sahipleri idiler.

Bizde, Çerkes halayıklan, harem ağaları, Boşnak bahçıvanlarıyla büyük ev
hayatı asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli devlet adamlarının tesis
ettikleri Osmanlı kibarlığının kundağı canfes astarlı ve serapa (Baştanbaşa)
ilikli İstanbul'un idi.

Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu,
riyakar, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile
bir saray hademesi hali vardı. Çoğu, İkinci Abdülhamit Han devri ricalinden
olan bu adamların her biri bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş
seyisleri andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul'da konak hayatı birdenbire
köşk hayatına intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin
üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir
Arnuvo ve bir Rokoko merakı sardı; binalarımız, eşyalarımız, elbiselerimiz
gibi ahlakımız, terbiyemiz de rokokolaştı. Abdülmecit devrinin o ağır; zarif
ve için için gelenekçi Osmanlılığından eser kalmadı. Naim Efendi, aşağı yukarı
bu redingotlu nesle mensup olmakla beraber, vücudu henüz körpe iken
İstanbul'un içinde yetişip gelişmiş kimselerdendi.

Maziden bize yadigar kalmış bu gibi şahsiyetler, aramızda elan mevcuttur.
Bunlar, pek eski zamanlarda bile, eski adamlardandı. Ruhları sanki bir
merhalede durmuş gibidir. Nitekim Naim Efendinin bütün hatıraları, bütün
zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka
bundan kırk sene evveline aittir. Onu dinleyen ve onu yakından gören bir
kimse zanneder ki, Naim Efendi yarım asırlık bir letarjiden (Uyanılmayan derin
uyku) henüz gözlerini açıyor ve şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. Vakıa o,
yirmi beş yaşından beri daima şaşan, tiksinen, ürken ve kaybolmuş bir ömrün
hasretini çeken bir adamdır. Onu insandan kaçar ve huysuz zannedenler
yanılıyorlar. Bütün çocukluğu ve bütün gençliği İstanbul'un en kalabalık bir
konağında geçen Naim Efendi, eğlenceli meclisleri, ahbap arasında sohbetleri,
misafirlere ziyafetleri pek severdi. Fakat öyle bir zamanda yaşadı ki,
bunların hepsi yasaktı; olmasa bile, eski devrin meclislerini, sohbetlerini,
ziyafetlerini, misafırlerini bulmak ne mümkündü? Naim Efendi, yeni sazdan,
yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde artık yazılan ve
konuşulan Türkçeyi de anlamıyordu.

Bundan on beş yıl evveldi, bir gün eline damadının okuduğu kitaplardan biri
geçti; kırmızı kaplı ve üstünün yazıları beyaz bir kitap... Epeyce bir müddet
parmaklarının arasında evirdi çevirdi; sonra gözlüklerini taktı, önce uzun
uzun kabı muayene etti, muharrin adını, kitabın serlevhasını (Başlığını) basım
tarihini okudu; bu kabta her gördüğü işaret, her okuduğu yazı, muharririn ismi
de dahil olmak üzere ona acayip geliyordu. Büyük bir tecessüsle cildin içini
açtı, fakat okumak ne mümkün! Naim Efendi adeta yeni kıraat dersine başlamış
bir çocuk gibi, kelimeleri heceliyor, bir cümleyi bin zahmetle sonuna kadar
ya tamamlıyor, ya tamamlayamıyor, veya tamamladıktan sonra da okuduğu şeyin
manasını iyice kavrayamıyordu. Vakıa bu, Edebiyat-ı Cedide külliyatından bir
romandı. Naim Efendi ise, bütün ömründe hiç roman okumamıştı. Bununla beraber,
onun bu kitapta anlayamadığı şey, ne eserin terkibi (Birleşimsel; burada
sentetik,yapma anlamında)mahiyeti, ne muharririn maksat ve gayesi idi,
doğrudan doğruya kelimelerin manasıdır ki ona müphem geliyor, doğrudan doğruya
cümlelerin teşkilindedir ki bir yabancılık, bir gariplik buluyordu. Fakat
sonraları, torunları yetişip de aynı dili evin içinde konuşmaya başlayınca,
onun nazarında bu kelimelerdeki müphemlik yavaş yavaş zail olmaya ve bu
cümlelerdeki garabet de yavaş yavaş kalkmaya başladı.

Naim Efendi, evvela damadı, sonra torunları sayesinde daha nelere
alışmıştı... Biçare adam, kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi
senedir, her gün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir
mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir'deki konağında,
ne Kanlıca'daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlendirecek bir köşecik
kalmıştır.

Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, karısı yanıbaşında idi,
rahatını, huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira, bu ihtiyar kadın ölünceye
kadar, evinin içinde hakim ve amir kaldı. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne
damadının, ne torunlarının eve ait umurda (İşlerde) o kadar hüküm ve nüfuzları
olmadı.

Gerçi, her biri kendi havasına, kendi dairesine ve kendine göre bir hayat
yapmıştı; fakat, gerek yalının, gerek konağın umumi nizamı bu iradeli ev
kadınının elinde idi. Naim Efendinin haremi Nefise Hanımefendinin bu nizamı
eski usul ile töreler arasında muhafaza ve idare etmek için dışarıda bir
ihtiyar uşaktan, içeride geçkin bir kalfadan başka icrail (Yürütecek ,yerine
getirecek) vasıtası olmadığı halde, evin her şeyi yine yolunda giderdi; zira,
her yeni gelen hizmetçiye birkaç gün içinde istediği terbiyeyi vermek, bu
kadına has fevkaladeliklerdendi. Vakıa fazla döverdi, fazla azarlardı; bunun
içindir ki son zamanlarda yeni hizmetçi bulmak hususunda epeyce müşkülat çeker
oldulardı. Biçare Nefise Hanımefendi, denilebilir ki, biraz da bu kahır
yüzünden öldü.

O öldükten sonra yerine kızı Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım, hiçbir
cihetten annesine benzemiyordu. Tıpkı babası gibi, çekingen, içinden titiz,
iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzuna ve çocuklarının
arzularına son derece uyardı.

Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi. Alafranga
hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet yapan bu adam, Büyük
Hanımın vefatını müteakip, evi kendi heveslerine göre esasından değiştirmeye
kalktı; ne kadar eski eşya varsa hepsini tavan aralarına ve mahzenlere
attırdı, her odayı Avrupa'dan gelmiş mobilya kataloglarına göre ayrı bir
üslupta, ayrı bir renkte Pisaltiye döşetti.

Büyük Hanımın yetiştirmesi ne kadar hizmetçi varsa hepsine yol verdi, evin
içini Beyoğlu'ndan gelmiş beyaz önlüklü, başı topuzlu hizmetçilerle doldurdu
ve bütün bunların idaresini, çocuklarına mürebbiyelik eden Lehistanlı bir
kadına verdi.

Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye müfettişlerinden Servet Bey,
Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazasker oğludur. Aldığı terbiye
ile yaşadığı muhit birbirinin aksi olan her insan gibi Servet Bey de daimi bir
ihtilaç, (Çarpıntı,çırpınma) daimi bir isyan içinde yaşar. Pederi Sadri
Molla'nın konağında alafrangalığı kendi odasının eşiğinden dışarı çıkmazdı.
Nasılsa küçükten beri Fransızca bilmek, bir müddet Galatasaray Mektebinde
bulunmak; bir müddet Beyoğlu muhitinde tatlı su Frenkleriyle düşüp kalkmış
olmak ona bir softa evinde, çıplak kadın resimlerinden, dizi dizi Fransızca
kitaplarından, vazolardan, biblolardan müteşekkil bir halvet yapmak ve bu
halvette yaylı bir şezlonga uzanıp, gözleri tavanda, ayakları havada, bir
taraftan Hollanda sigarını emerek, diğer taraftan yabani ve perişan bir
sesle birtakım opera parçaları terennüm ederek saatlerce vakit geçirmek
hakkını vermiştir. Daima muhayyel bir Avrupa seyahati için hazırlanmış bir
bavulu vardı, bu bavulun yanıbaşında bir de şapka kutusu dururdu. Bazı
sıkıntılı saatlerinde bir aynanın karşısına geçip, bu kutudan çıkardığı
şapkaları birer birer tecrübe ederdi ve başını bu serpuş ile örtülü görünce
adeta kendinden geçerdi. Nitekim böyle şapkalı, seyahat kostümleriyle veya
suare kıyafetinde hala birçok resimleri vardır. Ve bu resimler, hala gençlik
odasının duvarlarını süsleyen çıplak kadın resimlerinin yanında asılıdır.
Türkler içinde kimse bu Servet Bey kadar ateşle, coşkunca alafrangalığa düşkün
olmamıştır. Bu düşkünlükte o derece samimiydi ki, gerek babasının, gerek
kayınbabasının muhitinde bütün ahval ve harekatı hürmetle değilse bile, adeta
korku ve endişe ile karşılanırdı; zira, gözlerinde sarsılmaz bir imana ermiş
adamların ateşi vardı. İşte bu ateşin kuwetiyledir ki Servet Bey, Naim Efendi
konağında bütün iradesini istediği gibi yürütüyor ve hele inkılaptan beri bu
konakta artık hiç Türkçe konuşulmuyordu.

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar ve bundan en ziyade Servet
Beyin çocukları memnun oldular. Zira, Boğaziçi'nin bu köşesi, asri
eğlencelerin hiçbirisine müsait değildi; tuhafiyeci camekanları önünde
gezinmelere, her adım başında bir ahbaba tesadüflere, akşam üstü çay
ziyafetlerine, bin türlü aşk ve alaka oyunlarına Kanlıca'da oturulan aylarda
epeyce sekte geliyordu. Hususiyle, Servet Beyin oğlu Cemil, henüz yirmi
yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoğlu'ndaki büyük lokantaların,
gazinoların, barların, bazı eğlenceli evlerin sadık bir gediklisidir; bu
yaşında birçok tiryakilikleri, vazgeçemediği birçok itiyatları ve ikinci bir
tabiat haline girmiş zevkleri, hazları vardır. Hemşiresine ara sıra delicesine
sevdiği bir metresinden bahsettiği de olurdu. Bittabi, hu metresi de yaz kış
Beyoğlu'nda oturanlardandı. İşte, Cemil için sayfıye hayatı, bütün bu
mahzurlar yüzünden katlanılmaz bir angarya haline girmiştir. Tam Beyoğlu
hayatının uyanmaya başladığı bir saatte, Karaköy köprüsünden koşarak vapura
yetişmek, vapuru kaçırınca veya kaçırmak isteyince eve karşı vaziyetini
düzeltmek, gece kaçamaklarına makul bir sebep göstermek için maddi ve manevi
birçok zahmetlere girmek, onu son derece rahatsız eden işlerdendi. Her şeyde
hür fikirli olan babası da, bu geceyi dışanda geçirişleri asla mazur
göremiyordu; Servet Bey, ya ailevi ve terbiyevi bir kanaat eseri olarak
veyahut sadece babalık hissiyle bu hususta her nasılsa kaynatasıyle birleşiyor
ve karısının endişelerini haklı buluyordu:

Ben demiyorum ki, gezmesin, eğlenmesin, diyordu. Gençtir, tamperaman
sahibidir. Asri, modern hayata göre yetişecektir. Tabii bu hayatın her türlü
safahatını görecek. Bu hayatın her türlü safahatını yaşayacak. Fakat bu
yaşayış hiçbir zaman sıhhatini ihlal edecek bir dereceye varmamalıdır. Ben
demiyorum ki, İstanbul halkı gibi akşam gurup ile beraber evine sokulsun ve
yemeğini yer yemez uyusun. Hayır, hayır... Hiç değilse gece yarısı ve kabil
olmadığı takdirde sabaha karşı mutlaka evinde bulunmalı ve mutlaka yatağına
girmiş olmalıdır.

Biraderinin küçük sırlarına pek yakından vakıf olan Seniha ise, babası böyle
söylerken çapkın bir tebessümle bıyık altından gülerdi; zaten bu alaycı genç
kız için etrafındakilerin hangi hareketi ve hangi sözü gülünç değildir!
Büyükbabasının şahsiyeti, annesinin ahvali şöyle dursun, ekseriya pederi
Servet Beyin efkar ve harekatı (Düşünce ve Davranışları) bile ona iptidai,
sakat ve garip görünürdü. Zira, bu, Frenklerin, asır sonu diye
vasıflandırdıkları bir genç kızdı; asır sonu, yeni bir nevi içtimai örnektir
ki, harici ve dahili yaşayışında hale ve maziye ait her türlü kayıttan azade
ve istikbalin henüz hazırlanan cereyanlarına tabidir. Seniha, daima en son
çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe, ince ve çalak vücudu,
ipekböcekleri gibi daimi bir istihale (Biçim değiştirme,başkalaştırma)
içindedir. Günün aydınlıklarına göre mütemadiyen rengi değişen yeşil gözleri
gibi sesinin bestesi, kımıldanışlarının ahengi ve hatta başının şekli de
mütemadiyen değişirdi. İçi de tıpkı dışı gibiydi; tıpkı gözlerinin rengine
benzeyen bir ruhu vardı, kah ihtilaçlı, kederli, bulanık ve fena, kah berrak,
rakit (Durgun) ve ekseriya bir havai fışek gibi şenlikli idi. Fakat bu küçük,
şeytan mevcudiyetinin hiç değişmeyen bir hususiyeti vardır ki, o da alaycılığı
ve şuhluğudur. En ziyade zevk aldığı kitaplar, Gyp'in romanları, yeni tiyatro
piyesleri ve Paris'in mizahi gazeteleriydi. Gyp, ona bir ikinci ana, bir
ikinci mürebbiye olmuştu. Bu muharririn romanlarındaki serbest tavırlı, yarı
oğlan, yarı kadın genç kızlar, üzerlerinde ruhunu biçtiği modellerdir.
Denilebilir ki sabahtan akşama kadar her gün bütün meşguliyeti bu genç kız
tiplerini hayata tatbik etmekten ibarettir.

Seniha, yağmurlu bir kış günü, elinde tuttuğu bir küçük kamçıyı sağa sola
sallayarak, kapılara, duvarlara ve eşyaya vurarak, gayet sıkıntılı bir tavırla
evin içinde dolaşıyor, bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyor, adeta duvarlar
arasında dar bir kafese hapsedilmiş büyük bir kuş gibi çırpınıp duruyordu. Tam
bu esnada, karşısına büyükbabası Naim Efendi çıkıverdi: İhtiyar adam, kürküne
bürünmüş, elinde kalın ciltli bir kitap, bir odadan öbür odaya geçiyordu.

Senihe, şikarını (Durgun) bekleyen bir tazı gibi, Naim Efendinin üzerine
atıldı ve kamçısıyle kalın ciltli kitabın üstüne birkaç kuvvetli darbe
indirerek:

Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!.. dedi. Sonra bir mahalle
çocuğu tavrıyle ıslık çalarak uzaklaştı, gitti.

Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun arkasından baktı, içinden:
Lahavle, lahavle, diyordu; bu kızda acayip bir hal var!

Zaten, Naim Efendi, evin içinde ne olursa daima bu acayip kelimesiyle
adlandırırdı. Teessürleri asla bir öfke derecesine varmazdı, zira, gördüğü ve
işittiği şeylerin hiç biri garabetlerinin derecesi itibariyle havsalasına
sığacak bir mahiyette değildi. Kızmak veya gücenebilmek için mutlaka biraz
anlamak lazımdır. Naim Efendi ise ne damadının, ne torunlarının yaşayış
tarzlarındaki manayı anlayamıyordu. Alafranga, asrın icabatı... Bu kelimeler
konağın içindeki yeni vaziyeti onun nazarında kafı derecede aydinlatamıyordu.
Ekseriya kızıyla, bazen damadıyla aralarında hafif münakaşalar olurdu. Naim
Efendi, kızına derdi ki:

Yavrum, çocuklarının ahval ve harekatını hiç beğenmiyorum. Bu Lehli kadın
zannederim ki, bunlara yanlış bir terbiye verdi. Seniha on sekizine bastı,
fakat hala sekiz yaşında bir çocuk gibi hoppa ve yaramazdır. Cemil daha
yirmisine girmedi. Fakat otuz yaşında bir gencin hayatını sürüyor. O yemekten
sonra sizin önünüzde ayak ayak üstüne atıp sigara içmeler nedir? O eve
istediği saatte girip çıkmalar nedir? Ne babasını dinliyor, ne seni... Ben
ise, doğrusu her şeyi görmezlikten geliyorum. Ne kıza, ne oğlana ağzımı açıp
bir kelime söylemiyorum; mazallah, bana karşı da bir itaatsizlik ederler, bir
ters cevap verirler diye korkuyorum...

Naim Efendi, biraz da torunlarını çok sevdiği için sesini çıkaramazdı. Yoksa
her şeye rağmen konağın içinde hürmet edilen, korkulan yegane amir yine o
idi. Biraz şiddet gösterecek olsa, her şeyin yoluna girmesi ihtimali henüz
mevcuttu. Fakat ne yazık ki, o zayıf kalpli bir büyükbaba idi. Sonra da aldığı
terbiye onun -kiminle olursa olsun- yüksek sesle konuşmasına bile müsait
değildi. Bir gün, -inkılabın ilk aylarında idi- damadıyle siyasi bir
mübahaseye (Söyleşiye) giriştilerdi. Naim Efendi, gazetelerden şikayet
ediyordu:

Efendim, her şey iyi... Fakat, bu gazeteler pek ileriye varıyorlar; diyordu.
Memlekette, hiçbir şeye karşı hürmet hissi bırakmadılar; Padişaha, vükelaya
karşı en kaba elfazı istimalden (Sözcükleri kullanmaktan)çekinmiyorlar.
Hayatı umumiye derken, herkesin hayatı hususiyesine de tecavüze başladılar.
Geçen gün Erenköy'ünde Hasip Paşayı, ziyaret etmiştim; biçare adam öyle bir
tehevvür (Kızgınlık) içinde idi ki, haline acıdım, meğer, Tanin gazetesi
müşarünileyhin (Adı geçenin,onun) nezareti esnasında da birçok
ihtilaslar (Hırsızlık) ve suistimaller vuku bulduğundan bahsediyormuş,
halbuki...

Damadı Servet Bey, sinirli bir hareketle sözünü kesti:

Halbuki... Yok efendim, bir rejim gidip, yerine diğer bir rejim geldi mi,
tabiidir ki bu rejimin adamları öbür rejimin adamlarından hesap soracaklar.
Bahusus, yıkılan idarenin nasıl bir idare olduğunu siz herkesten iyi
bilirsiniz.

Naim Efendi, bir çocuk gibi utandı:

Hiddet buyurmayınız, efendim, dedi. Bendeniz hesap sorulmasın demedim...
Haşa. Yalnız düşününüz bir kere...Vicdanınıza müracaat ederim. Hasip Paşa
Hazretlerinden nasıl hesap sorulabilir, bu kadar mübarek bir zat... Sizi temin
ederim ki, beş parası yoktur. Zevcesinin servetiyle geçinir.

Servet Bey, kabili hitap (Kendisiyle konuşulması ,görüşülmesi mümkün)
olmayan kimselerle konuşanlara mahsus bir iç sıkıntısıyle:

Efendim; dedi. Memlekette bir mahkeme ve bir adalet kapısı var. Hasip Paşa,
mahkemeye çekilir, adalete teslim edilir, eğer masum ise ne ala, değilse...
Giyotin efendim, giyotin temizler... Yalnız namussuz kafaların değil, fakat,
eski kafaların hepsi de kesilmelidir!

Naim Efendi, son cümledeki bu vahşi imayı hissetti. Fakat, kendinde cevap
vermek kudretini bulamadı, gözlerini yere indirdi ve derin derin düşündü.

:::::::::::::::::::

II

Pazartesi günleri Seniha'nın çay günleridir. Avrupa'nın bütün kibar
kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam saat beşte konağın büyük
salonunda kendisinde nadir görülen bir hanımefendi vakarıyle ziyaretçilerini
beklerdi.

Bunların bazısı, mürebbiyesi Madam Kronski vasıtasıyle tanıdığı birkaç
Beyoğlu madam ve matmazelleri; diğerleri çocukluk arkadaşlarından genç kızlar
ve aile dostu genç kadınlardı; bunlar arasında, biraderi Cemil'in
arkadaşlarından bazı genç adamlar da bulunurdu. Hassaten Faik Bey isminde bir
genç, konağın daimi misafiri ve Servet Beyin çocuklarının ayrılmaz bir yoldaşı
idi. Bunun içindir ki Faik Bey, pazartesi günleri öğle yemeğinden itibaren
konakta bulunur ve ziyaretçilere, ev sahipleriyle birlikte intizar (beklemek)
ederdi. Bu pazartesi de öyle oldu.

Saat on biri henüz geçmişti. Seniha'nın oda kapısı bir dans havasıyle
vuruldu. Seniha daha yataktaydı. Tembel ve mahmur bir sesle Fransızca:

Ne var? diye sordu.

Kapıya vuran Faik Beydi:

Benim, benim; bu ne uyku, dedi. Şimdi Cemil'in odasına uğradım, cevap
bile vermiyor.

Seniha, suni bir huysuzlukla mırıldanarak yataktan indi, arkasına bir
penyuvar aldı, kapıyı açtı ve şımank bir tebessümle:

Doğrusu, çok münasebetsizsiniz, Faik Bey! dedi ve genç adama selam bile
vermeksizin bir sıçrayışta tekrar yatağa girdi, yorganını boğazına kadar
çekti, gözlerini kapadı.

Faik Bey yatak kıyafetiyle, onu ilk defa görmüyordu. Bu genç kız vücudunun
bazı latif sırları, gelişmesinin ilk devrelerinden beri onca malumdu. Faik Bey,
Seniha için, elimde büyüdü' diyebilirdi. Zira, beş sene evvel Seniha bir
çocuktu. Fakat Faik Bey, yine yirmi yaşında bir delikanlıydı ve yine böyle
Cemil'in samimi dostu sıfatıyle konağın içinde dolaşırdı, çocukların yatak
odalarına girer, çıkardı; bunun içindir ki, Faik, bu sefer de Seniha'nın
penyuvardan sıyrılarak yatağa atlarken ta kalçalarına kadar açılan biçimli
bacaklarına ortası derin bir hatla ayrılmış sırtına ve omuz başlarının fildişi
rengindeki yuvarlaklarına dikkat bile etmedi; lenfavi (Ağır ,soğukkanlı)
lakayt bir tavırla tuvalet masasının önüne yaklaştı. Uzun bir müddet aynada
kendine baktı, sonra bir tırnak takımı içinden ince bir törpü aldı, şezlonga
uzandı ve tırnaklarını yontmaya başladı.

Kuniral, zayıf, uzun ve saçları iyi taranmış bir gençti o. Yüzünün hatları
gayri muntazamdı, ağzı büyüktü. Fakat, gözlerinin yorgun ve aynı zamanda
hummalı bir bakışı vardı. Esasen, kadınların hoşuna giden tarafı -zira,
kadınlarca Faik Bey pek çok rağbet kazanmış bir delikanlıdır- en ziyade bu
bakışı idi. Küçük yaşından beri Avrupa'nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış,
oturmuş olduğu için tavır ve hareketlerinde hiç sahte görünmeyen bir Frenk
zarafeti ve kıvraklığı vardı.

Bir mecliste hikayeler anlatmayı, kadınlara üstü kapalı imalı lakırdılar
söylemeyi, oturup kalkmayı, piyano çalmayı, dans etmeyi, hulasa Garplı salon
adamının bütün gösterişlerini kendine tamamıyle mal etmiş, mevcudiyetine
sindirmişti; sair gençler, onun yanında beceriksiz, çiğ, züppe, çocuk ve
bayağı görünürlerdi.

Seniha, gözleri yarı kapalı, uzun kirpikleri arasından Faik Beyi süzdü. Onda
hiç uyumamış bir adam hali vardı, gözkapakları sarkmış ve ağzının iki
tarafındaki çizgiler derinleşmişti. Seniha, bir uyku arasından gibi seslendi:

Faik Bey, dün gece neredeydiniz?

Dün gece mi? Söyleyemem!

Aman, ne kadar can sıkıcısınız.

Can sıkıcı... Asıl sizin sualiniz...

Genç kız yatağında sinirli bir hareketle döndü, yüzünü duvar tarafına,
arkasını Faik Beye çevirdi ve bu hareketten sonra yarıya kadar sıyrılan
yorganın açık bıraktığı yerlerden Seniha'nın sırtı ta beline kadar göründü.
Delikanlı bakmadı bile. Genç kız sayıklar gibi bir sesle, sözüne devam etti:

Öyle ise, neredeydiniz size ben söyleyeyim.

Ne iyi, beni zahmetten kurtarmış olursunuz.

Faik Bey, siz dün gece çok fena şeyler yaptınız.

Faik Beyin dün gece yaptığı şey gerçi çok fena idi. Sabaha kadar kumar
oynamış ve hayli kaybetmişti. Naim Efendi, Kasım Paşa -Faik Beyin babası- ile
pek eski ve pek samimi ahbap olmakla beraber, oğluna, birçok sevimsiz ve
serbest hareketleri bir yana, asıl bu kötü huyu için hiç tahammül edemezdi.
Kaç defa Cemil'e münasebeti kessin diye damadı ve kızı nezdinde teşebbüste
bulundu. Kaç defa Cemil'i karşısına alıp nasihat verdi ve hatta yalvardı.

İhtiyar; dindar ve namuslu kimseler nazarında kumar, seyyiatın
(Kötülüklerin, günahların) en müthişidir. Ocakları söndüren bu, evleri yıkan
bu, insanı hırsızlığa, cinayete, intihara sevk eden budur; bunlar, kadını
kumar nispetinde tehlikeli zannetmezler. Bunun içindir ki, Naim Efendi, Faik
Beyin, Seniha'nın yatak odasına girip çıkmasından ziyade, Cemil'in onunla
beraber geç vakitlere kadar dışanda kalmasından ürker ve endişe eder.

Bu hususta hissi onu aldatmıyor. Hakikaten Faik Beyde kumar iptilası her
iptilanın fevkindedir, o daha şimdiden kadından bıkmış ve sevdadan
yorulmuştur. Nitekim o gün, akşam üstü çaydan sonra kadınlar gülüşüp konuşmaya
o kadar meyyal, gençler fısıldaşıp söyleşmeye o kadar teşne iken Faik Bey
ısrarla, bir poker partisi yapmak teklifınde bulundu ve meclisin umumi
itirazlarına rağmen, salonun bir köşesinde bir kare teşkil etmeye muvaffak
oldu. Zira, Cemil'den başka Madam Kronski ve Beyoğlulu diğer birkaç madam, bu
oyunun coşkun heveskarlarındandılar.

Seniha, salonun diğer bir köşesinde arkadaşlarından iki genç kızla
biraderinin dostlarından iki genç adam ve yeni evlenmiş bir hanımdan bileşik
bir grup ortasında büyük halasının torunu Hakkı Celis'in kendisine okuduğu
şiirleri dinler görünüyordu. Ta içinden Faik Beye kızgındı. Zira, bu
meclislere revnak (Parlaklık,süs) verebilecek yalnız onun sohbetleri, onun
esprileri, onun şakalarıydı. O, bir köşeye çekilir çekilmez oda, suyu çekilmiş
bir havuza dönüyor ve hiç kimse ne yapacağını bilemiyordu. Seniha'nın ise,
başkalarının sözlerinden dehşetli bir surette içi sıkılıyordu. Hele halazadesi
Celis'in şiirlerine hiç tahammülü yoktu. Bu genç, kendisinden ancak bir iki
ay küçük olmasına ve şimdiden birçok şiirleri bazı mecmualarda çıkmış olmasına
rağmen, ona, parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı
bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Hakkı Celis her okuduğu
manzumenin sonunda:

Abla, dün gece bir sonnet daha yazdım. Haftaya Nihal mecmuasında çıkacak;
derken, Seniha, aklı başka yerlerde: Güzel! Güzel! diyordu ve genç çocuk
bundan cesaret alarak tekrar okumaya başlıyordu.

Mamafih, Seniha'nın yanındaki genç kızlar bu şiirlerden pek çok zevk alır
gibiydiler. Gözlerinin içinde bir cezbe aydınlığıyle genç şaire bakıyor ve
her inşadın (Okuma, okuyuş) sonunda:

Aman, ne fevkalade, ne fevkalade!.. Kuzum, bize bunu bir kağıda yazıverin,
diyordu. Heyecanlarında az çok samimi idiler. Bu iki hemşire, şiiri musikiye
tercih edenlerdendi. Nitekim, yanlarındaki genç adamlardan biri kalkıp da
Seniha'dan bir parça piyano çalmasını rica eder etmez, bunlar , Celis'i ta
dizlerinin dibine çağırdılar ve yalvaran gözlerle:

Devam ediniz, siz devam ediniz, dediler.

Seniha, bütün hıncını şimdi piyanodan alıyordu. O delikanlılar
yanıbaşlarında duruyor ve biri notanın yapraklarını çevirmekle, diğeri çalınan
havayı terennüm etmekle meşgul oluyordu. Demincek onların grubunda bulunan
yeni evlenmiş bir genç kadın, dinlemek için ta yakına geldi ve bir murakabes
vaziyeti aldı. Seniha, bilinmez nedendir, hem bu , genç kadına hem de o genç
adamlara kızıyordu.

Macit Bey, yaprakları çabuk çeviriyorsunuz! diye çıkışmış; birkaç dakika
sonra, öbürüne: Amma da yanlış söylüyorsunuz, Nazif Bey! demişti.

Sonra, çaldığı hava bitip de taburenin üstünde arkasına döndüğü zaman, hala
dalgın ve coşkun tavrını muhafaza eden genç kadına:

Belkıs, kendine gel, çaldığımız bir bar havası idi; diyerek güldü ve
salonun bir tarafında pokerciler grubunu, diğer köşesinde o genç kızlarla
küçük Celis'i görür görmez derin bir can sıkıntısıyle tekrar piyanosuna döndü:
Şimdi söyleyin, daha ne çalayım, Macit Bey? dedi. Macit Bey, notaları
karıştırıyordu. Bu, kendini beğenmiş ve her şeyi bilmek iddiasında bir genç
adamdı. İstanbul'da en iyi giyinen ve kadınlar nezdinde en çok rağbet kazanan
Türk gencinin kendisi olduğuna emindi.

Gerçi, bazı geceler onun sabaha karşı Beyoğlu barlarında Viyanalı
fahişelerle vals ettiğini ve her akşam üstü, kıyafetine ait bir iş için,
Mir'e uğradığını bilenler vardı. Fakat zengin dostlar alemindeki
muvaffakıyetlerinden hiç kimsenin haberi yoktu. Mütemadiyen kadın peşinde
koştuğu görülür. Lakin bunlardan birine yaklaşıp da, konuştuğu henüz vaki
olmamıştır. Bir gün Seniha ile biraz açılmak teşebbüsünde bulundu ve genç
kızdan şu cevabı aldıydı:

Macit Bey, siz benim tipim değilsiniz. Ben, esmer ve uzun boyluları
severim. Siz, kısa ve beyazsınız. Ben, giyinişte biraz itinasız olanları
severim, siz ise, henüz ütüden çıkmış kostümlerinizle ve dimdik duruşlarınızla
tıpkı elbise mağazalarının camekanlarındaki mankenlere benziyorsunuz.
Sesinizin ahengi hoşuma gitmiyor. Sonra ben, her şeyden evvel beni beğenen
erkekleri severim, siz ise kendinizden başka kimseyi beğenmez gibi
görünüyorsunuz.

Nazif Beye gelince, o da Macit Beyden pek farklı bir insan değildir. Esasen
bütün gün, bütün gezmelerinde, bütün eğlencelerinde beraberdirler. Beyoğlu'nda,
Doğruyol'da onları ayrı ayrı gören hiç olmamıştır. Biraz da akrabadırlar.
Macit Beyin babası Abdülhamit devrinde ailesiyle beraber Beyrut'a sürüldüğü
zaman, uzun müddet Nazif Beyin babası Afif Paşanın evinde misafır kaldılar ve
teyzesinin kızını, Nazifin halazadesine verdiler. Afif Paşa, şimdi ayan
azasındandır, Macit'in babası Enis Paşa ise, ilanı meşrutiyeti müteakip sıra
ile birçok nezaretlere geçmişti.

Poker masasından yükselen gürültü adeta piyano sesini boğuyordu. Seniha
tuşlara daha büyük bir şiddetle bastı. Sonra, yarı ciddi yarı sahte bir
asabiyetle yerinden kalkıp oyunculara doğru gitti:

Yeter artık, burayı bir tripo'ya çevirdiniz;' dedi ve Faik Beyin önündeki
fişleri karıştırmak, dağıtmak istedi. Fakat, daima o kadar lakayt, şakacı,
tahammüllü ve rint olan Faik Bey, oyunda gayet ciddi ve asabiydi, genç kızın
omzunun üstünden uzanan elini bileğinden yakaladı, arkaya doğru itti. Cemil,
gayet gevrek bir kahkaha ile gülüyor:

Seniha, bırak! Kaybediyor, kaybediyor, zavallı! diyordu. Beyoğlulu madam
pek zarif bir nükte söylüyormuş gibi:

E, oyunda kaybeden aşkta kazanır, dedi.

Ve madamın baş ucunda duran Macit Bey bu sözü üzerine alınarak gülmeye
başladı. Seniha, gittikçe artan bir asabiyetle şiir okuyanlara doğru gitti ve
afacan, şımarık bir çocuk tavrıyla Hakkı Celis'in uzun perçemli saçlarından
yakalayıp yukarı doğru çekti. Biçare genç sapsarı kesildi ve ağzında yarım
kalmış bir mısra ile gülmeye çalıştı. İki hemşireden birisi, Nuriye Hanım,
saçları çekilen genç şaire şefkatle bakarak:

Zavallı şair! İşte sizin nasibiniz bu... dedi.

Öbürü, Neyyire Hanım, Celal Sahir Beyden birkaç mısra okudu:

-Saçlarım, saçlarımla eğlenme!

Bırak onları nasıl perişansa

Öyle kalsın ve ihtizaz-ı mesa...

Seniha, şimdi munis bir kedi gibi Hakkı Celis'e sokuluyor, bir kolunu genç
adamın ensesinden geçirip, dizlerinin üstüne oturuyor, diğer eliyle çenesini
okşuyordu.

Zavallı çocuk, zavallı çocuk... Ne kadar sarardın! A, ne kadar sapsarı
kesildin! Söyle bana, 'mesa' ne demek?

Küçük şair heyecandan tıkanıyordu. Genç kız, elini halazadesinin göğsüne
götürdü ve birden sanki o göğüs üstünde gezinen eline bir iğne batmış gibi,
yerinden fırlayıp hayretle geri çekilerek:

Ayol baksanıza, kalbi yerinden kopacak, kalbi yerinden fırlayacak... Öyle
çarpıyor, öyle çarpıyor ki!.. diye haykırdı.

Nuriye ve Neyyire Hanımlar sıra ile ellerini Hakkı Celis'in göğsü üstüne
koydular ve aynı hayretle genç adamın yüzüne baktılar. O, artık heyecanını
saklayamayacak bir haldeydi; koşarak salondan çıktı. Neyyire Hanım:

Biçare genç, çok hassas! dedi.

Ve manidar gözlerle Seniha'nın yüzüne baktı. Seniha şimdi poker grubuyla
meşguldü, dalgın dalgın cevap verdi:

Evet, lüzumundan fazla.

Akıbet saat yedi buçukta oyun nihayet buldu. Birer birer masanın başından
kalktılar. Faik Bey ziyanını çıkarmış, hatta biraz da kazanmıştı: Gülerek,
Seniha'ya yaklaştı:

Hangi elinizdi, bakayım, önümdeki fişlere dokunan?

Ve kendine uzatılan eli dudaklarına getirerek ilave etti:

Sevgili el, biraz dokunur dokunmaz öyle bir şans getirdi ki, bu adeta bir
peri eli...

Beyoğlulu madam, yine aynı soğuk zarafetiyle bir nükte daha söylemek istedi:

Ama, bu sizin için bir cihetten hiç iyi değil, dedi. O el fışlerinize
dokunur dokunmaz kaybetmek sizin menfaatinize daha uygundu.

Faik Bey, geniş bir kahkaha ile cevap verdi:

Oh, kalpten evvel kese... diyerek Neyyire Hanımların yanına seğirtti.
Onlar, Faik Bey daha söze başlamadan kırıtıp gülüşmeye koyuldular; zira
biliyorlardı ki bu genç adam, tuhaf ve şakacıdır. Biraz ötede Cemil,
arkadaşlarıyle koltuklara kurulmuşlar, sigara içiyorlar ve yüksek sesle
konuşuyorlardı. Faik Bey biraz da onların yanında kaldı, sonra piyanoya
yaklaşarak, ayak üstünde yarım bir hava çaldı. Daha sonra birden mihaniki bir
hareketle salondakilere döndü. Yerlere kadar bir reverans yaptı:

Hanımlar, efendiler, au revoir!

Seniha:

A, niçin? Bu akşam yemeğe kalmayacak mısınız? Öyle dememiş miydiniz? diye
soruyordu. Faik Bey:

Kalmak isterdim, fakat kabil değil, bilseniz... Kabil değil, dedi ve çıktı
gitti.

Öbür davetliler de sekiz buçuğa doğru birer birer çıkıp gittiler. Cemil de
sıvıştı. Madam Kronski odasına çıktı.

Seniha alacakaranlıkla dolan salonda bir müddet yalnız kaldı,
alacakaranlıkta, bu genç kız, bembeyaz görünüyordu. Pencerenin önünde
koltuğun içine atılmış bir demet zambak gibiydi. Düzgün ve narin endamı
şeklini kaybetmiş, bu ılık yaz akşamında sanki eriyordu. Ruhunda da böyle bir
eriyiş vardı. Derin bir iç sıkıntısı bu alacakaranlık gibi asabını sarmıştı.
Niçin öbürleriyle beraber çıkıp gitmemişti? Bütün gece bu koca evin içinde
yapayalnız ne yapacaktı? Bu ev, bazı günler, bazı saatler ona bir mezar gibi
görünüyordu. Nefesi darlaşıyor ve sokağa fırlamak, koşmak, haykırmak
istiyordu. Ta on dört yaşından beri kalbinde bilmediği yerlerin, görmediği
şeylerin, tanımadığı kimselerin hasreti vardı. Fransızca, Nereye kaçmalı?
sözü dilinde daimi nakarattı. Bu memlekette ve bu konakta ona her şey dar, az
ve adi görünüyordu. Eşya, arzusuna göre değildi. Evin nizamı her türlü
ihtişamdan ari idi (Uzaktı), büyük babası, annesi, hatta bazen babası ona,
lisanlarını anlamadığı, hareketlerinden ürktüğü başka cinsten birtakım
mahlukat gibi geliyordu.

Biraz Madam Kronski ile anlaşabiliyordu. Bu kadın, ona Avrupa'da sürülen
yüksek hayatın bazı safahatına dair hikayeler anlatır ve hayalindeki aleme
cari verirdi. Zira, Madam Kronski -kendi iddiasına göre- Lehistan'ın en eski
ve asil ailelerinden birine mensup bir devlet düşkünü idi. Avrupa'nın muhtelif
yerlerindeki şato eğlencelerine, Çar sarayının merasimine, at üstünde sürgün
avlarına, Almanya'nın, İsviçre'nin kür yerlerindeki palas hayatına,
Fransa'nın cenup sahillerindeki gazino safalarına ve nihayet Paris'in
salonlarına, bulvarlarına, kahvelerine, tiyatrolarına dair birçok şeyler
biliyordu. Seniha bütün bunları dinlerken kendinden geçerdi ve gözlerinde bir
humma ateşiyle:

Madam, söyleyin, bu hayata karışmak için ne lazım? diye sorardı.

Madam Kronski şeytani bir tebessümle gülerdi:

Oh, çok zengin olmalı, çok zengin; derdi.

Ve kaybolan servetlerinden bahsetmeye başlardı. Annesinin bir inci
gerdanlığı vardı ki babası bir banka işinde iflas ettiği gün, tamam yüz bin
liraya satılmıştı. Bütün Varşova'da bu incinin bir mislini daha bulmak kabil
değildi. Gerçi, Nis'te, Kontes bilmem kimin; parmağındaki zümrüt yüzük de
efsanevi bir kıymeti haizdi. Fakat, Monte Karlo'da bir kumar masası başında
yarım milyon franga gitti.

Madam Kronski:

Çocuğum, görmeliydin bu kumar masası etrafındaki ziynet ve ihtişamı ve
ortada dönen paranın miktarını; derdi, kadınların elleri mücevherattan
adeta kımıldayamayacak derecede ağırlaşır; yeşil çuhanın üstüne sarı altın,
küreklerle dökülür, boşaltılır.

Seniha, Madam Kronski ile hasbıhallerinin bu hasis tarafını hiç sevmezdi.
İçin için tantana ve debdebeye, iyi kumaşlara, nadide mücevherata pek düşkün
olmakla birlikte, haddizatında paraya büyük bir ehemmiyet vermezdi. İsterdi ki
bütün bu güzel şeyler kendiliğinden önüne yığılsın. Nereden geldiğini, kimin
aldığını bilmesin. Halbuki ömründe ilk defa böyle bir genişliğin tadını
tatmamıştı. Gerçi, arzularının birçoğu tatmin ediliyordu. Fakat, o kadar ağır
bir tarzda ve o kadar güçlüklerle ki, hepsinin sonunda ilk şevkinden eser
kalmıyordu. Zaten pek maymun iştahlıydı; birçok gürültü, birçok inat ve ısrar
ile istediği şeyler olur olmaz, kalbine derhal bir bıkkınlık gelir ve biraz
evvelki arzusu hemen bir isteksizlige dönüverirdi. Seniha'nın dolabında hiç
giyilmeden modası geçmiş, sararıp solmuş ne kadar elbise, senelerden beri
kunduracıdan geldiği gibi duran kaç çift kundura vardır.

Her Beyoğlu'na inişte alınıp bir kenara atılmış mendil, eldiven, çorap gibi
eşya ise yığınlar teşkil etmektedir. Bütün bunlara rağmen Seniha, yine
büyükbabasını lüzumundan fazla pinti, babasını hala ağlanacak derecede züğürt
bulur ve bazı böyle sıkıntılı akşamlarda kendisini dünyanın en bedbaht ve en
yoksul kızlarından biri telakki ederdi.

Gerçi, son zamanlarda Naim Efendi konağında, bir yabancının bile gözüne
çarpacak derecede bazı değişiklikler oldu. Bu sene yalıyı kiraya verişleri
bunlardan biriydi; atlardan birinin ölümü üzerine diğer atı da satıp, hususi
araba kullanmaktan vazgeçişleri ve arabacı ile seyisleri savışları bunlardan
ikincisiydi. Altı aydan beri Madam Kronski'nin maaşını veremeyişleri ve
Beyoğlu'nda bazı terzi ve tuhafiyeci hesaplarını ödeyemeyişleri bunlardan
üçüncüsü ve belki de en ağırıydı.

Seniha, akşam karanlığında bütün bunları düşünürken büyükbabası Naim Efendi,
yavaş yavaş salonun ortasına kadar gelmiş ve:

Seniha, kızım! Seniha, sen misin? diye seslenmişti.

Genç kız cevap vermedi. İhtiyar adam sordu:

Yavrum, niçin karanlıkta oturuyorsun?

Ve arkasında koridordaki lambaları yakmakla meşgul hizmetçiyi çağırdı:

Marika, buranın lambasını da yak!

Sonra gitti, pencerenin yanında torununun tam karşısında bir koltuğa oturdu.
Naim Efendi, evin içinde herkesten ziyade Seniha'yı severdi ve ona kendini
sevdirmek için adeta yaltaklanırdı. Fakat bu akşam, Seniha'yı o kadar küskün
ve kasvetli buldu ki, ağzını açıp bir kelime daha söylemeye cesaret edemedi.

Seniha hiç beklenilmeyen bir anda, birdenbire yerinden fırladı ve
büyükbabasının dizlerine oturarak bir kolunu boynundan geçirdi -bu, onun
mutat hareket tarzlarından biridir- ve ağzını ihtiyarın kulağına yaklaştırıp
şu garip suali sordu:

Büyükbaba, çok sefalete düştük, değil mi?

Naim Efendi, kafı derecede kuvvetli olsaydı, kucağındaki bu acayip mahluku
silkip yerinden fırlatacak ve koridorlardan koşarak, merdivenlerden atlayarak
konağın dört bir köşesine, Yetişin, yetişin! Seniha'ya bir şey oldu! diye
haykıracaktı. Bütün vücudu titriyordu.

Sefalet mi? O ne fena söz? Niçin, yavrum, niçin? Neyin eksik! Neyin eksik?
diyordu.

Fakat Naim Efendi bunu söylemekle beraber, birdenbire, ta içinden bütün
eksik şeyleri hissetti ve o güne kadar, genişlik ve bolluk içinde yetişmiş
kimselere mahsus bir itminan (Güven) ile sefalete, zarurete inanmak şöyle
dursun, hatta bir parça müzayakaya (Parasızlık,geçim sıkıntısı) bile ihtimal
veremeyen bu ihtiyar adamın kalbine genç kızın bu çılgınca suali üzerine ilk
defa olarak korkunç bir yoksuzluk (İlk metinlerdeki para sözcüğü bu sözcükle
karşılanmış) endişesi düştü. Gerçi, Vefa Hanındaki merhun (Rehin edilmiş)
hissesinden, Çemberlitaş'taki satılık arsasından, Kanlıca'daki yalısından, bir
de tekaüt maaşından başka nesi kalmıştı. Bu tekaüt maaşı ise ancak gündelik
masrafa yetişebilirdi. Halbuki Cemil'le Seniha her gün bu paranı iki mislini
harcıyorlardı ve her tarafa biraz borçları vardı.

Naim Efendi, o akşam yemekte görünmedi. Erkence odasına çekildi yattı;
fakat sabaha kadar gözlerine uyku girmedi.

:::::::::::::::::::

III

Naim Efendinin hemşiresi Selma Hanımefendi Çemberlitaş civarında büyük bir
konakta oturur. Biraderinin küçüğüdür. Fakat, genç kızlığından beri ailenin
içinde herkesten ziyade kendisine hürmet ettiren ağır, haşmetli ve amirane bir
hali vardı. Naim Efendiyi genç yaşından beri kah yakından, kah uzaktan sevk
ve idare eden Selma Hanımefendidir. Naim Efendi, hatta evlendikten sonra bile
birçok zamanlar hemşiresinin tesiri altında kaldı; bu kadının aklıselimine,
azim ve iradesine, dirayet ve basiretine hayrandı. Karısının vefatından beri
hemen her sokağa çıkışında bir kere ona uğrardı. İki kardeş, uzun uzadıya
dertleşirler, hasbıhal ederlerdi. Naim Efendi, bu hasbıhallerden ekseriya
dayak yemiş, kabahatli bir çocuk gibi çıkardı. Zira, Selma Hanımefendi, pek
ziyade tok sözlü bir kadındır. Herkesin kusurunu yüzüne vurmakta ve işlenilen
hatanın hiç değilse dille cezasını vermekte zerre kadar insafı yoktur.

Nitekim torunuyle o garip konuşmaların ertesi günü, derin hasbıhal
ihtiyacıyle hemşiresine koşan Naim Efendi, Selma Hanım tarafından o kadar sert
bir muameleye maruz kaldı, o kadar sarsıldı ve tartaklandı ki, adeta kendini
tutmasa konağa dönerken arabasının içinde hıçkırarak ağlayacaktı.

Hemşiresi, yan hiddetli, yan müstehzi bir tavırla ona demişti ki:

Maşallah... Demek, Seniha'nın aklı böyle ciddi şeylere de eriyor! Ben
zannederdim ki, o, ipeğin renginden, sürmenin cinsinden, Beyoğlu'nun
kaldırımında sekmekten ve gençlerle Fransızca şarkılar söylemekten başka bir
şey bilmez. Meğer, ara sıra evin umuriyle de alakadar oluyormuş, iyi ya, işte
sevinin, ağabey, sevinin: Torunun, kızından daha akıllı çıktı. 'Büyükbaba, çok
sefalete düştük, değil mi?' Sefalet mi? Hayır kızım, hayır, rezalet
demeliydiniz. Öyle bir rezalet ki, Karun'un hazinesi olsa örtemez, İstanbul'un
dört bir köşesinde çın çın ötüyor. Ağabey, ağabey, kuzum, sizin kulaklarınız
tıkandı mı? Gözlerinize perde mi indi? Bir defa etrafınızı dinlesenize, bir
defa etrafınıza baksanıza! Daha şimdiden torununuz olacak yumurcakların
şöhreti afakı (Ufuklar, burada her yan, bütün İstanbul anlamında) tuttu.
Damadınız delinin biri... Kızınıza gelince, o soylu soplu budala, fakat
şaşıyorum, size ne oldu? Siz ki, o kadar ince fıkirli, arif, zarif, kılı kırk
yarar bir adamsınız, doğrusu ya, bazı günler size bir sihir ettiklerine
inanacağım geliyor, çünkü, sizin tarafınızdan bu derece vurdumduymazlığa başka
bir mana veremiyorum!

Naim Efendi, elleri dizlerinin üstünde, koltuğun içinde iki kat olmuş, dik
dik yere bakıyordu. Selma Hanımefendi devam etti:

Geçenlerde buraya Şekibe Hanım gelmişti -hürriyetten sonra bu ilk
gelişleri, dünya bir acayip oldu- şimdi Pangaltı'da oturuyorlarmış. Oğlu
askerden çıkmış; Şehremanetinde bir büyük memuriyete geçmiş, söyledi ama,
unuttum. Neyse, maksat bu değil... Ve kadın zaten bunları anlatmaya gelmemiş.
Diyor ki, her akşam üstü cumbada oturup geleni geçeni seyrederim. Kadıncağız
yine bir gün cumbada otururken bir de bakmış ki, bizim küçük hanım, iki dirhem
bir çekirdek. Peçesini açmış, bir arabada yapayalnız. Şişli'ye doğru gidiyor.
Şekibe Hanım seslenmek istemiş, fakat sonra, nemelazım belki istemez, demiş:
Arabada öyle bir oturuş oturuyormuş ki, tarif ede ede bitiremiyorlar. Neyse,
yirmi dakika geçmemiş, Şekibe Hanım bir de bakmış ki, araba tekrar dönüyor,
fakat bu sefer, içinde bir de delikanlı ile beraber... Esmer, zayıf bir
gençmiş, mutlaka o çapkın Faik olacak. Araba gelmiş, beş altı kapı ötede bir
evin önünde durmuş. Şekibe Hanım bu evdekileri de tanıyor, bir İtalyan
ailesiymiş. Bizimkiler inerler ve tam akşamın ikisine kadar orada kalırlar.

Naim Efendi, maveradan gelir bir sesle:

Evet, dedi. Bundan haberim var, Madam Kronski'nin dostlarıdır. Bize
daima gelirler. İadei ziyaret için olacak...

Selma Hanım, büyük bir hayretle biraderinin yüzüne baktı:

Ya... Ne ala! dedi. Demek bu da alafrangalık icabatından!.. Ya bir gece
ta sabaha kadar Nedim Paşanın kızı Memduha'nın evinde kalışlarına ne dersiniz?
Bütün komşular o gece sabaha kadar gürültüden, ahenkten uyuyamamışlar.
Bizimkiler, kadın erkek hep bir arada imişler. Bir zaman gelmiş ki, mahallenin
bekçisi kapıyı vurup, susunuz, bu kadarı da fazla, diyecek olmuş. Zaten
komşular, bu hal bir daha tekerrür ederse karakola şikayet edeceğiz,
diyorlarmış.

Naim Efendi, tepeden tırnağa kadar ürperdi; kenarları , geniş Aziziye
fesinin altında yüzü küçücük görünüyordu; dedi ki:

Bu eğlenceden de haberim var. Benden izin aldılardı... Hatta Memduha Hanım,
bizzat kendisi geldi, bana yalvardıydı.

Selma Hanım:

Öyleyse size olan olmuş ağabey! dedi. Ben de nafile yere nefes
tüketiyorum. Ağabey, ağabey, bütün bu rezaletleri size alafrangalık
icabatındandır diye yutturuyorlar. Bizim gördüğümüz terbiye, vakıa
alaturkadır ama, zamanımızda alafranganın ne demek olduğunu da pek yakından
gördük. İngiliz Ahmet Beyin çocukları böyle miydiler rica ederim? Kendisi
Hıristiyandan dönme halis muhlis Avrupalı olduğu halde bile, hatırlarsınız,
evinde, o ne vakar, ne temkin, ne kapalılıktı!.. Bizim çocuklar da aynı
terbiyeyi görmediler mi? Niçin aynı tarzda hareket etmiyorlar? Geçen gün
Hakkı bile yaşına bakmadan diyordu ki: 'Her yerde Seniha ablama rast
geliyorum.' 'Her yer neresi?' dedim. 'Labon, Mulatye, Tokatlıyan!' diye cevap
verdi ve birdenbire gözlerini yere indirip kıpkırmızı kesildi. Bir çocuğun
içine bir utanmak kabiliyetini vermediniz mi, alafranga olsun, alaturka olsun,
hiçbir terbiye usulünün faydası yoktur. Kardeşim, gücenme, Servet Beyin
çocuklarının en büyük noksanı utanmak nedir bilmemeleridir. Vallahi, size hiç
gelmeyişimin sebebi, bu çocukları görmemek içindir; ya biri ya öbürü
tarafından, maazallah, saygısızca bir muameleye maruz kalırım diye adeta tir
tir titriyorum.

Selma Hanım, birdenbire samimileşti:

Kardeşim, kardeşim, dedi, bunlar bizim sebebi felaketimiz olacaklar.

Naim Efendi, hemşiresini bütün söylediklerinde haklı buluyordu. Bununla
beraber istiyordu ki, tamamıyle haksız olsun ve kendi kendine şöyle diyordu:
Hemşirem, öteden beri her şeyi fena görmeye mütemayildir. Çocukluğunda ne
kadar hırçın; ne kadar geçimsizdi! Bu mizacı hala değişmedi. Etrafında her
zaman uğraşacak bir kimse arar. Birini parmağına taktı mı, nihayetine kadar
yapmadığını, söylemediğini bırakmaz; zevci merhum Afıf Paşa, onun elinden az
mı çektiydi? Biçare ne kadar haluk (İyi huylu), usluydu; evlilik hayatında
kıskançlığı, şüpheyi davet eden hiçbir hareketi yoktu. Bununla beraber, evinde
her gün yeni bir istintaka (sorgulamaya) her gün bir istizaha (Açıklamaya),
bir münazaa (Ağız kavgası ,çekişme) veya münakaşaya maruz kalırdı.

Naim Efendi, Sağ olsun diyordu, hemşire kendini hala eski devirlerde
zannediyor. Kıyafetler gibi ruhlar da değişti. Büyüklere eski itaat, eski
hürmet nerede, kimde var? Bizim gördüğümüz terbiyedeki insanlarla şimdi alay
ediyorlar. Belki hakları da var, her eski şey biraz acayiptir, çocuklarımızın
çocuklarını kendimize uydurmaya çabalamak ne beyhude! Onlar, her şeyden evvel,
zamanın icabatına uymaya mecburdurlar. Hemşire istiyor ki, Seniha kendisi gibi
olsun. Bu mümkün mü? Gençliğimizde kendisinin yaşayışı, giyinişi, düşünüşü
büyük valdenin yaşayışına, giyiniş ve düşünüşüne benziyor muydu?

Naim Efendi, hadiseleri böylece tevil etmekle (Yorumlamakla) beraber, için
için kendisini hemşiresiyle mutabık buluyordu; fakat bu mutabakatta
anlaşılmaz bir acılık vardı, acılık ona ağır geliyordu. Bunun içindir ki,
kendisini hemşiresine bağlayan bütün o terbiyevi ve ananevi rabıtalardan
(Bağlardan) kurtularak, bir genç adam gibi mütebessim, çalak torunlarının
safına atılmak istiyordu. Zira, kalbi bütün kuvvetiyle o taraftaydı.
Denilebilir ki, hiçbir dede, torunlarını bu kadar derin bir şefkatle
sevemezdi. Naim Efendi, Cemil ve Seniha için yalnız bir büyükbaba değil, bir
nine, bir birader ve bir hemşireydi. Hele Seniha'yı adeta coşkunlukla, adeta
aşkla seviyordu.

Onun sesi ve onun tebessümü, son senelerinin yegane saadetiydi. Seniha doğup
büyüyünceye kadar, konakta, Naim Efendinin kahkaha ile güldüğünü hiç kimse
işitmemişti. Yalnız bu yeşil gözlü, beyaz çocuk, tombul bacakları üstünde
odadan odaya koşmaya başladığı günden beridir ki sabık Evkaf Nazırının günde
hiç olmazsa birkaç kere kıs kıs güldüğü duyulurdu. Seniha, onun nazarında
daima bu güldüren küçücük çocuktu. Ne zaman büyüdü? Ne zamandan beridir ki
kendisinden bu kadar ciddiyetle bahsettiriyor?

Naim Efendi konağa avdetinde, kapının önünde yeğeninin oğlu Hakkı Celis'e
rast geldi; ihtiyar adam, bu çocuğu da torunları derecesinde severdi; pek
ağır başlı ve mahcup tavırlı bir gençti. Gerçi, biraz haylazdı ve beyhude
şeylerle meşguldü. Naim Efendi geçenlerde, onun şiir diye yazdığı bazı garip
manzumeleri görmüştü de hayretler içinde kalmış ve çocuğun aklına dair epeyce
endişeye düşmüştü. O girerken Hakkı Celis çıkmak üzereydi.

Nereye böyle, küçük şair? dedi.

Ve çenesinden okşadı. Küçük şair, iki saatten beri burada Seniha'yı
bekliyordu. Genç kız bir gün evvel ona birkaç kitap sipariş etmişti ve öğleden
sonra akşama kadar kendisini bekleyeceğini söylemişti. Halbuki, çoktan çıkıp
gitmiş ve hala gelmemişti.

Genç Hakkı, mahzun mahzun:

Efendim, çok bekledim, geç oldu, eve gidiyorum. dedi.

Fakat, büyük dayısından ayrılır ayrılmaz, doğrudan doğruya eve gitmedi.
Cihangir'in arka sokaklarından dolaşarak Beyoğlu'na çıktı, bir aşağı beş
yukarı dolaşmaya başladı. Her hususta dalgın, yalnız bir şeye uyanık ve
dikkatliydi. Gözleri, halkın arasından caddeden geçen arabalardan, hiç
yanılmayan bir nüfuz, hiç yorulmayan bir sebatla Seniha'yı arıyordu. Onun sık
sık uğradığı mağazaların, dükkanların hepsine birer ikişer kere girip çıktı.
Köşe başlarında, kapı önlerinde durdu, bekledi. Bir müddet Taksim'den öteye
kadar yürümeyi düşündü. Seniha'nın o civarda pek çok tanıdıkları vardı, belki
onlardan birini ziyarete gitmişti. Fakat, hangisinin? Hakkı Celis, bunların
hepsini tanır ve oturdukları evleri bilirdi.

Saatine baktı, kendi kendine: Oh! Ne kadar gecikmişim! dedi.Büyükannesine
yine meram anlatmak lazım gelecekti. Son tünel gideli yarım saat olmuştu.

Hakkı Celis, birdenbire yorgun olduğunu hissetti; kan ter içindeydi ve
kalbinde nihayetsiz bir azap vardı. Bütün ineceği inişleri, çıkacağı
yokuşları, geçeceği sokakları düşündü. Her şeye rağmen, Cihangir'e dönmek için
şiddetli, dayanılmaz bir arzu duydu; fakat mahcup, korkak ve iradesizdi. Sonra
da için için Seniha'ya kızgındı. Kendi kendine: Beni neden beklemedi?
diyordu. Başkalarıyle dolaşmayı benimle konuşmaya tercih edişindeki sebep
nedir? Bana karşı hiçbir temayülü yok mu? O kadar duygulu, o kadar heyecanlı
bir ruh, benim ruhumdan başka kimin ruhuna eş olabilir? Macit Bey benden daha
mı zarif? Nazif Bey benden daha mı anlayışlı? Faik Beyde sevilecek ne var? Bu,
ara sıra tuhaflık ettiği ve hikayeler söylediği için herkesin hoşuna giden bir
adamdır. Hakkı Celis, ondan nefret ediyordu. Seniha'nın etrafındakilerden de
tiksiniyordu; fakat Faik Beye karşı hususi ve derin bir kini vardı. Neden?
Sebebini tayin edemiyordu. Bu adamda kendine karşı tepeden bir bakış seziyor
ve bütün muamelesini küstah ve kaba buluyordu: Her şeyi bilirim
iddiasındadır, diyordu. On sene Avrupa'da dolaşmış, hala Musset'nin kim
olduğunu bilmiyor. Ne şımarık bir adam. Hakkı da var ya, o kadar yüz
veriyorlar. Doğrusu; Seniha'ya şaşıyorum.

Bununla beraber Seniha'nın kaç defa onun aleyhinde bulunduğunu hatırlıyordu;
hem de ne kadar şiddetli bir lisanla... Bir mükalemede Faik Bey ismi geçer
geçmez daima Fransızca, 'Ah! le filou! diye haykıran Seniha değil midir?

Hakkı Celis kaç defa onun ağzından Faik Beyin rezaletlerine dair hikayeler
dinledi. Yok, yok, Seniha onu sevemez, bu kabil değildir; diyordu. O da
benim gibi bilir ki, bu adam gayet sathi, hissiz ve gösterişten ibaret bir
mahluktur! Hakkı Celis bu kati hükmün sonunda: Lakin şu muhakkak ki beni de
sevmiyor! derdi. O halde kimi? O halde kim onun muhabbetine layıktır? Ve onun
muhabbetine layık olmak için ne yapmak lazımdır? Hakkı Celis, her türlü
fedakarlığa hazır olduğunu hissediyordu. Şöhreti cihanı tutmuş bir büyük şair
veya şanı dillere destan bir büyük kahraman olsa, acaba kendini ona
sevdirebilir miydi? Siyaset aleminde bir büyük rol oynasa, günlerce gazeteler
kendinden bahsetmeye başlasa, acaba bir parça hayranlığını, bir parça
alakasını celbedebilir miydi? Hakkı Celis: Hayır, bunların hiçbiri değil,
fakat sevmek, daima sevmek! diyordu. Sonuna kadar, her şeye rağmen, ezalar,
cezalar, hummalar ve gözyaşları içinde ve hastalıklar ve ölümler önünde daima
sevmek.

Çemberlitaş'a geldiği, zaman, artık ne uzvi, ne manevi kuvveti kalmıştı.
İçi siyah, karışık, kesif ve ağır bir şeyle doluydu. Hakkı Celis, konağın
kapısından girerken: Belki de en iyisi, bu muhabbet yolunda ölmektir, dedi.
Bu içimdeki zulmeti uzun ve ateşin bir şür halinde onun önüne dökmek ve
ölmek...

Fakat, merdivenlerden çıkarken sofadan ninesinin sesini işiterek, küçük bir
çocuk gibi korktu, saat kaçta geldiğini görmesin diye bir köşeye sindi,
saklandı.

:::::::::::::::::::

IV

Seniha, iç sıkıntısından bitiyordu. Gönlü hiçbir şeyle avunamıyordu.
Etrafındakilerin seslerinden, sözlerinden, kahkahalarından, daima aynı tarzda
tekerrür eden seslerden artık usanmıştı. Bütün tanıdıklarından, kadın erkek,
ayrı ayrı nefret ediyordu: Bahusus, Hakkı Celis'in inşatlarına artık hiç
tahammülü yoktu; geçen gün o konağa gelir gelmez, bu odasına çekildi ve
kendini yok dedirtti. Esasen birkaç günden beri odasından dışarıya hemen hiç
çıkmıyor gibiydi; ne görmek, ne görünmek istiyordu. Evin içindekilerden biri
yanına girip çıktıkça, fena halde muazzep oluyor (Eziyet çekiyor,sıkılıyor) ve
sorulan suallerin hiçbirine cevap vermiyordu.

Mütemadiyen okuyordu. Kardeşi Cemil'e: Aman kitap, aman kitap! diyordu ve
Cemil eve her dönüşünde ona beş on , cilt birden getiriyordu. Bu günler
zarfında Seniha'nın sabahtan akşama kadar üç romanı üst üste sigara içer gibi
okuduğu oldu. Hepsini de bitirdikten sonra, içi sıkılarak bir köşeye
fırlatıyordu. Bu kitapların hiçbirisi arzusuna göre değildi; bazısı budalaca
hayali, bazısı hayvanca hakikiydi, bazısı da o kadar sönüktü ki, okunduktan
sonra hatırda hiçbir iz bırakmaksızın kapanıp gidiyordu.

Seniha, tipiye tutulmuş bir kimse gibiydi; saniyeler ve dakikalar sıkı bir
kar kasırgası halinde, yüzüne, göğsüne çarpıyor, nefesi tıkanıyordu. Dört gün
içinde birbirinden şiddetli iki sinir buhranı geçirdi. Bir defasında Naim
Efendi de hazırdı. Biçare ihtiyar, ömrü boyunca bu kadar acılı bu kadar
heyecan verici bir manzara görmemişti. Yavrucağın vücudu, görülmez bir elin
delice bir hareketle kıvırıp büktüğü bir urgan parçası gibiydi. Sesi ve nefesi
dişlerinin arasına sıkışmış, uzun, parlak tırnakları birer ince hançer uçları
halinde avucunun etine saplanmıştı. Naim Efendi:

Aman, ellerini açınız rica ederim, ellerini... diyordu.

Ve hekimin öğrettiği bir usul üzerine yumruklarını var gücüyle genç kızın
kursağına bastıran Madam Kronski'yi omuzlarından tutup geriye çekmek
istiyordu.

O günden beri Naim Efendi, Seniha'nın bu derdine bir çare aramakla
meşguldür. Başvurmadığı hekim kalmadı. Tıpla alakası olmayanlardan bile salık
istiyordu. Bununla beraber, ne evin içinde, ne hariçte hiç kimsenin kendi
endişesine iştirak ettiğini görmedi, onun için kalbi biraz müsterih oldu.
Diğer taraftan hekimlerle müşaverelerinin neticesinde de anladı ki, bu
öldürücü hastalık değildir, evlenmek ve doğurmakla geçer, gider. Naim Efendi
o günden beri torununu evlendirmek çarelerini düşünmeye başladı. Bu maksadını
evvela kızına açtı. Seniha'nın annesi her sözü tasdik eden kadın
kadınlardandı.

İnşallah sayenizde o mürüvveti de görürüm;' dedi; fakat, ne çare ki
Seniha katiyen arzu etmiyor; babası da yirmisini geçmeden olmaz, diyor.
Şimdiye kadar kaç görücüyü kapıdan çevirdik. Sağ olsunlar, çocuklar da
babaları da bir fikirde, bir tabiatta... Eski adetlerimizin hiçbirini kabul
etmiyorlar. İlle, bey, görücü denildi mi, küplere biniyor...

Naim Efendi, görücülere karşı evin içinde böyle bir muhalefet ittifakının
mevcut olduğundan haberdar değildi ve evlenmek çağına gelmiş bir genç kızın
görücüye çıkmasındaki mahzuru hissedemiyordu.

Kızla erkek, birbirlerini bulup tanışacaklar, görüşecekler, sevişecekler,
aralarında evlenmeye karar verecekler. Neden sonra bu karar, ana babaya
tebliğ olunacak ve nikah aktedilecek! Kim bilir, kimi intihap eder!(Seçer)
diyordu. Hususiyle, bütün o tanışıp sevişmelerinden sonraki nikah, ona, gayri
tabii ve fuzuli bir merasim gibi geliyordu. Şüphesiz her şey bu nikahtan evvel,
kimsenin haberi yokken, kendiliğinden olup bitiveriyor ve bu hal, izdivaçtaki
meşruiyeti, ahlakiyeti ta esasından mahvediyordu. Oğlan ve kız, karı koca
olmazdan evvel, ana ve babadan gizli aşık ve maşuka, yani zani ve
zaniye (Zina eden erkek ve kadın) oluyorlardı.

Bir zevk ve huzur yuvası olmaktan ziyade, analık ve babalık gibi kutsi ve
insani birtakım vezaifın menbaı (Görevlerin kaynağı) olan mübarek aile ocağına;
evvelce tanışıp sevişmiş bu genç çift, müşterek bir günahın lekesiyle
kirlenmiş olarak girecekti.

Naim Efendi, kendi kendine:

Badema, böyle bir çift arasında hürmeti mütekabile (Karşılıklı saygı)
nasıl caris olabilir? O ilk zaaf ve mağlubiyet dakikasının hatırası, ikide bir
onları utandırmaz mı? Kadın, erkeğin ne kadar nefsine mağlup, erkek kadının
ne kadar mukavemetsiz, ne kadar haysiyetsiz olduğunu düşündükçe bu ondan o
bundan akıbet (Sonunda) nefrete başlamaz mı?

Naim Efendi, mutaassıp bir adam değildi; harem ve selamlık usullerinden
çoktan vazgeçmişti. Seniha'yı ve kızını erkekler içinde başı açık görmeye
çoktan alışmıştı. Fakat, bazı yeni adetleri sadece güzel ve hoş bulmuyordu.
Nitekim, yeni tarz evlenmeler de ona, fena olmaktan ziyade, çirkin ve tatsız
geliyordu. Düğünden evvel birbirlerini o kadar iyi tanıyan kızla oğlan için
gelin olmanın, güvey girmenin artık ne sırrı, ne heyecanı, ne cazibesi kalır?
Duvağı açan el titremeden, duvağı açılan yüz kızarmadan birbirine
yaklaşanların düğünlerindeki sevinç ve saadetin manası nedir? Ah, yeni yetişen
nesil ne acınacak bir haldeydi? Yannki çocuklar saygı, itaat ve görenek gibi
kayıtlardan kurtulacak, fakat aynı zamanda bu kayıtların temin ettiği
zevklerden, saadetlerden de mahrum kalacaktı. Gittikçe sathileşecekler;
gittikçe kabalaşacaklardı ve akıbet başıboş bırakılmış hayvanlar gibi,
oradan buraya, buradan oraya atılıp dururlarken, günün birinde ya bir çukura
düşecekler, ya da bir suda boğulacaklardı.

Seniha, şimdi böyle başıboş şahlanmış bir hayvan üstünde gibiydi. Fakat,
kendini daracık bir saha içinde, mahsur ve mahpus hissediyordu. Ruhunda çılgın
cevelanların, bitmez tükenmez mesafelerin hasreti vardı. En küçük teferruatına
kadar her şeyini ve her tarafını bildiği ve ezberlediği bu evden, doğduğu
günden beri daima aynı havayı yuta yuta adeta bunaldığını hissettiği bu
memleketten kaçmak, uzaklara, görülmemiş, işitilmemiş şeylere doğru gitmek
istiyordu. Avrupa'nın şenlik ve aydınlık şehirleri, onu büyülü bir surette
kendine doğru çekiyordu. Çölde yürüyene serap neyse, Seniha'ya Avrupa oydu. Ne
yapsa, ne işlese hep oraya gitmek içindi; bulunduğu yerin hiçbir şeyinde gözü
yoktu. Bütün gün o ziyaretlere gidişleri, o misafır kabul edişleri, o
mağazadan mağazaya dolaşışları, etrafındaki gençlerle o şuhlukları, o piyano
çalışları, dans edişleri, giyinişleri, süslenişleri, bütün o çılgınlıkları,
durgunlukları hep bu hasreti avutmak; bu derdi unutmak içindi. Seniha'ya göre
İstanbul'da hiçbir şey dikkate değmezdi; buradaki hayatın herhangi nevinde
olursa olsun, gönül bulandırıcı bir yavanlık vardı. Ara sıra Faik'e:

Size şaşıyorum Faik Bey! derdi. Bu şehirde hiç sıkılmıyor gibisiniz; daha
doğrusu, her şeyle avunup eğlenebiliyorsunuz. Siz ki Avrupa'da büyüdünüz,
oradaki hayata alıştınız, nasıl oluyor da oraya tekrar dönmek ihtiyacı bile
hissetmiyorsunuz?..

Faik Bey gayet alafranga bir kahkaha ile güler:

Avrupa mı? Ah! J'an ai soupe ma chere(Ah! Orası bıkkınlık verdi
hayatım!) derdi ve bu genç adam, Seniha'ya bu cihetten de harikulade
görünüyordu, zira kendi kalbinde en ateşli arzuları, en yüksek emelleri teşkil
eden şeyler bu adam için evvelce tadılmış, duyulmuş ve bıkılmış birtakım
bayatlamış tatlardan ibaretti.

Seniha, zevk ve haz bahsinde Faik Beyin çiğneyip, emip yere attığı
meyvelerin posasına, ağzının suyu akarak, dişlerini uzatan bir obur dilenci
gibiydi; kendisi de, Faik Beyin yanında biraz bu kadar aşağılara indiğini
hissederdi. Bunun içindir ki kalbinin bir köşesinde bu genç adama karşı gayet
gizli, fakat had bir kin taşımaktadır. Diğer taraftan Faik Bey de farkına
varmaksızın bu kini beslemekte ve alevlendirmektedir. Seniha'ya karış
muamelesi ya soğuk bir tarzda hürmetkar, ya arkadaşça laubali veyahut sadece
şakacıydı. Bazen sahte ve istihza ile karışık çapkınlıkları, şuhlukları da
olurdu ve tam Seniha bunları ciddi telakki edeceği sırada, bu hafif ve havai
genç, avucunun içinden kayıp giderdi: Geçen yıl öyle anlar oldu ki, Seniha,
onu delicesine sevdiğini zannetti. Zira o zamanlar Faik Beyin
şaklabanlıklarına nihayet olmuyordu. Gününe, saatine göre, kah şefkatli, kah
sadece okşayıcı, kah kıskanç ve mütecessis bir adam şekline girerdi. Herkesin
önünde Seniha'nın ta gözleri içine bakışları, yanına yaklaştığı zaman
dizleriyle dizine bir temas edişleri, yalnız kaldıkları vakit derin derin
susuşları vardı ki, genç kıza o zamana kadar hiç tanımadığı tatlı bir korku
verirdi.

Seniha, bütün aşk ve macera oyunlarını Faik Beyle kendi arasında geçen bu
için için yapılan münakaşada öğrendi ve ne vakit ki Faik Beyin harekatında
lakaydiye benzer bir değişiklik sezmeye başladı, o zaman bu oyunda muvaffak
olmak için ne kadar çok maharete, ne kadar çok idmana muhtaç olduğunu
hissetti. Kendi kendine aylarca: Beni çok acemi buldu, mutlaka beni çok acemi
buldu! dedi.

Vakıa Faik Bey, onu çok acemi bulmuştu. Küçük yaşından beri pek güzel, pek
zarif kadınlar tarafından sevilip okşanmaya alışmış bu genç adam için,
on altı, on yedi yaşında bir genç kızın muhabbetini kazanmaya çalışmak, onun
için bir züldü. Faik Bey, sevilmek için sevenlerdendi. İsterdi ki, kadın ona,
gözleri ve dudakları ateş içinde, dizlerinin üstünde sürüne sürüne gelsin.
Ufacık bir gurur, ufacık bir mukavemet onun bütün gayretini kırardı. Seniha
ile işte böyle oldu. Vakıa bu genç kızda hiç mukavemet niyeti yoktu. Fakat,
vücudunda genç kızlığın bütün vahşeti ve toyluğu vardı. Mütemadiyen kaçmak,
kovalanmak istiyordu. Faik Bey ise bu mütemadi kovalamaya hiç gelemezdi.

Zira, Seniha'ya karşı düşkünlüğü geçici bir hevesten ibaretti. Ona devamlı
hisler telkin edecek, ancak olgun ve bilgiç kadınlardı. Faik Bey,
arkadaşlarına kadından bahsederken: Otuzundan aşağısını geç! derdi ve
hayatta yegane emeli, seçkin ve zengin bir dulla evlenmekti.

Seniha'nın Faik Beye karşı duyduğu kinin başlıca sebeplerinden birisi de,
böyle zengin bir izdivaç peşinde koşuşuydu. Belki bu genç adam, kendisini
zengin olmadığı için horgörüyordu. Vakıa Seniha, paraya ehemmiyet vermeyen,
daha doğrusu, para mefhumunu şiddetle hissetmeyen kibar ve hayali aile
kızlarından değildi, kanında bu hasis arzuyu epeyce yüksek bir hararet
derecesinde tutan yabancı bir unsur vardı; zira, ne annesi, ne babası
tarafından böyle bir hırsa tevarüs (Mirasa konma, kalıtım yoluyla geçme,
soyaçekim) ettiğine ihtimal verilemez: Bununla beraber, şuna da
hükmetmemelidir ki, Naim Efendinin torunu, parayı para için seven
kızlardandır; bu rezilet (Kötü huy) onda fazla süslenmek, fazla eğlenmek,
geniş yaşamak, çok seyahat etmek arzularından doğmuş bir histen başka neydi?..

Seniha'nın, işte bu emellerine mani olan ve adına müzayaka denilen şeyle;
boğup mahveden havaya tahammülü yoktu. Bunun içindir ki, o da ara sıra Faik
Bey gibi, zengin bir izdivaç hulyasına kapılıyor ve fakat aynı hulyayı
başkalarına bir ayıp şeklinde göstermekten de vazgeçemiyordu.

:::::::::::::::::::

V

Hekimler, Seniha'ya biraz, yer ve hava değiştirmeyi, biraz kırlarda ve
denizlerde gezip eğlenmeyi tavsiye ettiler, bunun içindir ki, Naim Efendinin
torunu, Madam Kronski ile beraber bir haftadan beri Büyükada'da bulunuyorlar.
Burada, halası Necibe Hanımefendinin köşkünde misafirdirler.

Servet Beyin hemşiresi, zevcinin vefatından beri aşağı yukarı beş senedir,
yaz kış hep Büyükada'da oturur. Köşkü, Hristos'ta tamamıyle çamlar içinde,
gölgeli ve asude bir köşededir. Şehre nadiren iner, akraba ve taallukatıyle
hiç görüşmez ve karşıdan bütün zevkini tek başına kalmakta bulan bir hanım
gibi görünür. Halbuki hayatı, için için gayet karışık ve gayet gürültülüdür;
merhum zevci gibi delikanlılara, taze kadınlara, içkiye ve saza, yaşla hiç
sönmeyen bir düşkünlüğü vardır. Yaz ve kış, gece ve gündüz eğlencesiz geçen
zamanı nadirdir. Ya kendisi günlerce gider, ya ona günlerce gelinir.

Boş zamanlarında ise birtakım izdivaç işleriyle, muaşaka (Sevişme,
karşılıklı aşk) entrikalarıyle meşguldür. Derler ki, Necibe Hanımefendi bu
işlerle kendine maddi menfaatler temin ediyor. Lakin bu bir iftiradır. Necibe
Hanımefendinin birçok gence kız bulduğu ve birçok dul kadınlara koca aradığı,
pek çok sevdalıları çatısının altında banndırdığı doğrudur. Fakat, uzaktan
ciddi gibi görünen bu işler, onun için bir eğlence ve bir zevkten ibarettir.
Nitekim bu kadın, bir haftadan beri, biraderinin kızına belki ellinci defa
olarak, yarı şaka, yarı ciddi:

Kız, gönlünü avutmaya bak; kız, gönlünü besle! deyip duruyordu.

Seniha, halasını çok sevmekle beraber, onu pek bayağı bulurdu. Ne giyinişi,
ne yaşayışı, ne söz söyleyişi, onun zevklerine göre değildi. Necibe Hanım,
yüzünün yüzlerce derin çizgisine rağmen hala düzgün yürüyor, gözlerine sürme
çekiyor ve saçlarını açık sarıya boyuyordu. Kıyafeti yüzünden daha az
şatafatsız değildi; türlü renkte ipekler içinde tıpkı egzotik rollere
çıkmış bir opera aktrisine benziyordu.

Seniha, Ada'ya geldiği günden beri, halasiyle gezintilere çıkmaktan
çekiniyor, fırsatını bulursa, madamla beraber yalnız çıkıyor veyahut evde
kalıyordu. Zavallı Necibe Hanımefendi, bu acayip tabiatlı kızı nasıl
eğlendireceğini bilmiyordu:

Bari, Şişli'deki arkadaşlarını çağır; hazzettiğin kimseler varsa onlarla
gez, eğlen! diyordu.

Zira Seniha, halasının evine gelip gidenlere ancak selam veriyordu. İkide
birde Madam Kronski'ye:

Ne kadar fena giyiniyorlar; eğlenceleri ne kadar adi! diye söyleniyordu
ve halası, onun bütün tavırlarından, gizlice yüzünü ekşitmelerinden, kendi
cemiyetlerine ne kadar yabancı olduğunu, hissediyordu. Bir gün Seniha'ya
haber vermeksizin Cemil'i çağırttı ve dedi ki:

Oğlum, zannedersem hemşirenin burada fena halde canı sıkılıyor; çünkü,
ahbaplarından ve akranlarından uzaktır. Kendisine kaç defa söyledim. Burası
senin evindir. İstediğin kimseleri çağır diye... Anlaşılan, bana ağırlığı
olur fikriyle istemiyor. Halbuki bana şu kadarcık, ağırlığı olmaz. Köşk
geniş, ben kalabalığı severim, bahusus etrafımda sizin gibi gençler olursa
büsbütün içim açılır. Göreyim seni; git ne kadar neşeli dostlarınız varsa,
hepsini topla gel!..

Cemil için bu, beklenmedik bir nimet oldu. O da halası gibi her türlü
eğlentiye düşkündü; hususiyle kaç zamandır sevdiği kadın elinden gideli
Beyoğlu'nda ne yapacağını, nasıl vakit geçireceğini bilemiyordu. Halasıyle
mükalemelerinin (Konuşmalarının) ertesi günü, İstanbul'a döndü ve çarçabuk
bir arabaya bindi, doğru Belkıs Hanımın evine gitti, üç ay evvel zengin bir
ihtiyar mebusla evlenen bu genç kadın, evinde can sıkıntısından çatlıyordu.
Bu daveti kabul etti. Cemil oradan, Nuriye ve Neyyire Hanımlara uğradı. Bu
iki hayali ve edebi genç kız için Büyükada adeta bir arz-ı mev'ut (Kutsal
kitaplarda Filistin için kullanılan deyim, tanrının kullarına vadettiği
toprak) idi; ikisi birden:

Ah, ne iyi, tam da mehtap!.. dediler.

Sonra: Kimler var? diye sordular. Cemil:

Erkek namına, yalnız benle Faik, dedi.

İki hemşire, suni bir hüzünle:

Ah, Hakkı Celis yok mu? Bizim küçük şairimiz! Hakkı Celis! dediler.

Cemil'in onu çağırmaya hiç niyeti yoktu. O da hemşiresi gibi bu sersem
çocuğu manasız ve tahammül edilmez buluyordu. Mamafih, garip bir tesadüf eseri
olarak, onlar tam böyle konuştukları sırada hizmetçi, Hakkı Celis'i odaya
getirdi. Genç kızlar hem sevinci, hem hayreti ifade eder bir çığlık
kopardılar:

Gördünüz mü? Gördünüz mü? Şairin ilhamı ne kadar kuvvetliymiş!..

Ve Cemil'in söz söylemesine meydan vermeksizin genç adamı kendilerine
refakate davet ettiler. Cemil, oradan biraz kızgın çıktı; bütün keyfi
kaçmıştı. Akşam üstü Tokatlıyan'da Faik Beyi gördüğü zaman, Ada eğlencesi
tasavvurundan ve halasının davetinden adeta yarım ağızla bahsetti. Ve ertesi
günü sabahleyin hep bir arada, aynı vapurla gitmek mukarrerken
(Kararlaştırılmışken) O, akşam üstü en son vapura kaldı.

Bir haftadan beri yalnızken epeyce bıkmış olan Seniha için misafirlerin
böyle hep birden gelişi, beklenmeyen bir vakıa oldu:

Ah, ne iyi ettiniz, ne iyi! Yarabbim, ne büyük sürpriz! Bunu Cemil mi
yaptı? Aferin Cemil'e... Fakat, o nerede kaldı? diyordu.

Seniha'nın dostları, onun ikide birde bu suali tekrar edişindeki saklı
manayı anlıyorlardı. O nerede kaldı? demek Faik gelmeyecek mi? demekti ve
gülerek:

Gelmez olur mu? Mutlaka gelecek, Faik Beyle beraber...

Fakat akşam, Cemil'i getiren son vapurdan, Faik Bey çıkmayınca, Seniha
biraz evvelki neşesini kaybeder gibi oldu... Cemil:

Mutlaka gelecekti. Nasıl olur? Çantasını gözümüzün önünde hazırladı. Hotel
des Etrangers'ye inecekti, sakın gelmiş olmasın!..

Ve Cemil'in bu sözleri kalplerde hiç olmazsa yarın için biraz ümit
bırakıyordu.

O geçe Büyükada'da zümrüt renginde tatlı ve durgun bir mehtap oldu.
Çamların altında, yollarda sessiz bir kalabalık vardı. Bütün gezinenler,
hatta eşekler üstünde koşuşanlar bile mahzun görünüyordu. Ayın berrak
aydınlığı her şeye koyu karanlıkta daha ziyade esrar vermişti. Zira, herkeste
bir hayalet hali vardı ve ağaçlar birtakım canlı mahlukat gibiydi.

Hakkı Celis, ikide bir:

Seniha ablamın gözlerinin renginde bir gece... diyordu.

Fakat Seniha, bu sözü işitmiyordu. Cemil'le Belkıs'ın ortasında epeyce
hararetli bir muhavereye dalmış, önden yürüyordu. Nuriye Hanım:

Yeşil gözleri çok mu seversiniz? dedi.

Neyyire ilave etti:

Oh, ben siyahlara, koyu siyahlara bayılırım!,.

Bunun üzerine Hakkı Celis, gözlere dair yavaş sesle bir uzun şiir okudu. Bu
iki genç kız üzerinde şiirin tesiri adeta şehvet uyandırıcıydı. Bazen bir
mısrada ateşli bir dudağın temasını duyarlardı. Nuriye, ani bir heyecanla
genç adamın kolundan tuttu ve şiddetle kendisine doğru çekerek ağzını
kulağına yaklaştırdı:

Yeşil gözleri sevmeyiniz. Sizi anlayan siyahlardır, dedi.

Kendininkiler kömür gibi simsiyahtılar.

Hakkı Celis neye uğradığını bilemedi. İlk defadır ki, bir kadın eli onu bu
kadar şiddetle kendine doğru çekiyordu. Bütün vücudu kuvvetli bir rüzgar
hamlesine maruz kalmış bir dal gibi titredi. Genç kızlar, genç şairin
sallandığını hissetmişler gibi biri bir koluna, öbürü öbür koluna girdi, her
ikisi de iki tarafından kuvvetle bastırıyordu. Hakkı Celis, bü iki vücut
arasında kendini adeta bir kıskaç içinde hissetti. Yürümesini ve sözünü
şaşırdı. Fakat onlar konuşuyorlar ve kendini sürüklüyorlardı:

Ah, ne sevdavi (Sevda verici,sevda dolu) bir gece, ne sevdavi bir gece!..

Bu gece, Hakkı Celis için de pek sevdavi idi. Ayın her huzmesinden onun
kalbine bir his giriyordu. Her iki şür arasında bir kere genç kızlara diyordu
ki:

Bu gece kalbim Cemşid'in kadehi gibi, dolup boşalıyor, boşalıp doluyor.

Küçük şair, bütün coşkunluğunu önünde yürüyenden alıyordu. Gecenin bütün
şiiriyeti Seniha'da tekasüf etmiş (Yoğunlaşmış) gibiydi. Beyaz yeldirmesinin
içinde vücudu ne kadar narin, ne kadar seyyaldi: Sanki, ayın aydınlığından
yapılmıştı. Belkıs Hanım da, endamı pek mütenasip kadınlardandı. Fakat
Seniha'nın yanında adeta kısa ve tıknaz görünüyordu. Hareketleri ahenksiz,
yürüyüşü ağırdı. Ve şimdi, o da yanındaki genç kızlar gibi yürürken Cemil'e
asılıyordu; Cemil ise bir eliyle onu belinden tutuyordu. Hakkı Celis,
Seniha'nın yanında, Cemil'in bu hareketini pek kaba buldu. İçin için: Adeta
birbirlerine sarılıyorlar;' dedi. Seniha görürse, kim bilir ne kadar
utanacak! ve bir müddet için coşkunluğu geçer gibi oldu.

Dil'e yaklaşmışlardı; fakat Seniha, daha ileriye gitmek istemedi. Tozdan ve
kalabalıktan şikayet etti:

Şuracıkta, yoldan uzak bir yerde ağaçlar altında oturalım, dedi.

Nuriye ve Neyyire Hanımlar, Seniha'nın bu teklifini işitmemişler gibi,
Hakkı Celis'i uzaklara götürüyorlardı. Seniha:

Ayol, çocuğu nereye götürüyorsunuz? diye seslendi.

Onlar, hala işitmiyorlarmış gibi, Hakkı Celis'i mütemadiyen çekiyorlardı.
Genç şair:

Dönelim... dedi.

Seniha'nın, Çocuğu nereye götürüyorsunuz? sözü, ta kalbine bir ok gibi
saplanmıştı. Bu sözde ya bir istihkar (Aşağılama) manası veya bir sitem vardı.
Hep bir araya geldikleri zaman hala kollarına asılan genç kızlardan
silkindi... Seniha'ya yaklaştı, gayet ölçüsüz bir sesle ve bir çırpıda;
dedi ki:

Abla, bana çocuk, dediniz. Fakat ben, sizi bir büyük adam gibi seviyorum.
Son kelimeleri söylerken sesi boğazında kurumuştu. Herkes gülmeye başladı.
Hali o kadar acayip, sözü o kadar sadedilane (Safça) ve bu hareketi o kadar
aniydi. Yanyana, gelişigüzel, yere oturdular. Hakkı Celis, yaptığı bu büyük
işin tesiri altında şaşkın, ayakta duruyordu. Seniha, şuh bir kahkaha ile:

Öyleyse, gel yanıma, itirafını tamam et; fakat yavaş sesle, dedi.

Hakkı Celis, kabahati affedilmiş muti (Uysal) ve mahcup bir çocuk tavrıyle
gitti. Neyyire Hanımla Seniha'nın arasına sokuldu. Seniha, eliyle genç adamın
ensesini okşuyor ve daima aynı acı şuhlukla:

Haydi, başla bakalım;' diyordu.

Yanıbaşlarında Belkıs Hanım, bir tarafını gıdıklıyorlar gibi, fıkır fıkır
gülüyordu. Hakkı Celis, yan gözle Cemil'e baktı. O, bu gülen kadının dizi
dibinde, yarı yatmış, yarı oturmuş bir vaziyette, hareketsiz ve süküti
görünüyordu. Fakat, Belkıs Hanım, hala o arka arkaya kahkahalarında devam
ederek:

Hakkı Bey, Cemil Bey gibi yapınız. Mutlaka muvaffak olursunuz, diyordu.
O zaman genç kızların üçü birden başlarını çevirip dikkatle onlardan tarafa
baktı. Cemil, bir kolu genç kadının beline sarılmış, diğer kolu ayaklarına
dolanmış bir haldeydi; ikide bir başını arka tarafından Belkıs Hanımın
ensesine doğru uzatıyor ve oraya üst üste hafif hafif öpücükler konduruyordu;
her öpücük arasında:

İşte böyle, işte böyle... Hakkı, baksana! Sana öğreteyim diye yapıyorum,
vallahi senin için!.. Yoksa hiç fena bir niyetle değil! diyor ve gülüyordu.

Hakkı Celis utancından yere geçiyordu, büsbütün sersemlemişti, yanında,
Seniha'nın mevcudiyetini bile unutmuştu. Kadınlıktan; erkeklikten
tiksiniyordu ve etteki sır, ona korku veriyordu.

Ertesi gün bu korkusu daha ziyade arttı. Faik Bey, ilk vapurla çıkageldi.
Onu, Hristos'ta bir kır yemeğine davet ettiler. Sofranın üstünde birçok bira
ve şarap şişeleri vardı, bunların arasında taze balık ızgaralarının kokusu
tütüyordu. Hava sıcaktı. Erkekler ceketlerini, kadınlar yeldirmelerini
dallara astılar. Yalnız Necibe Hanım sıkı sıkı örtülü kaldı. İhtiyar kadın bu
kadar genç arasında ve bu kadar iştah verici bir sofra karşısında bulunmaktan
son derece mahzuz görünüyordu. Yemekten evvel birkaç kadeh rakı istedi; fakat
mecliste yalnız Cemil'le Belkıs Hanımdır ki, onun bu arzusuna iştirak etti.
Faik Bey viskiden başka aperitif' içemiyor Seniha'ya gelince, onun yemek
arasında birkaç parmak şaraptan ve yemek üstüne bir iki kadeh likörden başka
içki namına hiçbir şeye tahammülü yoktu. Bununla beraber, ilk defa olarak bu
sofrada o kadar sık ve o kadar her şeyden içmeye başladı ki, bir köşede
büzülmüş kalmış olan Hakkı Celis, nihayet kendini zaptedemedi:

Ne yapıyorsunuz, rica ederim, hasta olacaksınız! diye haykırdı.

Seniha, yarı şaka, yarı ciddi bir tavırla:

Sen lakırdıya karışma!.. Dün akşamki kabahatini ne çabuk unuttun? dedi.

Ve herkes birbirinin yüzüne bakarak gülümsemeye başladı. Faik Bey,
Seniha'nın yanıbaşındaydı; bir taraftan tabağında balık kılçıklarını
ayırmakta, diğer taraftan solunda oturan Belkıs Hanımın ayağına dokunmakla
meşgul, Seniha'ya doğru eğildi; biraz da, onunla alakadar görünmek için,
sordu:

Dün akşamki kabahat mi? O nasıl şey bakayım?

Seniha en şuh kahkahasıyle güldü ve cevap verdi:

A, monşer, bu çocuk, bana mehtapta ilanı aşk etti ,

Faik Bey, balığı çiğneyen dişlerinin arasından ağzı kapalı:

Ah, zavallı Piyero...diye mırıldandı. Bunun üzerine Faik Beyle
Seniha'nın aralarındaki mükaleme gittikçe sessizleşerek, gittikçe
hususileşerek devam etti:

Niçin zavallı?..

Zira akıbeti bir ağaç dalına asılmaktır; de Barnville'in mehtaptan daha
solgun Piyero'sunun aşktan çektiğini bilmez misiniz? Piyero'lar hep mehtapta
severler ve mehtapta ölürler.

Benim Piyerom neden mutlaka ölüme mahkum olsun?..

Çünkü, sizi seviyor. Siz... Dünyanın en egoist, en kendini beğenmiş...

Sizi benden böyle bahsetmekten menederim.

Görüyor musunuz, ne kadar mütehakkim ve zalimsiniz!..

Sizinle öyle olmak lazım. Çünkü pek yaramaz, pek inatçı ve pek dik
kafalısınız...

Faik Bey, masanın altında hırçınlaşan bir ayağı teskin için uğraşıyordu.
Seniha'nın son sözlerine cevap vermekte biraz gecikti; Seniha bir kadeh
şarabı bir yudumda içti ve şimdiden süzgün gözlerinin ucuyla Faik Beye
bakarak:

Susuyorsunuz, neden? dedi.

Susuyorum; fakat bu sükutumun manası, bir tasdik değil, bir protestodur.

Protesto... Bu pek siyasi bir kelime... Benimle daha açık konuşunuz! ,

Ne kadar açık konuşsam, beni o kadar az anlayacaksınız ve... Yahut anlamak
istemeyeceksiniz... Neye iyi...

Faik Bey, bu başbaşa muhavereye nihayet vermek istiyordu; zira, hem ağzı,
hem ayaklan, hem de diliyle meşgul olmak ona biraz müşkül geliyordu. Bundan
başka, sofradakilerin nazarı dikkatini celbetmekten de çekiniyordu. Genç
Hakkı'nın gözleri, hayret ve tecessüsle genişlemiş, bir saniye üzerlerinden
ayrılmıyordu. Nuriye ve Neyyire Hanımların kendilerini fazla ihmal edilmiş
bulan bir halleri vardı, vakıa aksi bir tesadüf eseri olarak veyahut
Belkıs'ın bir nisyanı (unutkanlığı) yüzünden iki hemşirenin arasına düşen
Cemil, ara sıra kadehlerine bira koymak ve kulaklarına çok fazla açık cinaslı
sözler fısıldamak suretiyle onlan meşgul eder gibi görünüyordu; fakat, pek az
edebi olan Cemil'in bu his ve hayalden ari arkadaşlığında ne Nuriye, ne de
Neyyire aradıkları zevki bulamıyorlardı.

Hakkı Celis ise fazla susuyor, somurtuyordu. Onun bu halinde, herkesi
iz'aç eden (Bıktıran, usandıran) bir şey vardı. Etrafındaki gençleri esasen
kafi derecede neşeli bulmayan Necibe Hanımefendi ise, çocuğun bu hüznü önünde
adeta öfkeleniyor ve onunla acı acı istihza etmek ihtiyacını duyuyordu; ikide
bir:

A, hiç böyle dilsiz şair görmedim, diyordu.

Sonra yavaşça Belkıs'ın kulağına fısıldıyordu:

Doğrusu çekilmez şey... Bu yaşımda bile; büyük sözüme tövbe...

Belkıs, beyaz dişlerinin dizisini ta uçlarına kadar gösteren geniş bir
tebessümle gülerek soruyordu:

Yanımdaki için ne dersiniz?

Bak, ona canım kurban. Allah için çekirdekten yetişme; azasının her
biriyle bir kadın idare ediyor.

Faik Bey de sözü işitti ve çapkın gözlerle ihtiyar kadına baktı:

Yalnız size yetişemiyorum, dedi.

Hakkı Celis, sofranın bu köşesinde söylenen sözlerin veya yapılan
hareketlerin manasını ancak tiksinecek kadar hissediyordu. Nihayet, sağında
oturan Nuriye Hanıma eğildi ve dedi ki:

Şairlerin sözleri hep yalan, sevda denilen şey, mutlaka bunların
yaptıklarıdır.

Gözlerinin ucu ile, Seniha'dan itibaren sol tarafta fısıldaşıp gülüşenleri
gösterdi. Elleri asabi, önündeki ekmeği ufalıyordu. Nuriye Hanım kim bilir
kaç kadeh biradan sonra ve biraz da can sıkıntısından adeta uyukluyor gibiydi,
lüzumsuz yere bir derin Ah! çekti ve ilk gördüğü bir insanmış gibi uzun
uzun Hakkı Celis'in yüzüne baktı:

Benimle beraber gelir misiniz? dedi:

Esasen Hakkı Celis'in arzu ettiği şey, bu sofradan bir an evvel uzaklaşmak,
kaçmaktı; hemen ayağa kalktı. Karşıdan, sağdan soldan deniz görünüyordu;
tenha, durgun ve cilalı bir deniz... O kadar tenha ki, Hakkı Celis kendini
gurbette sandı, o kadar durgun ki, ruhuna bir ölüm korkusu girdi ve suların
bu uzak pırıltısından gözlerine nahoş bir kamaşma geldi. Önde Nuriye Hanım
sendeleyerek, arkada o, kendisinden bezgin, çamlığın ücra ve gölgelik
yerlerine doğru yürüdüler.

Nuriye Hanım:

Ben biraz uzanayım. Siz başımda şiir söyleyin. Olmaz mı? diyordu.

Genç adam bir otomat gibiydi. Her nereye çekseler oraya gidecek, her ne
deseler onu yapacaktı. Ağaçlar altında, şurada burada oturanlara baktı.
Bunlar, dikiş diken kadınlar ve tavla oynayanlardı.

Bu durgun ve sıcak öğle saati hepsinde muayyen bir düşünce veya muayyen bir
hisle muayyen bir gayeye doğru hareket etmek kabiliyetini eritmiş gibiydi.
Koruda sesi işitilen, fakat kendisi gelmeyen bir rüzgar vardı.

Nuriye Hanım, pembe ipekli maşlahını yere yaydı, üstüne uzandı, kollarını
başının altına geçirdi ve Hakkı Celis'e:

Geliniz şöyle, ta yanıma! dedi.

Hakkı Celis, genç kızın ayakları ucuna oturdu. Yer, üst üste birikmiş kuru
çam dikenlerinden henüz cilalanmış parkeler gibi kayıyordu. Genç adam sırtını
ağaca dayadı ve dalgın dalgın önündeki vücuda baktı.

Nuriye Hanımın etekleri ta dizlerine kadar sıyrılmıştı; beyaz ipek
çoraplarının bittiği ve etinin başladığı noktalar gözüküyordu: Hakkı Celis
eğildi, eteklerini çekti, genç kızın bacaklarını örttü; o; yarı uykuda, yarı
uyanık gibiydi:

Hakkı Bey, bana Cenap'tan bir şiir okuyunuz, dedi.

Küçük şair, gözleri dalgın cevap verdi:

Hayır, hayır... Bugün içimde çok gam var; birtakım mağmum neşideler
(Üzüntülü şiirler) birtakım matemli ilahiler bilip söylemek isterdim.

Zavallı çocuk, demek çok mustaripsiniz?

Hakkı, gözlerini yere indirdi. Nuriye Hanım, gözleri hala yarı kapalı,
adeta mırıldanır gibi konuşuyordu:

Değer mi?.. Yazık değil mi ki sizin ilk aşkınız Fikret'in Nef'i için
dediği gibi böyle, 'çorak yere akıp gitsin!' O sizi asla anlayamaz; asla!..
Siz, sevgiyi destanlarda, çoban muaşakası masallarında Romeo ve Juliette'te
olduğu gibi anlıyorsunuz. O ise, İngilizlerin flört dedikleri muaşaka
tarzından başkasını bilmiyor. Flört muaşeret adabı icabatından (Görgü
kurallarının gerekliliklerinden) bir şeydir, halbuki aşk, sizin ve benim
bildiğim aşk öyle mi? Bu bir vahşi kuştur ki, bir salonda, bir eğlence ve
bir süs gibi dizden dize, omuzdan omuza dolaşması şöyle dursun, gagasının
dokunduğu yerde kanamadık et parçalanmadık kumaş; kanadının havasında
devrilmedik eşya, kırılmadık saksı kalmaz. O kadar vahşi, serkeş ve haşindir.
Düşününüz. Seniha tarzında, Belkıs tarzında kadınlar için böyle bir kuşu
eteklerine bağlayıp dolaşmak ne kadar kaba, ne kadar zarafete aykırı bir
şeydir!.. Zira, bu haddizatında salona sığmayan bir mahluktur, yuvası yalçın
kayalar üstünde veyahut çöllerin içindedir.

Hakkı Celis, mütehayyir (Şaşırmış, şaşkın) dinliyordu; Nuriye Hanım, bir
peri gibi gözleri önünde kıyafetten kıyafete giriyordu. Onu hiç bu kadar
güzel görmemişti.

Hakkı Bey, dedi; siz, Seniha'ya gülünç görünüyorsunuz. Zira, başınızın
üstünde bu kuşu taşıyorsunuz. Siz bu kuşu gayet beceriksiz bir tarzda ve pek
büyük bir ıstırapla taşıyorsunuz. İkide bir tepenize gagasını indirdikçe,
yüzünüze bin türlü garip işmizazlar (Kasılmalar,buruşmalar) geliyor,
gözlerinizi tuhaf tuhaf açıp kapayorsunuz.

Hakkı Celis:

Ne yapayım, söyleyiniz ne yapayım?

Tam bu sırada, küçücük kahkahalar, hafif çığlıklarla sofradakilerin
kendilerine doğru geldiğini gördüler. Faik Bey, hala Seniha ile Belkıs'ın
arasında yürüyordu; Cemil, Neyyire ve Necibe Hanımefendi arkadan geliyordu.
Hepsinin yüzü kıpkırmızı ve gözleri süzgündü. Seniha hiçbir zaman bugünkü
kadar güzel değildi. Gözlerinin etrafındaki esmer daire yanaklarına kadar
genişlemişti; ağzında olgun, sulu, serin ve taze bir meyvenin cazibesi vardı.
Kızıla bakan saçları, başörtüsünün altından bir alev gibi fışkırıyordu; yeşil
gözleri insana ta derinden ve bir pars bakışıyle bakıyordu. Nitekim, kendine
mahsus şuh ve laubali tavrıyle gelip de Hakkı Celis'in göğsüne uzandığı zaman
biçare çocuk kucağına patlayan ve yanan cinsinden tehlikeli bir cisim düşmüş
gibi ürktü. Şu saatte etraf tamamıyle tenha, onlar tamamıyle yalnız olsaydı
da Seniha ona: İşte kendimi sana verdim, ne istersen onu yap! deseydi,
genç adam hiç şüphesiz bu vücudu silkip itecek ve haykırarak, bayırlardan
tepelere, tepelerden sahillere kaçıp gidecekti. Bir kadın vücudunu zapt ve
idare etmekteki müşkülatı adeta adaleleriyle hissediyordu. Faik Bey,
Seniha'nın ayakları ucuna oturur oturmaz, içinden bir rahatlık duydu; bir
tehlikenin önünde iki kişiydiler. Lakin, Faik Beyin oturmasıyle kalkması bir
oldu. Belkıs Hanım, ta uzakta yalnız başına bir hasır üstüne uzanmış, genç
adama sesleniyordu. Seniha, yeşil gözlerinin en yırtıcı nazarıyle Faik Beyin
yüzüne baktı:

Nereye? dedi.

Hakkı Calis, Faik Beyi ilk defa olarak şaşkın bir halde gördü. Seniha
emretti:

Gitmeyeceksiniz!

Ve parmağıyle ayaklarının ucunu işaret verdi. Genç adam, tekrar yerine
oturdu. Bütün nazarlar onun üzerindeydi. Nuriye, kirpiklerinin arasından yan
gözle, Neyyire, Necibe Hanımın omuzunun üstünden hayretle ve Necibe Hanım
iki genç kızın arasında mütebessim, Faik Beye bakıyorlardı Belkıs Hanımın,
yattığı yerden onu çağırışı, Seniha'nın ona, Gitmeyeceksiniz deyişi, Faik
Beye, birdenbire, iki dişi arasında paylaşılamayan bir erkeğin esrarengiz
nüfuzunu verdi ve o andan itibaren bu genç adam, Ada'da eğlenen bu küçük
grubun yegane ağırlık merkezi oldu. Onun bu hareketi, umumi muvazeneyi
bozuyor ve bu vaziyeti, herkesi etrafına topluyordu. Kahkahalar ondan geliyor,
yine ona gidiyordu, fısıltılar onun ismiyle başlıyor ve yine onun ismiyle
nihayet buluyordu, o öfkelendiriyor, o yatıştırıyordu. Nafile yere Cemil,
Belkıs Hanımı teselliye gitti; genç kadın, hasırın üstünde böğrüne kurşun
yemiş bir geyik gibi gözleri yaşlı, ağzı kasık kaldı. Nafile yere genç kızlar
Hakkı Celis'in şiirleriyle avunmak istediler; fakat, ne gözlerini, ne
fikirlerini bir türlü Faik Beyden başka bir yere çeviremediler; genç adamın
bir saniyelik dikkatini celbetmek için bin türlü işveler ve cilveler yapmaya
başladılar. Vücutlarının her hareketine bir maksat ve bir mana koydular.
Neyyire, ikide bir kollarını kaldırıp saçlarını düzeltiyordu: Ta ki kısa ve
bol olan yenleri tamamıyle sıyrılsın da mevzun ve beyaz kolları ta omuz
başlarına kadar görünsün diye; Nuriye, yattığı yerden muttasıl sağdan sola,
soldan sağa dönüyordu: Ta ki kalçaları bir köpük kadar seyyal ve yumuşak
kumaşı altında en sabit ve en mükemmel şeklinde çizgilensin diye... Necibe
Hanımefendi bile yerinde duramaz olmuştu. Bu ihtiyar kurt, Faik Beyde
kendisine, Gitmeyeceksin! Kalacaksın! denilen cins erkeğin kokusunu
almıştı; mütemadiyen göz süzüyor, boyun kırıyor ve her fırsatta bir cinaslı
söz söylüyordu.

Faik Bey ise, muti, mütevazi, Seniha'nın ayakları ucunda oturuyor ve yalnız
ara sıra ellerini bu ayakların üstünde hafifçe gezdirmekle iktifa ediyordu.
Seniha'da, serkeş bir atı zapt ve idare eden mahir bir binici gururu veyahut
nadir bir avı pençesinde tutan bir yırtıcı mahluk hazzı vardı; ara sıra
gözlerinde madeni parıltılarla genç adama bakıyordu.

Vakta ki gece mehtaba çıktılar. Seniha ile Faik Bey uzun bir müddet gözden
kayboldular. Yırtıcı kuş, avını Ada'nın öyle bir köşesine götürdü ki, gündüz
bile kimsenin bulup görmesi muhtemel değildi. Faik Bey, ömründe ilk defa
olarak bir genç kızın ve hususiyle Seniha'nın elinde kendini bu kadar zayıf
ve iradesiz buluyordu; vakıa bütün günün yorgunluğu, bütün günün sarhoşluğu
sinirlerinde mukavemet ve muvazene namına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Seniha önde, o arkada, yokuşlardan kayıyorlar, çitlerden atlıyorlar, küçücük
yarlardan inip çıkıyorlardı; Faik Bey ikide birde:

Beni nereye götürüyorsunuz? diyordu.

Yorgolu sırtının, tenha koylarından birine doğru iniyorlardı.

Seniha:

Ben de bilmiyorum, deyip gülüyordu. Bana hiçbir şey sormayınız, hiç
sesinizi çıkarmayınız. Bu gece bütün kaprislerime riayet edeceksiniz; işte o
kadar!..

Böyle söyleyerek genç adamı, bazen elinden, bazen yakasından tutup
sürüklüyordu. Epeyce dik ve tehlikeli bir yokuştan, elleriyle çam dallarına,
ayaklarıyle taş parçalarına tutunarak, nihayet sahile indiler. İkisi de soluk
soluğaydı. Bununla beraber Seniha'da gittikçe artan bir neşe vardı; yerinde
duramıyordu. Bir çocuk gibi denize taşlar atıyor, sonra dönüp Faik Beyin
yakasından çekiyor:

Daha yüıvyelim, daha yürüyelim! diyordu; baksanıza, bu deniz değil, bu
bir bahçe... Bu geniş, geniş nihayetsiz bir bahçe... Baksanıza, ne kadar çok
sarı güller, ne kadar çok mor menekşeler, ne kadar çok beyaz papatyalar var.
Bu nihayetsiz bahçenin bölümlerinde türlü türlü çiçekler fışkırıyor; görmüyor
musunuz, bu bölümler arasındaki yollar ki dolaşa dolaşa ta ufuklara kadar
gidiyor. Bu yollarda yalnız ay denilen soğuk hayalet mi gezinecek? Yürüyelim,
yürüyelim. Bir daha dönmemek üzere... Niye duruyorsunuz? O kadar yorgun
musunuz? Ne çabuk, ne cabuk kuvvetten kesildiniz? Niçin nihayete kadar
gidemiyorsunuz? Niçin?

Genç kız, bir müddet böyle söyleyerek denizi taşlamakta ve Faik Beyin
elinden çekmekte devam etti; sonra birdenbire nefesi tükenmiş ve dizlerinin
bağı çözülmüş gibi sahilin çakılları üzerine çöküverdi. Faik Bey, hala sessiz,
ayakta duruyordu; Seniha'nın taşkınlıklarından bezmiş, sıkılmış bir hali
vardı. Genç kız şimdi, mahzun ve dalgın görünüyordu; neden, sonra başını
kaldırdı, munis ve durgun bir sesle:

Niçin yanıma oturmuyorsunuz, Faik Bey? dedi.

Faik Bey, ağzını yüzünü buruşturarak taşların üstüne oturdu ve bir şey
söylemiş olmak için:

Gecenin aydınlığı gökten mi iniyor, denizden mi çıkıyor... Belli değil,
dedi.

Seniha cevap vermedi, sonra ikisi birden derin ve uzun bir sükuta daldılar.
Faik Bey, bir sürü ufak tefek işlerini, müddeti gelmiş borçlarını, Boter'e
ısmarladığı kostümünü, oteldeki yatağını, isimleri unutulmuş bazı kadın ve
erkek simalarını düşünüyordu. Neden sonra, yine bir şey Söylemiş olmak için
dedi ki:

Bakınız karşı sahillerdeki ışıklar birer birer nasıl sönüyor.

Seniha yine cevap vermedi. Bir dua veya murakabe vaziyetindeydi. Vakıa bir
salonda, bir musiki dinler gibi ayak ayak üstüne atmış ve ellerini dizinin
üstüne kilitleyerek oturmuştu. Kolları lüzumundan fazla uzun, ince ve beyaz
görünüyordu. Genç adam, yan gözle Seniha'yı süzmeye başladı ve içinden:
Hiç de fena değil! dedi.

Seniha, bu mehtap gecesini teşkil eden tabii unsurlardan biri gibiydi.
Giyindiği esvap, sudan ve köpükten, eti ve derisi ay aydınlığından; saçları
ateştendi ve mehtabın bütün esrarı ondaydı. Faik Bey yarı can sıkıntısı ile,
yarı tecessüs ve merak saikasıyla bu ışıldayan tayfa dokunmak, sokulmak
ihtiyacını hissetti. Evvela, bastonun ucu ile genç kızın ayaklarına bir iki
hafif darbe vurdu; diğer elini sırtında dolaştırmaya başladı, sonra eğildi,
eteklerinin kıvrımlarını düzeltir gibi birtakım hareketler yaptı. Seniha yine
kımıldamıyordu, genç adam, genç kızı yavaşça belinden kavradı ve onu kendine
doğru çekti.

Tam bu sırada üst taraflarındaki korudan aşina sesler duyuldu.

:::::::::::::::::::

VI

Senihaların Ada alemleri bununla nihayet bulmadı. Ertesi gün, Faik Bey,
Yorgolu'da bir akşam ziyafeti verdi. Cemiyet aynı cemiyetti, fazla olarak
Faik Beyin otelde tesadüf ettiği eski tanıdıklanndan Beyoğlulu bir genç kadın
ve Ada'ya geldiği günden beri hastalıktan bir türlü baş alamayan Madam
Kronski de vardı. O akşamki eğlenti bu iki yabancı kadın yüzünden için için
tedirgin ve üzüntülü geçti. Zira, Faik Beyi paylaşamayanlar, dörtken beş oldu
ve Frenk kadınları önünde mümkün mertebe terbiyeli, temkinli, medeni durmak
lüzumunu, fazla haykırışmalar, fazla gülüşmeler, coşkun ve laubali hareketler
halinde dışarıya taşmak isteyen bütün bu ruhların, kaplarında sımsıkı kapalı
kalarak ekşimesine sebebiyet verdi. Ferdası akşam, Necibe Hanımefendinin
köşkünde yarı alafranga, yarı alaturka bir alem daha yaptılar ve gece geç
vakit eşeklerle tur a çıktılar. Bu tur safası baştan başa, nihayete kadar
hoş, tuhaf hadiselerle geçti. Hakkı Celis'in eşeği mütemadiyen arkaya
kalıyordu. Kafile, çığlıklar, kahkahalar ve şarkılarla uzaklaşıp gidiyor,
genç şair ikide bir gözden nihan oluyordu. O zaman:

A, bizim Şanso nerede kaldı, yıne nereye kaldı? deniliyordu.

Her ağızdan Hakkı Celis'e dair bir tuhaf söz çıkıyordu. Derken, çocuğun ta
derinlerden sesi işitilmeye başlıyordu:

Hop, hop... Haydi, Aleksandra... Haydi hop, hop!

Bu ses kah tehditkar, kah yalvarıcı oluyor, kah yeis ve hiddetten
kasılıyordu. Her merhalede kafilenin içinden biri ona kendi eşeğini veriyor,
fakat yine geride kalmaktan kurtulamıyordu.

Seniha gülmekten katılıyordu:

Bu çocukta bir sır var, mutlaka mutlaka bir sır var. Fakat bunu, yalnız
eşekler hissediyor diyordu.

Vakıa bu sözde biraz hakikat vardı, en tırıs giden eşek bile, üstüne Hakkı
Celis'in bindiğini hisseder etmez, derhal kısılıp kalıyor, başı önüne doğru
uzanıyor, ayakları köstekleniyor, sanki bir baş dönmesine tutulmuş gibi, bir
sağa, bir sola yalpa vurmaya başlıyordu. Hakkı Celis, yanında kah arabalar
dolusu kadın erkek hep bir ağızdan Türkçe, Rumca ve Fransızca şarkılar
söyleyerek, kah bir alay eşekli, bin türlü neşeli şamatalarla tozu dumana
katarak, birer rüzgar hamlesi halinde gelip geçenlere çevrilmiş hayvanın
üstünde yolun yegane meyus ve avare yolcusu kalıyordu. Gezintinin sonlarına
doğru artık onu aramaz ve beklemez oldular. Zavallı çocuk, Hristos'ta
kendilerini bekleyen eşek sahiplerinin yanına gelinceye kadar neler çekti...
Fakat bütün bu meşakkatler, onun için eve girdiği zaman işittiği haberden
daha elverişliydi. Nuriye Hanımla Neyyire Hanım, ona pencereden bağırıyordu:

Hakkı Bey, Hakkı Bey, yalnız mısınız? Yolda Seniha ile Faik Beye rast
gelmediniz mi?

Beraber değil miydiniz?

Viranbağ'a kadar beraberdiler, hatta yine Hakkı Celis'i beklemek niyetiyle
orada bir müddet eşeklerden bile indiler ve biraz da kahvede oturmaya karar
verdiler; fakat, tam kalkıp gidecekleri esnada, ortada ne Seniha'dan, ne Faik
Beyden ve ne de eşeklerinden eser vardı.

O gece Hakkı Celis, büyük dayasının torununu Necibe Hanımefendinin
bahçesinde ta fecre kadar bekledi ve akıbet, başı kolunun üstünde, bir tahta
kanapede uyuyakaldı.

Ve Seniha için mehtaplı geceleri beyaz fecirler, beyaz fecirleri pembe
akşamlar takip etti. Ne vakit oturuyor, ne vakit yatıyor, ne vakit istirahat
ediyor, kimse bilmiyor, görmüyordu. Daima faaliyette, daima harekette, adeta
kuş ve kelebek cinsinden bir acayip mahluk haline girdi. Ada'daki bu son
hafta, onu tamamıyle değiştirdi; ortada, Cihangir'deki konağın o hodbin,
hırçın, soğuk ve müstehzi kızından eser kalmadı. Hatta yüzüne ve gözlerine
bile yeni bir mana, yeni bir ifade geldi.

Evvelden rengi yanaklarının uçlarına doğru hafifçe pembe ve şekli değişmeye
yakın olan bu yüze sıcak bir solukluk ve narin bir uzunluk geldi, bütün kanı
dudaklarına toplanmış gibiydi. Eskiden ay aydınlığı gibi gözlerine ise, çok
yıldızlı gecelerin rengini andırır laciverde yakın bir koyu gölge çöktü,
fakat bu gölge, kirpiklerinin gittikçe çoğalan sürmesinden mi, yoksa
gözkapaklarının adeta çürümüş gibi görünen esmerliğinden mi geliyor, bir
türlü anlaşılmıyordu. Kendisi de bu değişiklikten hayrete düşmüş gibiydi;
zira, çehresinde şaşırmış veya ürkmüş bir çocuk hali vardı; belki de simasına
bu ifadeyi veren şey, kaşlarının yukarıya doğru her vakitten ziyade çekik ve
gergin durmasıydı.

Seniha, bazen de sarhoş gibi görünüyordu; bakışlarına sert bir süzgünlük ve
yürüyüşüne, oturuşuna, kalkışına latif bir perişanlık geldi; rüzgarda
kımıldayan dallar gibiydi.

Seniha, olur olmaz şeylere gülüyordu. Fakat, bu gülüşlerde ruhun saffetini
rencide eden bir ahenk vardı; şuh, şehvetli ve aşifte bir ahenk... Seniha'nın
kahkahalarında, bir sefahat sofrasında gıdıklanan bir fahişenin sesi
duyuluyordu.

Seniha'yı böyle sesine varıncaya dek değiştiren şey neydi? Artık bu,
kimseye meçhul değildi. Genç kızın etrafındakiler şöyle dursun, fakat bütün
Ada halkı bu sırra tamamıyle vakıftı: Naim Efendinin torunu Seniha Hanım ile
Kasım Paşanın oğlu Faik Bey sevişiyorlar. Bu sırrı ilk keşfedenlerden biri
Necibe Hanımefendidir. Sonra öbürleri sezdiler. Vakıa, öteden beri, Faik
Beyle Seniha arasındaki münasebetin bir arkadaşlık derecesinden fazla
olduğunu genç kızın bütün erkek ve kadın arkadaşları bilirlerdi.

Fakat, buna da, hafıf bir flört manasını verirlerdi. Zira, Faik Bey, pek
çapkın bir delikanlı ve Seniha, pek şuh bir genç kızdı. Aşka bu kadar
kabiliyetsiz telakki edilen bu iki mevcut arasında ve bir haftalık kısa bir
zaman içinde tutuşuveren sevda odununun alevi gözleri o kadar şiddetle
kamaştırdı, gittikçe, günden güne, saatten saate o kadar tehlikeli görünmeye
başladı ki bütün o havai ve şen dostlar, gizli bir endişeyle ürkek ürkek
yerlerine döndüler ve ateşi tutuşturanları kendi hallerine ve yalnız
başlarına bırakmak lüzumunu hissettiler. Hatta Cemil'le Hakkı Celis bile
gittiler. Fakat, ne Seniha, ne Faik Bey, etraflarında hasıl oluveren bu
boşluktan asla haberdar olmadılar. Bunlar, mizaçlarının soğukluğuna,
terbiyelerinin sathiliğine, yaşlarının küçüklüğüne rağmen az zaman içinde
sevda yolunun öyle bir merhalesine vardılar ki, oraya hiç kimsenin sesi
gelmez ve oradan hiçbir şey gözükmez.

Seniha ile Faik Beyi yakından tanıyanlar, bu hale pek şaşıyorlar. Fakat,
bilmiyorlar ki aşk, mucizeyle doludur, daha doğrusu aşk, bizzat mucizedir.
Bazı erkekler şu veya bu tarzda kadınlardan, bazı kadınlar şu veya bu biçimde
erkeklerden hoşlandıklarını söylerler: Benim tipim şudur, benim idealim
budur derler, halbuki, günün birinde söylediklerinin büsbütün zıddını
severler, aradıklarının büsbütün aksi bir insan arkasından koşarlar. Faik Bey
için de böyle oldu; bu ana kadar zevkinin en doğru ölçüsünü olgun ve usta
kadınların sinesinde bulan bu genç, birdenbire Seniha'nın ham ve sert
göğsünde hiç tatmadığı müstesna bir lezzet duydu.

Vakıa Seniha, Faik Beyin önüne yalnız et ve kemikten müteşekkil bir mevcut
halinde çıkmadı; ona en ziyade kaplayan ve nüfuz eden bir ruh ve sihir gibi
yaklaştı; öyle ki genç adam neye uğradığını bilmedi. Bir hafta içinde kendini
sanki on yıldan beri bu kızın aşığıymış gibi hissetti.

Her reziletin bir itiyat ve her itiyadın bir iptila haline girdiği
maneviyatında Seniha'yı sevmek de birdenbire, vazgeçilemeyen itiyatlardan
biri oluverdi. O, şimdi kumara ne kadar düşkünse, Seniha'yı da o kadar arıyor,
Seniha'ya da kendini o kadar düşkün hissediyordu.

Seniha, Faik Beyin bu ani iptilasından nihayetsiz bir gurur duydu. Her
kadında, yırtıcı bir avcı hayvanattan bir şey vardır. Kuşu yakalayan kedide
nasıl nihayetsiz bir hazzın raşeleri ve dişlerini bir ceylanın etine geçiren
aslanda ne kadar derin bir şehvetin emareleri görülürse, kadınlar da
lalettayin herhangi bir erkeği kendilerine ram etmekte o kadar büyük bir haz
ve neşat duyarlar. Bu cins sevmenin ve sevilmenin sırrı, yalnız bundan ibaret
değildir. Denilemez ki, şuh ve müstehzi Seniha, çapkın ve havai Faik Beyi,
Juliette'in Romeo'yu, Leyla'nın Mecnun'u sevdiği gibi sevdi; hayır... Buna
inanmak için, bu genç kızın o genç adam tarafından bundan birkaç zaman evvel
nasıl lakayt ve muhakkir bir muamele gördüğünü unutmuş olmak lazımdır.
Seniha'yı Faik Beye doğru iten şey, ne Ada'nın mehtaplı geceleri, ılık ve
mahmur fecirleri, ne çamlıkta söylenen şarkılar, içilen içkilerdir. Onun ruhu,
ayın ışığı ile, şarkı sesleri ve saatlerin renkleriyle beslenen coşkun ve
iptidai ruhlardan değildir; Seniha, Ada'nın sevdavi gölgelerinde, Faik Beyin
yanıbaşında yabani bir kedi gibi dolaştı ve aylardan beri kah yatağının
içinde, kah tuvalet masasının başında bilediği tırnaklarını nefret ve gayza
yakın bir hırsla batırmak istediği etin en yumuşak tarafını, en gafıl anını
yoklamakla meşgul oldu. Ne vakit ki buna muvaffak oldu, avını başkalarından
kaçırmak, uzaklara götürmek, yalnız ve asude kalmak ihtiyacını hissetti.
Sabahları, Madam Kronski'nin refakatinde Ada'nın tenha sahillerinde denize
giriyorlardı. Seniha bir kayanın arkasında, Faik Bey diğer kayanın arkasında,
gizlenerek soyunuyor, sonra biri kırmızı, öbürü siyah banyo kostümleriyle
kendilerini yavaşça dalgalara bırakıyorlardı. Faik Bey, Seniha'ya yüzme
talimleri yaptırıyordu; kah bir eliyle belinin altından, dirsekleriyle
ayaklarının ucundan tutup sırt üstü yatmayı, kah karnı ile göğsü arasındaki
noktayı avucunun içine dayayarak ve öbürleriyle ensesinden iterek dalıp
çıkmayı; kah omuzlarından tutarak yarı oturmuş bir vaziyette yüzmeyi
öğretiyordu. Kah yan yana yüzerlerken kendini takip etsin diye, onu yarı
yolda bırakarak geniş kulaçlarla uzaklaşıp gidiyordu. O zaman Seniha
yalvarmaya, haykırmaya başlıyordu ve Madam Kronski sahilden ayağa kalkarak
suni bir telaşla:

Dönünüz, dönünüz artık, çocuklar!.. diye sesleniyordu.

Denizden çıktıktan sonra uzun müddet yan yana yürüyorlardı; Faik Bey, ona
Avrupa hayatına ait hikayeler anlatıyordu. Bu hikayelere genç kızı güldürecek,
merakını celbedecek, hayrete düşürecek bir sürü acayip, hoş ve rindane
tafsilat karıştırıyordu. Ara sıra bir gölgelikte durup susuyorlar ve göz göze
bakışıyorlardı. Bazen ağaçların arasında küçük çocuklar gibi birbirlerini
kovalıyorlardı. Genç adam, vücudunun adali taraflarını gösteren ve göğsünü
yarı açık bırakan beyaz tenis kıyafetiyle ,ve hafif beyaz ayakkabılariyle bir
tazı gibi zarif ve çevikti.

Seniha'ya çok maharetli jimnastik hareketleri yaptırıyordu. Genç kız,
düzgün cevval ve taze bir erkek vücudunun bütün sırlarını bu hareketlerde, bu
oyunlarda öğreniyor hayran kalıyordu. Ekseriya öğle yemeğini, kah Faik,
Necibe Hanımın köşkünde kalmak, kah Seniha, Faik'in oteline gitmek suretiyle
beraber yiyorlardı. Gerçi Seniha, Faik Beyin oteline gitmekte epeyce müşkülat
çekiyordu. Fakat bu oteldeki yemek saatleri -bahusus akşam yemekleri- genç
kızın o kadar hoşuna gidiyor, o muhitin havasından bütün hulyalarını okşayan
öyle bir koku buluyordu ki, her şeye rağmen bir hafta zarfında iki üç defa
gittiği oldu. Faik, Seniha'nın ikinci ziyaretinde, sofralarına oteldeki
Hıristiyan dostlarından bazılarını davet etti ve yemeğin sonuna doğru
şampanyalar açtırdı. Sonra otelin hususi bir köşesine çekilip dans ettiler.
Bunun içindir ki Seniha, Faik Beye gitmeyi, Faik Beyin kendisine gelmesine
tercih ediyordu; zira, halasının evinde sofra saatleri pek o kadar ferahlı
geçmiyordu. Necibe Hanımefendi, muttasıl söylüyor, kah hatıralarından, kah
tasavvurlarından bahsediyordu; ne bu hatıralar, ne de bu tasavvurlar iki
gence hiçbir alaka vermiyor, canlarını sıkıyordu.

Yemekten sonra, yumuşak ve geniş kanepelerde, gevşek gevşek uzanılan,
tembel tembel konuşulan, veyahut dalgın bir tavırla ekarte ve piket partileri
yapılan ılık gölgeli saatler geliyordu. En ziyade bu durgun saatlerdedir ki,
Faik Bey, genç kızın önünde için için sarsıldığını hissederdi ve Seniha'nın
mahmurlaşan gözleri, genç adama bakarken bazı karanlık geceler uzak ufuklarda
çakan şimşeklere benzer pırıltılarla dolardı. Saatlerce ağızları susar; fakat
gözleri, elleri, ayakları ve vücutları hiç dinmeyen bir hareketle konuşurdu.
Bu saatlerde her nedense, ne Madam Kronski, ne de Necibe Hanımefendi
yanlarından hiç ayrılmazdı, vakıa ağyar önünde bu sessiz lisanı konuşmakta ve
derinden derine birbirini istemekte olgun, arif ruhlar için serbest
visallerden ve en geniş hasbıhallerden bin kat daha tatlı bir lezzet vardı.
Fakat bu iki genç, henüz bu sırra eremedikleri için sabırsızlanıyorlar,
öfkeleniyorlardı. Akşam üstü olup da gezintiye çıktıkları veya geceleyin
bahçede yalnız kaldıkları zaman, ölçüsüz bir coşkunlukla sarılıyorlar,
öpüşüyorlardı. Kaç defa Necibe Hanımefendi, yarı karanlıkta, balkonun bir
köşesinde, bunları bu halde seyretti; kaç defa Madam Kronski, Faik'in kolu
Seniha'nın beline dolanırken veya Seniha'nın başı Faik'in göğsüne yaslanırken
üstlerine geliverdi.

Onları buna benzer vaziyetlerde görenler, yalnız evdeki ihtiyar kadından
ibaret değildi. Necibe Hanımefendinin yakın ve uzak komşularından birçok
kimseler, Nizam, Dil ve Hristos gezintilerine alışkın Ada halkından birçok
mütecessisler, bu iki genç arasındaki maceranın bin türlü esrarına yakından,
günü gününe vakıftır. Sevda işlerine, izdivaç entrikalarına dair dedikodular
ora halkı arasında cereyan eden konuşmaların hemen özünü teşkil eder. Bu
halk, ya sevişenlerden, ya sevişenlerle meşgul olanlardan müteşekkildir. Ne
bundan, ne ondan olmayanlar ise, hayatından bezgin birtakım hastalarla, oyuna
dalmış kumarbazlardır. Büyükada'da her mevsimin sonu, mutlaka birkaç izdivaç,
birkaç talak veyahut da gayet meraklı birkaç macerayla nihayet bulur ve
İstanbul'un dört köşesinde bütün yıl bunlara ait yankılar duyulur.

Seniha ile Faik Bey arasındaki macera da bu mevsim sonunun en nadir, en
tatlı meyvelerinden biri olmak istidadını gösteriyordu. Şimdiden bunlara
hayran kalanlar, düşmanlık besleyenler, şimdiden onları takip eden, ve
kıskananlar vardı. Hele birinin Naim Efendinin torunu, diğerinin Kasım Paşanın
oğlu oluşu, meseleye büsbütün başka bir ehemmiyet veriyordu. Zira, bu iki
ismi İstanbul'da bilmeyen, tanımayan yoktur. Bunun içindir ki, az zaman içinde
Seniha ile Faik Bey arasındaki bu ateşli samimiyet İstanbul'un bu iki büyük
ailesine ait bir namus ve haysiyet davası halini aldı ve evvela Ada'nın Türk
muhitinde başlayıp İstanbul'un bütün büyük evlerine sirayet ederek kadın,
erkek, genç ve ihtiyar herkesi başka türlü işgal eden hummalı bir dedikodu
mevzuu olmaya başladı.

Naim Efendi ile Servet Bey, birçok imzasız mektuplar aldılar.

:::::::::::::::::::

VII

Servet Bey, geniş satrançlı robdöşambrı ile kayınpederinin odasına girdi:

Beni istetmişsiniz, efendim, dedi.

Naim Efendi, odanın bir tarafını kaplayan uzun bir erkan minderinin ucundan,
yarı diz çökmüş, yarı bağdaş kurmuş bir vaziyette, kafesi kaldırılmış, fakat
camı indirilmiş bir pencereden dışarıya bakıyordu. Arkasında beyaz pikeden
iki sıra iri, sedef düğmeli, pamuksuz bir uzun hırka, başında aynı pikeden
bir takke vardı. İnce uzun çehresi her vakitten ziyade solgun ve çizgili,
gözleri her vakitten ziyade çukurlaşmış görünüyordu; damadı içeri girer
girmez yerinden kalkmak ister gibi bir hareket yaptı ve eliyle önündeki
koltuğu işaret ederek:

Buyurunuz rica ederim, dedi.

Dirseğini dayadığı bir uzun yastığın altından küçücük bir anahtar külçesi
çıkardı. Yanıbaşında, minderin üstüne konmuş sedef kakmalı büyükçe bir
çekmeceyi açtı, içinden üç tane mektup çıkardı. Bunları, bir şey
söylemeksizin Servet Beye uzattı ve başını tekrar pencereye çevirdi. Servet
Bey, ancak birer saniye devam eden bir müddet zarfında üç mektuba sırayla
göz gezdirdi; sonra tıpkı kayınpederinin yaptığı gibi, kağıtları lakayt bir
tavırla sedef kakmalı çekmecenin üstüne bıraktı.

Naim Efendi, göz ucuyla damadının mektupları okumadan iade ettiğini gördü
ve dedi ki:

Niçin okumadınız, efendim?

Servet Bey, dik dik ihtiyar adamın yüzüne baktı:

Çünkü, dedi; bana verdiğiniz mektupların üçü de imzasızdır. Bendeniz,
müddeti hayatımda ne imzasız mektup yazdım, ne de imzasız mektup okudum.
Terbiyem ve tabi olduğum prensipler buna müsait değildir.

Bunları söylerken acı bir tebessümle gülüyordu. Naim Efendi birdenbire
yüzüne bir sille inmiş gibi şaşırdı kaldı; ne diyeceğini bilemedi:

Vakıa ben de bu yaşıma kadar hiç kimseye imzasız mektup göndermedim, ne de
kimse bana gönderdi. Bu husustaki taassubunuza iştirak etmemekle beraber,
doğrusu prensibinizi şayanı takdir görürüm. Fakat bu sefer lütfen, benim
hatırım için prensibinize mugayir bir harekette bulunuveriniz...

Servet Bey, kendisinden bir şey rica edilen bir adam tavrını takındı:

Ne hacet efendim... Bu mektuplardan bana da geldi, dedi; derhal yırtıp
attım. Fakat, şöyle bir göz gezdirmek dolayısıyle neden bahsettiklerine aşağı
yukarı vakıfim. Ne garip memleket! Herkes işini gücünü bırakmış, nelerle
meşgul oluyor! Hey gidi, haysiyet, namus hey!.. Haysiyetli, namuslu adam,
imzasız mektup yazar mı, rica ederim? İmzasız mektup yazan bir adamın
haysiyet ve namus hakkında bir fıkri olabilir mi? İmzasız mektup yazıyorlar.
Kime, niçin? Bir genç kızın babasına, kızının bir genç adamla seviştiğini
söylemek için... Lakin, bu nevi mektupları yazan kimseler bilmiyorlar,
hissetmiyorlar ki kendi yaptıkları feci ve galiz hareketin yanında bir genç
kızın şaşırması, bir kadının fahişeliği, bir kumarbazın hırsızlığı, hatta bir
katilin cinayeti hiç kalır. Bu gibi mektupları alır almaz yapılacak iş,
birçok vesaite baş vurup aramak, taramak, sahibini bulmak ve cevap olarak,
suratına bir sille indirmektir.

Naim Efendi, damadına uzattığı mektupları kendisi yazmış gibi, mahcup
oluyordu; oturduğu yerde ezildi, büzüldü:

Rica ederim, hiddet buyurmayınız, rica ederim... dedi. Maksadım, sizinle
ailemize müteallik bir mesele için hasbıhal etmekti. Ben de sizin gibi,
çirkin bir dedikodudan ibaret...

İftira deyiniz, tezvir deyiniz... Abdülhamit devrinin bu millete terk
ettiği anane-i ruhiye...(Ruhsal gelenek.ruh alışkanlığı,psikoloji)

Evet, evet, hakkı aliniz var. Bunun bir dedikodudan ibaret olduğuna zerre
kadar şüphe etmiyorum. Fakat, anlamak istediğim şey şudur ki, acaba bu
mektuplarda hakikate temas eden noktalar hangileridir? Mesela, bu mektupların
birinde deniliyor ki...

Naim Efendi, yanındaki çekinecenin üzerinden bir uzun mahfaza aldı, içinden
gözlüklerini çıkardı. İki eliyle uçlarından tuttu, kemali ihtimamla
kulaklarına taktıktan sonra, mektuplardan birini açtı, bir müddet sessiz
sessiz kendisi okudu, tekrar yerine koydu; müteakiben bir diğerini aldı,
ötesine berisine göz gezdirdi ve damadına:

Dinleyiniz rica ederim, dedi. Sabahları çırçıplak denize girmeleri,
alameleinnas (Herkesin önünde) sarılıp öpüşmeleri yetişmiyormuş gibi, otelde
her türlü kuyudu diniye ve milliyeyi (Dinsel ve ulusal kayıtları,kuralları,
gelenekleri) ayaklar altına alarak birtakım ecanip (Ecnebiler,yabancılar) ile
şampanyalar içtikleri ve badehu (Sonra) otelin salonunda dans ettikleri dahi
vaki olmuştur.

Naim Efendi, mektubun yalnız bu kadarcık yerini okuduktan sonra tekrar
gözlüklerini çıkardı, mahfazasına koydu. Mahfazayı tekrar çekmecenin üzerine
bıraktı ve büyük bir saffetle adeta yalvarır gibi Servet Beyin yüzüne baktı:

Ne dersiniz? Acaba bunu da yaptılar mı? dedi.

Servet Bey, müstehzi bir tavır takınmıştı:

Olabilir a, bunda o kadar harikulade ne var, efendim? diye cevap verdi.

Bunun üzerine Naim Efendi, ellerini kavuşturdu, gözlerini yere dikti ve
damadı izahatını bitirip gidinceye kadar artık bir kelime söylemedi.

Servet Beyin izahatı ise hayli uzun sürdü. Fakat Naim Efendi dinlemiyor,
işitmiyordu. Sanki idrak ve şuuru üzerine Servet Beyin, Olabilir a, bunda o
kadar harikulade ne var? cümlesi bir yumruk gibi inmiş ve onu benliğinin ta
içerilerine doğru itmişti. Artık harici hayatın bütün belirtileri, ses, söz,
şekil ve renk, ona esasından değişmiş, anlaşılmaz, tanınmaz bir hale gelmiş
görünüyordu. Bir müddetten beri önünde, yerde intizamla yan yana konulmuş
terliklerinin uçlarına dikili nazarlarını şaşkın şaşkın odanın sair eşyası
üzerinde gezdirmeye başladı. Duvarlarda muhtelif tarzda birçok el yazısı
levhalar vardı. İki pencere arasında bir büyük tablo, Naim Efendinin pederini
yuvarlak Mahmudiye fesiyle, yeşil kaplı bir samur kürk içinde gösteriyordu.
Bu, şişman, top sakallı bir adamdı. Bir elini göğsüne sokmuş, diğerini
vitrinin üzerine bırakmıştı. Bu elin orta parmağında, gayet iri bir yakut
yüzük vardı. Naim Efendi, gözlerini yağlıboya resimdeki yakut yüzükten, kendi
parmağındaki yakut yüzüğe çevirdi. Bu, aynı taş, aynı yüzüktü. Fakat bu oda
hala aynı oda, Naim Efendi hala aynı adam mıydı? Birkaç sene evvel, yatağının
ayak ucuna seccadesini serip namazını kılan, sonra derinden birtakım dualar
mırıldanarak köşesine oturan ve müteakiben sabah kahvesini yudum yudum
içerken, üç gün üç gecedir kalıbının rahatını kaçıran bütün dedikodulara, o
imzasız mektuplara dair damadıyle samimi bir hasbıhal ihtiyacını duyan bağrı
dolu ihtiyar aile reisi bizzat o muydu? Naim Efendi, kendisini babasının
resmi karşısında, duvardan minderin üstüne yuvarlanmış bir ikinci resim
zannediyordu, farkı neydi? iki pencere arasında yaldızlı kalın bir çerçeve
içinde asılı duran bu Mahmudiye fesli adam gibi o da sesini çıkarmamaya,
zamanın ve saatlerin değişimine tabi olmaya ve başkalarının elleri kendini
nereye bırakırsa orada kalmaya mahkum değil miydi? Naim Efendi, kendi evi
üzerindeki hakimiyetinin ne kadar sarsıldığını, ne kadar hiçe indiğini en
ziyade bugün ve bu saatte hissetti ve kendi konağı içinde kendi çocukları
arasında varlığını o kadar yabancı buldu. Gönlü öyle derin bir gurbet
acısıyle doldu ki az kalsın, gözlerinden yaşlar boşanacaktı.

Servet Bey, sözlerinin sonuna doğru her nasılsa, kayınpederinin halindeki
melale dikkat etti; ihtiyarı çok hırpaladığını anladı:

Mamafih, emredersiniz, hemen yarın Seniha'yı çağırtırız, dedi.

Naim Efendi, başını salladı. Seniha buraya gelmiş veya orada kalmış, neye
yarardı? Olan oldu, biten bitmedi mi?

Kasım Paşanın sefih, hayasız ve rezil oğlundan artakalmış bir Seniha'dan
burada olsun, orada olsun, artık ne hayır umulurdu. Naim Efendi, böyle
düşünmekle beraber, yine için için Seniha'nın saffetine ve masumiyetine
inanıyordu. Kendi kendine: Daha kaç yaşında; yavrucuk, daha kaç yaşında?
diyordu. Ve kendi kendine böyle söyleyerek yavaş yavaş, o da damadı gibi
Seniha'yı, bu müfsit ve müfteri muhitin bir kurbanı halinde görmeye
başlıyordu.

Nitekim Servet Beyle bu feci muhaverenin ertesi günü,akşam üzeri, Seniha,
Madam Kronski'nin refakatinde konağa döner dönmez, büyük pederi tarafından
öyle bir şefkat ve iştiyak tuğyanıyle (Özlem coşkunluğuyla) karşılandı,
saatlerce o kadar okşandı, o kadar nazlandırıldı ki, kendini adeta ilk
çocukluk devrine avdet etmiş zannetti. Esasen korulardan, denizlerden,
tepelerden ve sevişmeden avdet eden bu kızın ruhu, kabına sığmayacak kadar
taşkın ve sarhoştu. Eski, sessiz konağın içinde genç bir ceylan gibi, o
odadan bu odaya, bu odadan o odaya koşup duruyordu. Mütemadiyen şarkı
söylüyordu ve kardeşi Cemil'le çocukluklarında yaptıkları gibi sofalarda bin
türlü gürültülü oyunlar icat ediyorlar, birbirlerini kovalıyorlardı.

Naim Efendi, Seniha'nın konağa avdetinden sonra, birkaç imzasız mektup daha
almakla beraber, bu sevinçli sesler ve bu neşeli gürültüler içinde kendinden
geçmiş bir halde hiçbir şeye ehemmiyet veremiyordu. İkide bir, kızı Sekine
Hanıma diyordu ki:

Yavrum, ne iyi ettin de kızcağızı Ada'ya gönderdin. Sıhhati, neşesi yerine
geldi; eski huysuzluklarından, eski buhranlarından eser kalmadı. Onu bu halde
gördükçe ben bile yirmi yaş daha gençleşiyorum.

Sekine Hanım:

Hem de maşallah, ne kadar serpildi, toplandı, güzelleşti, diyordu.
Gitmezden evvel, bilekleri ipincecik, benzi sapsarıydı ve gözlerinde fer
kalmamıştı. Şimdi, bakıyorum, yanakları adeta pençe pençe pembeleşti,
gözlerine can geldi.

Naim Efendi:

Bir şeye daha memnun oluyorum; diyordu. Dikkat ediyor musun bilmem.
Eskisi gibi olur olmaz kimselerle de düşüp kalkmıyor. O Nuriye Hanımlar, o
Belkıs Hanımlar, Cemil'in o münasebetsiz arkadaşları, etrafından çekilir
gibi oldular.

Servet Beyin haremi pederine mekşuf olmayan birçok hakikatlere vakıfmış
gibi esrarengiz bir tavırla başını sallayarak ilave ediyordu:

Evet, evet. Ben de en ziyade buna seviniyorum. Doğrusu, kızın huyunu bozan
bütün bu münasebetsiz kimselerdi. İlle o iki kız kardeşler yok mu? Ne sinsi,
ne içlerinden iğnelidirler, bilmez misiniz? Sonra Belkıs, mebusun karısı
Belkıs Hanım... Nişantaşı'nda kiminle görüştüysem, bana, Seniha'nın bu
kadınla düşüp kalkmasına hayret ettiğini söyledi. Meğer yapmadığı yokmuş.
Diyorlar ki nerede ise büyük bir rezaletle kocasından boşanacakmış. Evine
girip, çıktığı saatler bile belli değilmiş. Adamcağız ağzını açıp bir şey
söyleyecek olsa: 'A, ne yapayım, ruhumu besliyorum. İnsan yalnız vücuduyla
yaşamaz ya!' diyormuş.

Naim Efendi:

Şu Faik çapkınının da bir ayağını kesebilsek! diyordu.

Zira, Faik Bey hemen her gün konakta gibiydi ve o gelir gelmez, ihtiyar
adamın rengi değişiyor, gönlüne endişe düşüyordu. Bütün aldığı imzasız
mektuplardaki cümleler, onun karşısında birer birer hatırına geliyordu. Kaç
defa genç adam yanına girdiği vakitte selamını almamak, merdivende veya
sofada tesadüf eder etmez başını çevirmek, hiçbir zaman hatırını sormamak,
ara sıra yüzüne huşunet ve istihkar (Kabalık ve hoşgörü) ile bakmak suretiyle
istiskal (Kovarcasına davranmak, kovumsama) kelimesinin tazammun ettiği
(İçerdiği) her şeyi yaptı; fakat, Kasım Paşanın oğlu aldırmıyor, anlamıyordu.

Dışarıda uşaklara, içeride hizmetçilere evin efendisi gibi muamele ediyor;
Servet Beyle laubali bir arkadaşı tavrıyle konuşuyor ve Naim Efendinin elini
adeta zorla tutup sıkıyor; Bonjur, efendim, nasılsınız bakayım? İyisiniz,
iyisiniz, maşallah! diyor, sonra Sekine Hanımın bazı safiyane hareketleriyle
alay ederek, geçip bir koltuğa kuruluyor, ayaklarını kah birbiri üstüne
atıyor, kah yarı yatmış gibi odanın ortasına kadar uzatıyor, bazen yüksek bir
şeyin üzerine kaldırıp koyuyordu. Daima geveze, daima şakacı, kahkahalı ve
şuhtu. Ekseriya, ağzında bir sürü yalanlar ve martavallarla gelirdi. Babıali
caddesinden, Doğruyol'a aksetmiş birçok siyasi şayiaların, şehrin hayatına
dair birçok dedikoduların kaynağı ve kavşağı sanki oydu. İkide bir gayet
laubali bir tarzda; zamanın vükelasından bahsederdi; mesela bazen:

Geçen akşam kulüpte, Cavit'le hayli konuştum, derdi. Azizim, başımızda
bu kadar ağır bir harbiye bütçesi bulundukça maliyemizi ıslah etmenin
ihtimali yoktur, diyor. Hakkında ne söylenirse söylensin, Allah için zeki
çocuk...

Bazen de kendini devrin mühim şahsiyetlerinden biri şeklinde göstermek
için:

Yakında, mühim bir misyon'la beni Londra'ya gönderecekler sanırım, fakat
henüz düşünüyorum, derdi.

Bütün bu sözler, Naim Efendinin gayz ve nefret nedir bilmeyen kalbine bir
zehir gibi damlardı. Ömründe hiç kimse ve hiçbir şey ona bu çocuk kadar
tiksinme vermedi. Bazen konağın içinde avazı çıktığı kadar: Ya o, ya ben!
diye haykıracağı gelirdi. Seniha'yı adeta hırçın bir ihtiyar koca gibi ondan
kıskanmaya başladı. İkisini bir arada yalnız bilince ne rahatı, ne huzuru
kalıyordu; içine müthiş bir vesvese giriyor ve tecessüsü ateşten bir gömlek
gibi bütün vücudunu sarıyordu.

Fakat, ne çare ki tecessüsü tatmin eden yolların hiçbirini bilmiyordu. Ayak
uçlarına basarak kapalı odalara doğru yürümenin; gözü veyahut kulağı anahtar
deliklerine yerleştirmenin; gerilerden gizlene gizlene insan takip etmenin
usullerine zerre kadar vukufu yoktu. Zevcesi zamanından beri kendi hizmetinde
bulunan, kısmen Seniha'ya dadılık etmiş yaşlı ve emektar bir kadını iki
gencin peşinde casusluğa sevk etmek istedi; fakat, bir türlü söylemeye dili
varmadı. Bu yaşa kadar bu sınıf kimselerle, görecekleri hizmete dair
sözlerden başka bir kelime konuşmaya alışmamıştı.

Bununla beraber, bir taraftan hakikate de vakıf olmak istemiyor, hakikatten
korkuyor, ölünceye kadar şüphe ve tereddüt içinde kalmayı, Seniha'ya dair
fena bir şey öğrenmeye bin kere tercih ediyordu. Nitekim günün birinde,
kahyası Ragıp Efendi, gayet kederli ve esrarlı bir tavırla yanına girip:

Efendim, müsaadenizle size gayet mühim bir şey arzedeceğim, der demez,
zavallı ihtiyar, bunu mutlaka Seniha'ya dair bir mesele sanarak, adeta
kalbinin durduğunu hissetti ve muhatabı daha ağzını açmaya vakit bulmadan:

Kuzum Ragıp Efendi, bu meseleyi kapa. Ne bilmek, ne işitmek isterim; dedi.

Halbuki Ragıp Efendi ona, sadece kendi işlerinden bahsetmeye geliyordu.
Naim Efendinin Vefa hanındaki marhun hissesi, birkaç zamandan beri
tehlikedeydi. Esasen bu rehin muamelesi bey'ibilvefa (Satıcı bedeli geri
verince müşterinin de satılan malı geri vermesi) usulüyle yapılmış olduğu
için, bir seneden beri parasını bekleyen alacaklı, Ragıp Efendiyi ikide bir,
intikal muamelesini kati surette yaptıracağını haber vererek tehdit ediyordu.
Naim Efendinin kahyasınca bu hissesinin elden gitmesi, büyük ziyandı:

Ne yapıp yapmalı, buna bir çare bulmalı, diyordu. Zira, hanın istikbali
büyüktür. Seneden seneye icarı artıyor. Günün birinde, Cenabı Hak müsaade
eder de bir de tamir olunursa, yalnız sizin hisseniz beş aileyi müreffehen
geçindirecek parayı getirir.

Naim Efendi, meselenin Seniha'ya ait bir şey olmadığını hisseder etmez
geniş bir nefes aldı ve güya Ragıp Efendi, ona bir müjde getiriyormuş gibi
beşuş (Gülen, şen) bir çehreyle:

O halde ne yapmalı? Sizin fkriniz nedir? dedi.

Ragıp Efendi, kırçıl ve dik kaşlarını çattı; bir müddet düşündü, sonra
yavaş ve matemli bir sesle şöyle bir tasavvurdan bahsetti:

Efendim, acizlerin fikrine kalırsa, yalıyı bu han için feda edivermeli!
Esasen yalıdan hiçbir istifadeniz yoktur. Bu sene fevkalade olarak mevsimi
yüz liraya kiraya verdik; fakat her sene ele aynı fırsat düşmez. Bahusus ki
Kanlıca'ya rağbet gittikçe azalmaktadır. Tarabya'da, Büyükdere veyahut
Yeniköy'de olsaydı anlardım. Fakat bundan sonra Kanlıca'da koca bir yalının
içinde kim gider oturur?

Naim Efendi:

O halde, dedi, bu kadar işe yaramayan mülkü kim satın alır ve kaça alır?
Acaba bunu satarak tedarik edeceğimiz para ile borcumuzu kapatabilir miyiz?
Ragıp Efendi:

Siz orasını bana bırakınız, dedi; yalnız, esasta mutabık kalalım, bu
bendenize kafıdir.

Naim Efendi yalıyı satmaya karar veremiyordu. Çünkü, oraya ruhi bir
irtibatı vardı, gençliğinin en hoş demleri bu yalıda geçmişti; ihtiyarlığının
en sakin ve en rahat günlerini yine bu yalıya medyundu. Karşıdan görünüşünü;
arka tarafındaki bahçesini; geniş ve aydınlık odalarını, denize doğru uzanan
şehnişini daha birçok teferruatını adeta ulvi bir muhabbetle seviyordu. Vefa
hanını görmemişti bile. Üçte bir hissesinin bu donuk 'renkli, kirli binanın
hangi tarafına isabet ettiğini de bilmiyordu. Esasen bu müşterek
temellükün (Mülk edinme,sahip olma) manası, onun beyninde öteden beri müphem,
mecazi bir mefhum mahiyetindedir.

Bilmem neden, yalıyı satmaya bir türlü razı olamıyorum, dedi.
Mütaleatınız (Düşünceleriniz) doğru olabilir; fakat, bence acayip bir his
meselesidir. Çemberlitaş'taki arsanın getireceği para ile hiç olmazsa bir
müddet daha oyalamak kabil değil mi?

Ragıp Efendi, kızgın bir sükun içinde dinliyordu. Bütün emektar hizmetkarlar
gibi, onda da efendisine karşı mütehakkimane bir tavır vardı:

Bu, hisse müteallik (İlişkin) bir şey değil, efendim, dedi. Bu, bir
hesap ve menfaat meselesi. Vakıa arsanın muamelesi bitmek üzeredir. Fakat,
oradan alacağımız paranın nereye gideceğini biliyor musunuz? Bütün Beyoğlu
esnafları bu arsanın satılacağı günü bekliyor. Hem, rica ederim, bendenize bu
arsadan bahsetmeyiniz. Zira, içim kan ağlıyor, takrir günü yanınızda bile
bulunamayacağım. Bilir misiniz, bugün bin iki yüz liraya sattığım bu yer biraz
dişimizi sıksaydık, elektirikli tramvay işletmeye başlar başlamaz bize ne
getirecektir?

Naim Efendi, mütevekkilane bir eda ile omuzlarını silkti ve: Ne yapalım,
kader böyleymiş! der gibi boynunu büktü. O, yumuşadıkça Ragıp Efendi
sertleşiyordu:

Affınızı rica ederim, size acı bir söz söyleyeceğim: Bu gidişle pek yakın
bir zamanda, yalnız Kanlıca'daki yalıyı değil, fakat bu konağı... Evet, bu
konağı da satmaya mecbur olacaksınız.

Naim Efendi tepeden tırnağa kadar ürperdi, minderin üzerinde çok oturmaktan
dizleri uyuşmuş gibi, elleriyle bacaklarını oğuşturmaya başladı. Mahzun
mahzun:

Şuracıkta ne kadar ömrüm kaldı? dedi.

Ve dolgun gözlerle camın arkasından dışarıdaki aydınlığa baktı. İki ihtiyar
uzun bir müddet sükuta daldılar. Sonra Naim Efendi ta bağrından gelen bir
sesle, yavaş yavaş:

Ne yazık ki bu zamanları da gördük, dedi; hiçbir tat ve bereket kalmadı.
Nefes almak bile güçleşti, kabahat bizde mi?

Ragıp Efendi, gittikçe merhametsiz oluyordu:

Vallahi efendim, zamanın da pek o kadar kabahati yok, hiç şüphesiz,
kabahat bizde, dedi; başımız sıkıya geldikçe zaman zaman, diyoruz. Fakat o
zamane evlatlarına birer meram anlatmak kabilken...

Naim Efendinin kahyası, sözünü ikmal etmedi, lakin Seniha ile Cemil'in
büyük babası, muhatabının bu yarım cümlesindeki maksadı kafi derecede
hissetti. Ne garip! Han, yalı, arsa meseleleri bile dönüp dolaşıp bu iki
çocuğa dair bir bahis haline giriyordu. Lakin, Naim Efendi, zamandan şikayet
ederken hiç onları düşünmemiş, büsbütün başka şeyler kastetmişti.

Onun için zaman, bütün müesses şeyleri temellerinden sarsan inkılap
rüzgarıydı; onun için zaman, kalplerdeki ihtilaç (Çırpınma, çarpıntı) ve
yüzlerdeki endişeydi; herkes, arkasından mütemadiyen itildiğini hissediyor;
fakat, ne iteni, ne de gittiği yeri biliyordu. Onun için zaman, mazinin
bereketini, azametini, ismet ve nezahetini (Namus ve temizliğini) yapmış
bütün unsurları birer birer çiğneyen gizli ve obur canavardı. Halbuki, zaman,
bir taraftan da Cemil ve Seniha'ydı, devrin bütün ihtilaçları, bütün
hummaları herkesten ziyade onlardaydı. Mazinin bereketini, azametini, ismet
ve nezahetini çiğneyen obur canavar, Seniha gibi, Cemil gibi erkekli dişili
binlerce, yüz binlerce mevcuttan müteşekkil bir şeydi.

Naim Efendi; ara sıra: Zavallı çocuklar, biz yine epeyce gün gördük, fakat
onlar hiç göremeyecekler! derdi; kendi kendine böyle söyleyerek, onlara
kızacağı yerde, acırdı.

Bir gece Cemil; konağa fena halde sarhoş geldi. Yürümek şöyle dursun, ayak
üstünde durmaya mecali yoktu. Dışarıdan bir uşak koluna girmiş, adeta
sürükleyerek bin bela alt katın mermer sofasında, bir kanepe üstüne
oturtabilmişti. Cemil, bağırmakla hırlamak ve homurdanmak arasında birtakım
sesler çıkarıyor ve muttasıl kusuyordu. Üst kattan bu gürültüyü işiten Naim
Efendi, -zira o, geç vakitlere kadar uyumazdı- yavaş yavaş merdivenlerden
indi, torununa yaklaştı ve işi anlar anlamaz, yanında duran uşağa gayet sakin
ve tabii bir tavırla bir leğen ve ibrik getirmesini söyledi. Cemil bir
taraftan inliyor, bir taraftan Fransızca şarkılar söylüyor, birtakım isimler
söylüyor ve tekrar kusmaya başlıyordu. Arada bir:

Dokunmayın bana, dokunmayın bana!.. diyor, kendisine uzanan kolları,
başını tutmak isteyen elleri itiyordu. Naim Efendi; buna rağmen çocuğun
başını leğene doğru eğdi. Bir iyi su ile yıkadı; sonra kuruladı ve uşak
ayaklarından, kendisi kollarından tutarak yavaş yavaş yukarıya çıkardılar.
Naim Efendi mütemadiyen:

Sus, sus yavrum... Herkesi uyandıracaksın, ayıp değil mi? diyordu.

Soluk soluğa yatağına yatırdılar. Büyükbaba, o gece torunu uyanıncaya kadar
bekledi. İkide bir, mendilini kolonya suyu ile ıslatıyor ve çocuğun alnına
koyuyordu. Onda, bu gibi işlere çoktan alışmış mahir bir hastabakıcı hali
vardı. Halbuki şimdiye kadar ne bir hastaya bakmış, ne de bir sarhoşa bu
kadar yaklaşmıştı. İşte o gece, ilk defa olarak bu çocuk, ona bir şeyin
kurbanı gibi göründü; kendi kendine soruyordu:

Acaba bir derdi mi var? Acaba birini mi seviyor? Kim bilir, kim bilir!
Zaman o kadar acayip, zamane kadınları o kadar fena ki!..

:::::::::::::::::::

VIII

Asıl dertli olan, asıl birini seven Hakkı Celis'ti. Henüz bu yaşta, zavallı
çocuk gönül çekmek nedir bir büyük adam gibi biliyor ve bir büyük adam gibi
yarasının acısını, kimseye sır vermeyerek taşıyor. Benzine bir tatlı solukluk,
gözlerine bir derin bakış ve başına acayip bir dalgınlık geldi. Ne mektepteki
derslerine bakıyor, ne de evindeki kitaplarını okuyabiliyordu. Büyükannesi
Selma Hanımefendi, ikide bir sert ve kalın sesiyle evin içinde:

Bu çocuğa bir hal oldu; bu çocuk avareleşti!.. diye haykırıyordu.

Hakkı Celis gittikçe herkesten uzaklaşmak istiyordu. Tıpkı o hayvanlar
gibiydi ki, hastalandıkları zaman hemcinslerinden kaçarlar ve ölmezden pek çok
evvel ortadan kaybolurlar. Hakkı Celis, hatta Seniha'nın meclisini bile
aramıyordu. Eskiden her şeye rağmen, onun yanında bulunmak, onun sesini
işitmek, etrafındaki havayı teneffüs etmek genç adam için bir büyük
ihtiyaçtı. Fakat şimdi Seniha'yı görünce adeta kaçıyordu. Zira sevdiği
Seniha değildi. Bu Seniha, onu korkutuyor, utandırıyor, acı, derin bir
ümitsizliğe düşürüyordu. Bunu görünce öbürü için taşıdığı hasret yüz kat daha
artıyor, tahammülfersa (Dayanılmaz) bir hale giriyor, bağrı onulmaz bir
yerinden yaralanıyordu. Yoksa, Seniha büyük halasının oğluna karşı, bahusus
son zamanlarda, hiç olmadığı kadar nazik ve müşfikti. Ona her tesadüfünde,
bir büyük hemşire tavrıyla serzenişler ediyor, Seni bırakmam vallahi! diyor
ve bazen gittiği yerlere bile onu sürükleyip götürmek istiyordu. Ne
sözlerinde, ne bakışlarında, ne hareketlerinde o eski zalimliğinden, o eski
huysuzluğundan eser kalmamıştı. Daima sakin, mütebessim bir hali vardı.

Fakat, için için bir gizli endişeyle meşgul ve dalgın gözüküyordu ve işte
asıl bu halidir ki Hakkı Celis nazarında Seniha'yı yabancılaştırıyordu.

Tavırlarının her biri ayrı ayrı sahteydi. Hakkı Celis, dünkü hırçın kızın
şimdiki sükunu altında kaynayan ihtiras alemini, bu yapma tebessümlerin
gizlediği yüz ekşitmelerini ve okşamaların ancak zaptedebildiği tırnakları
içgüdü (İlk metinlerde insiyaki bir tarzda.Yalınlaştırırken bir sözcük
düşmüş olmalı. Doğrusu içgüdüsel olarak ) fakat şayanı hayret bir
vuzuh (Şaşılacak bir açıklık) ve isabetle seziyor, görüyordu. Kendi kendine;
Ne kadar riyakar olmuş; Yarabbim! Ne kadar riyakar olmuş! diyordu. Her gün
ve herkes önünde taşımak lüzumunu hissettiği bu maskenin arkasındaki yüz,
kim bilir, ne iğrenç bir şeydir! Ve genç adamın saf, taze kalbinde ilk defa
olarak, muhabbetin balına nefretin zehri karışıyordu. Hakkı Celis, iyilikle
güzelliğin birbirine ne kadar zıt olduğunu bu sefer Seniha'dan anladı ve sevda
denilen şey, ona mütemadi bir ihtilaç gibi göründü. Şiirdeki aşkla
hayattaki aşk ne kadar birbirine benzemiyormuş.

Şimdi, Hakkı Celis, Nuriye Hanımla Neyyire Hanım kendisine, şiirden
bahsettikleri zaman bu iki kızı, hayat ve his işlerinde fevkalade görgüsüz
ve yavan buluyordu. İçinde edebi coşkunluk namına hiçbir şey kalmamıştı.
Sanki kinle kararmış sevdanın ateşi, ruhunun bütün tatlı usarelerini
kurutmuştu.

Fakat, ne gariptir ki, Hakkı Celis'in zıddına olarak, Seniha'nın içinde
yeni bir hislilik uyanıyordu. Yeşil gözlü kız, beş altı aydan beri adım adım
dolaştığı kapalı bahçede, hayalata dalmayı, her düşen çiçeğe yaşlı gözlerle
bakmayı ve karanlıklarda sesler dinlemeyi çok seviyordu. Güya, birtakım hissi
ve hayali tavırlarla sevdanın hudutlarını açmaya, genişletmeye çalışıyordu.
Faik Beye manidar yadigarlar veriyordu ve ondan şairane hediyeler bekliyordu.
Birkaç zamandan beri genç adamın cepleri bir gözbağcının torbaları gibi
manaları ve kıymetleri yalnız ikisi arasında malum bir sürü acayip ufak
tefeklerle doludur. Fındık cesametinde (Küçüklüğünde) küçücük bir altın kutu,
üstü işlemeli, mini mini ipekli bir kese, hiyeroglif işaretlerle oymalı bir
madalyon, sapı fildişinden küçük parmak uzunluğunda bir hançer, Faik Beyin
Seniha'yı sevmeye başladığı günden beri daima üzerinde taşımaya mecbur olduğu
büyülü eşyadandı; bunların her biri Seniha'nın vücudundan esrarlı bir şey
saklamaktadır. Faik Beyin kolunda bir de kızıl renkli bir bilezik vardı, bunu
Seniha kendi saçlarından ördü.

Faik Bey, vakıa, bütün bunları canı gibi başkalarından saklı tutardı; fakat
fırsat düştükçe ve lüzum hissettikçe herhangi bir dosta, adi bir bahaneyle
bunlardan bir tanesini göstermekten çekinmezdi. Zira, bu şeylerin sihri,
ancak başkalarının gözü değdikten sonradır ki; hükmünü icraya başlıyor ve
alemin nazarında Faik Beyi bir kahraman gibi gösteriyordu. Bununla beraber,
o da Seniha'ya başka şeyler verdi.

Ezcümle, üzerinde boydan boya kendi eliyle birtakım tarihler, sözler,
mısralar yazılmış ipekten bir beyaz kuşak ki, genç kız bunu, birkaç aydan
beri belinde, eti üstünde sımsıkı bağlanmış taşıyor. Bazı coşkum demlerinde
genç adama derdi ki:

Bu kuşak, senin kollarındır; beni, daima, gece gündüz ilk defa sardığın
gibi sarıyorsun.

Bazen hiç lizzumu yokken ona sayfalarca mektuplar yazıyordu. Bunların çoğu,
edebiyat kitaplarında aşk üslubuna numune olacak kadar şairane, selis
(düzgün, akıcı) ve güzeldiler. Seniha bu mektuplarında, ekseriya, Fransa'nın
aşk şairlerinden birçok uzun istinsahlar (Kopya etme,buradaalıntı anlamında)
da yapıyor, kendi coşkunluğunu ancak onlar vasıtasıyle ve onların haliyle
anlatabiliyordu. Hiçbir kap onun ruhuna göre değildi; her sözü dar ve az
buluyordu.

Faik Beyle yan yana yürüdükleri yolun her merhalesinde: Daha ileriye, daha
ileriye! diye haykırmak istiyordu. Lakin, Faik Bey, daha ileriye gitmenin
lüzumuna kani değildi. Bahusus, Seniha ile münasebetlerinin şairane tarafını
hiç sevmiyordu; genç kızın coşkunluklarını vahşi ve zarafete aykırı buluyordu.
Bazı kimselere hayattaki manevra, gülünç ve kaba görünür; taşkın hareketler,
ağlamalar, haykırmalar, bir ideale doğru soluk soluğa koşmalar bu kimseler
için ya cinnet, ya avanaklıktır. Faik Bey de bunlardan biriydi. Bu genç adam,
kendi hayatının ne kadar düzme, kendi ruhunun ne kadar iğreti olduğunu hiç
düşünmeyerek Seniha'yı fena halde suni buluyordu. Vakıa gönlüne, gittikçe
daha geniş bir ufuk arayan bu genç kız, gayesine varmak için her vasıtadan
fayda umuyordu.

Tavır ve hareketlerine heyecanlı bir üslup, sesine ve bakışlarına hissi bir
ahenk verebilmek için her gün, her saat şekilden şekle giriyor, adeta kendi
kendini bir bezin üzerindeki resim gibi silip yapıyor, yapıp siliyordu;
Seniha, öteden beri giyinişinde olsun, yaşayışında olsun, herkese benzemekten
korkardı. Şimdi de herkes gibi sevişmeden korkuyordu. İstiyordu ki, Faik'le
münasebetlerine bir harikuladelik gelsin; büyük bir macera, şiddetli bir
rüzgar gibi onları alıp, hiç kimsenin yetişemeyeceği kadar uzak bir yere
sürüklesin, atsın. Seniha bazen de, esrarlı hadiseler ihtiyacını hissederdi
ve ortada hiç yoktan birtakım vakalar icat ederdi. Mesela, on beş gün Faik
Beye hiç görünmezdi. O, konağa geldiği zaman, kendisini yok dedirtirdi, üst
üste mektuplar alıp, cevap vermezdi ve günün birinde genç adamla buluştukları
zaman, ona gaybubetini birtakım acayip sebeplerle izah ederdi. Randevularında
saatlerce bekletmek mutadıydı. Vakıa Faik Bey, intizar esnasında fazla
heyecana düşmezdi, ne de fazla can sıkıntısı hissederdi. Nitekim, Seniha, onu
bir gün buluştukları evin arka odalarından birinde, yarı beline kadar
pencereden dışarıya sarkmış bir komşu Rum kızıyla şakalaşırken gördü, diğer
bir defasında, fesi başında, bastonu elinde gelir gelmez veya gitmek
üzereyken, bir kanepenin üstünde uyumuş buldu.

Seniha, Faik Beyle münasebetlerine dramatik bir şekil vermek için, kah
ihanet, kah lakaydiyi gösteren bir nevi hadiselerden azami istifadeyi bilirdi.

Müthiş bir tehevvürle (Kızgınlıkla) genç adamın üzerine atılmalar yüzükoyun
yere yatıp saatlerce hüngür hüngür ağlamalar veyahut bazı yeni piyeslerin
sonlarında olduğu gibi sesi ve gözleri dolgun, birkaç hazin söz söyleyerek
çekilip gitmeleri, başlıca muvaffak olduğu rollerdendi.

Mamafıh bu rollerin hiçbiri Faik Beyi heyecana düşürmezdi. Seniha'yı daima
bir küçük çocuk gibi avutmasını bilirdi. Bunun için ne fazla söze, ne fazla
harekete lüzum vardı; Faik Beyin pişman bir aşık tavrı takınması en feci
kavgaların derhal tatlıya bağlanmasına kafıydi. Genç adam, Seniha ile beraber
iki ve hatta üç kadının bir arada idaresini o kadar müşkül bulmuyordu; onun
belini büken şey; asıl kumardı. Bu rakip kabul etmeyen iptila yüzünden
aşıkane hayatında çekmediği sıkıntı, girmediği üzüntü kalmıyordu; zira bu
sahada çıkan hadiselerde daima mağlup düşen, perişan ve zelil olan
(Aşağılanan, alçalan) kendisiydi. Bunun içindir ki, Seniha'nın en ziyade
korktuğu rakip, Faik Beyi, Faik Beyin üzerindeki nüfuzunu o kadar hiçe
indiren bu kaba ve adi iptiladır. Kalbindeki sevginin hala nasıl ve neden
devam ettiğine şaşıyordu. Bugüne ait en küçük teferruat bile genç kızın
dimağında bir çivi gibi saplanmış duruyor.

Dört günlük bir ayrılıktan sonra bir sabah erkenden konağa gelmişti. Henüz
herkes uykudaydı. Saat ona doğru, Seniha'ya kahvaltısını getiren hizmetçi,
onun sekizden beri Cemil'in odasında olduğunu söyleyince, hayrete düştü.
Çarçabuk yatağından çıktı, yarım yamalak giyindi ve biraderinin odasına gitti.
Cemil, bir koltuğun içine gömülmüş ve ayaklarını bir sandalyenin üstüne
uzatmış, düşünceli ve öfkeli bir tavırla sigara içiyor ve Faik Bey, o güne
kadar kendisinde görülmemiş bir heyecanla odanın içinde bir aşağı bir yukarı
dolaşıyordu. Saçları karmakarışık, yüzü sapsarıydı, yanaklarını üç günlük bir
sakal, toz renginde bir kir tabakası gibi örtüyordu. Seniha:
Ne var? Ne oldu? demek isteyen gözlerle bir bunun, bir de kardeşinin yüzüne
baktı.

İkisi de bir şey söylemiyordu. Faik Bey, genç kızla hatta selamlaşmadı bile.
Odanın ortasında, dimdik durdu kaldı. Cemil, dudaklarının ucuyla hemşiresine
bir Sus! işareti yaptı; sonra o da ayağa kalkıp dolaşmaya başladı.
Seniha'nın şaşkınlığı korkulu bir endişeye inkılap etti (Dönüştü) ve o da
ayakta durmaya mecali kalmamış gibi, biraderinin yatağı kenarına ilişti.
Hatırına bir anda birçok vahim ihtimaller geldi. Fakat hiçbirini sormaya
cesaret edemedi, yalnız alışık bir nazarla Faik Beyin gözlerinin içine baktı.
O zaman genç adam, yarı sahte, yarı samimi bir facia tavrıyla:

Ah, tasavvur edemezsiniz, ne felaket! dedi.

Seniha, dudaklarının ucu ile aynı işareti yapıyor mu diye tekrar
biraderinin yüzüne baktı; o, şimdi arkasını çevirmiş, pencereden dışarıya
bakıyordu. Genç kız sobası yarı sönmüş odada ürperdiğini hissetti.

Rica ederim, söyleyiniz, merakımdan çatlayacağım, dedi. Faik Bey,
gözlerini yere indirdi, ellerini birbirine kilitledi, mahzun bir sesle
söylemeye başladı:

Görülmemiş, işitilmemiş bir şanssızlık!.. Bir gecede tam üç yüz lira
kaybettim. Oyunda hiç bu kadar müthiş ziyana uğradığımı bilmiyorum. Bir akşam
evvel beş yüz liraya yakın kazanıyordum. Bunun üzerine kesmek lazımken...
Kör şeytan!.. Beni her şeyde berbat eden iradesizliğimdir; sonuna kadar
kapılır, giderim.

Cemil, birdenbire başını çevirdi:

Canım, neyse olan oldu; şimdi bu parayı nasıl ödeyeceksin? Onu düşünelim,
dedi.

Cemil'in bu sözü üzerine, odayı, bir mecliste kırılan bir potu müteakip
hasıl olan sükuta benzer, ağır ve soğuk bir sükut kapladı. İşte bu sükut
içindedir ki, Seniha, kalbindeki sevginin sendelediğini hissetti. Evvela Faik
Beyi, Cemil'in bu, Nasıl ödeyeceksin? sözünü karşı protesto edecek, kızacak
veyahut hiç değilse utanıp susacak zannetti. Lakin Faik Bey, asıl bu sözle
mükalemenin ucunu bulmuş gibi, yarı hüzünlü, yarı müstehzi bir tebessümle
gülerek, İngilizce:

İşte asıl mesele bu! dedi.

Sonra yarı Fransızca, yarı Türkçe şöyle devam etti:

Kabil değil, babamdan isteyemem; zaten istesem de veremez. Bazı
dostlarımızdan ödünç istemek ise pek ağrıma gidiyor... Asla; neyim var, neyim
yok hepsini mezada götürür satarım, daha iyi! Allah belasını versin,
borçlandığım adamlar, bari tanıdığım kimseler olsaydı, neyse!.. Biraz
bekleyebilirlerdi, biraz laf anlatmak mümkündü. Fakat, bunlara karşı ne
diyebilirim? Mutlaka yarına kadar ödemeli, veyahut...

Sustu, evvela Seniha'ya, sonra Cemil'e baktı:

Veyahut, dedi elini gözle görülmez bir silah sıkıyor gibi şakağına
götürdü; bundan başka yapacak şey kalmaz...

Genç adamın bu hareketi ve bu sözü, Seniha'yı heyecanlandıracak yerde,
kızdırdı:

Mübalağa etmeyiniz, rica ederim, Faik Bey! dedi. Elbette bir kolayını
bulursunuz.

Ve bunları söylerken Faik Beyin boynundaki yakalığın kirden dalga dalga
olduğunu gördü; hayalinde o kadar büyüttüğü bu adam, meğer ne zibidi bir
şeydi! Onu daha ziyade görmek, dinlemek istemedi, arkasını döndü, çıktı gitti.

Fakat akşama doğru Cemil, Seniha'ya ondan uzun bir mektup getirdi. Altlı
üstlü yazılmış sekiz büyük sayfa teşkil eden bu mektupta genç adam,
sevgilisinden muavenet (yardım) talep edıyordu ve aksi takdirde o gece
mutlaka kendisini öldüreceğini söylüyordü. Seniha bu mektubu okuduktan sonra,
hayretle kardeşinin yüzüne baktı:

Ben ne yapabilirim? dedi.

Büyükbabamdan isteyemez misin?

Büyükbabamdan üç yüz elli lira ne diye isteyebilirim, sen deli misin?..

O halde yapacak bir şey var; elmaslarını verirsin, rehine koyarız!

Seniha, dolabını açtı, içinden bir çekmece çıkardı, çekmecenin içinden
birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Cemil'e uzattı:

Bunlar bir şeye yarar mı, bilmem... dedi.

Ve hayatında ilk defa olarak ağır, ciddi düşündü, kaldı. Hayat bir an
içinde, ona, en çıplak ve en kaba haliyle görünmüştü. Bu dünyada her şey ne
bayağı, ne beyhude, ne kirliydi!.. Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir
efsane, asalet ve zarafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı.

En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir
uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil
kağıdı, en zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık
bir borç kafıydi. Giyinmiş, kuşanmış, terbiyeli, haysiyetli şahısların
altında hiç değişmeyen ezeli mahluk, saçı, sakalı, dişleri ve tırnakları
uzamış her zamandan ziyade gürbüz ve kurnaz sırıtıyordu. Yapmacık ve
göreneğin, biraz da tesadüfün eseri türlü türlü kalıplar içinde giden, gelen,
düşünen, tahlil eden, seven ve sevilen hep o, daima oydu.

Seniha ilk defa olarak, o gün Faik Beyin muhabbeti yoluna kendi vücudundan
ve kendi namusundan yaptığı fedakarlığa acıdı. Bir yaz gecesi orada, birkaç
kahkaha ile, birkaç buse arasında farkına varamayarak işlediği hatanın
vahametini, genişliğini, derinliğini ancak o gün anladı, ne yapmıştı? Bugün
merhamete avuç açmaya gelmiş şu tıraşı uzun, yakalığı kirden dalga dalga
dilenciye, bundan sekiz ay evvel ihsan ettiği şeye, demek üç buçuk mahfaza
içinde biraderine uzattığı şu taşlardan daha mı az kıymetliydi? Halbuki, Faik
Bey bu taşlara malik olmak için daha ziyade yalvarmış, daha ziyade
ağlamıştı!.. Nasıl ve hangi sihirle bu adam, ona bundan sekiz ay evvel,
kendisine kurban verilmek ihtiyacı hissedilen bir ilah gibi göründüydü; nasıl
ve hangi sihirli el değmemiş, körpe etini içi hiç titremeden onun önüne
atmıştı?

Seniha, kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan
evvelki alaycı, havai, şuh ve işveli haline avdet etti. Cemil'in dostlarından
Macit Beyle küçük bir macerası oldu. Pangaltı'daki İtalyan ahbaplarına sık sık
gitmeye başladı; orada bir genç adamdan dans dersi aldığını söylüyordu.
Yeniden Nuriye, Neyyire ve Belkıs Hanımlar her gün için konağa doldular.
Seniha'daki bu ani değişiklik pek ziyade meraklarını uyandırıyordu. Belkıs
Hanımın gözlerinde kendisine bakarken: Zavallı! Nihayet bırakıldı mı? Oh
olsun! diyen bir nazar vardı; Nuriye ve Neyyire ağzını aramak için yavaş
yavaş Faik Beyin aleyhinde bulunuyorlardı. Seniha bu zandan kurtulmak için
elinden geleni yaptı, birbirini takip eden flörtlerine pervasiz bir aleniyet
verdi. Gizli kalan taraflarını da kendisi anlatmaya başladı. Bir gün Belkıs
Hanıma dedi ki:

Şu Macit Beyi de gören, aklı başında bir adam zanneder. Hayatımda bu kadar
ahmak birini daha görmedim. Biliyorsun ya, iki seneden beri peşimde dolaşır,
yalvarır, yakarırdı. Kaç defa tersledim, yine uslanmadı. Son günlerde
birdenbire bu inadı hoşuma gidiverdi. Epeyce mülayim davranmaya başladım;
anlamadı: 'Gel; hazırım!' diye işaret ettim, yine anlamadı. Daima aynı eda,
aynı nezaketle bana yalvarmakta devam ediyordu. Geçen hafta tesadüfen, nasıl
oldu; bilmiyorum, siz gelmeden evvel miydi, siz geldikten sonra mı, bu odada
baş başa yalnız kaldık. Gözlerinin içine bakıyor ve gülüyordum. O, benden
korkuyor gibiydi; elimi dizlerinin üstüne bıraktım, yavaş sesle: 'Beni artık
sevmiyor musunuz?' dedim; tir tir titremeye başlamasın mı?

Diğer bir gün de Nuriye'ye dedi ki:

Doğrusu, şu Frenk erkeklerinin nezaketine, zarafetine gittikçe daha ziyade
hayran kalıyorum. Sana söyledim mi, bilmem? Birkaç zamandır haftada üç defa
Astori'lerin evinde bir genç İtalyan'dan dans dersi alıyorum. Görmelisin,
bana nasıl kur yapıyor. Sanki her hareketi aşıkane bir 'jest'tir. Sözlerinde
o kadar tabii bir heyecan, bakışlarında o kadar okşayıcı bir ateş var ki,
doğrudan doğruya insanın ruhuna giriyor ve ne tabiilik, ne sadelik, ne
kolaylık!.. İnsanın: 'Ellerinde bile ne ince bir zeka var!' diyeceği
geliyor. Kendimi güç zaptediyorum.

Seniha, boş zamanlarında Hakkı Celis'i yakalıyor ve onunla bir kedinin bir
fareyle oynayışı gibi oynuyordu. Zavallı çocuk bir an geldi ki, adeta yeniden
ümide düşer gibi oldu. Geceleri odasına kapanıp, yeniden Seniha'nın gözleri
için, Seniha'nın dudakları için, Seniha'nın saçları için şiirler yazmaya
başladı.

Faik Bey de herkes gibi Seniha'nın değiştiğini görüyordu. Kaç zamandan beri,
Taksim'deki evleri bomboş kaldı. Bir gün Seniha'yı beşinci defa olarak
beyhude yere orada beklediği esnada, kalbinin o ana kadar tanımadığı bir
hisle sarsıldığını duydu. Bu his, biraz öfkeye, biraz da ye'se benziyordu.
Zaten o meşum hadiseden beri, Seniha'nın nazarında yaralanan vakarı hiç
durmaksızın kanıyor ve bütün vücudunu zehirliyordu. Bir gün ona dedi ki:

Ne oldu? Niçin? Hayatında artık fazla mıyım? Yemin ederim, bundan: sonra
istediğin gibi olacağım, kaç zamandır, nasıl yaşadığımı bilmiyorum. Her gün
yeni bir zulüm icat ediyorsun! Söyle, bu cezaya müstahak olmak için ne
yaptım?

Faik Beyin sesi böyle söylerken titriyordu. Bu genç adam, ömründe bu kadar
samimi olmadı. Fakat, Seniha, onun bu sualine cevap vermiyordu; zira,
kendisine ne yaptığını, bu cezaya neden layık olduğunu o da, lazım gelen
vuzuhla (Açıklıkla) bilmiyordu. Yalnız gülüyor;

Ne var? Değişen ne var? Ne yapıyorum? diyordu.

Aralarındaki sevgi, bir kördüğüm haline girdi, nafile yere bunu çözmeye
uğraşıyorlardı. Seniha, kendi kendine: Beni kafi derecede sevmedi, onun
için! diyordu. Faik Bey: Para istediğim günkü halimi gördü ve soğudu! diye
düşünüyordu. Bittabii, hakikate en yakın olan da buydu. Fakat bu da zahiri ve
arızi (Görünürdeki yapmacık ve geçici) sebeplerden biriydi. Hakikatte, eren
aşk, büsbütün had (Hastalıklı, azgın) bir devreye girmek için bunların
kalbinde buhranlı bir hadise geçiriyordu. Nitekim Faik Bey, Seniha'ya:

Seni her gün daha ziyade seviyorum; seni hiçbir zaman bu kadar şiddetle
sevmedim, dediği zaman, ne kendini ne de sevgilisini aldatmış oluyordu. İlk
defa olarak bir kadın, onu kıskandırıyor, ilk defa olarak bir kadın, onun
haysiyetiyle, gururuyla oynuyordu. Bir an geldi ki, Faik Beyin sevgisi,
fazla tahammür etmiş (Mayalanmış) şaraplar gibi kalbinden isyan halinde taştı
ve Seniha'ya müthiş bir kin bağladı. Tekdire, tehdide başladı.

O kadar huysuz, o kadar haşin oldu ki, Seniha, eski havai ve şuh genci
artık tanımıyordu. Gittikçe kabalaşıyor, tavrına bir külhanbeyi bıçkınlığı
geliyordu. Seniha, ona diyordu ki:

Senden korkuyorum; senden iğreniyorum. Ne kadar fena gözlerin var!

Ve genç adam, dişlerini sıkarak acı acı gülüyordu. Bir gün ona, Madam
Kronski'nin refakatinde sokakta rastgeldi, gözlerinin akı kıpkırmızıydı,
nefesi ispirto kokuyordu. İhtiyar kadına ancak selam verdi ve müthiş bir
tavırla Seniha'nın önüne dikilerek:

Şimdi benimle beraber geleceksin! Şimdi benimle beraber, şimdi!.. dedi.
Madam Kronski Türkçe anlamamakla beraber, vaziyeti derhal hissetti. Genç kız:

Nasıl olur? Yanımdakini nasıl savabilirim; rica ederim , başka bir gün,
rica ederim, yarın, yarın... diyordu.

Lakin Faik Bey laf anlamıyordu:

Söyle ona, eve dönsün; bugün, şimdi, mutlaka, mutlaka!.. diye adeta
haykırıyordu.

O kadar ki, Madam Kronski söze karışmak lüzumunu duydu. İkisi birden güç
bela genç adamı teskin edebildiler.

Bu hadise üzerine Madam Kronski bir uykudan uyanır gibi oldu. Konağa
döndükleri zaman; Seniha'ya dedi ki:

Çocuğum, akıbet işi bu dereceye kadar mı getirdiniz?

Genç kız önüne baktı, cevap vermedi. İhtiyar kadın sordu:

O halde, niçin evlenmiyorsunuz?

Bu sual üzerine Seniha, derhal başını kaldırdı:

Faik'le evlenmek mi? Asla! dedi.

Seniha, bir aşığı koca yapacak kadar adi değildi. Aşağı yukarı bir seneden
beri devam eden bu münasebet esnasında, ne onun, ne bunun hatırına bir dakika
evlenme fikri gelmemişti. Zira; Faik Bey, daima zengin bir dul hülyasını
besliyor ve Seniha, kendisine geniş ve muhteşem ufku açacak adamı bekliyordu.
Madam Kronski, yine sordu:

Demek ki birbirinizi kafı derecede sevmiyorsunuz, o halde bu kadar
skandala ne lüzum vardı?..

Seniha:

O beni deli gibi seviyor, dedi; biraz düşündü; ben de onu... Ah,
bilmezsiniz nasıl; bilmezsiniz ne kadar seviyorum, dedi ve ağlamaya başladı.

:::::::::::::::::::

IX

İşte, bu hadisenin ve bu itirafın ferdası günüydü ki, Madam Kronski, gayet
resmi ve ciddi bir tavırla Servet Beyin odasına girdi. Servet Bey henüz tıraş
olmuş; yüzü pudralı, aynanın önünde yakalığını takmakla meşguldü. Karısı
eğilmiş, gardrobun sürmesine birtakım beyaz çamaşırlar yerleştiriyordu. Madam
Kronski sordu:

Vaktiniz müsait mi? Biraz görüşebilir miyim?

Servet Bey; onu birkaç aydan beri biriken aylıklarını istemeye geliyor
sandı ve fuzuli bir nezaketle kadına yer gösterdi. İhtiyar Lehli, yutkunuyor,
bir türlü, söze başlayamıyordu. Naim Efendinin damadı, içinden: Canına
yandığım Avrupalılar, ne kadar naziktirler; bak, alacağını bile ne güçlükle
istiyor! dedi. Madam Kronski, oturduğu yerden bir Servet Beyin, bir de
Sekine Hanımın yüzüne baktı:

Size Seniha'dan bahsetmeye geliyorum; dedi, biliyorsunuz ki, bir seneden
beri Seniha ile Faik Bey sevişiyorlar.

Servet Beyle karısı hayretle birbirlerinin yüzüne baktılar. Seniha'nın
babası:

Hayır, hayır, yemin ederim ki ilk defa işitiyoruz, bize pek yeni bir şeyden
bahsediyorsunuz, madam... dedi.

Madam Kronski bu itiraza inanmak istemedi; bunu, kızına yakından nezaret
edememiş olmak mesuliyetinden kurtulmak isteyen bir babanın kendine ve
başkalarına karşı bulduğu bir mazeret gibi telakki etti:

Nasıl olur? Buna ihtimal veremiyorum; dedi, bu, göze çarpmayacak kadar
gizli kapaklı bir şey değildi ki... Herkes biliyor ve herkes görüyordu.
Doğrusu, şimdiye kadar size haber vermek lüzumunu hissetmeyişimin sebebi de,
bu münasebetteki vuzuh ve sarahattir. Bununla beraber, şunu da itiraf
etmeliyim ki, ben de düne kadar işin derecesini tayinden acizdim. Aralarındaki
rabıtanın ne kadar sıkı olduğunu bilemiyordum.

Madam Kronski, bu mukaddemeden sonra, gayet samimi bir hasbıhal sesiyle,
bir senelik macerayı baştan nihayete kadar hikaye etti. Pek iyi Fransızca
anlamayan Sekine hanım, ikide bir zevcine sokulup, Ne söyledi? Nasıl olmuş?
Ne söyledi? diye soruyordu; zavallı kadının tombuI vücudu, heyecandan tir
tir titriyor ve alnında iri iri ter taneleri peydah oluyordu. Servet Bey,
hikayeyi sonuna kadar kemali metanetle (Soğukkanlılıkla) dinledi. Sonra, iki
ellerini pantolonun ceplerine soktu ve omuzlarını kaldırarak dedi ki:

Pekala, öyleyse evlensinler; bundan basit ne olabilir!

Madam Kronski acı bir tebessümle güldü:

Meselenin düğümü işte burada: Evlenmek istemiyorlar, dedi.

Servet Bey kulaklarına inanamıyordu; bir karısının, bir Madam Kronski'nin
yüzüne baktı; birkaç defa üst üste şu cümleyi tekrar etti:

Sevişiyorlar; evlenmek istemiyorlar!.. Sevişiyorlar; evlenmek
istemiyorlar!..

Sekine Hanım, ağlamaya başladı. İki hiçkırık arasında bir kere:

Bari babam duymasa... Aman o duymasın, mutlaka bir yerine iner, diyordu.

Servet Bey, karışık işleri, müşkülatlı anları, hele heyecanlı, facialı
şeyleri hiç sevmezdi: Ruhu vücudundan daha tembeldi. Onun içindir ki, ne
vakit başı sıkıya gelse, etrafındakilerden imdat istemek, başkalarının gayret
ve muavenetine sığınmak, huyunun en şayanı dikkat hususiyetlerinden biriydi.
Bir zorluk önünde yalnız başına kaldığı vakit, fazla düşünmekten, fazla
sıkılmaktan kurtulmak için, daima çarelerin ilk hatıra gelenine, tedbirlerin
en basitine, en acelesine müracaat ederdi; yani hiçbir şeyi halletmez, fakat
başından savardı. Bunun içindir ki, karısı Sekine Hanım: Aman, babam
duymasın! diye ağlamaya başlar başlamaz, adeta öfkelendi:

Amma da yaptınız, hanım! dedi. Bu işi babandan nasıl saklayabiliriz?
Bugünkü günde ailenin reisidir, meseleyi halletmek bizden ziyade ona düşer.

Ve o akşam Naim Efendi, her şeye vakıf oldu. Bu ihtiyar adam, hayatında üç
facialı an biliyordu; bunlardan biri, annesinin, diğeri karısının öldüğü
gündü, üçüncüsü de, çoktan beri öğrenmekten korktuğu bu müthiş hakikate erdiği
gün oldu. Vakıa ne fazla bir teessür, ne de fazla bir keder gösterdi. Fakat,
kendi tabiri üzere, dünya başına yıkılmış zannetti. Kızı Sekine Hanıma dedi
ki:

Allah canımı alsaydı da, bugünü görmeseydim; bu felaketi işitmeseydim!..

İşte, teessürünü yalnız bu sözle gösterdi. Bunu müteakip, derin bir sükuna
daldı ve o gece, sabaha kadar neler çektiğini kimseler bilmedi. Fakat,
sabahleyin kızı odasına girdiği vakit, onu on sene daha ihtiyarlamış buldu.
Hala nasıl nefes alıyor, nasıl konuşuyor, nasıl kımıldayabiliyor, şaşılırdı.
Gözlerinde bir damla fer kalmamıştı; boynu bir küçük çocuk bileği kadar ince
ve narindi. Öyle ki, bu incecik boynun üstünde, başını güç bela tutabiliyor
gibiydi. Yanaklarının ve göz çanaklarının harikulade çukurları da başını
tamamıyle bir iskelet kafasına çevirmişti. Oturduğu yerde iki kattı. Kızı
yanına gelir gelmez doğruldu. Elleri kansızlıktan ve zayıflıktan adeta
şeffaftı. Sekine Hanım:

Hasta mısınız? dedi.

Hayır, hamdolsun bir şeyim yok. Hatta biraz sonra dışarıya çıkmayı
düşünüyorum.

Bu halde nereye gideceksiniz?

Bugün mutlaka Kasım Paşayı görmeliyim, mutlaka.

Gerçi, damadı Servet Bey, meseleyi doğrudan doğruya Faik Beye açmak ve
annesi vasıtasıyle Seniha'nın fıkrini yoklamak taraftarıydı. Fakat Naim
Efendi bir türlü kendinde bu cesareti bulamadı. Esasen bu kadar mühim bir
aile davasının, bu kadar nazik bir namus ve haysiyet meselesinin kendi
kendilerini idareden aciz iki çocuğun konuşmalarıyle halledilebileceğine
ihtimal veremiyordu. Onlara ne sorabilirsiniz? Ne söyleyebilirsiniz? Bu iş
temizlenmeden yüz yüze nasıl gelebiliriz? diyordu; bu, kendisi için bir
büyük düşüklük ve onlar için bir acıklı utanç olmaz mı? Bütün gece düşünüp
taşındıktan sonra, nihayet en iyi tedbiri Faik Beyin babası Kasım Paşaya
gitmekte bulmuştu. Vakıa kendisi, kızın tarafından olmak dolayısıyle bunda
da nefsine ağır gelen pek çok şeyler buluyordu. Esasen, Kasım Paşaya ne
hürmeti, ne de muhabbeti vardı; bu adam öteden beri kabalığı, kibir ve
nahvetiyle (Gurur) tanınmış kimselerdendi.

Naim Efendi, o gün öğleden sonra bir arabanın içinde Faik Beyin babasının
evine doğru yol alırken, idama giden bir mahkum gibi kendini manen bitmiş,
boşalmış hissediyordu; kendi kendine, Yarab! Ne olur, şimdi bir kazaya
uğrasam da, mahvolup gitsem! diyordu.

İşte Naim Efendi, Kasım Paşanın önüne böyle bir bozgun ruhuyle çıktı. İkisi
de çok zamandan beri birbirlerini görmemişlerdi. Sabık sefir:

Vay efendim buyursunlar, buyursunlar, sizi böyle hangi rüzgar attı?
diyordu.

Naim Efendi:

Fena bir rüzgar, çok fena bir rüzgar! dedi. Kasım Paşa gülüyor:

Fena rüzgar? Katiyen, katiyen!.. Benim için hayli zamandır bundan daha iyi
bir rüzgar esmedi, diyordu.

Halbuki ihtiyar kurt, bu beklenilmeyen ziyaretin sebebini için için derhal
keşfetmişti. Zira, herkes gibi Kasım Paşa da öteden beri kendi oğluyla Naim
Efendinin torunu arasında geçen şeylere vakıftı; hatta birkaç kere Faik'e
yarı ciddi yarı alay tarzıyle demişti ki:

Oğlum, gözünü aç; çocukluğun lüzumu yok; bir kaza çıkarırsın, pişman
olursun! Üzerinde beş paralık kalır. Sende yok, onda yok, sonra ne
yaparsınız?

Bunun içindir ki, ona Naim Efendinin geldiğini haber verdikleri zaman kendi
kendine: Hah! İşte korktuğum başıma geldi; mutlak bizim mahdum beyin desti
izdivacını talep edecek! demişti. Kasım Paşa, çok rint ve hoşgü (Kalendar ve
tatlı dilli) geçinir bir adamdı. Bütün terbiye, ahlak eksikliklerini
birtakım babayani tavırlarla örtmeye çalışır, en fena şeyleri hoş görür ve
iyilere karşı birden kıvrılırdı. Hiç sevmediği kimselerden biri de Naim
Efendiydi; zira, bu vekarlı, dürüst ve kibar adam, onun taban tabana zıddı
bir şahsiyetti. Bununla beraber, ikisi de gayet dostça selamlaştılar. Kasım
Paşa, ikide bir:

Vallahi efendim, müşerref olduk, müşerref olduk, ne iyi ettiniz de teşrif
buyurdunuz... tarzında basmakalıp birtakım lakırdılar söylüyordu. Naim
Efendi ise, bir türlü söze nereden başlayacağını bilmiyordu. Kasım Paşa ile
yüz yüze gelir gelmez, dün geceden beri hazırladığı cümlelerin hepsi birer
birer hatırından çıkmıştı. Konuşma uzun bir müddet, havai ve umumi mevzular
üzerinde dolaştı. Kasım Paşanın birçok siyasi kinleri vardı. Devrin ricaline
ağız dolusu sövüyordu:

Başımı alıp gideceğim; diyordu. Burası oturulur yer değil; birtakım
eşkıya elinde kaldık. Trablusgarp hadisesine ne dersiniz?

Naim Efendi, az daha: Hangi Trablusgarp? diyecekti. Zihni, mütemadiyen
sözünün ilk cümlesine vereceği şekilde meşguldü, kendi kendine; Nereden
başlamalı? Nasıl söylemeli? Rabbim, metanet ver! diyordu ve tam ağzını
açacağı sırada, Faik Beyin babası bir ikinci bahse atlıyordu.

Naim Efendi dinlemiyordu, durmadan ellerini oğuşturuyordu. Kasım Paşa işin
farkındaydı. Fakat, ihtiyarı üzmekte, şaşırtmakta, bekletmekte garip bir
zevk duyuyordu. Yalnız zevk duymak değil, bunu, aynı zamanda gayet akıllıca
ve tedbirlice bir hareket telakki ediyordu; zira, Naim Efendiye söz fırsatı
verir vermez aralarında ne kadar tatsız bir bahis açılacağına zerre kadar
şüphe yoktu.

Mamafih, Naim Efendi akıbet bu fırsatı zorla yakalamak lüzumunu duydu ve
Kasım Paşayı lakırdısı ortasında durdurarak:

Kerem ediniz, sözünüzü kesiyorum ama, zararı yok, kerem ediniz; dedi.
Zatıalilerine bazı mühim maruzatta bulunmaya gelmiştim..

Kasım Paşa suratını astı:

Buyurunuz, emrediniz efendim, dedi.

Bunun üzerine Naim Efendi, ikide bir teessürden boğulan bir sesle söylemeye
başladı. Evvela Faik'in iki üç seneden beri hemen her gün konakta olduğunu, bu
müddet zarfında hiçbir gün namus ve terbiyesinden şüphelendirecek bir hareketi
görülmediğini, herkesin itimat ve teveccühünü kazanmış bir genç gibi
tanındığını anlattı.

Kendisine karşı hissettiğimiz itimadın derecesini şuradan anlayınız ki,
dedi; Faik Bey istediği gibi ve istediği saat doğrudan doğruya Seniha'nın
odasına girer; saatlerce yalnız kaldıkları olur! Hiçbirimizin hatırına hiçbir
dakika ne yaptıklarını ne konuştuklarını anlamak, görmek fikri gelmezdi.
Vakta ki, geçen sene Ada'ya gittiler. Birçok dedikodular oldu, hiçbirine
inanmadık... Hele Servet Bey, adeta isyan etti. Bu hususta zerre kadar şüpheye
düşenlere karşı düşman kesildi. Hatta bendenizle bile...-

Naim Efendi, ağır ağır, ne oldu, ne geçti, en küçük teferruatına kadar
birer birer hikaye etti; söyledikçe açılıyordu. Zira, kaç zamandır bağrında
kapalı kalmış dertlerini bu suretle dökmüş oluyordu. Lakin, hikayesinin bir
gün evvel işittiği kısmına gelince, yavaş yavaş ifadesindeki bu duruluğu
kaybetmeye başladı ve bahusus, her şeyi söyleyip bitirdikten sonra, ne vakit
ki Kasım Paşadan bu namus davasının hallini rica etmek lazım geldi, zavallı
ihtiyarın çenesi, elleri ve sesi titremeye başladı:

İşte efendim, meseleyi, duru-diraz (Uzun uzadıya) zatıalilerine izah ettim,
artık verilecek hükmü vicdanınızdan ve asalet ve necabetinizden beklerim,
dedi.

Lakin Kasım Paşa, gayet soğuk bir nezaketle şu cevabı veriyordu:

Estağfurullah, estağfurullah efendim!.. Fakat bu işin bendenize ciheti
aidiyeti, dolayısıyledir. Asıl hükmü ve kararı verecek olan, Faik'tir. Bir
defa kendisine sormalıyız.

Naim Efendi, ümitsiz bir tavırla:

Nafile; ona sormayınız efendim, dedi; zannedersem istinkaf
ediyormuş.(Çekiniyormuş, uzak duruyormuş)

Kasım Paşa, alafranga kesilmiş kırçıl sakalının gür taraflarını birkaç
saniye parmaklarıyle taradıktan sonra, düşünceli ve hakim:

Hakkı da var a; dedi. Henüz ne olacağı belirsiz serveti yok, mesleği yok
bir genç. Kaç zamandır sefaretlerin birinde bir üçüncü katiplik istiyor. Onu
bile vermiyorlar. Halbuki -kendi oğlum olduğu için söylemiyorum- bugünkü
günde, haydi haydi bir müsteşarlığı bile idare edebilir. Küçükten beri
yanımda dolaşmadığı yer, görmediği merasim, tanımadığı insan, öğrenmediği
lisan kalmadı. Hariciye memurları içinde acaba ona benzer kaç kişi var? Öteye
beriye tayin edilenleri görüyoruz; işitiyoruz. Ekserisi doğru dürüst
Fransızca konuşmasını dahi bilmiyor. Halbuki Faik, bir Fransızdan farklı
konuşmaz. Sonra, Fransızca hitabeti harikuladedir. Neyse, mesele burada değil,
ne diyorduk efendim?.. Evet, henüz bir meslek sahibi olmadan, aile teşkiline
kalkışmak da karı akıl (Akıl karı) değildir. Vakıa, havai bir genç gibi
görünür ama, için için pek tedbirli, pek hesabidir. Mamafıh, yine siz
bilirsiniz. Çağırınız, söyleyiniz. O da sizin evladınızdır. Benim elimden
gelen şey tarafeynin (Tarafların, iki tarafın) saadetini temenniden ibarettir.
Ne olsun, ne de olmasın derim...

Naim Efendi, akşama doğru, Kasım Paşanın evinden çıktığı zaman, ne
yapacağını tamamıyle şaşırmış bir adamdı. Artık hiçbir şey hakkında hiçbir
fikri yoktu. Arabasının penceresinden, geçtiği yerlere bakarken, kendini
yabancı bir şehrin sokaklarında kaybolmuş, nereye gideceğini, kime
başvuracağını bilmeyen bir garip sandı, gözleri bomboştu; bütün gördüğü
şeyler, ev, araba, hayvan, insan, telgraf direkleri, kaldırım taşları, hepsi
aynı şekilde; aynı cinste, aynı mahiyette, aynı manada birtakım eşya gibi
görünüyordu ve etrafındaki gürültüden korkuyordu. İlk defa sokakta geç kalmış
bir küçük çocuk gibiydi. Vakıa bir çocuktan farkı neydi?.. Her ikisi de kafı
derecede koşmaktan, kaçmaktan, en kısa ve en emin yolu bularak yerine
varmaktan acizdir.

Naim Efendi, konağa vasıl olur olmaz, dünden beri ilk defa olarak bir geniş
nefes aldı. Hele çocuklarından hiçbirine tesadüf etmeksizin odasına girip
kapanmayı büyük bir saadet telakki etti. Burası, hayatta onun yegane
sığınağıydı. Asrın tepkileri onu ite ite evvela şehirden konağın içine, sonra
konağın içinden bu odaya sürükleyip tıkmıştır. Buradan ötesi, biliyordu ki,
artık yoktur ve sevince yakın bir hisle biliyordu ki, buranın ötesi, ahret
denilen sessiz ve ilahi alemin ilk merhalesidir. Nitekim, pek neşeli
zamanlarında, hoşlandığı bazı kimselerle konuşurken derdi ki:

Bu oda, Azrail'in intizar salonudur.

Naim Efendi o gece yemeğe inmedi; erkenden yatağına girdi. Bütün vücudu
titriyordu;,üstünü örten ihtiyar kalfa:

A, efendiciğim, bu yaz gününde bu kadar üşümek neden? Mutlaka keyfinizi
bozdunuz; diyordu.

Naim Efendi cevap vermiyor, yalnız örtünmek istiyordu.

Ertesi gün, öğleye doğru odasına gelen kızı Sekine Hanım, onu yatakta, bu
kat kat örtüler altında kaybolmuş buldu. Ancak sesi işitilebiliyor, ancak
başı görünüyordu. Bu haliyle şimdiden maverai (Öteki dünyaya ait, dünya dışı)
bir mahluka dönmüştü. Kızını başı ucunda görünce, evvela bir yengecin bir
dalganın içinden kıskaçlarını uzatışı gibi kollarını yorganlarından dışarıya
çıkardı; sonra iki yanlarında dirseklerine dayanarak yarı beline kadar meydana
çıktı, doğruldu ve kızına dedi ki:

Geçti, geçti; öyle bir terledim ki hiçbir şeyim kalmadı. Arkama hırkamı
verir misin?

Bunu müteakip yavaş yavaş, kesik kesik Kasım Paşaya müracaatını, onun
cevabını, nasıl ümitsiz bir halde avdet ettiğini anlattı. Kendi sözlerini ve
Kasım Paşanın cevabını tekrar ederken, sanki hala dünkü mubahasedeymiş gibi
çenesi ve elleri titriyordu. Sekine Hanım:

Vazgeçtim anlatmayınız, vazgeçtim, çok sinirleniyorsunuz. Bırakınız,
anlatmayınız, diyordu.

Zira, babasını hiçbir vakit bu kadar müteessir görmemişti. İhtiyar adam,
uzun ve hazin bir nazarla kızının yüzüne baktı ve dedi ki:

Şimdi ne yapacağız yavrum? Şimdi ne yapacağız?

Tam bu sırada, odanın kapısı vuruldu.

Dışardan Seniha'nın sesi:

Girebilir miyim, büyükbaba? diyordu.

Naim Efendinin heyecandan dili tutulmuştu. Hele genç kızın kendilerine
doğru yaklaştığını hisseder etmez tepeden tırnağa kadar dondu, kaldı. Seniha
da telaşlı ve heyecanlıydı. Fakat, her vakitki gibi görünmeye çalışıyordu;
geldi, yatağın ayak ucunda karyolanın demirine dayandı, durdu. Bir müddet,
hiçbir şey söylemeksizin büyük babasının yüzüne, sonra annesine, daha sonra
odanın içinde birtakım gayrı muayyen noktalara baktı ve nihayet heyecanını
güçlükle zaptedebilen bir sesle:

Anne, dedi. Bizi biraz yalnız bırakır mısın?

Naim Efendi, o kadar çekindiği kati ve mukadder saatin geldiğini hissetti.
Kabahatli bir çocuk gibi başını önüne eğdi. Nasıl? Her şeyi bizzat onunla
münakaşa etmek kudretini kendinde bulabilecek miydi? Kendi kendisine, Biraz
mütehakkim ve amir olmalı? diyordu.

Seniha:

Büyükbaba, dedi; dün Faik Beyin babasına gitmişsiniz, öyle mi?

İhtiyar adam, başıyle iki defa evet işareti yaptı.

Büyükbaba! Dün Kasım Paşaya, Faik Bey beni alsın diye yalvarmak için
gittiniz değil mi?

Naim Efendinin başı bu sefer anlaşılmaz bir hareketle kımıldadı.

Rica ederim, bana açıkça söyleyiniz, bu çirkin ve acayip hareketi yapmaya
neden lüzum gördünüz?

Sesini çıkarmadı, önüne baktı. Seniha devam etti:

Zira, bu hareketiniz için çirkin ve acayip sıfatlarından başka kelime
bulamıyorum; vakıa bundan daha adi, daha zelil ne olabilir?.. Bu, sizce belki
böyle değildir, her şeyde olduğu gibi bu meselede de belki siz başka türlü
düşünüyorsunuz, ben başka türlü düşünüyorum. Fakat rica ederim; durup dururken
ne hakla, ne selahiyetle benim ismimi, benim haysiyetimi, hiç haberim
olmaksızın, yalnız kendi kendinize makul bulduğunuz bir zaruret veya bir
sebep için yerden yere sürüklemek zahmetine katlandınız?

İhtiyar adam, eğile eğile iki kat olmuştu; genç kızın gözleri artık onu
görmüyordu:

Ne Faik Bey beni almak için babasının emrine, ne ben Faik Beye varmak için
sizin arzunuza tabiyiz. Ben yirmi yaşıma giriyorum. O otuzuna yaklaşıyor;
birbirimizi sizin bizi tanıyışınızdan daha iyi tanıyoruz ve sevişiyoruz.

Naim Efendi titredi.

Evet, evet, sevişiyoruz. Bugün istesem ben ona varırım; bugün istesem o
beni alır; dünya bir araya gelse, kimseler bizi ayıramaz. Fakat, ne çare ki
istemiyoruz. Zira, evlenme hakkındaki fikirlerimiz sizinkilere hiç benzemiyor.
Bizim için evlenme bir kalp meselesi değildir. Ne de bir uzvi (Uzuvla ilgili,
organik, burada cinsel,bedensel anlamında) zarurettir. Ben ve o, bu işi bir
hesap ve akıl meselesi telakki ediyoruz; paraya müteallik (İlişkin) bir iş...

Naim Efendi, ilk defa olarak başını kaldırdı; hayretten ziyade korkuyu
ifade eden gözlerle torununun yüzüne baktı; o, ağzının ucu hafıfçe yukarıya
doğru çekilmiş, sırtı karyolanın direğine dayanmış, ayakta sözüne devam
ediyordu:

Bunun içindir ki, bir gün Faik Beyle baş başa verdik, düşündük, taşındık;
birbirimizle evlenmeyi pek fena bir iş bulduk: Onda benim arzularımı temin
edecek kadar bir servet, bende ona muhtaç olmayacak kadar bir çeyiz yoktu.
Dedik ki: 'Şimdi sevişiyoruz. Fakat, o zaman didişeceğiz; birbirimize ağır
geleceğiz; birbirimizden nefret edeceğiz!' O bilir ki benim arzularım
-hırslarım dese daha iyi olur,- hadsiz hesapsızdır; evet, hırslarım, hadsiz
hesapsızdır!..

İhtiyar adam, aklını kaybetmekten korkuyordu; Seniha hep aynı vaziyette
soğuk ve haşin söylüyordu:

Siz zannediyor musunuz ki, ben ömrümün sonuna kadar böyle bir evde
kalacağım? Böyle bir memlekette, etrafımda böyle bir halkla? Bin güçlükle
senede ancak beş on kat esvap yaptırarak, ara sıra Ada'ya misafirliğe giderek
ve pazartesi günleri aşağıda salonda birkaç manasız ve yavan davetli
bekleyerek yaşayıp gideceğim? Hayır! Büyükbaba, ben o kadar basit ruhlu bir
kız değilim! Çok okudum; çok öğrendim; çok düşündüm, çok tahlil ettim.
Biliyorum ki, hayat denilen şey, içinde doğup büyüdüğüm bu hapishanenin
dışında, gürültülü, geniş, aydınlık, acayip, hazin, neşeli, düz, yılankavi,
inişli yokuşlu, bitmez tükenmez bir sahadır. Oradan bin türlü sesler
işitiyorum; bu sesler her biri başka tarzda, bir başka lisanda bana, 'gel'
diyor. Kendimi güç zaptediyorum. Fakat, bugün değilse yarın mutlaka bu
seslerden birine doğru koşacağım. Mutlaka!..

Naim Efendi, torununun ne dediğini artık hiç anlamıyordu. Onun için bütün
bu sözlerin deli saçmalarından; rüyalardaki sayıklamalardan hiçbir farkı
yoktu. Kendi kendine: Acaba kızcağızın sıtması mı var? Olabilir a; belki
sıtması var diyordu. Birkaç defa: Yavrum, hasta mısın? diye soracak oldu.
Fakat, Seniha, sözüne bir lahza fasıla vermeksizin gittikçe artan bir ateşle
söylüyor, söylüyordu:

Herkesin kendine mahsus bir hayatı vardır. Siz zannediyorsunuz ki, herkes,
herkes gibi yaşayabilir. Annem nasıl sizin gibi bu konakta yaşayıp
ihtiyarladıysa ben de onun gibi yaşayıp ihtiyarlamaya razı olacağım. Halbuki
ben mutlaka kendi hayatımı yaşamak istiyorum. İşte bunun içindir ki, sevdiğim
bir adamı kendime hayat yoldaşı yapmaktan çekiniyorum; zira bütün hazlarımda,
zevklerimde, keder ve heyecanlarımda tamamıyle yalnız kalmak, tamamıyle
benliğimi muhafaza etmek emelindeyim. Sevilen adam, bizi çağıran seslerden
biridir; fakat hayat yoldaşı bizi o seslere doğru götüren kimsedir; bu kimse
kah önümüzden, kah arkamızdan yürür, bizi birtakım kazalardan
siyanet eder (Korur), birtakım zahmetlerden kurtarır, ettiğimiz hataları
tamire çalışır, masraflarımızı öder, tıpkı çocukluğumuzda bizimle beraber
dolaşan lalam gibi bir şey...

Naim Efendi nihayet başını kaldırdı:

Kızım, ne demek istiyorsun? Anlamıyorum, dedi.

Seniha, gözlerinde sert ve madeni bir pırıltıyla büyükbabasının yüzüne dik
dik baktı:

Size, hayat ve izdivaç hakkındaki fıkirlerimi söylüyorum; dedi; ta ki
bundan sonra habersizce tekrar benim işlerime karıştığınız zaman dünkü
kırdığınız pot gibi bir pot daha kırmayınız... Bu seferkini tashih kabil
olacak -zira, şimdi, gidip bir mektupla Kasım Paşaya izahat vereceğim, her
şeyin nasıl benden habersiz yapıldığını söyleyeceğim- fakat günün birinde
olabilir ki, düzeltilmesi kabil olamayacak bir hata daha işleyebilirsiniz;
onun için size şimdiden söylüyorum; rica ederim, benim işlerime karışmayınız.

Seniha, bu sözleri söyleyerek çıktı, gitti. Genç kız şu son sözlerini
söylediği esnada, Naim Efendiyi sürekli ve inatçı bir hıçkırık tutmuştu.
Güçlükle soluk alabiliyordu. Vaktaki kızı Sekine Hanım, tekrar yanına girdi
ve kendisinden Seniha ile aralarında geçen muhavereye dair malumat almak
istedi, biçare ihtiyarın bir kelime söylemeye gücü yetmedi.

Sekine Hanım, bir taraftan kendisini, diğer taraftan bu müz'iç hıçkırığı
teskine çalışıyor, fakat bir türlü muvaffak olamıyordu. Biraz sonra kalfa
hanım da geldi; bu hıçkırığı dindirmek için ne kadar usul varsa hepsini birer
birer Naim Efendiye tatbike başladı. Kah tavana baktırarak, kah nefes
aldırmayarak su içirdi; odanın içinde heyecanını tahrik edecek, hayretini
celbedecek şeyleri yaptı, sözler söyledi, sırtını, göğsünü oğuşturdu.
Midesinin üstüne sıcak bezler koydu. Hiçbiri, hiçbiri kar etmedi. Naim Efendi,
durmadan hıçkırıyordu. Seniha'nın annesi:

Yarabbim, bu kız size ne yaptı? Bu kız size ne yaptı? Söyleyin, o mu sebep
oldu? diyordu.

İhtiyarın gözleri gayri muayyen bir noktaya dikilmiş, yüzü kıpkırmızı
kesilmişti; ağzından bir kelime almak mümkün olamıyordu.

Sekine Hanım:

Bari bir hekim çağırtalım, bir hekim... dedi.

O zaman Naim Efendi, gözlerini kızının üstüne çevirdi; eliyle bir hayır,
istemem! işareti yaptı. Fakat, Sekine Hanım dinlemiyor:

Kabil değil, mutlaka lazım. Biz bir şey yapamıyoruz, görmüyor musunuz?
Bizim elimizden bir şey gelmiyor; diyordu.

Hasta, nihayet, razı oldu. Hekime haber gitti. Sekine Hanım, bir aralık
Seniha'nın odasına koştu; babasıyle kızı arasında vahim bir şey geçtiğini
hissediyordu, anlamak, bilmek istiyordu... Lakin Seniha'nın oda kapısı
sımsıkı kapalıydı. Sekine Hanım vurdu, seslendi; vurdu, seslendi, içeriden
bir cevap almak kabil olmadı. Müthiş bir telaşa düştü: Seniha dışafıya çıkmış
olsa kapısını açık bırakması lazım gelirdi, içerdeyse neden ses vermiyordu?
Nihayet, gürültüyü diğer bir odadan işiten Madam Kronski imdadına yetişti:

Yazı yazıyor, dokunmayınız, pek sinirlidir, dedi.

Seniha için sinirlidir denildi mi, Naim Efendi konağında akan sular
dururdu. Başta büyükbaba olmak üzere, anne, baba, kardeş, hizmetçiler bu
kelime karşısında ne yapacaklarını şaşırır kalırlardı. Onun içindir ki,
Seniha'nın, başı sıkıya geldiği zaman, siniri tutardı ve her defa bu buhran,
onda azim ve iradesinin hadden fazla bir gerilişi halinde belirirdi; günlerce
evin içinde her bir arzusunun bir çelik sesiyle amir, kuvvetli ve inatçı
çınladığı hissedilirdi.

Sekine Hanım, büyük bir perişanlık içinde babasının yanına döndü. İhtiyar
adam, hala hıçkırıyordu. Fakat bu hıçkırıklar, şimdi, daha fasılalı, daha
muntazam bir hale girmişti. Akıbet hekim geldi. Servet Beyin haremi aklı
başından gitmiş, hekimin üzerine atılıyor:

Aman doktor; kurtarınız.

Hekim bir havlu istedi, Naim Efendiye:

Dilinizi çıkarınız! dedi.

Elindeki havlu ile dilinin ucundan tuttu, kuvvetle birkaç defa kendine
doğru çekti, çekti. Sonra yanındakilere döndü:

İşte, saatte bir kere böyle yapınız! dedi.

Sekine Hanım, şimdi, odanın bir köşesinde reçetesini yazmaya giden hekime
yanaşıyor, üst üste:

Aman doktor, söyleyiniz, neden oldu? Buna sebep ne oldu? diye soruyordu.

Hekim kaygısız cevap veriyordu:

Bilir miyim ben!.. Ya mideden geliyor, ya kalpten. Zaten babanızın kalbi,
birkaç zamandan beri hiç yolunda değil.

Nihayet, hekim odadan çıkar çıkmaz hastanın hıçkırığı diner gibi oldu.
Sekine Hanım, babasının yanına koştu:

Şimdi, söyleyiniz, rica ederim; dedi. Sebep o mu, söyleyiniz. Seniha mı
sebep oldu?

İhtiyar adam bir müddet önüne baktı, düşündü, düşündü; sonra titrek sesle:

Kalbimi kırdı; kalbimi fena kırdı. Hiç ummazdım. Bu kadarına hiç ihtimal
vermezdim, dedi.

Ve gözlerinden iri, berrak iki yaş damlası yanaklarının üzerinde yavaş
yavaş gezindikten sonra, ağır ve hazin, sakalının beyaz kılları arasına
karıştı, gitti.

:::::::::::::::::::

X

Son aylar zarfında Naim Efendinin konağında epeyce mühim şeyler oldu.
Seniha'nın büyükbabası Kasım Paşayı ziyarete gittiği günden beri, Faik Bey,
artık konağa adımını atmıyor, artık ne Servet Beye, hatta ne de Cemil'e
görünüyordu. Eskisi gibi Seniha ile dışarıda, bir yerde buluşup
buluşmadıkları da malum değildi. Zira, Taksim'deki müşterek evlerini çoktan
bıraktılar. Bununla beraber, hiçbir gün, mektuplaşmadan duramıyorlar.

Seniha, çoğu vakitlerini yatakta geçiriyor. Durmadan sıhhatinden
şikayetçidir; gittikçe zayıflıyor, sararıyor. Dünyadan bezmiş bir hali var,
hiçbir şeyle avunamıyor. Hele büyükbabasıyle o günden beri bir kelime
konuşmadılar.

İhtiyar adam ağır hasta oldu. Tehlikeli günler, ümitsiz saatler geçirdi.
Böyle saatlerde bütün ev halkı Naim Efendinin etrafında toplanırdı; fakat
Seniha bir kerecik olsun, bunlar arasında görünmedi, bir kerecik olsun başını
odanın kapısından uzatıp da en ziyade kendi yüzünden can çekişen bu ihtiyara
hiç değilse gözleriyle: Nasılsın? demedi. Bununla beraber içi nedamet, azap
ve endişe ile doluydu. Kaç defa gözleri yaşlı annesine yaklaştı.

Yanına giremiyorum, dedi, çünkü, utanıyorum. Kendisine o gün
söylediklerim, kendisine o gün yaptığım hatırıma geliyor. Anne, ona bir şey
olursa mutlaka ben de yaşamam.

Nitekim hasta iyiliğe döner dönmez, Seniha, hiç bilmediği bir kurtuluş
sevinci duydu. Her gün, her dakika, kendi kendine bundan böyle iyi, uslu ve
şefkatli bir kız olmaya ahdediyordu. Hazin bir surette tatlı olan bu tövbe ve
pişmanlık yolunda Hakkı Celis, ona misli bulunmaz bir yoldaş oldu. Saatlerce
baş başa kalıyorlardı; birbirlerine, samimi bir hasbıhal edasıyle gönül
denilen şeye ve onun tecelliIerine dair bin türlü saf ve derin sözler
söylüyorlardı.

Celis, bazı akşamlar Seniha'yı yanıbaşında gözleri ve bağrı dolgun
hissettiği anlar bir dua ve bir münacaat sesiyle ona Paul Verlaine'in
Sagesse'inden parçalar okuyor, sonra James'e ve ondan Claudel'e geçiyordu.
Genç adamın ruhu, son zamanda, değişe değişe, dolaşa dolaşa epeyce yüksek
zirvelere varmıştı. Seniha'nın yanına yaklaşamadığı bütün o hicran ve hasret
demlerinde, ıstırabını, göğsü üstünde bir kedi gibi okşamanın ve kalbini
parça parça edip tekrar toplamanın sırrına erdi. Kendi varlığından sızarak
kendi varlığını kaplayan sıcak hava içinde bütün yeşil ve ham tarafları
sonbahar yemişleri gibi olgun ve pişkin bir hale girdi ve bulunduğu yerden
uçarak yükselen veya koşarak uzaklaşan bir insan gibi arkasında bıraktığı
şeyler ona naçiz, adi, küçük ve gülünç görünmeye başladı. Eskiden taptığı
şairlerin hepsi ona yavan ve basit geliyordu. Bir odanın içinde mahpus kalmış
bir kuş nasıl ki kurtulmak için başını kah aynaya, kah cama vurursa Hakkı
Celis de, geniş ve derin gördüğü şeylere karşı koşarken daima başı bir
maddeye çarpılıp yere düşüyordu. O ise gittikçe ne yeri, ne maddeyi seviyordu.
Hayatın gözle görülmez, elle tutulmaz şeffaf ve akıcı unsurları gece gündüz
fikrinin aradığı ve ruhunun beklediği şeylerdi.

Genç adam, bu maneviyatını Seniha'ya da geçirmeye çalışıyordu. İlk zamanlar
genç kız böyle bir tecrübeye müsait gibi göründü. Fakat, çok geçmedi, Hakkı
Celis'in alemi batından (Görünmeyen alem) sırrı maşukaya (Sevilenin sırrı.
Burada tasavvufi anlamda bir aşk sözkonusu) doğru uzanan elleri bir mermerden
daha sert bir et parçasına dokunmaya başladı. Seniha'da ruh çarçabuk
maddileşiyordu ve Celis, onu kendine doğru çekeceği yerde kendisinin ona
doğru gittiğini ve onun mevcudiyetinde eriyip kaybolduğunu hissediyordu. Genç
adam, daima genç kızın yanında bulunmak şartıyle, her saat buna benzemez bin
türlü manevi bozguna razıydı. Fakat ne yazık ki Seniha'nın bu tövbe ve
pişmanlık devresi çok uzun sürmedi. Bir küçük hadise her şeyi altüst etti.
Bir gün Belkıs Hanıın, etrafına kokular ve kahkahalar saçarak pürtelaş konağa
geldi; çocukça bir sevinçle Seniha'nın boynuna atıldı:

Senihacığım, Senihacığım; seninle vedaya geldim. Yarından sonra Paris'e
gidiyoruz, dedi.

Ve Seniha'ya bu haberi hazmetmeye vakit bırakmadan kocasıyle birdenbire bu
seyahate nasıl karar vermişler; nasıl hazırlanıvermişler, kendisi giyime
kuşama dair neler ısmarlamış, daha neleri eksikmiş birer birer anlatmaya
başladı:

Bize, hele bana, kahır yüzünden lütuf oldu, dedi. Biliyorsun ya,
Mebusanı kapattılar. Birkaç güne kadar zannederim Kamil Paşa sadarete
geçecekmiş. Bey 'o zaman halimiz yaman olacak!' diyor. Ortalık da o kadar
karışıkmış ki... Daha ziyade karışacakmış... İster istemez harp olacak
diyorlar. Kocam düşündü, taşındı; kapağı Avrupa'ya atmaktan başka çare
bulamadı. Hem de bana ne vakitten beri vaadi vardı, biliyorsun. Fakat o kadar
hazırlıksız ki... Düşün adamakıllı bir akşam kıyafetim bile yok. İncecik bir
seyahat mantosuyla bir 'vualet' ve bir 'tok'la yola çıkıyorum. Bey, 'orada
istediğin kadar alırsın, yaptırırsın,' diyor; tabii böyle yapmak daha iyi...

Arkadaşı anlattıkça Seniha'nın nefesi tıkanıyordu. Hasetçi değildi; fakat
Paris'e gitmek üzere olan bu kadına, şiddetle imreniyordu. Öteden beri bütün
hulyalarını, bütün arzularını çerçeveleyen emel, yegane emel bu değil miydi?
Belkıs, mebusan karısı, bayağı ve bön Belkıs, kendisinin senelerden beri
gözetlediği gayeye bir hamlede, ne kadar kolaylıkla vasıl oluvermişti? Ah,
Belkıs Hanım, ne kadar talihli ne kadar mesut bir kadınmış! Seniha, saadet
denilen şeyin mahiyetini o gün ilk defa olarak Paris'e gidiyoruz! haberini
veren bu insanın önünde hissetti. Belkıs Hanım, kendisinden daha talihli, daha
mesut olmak için acaba ne yapmıştı? Yaradılışında harikulade ne vardı? Genç
kız, gittikçe iltihaplanan bir ruh ile kendi kendine: Zengin kocası var,
zengin kocası var. Asıl mesele bunda diyordu. Niçin kendisinin de bir zengin
kocası yoktu, bundan sonra olması da acaba ihtimal haricinde miydi? Bu
ihtimal hatırına gelir gelmez genç kızın yüreği sızladı. Ve Belkıs Hanımı
daha ziyade kıskanmaya başladı. Vücudu ne kadar hamhalat, tavırları ne kadar
adi, giyinişi ne kadar kabaydı?

Belkıs Hanım gittikten sonra, Seniha, konağın ağır çatısını yavaş yavaş
başının üstüne iniyor sandı. Mevcudiyetini o derece kesif bir kasvet istila
etmişti. Vakıa, sonbaharın ıslak raşeli ve külrenginde bir öğle sonuydu.
Odanın yekpare camlarından eşyanın üzerine kirli bir aydınlık sızıyordu. Bu
aydınlığın altında, bu eşyanın sanki küflenen, dökülen bir hali vardı. Seniha
kendisinin de bu kirli aydınlığın altında bu eşya ile beraber küflendiğini
hissetti. Ayağa kalktı, alnını cama dayadı ve dışarıya baktı. Ağaçlar
soyulmuş, havuz, dökülmüş yaprak tabakaları altında görülmez olmuştu. Sonbahar
denilen mevsim ne hazin bir mevsimmiş! Bu, adeta yazın çürüyüşü, parça parça
çürüyüp dökülüşü gibi bir şeydi. Seniha demin odanın içinde hissettiği küf
kokusunun aynını, şimdi dışarıdan alıyordu. Kaç senedir, genç kız, konağın
arka bahçesinde bu setlerin ve bu havuzun üstünde mevsimlerin bu müzmin ve
yeknesak akıp gidişlerini kaç defa seyretti!

Bu yirminci sene, yirminci sonbahardı. Genç kız: Ben de, ben de bu bahçe
gibi çürüyeceğim; dedi; günün birinde farkına varmaksızın ben de ansızın
bir tabaka kuru yaprak yığını altında görülmez olacağım! Bir gün, mevsim ne
çabuk geçti der gibi gençliğim de çabuk geçti; gitti diyeceğim! Ve her şey
olup bitecek! Evet! Her şey olup bitecek, fakat bu bahçe, kim bilir daha kaç
defa dirilecek, kaç defa gençleşip pişecek, serilip serpilecek!

Seniha: Bu kuytu ve çukur bahçe, benim mezarım; dedi, bu rutubetli
topraklara, bu yıkık setlerin altına, bu yosunlu havuzun suları içine ne
arzular, ne emeller, ne hulyalar gömdüm! Bahçeden, nefretle başını çevirdi.
Ya bu oda, ya bu mobilyalar... Şimdi simsiyah görünen şu koyu fesrengi halının
üstünde küçükken kim bilir kaç defa emekledi. Tavandan sarkan şu billur
avizenin lambası kim bilir kaç defa, kaç sıkıntılı gecenin karanlığırida yarı
uykuda bir göz gibi açıldı. Genç kız öteye beriye süs diye konulmuş şeyleri,
etajerleri, aynaları, duvardaki levhaları birer birer söküp atmak, kırıp
parçalamak istiyordu. Bu evin içinde her şey ve herkes ona hiç bu akşamki
kadar sevimsiz, eski ve tahammül edilmez görünmemişti. Bu konağın çivisinden,
tahta budağından kapılarına ve damına varıncaya kadar her noktasından ayrı
ayrı nefret ediyordu.

Kalbini, hedefi muayyen olmayan bir kin, kör bir yılan gibi sarmıştı. Bu
yılan her tarafını sanki mütemadiyen sokuyor ve sanki her soktuğu yer derhal
iltihaplanıyordu. Öyle ki az zaman içinde bu iltihap bütün mevcudiyetini
sardı; konuşması bir haykırma, kımıldanışları birer kıvranış halini aldı.
Konakta kavga etmediği kimse kalmadı. Her gözde kendine karşı bir hareket
seziyor ve her sözde sinirlerini tırmalayan bir sitem buluyordu. Bir gün
biraderi Cemil, safiyetle: Faik hiç görünmüyor, acaba nerelerde? diyecek
oldu; Seniha, az kaldı çocukla dövüşecekti. Diğer bir gün babası Servet Bey,
kendisine dair bir iki fikir söylemek istedi, neredeyse üstünü başını
parçalayacaktı. Başka bir gün annesi, ağzından Maşallah, şişmanlıyorsun,
kalçaların öyle bir genişledi ki... tarzında bir söz kaçırıverdi, hemen
döndü:

Allah göstermesin, size mi benzeyeyim istiyorsunuz?dedi.

İki hizmetçi, küçük hanımın azarlamalarına tahammül edemeyerek ve ağlayarak
çıkıp gitti. Büyükbabasının etrafında her an üstüne atılmaya müheyya (Hazır)
bir yabani kedi gibi kabararak homurdanarak dolaşıyordu. Gözlerine hiç bu
kadar fena bir bakış gelmemişti. Bu gözlerin gittikçe koyulaşan rengi altında
yırtıcı kuşların bakışındaki vahşi huşunet seziliyordu.

Çok geçmedi, Seniha, bu ihtilalci, yakıcı ve kızgın halden sıyrılıp bir
başka vaziyet aldı, bir başka tavır takındı. Dalgın, sinsi ve esrarlı oldu.
Yüzünde, gizli bir niyeti, bir düşüncesi olanlara mahsus gölgeler dolaşıyordu.
Saatlerce bir köşeye çekilip avurdunu ve dudaklarını kemiriyor, gözleri
belirsiz bir noktaya dikilip kalıyor, sonra birden hatırına gayet mühim ve
acele bir iş gelmiş gibi, hemen odasına koşuyor, çabuk çabuk giyiniyor ve tek
başına, kimseye haber vermeksizin sokağa fırlıyordu. Sokakta ise, akşam geç
vakte kadar kaldığı oluyordu. Nereye gidiyor, kimden geliyor? Kimse soramıyor,
anlayamıyordu. Seniha'nın bu hali o kadar kayıtsız, o kadar rahatına düşkün
Madam Kronski'nin bile merak ve tecessüsünü celbetti; hareketlerini tahkike,
tetkike koyuldu; hatta bir defa arkasından takibe bile çıktı. Fakat, belli
başlı hiçbir şeyi anlayamadı.

Yalnız levanten dostlarından Madam Kraft'ın Pangaltı'daki evine sık sık
girip çıktığını öğrendi. Bu, geçkin ve dul bir Avusturyalı kadındı; Madam
Kronski onu, Naim Efendi konağına akrabalarından biri olarak tanıtmıştı. Pek
rint, hoş, cana yakın neşeli bir kadın olmaktan başka dikkati çekici hiçbir
hali yoktu. Evi, belki birtakım gizli kapaklı toplanışlara müsaitti; fakat
nasıl? Ne dereceye kadar? Kimlere? Bunu anlamak kabil değildi. Madam Kronski,
Madam Kraft'ın pek çok ağzını aradı; lakin işittiği şeyler merakını
fazlalaştırmaktan ziyade bir şeye yaramadı. Bu kadın mütemadiyen Seniha
bahsini kapatıyor, sözlerini birtakım havai bahisler üzerine çeviriyor ve
mesela pek yakında Trieste'ye gideceğini, aradan Viyana'ya geçeceğini
söylüyordu.

Gerçi, Naim Efendinin hemşiresi Selma Hanımefendi son zamanlarda Seniha'nın
ahvaline dair pek çok şeyler bildiğini söylüyor ve biraderine her gün
birtakim acı haberler gönderiyordu. Fakat, bu haberler o kadar acayip, o kadar
gerçeğe benzemez şeylerdi ki, hiçbirine inanmak kabil olamıyordu. Mesela
Seniha'nın bir zengin Amerikalı ile münasebette bulunduğu ve pek yakında
birlikte Amerika'ya kaçacakları söyleniyordu. Selma Hanımefendi: Bana
gözüyle görmüş birisi hikaye etti! Geçen gün Perapalas'ta bir hususi odada
başbaşa yemek yemişler diyordu; Amerikalının ismi ve şekli hakkında da
ayrıca malumat veriliyordu. Lakin bütün saffetine rağmen bu malumata karşı
Naim Efendi bile omuz kaldırıyordu. Günün birinde Selma Hanımefendi,
biraderine bizzat kendisi anlatmaya geldi. Biçare kadının geçen seneden beri
bu ilk sokağa çıkişı, hele yıllardan beri Cihangir'deki konağa bu ilk
gelişiydi. Bir öğle sonu dört tarafı kapalı tek katlı, küçük, eski biçim bir
kupa arabası içinden onun çıktığını gören bütün konak halkı tasvire sığmaz bir
hayret içinde kaldı. Hele arabacının yanında oturan redingotlu uşak yerinden
atlayıp bu büyük hadi seye uygun bir heybetle zile bastığı zaman hizmetkarlar
birbirine girdi. Selma Hanımefendi; bir şeyler emreden bir kumandan tavrıyle
her önüne çıkanın hatırını soruyor ve her adımda bir, tombul bacakları
üzerinde durarak mütecessis etrafına bakınıyordu. Arkasında çenesi kısık bir
ihtiyar kalfa ona ait eşya ile dolu bir küçük çanta taşıyordu. Bu çantanın
içinde Selma Hanımefendinin sigara takımları, terlediği zaman sırtına ve
göğsüne konulmaya mahsus tülbentler, her ihtimale karşı bir taharet mendili
ve bir tane de hasırlı gülsuyu şişesi vardı. Şehir dahilinde bir saatlik bir
ziyarete bile bir uzun sefere çıkar gibi giden bu muhteşem kadın, sokak
kapısından itibaren her merdiven basamağında bir uzun soluk alarak, sofada
kendisini istikbale çıkan Sekine Hanımla ayak üstünde bir hayli konuşarak,
bin türlü merasim, bin türlü erkan ile ancak yarım saatte ağabeyi Naim
Efendinin odasına vasıl olabildi. Evvela bir genç kız tavrıyle ihtiyar adamın
elini öptü. Sonra tekrar o tantanacı tavırlarına avdet ederek ağır bir
mindere kuruldu; çantasını yanına istedi; kalfasına:

Haydi sen git! dedi.

Sekine Hanıma:

Sen dur! emrini verdi ve birkaç dakikalık bir sükuttan sonra nihayet gür
sesini koyuverdi:

Beğendiniz mi bana yaptığınız işi! dedi. Beni akıbet yeminimi bozmaya
mecbur ettiniz; kefaretini vereceğim; günahı kalırsa boynunuza olsun! Evinize
geldim, çünkü, gelmeseydim beni hafakanlar boğacaktı. Haber haber üstüne
gönderdim. Bir cevap vermezsiniz. Yanınızda sözümün o kadar da mı hükmü
kalmadı, bilmem ki... Ayol, rezaletiniz ayyuka çıktı. İstanbul çalkalanıyor,
sizin vazifenizde değil... Ne yapmalı? Ne demeli? Sizi ikaz için...
Söyleyiniz. Ta boğazınıza kadar çamur içine batmışsınız, neredeyse
boğulacaksınız. Size haber veriyorum, haykırıyorum. Başınızı döndürüp bu
kadın da ne diyor diye bir kere bakmıyorsunuz bile. Günün birinde şıppadak
gözünüz açılacak amma, iş işten geçmiş olacak.

Müthiş, iri siyah gözlerini Sekine Hanıma çevirerek:

Yine nerede o? Nereye kaçtı? Nereye gitti? Kiminle? Söyle bakayım!

Sekine Hanım kıpkırmızı kesildi. Selma Hanımefendi:

Neye kızarıyorsun? Cevap versene. Kızın nerede? diye sordu. Bari akşama
dönecek mi? Onu da bilmiyorsunuz. Maşallah ne ana, ne baba... Ne
büyükbaba!..

Sonra yavaş yavaş, tane tane, küçük bir çocuğa nasihat veren bir insan
sesiyle, kaç aydan beri Seniha'ya dair işittiği şeyleri hikaye etmeye başladı.
Bunların bazısı en hayali masallardan farklı değildi; bazısı şeytanca
uydurulmuş iftiralara benziyordu; bazılarında ise epeyce hakikat kokusu vardı.
Fakat Selma Hanımefendi bunları öyle bir katiyet ve ciddiyetle anlatıyordu ki,
ne Naim Efendi, ne Sekine Hanım bir dakika şüpheye düşmeksizin hepsine birden
iman edercesine inandılar.

:::::::::::::::::::

XI

Acayip şey, acayip şey!.. Bu saate kadar nerede kalabilir!.. Çıkarken hiç
kimseye bir şey söylemedi mi? Odasını da mı kilitledi? Niçin?.. Her zaman
kilitler miydi?

Sus, sus. Babam duymasın. Merakından çıldırır. Mutlaka ahbaplarından
birinin evine gitmiş, bırakmamışlardır. Nerede ise bir haber gelir. Nafile bu
kadar telaşa düşmeyelim.

Servet Beyle karısı Sekine Hanım, gece, saat onda; konağın büyük sofasında,
ayakta yavaş yavaş, telaşlı telaşlı böyle konuşuyorlardı. Seniha o gün
sabahtan çıkmış ve henüz konağa avdet etmemişti. İki saatten beri şehnişinden
sokağı gözetleyen Madam Kronski, yüzünde büyük bir endişeyle konuşanların
yanına geldi:

Daha görünürde kimseler yok, merakımdan çatlayacağım, dedi. Bari
uşaklardan birini aramaya göndersek...

Bunun üzerine Servet Bey, dışarıya seğirtti. Uşaklardan birini Seniha'nın
bulunması muhtemel olan evlere, diğerini sokaklarda, dolaşmaya, köşe
başlarında beklemeye gönderdi.

Fakat, gece yarısına doğru bu adamlardan her ikisi de Seniha'ya dair ufacık
bir malumat elde etmeksizin şaşkın ve ümitsiz avdet ettiler. Bermutat o kadar
kayıtsız olan Servet Bey, yerinde duramıyordu; ikide bir sokağa fırlıyor,
gecenin sessizliğini dinliyor, uzaktan uzağa aksi duyulan ayak seslerine
kulak veriyor ve sonra: Acayip şey! diye söylenerek tekrar içeriye
giriyordu. Saat ikiye doğru Cemil geldi. Kapı çalınır çalınmaz hepsi birden
Seniha zannıyle aşağıya koşmuşlardı. Vaktaki karşılarına Cemil çıktı; Servet
Bey hiddetinden sesi kısılmış, oğlunun üzerine atıldı:

Söyle, ablan nerede? diye haykırdı.

Genç adam şaşırdı kaldı. Nihayet belki bir şey öğrenebiliriz fıkriyle
Seniha'nın oda kapısını kırmaya karar verdiler. Bu fikir evvela Cemil'e geldi
ve nitekim kilidi söken de o oldu. Servet Bey, elinde bir büyük lamba odasına
girdiler. Her şey yerli yerinde duruyor ve dikkati çekecek hiçbir şey
görünmüyordu. Cemil, hemşiresinin yatağını karıştırdı; masaların üzerine
baktı, koltukları, sandalyeleri yerlerinden oynattı. Genç adam, gecenin bu
ilerlemiş saatinde kendisine bir polis hafiyesi rolü oynamak fırsatını veren
hadiseden memnun ve eğlenmiş görünüyordu. Dedi ki:

Şimdi dolabı ve sürgüleri açalım.

Servet Bey, endişeli gözlerle, oğlunun yüzüne baktı.

Neden? Niçin?

Zira, o anda, her ikisinin de aklına aynı zan, aynı şüphe gelmişti. Cemil
eğildi, aynalı dolabın altındaki uzun sürgüyü açtı; burada Seniha'nın
ayakkabıları dururdu. Şimdi bunlardan hiçbir tanesi görünmüyordu. Genç adam
gittikçe artan bir telaşla dolabın yan taraflarındaki küçük gözleri birer
birer çekmeye başladı. Hepsi de bomboştu ve bu gözler her çekilişte Cemil'in
elinde sallanıp kalıyordu.

Madam Kronski:

Aman, mücevher çantasına bakınız! dedi.

Bu mücevher çantası aynalı dolabın iç gözünde bir rafın üstündeydi; fakat
Cemil sapından tutup da yere indirince içini açıp bakmaya bile lüzum görmedi.
Zira, çanta o kadar hafifti.

Sekine Hanım ayakta duramadı, bir koltuğa yıkıldı ve hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Servet Beyin elinde lamba titriyordu. Madam Kronski, son iki ay
zarfında, Seniha'yı pek çok defalar birtakım irili ufaklı paketlerle çıkarken
gördüğünü şimdi hatırlıyordu. Kendi kendine:

Ne budala kadınmışım ki hiçbir şey anlayamadım, dedi. Cemil, en son
çektiği boş sürgü elinde, şaşkın şaşkın odadakilerin yüzlerine bakıyordu.

O gece bir ölüyü bekler gibi Seniha'nın boş yatağı önünde, aydınlığı
gittikçe azalan lambanın etrafında sessiz ve gamlı sabahı ettiler. Servet Bey,
fena halde düşkün, yorgun ve ümitsiz görünüyordu. Sekine Hanımın ağlamaktan
gözleri şişmişti. Yalnız Cemil'le Madam Kronski ara sıra, birkaç kelime,
konuşuyorlar ve birini uyandırmaktan korkar gibi birdenbire susuyorlardı.
Madam Kronski:

Yarın her şeyi öğreneceğim; mutlaka... mutlaka... diyordu. Şimdiden
elimde birçok ipucu var. Şimdiden, kiminle gitti, nasıl oldu, yavaş yavaş
anlıyorum.

Cemil birdenbire:

Ha! dedi. Şimdi ben de hatırlıyorum. Bir gün Ferdiye Hanımın evinde
Madam Kraft'la baş başa konuşuyorlardı, kulağıma ara sıra bazı vapur ve şehir
isimleri çarpıyordu. İki defa Madam Kraft'ın 'Niçin? Ne mani var? Benimle
beraber evvela Viyana'ya kadar gelirsiniz' dediğini işittim. Seniha gözünün
ucuyla beni gösterdi -ve ona parmağıyle 'sus!' işareti yaptı idi.

Madam Kronski:

Benim de yarın ilk baş vuracağım yer Madam Kraft'tır; dedi. Bugünlerde
Trieste mi? Hah hah! O gün konuşurlarken birkaç defa Trieste dediklerini
işittim. Trieste'ye gitmek!. Ne acayip fikir!..

Servet Bey bu sözleri işitmiyor, dinlemiyor gibiydi. Gözkapakları şişmiş,
ağzının iki uçları aşağıya doğru çekilmiş, bir gecede on sene ihtiyarlamış
görünüyordu. Bu alafranga adam birkaç kere Madam Kronski'yi tersledi ve:

Şimdi babama ne söyleyeceğim? diyerek hıçkıran karısının yüzüne:

Ey sen de! diye bağırdı; o kadar kabalaşmıştı.

Sabahleyin Seniha'nın kaçışı havadisi konağın içine bir ölüm gibi yayıldı.
Bu haberi Naim Efendiden ne kadar saklamak istedilerse de, kabil olmadı. O da,
ertesi gün, akşama doğru bütün felaketi öğrendi. Fakat, bu felaketi, ekseri
asil ruhlarda müşahede olunan sakin ve sarsıntısız bir elemle karşıladı ve
kızıyle damadını teselli eden o oldu.

Bir hafta Seniha'dan ses seda çıkmadı. Fakat, yapılan tahkikattan epeyce
şey öğrenildi. Madam Kronski'ye göre Seniha'nın Madam Kraft'la beraber
Trieste'ye gittiği muhakkaktı. Zira, genç kızın ortadan kayboluşu ile, bu
kadının İstanbul'dan ayrılışı bir güne tesadüf ediyordu. Cemil, bu esrarlı
maceraya dair Faik Beyden daha vazıh şeyler öğrendi.

Kasım Paşanın oğlu hemen hemen başından beri işin içinde gibiydi. Seniha,
iki aydan beri Avrupa'ya gitmek için hazırlanıyormuş; ne kadar elmasları
varsa hepsini satmış; eline bin beş yüz liraya yakın bir para geçmiş; bu
paranın bir kısmıyle giyime süse dair birçok eşya almış, hatta bu
alışverişlerin ekserisinde Faik Bey de onunla berabermiş; genç adam Cemil'e
demiş ki:

Bütün bunlardan bahsetmeye lüzum görmediın. Zira doğrusu hepinizin haberi
var zannediyordum. Hatta kendisine kaç defa bekle beraber gidelim, dedim,
dinlemedi. Çünkü; ben de nasıl olsa on beş güne kadar gidiyorum. Haberin yok
mu? Brüksel Sefaretine birinci katip tayin edildim.

Faik Beyin, Cemil'e verdiği malumat işte kapalı bir taraf bırakmıyordu,
fakat Seniha hakikaten Madam Kraft'la beraber mi gitti? Nereye gitti? Niçin
gitti? Gittiği yerde ne kadar zaman kalacak? Ne yapacak? Bu noktalar bir
türlü aydınlanamadı.

Servet Bey Hariciye Nezareti vasıtasiyle Akdeniz'in bütün ecnebi
limanlarındaki Osmanlı Konsoloshanelerine birer haber göndertmek istiyordu.
Fakat, ne diye? Ne yapmak için? Bilemiyordu.

Naim Efendi, resmi mahafili (Makamları) bu işe karıştırmanın hiç taraftarı
değildi; hadisenin vukuundan ziyade şuyuundan (Olmasından çok yayılmasından)
korkuyordu. Hele iş matbuata düşecek diye içi titriyordu. Bekleyelim,
sabırlı ve mütevekkil olalım diyordu, bekleyelim, elbette gelir! Fakat
ihtiyarın bütün sükun ve ihtiyatına rağmen İstanbul'da Naim Efendinin
torununun kaçışından haberi olmayan kalmadı. Cihangir'deki konağa kimisi
mütecessis, kimisi şaşkın ve mahzun birçok kadın misafir geliyordu; bunların
Sekine Hanımın yüzüne bir acayip bakışları, bir Nasıl oldu? Nasıl geçti?
diyen tavırları vardı ki, insanda tırmalanmayan asap bırakmıyordu. Alem
nazarında Seniha'nın bu hareketi türlü türlü tefsirlere yolaçtı. Bazı
kimselerce bu, büyük bir rezalet, bazılarınca hazin bir felaketti: Mesela
Seniha'nın arkadaşları, başta Nuriye ve Neyyire Hanımlar olmak üzere bu
hadisenin bütün ayıp taraflarını görüyorlardı ve diyorlardı ki: Seniha,
Madam Kraft gibi bir kadının elinde, oralarda ne olacak? Mutlaka fuhşa
düşecek. Zaten son zamanlarda bir fahişeden ne farkı kalmıştı? O ne giyiniş,
o ne sürme çekiş! Nasıl gülüş, nasıl yürüyüştü!

Seniha'nın kaçışı üzerine en müthiş darbeyi yiyen kalp, Celis'in kalbi oldu.
Bu vakanın biçare çocukta hasıl ettiği şey tasvire sığmaz derecede trajikti.
O, büyük amcasının torunu çirkin bir ölümle ölmüş zannediyor ve kaç defa
sesini dinlediği, etine dokunduğu, yanında günlerce yaşadığı bu kız, ona
şimdi, bu hadisenin etrafında hasıl olan dedikoduların, zanların, iftiraların,
şayiaların dokunduğu esrar perdesi arkasında şekli daima değişen acayip bir
hayalet gibi görünüyor. Hakkı Celis, Seniha'nın bir zamanlar hakikatte mevcut
olduğundan şüpheye düştü; bu kız, genç adam için kitaplarda tanıdığı hayali
kızlardan biri gibiydi; muhayyilesinde, Desdemona'ların, Juliette ve
Madam Bovarylerin arasına karıştı. Bununla beraber Seniha, Hakkı Celis
üzerindeki nüfuzundan bir şey kaybetmedi; zira, muhayyilesiyle ve muhayyilesi
için yaşayan bu genç için kitaplardaki kızlar hayattaki kızlardan daha az
canlı ve daha kudretsiz değildir; belki eliyle tutmadığı, gözüyle görmediği,
fakat ruhlarını öğrendiği bütün o sahne ve roman örneklerinin kalbi ile
alakaları adi hayatta görüp tanıdığı et ve kemikten mahlukların alakalarından
pek çok ziyadeydi. Bahusus, Seniha'nın Faik Beyi İstanbul'da bırakıp gidişi,
bütün eski yaralarının üstüne tatlı bir teselli merhemi sürüyordu ve hatta
Faik'i bir eski dert yoldaşı gibi seviyordu. Onu görmek, gidip onunla genç
kıza dair konuşmak Hakkı Celis için en deruni ihtiyaçlardan biri haline
girdi. Bir hafta içinde üç dört defa eski rakibini aramaya gitti; fakat
yalnız son defasında bulmaya muvaffak oldu. Evvela hiç Seniha'ya taalluk
etmeyen birçok havai şeyler konuştular. Hakkı Celis, Faik Beye niçin
geldiğini bir türlü söyleyemiyordu. Neden sonra canını dişlerinin arasına
aldı ve dedi ki:

Geçen gün konaktaydım. Seniha ablamdan hala haber yok!

Nasıl haber yok? Ben dün bir telgraf aldım, Trieste'den... İşte bak, dedi
ve ceketinin cebinden yavaş yavaş çıkardığı bir deste mektup ve kağıt
arasından bir telgraf ayırdı. Celis'e uzattı; Celis, heyecandan dumanlanmış
gözlerle sarı bir kağıdın siyah çizgileri üzerinde Fransızca şu mealde bir
şey okudu:

Triste'ye vasıl olduk. Yarın Viyana'ya hareket ediyoruz. Orada on beş gün
kalacağım. Adresimi bildiririm.

Hakkı Celis bu telgrafı sahibine iade ederken artık biraz evvelki Hakkı
Celis değildi. Faik Beyden, eskisinden bir kat daha nefret ediyordu ve Seniha
onun için muhayyel olmak sihrini çoktan kaybetmişti, bütün eski yaraları
tazelenmişti. Faik Beyin yanından nasıl çıktığını bilmedi. O sokaktan bu
sokağa sapıyor ve her adımda bir kere kendi kendine şu cümleyi tekrar
ediyordu: Demek onu hala seviyor, demek hala sevişiyorlar!

Hem de ne sevişme; anasına babasına bir haber göndermek lüzumunu
hissetmeyen bu kız, ilk firsatta aşığına telgraf çekiyor, adresini
bildireceğini söylüyor ve denizlerin, dalgaların, uzun mesafelerin arkasından
ona seslenmek imkanını buluyordu. Hakkı Celis, zihni böyle karmakarışık,
oradan buraya, buradan oraya yürüyerek akşama doğru farkına varmaksızın ta
Şişli'den Cihangir'e nasıl geldiğini hissetti. Niyeti konağa mı uğramaktı?
Belki öyleydi, belki değildi. Uğrayıp ne yapacaktı? Uğramayıp nereye
gidecekti? Hayatta hiç bu kadar gayesiz kaldığını bilmiyordu. Ona bulunduğu
yolun önü uçurum, arkası uçurum gibi geliyordu. Yalnız bu akşam, ilk defa
olarak, yalnız bu akşam iki seneden beri ömrünün mihveri olan sevgili varlığı
ebediyen, çaresiz ve avdetsiz kaybettiğini duydu. Ümit ve teselli kapısı
yirmi yaşında bu gence ilk defa olarak bu akşam kapandı; bu ilk felaket
duygusunun önünde hissettiği şey acı bir şaşkınlıktı.

Bir yol dönümünde anşızın tuzağa düşmüş bir adam gibiydi; şu fark ile ki,
hiç çırpınmak ihtiyacı duymuyor ve kendini mazlum bir teslimiyete terk
ediyordu.

Konağın civarında maksatsız ve avare bir hayli dolaştıktan sonra, nihayet
meçhul bir itilişe kapılarak içeriye girdi. Seniha gittiği günden beri
konağın içine yaslı bir hüzün çökmüştü. Hiçbir mezarlığın içi bu kadar
kasvetli değildi. Pencereler kapalı, perdeler inik, sofalar ıssız,
merdivenler tenhaydı; hizmetçiler birer yorgun hayalet gibi dolaşıyorlar.
Naim Efendi artık hiç odasından dışarıya çıkmaz olmuş; ihtiyar adam bu odanın
içinde bir müzenin hücresinde acayip bir mahlukun müstehasesi (Fosil) halini
almış. Sekine Hanım gittikçe Flamandiye ressamlarının yaptığı o semiz Mather
Dollorosalara benziyor, böğründe bir gizli yarası var gibi çenesi tutulmuş,
gövdesi kalçaları üzerine yığılmış, kendini güç taşıyor. Servet Beye gelince,
o bir histerik kadın gibi huysuzdur. Evin içinde mütemadiyen kavga edecek
adam arıyor. Kır ve kırpık bıyıklarının altında dudaklarının gittikçe şişen
ve uzayan bir hali var. Yemeklerden sönra Havana sigarasının kutusuna elini
uzatmıyor bile, geniş sofada bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, ara sıra önüne
tesadüf eden eşyaya bir tekme vuruyordu. Cemil ise artık eve hiç uğramıyordu;
haftada bir iki defa gömleğini değiştirmeye ve para istemeye gelirdi. Madam
Kronski'yi hiç sormayınız? O sabahtan akşama kadar bir yığın eşyanın başında
gözyaşı döken seferi bir kadındır. Birikmiş aylıklarının ancak bir kısmını
alabildi ve artık memleketine gitmek için yola çıkmak üzeredir. İkide bir
sesi hıçkırıkla dolu, Servet Beye diyordu ki:

İster misiniz, onu gidip bulayım? Size namusum üzerine söz veriyorum, on
beş gün içinde nerede ise bulurum.

Servet Bey evvela öfkeli bir baba tavrı takınıyor:

Cehenneme gitsin, diyor; o benim için artık ölmüştür.

Sonra dönüp ihtiyar kadına bakarak ilave ediyor:

Yalnız bir defa bilsek ki nerededir? Bize bu kafı.

Çok geçmedi, nerede olduğunu bildiler; zira, Seniha, Faik Beye çektiği
telgrafın bir aynını da babasına göndermişti. Hakkı Celis'in, konağa girer
girmez ilk öğrendiği şey bu oldu ve genç adam Faik beyde okuduğu cümleleri
burada tekrar okudu; gönlüne biraz inşirah (Feralık) geldi, hatta ümide ve
feraha benzer bir şey bile duydu; kendi kendine: Eve gittiğim vakit ben de
kendi namıma böyle bir telgraf bulacağım! dedi ve bunun üzerine artık
konakta fazla kalamadı; bir an evvel evine gitmek istedi. Genç adam sokağa
çıkınca adeta koşmaya başladı.

Vakit geçti ve devir İstanbul'un en fena devirlerinden biriydi. O meşum
bozgundan sonra payitahta dökülen aç, çıplak, hasta kafilelerini, şimdi
Çatalca'nın yaralıları takip ediyordu. Gecenin ilk karanlığı çöker çökmez
Sirkeci garından itibaren şehrin muhtelif taraflarına doğru uzanan sokaklarda
birtakım başlar, kanlı yüzler, sarkık kollar taşıyan ve birer tabuttan hiç
fark edilmeyen araba dizilerinden başka bir şey görülmüyordu. Her kalpte, bu
arabaların sayısına göre son huduttaki mukavemete dair ümitler azalıyordu.
Herkes, birbirine: Bugün; yarın! diyordu ve ufuklarda geceleri bile top
sesleri hiç dinmiyordu. Hakkı Celis, şu saatte ne o top seslerini işitiyor ve
ne yanıbaşından geçen arabaları görüyordu; fikrinde bir düşünce, kalbinde bir
emel vardı: Eve gidip Seniha'dan bir telgraf bulmak!.. Bunun haricinde onun
için hiçbir şey mevcut değildi.

:::

Naim Efendiler, ilk telgrafın arkasından, bir ay içinde, Seniha'dan üç
telgrafla iki kart ve bir mektup daha aldılar. Telgrafın biri Viyana'dan,
ötekisi Paris'tendi. Mektupla kart ise Berlin'den gelmişti. Genç kız
telgrafında varış ve ayrılış haberlerinden başka kendine ait bir şey
söylemiyordu. Kartında büyükbabasına ihtiramlarını (Saygılarını) ve annesine
muhabbetlerini söylüyordu, fakat mektupta uzun uzadıya içini açıyordu;
diyordu ki:

Baba, bir çocukluk ve bir delilik yaptım, fakat, kendi hesabıma hiç pişman
değilim; sizi endişeye düşürmüş olmaktan başka bir elem hissetmiyorum. Kaç
senedir beni Avrupa'ya götürmek vaadiyle avuttunuz, oyaladınız. Düşündüm ki,
hayatımın sonuna kadar böyle boş vaatlerle avunup oyalanacağım ve ömrümün
yegane gayesine vasıl olmadan öleceğim. Sizin yapamadığınızı ben kendi
kendime yaptım; zira bu arzu içimde kalmış olsaydı beni mutlaka
zehirleyecekti. Bu muvakkat yokluğum, ebedi bir ayrılışa tercih etmez
misiniz? Zira, orada kalmış olsaydım, muhakkak intihar edecektim; son
zamanlarda kalbimi ne kesif bir kasvet istila etti, beynime ne vahim, ne
korkunç bir fikir saplandı bilmezsiniz. Gözünüz önünde aylarca yalnız başıma,
çarmıhımı omzumda taşıdım da biriniz farkına varmadınız, bu kızcağıza da ne
oluyor demediniz. Bu yaptığım işten hissenize düşen keder, emin olunuz ki,
kendi hatanızın cezasıdır, tabii onu yalnız siz çekeceksiniz. Her şey
sırayla... Aranızda acıdığım bir kimse varsa o da büyükbabamdır; zira o,
hepinizden daha az günahkardır; aramızda senelerin yığını ve bir sürü yanlış
fikirlerin, batıl akidelerin, manasız ananelerin perdeleri vardı; bu yığının
arkasından benim ruhumu görebilmesi ve bana karşı ona göre hareket etmesi
kabil değildi; ben onun için halledilmez bir muammaydım. O beni yalnız
sevmesini bildi; hepinizden ziyade sevmesini bildi. Hiç şüphesiz son
hareketim onun için öldürücü değilse bile pek fena, pek ağır bir darbe
olacaktır. Rica ederim, kendisine dikkat ediniz.

Epeyce uzun süren bu mektubu Sekine Hanım okur okumaz hüngür hüngür
ağlamaya başladı; Servet Bey ise kızdı, köpürdü; hele büyükbabası için
yazdığı cümleler o kadar iradesini elinden aldı ki, az kaldı, ihtiyarın
üzerine atılacak, öfkesini ondan alacaktı; karısının yüzüne haykırmaya
başladı:

Utanmadan, utanmadan söylediğine bak! Biz onu büyükbabası kadar
sevmezmişiz, anlamazmışız, öyle mi? Onu senelerden beri birtakım yalanlarla
avutmuşuz... Onun Avrupa'ya gitmesine şimdiye kadar kim mani oldu? Söyle, kim
mani oldu? Baban değil mi? Rica ederim, baban değil mi? Babanın
hasisesi (cimriliği) inadı, hodbinliği, asırdide fikirleri, gülünç endişeleri
değil mi? Şimdi küçük hanım, içimizde yalnız onu haklı buluyor ve biz, ve
biz...

Sekine Hanım, sızlayan bir sesle:

Bey, mektubu bir daha oku! Kızın maksadını anlamadın zannederim, bir daha
oku... O bunu söylemek istemiyor, maksadı asla bu değil! diyordu.

Biçare Naim Efendi, bu mektuptan haberdar edilmedi. O, zaten Seniha'dan
artık hiçbir şey beklemiyordu; gittiği günden beri bir defa ismini ağzına
almadı. Bununla beraber için için, gizliden gizliye yine hep onunla meşguldü.
Ömründe şehir içinde bile yalnız dolaşmaya alışmamış bu adam için bir genç
kızın tek başına Avrupa seyahatine çıkışı akıl durdurucu bir şeydi.
Muhayyilesi, onu, kah batmak üzere olan bir gemide İmdat! diye bağırırken,
kah yoldan çıkan bir trenin enkazı arasından yarı ölü bir halde çıkarırlarken,
kah bir şehrin kalabalığı içinde yolunu şaşırmış, kendini kaybetmiş, oradan
buraya baş vururken, kah bir otel odasında ya parasına, ya iffetine taarruz
eden bir cani ile alt alta üst üste boğuşurken tasavvur ediyordu. Ve ekseriya
pencereden karla karışık yağan yağmura bakarak kendi kendine: Yarabbim, bari
bu kış kıyamette gitmeseydi! diyordu.

Seniha'nın kaçtığı günün ferdası gayet şiddetli bir fırtına oldu. Naim
Efendi, o gece içinde adeta kızgın bir demir saç üstünde kıvranan bir mahkum
gibiydi; bir sağına bir soluna dönüyor, bir tarafı sancıyormuş gibi inliyor,
ruhuna kuvvet vermek için birtakım sureler okuyor ve bazen rüzgar fazla bir
hamleyle camlar sarstığı vakit yatağı içinde doğrulup Allahım, Seniha kulunu
sen koru! diyordu.

Bütün bu ıstırap ve ihtilaç gecelerinden kimsenin haberi olmadı; zira Naim
Efendi azabını bir ayıp gibi başkalarından saklardı; vakıa bu son yaptığı
rezalete rağmen hala Seniha'yı anmak, hala Seniha'yı şefkatle düşünmek
sıhhati ve hayatı için meraka, endişeye düşmek ve aleme karşı hala onun
büyükbabası görünmek sadece bir ayıp değil, bir zillet, belki bir günahtı.
Lazım geliyordu ki, Seniha, Naim Efendi için artık ebediyen mevcut olmasın,
günün birinde dönse bile artık yüzünü görmesin.

Bir gün, Sekine Hanım ona kızından bahsetmek istedi; ihtiyar adam eski
putperestlerin selamına benzer bir hareketle kolunu havaya kaldırdı:

Açma o bahsi, açma o bahsi, dedi.

Sekine Hanımın gözleri doldu ve dedi ki:

Sizin için neler yazdığını bilseniz, onu affederdiniz, mutlaka
affederdiniz.

Naim Efendi, cevap vermedi ve kendini ağlamaktan güç zaptederek kuru
gözlerle yere baktı.

Bunun için, Sekine Hanım kocasına diyordu ki:

Babam ne kadar huysuz olmuş!

Servet Bey ise, her zaman kaynatasının aleyhinde bulunmaya hazırdı. Hele
Seniha'nın kaçış hadisesinden sonra sanki buna yegane sebep oymuş gibi, bütün
hiddeti, bütün ceberutu ile suçu zavallı ihtiyarın üzerine yükledi. Daima ona
çatmak için fırsat arıyordu. Servet Bey, Madam Kronski'nin yola çıktığı gün
bu fırsatı yakalar gibi oldu. Fakat Naim Efendinin ağır, vakur, kibar tavrı
önünde tecavüze azmetmiş bu adam zelil bir ricata uğradı. Mesele bir para
meselesiydi. Madam Kronski'nin kendilerinden birçok alacağı kalıyordu,
gideceği günün sabahı bn hesabın mutlaka tesviyesini talep etmişti. Bunun
üzerine Servet Bey soluğu Naim Efendinin yanında aldı ve adeta kahyasına
emreden bir irat sahibi tavrı ile bu paranın derhal ödenmesi lüzumundan
bahsetti; ihtiyar adam, başını çevirip damadının yüzüne bakmadı bile. Yalnız
dedi ki:

Rica ederim, bu işler için Ragıp Efendiye müracaat ediniz.

Kaynatasının bu mağrur ve azametli cevabı Servet Beyi büsbütün çıldırtmıştı.
Birkaç gün sonra onu tazip (Üzmek, eziyet etmek) için bir fırsat daha
yakaladı. Bir sabah sokağa çıkmak üzereyken elinde bastonu, sırtında
pardesüsü, ağzında bir kalın sigarayla ihtiyarın odasına girdi:

Dün Faik Bey, Cemil'le haber göndermiş,dedi.Brüksel'e gidiyormuş, bittabi
Paris'e uğrayacak, 'Seniha'ya bir diyeceğiniz var mı?' diye soruyor.

Naim Efendi, gayet kuru ve düz bir sesle:

Hayır, hiçbir şey! dedi.

O zaman Servet Bey odanın ortasına doğru birkaç adım daha atarak:

Hiçbir şey mi? diye sordu: Sizin nahvetiniz (Gurururuz) yüzünden şerefi,
haysiyeti feda olmuş bir kıza hiçbir şey diyeceğiniz yok öyle mi? Doğrusu
hodbinliğinize hayranım. Vakıa insan ihtiyarladıkça kendi hayatına, kendi
menfaatine, kendi rahatına, hulasa kendi nefsine düşkünlüğü artar ama bu
derece değil! Hiç değilse aleme karşı biraz zevahiri muhafaza etmek lazım.

Naim Efendi, cevap vermedi; zira, çenesi heyecandan titriyordu. Servet Bey
önüne dikildi; bir müddet acayip bir şey seyreder gibi ihtiyarın yüzüne
baktıktan sonra bastonunu yere vurdu:

Hiçbir şey, öyle mi? Peki! dedi ve kapıyı şiddetle çarparak çıktı, gitti.

Naim Efendi, damadının hışmından kurtulmak için odasının içinde tariki
dünya (Dünyayı terkeden, dünyadan elini eteğini çekmiş) bir dervişe dönmüştü.
Oturduğu yerde saatlerce ne konuşuyor, ne kımıldanıyordu; bir minderin
üzerinde yarı diz çökmüş, yarı bağdaş kurmuş bir vaziyette mütemadiyen bir
şeyler mırıldanıyordu. Gerçi, ara sıra o mahut hıçkırığı tuttuğu veya nefesi
tıkanır gibi olduğu için, Kalfa Hanım, yanından hiç eksik olmuyordu, fakat,
aralarında bir kelime söz edilmiyordu; Kalfa Hanım söylese bile Naim Efendi
cevap vermiyordu. Bazen de Ragıp Efendi, ona işlerinden bahsetmeye geliyordu.
Naim Efendi bu bahislere de -bütün dehşet ve ehemmiyetlerine rağmen- pek o
kadar kulak asmıyordu. Ragıp Efendi gittikçe meyus, gittikçe küskün, kah bir
haciz muamelesinden, kah vadesi gelen bir senetten, kah yok pahasına satılan
bir şeyden haber veriyordu. Naim Efendi her fena habere mukabil:

Ne yapalım? Pekala! Ne yapalım? Pekala! demekten başka bir şey
söylemiyordu. Vakıa handaki hisseleri henüz satılmamış, fakat Kanlıca'daki
yalı ile, Çemberlitaş'taki arsalar çoktan elden gitmiş ve paraları bitmişti.
Ragıp Efendi her gelişinde aynı tehdidi tekrar ediyordu:

Günün birinde sıra bu konağa gelecek! Bu gidiş böyle devam ederse mutlaka,
mutlaka.., Hem pek yakında.

Ve Naim Efendi, bu sözün her tekrarlanışında etine bir hançer saplanmış gibi
bağırmamak için, dişlerini sıkıyor, yüzünü ekşitiyordu.

Birkaç zamandan beri huzurundan hoşlandığı, daha doğrusu
muazzep olmadığı (Sıkıtı duymadığı) yalnız bir kişi vardı: O da hemşiresinin
torunu Hakkı Celis... Birkaç aydır genç adam hemen daima konakta gibiydi ve
konakta bulunduğu zamanlar büyük dayısından başka kimsenin yanına
sokulmuyordu. Bu yirmi yaşındaki gençle yetmişlik ihtiyar arasında birdenbire
acayip bir dostluk teessüs etmişti. Dünyada eş yüzler olduğu gibi, eş ruhlar
da vardır. Bunlar diğer ruhların kalabalığı arasında mütemadiyen birbirini
ararlar, yaştan münezzeh oldukları için yılların açtığı mesafe buluşmalarına
mani değildir. Naim Efendi ile Hakkı Celis için de böyle oldu. Bu felaket
günlerinin karanlığı içinde birbirlerini çağırdılar, buldular. Seniha'nın
büyükbabası, bir zamanlar kendi torunlarına karşı duyduğu derin muhabbeti
şimdi hemşiresinin torunu yanında hissediyordu ve Seniha'nın sevdalısı da
büyük dayısında aynı derdi, aynı sessiz ıstırabı çeken insanı buluyordu.
Seniha'dan hiç bahsetmiyorlardı, fakat, ikisinin de gözleri onu söylüyor,
ikisi de soluk soluğa aynı gam yokuşunu tırmanıyordu.

Naim Efendi, genç adam yanına girer girmez:

E, küçük şair, söyle bakalım; alemde ne var, ne yok? diyordu ve Hakkı
Celis, dereden tepeden ona birçok haberler veriyordu. Zaman türlü türlü
şayialara müsaitti; Balkan Harbi bitmiş, sulh aktedilmişti. Vücudunun en
kuvvetli uzvu kesilmiş Türkiye'de için için hummalı bir devir başlamıştı. Her
yerde birtakım suikast veya ihtilal tertibatından bahsediliyor, bir kısmı
Avrupa'ya kaçan muhaliflerin er geç iktidar mevkiine gelecekleri söyleniyordu.

Çatalca'daki asker İstanbul üzerine yürümeye hazırmış. Birçok genç zabitler,
Mutlaka Nazım Paşanın intikamını alacağız! diyorlarmış. Kıbrıs'ta bulunan
Kamil Paşanın İngiltere'ye müracaatı üzerine büyük devletler tabanca ile
mevkii iktidara gelen bir hükümeti tanımamaya karar vermişlermiş.

Hakkı Celis, büyük dayısına hep buna benzer ağır havadisler verirdi. Fakat
ne bu söylerken, ne o dinlerken bütün bunlara zerre kadar ehemmiyet
vermezlerdi. Naim Efendi, küçük yeğeninin sözlerini bazen hiç işitmezdi bile.
Hakkı Celis'e gelince, o, ekseriya konuşurken evvelce ne dediğini unutuverir
ve en can alacak bir cümlenin ortasında birdenbire durarak bön bön dayısının
yüzüne bakardı.

O zaman Naim Efendi, zoraki bir tebessümle gülümseyerek:

Küçük şair yine daldın. Yine hayalata daldın! derdi.

Bu dalgınlıklar çok kısa, Seniha'dan taze bir haber geldiği günler vaki
olurdu. Yeni bir mektup geldiğini, Hakkı Celis, konağın içine ilk adımında
hissederdi. Nereden? Nasıl? Bunu kendisi de bilmezdi. Evin havasında değişen
bir şey sezerdi ve Sekine Hanımın karşısına çıkar çıkmaz, kadıncağız daha bir
kelime söylemeden:

Teyze mektup aldınız değil mi? derdi.

Bu mektupların bazıları ona gösterilirdi; fakat birçoğundan yalnız
bahsedilirdi. Hakkı Celis, bu mektupların hiçbirinde kendine dair bir kelime
bulunmadığını bilmekle beraber hepsini ayrı ayrı, uzun uzun okumak
ihtiyacıyle yanardı. Zira, bu mektuplarda Seniha'yı hiç değilse hayaliyle
adım adım, merhale merhale takip etmek imkanını bulurdu. Genç kız Paris'te
mütevazi bir pansiyona yerleştiğini ve meşhur bir musikişinastan piyano dersi
aldığını yazıyordu:

Burada hayat su gibi akıyor; diyordu. Saatlerin nasıl geçtiğini
bilmiyorum. Sabahları Luxembourg bahçesinde dolaşmaya gidiyorum. Tenha bir
yere çekilip elimde bir kitap bir kanepenin üzerine oturuyorum ve beyaz
heykellerin omuzlarına düşen yaprakları seyrediyorum. Akşamları gelişigüzel
herhangi bir caddede birkaç adım yürümek bana dünyanın bütün neşvelerine denk
gibi geliyor. Buranın taşını, toprağını kendi memleketimden ziyade seviyorum.
Ahalisi ne kadar nazik, ne kadar zinde, ne kadar iyi insanlar!

Seniha son mektuplarında biraz parasızlıktan şikayet etmeye başladı. Hatta
birinde Sekine Hanım epeyce telaşa düştü; elmaslarını rehine vermeye karar
verdi; fakat Servet Bey: Bırak biraz burnu sürtülsün! dedi ve mani oldu.
Bir ay sonra Seniha önce bir mektup, sonra bir telgrafla doğrudan doğruya
Naim Efendiye başvurdu:

Mektupta: Büyükbaba, aç kalmak üzereyim. İmdadıma yetiş! diyordu.
Telgrafında İstanbul'a dönmek için yol harçlığı istiyordu. Naim Efendi, hemen
Ragıp Efendiyi çağırttı. Aralarında saatlerce müzakereler oldu; günlerce
öteye beriye başvurdu; para bulmanın imkanı yok gibiydi; Naim Efendi neredeyse
maaş senetlerini yüzde otuz faizle sarrafa kırdıracaktı. Nihayet, hanın
kiracılarından iki senelik bedeli icara (Kira bedeli) mahsuben bir avans
alındı.

Seniha'nın mektuplarında Hakkı Celis'i alakadar eden şeyler bu para
meseleleri değildi. Paris'teki hayatını en küçük teferruatına kadar anlatan bu
kız Faik Beye' dair bir kelime yazmıyordu. Halbuki herkes Faik Beyin orada,
onunla beraber olduğunu biliyordu. Geçenlerde, Nuriye ve Neyyire Hanımlarda
Paris'teki bu garip buluşmaya dair söylenilmeyen hikaye ve yapılmayan ima
kalmamıştı.

:::::::::::::::::::

XII

Servet Beyin, kaynatasına karşı hissetmeye başladığı kin ve gayz son
zamanlarda had bir devreye girdi, araları gerginleştikçe gerginleşti. İkisi
de bir çatı altında yaşadıkları halde aylardan beri birbirlerini
görmüyorlardı.

Servet Bey, ikide bir zevcesine ayrı eve çıkmaktan bahsediyordu.

Hayatımın sonuna kadar böyle her günümü zehir edemem; diyordu. Biraz da
müstakil, hür ve kendi fikrime, zevkime göre yaşamak, evimin hakiki sahibi
olmak isterim. Gücenme ama bu içgüveyliği canıma tak dedi; son zamanlarda
baban da çekilmez bir hale girdi. Anlamıyor değilim beni;
istiskal (Kovarcasına davranmak) ediyor. Her tavrı, her hareketiyle bir an
evvel başından defolup gitmemi istiyor.

Sekine Hanım itiraz edecek oluyordu; Servet Bey sert bir hareketle onu
susturuyor:

Efendim, tevile (Sözü çevirmeye, başka anlam vermeye) ne hacet; işte vaka
meydanda. İki aydan beri bana yüzünü göstermeyen bir adamın evinde bundan
fazla nasıl oturabilirim? Hem doğrusu, bu evde bir türlü rahat edemiyordum;
senelerden beri bu geniş odalarda altı ay kış bir türlü ısınmanın, senelerden
beri altı ay yaz bir taraftan nefes almanın imkanını bulamadım. Bu ne çok
pencere, bu ne çok kapı... Kanunusanide (Ocak ayı) duvarların arasından bile
hava işliyor. Nasıl döşesek, ne yapsak nafile. Daima her tarafında bir
sığıntı gibisin. Sana öteden beri söylerim. Şişli'de, o mükemmel ve yeni
apartmanlar dururken burada bir göçebe halinde yaşamanın manasını
anlayamıyorum. Koca evde adamakıllı bir banyo odası bile yok. O hantal hamamı
yakmak için üç gün evvel hazırlanmak, üç çeki odun yakmak, ikide birde
kazanını sıvattırmak, ikide birde kurnalarını tamir ettirmek lazım geliyor.
Bu şerait dahilinde ayda bir kere bile yıkanmak müyesser olamıyor.

Şişli'nin yeni usul, eletrikli, banyolu, apartmanları Servet Beyi,
gittikçe çekiyordu. Ara sıra boş vakitlerinde bunlardan birkaçını görmeye
gitmek onun için en müstesna zevklerden biri yerine geçti. Doğduğu günden
beri aradığı havayı nihayet İstanbul'un bu mahallesinde ve bu yeni evlerde
bulabilmişti. Vakıa bu apartmanların merdivenlerinden çıkarken: Ne yazık
asansör yok! diye hayıflanıyordu, fakat, üzerinde zarif beyaz bir plaka
Türkçe ve frenkçe numarası yazılmış, zil düğmesi parıl parıl parlayan
kapılardan içeriye girip de burnu boyanmış parkenin kokusunu alır almaz adeta
içi açılıyor; ocağı çini taklidi frenk tuğlalarıyle döşenmiş mutfaklarda
dakikalarca kalıyor, sonra o odadan bu odaya fesi elinde hayran hayran
dolaşıyordu. Kendi kendisine: Burası 'Salle a menger' burası 'fumoir',
burası salon, burası kütüphane, burası budvar, bıirası yatak odası; ikinci
bir yatak odası! diyor ve nihayet alafranga apteshane ile banyo odasının
tokmağına elini uzatır uzatmaz çıkıp caddeye bakıyordu; cadde,
genişliği, gürültüsü, telgraf, telefon, tramvay telleri, otomobilleri,
ortasından geçen rayları, duvarlardaki ilanları ile onun beyninde tamamiyle
bir Avrupa şehri manzarasını canlandırıyordu.

Hele yeni işlemeye başlayan elektrikli tramvay arabalarının çıkardığı
sesler ona adeta bir bando mızıka gibi geliyordu. Bu apartman ziyaretlerinde,
konağa döndüğü akşamlar Sekine Hanım kocasını adeta bir sefahat yerinden henüz
çıkmış kadar neşeli buluyordu. Ekseriya suküti olan Servet Bey, böyle
akşamlarda susmasını bilmiyordu. Karısına uzun uzun, inceden inceye, en küçük
teferruatına kadar o gün gördüğü apartmanları birer birer tarif ediyordu.
Sekine Hanım kocasını o zamana kadar hiç bu derece hoş sohbet görmediğini
düşünürdü. Filvaki, Servet Bey, apartman bahsinin haricinde hala ya hiç
konuşmaz, ya pek fena konuşur bir adamdır. Fakat bahis bu yeni aşkına dokunur
dokunmaz dünyanın en mükemmel bir hatibi kesiliverirdi:

Tramvay tam kapının önünde duruyor, diyordu: İniyorsunuz, birkaç adım ya
yürüyor, ya yürümüyorsunuz, büyük, muhteşem bir demir kapı önünde
bulunuyorsunuz... Fakat, demir kapı denilince, rica ederim, şu bizim mahzenin
demir kapısını hatırlama! Bir dantela gibi oymaları var; üst kısmının arkasına
buzlucamlar konulmuş; iki tarafında her gün silinen, parlatılan bir sarı
topuz... Bir kanadı daima açık duruyor. Giriyorsunuz; hemen 'concierge' başını
odasından dışarıya çıkarıyor. Elinde anahtarlar önünüze düşüyor; yavaş yavaş
merdivenlerden çıkmaya başlıyorsunuz. Bu merdivenler tertemiz, bembeyaz;
tırabzanların tahta kısmı mavun boyalı ve demir kısmı haiıf yaldızlıdır. Her
dirseğe bir yol halısı serilmiştir. Her katta karşılıklı iki daire vardır;
benim gezdiğim üçüncü kattaydı.

Servet Bey, işte bu eda ile, geviş getirir veya ağzının içinde bir macun
çiğner gibi kelimeleri eze eze tada tada saatlerce anlatır dururdu. Sonra bu
tatlı apartman bahsi kapanır kapanmaz üzerine bir derin hüzün çöker, garip
garip etrafına bakınır:

Burada nasıl yaşanır? Şu duvarlara bak, şu tavana bak! Bu ne oda! Bu ne
sofa! Allahım, sen kurtar, bir an evvel sen kurtar!

Nihayet, günün birinde, Servet Bey, kendi tabiri vechile canına tak diyen
içgüveyliğinden kurtuldu ve gönlünün son emeli olan Şişli apartmanlarından
birine taşındı. Bu, cadde üzerinde, bir sokak köşesinde gayet muhteşem, yeni
yapılmış bir apartmandı; içi henüz boya, alçı ve demir kokuyordu. Bu yeni
bina kokusu içinde Servet Bey on sene daha gençleşti; sabahtan akşama kadar
adeta sarhoş gibiydi. Döşemecilerle beraber eşyayı kendi yerleştirdi;
perdeleri kendi eliyle taktı, halıları serdi; karısı ikide bir ona:

Bey, yorulacaksın! Bu kadar adam var, bırak yapsınlar! dedikçe:

Canım, bu benim zevkim, bu benim zevkim! diye cevap veriyor ve ağzının
içinde birçok alafranga havalar mırıldanarak, kolları sıvanmış, başı açık,
elinde bir çekiç, kulağının arkasında bir kurşunkalemi oradan buraya, buradan
oraya koşup duruyordu. Yemek odasını Fransız tarzında döşedi; fümüvarla
kütüphaneye İngiliz üslubunda kanepeler, masalar aldı; salon biraz melez
oldu; zira, bütün, konaktan getirilmiş eşyadan teşekkül etti. Yalnız Cemil'le,
Seniha için iki yatak odası ısmarlandı. Zira, Seniha bugüne yarına
bekleniyordu. Konağın öyle birdenbire terk edilişinin sebebi de biraz bu
olmuştu. Naim Efendi, Seniha'nın geleceğini işitir işitmez Sekine Hanıma
demişti ki:

Beni mazur tut! Beni mazur tut, kizım; badema (Bundan böyle) katiyen yüzünü
göremem, katiyen! Sağ olsun, var olsun, fakat benden uzak olmak şartıyle...

İşte bu söz üzerinedir ki, Servet Bey, apartmana çıkmak emelini ciddi bir
tasavvur halinde ortaya atmıştı; güya bu tasavvur aynı zamanda Naim Efendi
hesabına bir hal çaresiydi: Servet Bey:

Ne yapalım, mademki ne beni görmek istiyor, ne kızımı; mademki bizim
huzurumuz onu bu evin içinde mütemadiyen rahatsız edecek. O halde bir başka
eve çıkmaktan başka çaremiz kalıyor mu?

Naim Efendi, Sekine Hanımın ağzından kendisine anlatılan bu çareyi öfkesiz
ve elemsiz kabul etti:

Nasıl bilirseniz öyle yapınız! dedi.

Fakat, ne vakit ki kızı Sekine Hanım:

Ya siz, baba! Ya siz, burada yapayalnız ne yapacaksınız? dediği zaman
gözleri doldu ve başı mutattan ziyade titremeye başladı.

İhtiyar adam:

Ben mi? dedi. Kızım, siz beni düşünmeyiniz, şurada kaç günlük ömrüm
kaldı ?

Sekine Hanım hüngür hüngür ağlıyordu:

Vakıa Cenan Kalfa size benden iyi bakar. Ragıp Efendi de gelip karısı ile
burada oturacak. Hasan, Dilaver daima yanınızda bulunacaklar. Ben de her gün
size uğrarım. Fakat yine içim razı olmuyor. Babacığım, gözüm arkamda
gidiyorum. Yüreğim parçalanıyor.

Naim Efendi, kızının teessürü karşısında gözyaşlarını tuttu ve kendisi o
kadar teselliye muhtaçken ona dedi ki:

Belki ben hemşiremin yanına giderim veyahut oradan birini yanıma alırım.
Yalnız kalacağım diye hiç merak etme!

Daima büyük felaket günlerinde metanetini hiç kaybetmeyen Naim Efendi, bu
sefer de sonuna kadar vakarlı ve sabırlı kaldı. Hatta işin en garibi Şişli'de
tutulan evin altı aylık kirasını bile kendisi vermekten çekinmedi ve göç
masrafının mühim bir kısmını cebinden ödedi. Lakin, akşam olup da ilk defa
koca evin içinde yapayalnız kaldığını hisseder etmez, gözlerinden yaşlar
sessizce akmaya başladı; pek acayip bir teessür içindeydi. Adeta kendi
ölümüne ağlayan, kendi yasını tutan bir adam gibiydi. Naim Efendi, bazı
müşkül demlerde benliğimizde hasıl olan çiftliğin (İkilik anlamında) en marazi
bir şekline duçar olmuştu. Kendi kendine, mütemadiyen:

Hey gibi Naim! Hey gidi Naim! diyordu. Bahtın ne kadar karaymış zavallı
Naim! Daha ne bekliyorsun? Daha ne duruyorsun? Yetmedi mi? Yetmedi mi?

İlk akşamdan beri yanından ayrılmayan Hakkı Celis onu ekseriya böyle kendi
kendine konuşurken buluyordu. Bir defasında adeta korktu; büyük dayısını
aklını oynatmış sandı; kapının eşiğinden geri geriye çekildi. Oda yarı
karanlıktı ve Naim Efendinin büzüldüğü köşeden yalnız sesi duyuluyordu. Hakkı
Celis, sesi titreyerek sordu:

Dayı, kiminle konuşuyorsunuz, kiminle?

İhtiyar adam hafıfçe güldü:

Kendimle, yavrum, kendimle! Benim derdimi benden başka kim anlar? dedi.

Ve bu saatten itibaren Naim Efendi ile Hakkı Celis adeta arkadaş oldular.
Öyle ki, genç adam, ara sıra, büyük dayısına, Seniha'dan bile bahsediyordu.
Bir gün dedi ki:

Üç aydan beri gelecek, gelecek diye işitiyoruz. Fakat hala gelmedi!

Naim Efendi:

Evet, dedi. Geçen gün yine teyzen geldi; söyledi, bir telgraf almışlar,
yola çıkmak için yine para bekliyormuş. Bulduk, gönderdik: Bu, bilemem ki
kaçıncı defadır, böyle yol harçlığı istiyor; geliyorum, diyor ve arkası
çıkmıyor.

Hakkı Celis:

Seniha ablam çok müsriftir; kim bilir ne tuvaletler yaptırıyor, diyordu.

Naim Efendi, acı acı gülüyor:

Öyle amma. Olsun da yaptırsın, olsun da yaptırsın! Yoktan ne çıkar! Yok,
yok... Hiçbir şey kalmadı evladım! diye cevap veriyordu.

Hakikaten, Naim Efendinin mali vaziyeti gittikçe müthiş bir devreye
giriyordu. Şimdiden denilebilir ki, tekaüt maaşından başka bir geliri kalmadı.
Kaç senelik adamı olan Ragıp Efendi bile bu hal karşısında ümitsizliğe düşüp
işten el çekti ve konağa gelip yerleşecek iken, Naim Efendinin başına çöken
sıkıntılardan kendine bir hisse düşmesin diye, Cihangir'den mümkün olduğu
kadar uzağa gitti. Esasen konağın ve sahibinin işlerini çevirmek için bir
vekilharca hiç lüzum kalmamıştı. Son haddine inen bu işleri bir uşak pekala
idare edebilirdi; nitekim, evin emektar uşağı Hasan, her aybaşı Naim
Efendinin maaşını almaya gitmek ve her gün bir miktar etle bir iki türlü
sebzeden ibaret olan gündelik yemek masrafına bakmak için lüzumundan fazla
kafi geliyordu.

:::::::::::::::::::

XIII

Hakkı Celis Bey, Hakkı Celis Bey!

Genç adam, arkasına döndü; Neyyire ve Nuriye Hanımlar, caddenin kalabalığı
içinden kendisini çağırıyorlardı. Görmemezliğe gelip yürümek istedi; zira
vakit geç ve vücudu yorgundu. Bugün iki saat talim etmiş ve altı saat yol
yürümüştü; ayak üstünde duracak hali kalmamıştı; bir an evvel eve yetişmek ve
esvaplarını çıkarmadan yüzükoyun yere atılıp rüyasız bir uykuya dalmak
istiyordu. Genç kızlar gülerek yaklaştılar:

Seniha'dan mı geliyorsun? dediler.

Seniha mı, ne Senihası?

A, sakın haberiniz yok mu? Dün, Seniha geldi.

Hakkı Celis kulaklarına inanamadı:

Kabil değil, nasıl olur? dedi.

Kızların ikisi birden:

Neden kabil değil? Biz kendisiyle görüştük bile... dediler.

O zaman, güya birkaç kalbi varmış gibi her tarafından çarpıntılar içinde
kalan gövdesinin altında yorgun bacakları bükülür gibi oldu:

Tuhaf şey, böyle habersizce, tuhaf şey...

Vakıa, Seniha'dan haber alınabilecek yerlere epeyce günden beri hiç
uğrayamamıştı. Seferberlik ilanının ilk gününden itibaren kendini bir
mengeneye kaptırmış gibiydi. Ahzıasker şubelerinin (Askerlik şubelerinin) o
dürüşt (Kaba,sert) muameleleri bu içli ve hayali genci dört gün zarfında
düşünce ve duygudan mahrum mihaniki bir varlık haline sokmuştu. Bu şubelerin
kapıları önünde bekleyen koyu kalabalık arasında evvela bir sürünün içinde bir
koyuna, sonra odadan odaya, daireden daireye dolaşırken kirlenmiş ve buruşmuş
bir kağıt parçasına döndü. Amerika'da bazı makineler varmış ki, bir tarafından
canlı olarak giren bir hayvanı beş on dakika sonra diğer tarafından sucuk
halinde çıkarırmış; Hakkı Celis için de askere kaydediliş ve ihtiyat zabiti
mektebine giriş böyle oldu. Genç adam hala ne olduğunu bilmiyor, başında bir
garip sersemlik bütün idrakini altüşt ediyordu. Günlerce Seniha'yı bile
hatırlamaya vakit kalmadı. Bu ona üç dört yaşına ait uzak ve müphem
hatıralardan biri gibi geliyordu ve kendinden birkaç ay evvel vakalara bile
dönüp bakmak kudretini bulamıyordu. Büsbütün başka bir adam değil mi idi? O
solgun benizli, uzun saçlı genç kimdi ki, kah bir koruda, mehtaplı bir saatte,
kah bir odada bir öğle zamanı yeşil gözlü bir kıza bakıp içini çeker ve
birtakım tatlı hayalata dalardı? Kimdi, o genç adam ki, hafıf akşam
karanlıklarında beyazlığı daha ziyade artan, kokusu daha ziyade
sarileşen (Bulaşıcı hale gelen, burada yaygınlaşan) büyülü bir mevcuda,
Verlaine'den, Claudel'den birtakım büyülü sözler söylerdi? Hafızasının ancak
tespit edebileceği bu ufuk, ona bir yığın bulut altından güçlükle
görünebiliyordu. Kendi kendine: Belki bunların hiçbiri olmadı! diyordu.

Fakat talimden döndüğü o akşam üstü Seniha'nın avdeti haberini alır almaz,
biraz evvel kendisine o kadar uzak görünen bu geçmiş, iki bin metre yüksekten
hızla inen bir tayyarenin içindeki yer nasıl yaklaşırsa öyle yaklaşmaya
başladı ve Hakkı Celis iki bin metre yüksekten düşen bir adamın baş dönmesine
tutuldu.

Evine nasıl geldi, geceyi nasıl geçirdi; bilmedi. Sabahleyin erkenden talime
gitmesi lazım gelirken soluğu Naim Efendinin yanında aldı. Acele yürümeden
nefesi tıkanmış ve heyecandan yüzü kıpkırmızı kesilmiş bir halde ihtiyarın
yanına girdi ve ilk söz olarak dedi ki:

Büyük dayı, Seniha ablam gelmiş. İşittiniz mi?

Naim Efendi, mahzun bir tebessümle gülerek başını salladı:

Biliyorum, dedi; bugün teyzen buradaydı. Yolda çok zahmet çekmiş;
bereket versin Paris Sefareti erkanından birisi kendisine refakat etmiş.
Yoksa, tren bulmanın, vapura girmenin imkan ve ihtimali yokmuş. Avrupa'da
bütün garlar ve bütün limanlar mahşer gibi halkla doluymuş.

Naim Efendi, böyle anlatırken Hakkı Celis yerinde duramıyor, bir an evvel
Şişli'deki eve koşup Seniha'yı görmeye can atıyordu. İhtiyar adam neden sonra
sözünü bitirdi:

Bugün gidip onu görecek misin? diye sordu.

İçi içine sığmayan Hakkı Celis:

Belki, vakit bulursam... dedi.

Bittabii hiç vakti yoktu; bugün Kağıthane tepelerinde endaht talimleri
yapılacaktı. Fakat, genç adam, her şeyi göze aldı ve Cihangir'deki konaktan
çıkar çıkmaz doğruca Şişli'deki apartmana gitti.

Servet Beyin evi pek acayip, adeta ihtilaçlı bir sevinç içindeydi. Herkes
birbirine karşı fazla neşeli görünmekten korkuyor gibiydi. Seniha, Hakkı
Celis'i kendisinden çok yaşlı ve nadir görülen bir teyze tavrıyle karşıladı.
Toplanmış, uzamış, ağır ve mağrur görünüyordu; genç adamın onda şimdiye kadar
hiç tesadüf etmediği bir yüksekten bakışı ve bir alaycı tebessümü vardı.
Japonkari bir sabah esvabı içinde kolları ta omuzlarına ve göğsü oldukça
harim (Gizli, kapalı olması gereken) noktalara kadar açık duruyordu. Saçları
yüksek, fakat aynı zamanda dağınık bir tarzda düzeltilmişti. Her hareketinde
dizlerine kadar sıyrılan bacakları incecik ipek çoraplar içinde canlı, zeki
ve harikulade şeyler gibi gözüküyordu. Hakkı Celis'e, Seniha'nın ağzı ve
gözleri genişlemiş gibi geldi; zira genç kız dudaklarına kırmızılık sürmüş ve
gözlerinin sürmesini hadden bir kat ziyade fazlalaştırmıştı.

Hakkı Celis, Seniha'da bir şeye daha dikkat etti; vücudu eski
kımıldanışlarını, eski ahengini, eski manasını kaybetmişti; bu çevik ve kıvrak
bir kızdan ziyade, olgun ve yorgun bir kadına benziyordu. Bunun içindir ki,
zavallı çocuk büyük dayısının torununa nasıl hitap edeceğini, ne yapacağını
bilemedi. Şimdi efendim!, siz derken, şimdi abla!, sen diye konuşmaya
başlıyor, sonra Seniha'nın yukarıdan bir bakışı üzerine yüzü kızararak
büsbütün ne söyleyeceğini şaşırıyor, efendimli, sizli içinden çıkılmaz
diğer bir konuşma tarzına düşüyordu.

Ona, laf olsun diye, son zamanlarda başından geçen askerlik meselelerini
hikaye etti; şimdi nerededir? Nasıl talim ediyorlar? Saatlerce nasıl
yürüyorlar? Nasıl bir karavanada yemek yiyip, nasıl bir koğuşta, kimlerle
beraber yatıp kalkıyor? Bunları anlattı. Seniha ekseriya dinlemiyor gibi
görünüyor ve zavallı çocuk o kadar hararetle anlatırken bahisle hiç alakası
olmayan bir sual soruyor, bir hareket yapıyordu.

Hakkı Celis, hayatını ikiye ayıran bütün o ahzıasker şubelerine ait
vakaların hiçbiriyle Seniha'nın dikkatini çekemedi. Genç kız ara sıra, aklı
başka yerlerde:

Vah! Vah! Demek çok yoruluyorsun, neden o kadar yoruluyorsun? Vah Hakkı
vah! diyordu.

Bir kere olsun gözleri gözlerine isabet etmedi. Seniha'nın gözleri siyah
gölgeler altında rengini ve nazar denilen ifadeyi kaybetmiş gibiydiler.

Hakkı Celis dedi ki:

Çok değişmişsiniz Seniha abla!

Seniha:

Sen de epeyce büyümüşsün! dedi.

Genç adam kalbinin ağzına kadar geldiğini hissetti; kendinin çocukluktan ne
kadar uzak olduğunu bağırarak söylemek ve Seniha'nın bütün o suni olgun hanım
tavırları altındaki çiğliğini, boşluğunu, hiçliğini, anlatmak istedi.

Yalnız büyümek değil, ihtiyarladım bile, Seniha Abla, dedi. Siz çok
gezdiniz, çok gördünüz. Fakat ben çok düşündüm, çok hissettim. O kadar ki,
bütün fikirler, bütün hisler bana şimdi yavan geliyor. Siz bu bezginliğe
vasıl oldunuz mu? Nerede? Her tarafınızdan arzu, emel, gençlik fışkırıyor,
şimdi 'haydi!' deseler bir seneden beri yaptığınız seyahatleri aynı iştiha
ile tekrar edebileceksiniz. Fakat, ben düşündüklerimi tekrar düşünmek,
hissettiklerimi tekrar hissetmek istemeyeceğim. Seniha abla, bizi pişiren
ıstıraptır; gezip görmek değildir. Sizden evvel kaç kişi Avrupa'ya gitti
geldi. Bunların bazılarının kıyafetlerinde epeyce değişiklik gördüm, fakat
ruhlarında ne değişti; bilmiyorum. Bunlar bize oradan, başlarında bir acayip
sarhoşluk ve gözlerinde safiyane bir hayretle avdet ettiler. Seniha abla,
siz de bunlardan biri misiniz?

Seniha zoraki bir kahkaha ile güldü:

Ooo, daima felsefe! Sen hiçbir zaman hayat adamı olamayacaksın, hiçbir
zaman, zavallı Hakkı!

Bunun üzerine genç adam acı acı gülümseyerek yarı ciddi, yarı şaka cevap
verdi:

Öyleyse ölüm adamı olurum.

Hakkı Celis bu sözleri düşünmeyerek, bir şey söylemiş olmak için söyledi:
Esasen bunun hırçın bir sitem olmaktan başka bir manası yoktu. Hatta, o kadar
ki, bu sözün boşluğundan, soğukluğundan genç adamın kendisi bile ürperdi.
Fakat ekseriya dilimize dolaşan ve günlerce ağzımızdan hiç düşmeyen bazı
manasız lakırdılar gibi bu da, nedendir bilinmez, birdenbire Hakkı Celis'in
beynine ve diline saplandı. Seniha'nın yanından çıktıktan sonra sokakta
yürürken kendi kendine mütemadiyen bunu tekrar ediyordu:

Öyleyse ölüm adamı olurum.

Bu ne demekti? Ölüm adamı olmak ne demekti? Ölüm adamı etrafına ölüm saçana
mı yoksa ölüme doğru gidene, ya da ölmeye mahkum olana mı denilirdi? Hakkı
Celis, bunların her ikisi değil miydi? Birkaç zamandan beri ya ölmeye ya
öldürmeye hazırlanmıyor muydu? Bu önü parlak düğmeli, yakası işlemeli veston,
bu belindeki kemer, bu bacaklarını sıkan dolaklar ne içindi? Nereye gitmek
içindi? Biraz sonra omzuna neden bir silah yüklenecekti? Birkaç zamandan beri,
memleketin havasında, ağızdan ağza dolaşan pek mebzul bir söz, şimdi, onun
nazarında ulvi bir belagat alıyordu; Hakkı Celis ancak, şimdi, kaç zamandan
beri halkın: Ya gazi, ya şehit! diye bağırışlarının manasını anlıyordu. Ya
gazi, ya şehit! Evet, kendisi de bunlardan biri olmak için hazırlanıyordu.
Tevekkeli biraz evvel:

Öyleyse ölüm adamı olurum! dememişti.

Bu, bir hakikatti. Hakkı Celis şimdiden bir ölüm adamıydı.

Bu saate kadar askerliğin ölümle bir münasebeti olduğu hiç hatırına
gelmemişti. Kendini alelade yorucu bir işe ve bir angaryaya çatmış
zannediyordu. Meğer bu iş ne mehabetli ve bu angarya ne büyük bir şeymiş!
Hakkı Celis giydiği asker esvabının içinde ilk defa olarak bir kahraman
gururunu hissetti; kendi kendine, göğsü kabararak:

Ben bir ölüm adamıyım, ya ölmeye, ya öldürmeye gidiyorum, dedi.

Meğer kader ona neler hazırlıyormuş da o farkında değildi, bu cömert kadere
karşı ne kadar nankör, ne kadar küçüktü! Hayatın hangi gayesi bir cenge doğru
gidişten daha yüksekti? Bahusus ki, onun gideceği cenk, cenklerin en büyüğü,
bir cihan cengiydi. Böyle bir cenkte bir küçük zabit olmak, o eski orduların
başında bir serdar olmaktan daha ehemmiyetli değil miydi? Genç nefer:

Ben bir ölüm adamıyım, dedi.

Ve ilk defa olarak şair Hakkı Celis'e karşı kalbinde bir nefret uyandı. Loş
bir odada saatlerce Verlaine şiirlerini inşat eden ve yamru yumru bir kalemle
kirli bir kağıt üstünde birtakım topal mısralar sıralayan o cılız, o solgun
çocuk neydi? Bu genç askerin topukları demir çivili çarıklarla tırmanmaya
hazırlandığı sarp, yüksek ve tehlikeli tepenin yanında, bu solgun benizli
çocuğun çıkmak istediği serin ve gölgeli yokuş ne adi bir yerdi!

O tepede al bayrağın çırpınışları, yüz bin kişinin haykırışları, ateşin
söylenişleri, çelik sesleri ve kıvılcımlı dumanlar vardı; bu yokuşta ise
birkaç yeşil defne dalından, biraz su şırıltısından ve melul bir ıssızlıktan
başka ne vardı? Hakkı Celis kendi kendine:

Eve döner dönmez, şimdiye kadar yazdığım yazıları ve bütün kitapları
yakacağım! dedi.

Ve bunu söylerken birden coşup havada salladığı elinden burnuna hafif bir
koku geldi; bu, Seniha'nın elinden onun eline sinen kuvvetli bir kokunun
artığıydı. Hakkı Celis içinin titrediğini hissetti ve hala bu kadar boş
şeylerin tesiri altında kaldığına şaştı. Birtakım yapma tavırlar, sahte
bakışlar ve isteksiz gülüşlerle Avrupa'dan avdet etmiş sathi (Yüzeysel) ve
kokulu bir mahlukun ateşe, dumana ve kör kurşun yağmurlarına doğru ağır ağır
ilerleyen bir adam üzerinde hala hüküm sürüşü pek gayri tabii bir şey, adeta
bir ayıp değil miydi? Hakkı Celis kendi nefsine karşı Seniha'yı sevmiş
olmaktan ve belki hala sevmekte devam etmekten utanıyordu. Sakın o da tanıdığı
birçok gençler gibi, sakın o da şu havai Cemil gibi hayata yalnız etiyle mi
merbuttu? (Bağlıydı) Varlığının bütün o yüksek heyecanları, sakın biraz
evvelki tavırları, bakışları ve gülüşleri gibi birtakım düzme ve yapma
şeylerden mi ibaretti? Zira, deminki kahramanca düşüncelerle, Seniha'nın
kokusunu duyar duymaz hissettiği ürperiş, birbirinin tamamıyle zıddı iki
türlü ruhiyete alametti. Hakkı Celis kendi kendine diyordu ki; Ya o
düşünceler, ya bu ürperiş doğruydu. Acaba hangisinde samimiyim?

Genç adam, bütün gün kendini böyle tahlil etti; fakat bir türlü ne olduğunu
anlayamadı. Kalbi bir muamma halini aldı. Onun için şüphesiz olan bir şey
varsa, o da Seniha'yı sevmenin, dünyanın bütün boş, sathi ve şehvani
hazlarına mağlup olmaktan başka bir şeye delalet etmediğidir. Zira Seniha,
bu hazların özü ve timsaliydi. Onu ölümlere sürükleyen, onu ulvi divanelikler
yaptıran büyük ve derin bir aşkla sevmek bile kabil değildi. Bu acı hakikat,
ona genç kızı Şişli'deki apartmanda ziyaretinden sonra tamamıyle
ayan (Belli,açık) olmuştu.

Günler gittikçe birbirini takip eden birçok vakalar genç adama bu hissinde
ne kadar yanılmadığını ispat etti. Gerçi, Hakkı Celis, o ilk ve son
ziyaretinden sonra Seniha'yı tekrar göremedi ve yeni yaşayışına, yeni
ahbaplığına dair yakından hiçbir hadiseye şahit olmadı. Fakat, ağızdan o
kadar sözler işitti, o kadar birbirini te'kit eder (Doğrular, pekiştirir)
şeyler öğrendi ki, genç kızın yeni hayatına dair kendi gözüyle müşahedelerde
bulunmasına lüzum bile kalmadı.

Diyorlar ki, Seniha Avrupa'dan gayet şüpheli bir yoldaşla avdet etti,
vakıa bu, haddizatında kırkını geçmiş, basit, sathi bir sefaret memurundan
başka bir adam değildi ve Seniha ile tanışması yolda kendisine refakat
ederken oldukça samimi bir dostluk halini almıştı; öyle ki, şimdi, Servet
Beyin evinden hemen hiç çıkmıyor gibidir. Seniha'nın eski arkadaşları bu yeni
dost için:

Tıpkı bir zamanlar Faik Bey, nasılsa öyle... diyorlardı.

Vakıa, Seniha'dan birkaç ay evvel İstanbul'a dönen Belkıs Hanım, Seniha ile
Faik Bey arasındaki münasebetin asıl Paris'te ciddi ve ateşli bir devreye
girdiğini söylemişti. Faik Bey, hemen her akşam ta Brüksel'den Paris'e onu
görmeye gelirmiş; birlikte yapmadıkları sefahat kalmamış; bir gece yarısı,
Belkıs Hanım kocasıyle beraber tiyatrodan çıkıp bir kahveye yemek yemeye
girmişler; bir de ne görsünler! Seniha, yanında Faik Bey, kadın erkek bir
alay serseri refakatinde sarhoş olmuşlar, çalgıcıları ortalarına almışlar,
avazları çıktığı kadar hep bir ağızdan şarkı söylüyorlar. Belkıs Hanım, yerin
dibine geçiyormuş, koeasına demiş ki: Aman, buradan savuşalım!

Hakkı Celis, Seniha'nın Paris hayatına dair böyle yüzlerce hikaye
dinlemişti. Fakat bunların hiçbirisi son aylarda İstanbul'daki yaşayışı
hakkında söylenen sözlerden daha müthiş ve daha feci değildi: Ara sıra, talim
dönüşü, Neyyire ve Nuriye Hanımlara tesadüf eden Hakkı Celis, bu iki
hemşireden büyük dayısının torununa dair en taze havadisleri alıyordu; genç
kızlar diyorlardı ki:

Hakkı Celis Bey, doğrusu, Seniha'ya eskisi gibi sık sık gidemiyoruz. Bilir
miyiz, bin türlü şeyler söylüyorlar. Güya Nedim Bey isminde biri varmış
-şu kendisiyle birlikte gelen sefaret memuru, olacak- evden hiç çıkmıyormuş,
vakıa Seniha zevahiri kurtarmak için nişanlı olduklarını söylüyormuş; fakat
bu adamı tanıyanlar var, kendine sormuşlar, katiyen inkar ediyormuş: 'Ben
sadece evin dostuyum!' diyormuş. Evin dostu... Şu Fransızların Ami de la
maison dedikleri gibi cins ahbap yok mu? İşte öyleyim demek istiyor.

Neyyire Hanım, susup Nuriye Hanım başlıyordu:

Bunlara kim inanır? Herkes işin iç yüzünü pekala biliyor. Seniha'nın bütün
tuvaletlerini bu adam ödüyormuş. Geçen gün Belkıs'la bizim terzi madama
gitmiş; kadın kendi anlattı; on beş gün evvel üç kat elbise yaptırmış, üç gün
sonra parasını, gelmiş bizzat Nedim Bey vermiş.

Bütün bu dedikoduların Hakkı Celis üzerindeki ilk tesirleri söylenenlere
karşı bitmez tükenmez bir hiddet ve bir nefretti: Her defasında, iftira
ediyorsunuz, susunuz! demek isterdi. Seniha'nın hayatında, bu kadar pisliğe,
bu kadar adiliğe ihtimal veremezdi. Seniha bu hayata kapılsa bile, Servet Bey
bütün o ahlak ve namus prensipleriyle, bütün o titizlikleriyle, Sekine Hanım
bütün o melekane iffetiyle bu hale nasıl razı olabilirdi, nasıl tahammül
ederlerdi? Hakkı Celis evvela böyle düşünürdü. Fakat, sonra yavaş yavaş her
şeyi mümkün ve tabii bulmaya başladı.

Servet Bey, bütün o alafranga namus ve haysiyet prensiplerinin arkasında,
daima toplanıp dağılan dalgalı, değişken bir şahsiyetten başka bir şey
değildi. Sekine Hanıma gelince, bu zavallı kadın, kim ne derse ona inanan,
kim ne yaparsa ona kapılan, iyiliği budalalık derecesine varan biçarelerden
biriydi. Bahusus, bu kadın yeni eve çıktığı günden beri, babasıyle kocası
arasında ne yapacağını, ne söyleyeceğini, ne düşüneceğini tamamıyle şaşırmış
bir haldedir.

İki günde bir, kalbi heyecandan tıkanmış, Cihangır'deki konağa koşuyor ve
sesi hıçkırıklarla boğularak, babasından, Seniha'nın affını rica ediyordu:

Geldiği günden beri her gün sizi anıyor, diyordu. Yavrucak vallahi,
yemeden kesildi. 'Günahım ne ise yüzüme söylesin; beni istediği gibi tekdir
etsin, sesimi çıkarmayacağım; fakat bir defa yüzünü göreyim' diyor. Kaç kere
kapıya kadar gelmiş, bir türlü içeriye girmeye cesaret edememiş. Ne olur,
babacığım, affediniz, affediniz.

Naim Efendi, hiç cevap vermiyor; dik dik yere bakıyordu. Zavallı ihtiyar,
kaç zamandan beri gönlü ile pençeleşmektedir. Seniha'nın hasreti, onun için,
bütün ömründe duyduğu ıstırapların en büyüğü oldu. Yanındaki sedef kakmalı
çekmecede Seniha'nın her yaşta resimlerinden bir büyük deste vardı. Bunları,
odasında kimse olmadığı zamanlar yavaşça çekmeceden çıkarır; bir müddet
titrek elleri arasında evirir, çevirir, sonra gözlüklerini takar, herbirine
uzun uzun, derin derin bakar, öper, koklar, göğsü üstüne basardı.

Bazı kasvetli yalnızlık günlerinde oturmaktan, yatmaktan, ibadet etmekten,
okumaktan bıkıp da konağın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlar
başlamaz, ilk uğradığı yer Seniha'nın odası olurdu. Güya içeride birisi
varmış gibi bir müddet kapıyı dinledikten ve etrafına bir hayli bakındıktan
sonra, eli heyecandan donmuş bir halde topuzu çevirirdi. Seniha'nın odası,
konağın diğer metruk odaları gibi, perdesiz, eşyasız, bakımsız, toz ve toprak
içindedir. Tavanın köşe yerlerinden, pencerelerden camla kafes aralarından
külrengine girmiş örümcek ağları sarkıyor. Yalnız bir eski koltuk, yatağı
kaldırılmış bir karyola ve ayağı kırık bir masa bu odanın yegane eşyasını
teşkil ediyor. Naim Efendi bu eski, tozlu eşyada Seniha'dan taze bir şey
sezerdi ve ona dair doğduğu günden bugüne kadar hafızasında kaç tatlı hatıra
kalmışsa, hepsini birer birer canlandırırdı.

Naim Efendi, Seniha'yı görmeye çoktan razıydı. Avrupa'ya gidiş macerasından
sonra yediği darbenin acısını çoktan unutmuştu.

Fakat, her gün Seniha'ya dair yeni bir şayia çıkıyor; ona, bu hususta
kendisini bile şaşırtan, büyük bir inat ve mukavemet kudreti veriyordu. Kime
karşı, ne için? Bilmiyordu. Zira, kalbi daima kinsiz, garezsiz, nefret ve
hiddetten uzaktı. Fakat, ta içinden, bir ses, ona, her dakika: Hayır,
Seniha'nın yüzüne bakılamaz! diyordu. Ve Naim Efendi sebebini hiç
aramaksızın bu sesin emrine tabi oluyor, söylediğine inanıyordu.

Vakıa o, bu meselede, biraz da, hemşiresi Selma Hanımefendinin tesiri
altında kalıyordu. Zira, bu hanımefendi, son zamanlarda, kah bir adam
göndermek, kah kendisi gelmek şartıyle biraderini bir gün yalnız bırakmıyor,
onu adeta sıkı bir nezaret altında bulunduruyordu. Naim Efendinin böyle
nezaret altında bulunmaya ihtiyacı vardı; zira, o şimdi yalnız kimsesiz bir
ihtiyar değil, aynı zamanda alil ve sefil bir adam haline de girmişti. Çok
güçlükle yürüyebiliyordu ve o müziç hıçkırığı en azı, haftada birkaç defa
hançeresinden yakalıyor, onu saatlerce ateş üstünde bir kıl gibi kıvrım
kıvrım kıvrandırıyordu.

Selma Hanımefendi; onu bir gün böyle bir nöbet esnasında geldi, buldu ve
tenha konağın içinde avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:

Kardeşim, kardeşim, nihayet seni dertli ettiler, gördün mü bir kere
başımıza gelenleri! Şimdi ne yapalım Kalfa? Allah aşkına çabuk bir çaresini
bul! Aman bana da fenalıklar geliyor. Hay Allahtan bulasıcalar, buna can mı
dayanır? Nasıl içlerine sinmiş de bunu, böyle yalnız bırakmışlar? Ayol,
insanın kalbi nasıl rahat eder? Nasıl eğlenir, nasıl gezer tozar? Hele o
yangın gecesi, hele o yangın gecesi... İstanbul'un dört köşesinden yedi kat
yabancılar koştu geldi de onlar bir uşak göndermek lüzumunu bile
hissetmediler. Benim aklıma bakın ki hala nelere şaşıyorum. Vah kardeşim vah,
neyin var, neyin yok hepsini, hepsini onlara verdin; şimdi de onlar için
hıçkıra hıçkıra can veriyorsun! Bari biliyorlar mı? Bari neden bu hale
geldiğini biliyorlar mı? Ne gezer, ne gezer! Vallahi vazifelerinde bile değil.
Orada gece gündüz vur patlasın, çal oynasın!

Naim Efendi, hemşiresi böyle haykırdıkça daha ziyade hıçkırmaya başladı;
zira, gittikçe heyecanı artıyordu. Öyle ki, hastanın ne kadar süküna muhtaç
olduğunu pek iyi bilen Cenan Kalfa, ihtiyar adamın hıçkırığından evvel Selma
Hanımefendinin bağırmalarını durdurmaya çalıştı. Fakat, esasen pek yaygaracı
olan Hanımefendi, kendi sesinden başka bir şey işitmiyor, söyledikçe coşuyor,
söyledikçe coşuyordu:

İnşallah, bir gün gelecek, o kız, bahası önde, kendisi arkada sokak sokak
sürünecek, dilenecek! Cenabıhak kimsenin yanında koymaz! Fakat, neye yarar?
Biz göremeyeceğiz! diyor ve ellerini dizlerine vuruyordu; biraz sesini
alçalttı:

Gene bir tane yenisini bulmuş! dedi. Bu bir nazırmış, şimdiki vükeladan
biriymiş! Aman Yarabbim! Şimdiki vükeladan biriymiş!

Nihayet, Naim Efendi, sabredemedi; suda boğulan bir adam gibi iki kollarını
hemşiresine uzattı; yalvaran gözlerle baktı; sus! demek istedi; muvaffak
olamadı, bulunduğu yere yığıldı, kaldı. Bayılmıştı.

Kendine geldiği, zaman ev halkını başına toplanmış buldu. Bunların arasında
bir de doktor vardı; emektar uşağı Hasan Ağa, kapının önünde duruyordu; hekim
ona bir şeyler ısmarlıyordu. Naim Efendinin, gözlerini açmasıyle kapaması bir
oldu; zira karşısındaki minderde, yüzü ağlamaktan kıpkırmızı kesilmiş
hemşiresinin bir şey söylemek için kendisine baktığını gördü.

Gerçi, Selma Hanımefendi söz söylemekten vazgeçmemişti.

Ağabey, dünya bir araya gelse, bu halini gördükten sonra mümkün değil, seni
burada bırakamam, hem bu koca konağın içinde türbe bekçisi gibi, tek başına
senin işin ne? Vallahi ne söylesen, dinlemem. Yarından tezi yok, seni alır,
götürürüm. Uğursuz konağı da düşünmeden ya satar, ya kiraya verirsin!

Naim Efendi, korkulu bir rüya görmüş gibi ürkek ürkek gözlerini açtı, bir
ameliyat masası üstüınde cerrahın elindeki alete bakan bir hasta nazarıyle
hemşiresine baktı; hıçkırığı tamamıyle dinmişti. Selma Hanımefendi:

Kuzum, ağabey, itiraza filan kalkışma! Sen adeta çocuk gibi olmuşsun;
kendine malik değilsin! Dünyanın bin türlü hali var. Bak demincek, gitti
gittiydin, dedi.

Odanın içinde dolaşan hekim, Selma Hanımefendiye döndü:

Rica ederim... Şimdi bu bahislerin sırası değil! diye ihtar etti.

:::::::::::::::::::

XIV

Konağı kiraya verip hemşiresinin yanına taşınmak bahsi çıktığı günden beri,
Naim Efendinin rahatı, huzuru büsbütün kaçtı. Selma Hanımefendinin kararı o
kadar katiydi ki, hiçbir mazeretle bunun önüne geçmek kabil olmuyordu.

Naim Efendi:

Burada doğmuşum, burada yaşamışım, ihtiyarlamışım! Nasıl bırakır giderim?
diyordu.

Hemşiresi cevap veriyordu:

Göreceksin, bu konaktan çıkar çıkmaz her şey öyle bir yoluna girecek ki!
Bütün uğursuzluklar bu evden geliyor.

Naim Efendi konaktan çıkmamak için daha mühim sebepler buldu. Dedi ki:

Ben buradan çıktığım gün ölürüm. Kabil değil, dayanamam ölürüm.

Selma Hanımefendi buna karşı şöyle cevap verdi:

Burada, fareler, örümcekler ortasında yapayalnız öleceğine, benim yanımda
benim gözüm önünde ölürsün!

Biçare ihtiyar, bu çelikten irade karşısında ne yapacağını bilemedi,
mukavemeti kırılmak üzereydi; birden hatırına bir hile geldi; sonuncu defa
olarak büyük bir lando içinde kendişini almaya gelen hemşiresine dedi ki:

Hemşire, birkaç zaman daha burada oturmaya mecbur olacağım zannederim.
Ciheti askeriye ne kadar boş ev bulursa derhal işgal ediyormuş; şimdi
burasını da boş bırakırsak diğer evler gibi hemen askerler yerleşecek. Ondan
sonra ise evin ne satılmaya ne de kiralanmaya hayrı kalacak. Binaenaleyh ben
düşündüm, taşındım. Bizam Hasan Ağa ile de uzun uzadıya görüştük. Nihayet şu
an karar verdik: Evvela konağı el altından iyi bir fiyatla kiraya vereceğiz,
sonra size taşınacağım.

Bu kuvvetli mantık ve bu maddi zaruret önünde her şeyden evvel tedbirli ve
hesaplı bir kadın olan Selma Hanımefendinin iradesi kırılıverdi:

Ha, bakınız, buna diyeceğim yok! buna akan sular durur, dedi, fakat
çarçabuk bir kiracı bulmalı, çarçabuk.

Naim Efendi hemşiresini bu suretle başından savdıktan sonra geniş bir nefes
aldı; adeta neşelendi; kapıdan Cenan Kalfaya seslendi:

Bana Hasan Ağayı çağırınız!

Biraz sonra Hasan Ağa da kapısının eşiğindeydi.

Selma Hanımefendinin biraderi dedi ki:

Hasan, evladım Hasan! Bugünden itibaren bu konak kiralıktır; fakat, senden
rica ederim; kapıya müşteri geldikçe bir bahane ile savıver!

Naim Efendinin, müddeti hayatında bu, ilk yaptığı hileydi.

Fakat ne yazık ki, bu hileyle her şey yoluna girmiş ve Naim Efendi, yakayı
tamamıyle sıyırmış olamadı. Selma Hanımefendi, bir şeye karar verir de,
sonuna vasıl oluncaya kadar, hiç durur mu? Derhal, her önüne rast gelene
Cihangir'deki konağın kiralık olduğunu söylemeye, adamlarını öteye beriye
saldırmaya; bütün ev arayanlara orasını salık vermeye; devrin zenginlerine
alttan alta haber göndermeye başladı.

Bunun içindir ki, bir hafta ya geçti, ya geçmedi; İstanbul'da ev bakmaya
gezenler hep birden Cihangir'deki konağa sökün etti. Büyük kapının çıngırağı
sinirli bir kadın çığlığı gibi günde hiç olmazsa üç dört defa iç avlunun
sükununu tarumar ediyordu. Hasan Ağa, iki gün zarfında, kapıyı mütemadiyen
açıp kapamadan, her gelene bir yalan söylemeden bıkıp usanmıştı. Bu
gelenlerden bazıları söz dinlemiyorlardı:

Nasıl olur? diyorlardı. Bizi Selma Hanımefendi gönderdi. Daima içerde
adam vardır, girer, gezebilirsiniz, dedi.

Hasan Ağa:

Fakat efendim, bugün harem dairesi kapalıdır. Anahtarını kim aldı,
bilmiyorum, her halde Efendi Hazretleri...

Tarzında birtakım perişan cevaplar vermek istiyordu. Fakat kimi Çamlıca'dan,
kimi Sarıyer'den, kimi Şehzadebaşı'ndan, kimi Ayastafanos'tan kalkıp gelen bu
kiracılar hiç olmazsa selamlığı, hiç olmazsa iç avluyu görmeden gitmek
istemiyorlar ve adeta uşağın göğsünden itip girmeye çalışıyorlardı. Gerçi o
zamanlar mesken buhranı henüz başlamamıştı; fakat; geçim şartlarının
birdenbire değişmesi, ekmeksizlik, arabasızlık o zamana kadar yazı kışı
sayfiyelerde geçiren birçok aileleri şehrin merkezi yerlerine doğru itiyordu.

Hasan Ağa, bu hücum önünde yavaş yavaş mukavemetini kaybetmeye başlamıştı.
Gelenleri evvela avluya, sonra selamlık dairesine bıraktı. Daha sonra, Naim
Efendinin yanına girip, kadınlı erkekli bir aile heyeti için konağın her
tarafını gezmeye müsaade istedi.

Günün birinde Selma Hanımefendinin, bizzat kendisi,bir araba dolusu ev
bakıcıları getirdi ve bunları ta biraderinin yatak odasına kadar soktu.
Zavallı Naim Efendi, o gün haysiyetinden büyük bir şeyin kırıldığını
hissetti; kendini adeta bir hancı, bir bezirgan ya da bir dilenci derecesine
inmiş sandı ve ziyaretçiler gittikten sonra bütün bir gece sabaha kadar
teessüründen hıçkırdı, durdu.

Birkaç zamandan beri bu hıçkırıklar, bu ıssız ve koca evin içinde
işitilebilen yegane seşti ve bu ses etrafı yangın harabeleriyle çevrilmiş,
bu eski, metruk konağın bir nevi nabız vuruşu gibiydi.

Naim Efendinin hıçkırığı aşağıdaki taşlıktan itibaren duyuluyordu; insan,
evvela başının üstündeki tavana iri damlalar halinde bir su aktığına
hükmederdi; fakat daha ziyade yaklaşınca, bu ses, iri su damlalarının bir
tahta üzerine düşüşüne benzemekten çıkardı ve büyük, bozuk bir saatin
tiktaklarını andırırdı. Daha yaklaştıkça, daha başka manalar, feci ahenkler
alırdı ve insanın kalbine bu derinden gelen yeknesak sesler bir hüzün, bir
ürperti, bir korku verirdi. Hele sofayı geçip de, hastanın oda kapısına
yaklaşıldı mı, mutlaka sekeratta (Komada, can çekişir durumda) bir adamın
yanıbaşına gelindiği sanılırdı.

Bir gün, Selma Hanımın uşağı konağa birtakım yeni müşteriler getirdi. Bunlar
çok süslü ve zengin kimselerdi; erkeğin parmaklarında yüzükler ve kadınların
kulaklarında küpeler, Hasan Ağanın gözlerini kamaştırdı. Esasen kapıyı açar
açmaz burnuna çarpan bir koku onu sarhoş etmişti; ürkek bir tavırla Selma
Hanımın uşağına yaklaştı:

Bunlar da kim? diye sordu.

Öbürü kulağına eğildi:

... Mebusu Necip Bey, haremi, hemşiresi ve annesi!

Bunların gözlerinde insanlara ve eşyaya karşı tahkir edici bir bakış vardı.
Kadınların en genci ayağını kunduralarının içinde bile yere basmaktan
iğreniyor gibiydi. Her adımda bir kere durup etraflarına bakınıyorlar ve
dudaklarını büküyorlardı, içlerinden biri, taşlığı geçerek merdivenlerden
çıkarken:

Aman burası ne bakımsız, ne pis! dedi.

Hasan Ağa az kaldı, bir şey söyleyecek, kaba bir harekette bulunacaktı;
kendini güç zaptetti. Yukardaki sofaya çıkılınca, Mebus Bey yanındaki
kadınlara evin yapılışı hakkında bir uzun konferans vermeye başladı:

Bu tereddiye (Yozlaşmaya) uğramış bir nevi tarzı mimaridir, (Yozlaşmaya)
diyordu. O kadar ki, menşelerini bile bulmak kabil olamıyor. Eski ecdadımız
bütün taş binalarda otururlarmış; Tanzimat devrinden sonra bir ahşap ev,
ahşap konak modası başlamış. Şu çerçevesi birer parmak ayrılmış koca koca
pencerelere bakınız, bunlar neyi ifade ediyor; hangi ihtiyaç, hangi lüzum
üzerine yapılmıştır?

Necip Bey öyle bir hayli söylendikten sonra kendisi önde, kadınlar arkada
Naim Efendinin odasına yönelen koridora doğru yürüdüler. Kadınlardan biri
dedi ki:

Ne soğuk, ne kasvetli ev!

Naim Efendi, yatağı içinde evvela ayak seslerini, sonra bu sözü işitti;
yüreği hopladı, kendi kendine:

Yine kiracılar, yine kiracılar... Kim bilir... Ve sözünü tamamlayamadı;
şimdi günde birkaç defa tutan o müziç hıçkırık birdenbire boğazından
yakalamıştı. Dışarıda bu hıçkırığı duyanlardan birisi:

A, aman, nedir o! Bu ses de nereden geliyor? dedi.

Bir diğeri ilave etti:

Tıpkı birisini boğazlıyorlarmış gibi... .

Kadınlardan en genci ürkerek geri geri çekildi:

Anne, anne, o kapıya yaklaşma. Mutlaka ölen oradadır.

Naim Efendi bu sözlerin hepsini işitiyordu. Cenan Kalfayı çağırıp kapıyı
içinden kilitlemek istedi, fakat sesi çıkmıyordu, birkaç defa elini birbirine
vurdu, geçme kapı ile ayrılmış bir odada daima emrine amade duran ihtiyar
kalfa, ya bulunduğu yerde uyumuş kalmış, ya başka bir yere çıkıp gitmişti.
Naim Efendi, bin zahmetle yerinden kalktı, yatağının kenarlarına,
karyolasının demirlerine tutunarak kapıya doğru yürümeye çalıştı; fakat tam
bu sırada kapı açıldı, birçok başlar bir anda içeriye uzandı. Naim Efendi
beyaz pike takkesi, beyaz entarisiyle boylu boyuna ayakta duruyordu. Kadınlar
hep bir ağızdan bir çığlık kopardılar; kapıyı açmalarıyle kapamaları bir
oldu; şimdi koridordan şu sesler duyuluyordu:

Üstüme iyilik sağlık, bir mevta, kefeni içinde dimdik ayakta duruyor.

Ayol, ne diyorsun, mevta değil, tıpkı mezardan çıkmış bir kadit...

Evet, sanki bir kadite beyaz bir entari giydirmişler.

Lakin, ben gördüm, kımıldıyordu; kımıldıyordu, vallahi kımıldıyordu.

Naim Efendi, can evinden vurulmuş bir halde, yatağına atıldı. Evet, o, bu
terbiyesiz ve izansız kadınların, bu çığlıklarla birbirlerine anlattıkları
gibiydi. Hala kımıldanişı, hala ses çıkarışı, bakışı, gülüşü, ağlayışı,
nihayet hala düşünüşü, hissedişi tabiatın en şayanı hayret, hatta en korkunç
hadiselerinden biri değil miydi? Kendi kendine:

Cebin herif, cebin herif! Artık ölsene! dedi ve hıçkırıkları birbiri ardı
sıra boğazını tıkadı.

Naim Efendinin son senelerdeki bu fecaatini herkesten ziyade gören,
hisseden Hakkı Celis'ti. Hayatta şöyle dursun, bütün okuduğu romanlarda bile
bu kadar trajik bir ihtiyar simasına tesadüf etmemişti; bu adam, ona,
gittikçe bir şeye alamet veya bir şeyin timsali gibi görünmektedir. Eski
müverrihlerin hayatında zuhur edecek büyük hadiselerin gökte ve yerde birtakım
alametlerle belirdiğini söylerler. Eğer bu doğru ise, Naim Efendi de yeni
başlayan devrin eşiğindeki korkunç hayaletlerden biridir. Hiç şüphesiz
arkamızda bıraktığımız mazinin son feryadı ve önümüzde hissettiğimiz uçurumun
ilk ürpertisi Naim Efendidir. Bundan başka, Hakkı Celis'e göre Seniha'nın
büyükbabası aynı zamanda, hem bir ceza, hem de bir cezalıydı. Bir cezaydı,
arkasında bıraktığı aleme karşı; bir cezalıydı, kendisini karşılayan bedbaht
ve avare zürriyet (Yozlaşmaya) önünde... Bugün Naim Efendinin damarlarında
işleyen zehir, dün kendinin ve kendi gibilerin elleriyle kendi bahçelerine
ekilmiş zakkumun tohumundan ve özündendi. İstanbul'da, parmakla sayılmaya
başlayan o Osmanlı konaklarından birini, Naim Efendinin konağını, böyle hafif
bir ökçe darbesiyle ta temellerinden yıkıveren mahluk, hiç şüphesiz herkesten
ziyade Naim Efendinin eseriydi.

O kadar necabet ve salabetle (Soyluluk ve sağlamlık) başlayan o büyük
Tanzimat cereyanı, döne dolaşa, nihayet İstanbul'un ortasına Seniha gibi bir
kadınla, Faik Bey gibi bir erkek örneği bırakıp geçmişti. Türk dehasının
yaptığı bu son medeniyet tecrübesi de gelmiş ve gelecek nesillere acı bir
imtihan olmaktan başka bir şeye yaramamıştı.

Hakkı Celis kendi kendine diyordu ki: Naim Efendinin hıçkırıklarıyle
Seniha'nın kahkahalarındaki mana bir değil midir? Bu, her iki ses de biten
bir şeyi ifade etmiyorlar mı?

Bu genç, yığınlarla yaşamaya başladığı giinden beri milletlerin hayatını,
bahtını, kendi hayatından, kendi ruhundan ve kendi bahtından bin kat daha
ziyade tetkike şayan bulmaktadır. Gittikçe görüyor ve anlıyor ki, ne Benim
sevincim, ne Benim elemim, dediği şeyler ona kendi kalbinden gelen şeyler
değildir; kendi kalbi bir boş kadehtir ki, binlerce eller, onu bin kere
doldurup, bin kere boşaltıyor; bir koğuşta yüzlerce kişiyle yatıp kalkmak,
bir karavanada yüzlerce kişiyle yiyip içmek ve bir tabur içinde saatlerce
yürümek ona en hakiki şahsiyetini öğretti ve bir ferdin başlı başına bir
keyfiyet olmayıp, bir kemiyet içinde bir adet olduğunu hissetti. Onun gözünde
münferit hadiselerin artık hiçbir kıymeti yoktur. Bunun içindir ki, Seniha'yı
son senelerde türeyen yeni bir kadın neslinin muayyen bir örneği ve Naim
Efendiyi memleketin sallanan toprağı altında, ürkerek, bağırmak için çıkmış
bir acıklı müstehase (Fosil) telakki ediyor. Ya kendisi neydi?

Kendisi bu bin çehreli, bin cepheli büyük ve esrarlı varlığın hangi
tarafını ve nesini temsil ediyordu? Hakkı Celis, kendi kendine diyordu ki:

Havada değişen bir şey var. Başlarımız üstünde nereden geldiği bilinmeyen
yeni bir yel esiyor. Bu yel kızgın çöllerin içinden çıkmış gibi ateşindir;
alnımızı bir alev gibi yakıyor. Bu yel yüksek ve karlı tepelerden inmiş
gibidir; bize her temas edişinde derimiz biraz daha sertleşiyor; kemiklerimiz
biraz daha katılaşıyor; bu yel, bazen denizlerde esen hafif rüzgarları, sıcak
yaz günlerinin sonundaki serin meltemleri andırıyor; bin türlü karmakarışık
sıtmalarla yanan göğsümüz üstünde tatlı ve teselli verici bir öpücük halinde
dolaşışları var. İşte, ben, bu yolun önüne katılanlardanım! Fakat, nereye
gidiyorum, bilmiyorum. Bir garip heyecan içinde sarhoş gibi yürüyorum ve
korkmuyorum. Çünkü koyu, uzun ve sayısız bir kafilenin içindeyim, yolumuzun
sonunda belki bir uçurum da olsa yürüyeceğim; zira benim için hiçbir şey
geriye dönmekten daha fena değildir!

Hakkı Celis, şimdi böyle düşünüyordu ve onun için şimdi, geride kalan alem,
Senihalardan, Faik Beylerden, Naim Efendilerden, Sekine Hanımlardan müteşekkil
olan karışık, mayasız ve çürümüş alemdi. Bununla beraber, biraz merhamete,
biraz da nefrete benzeyen bir his onu hala aleme bağlı tutuyordu; Naim
Efendiye gidişlerinde, Seniha'ya uğrayışlarında, işte, bu iki zıt histen bir
şey vardı. Zira, Hakkı Celis son günlerde eskisi gibi sık sık Naim Efendiyi
ziyarete gidiyor ve ara sıra Seniha'yı gördüğü oluyordu. Esasen Seniha'yı
görmeye gitmek biraz da bu ziyaretleri tamamlayıcı bir şeydi. Naim Efendi,
genç adamla Seniha'ya dair konuşmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Son zamanlarda torununa karşı duyduğu muhabbet onu adeta bir sıtma nöbeti
gibi sarmıştı... Hakkı Celis kapının eşiğinde görünür görünmez, yüzüne acayip
bir neşenin aydınlığı vururdu. Bakışlarına yeni bir can gelir:

E, ne haber; söyle bakalım, bugün ne haber? diye sorardı.

Hakkı Celis bu istenilen haberin harp cephelerine dair olmadığını pekala
bilirdi. Ne Almanya'nın Şark ve Garp taarruzları, ne bizim müdafaa hatlarımız,
hatta ne de son günlerde müthiş bir safhaya girdiği söylenilen Çanakkale
Harbi, Naim Efendinin vazifesinde değildi. Bunun içindir ki, ihtiyar adam:

E, ne haber, söyle bakalım, bugün ne haber? diye sorduğu vakit, Hakkı
Celis, derhal Seniha'ya dair son işittiği ve son gördüğü şeyleri zihninin
içinde toplamaya çalışırdı. Bittabii, büyük dayısına fazla elem vermesi
hatıra gelen tafsilat ve teferruatı mümkün mertebe sükutla geçerdi; mesela
derdi ki:

Dün, akşam üstü Doğruyol'da ona rastladım. Mükellef bir araba içindeydi,
yanında... Yanında tanımadığım bir hanım, pek tuhaf giyinmiş bir hanım vardı.
Beni görür görmez arabasını durdurdu: Ben görmemezliğe gelip geçmek istedim,
arkamdan seslendi, gittim. Konuştuk. Dargın dargın: 'Bize niye gelmiyorsun?
Bu hafta hiç görünmedin? Niye?..' dedi. Şimdi perşembeleri onun günüymüş.
Birçok Alman ve Avusturyalılar geliyormuş. Saatlerce musiki yapıyorlarmış.
Başka günlerde de misafir eksik olmuyormuş. Bazı, gece yarılarına kadar süren
eğlenceli saatler geçiriyorlarmış. 'Mutlaka gel!' dedi, sonra sizi sordu.

Büyükbabamı görüyor musun? dedi. Sıhhati nasıldır? Yine sık sık
hıçkırıyor mu?

Bari, iyidir, hiçbir şeyi yok; hıçkırıkları durdu, diyeydin.

Öyle söylemedim. Fakat dedim ki: Teyzem konağa sık sık geliyor, ondan
haber almıyor musunuz? Dudaklarını büktü: 'Sağ olsun, annem o kadar mübalağa
eder ki, hiçbir sözüne lazım geldiği kadar inanmam.' Sonra bana elini verdi;
eli beyaz güderi eldivenler içindeydi, koyu nefti bir çarşafı vardı. Arabanın
içi çok iyi kokuyordu.

Başka bir gün de böyle söylerdi:

Cemil işini uydurmuş. Viyana'ya gidiyor. Vakıa Viyana'da açlık müthiş bir
dereceye varmış: Fakat Cemil bir kolayını bulur oradan İsviçre'ye geçerim
diyor.

Naim Efendi:

Canım, bu ne biçim askerlik! derdi. Ne vakit talim etti ne vakit
öğrendi? Ne vakit zabit oldu; ne vakit (...) Paşanın yaveri... Şimdi de
Avrupa'ya seyahate çıkıyor. Mutlaka bir misyonla... Mutlaka, öyle değil mi?

Yok efendim, zannetmem. Öyle bir şey olsa söylerdi. Anlaşılan, apartmana
devam eden Avusturyalı zabitlerden biri ile işi uydurmuş, o alıp götürüyor.
Esasen Seniha ablam da Viyana tarikiyle bir İsviçre seyahatine
hazırlanıyormuş.

Ne diyorsun? Ne diyorsun? Yarabbi sen ıs]ah et! Bu kız ne durmak, ne
dinlenmek biliyor.

Hakkı Celis esefle başını sallıyor:

Son zamanlarda öyle bir zayıfladı ki... diyordu. Hiçbir zaman bu kadar
zayıflamamıştı. Onu Avrupa'dan geldiği vakit görenler şimdi tanıyamazlar.
Mamafıh; bana bu haliyle daha güzel, daha zarif görünüyor. Kendisi de pek
memnun. 'Büyük bir tehlike atlattım, az daha şişmanlayacaktım,' diyor. Geçen
gün onu yakası ve kolları açık bir ropla gördüm. Boynu ne kadar narin,
göğsünün çizgileri ne kadar seyyaldi. Kolları etten ve kemikten değil; bunlar
oluklardan akan sular gibiydi. Yeni dikkat ediyorum. Seniha ablamın ne uzun
parmakları var!

Naim Efendi konuşmasının bu şairane tasvir cihetlerini pek iyi anlamıyordu.
Mütemadiyen diyordu ki;

Acaba neden zayıflıyor? Bir tarafından rahatsız mı? Bir kederi mi var?
Hakkı, bir gün yalnız kaldığınız zaman bana şunu kendisinden anlayıver.

Fakat, Hakkı Celis onunla yalnız kalmak imkanını bulamıyordu. Bir gün, genç
adam, Naim Efendiye Seniha'nın salonunu şöyle anlattı:

İç içe oda ağzına kadar doluyor. Birçok Şarkvari köşeler yapmışlar, bunlar
üstünde bağdaş kurup oturmuş Alman zabitleri, ellerinde bir tambur veya bir
gitara ile yan yatmış Viyanalı kadınlar; duvardan indirilmiş bir uzun çubuğu
tüttürmeye uğraşan Beyoğlulu gençler var. Herkes kendi havasında gülüp
eğleniyor. Seniha, ayakta olsun, oturmuş bulunsun, daima hiç çözülmeyen bir
çemberle çevriliyor. Dört muhtelif lisanla konuşan, dört muhtelif cinsten,
dört muhtelif yaşta, en az yedi sekiz erkekten müteşekkil bu çember, Seniha
ayağa kalktığı vakit onunla beraber kalkıyor. Seniha yürümeye başlar başlamaz
onunla beraber yürüyor ve bir tarafa çekilip oturunca o da beraber çekilip
oturuyor.

Hakkı Celis'in yarım yamalak tasvir ettiği bu alem, Naim Efendiye; bazı
seyahatnamelerde okuduğu garaib ahvali (Şaşırtıcı haller, olaylar; yabansı
durumlar, gariplikler) hatırlatıyordu, gözünün önüne Çin'e dair bazı resimler
geliyordu. Hele Seriha'yı Zenciler diyarında, kiminin elinde tavus
tüylerinden yapılmış yelpazeler; kiminin elinde at kuyruğundan uzun
sineklikler, birtakım köleler ve cariyeler ortasından yavaş yavaş ilerleyen
barbar bir melikeden hiç ayıramıyordu; diyordu ki:

Seniha, etrafını bu kadar sıkıya alan bu adamlardan hiç sıkılmıyor mu?
Eskiden sabırsız bir çocuktu. Şimdi anlaşılan sinirlerine daha ziyade
sahiptir.

Sıkılmak mı? Bilakis yalnız bununla eğleniyor. Bu adamlardan herbiri ona
kendi dilinde bir şey söylüyor ve o derhal gülerek cevap veriyor. İçlerinde
öyleleri var ki, bir çocuğa masal anlatan eski dadılar gibi sihirli bir
belagate maliktir; birbiri ardınca birçok hikayeler anlatıyor. Bu hikayelerin
bazıları hayret ve bazısı hüzün verici; bazıları insanı kahkahadan
kıvrandıracak derecede güldürücüdür. Seniha'nın peykleri arasında bir tanesi
de var ki, emsali bulunmaz derecede mukallittir; muhtelif lisanda, muhtelif
milletlere dair bir uzun taklit repertuvarı taşıyor. Numaralarını kah ayağa
kalkarak, kah oturduğu yerden yapıyor. Bir diğeri, gülünç ve manidar
menkıbeler anlatıyor, öbürü mütemadiyen cinaslı sözler söylüyordu. Ben,
hiçbirinin ne dediğini işitmiyordum; fakat, uzaktan, Seniha'nın halinden
konuşmaların nev'ini tayin edebiliyordum.

Naim Efendi, hakikatin bu derece acayip ve harikulade olacağına ihtimal
veremiyordu; için için diyordu ki: Şair çocuk, mübalağa ediyor!

Halbuki, zavallı Hakkı Celis, göri:ip işittiği şeylerin yarısını bile
anlatmıyordu. Mesela bütün bu halkın içinde Asyai bir hükümdar gibi salınıp
dolaşan, oturup kurulan ve her tavrı ile: Bu salon, bu süsleri, bu şa'şaası
ve etrafında kölelerle dolaşan bu kadın bütün bu cazibesi, bütün bu
zarafetiyle benimdir, benim malımdır! diyen o adamdan, o şüpheli aile
dostundan hiç bahsetmiyordu.

Naim Efendi, ara sıra: Böyle zamanda, bu kıtlıkta, bu pahalılıkta, bu
kadar halkı izaz ve ikram için ne yapıyorlar? Ne kadar masraflara giriyorlar?
Bu masrafları etmeye nasıl imkan ve ihtimal bulabiliyorlar? dediği vakit,
Hakkı Celis kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilerek ve güya yapılan pislikte
kendisinin de bir payı varmış gibi utancından yerin dibine geçerek:

Servet Bey, diyordu; birtakım işler yapıyormuş. O meşhur (...) Mebusunun
şerikiymiş. Bu adam milyonlar kazanmış, bittabii Servet Bey de epeyce
istifade etmiş olacak... Öyle diyorlar...

Naim Efendi, tiksinerek yüzünü buruşturuyor:

Aman Yarabbi, şu Servet bey ne derekelere düşmüş! Ne derekelere! diyordu.

Ve bu ihtiyar ile bu genç adam böyle konuşurlarken yavaş yavaş akşam oluyor,
oda gölgelerle doluyordu. Hakkı Celis hiçbir yerde, akşamın bu kadar kasvetle,
bu kadar fena bir şeyi haber verir gibi geldiğini hatırlamıyor, bilmiyor,
denizin dibine batan bir adam gibi tıkandığını hissediyordu.

Geç vakit, ruhu bir ağır kederle yüklü, eve dönüyordu. Karanlık ve tenhalık
içinde, İstanbul'un sokaklarında yürümekle İstanbul denilen şeyi daha iyi
anlıyordu. Bu, ne bir ülke, ne bir şehir, ne de bazılarının dediği gibi,
büyük bir köydü; İstanbul'un güzelliğini, çirkinliğini, ihtişamını ve
sefaletini yapan şeyler neydi? Ne tepeleri üstündeki camileri, ne sokaklarının
bakımsızlığı ve pisliği; ne Şark'ın en büyük saltanatına payitaht oluşu, ne
Fikret'in dediği gibi alay alay Efvahı kadide (İskelet ağızlar, bir deri
bir kemik kalmış insanlar) ile meskun bulunuşudur.

Harbin başından beri bir haile (Trajedi) perdesiyle örtülen İstanbul'un ta
derinliklerinden çıkan bu boğuk boğuk sesler, bu çılgınca vaveylalar, bu at
ve araba gürültüleri yalnız bir büyük zehrin sefahat veya sefaletine ait bir
şey söylemiyordu; Hakkı Celis'in gözleri bu perdenin arkasında açlıktan,
yoksulluktan daha büyük bir haile görüyor; Hakkı Celis'in kulakları bu
istimdat ve istihkar (Yardım isteme ve hor görme) seslerinin
maverasında (Ardında, ötesinde) daha suzişli (Acılı) bir feryadın
aksisedasını duyuyordu.

İstanbul, hudutları malum olmayan bir alemdi, genç adam, gecelerin ıssız
karanlıklarında, tek başına yürürken İstanbul'un böyle bir alem olduğunu her
adımda daha ziyade hissediyordu. Bazen bir türbe önünde, bazen bir cami
kapısında durup, içi korkuyla dolu etrafını saran bir sükütu dinliyordu.
Biraz ötedeki kanlı gürültünün bu sükuta hiç tesiri yoktu, bu sükut ikliminin
kapısında o kanlı gürültü, hiç şüphesiz her şeyden mukaddes olan bu sükutu
muhafaza etmek içindi, zira bu sükut, dünyanın en ulu evliyalarıyle en
kahhar (Kahredici,yokedici) cihangirlerinin uyudukları son uykunun yegane
bekçisiydi.

Ve bu ikinci defa idi ki, şanlı ve mübarek uyurların uykusu tehlikeye
giriyordu. Hakkı Celis, bundan iki üç yıl evvel yine bu sokaklardan, bu
türbeler, bu camiler arasından geçiyor, yine Cihangir'deki konaktan
dönüyordu; sağında, solunda karanlıkta yalnız başlarının beyaz sargıları
görünen yaralıların birer tabuttan daha matemli arabaları hareket ediyordu.
Hakkı Celis, o zaman ne başını çevirip bu yaralılara bakıyor, ne kulak verip
o derinden gelen sesleri dinliyordu. Bütün varlığını manasız ve adi bir
sevdanın alevi sarmıştı. Genç adam, kendi kendine: Ne kadar değişmişim?
dedi. Gerçi, bugünkü Hakkı Celis, dünkü Hakkı Celis'e tamamıyle yabancıydı.
O zamandan beri yeni bir sevdanın alevi içinde, dünkü küçük adam,
balmumundan bir bebek gibi eriyivermişti. Bu sevda neydi? Kim içindi? Bu
sevda, milli ideal diye birkaç seneden beri ağızdan ağza dolaşan ve kısmen
sahte olan müphem ve sari (Bulaşıcı,salgın) duygu muydu? Hakkı Celis, o kadar
süslü ve muattar (Kokulu) Seniha'nın yerine şimdi, millet denilen şeyi, o
koyu, karışık varlığı mı seviyordu? Genç adam, millet denilince Naim Efendiler
gibi müstehaselerle (Fosillerle) Senihalar ve Faik Beyler tarzında sefil
iştahlı yaşarları hatırlıyordu. Millet, ona bazen kilometrelerce toprak
üzerinde yığılmış bir kocaman ceset halinde göründü. Bu cesedin üzerine
dünyanın dört köşesinden çıkmış bir sürü haşarat hücum ediyor ve kendi
kıyafetinde alay alay insan bu haşaratları dağıtmaya koşuyordu. Her ceset
gibi, bunun da bitmesi lazım gelirdi. Hakkı Celis, bu müthiş fikir ve bu
korkunç şüphe ile bir hafta sonra Çanakkale'ye sevk edileceğini düşündü. Evet,
bu genç adam, istemeyerek, bilmeyerek, Naim Efendi hıçkırıklarında devam
etsin ve Seniha Almanyalı, Avusturyalı zabitlerle rahat rahat çay ziyafetleri
verebilsin diye, bir hafta sonra Çanakkale'ye, hayatına doymadan ölüme
gidecekti!

Hakkı Celis, biraz evvelki o şanlı rüyadan hakikat denilen bu mezbeleye
düşer düşmez bir müddet muvazenesini kaybeder gibi oluyor ve sendeliyordu.
Fakat bu ani buhran çok sürmüyor, genç adam, türbelerden, sebillerden,
camilerden sızan hava içinde derhal kendini topluyordu: Hayır! Hayır! Millet
denilen şey Naim Efendi gibi müstehaselerle, Senihalar ve Faik Beyler gibi
sefil iştahlı insanlardan mürekkep bir varlık değildi. Bunlar milletin
çürüyen ve dökülen tarafıydı. Ve havaya kalkan sekiz yüz bin kılıç, işte, bu
kangren olmuş uzvu kesip atmak içindi.

:::::::::::::::::::

XV

Hakkı Celis, veda ziyaretlerine, hareketinden birkaç gün evvel başladı.
Evvela Belkıs Hanıma, sonra Nuriye ve Neyyire Hanımlara gitti. Belkıs Hanım,
tombul tombul bir kadın olmuştu ve gittikçe eli o kadar yumuşamış ve iradesi
o kadar azalmıştı ki, yanına bir genç erkek yaklaşır yaklaşmaz başı dönüyor,
hemen bulunduğu yere düşecek gibi oluyordu. Nitekim Hakkı Celis'le bir odada
baş başa kalınca o kadar ne yapacağını şaşırdı, hareketlerine öyle bir
perişanlık geldi ki, genç adam az daha tersyüzü dönüp gidecekti. Fakat Belkıs
Hanım birdenbire kendini topladı ve büyük bir hemşire tavrıyle Hakkı Celis'in
iki elinden iki eliyle tuttu.

Neden böyle birdenbire kalkıverdin! Ne acayip çocuksun, dedi. Hakkı
Celis'e genç kadının bu samimi ve laubali hali biraz emniyet ve sükunet verdi.
Tekrar oturdu. Bir müddet Seniha'dan bahsettiler. Belkıs Hanım, eski
arkadaşına karşı pek o derece azılı değildi; hatta Faik Beyi paylaşamadıkları
zamana nispetle biraz daha iyi, daha dosttu. Esasen gittikçe hayvani
zevklerin en basitine doğru inen bu kadın için karışık, güç ve ince
rabıtaların bir manası kalmamış ve kalbi her türlü kinden, garazdan
boşalmıştı. Bununla beraber Hakkı Celis'e büyük dayısının kızına dair bazı
yeni havadisler vermekten kendini alamadı:

Senihacık, çok müşkül bir mevkide, dedi. Nerede ise Faik Bey gelecekmiş.
O gelir gelmez mutlaka bir kıyamet kopacak. Deli çocuk bittabii gördüğü hale
tahammül edemeyecek, birtakım çılgınlıklar yapmaya kalkışacak, İstanbul'un
içinde yeniden bir gürültüdür kopacak. Bilir miyim ben... Vallahi şu kıza
acıyorum...

Hakkı Celis:

Faik Beyin ne söylemeye hakkı olabilir? dedi. Seniha ile (...) Mebusu
Necip Bey arasındaki münasebet yarın resmi bir şekil almak üzeredir. Hatta,
zannederim, çarşambaya nikah merasimi oluyor.

Belkıs Hanım, hayretle yerinden fırladı ve geldi ta genç adamın yanına
sokuldu:

Gerçek mi? Gerçek mi? Bize neden haber vermediler? Şaşılacak şey! dedi.

Ve bunları söylerken güya farkına varmaksızın yapıyormuş gibi dizlerini
genç adamın dizleri arasına soktu ve bir elini elinin üstüne bıraktı. Ağzı,
kesilirken sulanan bir meyve gibiydi; fakat, gözlerinde ve elinde hala bir
çocuk saffeti vardı; Hakkı Celis bu sefer ürkmedi ve kadını kendi haline
bıraktı.

Hakkı Celis, Belkıs Hanımdan sonra Nuriye ve Neyyire Hanımlara uğradı. Genç
kızlar sokaktan henüz avdet etmişlerdi; çarşafları henüz başlarındaydı;
arkalarından Hakkı Celis girer girmez ikisi birden bir çığlık kopardılar:

Ne tuhaf, biz de, şimdi sizi konuşuyorduk, dediler.

Sonra ilave ettiler:

Haberiniz var mı? Faik Bey geldi... Şimdi, şimdi beraberdik.

Hakkı Celis Neme lazım! der gibi omuzlarını silkti. Nuriye ve Neyyire
Hanımlar haki ve seferi elbisesinin içinde dimdik duran ve adalelerinin
sertliği hissedilen bu genç askerden dünkü dal gibi cılız Hakkı Celis'i güç
tanıdılar. Tüylü geniş ve az çok barbar kalpağının altında bir yıl evvelki
sarışın yüzlü, bakır rengini almiş, bir Tatar simasının ifadesini bağlamıştı.
Nuriye Hanım dedi ki:

Aman Yarabbi, ne kadar, ne kadar da değişmişsiniz, Hakkı Celis Bey! Acaba
ruhunuz da yüzünüz gibi değişti mi? Sakın o da bu kadar haşin olmasın... O
pürhulya ve pürşiir ruh! (Hülya ve şiir dolu)

Neyyire Hanım:

Ah bu askerlik;' dedi, en hassas; en rakik kalpleri bile bir çelik haline
sokuyor. Vah, vah, Hakkı Celis Bey; artık hiç şiir yazmıyorsunuz, değil mi?

Hakkı Celis gülerek başını salladı:

Çoktandır, ne okuduğum var, ne yazdığım! dedi. Bütün eski meşguliyetlerim
bana şimdi yavan geliyor. Esasen sanat sunilik demek değil mi? Şairler
birtakım suni adamlardır.

Genç kızlar ikisi birden kulaklarını tıkadılar:

Aman susunuz, aman bari işitmeyelim; diyorlardı. Zavallı şairler! Onlar
ki, bize ruhlarının ıstırabından...

Hakkı Celis genç kızların sözünü kesti:

Onların ruhundan bize ne! dedi. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamın
ıstırabından, neşatından (Sevincinden), aşkından, bilir miyim daha nelerinden
bahsetmesine ne lüzum var! Kimisi hatıralarını anlatır, kimisi endişelerini
söyler, kimisi şu veya bu mesele hakkında ne kadar herkesten başka düşündüğünü
anlatmaya çalışır. Niçin, niçin efendim? Onlara soran var mı? Herkesin kendi
derdi, kendi başından aşkın... Şair denilen birtakım meçhul kimselerin
elemlerini de çekmeye hiç değilse dinlemeye mahkum olmakta biraz fazla
fedakarlık bulmuyor musunuz? Hele son zamanın şairleri... Bize gündelik
hayatının hurda intibalarını, birtakım adi teferruatını, cetlerinden
kendilerine miras kalmış küflü bir aletle anlatmadan başka bir şey bilmeyen
bu küçük ve hodperest (Bencil, kendini beğenmiş) adamlar...

Nuriye Hanım sordu:

Bir zamanlar o kadar sevdiğiniz Fikret için de mi böyle düşünüyorsunuz

Genç adam:

Aman, dedi; bana hassaten bizim şu son şiirimizden, şu son
şairlerimizden hiç bahsetmeyiniz! Geçen gün bir eski mecmuanın sayfalarını
çeviriyordum; yan yana bir mensur, bir manzum şiir gözüme ilişti; bunlardan
birisi 'İntizar' unvanlıydı ve unvanın altında 'pembe yeldirmeliye' diye bir
ithafı vardı: Gayet yanlış ve yavan bir Türkçeyle yazılmış bu mensurenin
meali bir cümleyle şuydu: 'Dün akşam, güneş batarken ufukları bir pembelik
istila etti; siz geliyorsunuz sandım ve bekledim.' Manzumenin serlevhası
'İftirak'dı ve 'E. C.' Hanıma diye ithaf olunmuştu; kırk mısraı mütecaviz bu
uzun manzumede, şair, hulasatan diyordu ki: Siz gittiniz. Arkanızdan
mendilimi salladım ve ağladım.

Genç kızlar, kendilerini tutamayarak gülüşmeye başladılar. Hakkı Celis
sözüne devam etti:

Bu yavan, bu tuzsuz ve mayasız edebiyata -affedersiniz- bir tek isim
bulabiliyorum: Zampara edebiyatı. Otuz yıldan beri kah 'Edebiyatı Cedide',
kah 'Fecriati', şimdi de 'hece vezni cereyanı' adları altında hep bu çığır
devam ediyor duruyor. Mecmualar hala birtakım mahalle çocuklarıyla doludur.
Bu mecmualar bu gibi muaşakalara açık muhabere varakası (Aşklar, sevişmeler
için açık haberleşme sayfası, aracılığı) vazifesini görmekten başka bir şeye
yaramıyor. Doğrusu bütün bunlar, beni asıl şiirden, asıl edebiyattan bile
nefret ettirdiler.

Neyyire Hanım hemen söze atıldı:

Demek ki asıl şiir, asıl edebiyat da var, dedi; demek umumiyetle şiirden
edebiyattan değil, fena şiirden, fena edebiyattan müteneffirsiniz.(Nefret
ediyorsunuz, tiksiniyorsunuz)

Hakkı Celis gülerek cevap verdi:

Ona şüphe mi var! Mensup oldukları milletin itikatlarını, gazalarını,
hezimetlerini, elem ve neşatını terennüm eden o büyük halk ve millet şairleri
benim için daima mübarektirler. Şair denilen mahluk biraz evliya ve kahraman
arasında bir şey olmalıdır; Garbın ve Şarkın eski şairleri böyleydi. Onun
içindir ki, hala hepimize tükenmez birer membadırlar. Son devrelerin ortaya
çıkardığı cüceler, birtakım dolaşık yollardan sürüne sürüne bu membalara
doğru gidiyorlar ve bize, oradan kah bir tas, kah bir avuç, kah bir katre su
getiriyorlar. Bütün bu cüceler bizim nazarımızda bu getirdikleri suyun,
miktarı derecesinde aziz ve kıymetlidirler.

Kendilerini bildikleri günden beri, şiirle şairlerden başka bir şeyle
meşgul olmayan genç kızlar, Hakkı Celis'in bu yeni şiir ve şair tarifini
anlayamıyorlardı; vücudu gibi ruhunun da sertleşip kabalaştığına hükmettiler
ve bir an evvel kalkıp gitsin diye beklediler.

Hakkı Celis, genç kızların evinden çıktıktan sonra, Seniha'ya da gidip
gitmemek hususunda bir müddet mütereddit kaldı. Zira Seniha'yı her görüşünde
cinsini, mahiyetini tayin edemediği bir şey oluyor ve günlerce hayatı
zehirleniyordu. Yalnız günlerce hayatı zehirlenmekle kalmıyor, bütün fikirleri
ve bütün hisleri sarsılıyor, ruhu meşkuk (Kuşkulu) bir hale giriyor, azim ve
iradesinin kuvvetini teşkil eden bütün unsurlar dağılıyor, kayboluyordu. Hakkı
Celis, birdenbire kendini bir boşlukta asılı kalmış zannediyordu. Mamafıh,
bütün bu tehlikelere rağmen bu sefer mutlaka gitmek lazımdı, gitmemek kendi
tarafından affedilmez bir kabalık olacaktı; bundan başka Seniha, buna
kendince gülünç bir mana verecek, dudaklarının ucunu yukarıya doğru kaldıran
o müstehzi tebessümüyle gülümseyerek:

Bana; bir aşık gibi kafa tutuyor! diyecekti. Halbuki, Hakkı Celis artık
Seniha'yı sevmekten veyahut sevmiş görünmekten tiksiniyordu.

Seniha, apartmanda yalnızdı. Sekine Hanım, Cihangir'e gitmiş ve Servet Bey,
daire dönüşü bermutat Cercle d'Orientda kalmıştı. Cemil, çoktan
Viyana'daydı. Genç kızın yarı kocası olacak adama gelince o da mühimce bir iş
için Sofya'ya kadar küçük bir seyahate çıkmıştı. Seniha ise, birkaç zamandan
beri onun evde hazır bulunmadığı zamanlar misafir kabul etmekten çekiniyordu.
Bununla beraber, bugün müstesna ziyaretçilerden birini bekleyen bir hali
vardı. Lacivert ve düz eteklik üstüne beyaz bir ipekli erkek gömleği giymiş
ve uzun örme bir boyunbağı takınmıştı; saçları gösterişsiz, muntazam,
adeta -tabir caizse- resmi taranmıştı. Bir derin koltuğa gömülmüş, kitap
okuyordu. Başını kaldırıp birdenbire karşısında Hakkı Celis'i görünce,
yüzünde hayret ve şaşkınlıkla karışık bir memnuniyetsizlik belirdi:

A sen misin? dedi.

Bir başkasını mı bekliyordunuz? diye sordu.

Seniha, kitabını yere fırlattı:

Hayır, hayır, dedi. Yalnız, Faik... Faik Bey gelecekti de...

Sonra birdenbire kendini topladı; genç adamı baştan aşağıya bir süzdü:

Bu ne kıyafet, bu ne hal! Bir Kazak kadar vahşisin! dedi.

Genç adam, gülerek, cevap verdi:

Mamafıh, yarın, Kazakların almak istedikleri bir şehri müdafaaya
gidiyorum.

Seniha:

Nasıl Çanakkale'ye mi! diye haykırdı. A, çocuk, niçin bana evvelce
söylemedin, seni oraya göndertmemenin bir kolayını bulurduk.

Hakkı Celis, kibirli bir tavırla, dudaklarını büktü:

Bu esvabı giydikten sonra, dedi; herhalde bir yere gitmek lazımdı.
Kısmet Çanakkale'ye çıktı. Hiç müteessir değilim. Bilakis pek memnunum, ilk
defa adamakıllı bir harp göreceğim; adeta içim içime sığınıyor.

Genç kız, müstehzi:

Hey, koca kahraman! dedi.

Tam bu sırada kapının zili çalındı. Seniha, kendi kendine söylenir gibi:

İşte bu, mutlaka Faik Bey olacak! dedi.

Doğrusu, bir taraftan da Hakkı Celis'in yanında bulunduğuna memnundu; zira,
bu suretle Faik Beyle kendi aralarında vukuu çok melhuz bir izah ve
istizaha (Olması beklenen bir açıklama ve bunu istemeye) imkan kalmayacaktı.
Birkaç zamandan beri, uzaktan, mektuplarla kendisini bir gün rahat bırakmayan
bu eski sevdalı, kim bilir, şimdi, yüz yüze gelince hırıltı ve zırıltılarını
ne kadar fazla bir dereceye çıkaracaktı. Seniha, hayatını ikiye ayıran bu
maceranın içinden kolayca sıyrılıp çıkmak istiyordu. Bununla beraber, Faik
Bey odadan içeriye girer girmez, Hakkı Celis ikisinin de sapsarı kesildiğini
gördü. Seniha, ellerindeki ve sesindeki titremeyi güç zaptediyordu. Bu,
şimdiden, için için heyecanlı, tehditkar ve sitemkar sessiz bir aşk
sahnesiydi. Onun içindir ki, Hakkı Celis; Faik Beyle selamlaştıktan sonra
hemen kalkıp gitmek istedi. Fakat Seniha bırakmadı:

Gitme, bu akşam yemekte kalacaksın! Faik Bey de kalacak, dedi.

Bunun üzerine Faik Beyin benzi daha ziyade sarardı, adeta dudaklarına kadar
bembeyaz oldu:

Ben, maalesef, yemeğe kalamayacağım. Biraz sonra gideceğim, diye söylendi.

Seniha:

A, nasıl olur; söz verdiniz. Davet edildiniz. Kabil değil bırakmam! dedi.

Ve genç adama o kadar tuhaf gözlerle baktı ki, onda cevaba kudret kalmadı,
başını eğip sustu.

Fakat Hakkı Celis, odanın havasında, hala gizli şimşekler seziyordu, ikide
bir: Şimdi tutuşacaklar, şimdi kavga başlayacak, diyordu ve bu ihtimal
önünde kendi mevkiini ziyadesiyle nazik buluyordu.

Mamafıh, korktuklarının hiçbirisi olmadı. İkisi de yavaş yavaş kendilerini
zaptetmeye ve soğukkanlılıklarını bulmaya başladılar. Faik Bey, kaygısız bir
eda ile seyahatini anlattı; geçtiği yerlere dair malumat verdi. Sonra Servet
Bey ve Sekine Hanım geldiler. Yemek saati gayet sessiz, ağır ve biraz da
mağmum (Sıkıntılı) geçti. Faik Bey, yemekten evvel üst üste dört viski ve
sonra da bir hayli şarap içtiği halde, yine bir parça neşelenemedi; gittikçe
kasvetli, gittikçe sükuti bir tavır aldı. Seniha, ürkek ve endişeliydi; doğru
dürüst yemek bile yiyemedi; göğsü daimi bir heyecan içindeydi. Koridorda
ufacık bir gürültü onu yerinden hoplatıyordu; her kapı çalınışında kalkıyor,
dışarıya bakıyordu.

Faik Bey, yemekten sonra çok kalmadı; saat henüz ondu, Hakki Celis'le
beraber çıktılar. Seniha'nın eski aşığı, Seniha'nın eski sevdalısına dedi ki:

Beyoğlu'na kadar yürürüz; olmaz mı?

Hakkı Celis, Faik Beyin hiç bu kadar iyi bir çocuk olduğunu hatırlamıyordu.
Kendisine ilk defa akran muamelesi ediyordu; sesinde kalbi okşayan bir şey
vardı. Bir müddet yan yana sessiz yürüdükten sonra tekrar söze başlayan o
oldu:

Demek yarın gidiyorsunuz, dedi. Bilmem size acımalı mı, sevinmeli mi?
Zira cephenin arka tarafı pek de ferahlı bir şey değil.

Aralarına yine bir sükut çöktü. Osmanbey'den Pangaltı'ya kadar birbirlerine
tek bir kelime söylemediler. Hakkı Celis'in yoldaşı dalgın ve hızlı yürüyordu.
O kadar ki, Hakkı Celis ihtara mecbur oldu:

Böyle koşarak nereye gidiyoruz?

Faik Bey gülerek cevap verdi:

Sahi, dalmışım. Sizi yordum, affedersiniz.

Hava ağır ve ılıktı. Fesini eline aldı ve hiç şüphesiz bir şey söylemiş
olmak için deminki sözünü tekrar etti:

Demek yarın gidiyorsunuz?

Yürüdükleri cadde gittikçe kalabalıklaşıyordu. Birbiri ardı sıra birçok
otomobiller geçiyordu. Faik Bey:

Ben görmeyeli, her şey epeyce değişmiş, dedi. Acaba Beyoğlu'nda bu
saatte gidilecek yer neresidir?

Hakkı Celis, hiç bilmiyordu. Yalnız bazı arkadaşlarının Tepebaşı'nda bir
bardan bahsettiklerini işitmişti. Faik Bey dedi ki:

Bu gece sizi bırakmayacağım, yarın gidiyorsunuz. Biraz eğleniriz.

Hakkı Celis, Beyoğlu'nda eğlenmenin ne demek olduğunu hep başkalarının
hikayelerinden biliyordu. Belki de birkaç defa kendisinin de bu hayata bir
kenarından katıldığı olmuştu.

Bu kıyafetle nereye gidebilirim?

Faik Bey babayani bir tavırla omuzlarını silkerek cevap verdi:

Adam sen de, o kadar zabit var, her yere girip çıkıyorlar, yapmadıklarını
bırakmıyorlar.

Biraz sonra, Tepebaşı bahçesinin barındaydılar. Faik Bey, Hakkı Celis'e
sordu:

Ne içersiniz?

Genç adamı içerdeki gürültü ve kalabalık biraz şaşırtmıştı.

Hiçbir şey! dedi.

Olmaz; mutlaka bir şey içeceksiniz. Garson, iki viski, iki viski.

Sahnede bir Viyanalı kadın Almanca bir şarkı söylüyordu. Bazı Avusturyalı
zabitler, hep bir ağızdan, aynı şarkının nakaratını tekrar ediyorlardı.

Locaların birinde, kıyafetlerinden dışarlıklı veya harp zengini olduğu
anlaşılan iki şişman adam yanlarında saçları ve suratları boyalı yarı çıplak
kadınlarla mütemadiyen şampanya içiyorlar, meyve yiyorlar ve mütemadiyen
sırıtarak birbirlerine bakıyorlardı. Hakkı Celis, oturdukları masanın yanında
kendi gibi bir ihtiyat zabitini, masadan masaya her türlü vasıtalık vazifesini
gören dilsiz adama elleriyle, gözleriyle, dudaklarının ucuyle bir şeyler
anlatırken gördü; nihayet, eline bir kağıt verdi, salonun sigara dumanları
arkasında yarı kaybolmuş bir köşesini gösterdi ve dilsiz o tarafa gitti.
Biraz sonra o dumanlar arasından siyahlar giyinmiş, kolları omuz başlarına
kadar açık ve sarı saçlı, uzun ince bir kadın belirdi; yavaş yavaş o genç
zabitin yanına geldi ve otuz iki dişini birden gösteren bir tebessümle, elini
uzattı:

Guten Abend.

Biçare genç ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırmıştı; kadına sigara
paketini uzatıyor, gayet fena olduğu anlaşılan bir Almanca ile ne istediğini
soruyor, güya yüzlerce iğnenin üstünde gibi iskemlesinde bir türlü rahat
oturamıyordu.

Buraya girdikleri dakikadan beri hiç konuşmayan ve yarım saat zarfında üç
tane viskiyi susuz, sedasız üst üste yuvarlayan Faik Bey, birdenbire
yumruğunu masanın mermerine vurdu:

Dünyada kadın kadar berbat bir mahluk var mı? dedi.

Hakkı Celis, derin bir uykudan uyanır gibi silkindi. Şaşkın şaşkın
arkadaşının yüzüne baktı. Faik Beyin gözlerine sert ve haşin bir ifade
gelmişti:

Bakınız, şunlara bakınız; sarışın, siyah ve beyaz yılanlar ki, etrafımızda,
kıvrana kıvrana kımıldanıyorlar.

Ve elinin hafif bir hareketiyle soldaki kadınları gösterdi; bir viski daha
içti ve büsbütün genç adama doğru çevrilip:

Zanneder misin ki, diye sordu; bunlar hakikaten bizden, bizim
cinsimizden olsunlar? Hayır... Bunlar insanlarla hayvanların haricinde, başka
bir cinsten acayip ve korkunç birtakım mahlukattır. Bizim gibi söz söylerler,
tebessüm ederler ve ağlarlar, bizi anlar gibi bakan gözleri vardır. Fakat
asla, asla bizden değildirler; ne damarlarında işleyen kanların, ne
göğüslerinin altında çarpan kalbin bizim kanımız ve bizim kalbimizle
münasebeti vardır. Erkeklerin en büyük hatası ve felaketlerinin başlıca
sebebi onları da kendilerinden telakki etmeleridir. Onlara beşeriyetin
nısfı (Yarısı) demişiz; onların kucağında ana diye yatmışız, onları karı diye
evimize almışız; onlara sevgili diye kollarımızı açmışız, işte, o zamandan
beridir ki, ne vücudumuzda rahat, ne evimizde sükun, ne kollarımızda kuvvet
kalmış. Haberimiz olmaksızın bize sokuluvermişler, zehirlerini gizli bir
tarafımızdan şah damarlarımıza akıtıvermişler.

Faik Bey, Hakkı Celis'e daha ziyade yaklaştı, şimdi, bir çelik rengi alan
gözlerini genç adamın gözlerine saplayarak:

Bir kadına hiç tutuldunuz mu? dedi. Ben, sizin yaşınızdayken epeyce
kadınlarla münasebete girmiş, aldanmış ve aldatılmıştım. Yirmi beş yaşıma
girdiğim zaman artık bıkmış, usanmış bir adam gibiydim; kadınlığın benim
nazarımda hiçbir sırrı kalmamıştı; kendi kendime diyordum ki: 'Adam sen de,
işte evveli de bu; ahiri de bu!' Hele aşk, sevda, filan gibi sözler bana vız
geliyordu; bunlar hep romancıların uydurduğu martavallar diyordum; fakat bir
gün... Yirmi beşimi geçmiş ve hiç olmazsa yirmi beş kadın tanımıştım,
birdenbire ne oldu bilmem... On sekiz yaşında bir çocuk gibi... Siz kaç
yaşındasınız?

Hakkı Celis:

Yirmi iki, dedi.

Faik Bey, bir susuz viski daha içti ve sözüne şöyle devam etti:

Yirmi iki... Fakat siz de günün birinde on sekiz yaşındaydınız; o yaşta
nasıl sevilir, bilirsiniz; mutlaka bilirsiniz. Zira, hatırlıyorum ki, siz de
sevdiniz; siz de benim gibi... Siz de onu sevdiniz.

Hakkı Celis, sapsarı kesildi ve kalbi şiddetli şiddetli çarpmaya başladı.
Faik Bey:

Evet, evet, biliyorum, dedi. Fakat, monşer, hiç o sevilir mi? Ne kadar
zaman kendisinden kaçtım; ne kadar zaman bana uzanan elleri ellerimle ittim.
Ben istemedikçe o arkamdan koştu; uzun uzun anlatmaya ne hacet... Herkes gibi
siz de gördünüz, siz de öğrendiniz; benim karşımda ne kadar zelildi.

Birdenbire gözleri meçhul bir noktaya daldı. Dakikadan dakikaya dağılan
zihnini toplamak istiyormuş gibi başını silkti ve kendi kendine
söylenircesine:

Fakat, vaktaki o benden kaçmaya başladı, ben kovaladım, dedi. Hem nasıl
kovalayış, monşer, hem nasıl kovalayış! Hudutlar aşıyordum, memleketten
memlekete koşuyordum ve yanına vardığım vakit de nefesim tıkanıyor, soluk
soluğa kalıyordum, bir şey söyleyemiyordum, yalnız diyordum ki: 'Bırak seni
seveyim. Bırak seni seveyim. Sen istediğini yap, istediğini sev; fakat,
müsaade et ki, ben daima yanında bulunayım.' Zira, onun yanından ayrılır
ayrılmaz, sanki havasız kalıyordum, tıpkı sudan çıkarılan balık gibi can
çekişmeye başlıyordum. Bilseniz bu ıstıraptan kurtulmak için ne zilletlere
katlandım, ne zilletlere... Herkes sanıyordu ki, ben bilerek, ben isteyerek
göz yumuyorum; vallahi billahi herkes böyle sandı... O kızıl saçlı kız, bir
ateşin önünde duran bir cadı gibi, beni yerden yere, çukurdan çukura
sürüklenir gördükçe, otuz iki dişini birden gösteren bir gülüşle gülüyor ve
memnuniyet mesamelerinden fışkırıyordu. Azizim, aşk, bir izzetinefıs meselesi,
bir izzetinefıs yarasıdır. Ondan, mutlaka intikamımı alacağım, mutlaka...

Ve yumruğunu tekrar tekrar masanın üstüne vurdu. Hakkı Celis etrafını hiç
görmüyordu. Faik Beyin anlattığı şeyler, ondaki zaman ve mekan mefhumunu
tamamıyle kaldırmıştı; şimdi, tamamıyle, Seniha'dan ve Faik Beyden yapılmış
ateşten bir feza içinde yaşıyordu.

Titreyerek dedi ki:

Unuttunuz! En iyi intikam bu değil mi?

Faik Bey acı acı güldü:

Unutmak, unutmak! Ah, öyle ise sizin hiçbir şeyden haberiniz yok, dedi.
Onu unutmak için neler yapmadım... Hiçbir şey kar etmedi, hınzır kız
beynimin içinde burgulu bir çivi gibi saplanmış kaldı. Ondan daha çok
güzelleriyle düşüp kalktım, ondan bin kat daha seçkinlerini tanıdım; fakat
hiçbiri, hiçbiri, onu bana unutturamadı, hiçbiri bir dakika için onu
hatırımdan silemedi. Bazen kendi adımı unutacak kadar sarhoş oluyordum. Lakin
onun adı her vakitten daha canlı, daha manalı, dilimden hiç düşmüyordu. Bazen
bir kumar masası başında kendimi kaybediyordum, fakat onun hayalini daima
yanıbaşımda hazır, kağıtların üzerine aksetmiş ve yeşil çuhanın ortasında
raksederken görüyordum. Niçin bu kız benim izzetinefsimle oynadı. Beni
çamurdan çamura sürükledi. Vallahi billahi intikamımı alacağım, göreceksiniz.
Mutlaka...

Ve yumıuğunu tekrar vurdu; bu sefer kadehlerden biri devrilip yere düştü.
Faik Bey:

Garson, bir kadeh ve bir viski daha! diye bağırdı.

Şimdi, sahnedeki danslar bitmiş, masalar, iskemleler kenara çekilmiş ve
salonun ortası umumi dans için hazırlanmıştı.

Hakkı Celis'in yanındaki genç zabit kadına mütemadiyen bir şeyler alıyordu.
Masalarının üstü çiçekle ve birtakım ufak tefek eşya ile dolmuştu. İkide bir
eğilip kadının kulağına bir şeyler fısıldıyor ve kadın daima, o geniş
tebessümüyle gülerek, yarı anlamış yarı anlamamış bir kimse tavrıyle, gözleri
hayretten büyümüş, başını sallıyordu. Locadaki harp zenginleri oturdukları
yerde gittikçe ağırlaşıyorlar, yalnız bazen yanlarındaki kadınlara, bazen
aşağıdaki halka sırıtmakla iktifa ediyorlardı. Sağdan soldan birçok ecnebi
zabitler kadınların bellerinden yakalayarak dans meydanına atıldılar. Bazı
Rum ve Ermeni gençleri de onları taklit etti. Fakat, bu kadınlar dansa
başlamadan evvel yorgun ve solgun görünüyorlardı; öyle ki, kavalyelerinin
boynuna adeta bir eski esvap gibi asılmıştılar. Hakkı Celis, içinden dedi
ki:

Ne acayip alem! Burada, herkes kendini eğleniyor zannediyor; fakat, hepsi
de can sıkıntısından ne yapacağını şaşırmış, tepinen, bağıran ve bir an evvel
sızıp uyumak için sarhoş olan birtakım biçarelerdir. Zavallı insanlar kendi
kendilerini nasıl aldatıyorlar! Ve bir hayaliham (Gerçekleşmeyecek bir düş)
peşinde ne çok para, ne çok vakit, ne çok sıhhat sarfediyorlar.

Yüzünün çizgileri gittikçe aşağıya doğru çekilen ve ağzının içinde dilini
güçlükle döndürebilen Faik Bey, Hakkı Celis'e saçlarına temas edecek kadar
sokuldu:

Aşk işlerine bu kadınların hiçbiri kadar da vakıf değildi! dedi. Ne
öğrendiyse benden öğrendi; bununla beraber daima soğuk ve heyecansız kaldı,
mizacına şu kadarcık bir hararet gelmedi, bu kız hep kafasıyle hareket eden
bir kızdır; her hareketi bir hesap üzerinedir ve bence kadınların en müthişi
işte böylesidir; esasen insan olmayan bu mahluk, bir de akıl denilen şeyle
silahlandı mı, adeta dişli, tırnaklı bir canavar haline giriyor; kanınızla
beslenmeye başlıyor ve tırnaklarını etinize geçirmek yegane zevkini teşkil
ediyor.

Faik Bey, viskiden bir yudum daha aldı ve üst üste birkaç nefes sigarasından
çekti; gözleri süzüle süzüle adeta yarı kapanmış, kaybolmuştu; dedi ki:

Canlı şeylerin hiçbirini sevmez. Ne insan, ne köpek, ne kedi, ne civciv.
Sevdiği şeyler hep kumaş, taş, boya, rahat ve muntazam odalar, araba, kundura
ve çoraptır. Bütün bunları kendisine temin eden adam nazarında bir ilah
kesilir; zira bu adam bütün taptığı putları avcunun içinde getiren harikulade
bir mahluktur. Şimdi bunlardan bir tanesini bulmuş... Varacağı adam çok
zenginmiş, öyle mi?..

Hakkı Celis başıyle evet! dedi. Faik Bey, vahşi ve acı bir gülüşle:

Çok zengin, öyle mi? dedi; ah, ben ona gösteririm. Ben ona gösteririm.
Zengin bir adamla evlenmek... O, buna asla muvaffak olamayacak; asla! Nikah
çarşambaya diyorlar, değil mi? Çarşambaya hah! hah! hah! Çarşambaya...
Bileklerimi şurdan keserim, eğer Seniha çarşambaya evlenebilirse... Vallah
billah!

Hakkı Celis:

Nasıl mani olabilirsiniz? diye sordu.

Nasıl mı mani olabilirim? Nasıl mı mani olabilirim? Hah! hah! Monşer, senin
de hiçbir şeyden haberin yok...

Faik Beyin sesi, yüzü, konuşması, hareketleri bütün muvazenesini kaybetmiş,
mevcudiyeti karmakarışık bir hale girmişti. Hakkı Celis, artık hem ondan, hem
etrafındaki nafile gürültüden rahatsız olmaya başlamıştı. Hele tango denilen
muhtelif dans silsilelerinin hayvani ve iptidai manzaralarını seyretmekten
bıkmış ve usanmıştı... Faik Bey de, yavaş yavaş kendisiyle konuşmaktan
yorulmuş ve yanındaki kadınlara sarkıntılık etmeye başlamıştı; birdenbire
ayağa kalktı:

Ben gidiyorum, yarın sabah çok erken kalkmaya mecburum! dedi.

Faik Bey, onu alıkoymak için pek çok ısrar etti; fakat genç adamın kararı
önünde fazla mukavemete imkan göremedi. Yalnız Hakkı Celis elini sıkıp
ayrılırken:

Göreceksiniz; o evlenmez, o evlenemeyecek! diye bağırdı ve bulunduğu yere
yığıldı, kaldı.

Hakkı Celis, dışarıya çıkar çıkmaz geniş bir nefes aldı. Ne kadar güzel bir
gece sonuydu. Gökyüzünde nereden geldiği bilinmeyen bir aydınlık geçtiği
yerlere beyaz ve tatlı bir gölge salmıştı. Gündüzün o kadar adi ve manasız
görünen Galata'nın o sıra sıra evlerine bile esrarlı bir hal gelmişti. Genç
adam, günün bütün vakalarını düşündü; Belkıs Hanımdan itibaren, bütün gördüğü
çehreler, dokunduğu eller, işittiği sözler hep birden, karmakarışık beynine
hücum etti. Bu ne kadar çok, acayip şeylerle dolu bir gündü.

Hakkı Celis, on iki saat zarfında on iki senelik bir hayat tecrübesi yapmış
gibiydi. Belkıs Hanımın, yalvaran ve titreyen etinde, ona, behimi (Hayvani)
hazların ne kadar esrarı varsa bir anda açılıvermişti.

Nuriye ve Neyyire Hanımlar gibilerin iğreti ruhlarında tecelli eden bir nevi
zoraki içliliğin ne gülünç sevaikten (Güdülerden) çıktığını öğrenmişti.
Seniha'dan, kendisine ulvi, yüksek, derin, hudutsuz, ince, dolaşık görünen
şeylerin ne kadar aşağılık, düz, dar, kaba ve basit olduğunu hissetmişti ve
Faik Beyden aşkın her türlü tecellilerinden şifa bulmaz bir tarzda
iğrenmişti; bardaki alemde ise, sefahat denilen şeyi iğrenç ve müthiş
olmaktan ziyade yavan ve boş bulmuştu. Bütün insanların o kadar coşkunlukla,
o kadar humma ile tırmandıkları hayat, hep bu yavan ve boş unsuzlardan
mürekkep değil miydi? Bu unsurlar ki, Belkıs Hanımın titreyen vücudundan,
Nuriye ve Neyyire Hanımların iğreti ruhlarındaki içlilikten, Seniha'nın arzu
ve tamahlarından, Faik Beyin öfkesinden, bar halkının o zoraki neşvesinden
ibaretti. Hakkı Celis'in aklına, zavallı Faik Beyin bir sözü geldi: Cephenin
arkasındaki hayat daha iyi değil! Bu avare adam belki bu sözü bir şey
söylemiş olmak için söylemişti. Fakat, ne dereceye kadar bir hakikatin
tarifiydi...

Hakkı Celis, kendi kendine bu sözü tekrar etti:

Cephenin arkasındaki hayat daha iyi değil!

:::::::::::::::::::

XVI

Naim Efendinin konağı hala kiralıktır. Fakat, henüz bir kiracı zuhur etmedi.
Çok bakanlar, çok gezenler oldu; kah bunların şartları Naim Efendininkine,
kah Naim Efendinin şartları bunlarınkine uymadı. Konak büyük, viran ve
kasvetliydi; burada, şimdiki hayata göre ancak üç aile bir arada
yaşayabilirdi; bunun için de konağı birtakım bölüklere ayırmak lazım
geliyordu. Halbuki Naim Efendi, buna asla razı değildi:

Ben öldükten sonra, isterseniz, yıkınız, diyordu. Fakat, ben sağken
hiçbir tarafına el dokundurtmam, hiçbir tarafına el dokundurtmam, hiçbir
tarafına el dokundurtmam, hiçbir tarafına...

Hastalıktan, yalnızlıktan, biraz da yoksulluktan, son zamanlarda, huyu çok
değişti; hırçın, hiddetli bir ihtiyar oldu. O kadar ki, Selma Hanımefendi
bile, artık ona laf dinletemiyordu. Hele Sekine Hanım, babasının yanında
ağzını açıp bir tek kelime söyleyemez oldu; bütün hayatında usluluğu ve
yumuşaklığıyle tanınmış bir adamda bu hiddet ve şiddet, adeta, bir ateh veya
bir cinnet alameti olarak telakki edilmekteydi. Bunun içindir ki, herkes,
önünde boyun eğmek mecburiyetini hissediyor ve bütün huysuzlukları bir
delinin buhranları gibi, mazur görülüyordu. Bununla beraber etrafındaki
boşluk derinleştikçe derinleşti; evvelce hemen her gün gibi konağa gelen
Sekine Hanım, yavaş yavaş haftada bir iki defa gelmeye başladı, bu da
ekseriya babasının yanına girmeyerek ve Cenan Kalfa ile eşyasız, soğuk
odalarda, ayakta fısıl fısıl görüşmeye mecbur olmak şartıyle... Selma
Hanımefendi ise, bir aydan beri, bir defa ayağını konağa atmadı; ara sıra
adamlarından birini göndermekle iktifa ediyordu. Zavallı Naim Efendi bu
suretle büsbütün yalnız kaldı; yalnız kalmaktan da sıkılıyordu. Her saat, her
dakika Hakkı Celis'i arıyordu. Adeta bu çocuğun tiryakisi olmuştu. İkide
birde: Hiçbir haber yok mu? Daha gelmeyecek mi? Bu ne uzun harp, ne uzun!
Artık bir nihayete erse; lehimizde yahut aleyhimizde, nasıl olursa olsun, bir
nihayete erse!.. deyip duruyordu.

Vakıa Hakkı Celis'ten kah doğrudan doğruya kendine, kah hemşiresine sık sık
haberler geliyordu. Fakat Naim Efendinin ona ihtiyacı en ziyade kendi derdini
dökmek, kalbini boşaltmak içindi.

Gerçi, yavrucak, ne kadar gönlüne göreydi; kendisini de ne kadar iyi dinler;
ne kadar iyi anlardı; ailesi içinde hiç kimse ne hemşiresi, ne kızı bu çocuk
gibi cana yakın değildi. İkide bir Cenan Kalfaya derdi ki:

Cenan, bu çocuğa bir şey olursa, rica ederim, benden saklayınız; zira,
işitir işitmez, dayanamam, mutlaka derhal ölürüm!

Herkese karşı kapanan kalbi, yalnız bu çocukla Seniha'ya karşı açık
kalmıştı; hayatta o kadar birbirinden ayrı duran bu genç kızla, genç adam,
akıbet bu can çekişen ihtiyarın gönlünde birleşmişti. Resimleri de bir arada
başı ucunda duruyordu. Kah birine, kah öbürüne bakıyor, bazen ikisini birden
yan yana tutup şaatlerce dalıp kalıyordu.

Nihayet, bir gün Hakkı Celis çıkageldi. İki gün için mezuniyet almıştı. Bu
hadise, Naim Efendi için hayatının son sevinçli saatlerinden biri oldu. İkide
birde yatağın içinden ince uzun kollarını uzatıyor, genç adamın başını
okşuyordu. Hakkı Celis ona şişmanlamış, uzamış, genişlemiş görünüyordu.

Muharebe sana yaradı; maşallah, maşallah evladım... diyordu.

Genç adam, ona, Çanakkale Harbinin bazı müheyyiç (Heyecan verici) safahatını
anlatmak istedi. Fakat, Naim Efendi bunların hiçbirini dinlemedi; Hakkı
Celis'e baka baka ve arada bir elleriyle başını okşaya okşaya bir hal oldu.
Sonra birdenbire ona kendi derdini anlatmak ihtiyacını duydu.

Semtime uğrayan kalmadı, dedi. Bir ay var ki, ninenin yüzünü görmedim,
haftalardan beri teyzen bir kerecik olsun gelip hatırımı sormadı. Bilmem ki,
onlara ne yaptım, evladım? Kabahatim nedir? Burada yalnız başıma çektiklerimi
sana anlatamam; diri diri bir mezara gömülmüş gibiyim. Geceleri Hasan'la
Cenan'ı karşıma alıp konuşmaya mecbur oluyorum. Kimsesizlik o kadar canıma
tak diyor... Seniha'nın izdivacı kalmış işittin mi?

Ve genç adama cevap vermeye vakit bırakmaksızın sözüne devam ediyordu:

Yalnız kimsesizlik olsa ne ise evladım; ya bu yoksulluk... Geçen gün
ekmeksiz kaldım... Yemeği ekmeksiz yedim. Vallahi evladım; bu da başıma
geldi... Bazı geceler, karanlıkta kalıyoruz. Gaza para yetiştirmek ne
mümkün... Bir gün Cenan'a dedim ki: 'Bari yatağımı sokak üstündeki odalardan
birine nakledelim, hiç olmazsa caddenin fenerlerinden biraz aydınlık alırız.'
Cenan acı acı güldü ve o gece tabağın içine biraz zeyinyağı koydu, etrafına
pamuk ve bez parçaları sıraladı: Ben karanlıkta kalmayayım diye bu acayip
kandili yaktı. Çoktandır kahvenin, çayın tadını unuttum... Diyorlar ki Servet
Beyin evinde kemafissabık (Eskisi gibi) eğlentiler, ziyafetler devam edip
duruyormuş!

Söylendikçe sesi titriyor; gözleri sulanıyordu:

Mamafıh bu sözler aramızda kalsın evladım, dedi, zannetmesinler ki,
kendilerinden muavenet istiyoruın, hayır, hayır. Allah göstermesin, ben
burada her türlü felakete, mahrumiyete, zarurete katlanırım; fakat istemem ki
kimseler halime vakıf olsun, sana söylüyorum, çünkü sen başka bir çocuksun,
büsbütün başka bir çocuksun.

Tekrar kollarını uzatıp, genç adamın başını okşadı:

Her gün evin eşyalarından bir şey satıyorum, dedi. Evvela fuzuli
mobilyalardan, tatlı takımlarından, büfelerden, masalardan, kanepelerden
başladık; şimdi sıra yataklara, yorganlara geldi. Sofadaki o güzel halıların
hepsi gitti evladım, girerken dikkat etmedin mi?

Hakkı Celis, Çanakkale'ye gitmezden evvel, bütün bu halıların, bu masaların
birer birer mezada gittiğini biliyordu. Kaç kere biçare Naim Efendiyi bu
sefaletten kurtarmak için büyük ninesinin ayaklarına kapanmıştı; fakat, bu
sert kalpli kadın demişti ki:

Satmak, onun eski adetidir, eski illetidir; bırakmalı satsın, satsın, ta
ki satacak bir şeyi kalmayıncaya kadar... Ancak o vakit rahat edecek ve söz
dinleyecek... Niye yanıma gelmiyor, niye bin türlü bahane ile o baykuş
yuvasında sakalını Hasan Ağa denilen o hırsızın eline vermiş oturuyor?

Konak, Naim Efendiyle beraber, her gün biraz daha yıkılıp gidiyordu. Vakıa
sağı solu yangın viraneleriyle çevrilmiş olan bu evin harici manzarası pek
mağmum bir şeydi, fakat asıl içine girildikten sonradır ki insanın kalbine
korku ile karışık derin bir kasvet çöküyordu. Zili bozulan sokak kapısı ağır
bir tokmakla vuruluyor ve birçok gıcırtılarla, mustarip bir hayvan gibi
sarsıla sarsıla açılıyordu. İçeriye atılan ilk adımda göze tesadüf eden
manzara kırık dökük, yırtık pırtık birtakım eşya yığınları, buruna çarpan
koku bir nevi toz ve küf kokusuydu; kımıldamaktan ve söz etmekten bıkmış,
yarı derviş, yarı meczup kıyafetli bir uşak arkasından ve bu eşya yığınları
arasından iç avluyu geçip de harem dairesine varıldı mı, insanı istila eden
hüzün daha ziyade artıyordu; burası tıpkı yer altında bir mahzen gibiydi,
sanki, senelerden beri hiçbir tarafından ne hava, ne ziya almıştı; bununla
beraber, divanhaneler ve dehlizler çepeçevre geniş, perdesiz ve pervazları
sökülmüş pencerelerle muhattı (Çevrilmiş, kuşatılmış) ve bu pencerelerin
camlarından birçoğu kırıktı; bu kırık camları örten örümcek ağlarının
arkasında kış, yaz nutubetten, adeta bozulmuş birtakım su yolları gibi sızan
yüksek bahçe duvarlarının esmer şekilleri görünüyordu; her basamağı bir ayrı
ses çıkaran merdivenlerden çıkıp da eskiden, büyük otellerdeki holler
tarzında Psalti'ye döşetilmiş büyük sofaya varılır varılmaz en hafif bir ses
bile boş bir kubbenin altında gibi aksisedalar çıkarıyordu. Bu sofada, şimdi
her tarafından pamukları fırlamış iki eski otoman ile bir ayağı kırık ceviz
bir orta masasından başka eşya namına bir şey kalmamıştı. Bu cevizden masanın
üstünde çok zamandan beri işlemeyen pirinçten bir antika saat duruyordu.
Yerde her tarafından yırtılmış bir eski keçe her adımda insanın ayağını
çeliyordu; sonra loş ve çıplak bir dehlizden boş odaların kapalı kapıları
önünden geçiliyordu. Bu odaların bazılarında kuşlar yuva yapmıştı; bazılarında
ise -Cenan Kalfanın iddiasına göre- periler ve cinler oturuyordu. İhtiyar
kadın:

Vallahi, geceleri adeta bizim gibi konuşuyorlar, gülüşüyorlar, şarkı
söylüyorlar, tepinip oynuyorlar. Bazı da bir kavga, bir dövüştür, gidiyor,
diyordu.

Perilerle cinlere yuva olan bu odaların kapıları hiç açılmazdı ve karanlık
basar basmaz Cenan Kalfayı öldürseler önlerinden geçmezdi.

Konakta yalnız Seniha'nın odasıdır ki, zamanın ve nisyanın (Unutmanın,
unutuşun) kahrına uğramadı; burası Naim Efendinin bir kapalı bahçesi halinde
kaldı. Hala ayağa kalkabildiği günler, duvarlara tutuna tutuna oraya kadar
gidiyor ve genç kızdan kalmış eşya döküntüleri arasında saatlerce
murakabeye (Kendi iç dünyasına dalmak) dalıyordu. Burası bir mabet gibi
daima süprülüyor, temizleniyor ve eşyanın hiçbirine dokunulmuyordu.

Naim Efendi, Hakkı Celis'e biraz evvelki sözünü tekrar etti:

İzdivaç kalmış diyorlar, öyle mi?

Genç adam:

Zannederim, dedi; zira, ben gitmezden evvel birkaç güne kadar nikah
olacağı söyleniyordu, ben gittim, geldim, ortada hala olmuş bitmiş bir şey
yok... Demek ki...

Naim Efendi, Hakkı Celis'in sözünü kesti:

Acaba bu işin bozuluşunu neye hamledersiniz evladım?

Hakkı Celis, Faik Beyle bir ay evvelki konuştuklarını hatırladı ve içinden:
Buna sebep mutlaka odur! dedi.

Halbuki, Seniha'nın izdivacına mani olan sebep ne o, ne bu idi. Bundan bir
ay evvelki bir iş için Sofya'ya gittiği söylenen (...) Mebusu Necip Bey, hala
İstanbul'a dönmemişti, bir haber de göndermemişti. Bazı kimseler, Viyana'da
bulunduğunu, bazıları Münih'e gittiğini söylüyorlardı. Seniha, Berlin'le
Viyana arasında mekik dokuyan biraderi Cemil'den üst üste, ona dair malumat
sordu, fakat hiçbir şey öğrenemedi. Bu, her cihetten esrarengiz bir
gaybubetti ve bin türlü faraziyeye meydan açıyordu. Mesela Belkıs Hanım
diyordu ki:

Bey söylüyor, bu adamın adeti böyleymiş. Her rast geldiği kıza izdivaç
vadeder, bir müddet eğlenir, sonra vazgeçer, bırakır, gidermiş. Berlin'de
böyle kaç Alman ailesi, Viyana'da kaç Avusturyalı kız bu zengin nişanlının
yolunu bekliyormuş. Bu, İstanbul'da ilk macerası olduğu için bize hayret
veriyor, vakıa, (...) Mebusu Necip Beyin oynadığı oyunların bu en
cüretlisidir. Bakalım, bu sefer işin içinden nasıl sıyrılacak!

Nuriye ve Neyyire Hanımlar ise, bu hadiseden dünyanın en hayali romanlarını
yapıyorlardı. Diyorlardı ki:

Bu adam ne mebus, ne de zengindi. Kendisine mebus ve zengin süsü veren
acayip ve esrarengiz bir serseriydi. Belki de 'Arsen Lüpen' tarzında zarif ve
kibar bir hırsızdı. Seniha'nın evindeki tantana ve alayişi (Gösteriş) gördü,
mühimce bir şey çalabilirim sandı, bir yolunu buldu, sokuldu; baktı, tetkik
etti; sonra anladı ki, çalmak zahmetine değer bir şey yok, başını aldı; çıktı
gitti...

Bu iki genç kızın bu garip gülünç hikayelerini dinleyenlerden bazıları bir
tuhaflık olsun diye:

Çalacak bir şey bulmadı mı? Neden? Seniha'nın kalbini çaldı, bundan daha
kıymetli ne bulabilirdi? diyorlardı.

Vakıa, Seniha için, bu gayet ağır bir darbe oldu, ve belki hayatta yediği
darbelerin en ağırı bu idi; zira bu sefer tamam can alacak yerinden,
hulyalarının, hesaplarının, tasavvurlarının merkezinden, gurur ve
nefsaniyetinden yaralanmıştı. Fakat bu felakete o kadar vakar ve metanetle
tahammül etti ki, hiç kimse eleminin derecesine vakıf olmadı, hatta kendisini
pek yakından tanıyanlar bile: Ne kadar kayıtsız kız! Ne kadar havai ve geniş
yürekli dediler. Bunlar arasında yalnız Faik Beydir ki, sevgilisinin
yüreğinde açılan yarayı bütün çirkinliğiyle gördü ve ona gördüğünü
hissettirdi. O günden beri, genç kız, eski aşığının amansız düşmanıdır ve ona
her vesileyle hakaret etmekte vahşi bir haz duyuyor. Hakkı Celis, Naim
Efendiyi ziyaretinin ertesi günü, gidip Faik Beyi bulmak arzusunu bir türlü
yenemedi. Onu evinde aradı. Tokatlıyan'a, Lebon'a baktı, nihayet, akşam üstü,
Doğruyol'da gezinenler arasında tesadüf etti. Faik Bey, o bar gecesindeki
kadar geveze değildi; ne de Seniha'ya dair birtakım yeni hasbıhallere
meyilliydi; yalnız için için birçok mühim şeyler yapmış, birçok mühim şeyler
öğrenmiş gibi manidar bir ketumluğu ve izdivacın bozuluşunu kendine
atfettirmek isteyen esrarlı bir tavrı vardı. Arada bir diyordu ki:

Zavallı Seniha Hanım; en son emeli de mahvoldu. Senelerden beri o kadar
itinalarla kurduğu bina iskambil kağıdından yapılmış şatolar gibi bir nefeste
yıkılıverdi. Ne kadar mustarip, ne kadar mustarip... Bilmezsiniz. Suratından
düşen bin parça oluyor. Gidip gördünüz mü?

Hayır; belki bu akşam... Çünkü yarın erken yine cepheye dönüyorum, dedi.

Faik Bey sözüne devam etti:

Aman, bir defa olsun görünüz, küçük hanımın cephesi Çanakkale cephesinden
daha müthiş bir hal aldı. Güya işin bozulmasına sebep bizmişiz gibi...

Bunu söylerken bıyık altından: Benim ya, ne ise! diyen bir tebessümle
gülüyordu.

Hakkı Celis'le Faik Bey, Doğruyol'da böyle konuşarak yürürken, birdenbire
ta yanlarından lastik tekerlekli bir arabada Seniha geçiverdi. Genç kız,
onları görmüştü, fakat, görmemezlikten geldi, kalabalığın arasında Tünel'e
doğru uzaklaştı, gitti.

Biraz sonra Faik Beyle Hakkı Celis, Seniha'yı yine aynı araba içinde
yukarıya doğru dönerken gördüler. Fakat bu sefer, genç kız onların önünden
geçerken arabasını durdurdu ve tavrıyla onları çağırdığını anlattı. İkisi
birden yaklaştılar. Faik Beye elini bile uzatmadı ve derhal Hakkı Celis'le
konuşmaya başladı; genç adamı güya senelerden sonra ilk defa görmüş gibiydi,
yüzüne hayret, şefkat ve sevinçle bakıyordu. Sesi okşayıcıydı:

Haydi, arabaya bin, eve gidelim, dedi.

Ve Hakkı Celis'in tereddüdü üzerine:

Kuzum, rica ederim, mademki yarın gidiyorsun, diye yalvardı.

Faik Bey, sapsarı kesilmiş, kaldırımın bir kenarında duruyordu; genç adam,
ona selam verdi ve arabaya atladı. Seniha ise hafifçe başını eğdi. Eski
çocukluk arkadaşını ve büyük halasının oğlunu böyle yanıbaşında hissetmekten
pek memnun görünüyordu.

Seni kaçırdım, seni kaldırdım; ne iyi oldu, değil mi? Bu akşam çok
eğleneceğiz, göreceksin... diyordu.

Ve bir öpücükten daha tatlı bir tebessümle genç adamın yüzüne bakıyordu.
Birdenbire dedi ki:

Demincek o serseri sana neler anlatıyordu? Mutlaka benim aleyhimde bir
şeyler söylüyordu, mutlaka... Siz ne vakitten beri bu kadar dost oldunuz?

Hakkı Celis kızararak başını önüne eğdi:

Bir tesadüf; dedi. Gerçekten caddede rast geldim, birkaç adım beraber
yürüdük ve gayet havai birkaç şey konuştuk, işte o kadar...

Bunları söyleyerek gözünün ucuyla Seniha'ya baktı, ona da birdenbire mahcup
bir tavır gelmiş, yarı kapanmış;,uzun, kıvırcık ve sürmeli kirpiklerinin
altında gözlerindeki mana seçilemiyordu; fakat yüzünün çizgilerinde zorla
gizlenmek isteyen hareketler ve ifadeler vardı. Her ikisi de bir müddet
sükuti kaldılar. Seniha silkindi ve deminki müşfik, memnun ve okşar gözlerle
genç adama bakıp:

Ne kadar memnunum, seni bulduğuma ne kadar memnunum; bu akşam yalnız,
yapayalnızdım; ne yapacağımı bilemiyordum, dedi ve çıplak elini laubali,
samimi bir tavırla Hakkı Celis'in dizi üstüne bıraktı. Hakkı Celis bir şey
söylemiş olmak için sordu:

Neden o kadar yalnızsınız, teyzem, eniştem yok mu?

Seniha:

Sahi, sana söylemeyi unuttum, dedi. Zavallı büyükbabam bu sabah
birdenbire çok ağırlaşmış. Hepimiz gittik, vakıa ne ben, ne babam yanına
giremedik; fakat annem odasından ağlayarak çıktı; bir dakika yanından
ayrılamayacağını söyledi.

Hakkı Celis:

Daha dün akşam orada yanındaydım; her vakitten pek farklı değildi; ne
tuhaf! dedi.

Seniha, yarı suni, yarı hakiki bir teessürle:

Bugün içim çok fena oldu o konak ne hale girmiş. O ne sefalet, ne harabi...
Biraz düşündü, daldı, dudaklarını ısırdı ve küçük bir kız tavrıyle Hakkı
Celis'e sokulup dedi ki:

Bu gece, eski şeylerden bahsedelim; uzun uzun konuşalım; ben sana
anlatayım, sen bana anlat! Olmaz mı?

Böyle konuşarak apartmana vasıl oldular. Genç kız, kapıdan içeriye girer
girmez ilk sorduğu şey bu oldu:

Mektup var mı?

Hizmetçinin menfi cevabı üzerine biraz sinirlenir gibi oldu; boynundaki
kürkünü bir tarafa, manşonunu bir tarafa attı ve acele acele çarşafının
pelerinini çıkardı, sonra Hakkı Celis'e dönüp:

Gel, odama gidelim, dedi.

Seniha'nın odası büyük muhteşem bir paravana ile yatağa ve tuvalete mahsus
iki kısma ayrılmıştı; o kadar ki, bir tarafta oturan kimse diğer tarafta
neler olup, neler geçtiğini göremezdi. Yere yumuşak, kadifemsi bir kırmızı
halı döşenmişti, mobilyanın rengi bu halının biraz daha koyusuydu, perdeler
güvez ipektendi ve tavandan sarkan elektrik lambasının abajuru ala yakın,
üzerine Japonkari resimler işlenmiş bir kumaştandı. Öyle ki bu da daimi bir
gurup kızıllığı içinde gibiydi ve havasına keskin kokular sinmişti.

Renk ve koku Hakkı Celis'i sarhoş eden şeylerdendi ve ne gariptir ki en çok
sevdiği renk bu renk, en hoşlandığı koku bu kokuydu;
bilaihtiyar (Elinde olmayarak) içini çekti:

Oh, ne güzel bir odanız var, dedi; bu rengi pek severim; zannederim ki,
geçmiş zamanın meşhur maşukaları hep bu renkte giyinirlerdi. İspanya'yı bu
renkte tasavvur ederim; bu renk bana çok ateşin, hummalı, zorlu
mehib (Heybetli, korkunç) ve müthiş şeyleri hatırlatır; Barres'in cümleleri,
d'Annunzio'nun mısraları, boğa güreşleri, Don Joze'nin macerası... İşte
hatırıma hep böyle şeyler gelir.

Bir müddet gözleri kamaşmış gibi etrafına bakındı ve bir taburenin üstüne
oturdu:

Hele bu koku, dedi. Pek iyi bilmiyorum, bu koku nelerden hasıl oluyor,
karanfil çiçeğinden, diş tozuna ve bazı çok kullanılmış ve biraz kirlenmiş
kadın çamaşırlarına kadar hep bu kokuyu sezerim.

Seniha, genç adamın bu son cümlesine kahkaha ile güldü; o, kendinden geçmiş
bir halde, sayıklar gibi, sözüne devam etti:

Hangi sihirbaz size bu kokuyu hazırladı? Ve kimi büyülemek için? Zira en
müthiş büyülerin kokusu mutlaka bu kokudur. Bunun içinde, birer kekik ve
mercanköşk gibi baharatlı nebatlardan bir şey var; fakat mutlaka bir cadı
bütün bu nebatları kaynattığı imbiğe, fevkattabiiye (Doğaüstü) bir şey kattı,
belki bir şeytanın terinden veya bir cinin tükrüğünden birkaç damla
karıştırdı. Zira, bu koku en sakin, en rakit (Durgun), en berrak ruhları bile
derhal bulandıracak bir kuvvettedir. Ben bile bunu duyduğum zaman büsbütün
başka bir adam olurum.

Seniha bir taraftan seviniyor, bir taraftan soruyordu:

Ne olursun? Söyle bakayım, ne olursun, ne olursun?

Genç adamın gözleri birdenbire paravananın üzerindeki resme daldı; bu resim,
bir ağacın altında yarı dişi, yarı erkek bir delikanlı uzanmış uyuyor
gösteriyordu. Arkasından, elinde küçük bir lamba ile uzu çıplak kollu bir
Psychee gülerek, yavaş yavaş ona doğru yaklaşıyordu. Genç adam, gözleri bu
levhaya dalmış, kendi kendine söylenir gibi:

Mutlaka, dedi; Psychee'nin lambası tüterken böyle kokardı.

Ve Seniha tekrar kahkaha ile güldü. O zaman Hakkı Celis, gözlerini onun
çıplak omuzlarına çevirdi; zira, Seniha, şimdi, arkasında hafif bir ipekli
kombinezonla tuvalet masasının önüne oturmuş, tekrar toplamak için saçlarını
çözüyordu.

Seniha'nın Hakkı Celis önünde bu ilk soyunuşu değildi. Lakin Hakkı Celis bu
haliyle onu ilk defa görüyorum sandı.

Ne kadar narin ve aynı zamanda ne kadar yuvarlak ve dolgun kolları vardı;
şimdi, bir yığın kızıl saç altında örtülü duran ensesi ve omuzları demincek
ne harikulade, ne zarif hatlarla kımıldıyordu. Aynanın içinden vücudunun daha
harim (Gizli) ve daha ziyade baş döndürücü tarafları görünüyordu, saçlarına
doğru kaldırdığı kolları göğsüne ve koltuklarına keskin bir ifade vermişti.
Hakkı Celis, birden genç kızın aynadan kendisine gülerek baktığını gördü ve
kabahat esnasında yakalanmış çocuklar gibi kızardı, ne yapacağını şaşırdı,
başını önüne eğdi. Seniha:

Niye birdenbire sustun? Ne güzel şeyler söylüyordun, dedi.

Ve Seniha bunları söylerken, Hakkı Celis'e, öyle bir tavırla ve o kadar
derinlere giden bir nazarla baktı ki; zavallı çocuk neye döndüğünü bilemedi,
o ana kadar hiç bilmediği bir şiddetli heyecana tutuldu; birdenbire boğazına
birçok hıçkırıklar hücum etmişti, kendini tutmak istedi, muvaffak olamadı,
oturduğu yerde, dirseklerini dizlerine dayadı, başını elleri içine aldı ve
hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Seniha, bu ani hadise karşısında ne fazla hayrete, ne de fazla telaşa
düştü; güya Hakkı Celis'in uğradığı hal pek tabii bir şeymiş gibi şuh bir eda
ile başını çevirdi.

O yaptığın ne? Ağlıyor musun? dedi: Niçin? Niçin? Niçin?

Ve yerinden kalktı, yavaşça genç adama yaklaştı, yüzünün üstünde
kilitlenmiş ellerini açmak istedi.

Ne çocuksun! Hala ne kadar çocuksun! Ayol durup dururken böyle ağlanır mı?
Neden, söyle bana! Söyle bana! diyordu ve bir taraftan da gülüyordu. Masanın
üstünden büyük bir kolonya şişesi aldı, turuncu mayiden genç adamın başını
ıslattı:

İster misin, bir pencere açayım? diye soruyordu. Belki oda, çok sıcak...
Belki deminden beri o kadar methettiğin koku başına vurdu; belki sinirlerini
bozan odanın rengidir... Söyle hangisi, söyle hangisi?

Hakkı Celis hiç cevap vermiyor, mütemadiyen ağlıyordu. Genç kız, ağlayan
çocuğun ta yanına sokuldu. Dizlerinin dibine oturdu ve beyaz kollarını onun
göğsüne doğru uzattı; askeri kostümünün düğmelerini çözmeye çalışıyordu.
Genç:

Bırak, bırak! diyordu.

Seniha, birdenbire bir büyük abla tavrı takınmıştı, ilacını almaktan imtina
eden (Çekinen) bir hasta çocuk gibı Hakkı Celis'i azarlamaya başladı:

Sen delisin, mutlaka delisin! diyordu ve saçlarını okşayarak, bu kafanın
içine bin türlü acayip fikirler, bin türlü divanelikler tıkıyorsun,
tıkıyorsun; adeta beyninden bir hazımsızlığa uğruyorsun. Bütün varlığın
bulanıyor, sinirlerin altüst oluyor ve nihayet, tahammül edemeyip böyle
boşanıveriyorsun...

Hakkı Celis müselsel (Zincirleme, birbirini izleyen) hıçkırıkları arasında ,
hayal meyal anlaşılabilir bir sesle:

Bu ilk defadır ki ağlıyorum, dedi. Ne kadar... Ne kadar zamandır, ta
çocukluğumdan beri hiç böyle kana kana ağlamamıştım... Bırak beni... Bilsen
ne kadar tatlı bir şey... Bilsen ağlamak ne kadar tatlı...

Ve daha ziyade hıçkırmaya başlıyordu. Seniha, Hakkı Celis'i kendi haline
bıraktı, tekrar tuvaletine avdet etti. Bir taraftan saçlarını topluyor;
giyinmeye hazırlanıyor. Diğer taraftan kendi kendine söyleniyor gibi:

Mutlaka bir sebebi olacak; diyordu. Hiç böyle sebepsiz ağlanır mı?
Mutlaka bir sebebi olacak...

Bunun üzerine genç adam, yaşla sırsıklam yüzünü Seniha'ya çevirdi ve
gözlerinin üstüne doğru düşen saçlarını iki eliyle arkaya doğru iterek:

Niçin ağladığımı bileceksin, mutlaka bileceksin! diye haykırdı. Seniha,
Hakkı Celis'e ta yüreğe saplanan bir nazarla baktı ve işveli bir sesle:

Demek beni hala seviyorsun! dedi.

Genç adam, ne cevap vereceğini bilemedi; o da Seniha'yı hala sevmekte
olduğunu bugün ve bu saatte anlamıştı. Kalbimiz ne kadar beklenmeyen şeylerle
doludur; kendi heyecanlarımız önünde ekseriya kendimiz hayrete düşeriz.
Deruhi varlığımız hudutsuz ve karanlıktır. Bu hudutsuz karanlıkta yol
alabilmek için ya çok cesaretli, ya çok tecrübeli ve bir ilhama mazhar olmuş
kadar ermiş bulunmak lazım gelir.

Vakıa Hakkı Celis, son zamanlarda, ruhunun teşrihini (Otopsi, burada
çözümleme anlamında) yapmaya epeyce alışmıştı; lakin elinde bir milden başka
aleti olmayan bir cerrah gibi, daima muayyen bir fıkre inip çıkmaktaydı.
Benliğinin gizli bir köşesinde çoktan beri kapanmış sandığı yaranın böyle
birdenbire tekrar açılıvermesi onu epeyce şaşırttı, kendi kendine: Evet,
demek hala seviyormuşum! Demek hala seviyormuşum! dedi. Fakat, bu hakikati
keşfediş, biraz evvel onun için bir tatlı hayretken Seniha'nın son işvebaz ve
müstehzi tavrı önünde birdenbire acı bir kanaate inkılap etmişti. Onun
içindir ki, genç kızın: Demek beni hala seviyorsun! suali üzerine o kadar
saffetle, o kadar coşkunlukla hatta o kadar haz ve neşve ile akan göz yaşları
bulanarak, bozularak, yudum yudum zehir halinde içine döküldü ve keskin
kokulu, ateşin renkler içinde hıçkıran deminki genç birdenbire soğuk, süküti
ve çekingen bir çocuk haline girdi.

Seniha, nafile yere onu tekrar açmak, söyletmek, ağlatmak istedi; fakat
bütün emekleri boşa gitti. Hakkı Celis, genç kızın sözlerine ancak bir iki
kelime ile cevap veriyordu. Seniha ona, çocukluklarına dair bir sürü müşterek
hatıralardan bahsetti; beş altı yıl evvelki Ada alemlerini yada getirdi; kah
şefkatli, kah zalimane tavırlar takındı; kah bir küçük hemşire gibi göğsüne
sokuldu, kah bir genç anne gibi onun başını göğsüne dayadı; hiçbiri, hiçbiri
kar etmedi. Bunun üzerine Seniha tavrını büsbütün değiştirdi; Hakkı Celis'e
basit,,adi ve dümdüz bir kadın gibi göründü:

Mutlaka, dedi, bu akşam üstü beraber dolaştığın serseri, sana benim
hakkımda bir şeyler söyledi. Ne dedi bakayım? İnkar etme; neden başını öyle
eğiyorsun? Mademki bir şey söylemedi, neden utanıyorsun, neden çekiniyorsun?
Seni de benim aleyhime çevirdi, değil mi? Kim bilir, aleyhimde ne feci, ne
pis iftiralar, ne caniyane yalanlar uyduruyor. Mutlaka beni senelerce bir
metresi gibi kullandığını söylemiştir, kendisine bir nevi baş belası
olduğumdan bahsetmiştir ve nihayet hayatının intizamını bozduğumu, istikbalini
mahvettiğimi, bilir miyim, daha neler yaptığımı, belki de parasını yediğimi
iddia etmiştir.

Hakkı Celis Hayır! demek istedi. Seniha sinirli bir hareketle sözünü
kesti:

Evet, evet. Söylemiştir, evet parasını yediğimi de iddia etmiştir. Halbuki,
iş ne kadar aksine, ne kadar tersine... Bilemezsin!

Sesine samimi, tatlı ve sıcak bir hasbıhal ahengi verdi, dedi ki:

Hakkı, kardeşim, Faik Beyin bana ettiği fenalıklar sayısızdır. Beni bu
hale sokan, hayatımı, istikbalimi berbat eden odur; Faik Bey bana bundan daha
büyük bir fenalık daha etti; kalbimin temizliğini, safiyetini aldı, bende ne
iyiliğe, ne doğruluğa itimat bıraktı, hodbinliğime en kaba ve en galız şekli
verdi. Faik Bey, benim şeklimi bozdu. Onun elinde manen yamru yumru bir insan
oldum. Bu yamru yumru kalıp içinde ruhum rahatsızdır, yeni şahsiyetim dar ve
biçimsiz bir esvap gibi beni sıkıyor. Hakkı; Allah aşkına söyle, ben bütün
çılgınlıklarıma, hoppalıklarıma rağmen, yine iyi bir kız değil miydim? Hiç
değilse gönlümün iyiliğe ve doğruluğa tabii bir meyli yok muydu? Faik Bey
bende işte bu meyli, bu istidadı mahvetti. Demin sen ağlarken benim gözlerim
kupkuruydu, belki sen dikkat etmedin, fakat ben kendi kendime dikkat ettim.
Eskiden bir küçük çocuğu bile ağlarken görmek; benim de hüngür hüngür
ağlamama kafı gelirdi. O derece şefkatli bir kalbim vardı. Şimdi, bu kalp,
taş kesildi, kardeşim Hakkı! Taş kesildi. Halbuki ben ta çocukluğumdan beri
daima kalbimle ve kalbim için yaşamasını isterdim. Zaten bunun için değil
midir ki, günün birinde Faik Beye doğru koştum; ona doğru koşarken maksadım
sevmek ve sevilmekten başka neydi? On altı yaşımdan beri kendi kendime derdim
ki: 'Dünyada hiçbir şey sevip, sevilmeden daha tatlı ve daha mühim olmasa
gerektir!' Ve sevmek, ıstırap çekmek isterdim! Vallahi olmadı, vallahi olmadı,
onunla geçirdiğimiz zamanlar bütün azap, bütün kahır, bütün işkenceydi.
Birden her şeyden o kadar yoruldum, o kadar iğrendim, usandım ki, şimdi biraz
rahat etmekten başka bir şey istemiyorum. Biraz rahat, biraz refah... Hayatta
beklediğim şey bundan ibarettir. Biraz refah, biraz rahat ve o, bunu bana çok
görüyor, beni daha ziyade yormak, beni daha ziyade harap etmek istiyor.

Bu son sözleri söylerken sesi heyecandan titremeye başladı; o kadar ki,
Hakkı Celis, Seniha'yı ilk defa olarak ağlayacak sandı ve yüreği çarptı.
Seniha devam etti:

Beni arkamdan ite ite, elimden çeke çeke nihayet, getirdi, bir uçurumun
kenarına bıraktı. Zira, -neden saklamalı- ben uçurumun kenarında duran bir
kadınım. Evet, Hakkı, evet, bunu herkes bilir ve kendim de hissediyorum.
Hakikati niçin görmemeli, neden inkar etmeli? Bir romanda görmüştüm: Bütün
ahlak düsturlarının hulasası şudur diyordu: Hakikat için, hakikati
söyleyebilecek bir tarzda yaşamak. Ben vakıa anama, babama, hasseten
büyükbabama çok fenalık etmiş bir kızım; pek çok kusurlarım var, fakat bütün
bunlara mukabil bir tek meziyetim var ki, o da, hiç riyakar olmayışımdır; her
zaman, bilmeden; kendiliğimden açık sözlü, açık özlü, bir kızdım. Hiç
kimsenin ne dediğine, ne diyeceğine zerre kadar ehemmiyet vermedim ve
harekatımı herkesin arzusuna uydurmaya lüzum görmedim. Bütün bunlar birer
fazilet değil midir? Bahusus böyle bir memlekette, batıl akidelerin, riyanın,
korkunun bu kadar şiddetle hüküm sürdüğü böyle karanlık bir memlekette...

Hakkı Celis ilk defa olarak genç kızın sözünü kesti:

Memleketi ne karıştırıyorsunuz? Zavallı memleket, o sizin dışınızdadır,
dedi.

Genç kız ne olursa olsun, içini dökmek istiyordu; Hakkı Celis'in ihtarına
ehemmiyet vermedi:

Ne ise, ne ise... Diyordum ki, ben ta uçurumun kenarına gelmiş bir kadınım;
bir yanlış adım daha, ufacık bir hesapsızlık beni bu uçurumun ta dibine
yollamaya kafı gelecek... İşte, Faik Bey ne yapıp yapıyor, bana bu adımı
attırmak ve bu hatayı işletmek istiyor... Niçin, niçin, ben ona ne yaptım?
Ona gençliğimin en güzel kısmını ve en kıymetli şeylerini vermekle bir
fenalık mı ettim? Sana (...) Mebusuyla kararlaşan evlenmemizi bozacağını
söyledi, değil mi? İnkar etme, ben bilirim, ben bilirim. Zira, bana yazdı.
Bana bizzat kendisi yazdı ki, ne yapıp yapıp evlenmeme mani olacak... Ona
hacet kalmadı, işte izdivaç kendiliğinden bozuldu... Kendiliğinden...

Ve sesi bağrında kaldı. O zamana kadar lakayt ve sükuti duran Hakkı Celis,
Seniha'nın bu inhizam (Hezimete, bozguna uğrama) manzarası önünde biraz
merhamete, biraz da nefrete benzer bir şey duymaya başladı:

Sahi, evlenmeniz tamamıyle kaldı mı? Ondan kati bir cevap mı aldınız?

Seniha, ruhunun soyunmak istediği hararetli bir saatteydi. Bütün kadınlık
kibir ve gururunu şöyle bir tarafa atmıştı, dedi ki:

Doğrudan doğruya kendisinden bir haber gelmedi, fakat, başkalarından
işittiğime göre Peşte'de öyle bir hayat sürüyormuş ki, evlenmek üzere olan
bir adamın yaşayışına hiç benzemez. Bundan anladım ki, vazgeçmiş... Arkasından
koşacak değilim ya. (Biraz durdu, düşündü.) Mamafih, bunu yaptım, dedi
Evet, arkasından da koştum, her gittiği yere mektup mektup üstüne yolladım.

Hiçbir cevap vermedi mi?

Hayır... Esasen pek kaba saba bir adamdır. Fakat ben sanıyordum ki iyi bir
kalbi vardır; meğer o da yokmuş... Zaten iyi kalplilik biraz zarafet icabı
değil midir? Sonra beni çok sevdiğine inanmıştım. Ne olacak, diyordum.
Taşralı, saf, görgüsüz bir adam... Bende her şeyi birden buldu, gözlerini
kamaştırdım. Meğer bu da değilmiş; Faik Bey, diyordu ki, ben daima kafasıyle
hareket eden hesabi bir kızım... Belki... Fakat daima yanlış düşünen ve bozuk
hesaplar yapan bir kızım. Faik Beyi tanıdıktan sonra bütün erkekleri
tanıdığımı sanmıştım. Meğer kaç bin türlü erkek varmış. İşte, sen de bir
erkeksin; lakin onlardan ne kadar başkasın! Zavallı Hakkıcığım, beni yalnız
sen sevdin...

Seniha'nın sesi yumuşadıkça yumuşadı. Belki bu dakikada yine bir hesap
yapıyordu, belki sesini bu kadar yumuşatmadan maksadı konuşmanın iptidasından
beri soğuk ve sükuti duran Hakkı Celis'i kendi dertlerine iştirake sevk etmek
veyahut Faik Beye dair ağzından bazı şeyler kapmak içindi. Fakat, genç adamın
birdenbire soğuyan ateşini tekrar uyandırmak bir türlü kabil olamıyordu.
Seniha, şimdi de dargın bir çocuk tavrı takındı:

Fakat, bir saatten beri sen de beni artık sevmiyorsun, dedi. Evet,
evet... Kalbinde bana karşı taşıdığın hislerin hepsi, demincek göz yaşları
halinde akıp gittiler. Şimdi kendini boşalmış, rahat ve sakin hissediyorsun!
Nafile, başını sallama! Benden belki nefret bile ediyorsun! Sana demin
vücudumun güzel taraflarını gösterirken beni seviyordun. Fakat, ne vakit ki
hayatımın çirkin taraflarını göstermeye başladım; benden tiksindin. Gençken
ve güzelken vücudu soymak iyidir, fakat hiçbir yaşta ruhu soymaya gelmez, ve
herkes önünde, hatta kendi önümüzde bile daima giyimli durmalıdır.

Hakkı Celis, Seniha'nın bu son sözlerinde derin bir hakikat buldu, kendini
tutamadı:

Ne kadar doğru! dedi.

O zaman genç kız, derhal kendini topladı, derhal açık saçık maneviyatına
kıyafetindeki düzgünlüğü verdi.

Ve kibar bir ev hanımı tavrıyle ayağa kalkarak:

Yemeğe gidelim. Acıkmadın mı? dedi.

Ve Seniha önde, Hakkı Celis arkada, keskin kokulu, kırmızı odadan çıktılar.
Servet Bey Cercleden yemeğe gelemeyeceğini telefon etmişti. Sofrada karşı
karşıya yalnız kaldılar. Yemek saati başından sonuna kadar sessiz geçti. Ne
Seniha söyletmek lüzumunu, ne Hakkı Celis söylemek ihtiyacını duydu. Her
ikisi de dalgın ve mahzundu. Genç adam giderken dedi ki:

Yarın tekrar cepheye dönüyorum. Allaha ısmarladık!

Ve genç kız, ona öpsün diye elini uzattı.

:::::::::::::::::::

XVII

Seniha ile Hakkı Celis'in son mülakatlarından on beş gün sonra bir akşam,
Servet Beylerde düğün gecesini andıran mutantan bir ziyafet oldu. Yirmi,
yirmi beş kişilik uzun bir sofra baştan aşağı, çiçeklerle donanmıştı.
Erkekler smokinli, kadınlar dekolteydi. Yalnız iki Türk ve Alman zabiti
seferi elbiseleriyle gelmişlerdi. İki Türk zabitinden biri Seniha'nın yeni
sevdalılarındandı. Bu, ince, uzun bir erkanı harp kaymakamıydı ve Suriye'den
henüz avdet etmişti: Siyah kadife renginde gözlerini bir dakika olsun, genç
kızın üzerinden ayırmıyordu ve genç kız onu, herkese kısaca Azmi Bey diye
tanıtıyordu. Fakat, bazı samimi dostlarına yavaşça, Azmi Bey, nişanlım!
diyordu. Piyanoda mütemadiyen biri çalıyordu ve kalabalık büfenin önünden
ayrılmıyordu. Bu ziyafette Seniha'nın dostlarından hemen hiçbiri yoktu: Ne
Belkıs Hanım, ne Nuriye ve Neyyire Hanımlar davetliydiler.

Servet Beyin haremi Sekine Hanım da, bir haftadan beri ölüm halinde olan
babası Naim Efendinin yanındaydı, biçare adamın can çekişmesi uzun sürmüştü.
Nitekim Servet Beyin misafırlerinden biri ona:

Kayınpederiniz nasıl? diye sorduğu vakit o epeyce gülmüş:

Maatteessüf, hala ölmedi; biçare adam, bir türlü Azrail bile alıp götürmek
istemiyor! demişti.

Servet Beyin işleri son zamanlarda epeyce yoluna girdiği için
sekerattan (Koma, can çekişme) ve ölümden bahsederken bile neşesini muhafaza
etmektedir.

İşte, nerede ise, iki seneden beridir ki gece gündüz işadamlarıyle düşüp
kalkıyor, nazırların yanına girip çıkıyor ve koltuğunun altında yazı
makinesinde basılmış deste deste projelerle zengin yabancıların peşinde
dolaşıyor, akşam eve dönünce karısının kulağına eğiliyor ve diyor ki:

Para yapmalı, para yapmalı ve bir an evvel kapağı Avrupa'ya atmalı. Başka
türlüsü çıkar yol değil.

Bununla beraber Servet Beyin ne kadar para yaptığı henüz belli değildi.
Zira geniş iş projelerinden hiçbirisinin ne muvaffakiyete erdiği ne de bir
vagon ticareti yaptığı görülmedi. Vakıa harbin ikinci yılından itibaren
yaşayışına bir harp zengini şatafatını verdi; fakat bu şatafatın nereden,
hangi yollardan hasıl olduğunu bilenler gözlerini kırpıp, bıyık altından
gülüyorlardı.

Nitekim, bu akşam şerefine ziyafet çekilen zat, son şeker vurgununu
vuranlardan, gayet mühim bir tüccardı. Servet Bey, bunun şeriki olduğunu
söylüyordu. Lakin işin içyüzünü bilenler, bu şeker tacirinin, gözlerini
Seniha'dan hiç ayırmayan Kaymakam Azmi Beyin rakibinden başka bir kimse
olmadığını pekala görüyordu. Vakıa Servet Beyle herkesten uzak bir köşeye
çekilmiş gayet ciddi bir tavırla işten konuşuyorlar, ara sıra ceplerinden bir
uzun kağıt çıkarıp tetkik ediyorlar ve sigara paketlerinin arkasına birtakım
rakamlar çiziyorlardı. Fakat şeker tacirinin yüzüne dikkatle bakanlar derhal
seziyorlardı ki, biçare adam bir mengeneye sıkışmış kalmış gibidir, gözleriyle
etrafında bir kurtuluş çaresi arıyor ve arada bir yerinden kalkıp büfeye
doğru gittikçe geniş bir nefes alıyor, derhal Seniha'nın yanına yaklaşıyor,
bıyıklarının üstünde son içtiği kadehin bıraktığı nemle dudaklarını genç kızın
göğsüne uzatır gibi konuşmaya başlıyordu. Her davranışından anlaşılıyordu ki,
bu adam işten daha ziyade kadınla alakadardır.

Nitekim, büyük şeker tacirinin bu halini uzaktan tetkikle meşgul Kaymakam
Azmi Bey, silah arkadaşı Binbaşı Hüsnü Beye yaklaşıp:

Hele şuna bak! Hele şuna bak! Nerede ise kızcağızı yiyecek! diyordu;
sonra hiddetle başını sallayarak:

Biz bu alçaklar için mi harp ediyoruz? Bunlar yesin içsin; göbekleri ile
yanaklarını şişirsin diye mi?

Arkadaşı cevap veriyordu:

Ne yaparsın, diyorlar ki, her yerde böyleymiş. Cephelerin arkasında bir
alay hırsız varmış; düşün Almanya'da bile...

Azmi Bey sinirli bir tavırla Hüsnü Beyin sözünü kesiyordu:

Almanya'da bile... Lakin azizim, orada para yapanlar böyle ciğeri beş para
etmez adamlar değildir. Çekirdekten yetişmiş işadamlarıdır, parayı yaparlar,
tutmasını da bilirler; fakat bunun gibiler... Bunlar yaptıkları işin farkında
bile değildirler, yarın farkına bile varmaksızın ellerine servet namına ne
geçtiyse hep birden kaybediverecekler. Görürsün!

Mütemadiyen piyano çalınıyordu ve bir Alman zabiti ortada dolaşıyor, sık sık
kadınları dansa davet ediyordu. Azmi Beyle Hüsnü Bey konuştukları esnada bu
Alman, büyük şeker tüccarıyla ayakta duran Seniha'ya yaklaştı ve mihaniki bir
reveransla onu dansa davet etti. Hüsnü Bey, Azmi Beye:

Vallahi şu Avrupalılar başka şey! dedi. Bak, kızı ne nezaketle herifin
elinden aldı.

Azmi Bey, bıyıklarını ısırdı:

Adam sen de, Almanya'da da nezaket olur muymuş!

Zavallı Azmi Bey, ancak yemeğe oturdukları zamandır ki, geniş nefes aldı;
zira Seniha'nın sol tarafında, ta yanıbaşında oturdu ve onu kendi sohbetine
ram etmesini bildi. Büyük şeker tüccarıyle Alman zabitinin yerleri ise,
Servet Beyin yanında, karşılarına düşmüştü. Seniha bazen, insanları
tabiatlarına göre idare etmesini bilirdi. Nitekim, bu vaziyette Azmi Beyin
kıskançlığı biraz sükunet bulmuş ve şeker tacirinin arzusu daha ziyade artmış
bulunuyordu. Diğer misafirlerini de aşağı yukarı arzularına göre oturtmuştu.
Yalnız biçare Hüsnü Bey ihmale uğramıştı. Zira, sofranın ta bir ucunda,
çirkin bir kadınla, akşamdan beri bir tek kelime konuşmayan ve hiç kimseyi
dinlemez görünen acayip bir adamın arasına düşmüştü.

Ve uzaktan uzağa diğerlerinin konuşmalarıyle meşgul olmaktan başka yapacak
bir şey bulamıyor, herkesin sözüne kulak kabartıyor ve bazen kendisine hiçbir
şey sorulmadığı halde yüksek sesle başkalarının bahsine karışıyordu. Nitekim,
yemeğin sonuna doğru Seniha, birdenbire Azmi Beye eğilip de:

Nasıl öldüğünü arkadaşınız görmüş. Öyle mi? diye sorduğu vakit, Azmi Bey
evet yahut hayır demek fırsatını bırakmayarak hemen söze atıldı:

Evet Hanımefendi, gözlerimle gördüm, gözlerimle... dedi. Benim elimde,
benim kucağımda teslimiruh etti. Bir esvabım vardır ki, onun üstünde hala
kanının lekeleri duruyor. Pek çok kahramanca ölenler gördüm, fakat bu,
büsbütün başka bir şeydi. Biri omzunda, biri de ta göğsünün ortasında üç
yarası vardı; vurulurken görmedim, lakin görenler söylüyorlar, o gün
Anafartalar'da ilk süngü hücumunu yapanların arasındaymış, kurşunu ilk defa
sağ kolundan yemiş; hiç sesini çıkarmamış, bir saniye bile
tevakkuf etmemiş (Durmamış, duraksamamış), derhal silahını sol eline almış,
yürümüş; bu sefer omzundan vurulmuş ve yere yuvarlanmış, fakat çok geçmemiş
bir de bakmışlar ki, iki kollarını göğsü üstüne kavuşturmuş, düşe kalka
koşanların arkasından geliyor. İşte zannederim, bu sırada son kurşunu yemiş.
Kolundaki ve omuzundaki yaralar ehemmiyetsizdi; fakat göğsünün ortasından
giren bir kurşun, alimallah, kaburga kemiklerini parçalayarak sırtından
çıkmıştı.

Seniha bir tarafı sancımış gibi yüzünü ekşitti ve deminki suali sorduğuna
pişman, önüne baktı. Hüsnü Bey devam etti:

Bu çocuğun sizin akrabanızdan olduğunu biraz evvel Azmi Beyden öğrendim ve
iki kat müteessir oldum. Kendisini kim bilir, ne kadar severdiniz; ben müddeti
hayatımda, bu kadar vakur, bu kadar kibar bir genç daha görmedim. Lakin,
nedendir, bilmiyorum, içimize girdiği ilk günden beri fevkalade mağmum ve
düşünceli bir hali vardı. Ekseriya siperde; yanında bulunanlar diyorlar ki,
en büyük emeli şehit olmakmış. İkide birde yarı beline kadar siperden dışarıya
çıkarmış, halbuki siperden dışarıya serçe parmağınızı bile çıkarmaya gelmez;
hemen, kurşunu yersiniz.

Seniha'nın sinirlendiğini hisseden Azmi Bey, arkadaşına gözünün ucu ile
artık susmasını işaret etti. Fakat, Binbaşı Hüsnü Bey bu işaretin farkına
varmadı:

Akşam üstü, geç vakit, bir sedye içinde karargaha getirdiler. Gurubun
kızıllığı arasında gözlerinin acayip bakışı vardı. Bu gözler, arka
taraflarında suni bir alevle parlatılmış iki cam parçasına benziyordu; benzi
sapsarıydı. Mütemadiyen su istiyordu. 'Yanıyorum, yanıyorum!' diyordu. Fakat
bu kadar ağır yaralıya hiç su verilir mi? Maazallah, bir katresi bir yudum
zehir gibidir. Yanına yaklaştım, dedim ki: 'Suyu içersen, ölürsün!' O, acayip
gözlerle yüzüme baktı; hazin bir tebessümle güldü: 'Daha iyi ya, bir an evvel
kurtulurum!' dedi ve bu sözü söylerken ağzının yan taraflarından pembe bir
köpük aktı. Teneffüsü bir hırıltı halini almıştı. Ondan sonra hiç söz
söyleyemedi. Yalnız gözleriyle konuştu, gittikçe alevi artan bu gözlerde
evvela korkunç ve gayri insani bir ifade vardı; sonra yavaş yavaş o kadar
tatlılaştı, o kadar insanileşti ki, eğilip öpeceğim geldi, alnını okşadım;
dedim ki: 'Mukavim ol, evladım, mukavim ol!' Gözlerinde hazin bir tebessüm
belirdi: 'Benim yerimde sen olsan daha ziyade mukavemet gösterebilir miydin?'
demek istedi, sonra tekrar: 'Su!' diye yalvardı. Diğer yaralıların başında
dolaşan doktora koştum, elimle Hakkı Celis'i gösterdim; sordum: 'Rica ederim,
eğer nasıl olsa bu çocuk kurtulamayacaksa bari ölmezden evvel bir yudum su
verelim!' dedim, doktor: 'Hayır, hayır katiyen, daha yarasına bakmadım,
olmaz!' dedi. Arkama döndüğüm vakit baktım ki, yavrucak gözleriyle beni takip
ediyor. 'Biraz daha sabret, şimdi doktor sana istediğini verecek!' dedim.
İptida korkunç olan gözleri şimdi korkuluydu; bütün etrafında dolaşanlar,
kendisine bir fenalık etmeye geliyor zanneden bir tavrı vardı, ürkek ürkek
bakınıyordu, yalnız gözleri bana dönünce tavrına biraz sükunet ve bakışlarına
biraz emniyet geliyordu. Artık boğazını tıkayan hırıltılardan bir tek kelime
söylemesine imkan kalmamıştı.

Seniha, üst üste su içiyordu: Servet Bey, bu uzun ölüm tarifinden pek çok
canı sıkılmış ve suratını asmıştı. Vaziyetteki soğukluğu hisseden Azmi Bey,
arkadaşına sussun diye hala işaretler ediyor, fakat bir defa konuşmak
fırsatını yakalayan Binbaşı Hüsnü Bey, artık kendinde susmak kudretini
bulamıyordu:

Nihayet, doktor geldi; uzun, derin ve şüpheli bir nazarla genç yaralıya
baktı; sonra başını sallayarak bana döndü, yavaşça: 'Bitmiş, yapacak bir iş
kalmamış!' dedi. Zavallı Hakkı Celis'in gözleri doktordan bana, benden
doktora gidip geliyordu; mutlaka onun bana ne söylediğini anladı; zira,
yüzüne melul bir tevekkül geldi ve gözlerini kapadı. Koştum, büyük bir
maşrapa su getirdim; bir elimle yavaş yavaş başını kaldırdım, diğer elimle
suyu dudaklarına uzattım: 'Hakkı Bey, Hakkı Bey! Kardeşim, işte su!' dedim;
hemen gözlerini açtı ve doğrulmak istedi; fakat, muvaffak olamadı. Başı
tekrar avucumun içine düştü. Suyu yudum yudum ağzına akıtmaya çalışıyordum;
fakat ne mümkün... Su olduğu gibi dışarıya akıyor ve boğazından geçebilen
birkaç yudum da biraz sonra burnundan fışkırıyordu.

Seniha tahammül edemedi. Azmi Beye doğru eğildi:

Aman, ne yaparsanız, yapın. Arkadaşınızı susturunuz, dedi.

O zaman Azmi Bey, yarı emreden, yarı yalvaran bir tavırla arkadaşına
seslendi:

Azizim Hüsnü Bey, yeter artık, dedi; görmüyor musunuz, Seniha Hanım
fazla müteessir oluyor. Böyle bir sofrada bu hazin şeyleri tekrara ne lüzum
var?

Bu ihtar üzerine, ister istemez, susmaya mecbur olan Binbaşı Hüsnü Bey,
mahcup, başını önüne eğdi. Kadınlardan bazılarının gözleri yaşarmıştı. Büyük
şeker tüccarı bile biraz mahzun oldu; filozofça başını salladı:

Bu harp çok fena şey vesselam! dedi. Böyle ne kadar gençler,
gençliklerine doyamadan gittiler.

Sonra Hüsnü Beye dönüp:

Azizim, dedi; lütfen bana bir gün bu çocuğun medfun olduğu yeri
gösteriniz; ona bir muhteşem mezar yaptıralım.

Ve gözünün ucu ile Seniha'ya baktı; bu civanımerdane fikrinin genç kız
üzerinde yapacağı tesiri görmek istedi.

Fakat, Seniha sadece güzel ve süslüydü.

SON

:::::::::::::::::::

TÜRK EDEBİYATINDA KİRALIK KONAK

Kiralık Konak Yakup Kadri'nin Yaban'dan sonra en çok baskı sayısına ulaşan
romanı olmasına karşın 60'lı yıllara dek eleştirmenlerden gerekli ilgiyi
görmemiştir. Gerçi yayımlandığı yıldan başlayarak gerek Yakup Kadri'nin,
gerekse Türk edebiyatının en önemli romanlarından biri sayılmıştır; ama bu
yargı edebiyat tarihlerinde, Türk romanını konu alan incelemelerde
kalıplaşmış sözcüklerle yinelenegelmiş, salt Kiralık Konakı konu edinen
eleştiri ya da inceleme yazıları hemen hiç yayımlanmamıştır. Kanımca romanın
içeriğine ve o yılların eleştiri anlayışının yetersizliğine bağlanabilir bu.
Nur Baba'nın aynı yıl yayımlanmış olması ve uyandırdığı tepkiyle Kiralık
Konakı ikinci plana ittiği de düşünülebilir. Ama dönemin koşulları ve o
döneme egemen dünya görüşü gözönüne alınırsa asıl nedenin içerikten
kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Sonraki baskılarda da durum
değişmemiştir çünkü.

Değişemezdi de. Kurtuluşu Batılılaşmakta arayan aydın kadroların, önceki
örneklerde olduğu gibi Batıya öykünen züppe tipini yüzeysel biçimde
yansıtmakla yetinmeyip sorunu toplumsal bir olgu olarak gündeme getiren
romanı nesnel bir tutumla değerlendirmeleri beklenemezdi. Üstelik böylesi bir
eleştiri anlayışından da yoksundular. Osmanlı yanlıları ise, Batılılaşmanın
yarattığı yozlaşmayı işlemekle birlikte, buna koşut olarak Osmanlılığın
çağdışı kalışını, gücünü monarşiden alan bir sınıfta çöküşünü anlatan romanı
benimseyemezlerdi. Ama her iki grup da romanın değerini yadsıyamadı, bunu
belirli sözcükleri yineleyerek kısaca belirtmekle yetindi. Bu nedenle hemen
hemen ilk sayabileceğimiz eleştirel değerlendirmelerin 1960'tan sonra gelişi
şaşırtıcı sayılmamalı.

Şimdi, romana bakışı ve değerlendirme biçimi nesnelliğin ötesinde bir
tutumu sergileyen İsmail Habib Sevük'ten örnek bir alıntı yaptıktan sonra bu
değerlendirmelere geçelim:

Kiralık Konak, dışa bakan Yakup'la içe bakan Yakup'un çarpıştığı bir
eserdir. Bu romanda dışta sendeleyen zaaf ile içte kudretleşen kıymet
bocalayıp duruyor. Eşhası, bariz ve tek vasıf üzerinde tutamıyoruz. Seniha
seven bir ihtirasken adi bir alüfte oluyor. Acıyalım derken iğreniyoruz. Faik,
bir şey olacakken gammaz bir serseriye dönmüştür. Hassas, olgun ruhlu ve
nihayet kahraman gösterilmek istenmesine rağmen Hakkı Celis de hep tuhaf,
gülünç, beceriksiz bir çocuk olmaktan ileriye geçemiyor. Müellif, eşhası
döndürüp durmaktadır. Bazan bir beyazlık, bir leke; şimdi bir tümsek, şimdi
bir çukur görüyoruz. Neticede hepsi birbirine karışıyor; romanın kahramanları
silik ve uzak eriyip gidiyorlar. Eserde yer yer Erenlerin Bağında saklanan
Yakup'un sesi ve çehresi meydana çıkıyor. Fakat romanın aksak afakiliği
üstünde enfüsi parçalar da yerini yadırgamış birer yama gibi kalmaktadırlar.
(Tanzimattan Beri Edebiyat Tarihi, c. 1, 6'ncı bas., 1944)

Niyazi Akı, romanın yayımlanmadan önceki oluşumu üzerinde durarak bu
oluşumun evrelerini açıklar, işlenen temi kısaca özetler:

1920'de basılan romanın hareket noktaları çok gerilerdedir. İlk izlere
1913'te rastlanır. Miss Chalfrin'in Albümünden'de, yazar, devri, cemiyetin
müesseselerini tenkit eden ve maziden hale doğru daima kayıplara geldiğimizi
belirtir. Romanın çekirdeğini teşkil eden bu tenkit ve umumi hükümler yanında
bazı tiplerin doğuşuna esas olacak unsurlara da rastlanır: Miss Chalfrin'in
Albümünden'de ... nakiselerimizi bu pis ve havasız muhitten aldık diyen ve
bütün zarafet ve inceliklerin okunan romanlardan geleceğine inanan genç kız
1920'de Kiralık Konak'ın Seniha'sı olacaktır. Küçük Zabit'teki (1916)
çelimsiz delikanlı ve Rahmet'teki (1917) Emin bilahare Hakkı Celis'in bazı
taraflarını teşkil edeceklerdir. Rahmet'te, gözleri aşkla perdelenen Emin,
Balkan Savaşının yaralılarını görmeyecek kadar kördür; lakin bu gözbağı
düşmekte gecikmez. Kiralık Konak'ta Hakkı Celis de aynı durumdadır; Seniha'nın
aşkı etrafinı görmesine mani olur, fakat o da bu körlükten kurtulur. Muhtelif
zamanlarda şuraya buraya serpilen fikirler ve hisler birleşerek romanı
hazırlamağa başlar. Bu hazırlık romanın intişarından iki buçuk ay evvel
hikaye şekline girer ve kısmen planlaşır. Masum Katiller adını taşıyan bu
hikayenin mütekait ricalden Necip Beyefendisi, sefih damadı, lakayıt kızı,
soysuzlaşmaya yüz tutan torunları, Kiralık Konak'ın doğumunu haber verirler.
Bu tiplerde Naim Efendiyi, Servet Beyi, Sekine Hanımı, Seniha ve Cemil'i
hatırlatan hususiyetler vardır.

Kiralık Konak, yazarın kafasında aşağı yukarı on yıllık bir oluş devresi
geçirmiş, bu oluşun zaman zaman belirtilerini vermiş, nihayet 1920'de
doğmuştur. Anlaşılıyor ki roman bu yıllar boyunca bir fikir ve kanaat
etrafında gelişmiş ve yazılmadan önce bir oluş devresi yaşamıştır. Romanın
temi, Osmanlı deyletinde, garbın çeşitli tesirleriyle, nesiller arasında
fikir, his ve dünya görüşü bakımından meydana gelen ayrılıklar ve bu yüzden
ailenin çüzülüşüdür. Cemiyetin tarihi gelişmesine ve devrin hayatına uyan bu
müşahade köklü ve sağlam görünüyor. Romanın zaman içindeki devamı 1906'dan
1918'e kadardır. (s. 113-114)

Yakup Kadri'nin romanlarında önce kişilerin, sonra bu kişiler arasından
kurulan ilginin ve gelişen entrikin birbirini izlediği bir planın sözkonusu
olduğunu belirten Akı, yazarın roman planına örnek olmak üzere Kiralık
Konak'ın planını çıkarır. İlk üç bölüm Takdim Sahnesidir. IV-X'uncu
bölümleri Hadiselerin Örülüşü başlığı altında topladıktan sonra Şu yargıyı
verir:

Bu bölümlerde görülen muhtelif meseleler üzerinde şahısların görüş ayrılığı
entriğin esasını teşkil eder. Her bölüm bu müteaddi safhasında ton
kreşandodur.

XI-XVII'inci bölümler ise çözülüş biçiminde nitelenir.

Bu bölümde şahıslar teşebbüsü kaybetmiş, kaderin eline düşmüşler.
Hadiseler, sebeplere uygun neticelere giderler. Romanda Hakkı Celis ölür;
Seniha moral düşüş yolundadır. Naim Efendi anlamadığı ve kendisini anlamayan
bir dünyada hayatını tamamlayacaktır.

Yeri gelmişken Kiralık Konakın iki sembolünü işaret edelim: Tanzimat
devrinin duygu, zevk ve düşünüş tarzının, kısaca, kendine mahsus hayat
anlayışının mahsulü olarak bir sosyal müessese halinde doğan konak, devrin
değişmesi ve büyük hadiselerin sarsıntısiyle nihayet bir apartman dairesi
hayatında sona erer. Konak mensupları ise, eski terbiyeyi tam manasiyle almış
yekpare psikolojiye sahip olanlar hariç, Birinci Cihan Savaşı yıllarının
kozmopolit sofrasını kurarlar: Roman, bir devrin maddi ve manevi düşüşünü
Konak ve Sofra gibi iki sembolde hulasa eder. (s. 153-155)

Daha sonra Akı, Madam Bovary ile Kiralık Konak arasındaki ilişkiye değinir:
Kiralık Konak'ta şöyle bir pasaj vardır: Hakkı Celis, Seniha'nın bir zamanlar
hakikatte mevcut olduğundan şüpheye düştü; bu kız, genç adam için kitaplarda
tanıdığı hayali kızlardan biri gibiydi; muhayyilesinde Desdemona'ların,
Juliette'lerin, Virginie'lerin ve Madame Bovary'lerin arasına karıştı.
Diğerleri değil ama Seniha'nın Madame Bovary'ye ve Madame Bovary'deki
entriğin Kiralık Konak'a karıştığı aşikardır. Bu karışma Emma ile Seniha'nın
ve entriğin bazı benzerlikleriyle açıklanabilir.

Emma ile Seniha arasındaki benzerlik iki romandan yapılan alıntilarla
kanıtlandıktan sonra bu düşünceler sıralanır:

Emma Bovary ile Seniha arasındaki yakınlıklar gösteriyor ki her ikisi de
declasse olmanın ıstırabı içindedir. Yerlerini yadırgayan, bulundukları
yerden memnun olmayarak başka yerlerin hasretini çeken, saadeti oralarda
arayan bu tipler dıştan gelen tesirlerin kurbanıdırlar. Madame Bovary'nin
tesiri Yakup Kadri'nin Kiralık Konnk'ını çok aşar; onun bütün şehirli kadın
tiplerinde bir parça Emma'yı bulmak mümkündür.

Her iki roman arasında bu iki tipin benzerliğinden başka entrik münasebeti
de vardır. Romanların her ikisinde de kadın kahramanlar para sıkıntısı
duyarlar; her iki eserde de bir kadına karşı iki erkek vardır:
Biri (Rodolphe -Faik) pişkin; diğeri (Leon -Hakkı Celis) toy; Hakkı'nın ve
Leon'un sevgileri birbirine benzer, Rodolphe Emma ile ilk defa göl kenarında
sevişir; Seniha ile Faik de deniz kenarında sevişirler. Her iki romanda da
sevgi tabiatın kucağında tutuşur; Emma Leon'dan ve Rodolphe'ten para ister;
Faik Seniha'dan para ister.

Emma ölünce, kocası Charles, Emma'nın aşığı Rodolphe'a hiç kızmaz, bilakis
ahbab olur; Seniha Avrupa'ya kaçınca iki rakip, Faik'le Hakkı Celis dert
ortağı olurlar. Romanın birinde kadın (Emma) ölür; diğerinde
erkek (Hakkı Celis) ölür. Emına ve Seniha önceleri gayelerine ulaşmak için
ellerinden geleni yaparlar; lakin hadiselerin insafsızlığı yüzünden
mukavemetleri kırılır; yenilgiyi kabul edip kendilerini bırakırlar.

Flaubert Emma'nın okuduğu eserlerden bahsettiği sayfalarda zımnen
romantizmi hicveder. Yakup Kadri ise Hakkı Celis'in ağzından Edebiyat-ı
Cedide'ye, Fecr-i Ati'ye, hece veznine hücum eder.

Yukarıda gösterdiğimiz yakınlıklar Kiralık Konak üzerinde Madome Bovary'nin
ve Yakup Kadri'nin sanatında Flaubert'in tesirine bir delildir. Yeri
gelmişken Germinie Lacerteux (Goncourt Kardeşler'in) ile Kiralık Konak'ta
rastladığımız ufak bir benzerliği, bir vakitler yaşamış, ölmüş, fotoğrafta
insanlarla onların mizaç ve beden hususiyetlerini devam ettiren hayatta
insanların münasebetine dair bir noktayı işaret edelim. (Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, s. 186-187, 1930)

Fethi Naci, Yakup Kadri'nin romanları arasında en çok 'Kiralık Konakı
beğendiğini söyler ve bunu toplumsal gerçekliğin kişilere indirgenerek roman
düzeni içinde verilebilmiş olmasına bağlar:

Yakup Kadri, romanlarında tipik bir devri, bir çevreyi anlatmak isteyen bir
romancıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için edebiyat bilgisinin dışında başka
bilgilerin de gerekli olduğunu bilir. Düşünen, araştıran yanı çok kuvvetli
bir iki romancımızdan biridir Yakup Kadri; kendini anılarına, yaşantılarına
bırakmakla yetinmez.

Kiralık Konak'da da çok önemli bir tarihsel devreyi ele almış; üç ayrı
kuşağın aracılığıyla bu geçit devresini anlatıyor. Üç ayrı cildi
doldurabilecek şeyleri tek cilde sığdırmanın doğurduğu aksamalara rağmen
Kiralık Konak önemini uzun bir süre sürdürecek bir roman, bence. Yakup
Kadri'nin, bütün romanlarında görülen düşünen aydın yanı romancılığıyla en
uyumlu bileşime Kiralık Konak'da varmış; anlattığı toplumsal gerçekliği
kişilere indirgeyerek roman düzeni içinde verebilmiş.

... Konağın dağılıp satılığa çıkarılmasıyla biten roman, bir zümrenin
çöküntüsünün üç kuşaklık hikayesidir. O kadar necabet ve selabetle başlayan
o büyük Tanzimat cereyanı döne dolaşa, nihayet İstanbul'un ortasında Seniha
gibi bir kadınla, Faik Bey gibi bir erkek örneği bırakıp geçmişti. Türk
dehasının yaptığı, bu son medeniyet tecrübesi de gelmiş ve gelecek nesillere
acı bir imtihan olmaktan başka bir şeye yaramamıştı. Hakkı Celis kendi
kendine diyordu ki: Naim Efendinin hıçkırıklarıyla Seniha'nın
kahkahalarındaki mana bir değil mi? (3. bas. s. 131). Kiracıların konak için
söyledikleri ilgi çekicidir: Aman burası ne bakımsız, ne pis!. Ne soğuk,
ne kasvetli ev! Konağı yeni insanlar devralacaktır. Ama, nedense, Yakup
Kadri bunu toplumsal bir oluş olarak göstermiyor. Oysa Çehov, Vişne
Bahçesi'nin sonunda, uzaktan uzağa gelen balta sesleriyle bunu pek güzel
belirtmişti.

... Romanda olumlu bir gelişim gösteren tek kişi Hakkı Celis'tir.Benim
için hiçbir şey geriye dönmekten daha elim değildir, der. O çürüyen çevre
içinde birtakım gerçeklere yaklaşan tek kişi Hakkı Celis'tir: Onun için
şimdi, geride kalan alem, Senihalardan, Faik Beylerden, Naim Efendilerden,
Sekine Hanımlardan müteşekkil olan karışık, mayasız ve çürümüş alemdi. Evet,
romanda olumlu bir değişim gösteren bir Hakkı Celis vardı; romanın sonunda
Yakup Kadri onu da öldürdü. Böylece o zümreden işe yarar tek adam kalmamış
oluyor. Bu son yargının tarihsel bakımdan doğruluğu tartışılabilir; ama bu,
romanın gücünden bir şey eksiltmiyor.
(1960, On Türk Romanı'ndan, s. 29-31, 1971).

Rauf Mutluay, Naim Efendiyi odak aldığı yazısında (Yeni Ufuklar,
s. 203-204), romanındaki tarihsel dönemi saptayarak 1908 hareketini eleştiren
yazarların geçmişini yücelten tutumlarını sergiler. Özellikle Samiha
Ayverdi'nin İbrahim Efendi Konağı üzerinde duracak tutucu görüşleri
belirlemek amacı taşıyan alentılarla Meşrutiyet i İstanbul Medeniyetine
son vermekle suçlayanların yanılgısına değinir. Mutluay'a göre bir yıkılışın
son aşamasında Batı dünyasının lordluk malikanelerine özenen İstanbul
kapıkulluğunun kendi sömürü birikintisini 'İstanbul medeniyeti' sanması
yanlıştır ve bu tür 1908 eleştirisinin altında Atatürk kurtuluşunun
köklerine saldırmak amacı yatmakta, Osmanlı nitelikleri her fırsatta
yüceltilerek, geleneklerimizi yitirmeye sebep olmakla suçlanan devrimler
uyanışı yargılanmaktadır.

Mutluay'in Yakup Kadri'yi ve 'Kiralık Konakı hangi kefeye koyduğu yazıda
açık seçik belirmiyor. Şiirimizde, romanımızda görünen 1908 eleştirisinin
yukarıdaki biçimde değerlendirilişinde genellemeye gidildiği için Yakup
Kadri'nin de aynı kefeye konulduğu düşüncesine varmak doğal. Ama romanda
toplumsal bir gerçekliğin yansıtıldığını anlatmayı amaçlayan şu satırlar da
tersini düşündürtüyor:

Naim Efendi, konağın ölümüdür: Yüksek memur zenginliğinin; kapıkulu
bereketinin; fütuhat yüzyıllarından sonra maaş darlığına düş müş Babıali
azınlığının, dış borçlar komisyonculuğu ve rüşvet ikramiyeleriyle yeniden
rahat israflara olanak bulan payitaht keyfiliğindeki son dönemin ölümü.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'da, bir konağın çatısı altında üç kuşağın hayat
ve ölçülerine eğilmiştir. Bu ailelerin tel tel çözülüşü, dağılışı, kopuşu;
meşrutiyet sonrasının karışık beğeniler çatışmasında kuşakların birbirinden
kesinlikle ayrılışı Kiralık Konak'ın (1922) sağlam örgüsünü verir. Bu az
kişilikli ilk roman, Karaosmanoğlu ustalığının olgun toplum dikkatinden
doğar. O sağlam konağın toprağa kök salmış gibi sürekli görünen yaşaması,
birkaç yılın sonunda bir içki sofrasının züppelik özentilerinde kökünden
ayrılır. Naima okuyan Naim Efendi suskun ve yenik yalnızlığı içindeyken,
kendini Çanakkale Şehitliğine adayan Hakkı Celis coşkusuyla Seniha düşüşü,
ayrı yönlere doğrulmuş yeni kuşakların kaderlerini özetler. Naim Efendi, ölü
konağın yalnızlık nöbetinde bütün umutlarını, bağlarını, değerlerini yitirmiş
sonsuz bir yorgunluktadır. Sanırım en az bir yüzyıl boyu yaşlı insanlarımızın
dramı hep bu düğümle sonuçlanır.

Romanın ilk cümlelerini alıntılayan Rauf Mutluay şöyle sürdürür:

Naim Efendinin hüzünlü serüveni, kahramanı olduğu kitabın adından başlar:
Bir konak kiralık olabilir mi hiç, konak oldukça? Ya padişah cebinden, ya
devlet kasasından akıp gelen hesapsız zenginliklerle bu yirmi, otuz, kırk
odalı selamlık-harem karışıklığında birikmiş nice insanı besleyen keyif
harcanışına sahip çıkacak hangi yeni müşteri vardır? Aslında kitap, daha ilk
satırlarıyla, değişen düzenin yarattığı üst kat bunalımından ustalıkla haber
vermekle başlar.

... Bu ilk cümleler bile Naim Efendinin namusunu, dürüstlüğünü, sonraki
aşamalarda hep suçlanacak olan iffetli Abdülhamit nazırlığını temize çıkarmak
için söylenmiş gibidir. Gerçekten Naim Efendi konağı, dağılıp yıkılışına hiç
karşı koymamakla, kayıtsız bir seyirci kalmakla nitelenebilir. Yazar, o kadar
gerilerde sakladığı baş kahramanının acıklı yalnızlığını, kuşaklar arası
anlaşmazlıklardan doğan o iyileştirilmez hastalığını, bu sonucu gerektiren
bütün nedenlerle besleyip yoğunlaştırmaya çalışır.

... Seniha'nın Avrupa kaçışlarıyla Servet Beyin alafrangalık
züppeliklerinden yaralanan Naim Efendi ne kadar dirense boşunadır. Bu çözülüş,
ta Tanzimat romanının ilk örneklerinden başlayarak bize anlatılmıştır. Ali
Bey'in İntibahsız konağı (Namık Kemal), Bihruz Bey'in ana harçlığını biraz
daha fazla koparabilmek için sık sık satacağından söz ettiği Baba yurdu
(Araba Sevdası), Asaf Paşa'nın ancak zengin bir izdivaçla ayakta durabilecek
Moda israfi (Sergüzeşt), Felatun Bey'in bırakıp gittiği Cihangir evi (Felatun
Beyle Rakım Efendi), Dehri Efendi'nin (Mürebbiye), Meftun Bey'in (Şıpsevdi),
Adnan Bey'in, Şeyh Salih'in (Turfanda mı Turfa mı),
Hüsnü Paşa'nın (Sinekli Bakkal)... konakları sonunda Ayaşlının kira
odalarında sığınacak devlet kullarının son miras savrukluklarıdır. Kimi
satılarak, kimi kiralanarak, çoğu yıkılarak ömürlerini bitirecek bu Tanzimat
ve nihayet Abdülhamit dönemi yaratıkları 20'inci yüzyıl başında bütün
ömürlerini tamamlarlar.

Selim İleri romanı değişik açılardan irdelemeyi amaçlayan dört ayrı
yazısından ilkinde (Yeni Ufuklar, s. 257) Kiralık Konakın edebiyatımızda
bir dönem açtığını belirterek bunun nedenlerini şöyle açıklar:

Kiralık Konak, Yakup Kadri'nin en başarılı yapıtlarından biri. Tek başına
Kiralık Konak'ın edebiyatımızda bir dönem açtığını ileri sürebiliriz. Yakup
Kadri ilk romanında Servet-i Fünun romancılarını aşar. Halit Ziya'nın
gerçekçi olma çabası, dil açısından da, ruhsal çözümlemelerde de sürekli
tozarmıştır. Tozanlarına ayrılmış bu yapay gerçekçiliği Kiralık Konak'ın
bütünlediğini, yapaylıktan kurtardığını belirtmeli... Hele Mehmet Rauf ve
benzeri yazarlarla karşılaştırıldığında Yakup Kadri romanının getirdiği
zenginlik ortaya çıkar.

Kiralık Konak'ta Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş dönemindeki toplumsal
yapısı, çöküşü hazırlayan toplumsal nedenler dile getirilir. Sorunları
olayları kişiler çevresinde irdeleyen; dolayısıyla kişisellikten, kişisel
serüvenlerden bir türlü kurtulamayan Servet-i Fünun romanı büyük açılımı
Yakup Kadri'de bulur. Milli Edebiyat Akımı'nın başarısı da bu olsa gerek.

Roman kişilerini tanıtarak düşüncelerini temellendiren İleri Yakup
Kadri'nin tutumuna değinir:

Yakup Kadri, eskiyen ahlak değerleri karşısında Naim Efendi gibi üzülmez,
kaybolmuş bir yaşamın özlemini çekmez. Kuşkuculuğuna karşın, geleceğe yönelik
bir dünya görüşünü savunur. Bu ilginç, kendine özgü, zaman zaman ülkücü,
zaman zaman maddeci dünya görüşünün ipuçlarına rastlarız Kiralık Konak'ta.

... Yakup Kadri ne eski savunucusudur, ne de köksüz yeniliklerden yanadır.
Türk romanında eleştirel gerçekliğin ilk ustaca kullanımıdır Kiralık Konak.

... Yazar acımasız eleştirileriyle toplum yaşamına yön vermeye çalışmış.
Gerek Servet-i Fünun dönemi, gerekse öbür Milli Edebiyat Akımı romanları
arasında Kiralık Konak apayrı bir odak noktasını oluşturuyor: Acımasız
bakış, iyimserlikten kaçınma.

Daha sonra Selim İleri, Hakkı Celis'le Mai ve Siyah'in Ahmet Cemil'ini
karşılaştırarak Servet-i Fünun kötümserliğinin, aydın umutsuzluğunun
aşıldığını belirtir, ikisi arasındaki ayrımın Yakup Kadri'nin bakış açısından
doğduğunu vurgulayarak romanın önemi üzerinde durur:

Ahmet Cemil'le Hakkı Celis arasındaki farklılaşma, Servet-i Fünun romanıyla
Kiralık Konak arasında da sürer gider. Yakup Kadri aydınların ağlatısal
yaşamlarına yüz vermemiş. Daha doğrusu aydınların sorumsuzluğunu,
bilinçsizliğini, işe yaramazlığı sergilemiş.

Savaş, Hakkı Celis'e yaşama olanağı tanımayacaktır. Bu savaş bile
simgeleşir Yakup Kadri'de. Türedi-varlıklı zümrelerin Hakkı Celis'i ölüme
nasıl sürükledikleri anlatılır. Kiralık Konak'ın büyük başarısı buradadır.
Romanın son epizodu olağanüstü güzelliklerle, inceliklerle örülüdür. Hakkı
Celis'le Çanakkale savaşı ya da tek başına savaş kavramı kurcalanır. Hakkı
Celis'in şehit düştüğü savaş kimlerin yararına sonuçlanmıştır? Savaşların
ardında yatan gerçek nedir? Yakup Kadri inanılmaz bir kurguyla, vurucu
görüntülerle soruları yanıtlar.

... Kiralık Konak'ın eleştirel gerçekliğinde Hakkı Celis'in geçici
yenilgisini, savaşın iç yüzünü, büyük şeker tüccarlarının sürüp gidecek gibi
görünen egemenliklerini kavrarız. Çok önsezili, çok ileri görüşlü bir
bakıştır bu... Yakup Kadri romanının, örnekse Kiralık Konak'ın niçin
eskimediğini anlamak istiyorsak yazarın düşüncelerini irdelemeliyiz.
Kavramları enine-boyuna tartmış, ölçüp biçmiş bir romancı Yakup Kadri.

Kiralık Konak çağına tanık olmuş bütün yapıtlar gibi günümüzü de
ilgilendiren bir roman.

Bir başka yazısında Selim heri (Yeni Ufuklar, s. 264) Kiralık Konak'ın
çeşitli sorunları içerdiğini belirterek, roman kişilerini irdelemeye girişir
ve Yakup Kadri'nin ruhsal çözümlemelerdeki başarısına değinir:

Seniha, bir bakıma, Türk romanında ilk bireyselleşme sayılabilir. Halit
Ziya'nın kişisel istemleri çerçevesinde, iyiyle kötü arasında gezinirken ve
toplumsal olgulardan yararlanmazken, Yakup Kadri, Seniha'yı toplumsal istemin
yönetimine terketmiş. Şunu söylemek istiyorum: Aşk-ı Memnu'da Bihter'i var
eden, temelde, kişiliğin yönsemeleridir. Kişilikten yola çıkmıştır. Halit
Ziya, romanının kurgusunda Bihter kimliğini yaratmaya karar vermiştir. Bihter,
romancının kafasında beliren ve yaşamla bağ kurmayan bir kimlik. İntihara
sürüklenirken hep zaaflarının tutsağı oluyor. Toplumsal koşullarla
belirlenmiyor Bihter. Oysa Seniha'nın iç kargaşasını hazırlayan başlıca
etken, içinde yaşadığı topluluk, o topluluğun yaşama biçimi, hayata bakış
tarzı. Dolayısıyla Seniha, romancının yaratım dünyasında çizilmiş biri değil.
Tersine çizilmek istenen, daha doğrusu ustaca çizilen topluluğun
bireylerinden.

... Yakup Kadri'nin insanı şaşırtan ruhsal çözümleme bilgisinden söz etmeli.
Seniha'nın konuşması, kısa yoldan gerçeğin soyutlanmış açılımlarını somuta
indirger. Bir-iki çizgiyle durumun anatomisine girişilir. (Türk romanında bu
soy çabalara pek rastlamıyoruz. Ya eritilmemiş, yapıta yedirilmemiş ruhsal
sarsıntılarla karşılaşıyor okur; ya da psikolojiyi, toplumsaldan kaynaklanan
ruh dünyasını hiçleyen yazarlarla...). Kiralık Konak'ta Naim Efendi'yi, Hakkı
Celis'i ve Seniha'yı olumlulukla olumsuzluk arasında götürüp getiren öge, bu
psikolojik çizgi sanımca. Psikolojinin inandırıcı olması da toplumsal
görünümden kopmamasıyla açıklanabilir.

... Kiralık Konak üç ayrı insanın gözünden görülmüş bir ortamı çiziyor.
Naim Efendi'nin erden Osmanlı dünyasıyla Hakkı Celis'in coşkun duygusallığı
ve Seniha'nın bireyselleşme çabası... (Selim İleri, Çağdaşlık Sorunları
adlı yapıtında (1978) Kiralık Konak incelemelerini geliştirir.)

Doğan Hızlan, 'Kiralık Konakın TVye uyarlanması nedeniyle romanın
içeriğini, kişiliğini tanıttığı yazısında (Cumhuriyet, 6 Ocak 1979) Yakup
Kadri'nin toplumumuzun bir dönemini yansıtırken unutulmayacak karakterler
çizdiğini özellikle vurgular:

Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'sundan sonra, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu'nun Kiralık Konak romanı da bir TV dizisi olarak bu akşam
ekrana geliyor. Kiralık Konak, imparatorluğun çöküş çanlarının kulak yırtan
sesleri içinde kuşaklar arasındaki değişen değer yargılarının, buna bağlı
olarak da yaşama biçimlerinin çelişkisini sergileyen bir roman.

... Seniha -Faik -Hakkı Celis üçgeni romanın yapısının iskeletidir.
Tedirgin, yerleşememiş bu insanlar topluluğunun ortak ruh hallerine karşılık
aradıkları nedenler, buldukları gerekçeler farkldır. Naim Efendiye göre bunun
nedeni bütün kurulu düzeni temellerinden sarsan inkılap rüzgarıydı.
Seniha'ya göre para ve çevreydi. Hakkı Celis'e göre ruh bayağılıkları.

Toplumsal rüzgarların savurduğu bu insanlar birer yaprak gibi uçuşuyorlar,
hiç toprağa düşmüyorlar. İçlerinde Hakkı Celis asker olup Çanakkale'ye
gidince, ülkesinin siyasal sorunlarına ilgi duymuş, böylece de bireyselden
toplumsala giden yolda emeklemeye başlamıştır.

Kiralık Konak'taki kahramanların ortak özelliklerinden biri de düşündükleri,
hayal ettikleri dünya ile gerçek yaşamları arasındaki bağlantısızlıktır.
Onlar için yaşamın her gerçeği birer beklenmeyen darbedir.

Naim Efendinin dışında herkes bir kaçışın, bir kurtuluşun ardına
düşmüşlerdir. Seniha ne demişti bir gün:

Siz zannediyor musunuz ki, ben ömrümün sonuna kadar böyle bir evde
kalacağım? Böyle bir memlekette, etrafimda böyle bir halkla? Toplumlarından,
çevrelerinden kopan insanın ruh halini yansıtır bu sözler.

... Seniha kaba çizgileriyle paranın ve zevkin ardında tükenen biri gibi
görünebilir. Oysa o da arayışların sürüklediği, toplum koşullarının
biçimlendirdiği bir insandır.

Kiralık Konak, çöken bir imparatorluğun, değişen bir ekonomik düzenin
romanını sunarken, unutulmayacak karakterler koymuştur ortaya. Belki de
bütün bu çöküşte hepsi de bilinçsiz birer oyuncudurlar.

Kiralık Konak, toplumumuzun bir dönemine ayna tutuyor.

Ama TV uyarlaması düş kırıklığı yarattı, tepkilere yolaçtı. TV gibi
milyonların izlediği bir iletişim aracında sergilenen romanın okumayanların
belleğinde bırakacağı olumsuz izlenimi düşünerek ve sanata, sanatçıya
saygısızlık biçiminde nitelenebilecek bir tutumu belgelemesi açısından ilgili
yazılardan ikisini alıyorum:

Bir kere uyarlama ne demektir ve ünlü bir yazın yapıtının diyelim bir
romanın, televizyona uyarlanmasında amaç nedir? Yazın tarihinde yeri olan,
birçok kişinin okuyup sevdiği bir yapıtı özüne, kişilerine, diline, çağına
bağlı kalarak 'temsil' etmek, okumamış olanlara da tanıtmak, sevdirmek, hatta
okumaya özendirmek değil mi? Okunmak için yaratılmış bir yapıtı
görselleştirmek kolay değildir elbet. Türkiye gibi hızla değişen bir toplumda,
Türkçe gibi her gün gelişen bir dili kullanarak elli altmış yıl öncesinin
romanlarını canlandırmak daha da güçtür kuşkusuz. Ancak temel kurallar vardır
ki, bunların gözönüne alınmamasını ne parasal ne de teknik olanakların
yetersizliği açıklayabilir. Birtakım şeyleri doğru yapmak yalnızca sevgi,
saygı, bilgi ve bilinç gerektirir. Bu saydıklarımın olmadığı yerde ise
dünyanın parası dökülse gülünçlükten ve ihanetten kurtulunamaz, gülünçlük
ile ihanet sözcükleri yanyana tuhaf kaçıyor belki ama, bizim TRT böyle
olmadık tuhaflıkları başarıyor işte. Hem ele aldığı yapıta ihanet ediyor,
hem de gülünç oluyor.

En yakın örnek olduğu için, şu günlerde gösterilen Kiralık Konak'a bir
bakalım. Modernliğe özenen şımarık, ama aslında duygulu, duyarlıklı bir genç
kızın, (sözüm meclisten dışarı) bir fahişeye benzetilmesi ihanet değil de
nedir? O zamanki 'aşırılık'ların günümüzün seks filmlerine alışık seyircisine
'aşırı' gelmeyeceği düşünülerek mi yapılmış bu acaba? O zaman günümüz
aşırılıklarını sergileyen özgün bir yapıt getirsinler ekrana, Yakup Kadri'yi
de rahat bıraksınlar. Yazarın yarattığı kişiyi bozmaya ne hakları var? Üstelik
o çağın yazınını ve o çağın dünyasını tanıtma çabası içinde görünerek!
Koskoca Naim Efendi ile Seniha'nın aynı tek kişilik pirinç karyolada
yatmaları; eski kostümlerin altına çağdaş ayakkabıların giyilmesi; arabada
giden iki kişiden biri ileri geri gümbür gümbür sallanırken ötekinin sağlam
oturması daha neler neler... TRT'nin iki ayrı karyola alacak ya da
oyunculara eski tip ayakkabı yaptıracak parası yoksa, çekimde bunların böyle
açık seçik göze batmaları önlenemez mi? Yönetmen arabada giden iki oyuncunun
ya her ikisinin de sallanmasını, ya da ikisinin de doğru oturmalarını
söyleyemez mi? Bir Osmanlı paşasının (Giysileri bugünkü bir otel
kapıcısınınki kadar görkemli değil, o başka) kendi evinde konuk karşılarken
fes giymeyeceğini bilmemek için değil o çağın, bugünün görgü kurallarından
bile habersiz olmak gerekir.

Peki, ya kullanılan dil? Madem ki belli bir çağı ve çağın yazınını
yansıtmak amacındayız, yazarın diline bağlı kalmak zorunluluktur. Evet, bazı
değişiklikler yapılabilir, ama bunlar ancak bugünün seyircisinin metni
anlamasını sağlamak için olabilir. Günümüzde pekala anlaşılacak sözcükleri
değiştirmek, hem de böylesine yalan yanlış, gelişigüzel değiştirmek
anlamsızlığın doruğudur. Millet sokaklarda 'afedersiniz' derken Naim Efendi
kimseden özür dilemez. Ne günümüzde ne de o çağda kimsenin koşullara riayet
etmesi sözkonusu olamaz. Defa sözcüğü günümüzde yaygın olarak kullanılırken
Yakup Kadri'nin kişilerine kez dedirtmek ne demektir? Bunlar şu anda aklıma
geliveren örnekler. Daha ne akla uzak Türkçe tuhaflıkları var TRT'nin
uyarlamasında. Saymakla bitmez.

Bir de sergilenen 'oyunculuk' var. Kişiliklerin yorumunun yanlışlığından,
kullanılan dilin akla uzaklığından çok daha ötelere geçen bir oyun stili ki
bunaltıcı, boğucu, çoğu kez de gülünç. Bir kere, bir olay geçmişte meydana
geliyor diye onu 'stilize' oynamak gerekli değildir. 'Stilizasyon' ancak
belli bir çağın tiyatrosu yansıtılmak isteniyorsa geçerlidir. Örnekse eski
Grekler, Moliere, Shakespeare ya da Ahmet Vefik Paşa çağının oyun stiline
göre oynanmalıdır. Ama, günlük olayları konu eden bir roman ne zaman
'dramatize' edilirse edilsin doğal bir oyun tarzı ile oynanır. Nitekim,
geçtiğimiz aylarda TV'de gördüğümüz 'Savaş ve Barış'ın kişileri yaşadıkları
çağın Fransız oyuncuları, İtalyan operacıları ya da daha beteri Shakespeare
çağı oyuncuları gibi oynamıyorlardı. Oysa TRTnin (Yakup Kadri'nin değil)
Kimlik Konak'ının kişileri 'Mınakyan ekolü'nün tipik örnekleri sanki. Bir
Ermeni telaffuzuyla konuşmadıkları kalmış. Gerçi Türkçeyi öylesine kötü
konuşuyorlar ki gerçek bir 'Mınakyan ekolü' melodramı yeğlenebilir.
(Pınar Kür, Dünya, 29 Ocak 1979)

:::

TV'de izlediğimiz Kiralık Konak uyarlaması, romanın ve roman kişilerinin
yorumundan oyunculuğa, TV için hazırlanan metnin dilinden çekimdeki
tutarsızlıklara bir yığın yanlışla sergilendi ve bitti. Daha ilk bölümler
gösterilirken eleştirilere konu olan teknik aksaklıklar, dekorda, aksesuarda
göze batan dikkatsizlikler bir yana, yapımı gerçekleştirenlerin romana
yaklaşım biçimi, romanı TV için görselleştirirken izledikleri yol sanatçıya
ne yapıtına saygısızlık diyebileceğimiz bir tutumu somutlaması açısından
ilginçti. Üstelik tasarruf gibi, sınırlı olanaklar gibi günümüzde
kutsallaşmış kavramlar ardına sığınılarak yapılıyordu ne yapılıyorsa.

Önce şunu soralım: Çekimi yapılan yapıt bir TV oyunu muydu, yoksa bir
romanın TV'ye uyarlanması mı? İkincisiyse, İstanbul'daki eski konaklardan
birinde doğal mekanda çalışmak ve romanı içeriğine uygun olarak aktarmak
mümkünken neden stüdyoya, tek boyutlu bir mekana sıkışılmıştı? Sonra oyunu
kurallarınca oynamak gerekir. Bir romanı TV'ye uyarlamak demek sahneye
uyarlamak, yani tiyatro oyununa dönüştürmek demek değildir. Kaldı ki bir TV
oyununun çekiminde bile dış mekan kullanılmaktadır. TV'nin anlatım aracı
görüntüdür çünkü, görüntüyü saptayan araçsa yapımcının, yöneticinin
buyruğundadır. Oysa, bilinmez, nedendir, sözde tasarruf amacıyla stüdyo
çekimi yeğlenince yanlışlar birbirini izlemiştir.

Kiralık Konak toplumsal bir çözülüşün romanıdır. Değer yargılarının
altüst olduğu bir dönemi, kuşaklararası çatışmayı odak alarak anlatır Yakup
Kadri. Batı'ya öykünme ve bu öykünmenin yarattığı ikilik, yaşama biçiminin
değişmesi, insanlar arası ilişkilerdeki yozlaşma romanın çatısını oluşturur.
Roman kişileri bu çatı içinde ve sınıfsal konumlarıyla yansıtır. Konaksa
değişen bir yaşama biçiminin, çöken bir sınıfın Naim Efendiyle birlikte somut
simgesidir. Oysa stüdyoya sıkışıp gerçeklik duygusu vermeyen yapma, değişmez,
tek boyutlu dekorla sınırlanınca konağın, dolayısıyla bir sınıfın çöküşü
verilemediği gibi romanın içeriğine aykırı, özü sakatlayıcı değiştirmelere de
gidilmiştir. Romana değil dekora uymak gerekmektedir çünkü. Bu ise romanın
doğal akışını bozarak sahneleri üstüste bindirmeyi, eldeki dekora uymadığı
için en önemli ayrıntıları atmayı, atılamayanları da değiştirerek yamamayı
doğurmuştur zorunlu olarak. Ama değiştirmeler romanın içeriğine ters
düşüyormuş, Yakup Kadri'nin yarattığı kişilikleri çarpıtıyormuş kimin
umurunda.
Hele son bölümde hiçbir biçimde açıklanamayacak değişikliklere, romanda
bulunmayan eklemelere, Naim Efendi'ye nutuk attırarak kıssadan hisse
çıkarmalara ne demeli, bu tutumu hangi sözcükle nitelemeli? Ya iki zabitin,
yine romandaki yansıtılış biçimine boş verilerek, Hakkı Celis'in ölüm
haberini geliştirişleri, Yakup Kadri'nin kişisi olmaktan çıkarılarak bu
ölümden dolayı Seniha'yı suçlayışları... Kim, hangi hakla romanın bitimini
böylesine bilinçsizce bir yerli film finaline dönüştürebilir, yazarı, romanın
içeriğini hiçe sayabilir?
Bu kadar da değil. Roman kişilerinin yorumlanışı ve kuşkusuz bu yorumlanış
sonucu yansıtılışları var bir de. Yakup Kadri'nin, herbiri gözlem ürünü,
yaşayan gerçeklikten alınarak romanın içeriğini yansıtacak biçimde tasarlanmış
kişileri sınıfsal konumlarından ve romandaki kişiliklerinden soyutlanmış
birer kuklaydılar sanki. Doğallıktan uzak bir oyunculuk, kulak tırmalayıcı,
diksiyon bozukluklarıyla dolu iğreti bir tonlama da bu yorumsuzluğa eklenince
Kiralık Konakın adı kaldı yalnız ortada.
Yine soralım: Önemli bir roman, artık klasikleşmiş bir yapıt içeriğine,
kişilerine, yazarın kurgusuna ve anlatımına bağlı kalınmadan uyarlanacak
idiyse, neydi amaç? O yapıtı sevimsizleştirip, hatta gülünçleştirerek
okumamış olanlarda ilkel, değersiz bir yapıt izlenimi uyandırmak, okunmaz
kılmaz mı? (Atilla Özkırımlı, Cumhuriyet, 10 Şubat 1979).