22 Eylül 2012 Cumartesi


TUZ KADAR SEVGİ*
Vakti zamanında, günlerin birinde bir padişah varmış. Bu padişahın da üç tane kızı varmış. Bu kızlar yetişip kemale gelmişler, babalarının aklına bunları ere vermek gelmemiş. Bu üç kardeş müşavere ederler:
“Babamız bizi ere vermeyecek, ne yapalım da bunu babamıza anlatalım, bizi ere versin?” Küçükleri der ki:
“Haydi, bağa gidelim, herkes şahsına göre bir karpuz alsın. Babamıza hediye gönderelim. Vezirleriyle beraber yesinler. Bundan bir hisse alabilirlerse alırlar, alamazlarsa ne yapalım. Çekecek olduğumuz çile bu.”
“Haydi bakalım.” Deyip kalkarlar. Elini eline, eteğini beline sekerek, dökerek, ökçeleri büzüklerine değerek bağa giderler. Üç tane karpuz alırlar. Büyük kız öyle bir karpuz alır ki içi hiç yenecek halde değil, ortanca kızın karpuzundan da birer dilim ancak alınır. Küçük kız ise öyle bir karpuz alır ki tam kıvamına gelmiş, yenecek bir zamanda. Eve gelince büyük kız karpuzunu altın tabağın üstüne koyar, yanına da altın çatal ve bıçakları hazırlar, padişaha gönderir. Padişah:
“Getirin bakalım, bu nedir?”
“Büyük kızınız hediye gönderdi.”
Aldılar karpuzu meydana, bıçağı vurdular ki hiç yenecek hali yok.
“Kaldırın atın bu karpuzu.”
Bu karpuzu kaldırıp kapıya attılar. Ortanca kız da aynı şekilde karpuzunu gönderdi. Onu da attırdı kapıya. Sonunda “küçük kızın karpuzunu kestiler ki tam yenecek karpuz. Başladılar yemeye. Padişah:
“Oh, gördün mü yenecek karpuzu, mal bu.”
Vezir hemen padişahın kolunu kaptı: “Dur padişahım, hele karpuzu yeme.”
“Ne olacak?”
“Ne anladın sen bu karpuzlardan?”
“Ne olacak çocuklar, birer karpuz göndermişler. Biz de yedik.”
“Yok. O değil.”
“Ya?”
“Bak, büyük kızının ere gidecek zamanı geçti; ortancası da aha işte geçti geçecek, bir gecelik hali var; küçük kızının da tam ere gidecek zamanı.”
“Çağırın büyük kızımı, gelsin. “Büyük kızını çağırırlar, gelir:
“Kızım sen beni ne kadar seversin?”
“Baba, bu dünyada en lezzetli nimetlerden iyi severim seni.”
“Seni verdim filan vezirin oğluna.”
* Sakaoğlu, Saim; Gümüşhane Bayburt Masalları. Ankara: Akçağ Yayınevi, 2002.
O çıktıktan sonra ortanca kızını çağırır. Ona da aynı soruyu sorar. Ondan da benzer bir cevap alınca onu da başka bir vezirin oğluna verir.
“Küçük kızımı çağırın gelsin.”
Küçük kızı gelir, aynı soruyu ona da sorar, o da cevabı verir:
“Baba, seni tuz kadar severim.”
“Ya… Ben düştü düştüm de tuz oldum öyle mi? Bunu götürün, Tembel Ahmet’in evine atın!”
Tembel Ahmet de anasından doğdu, tek day durup da bir adım atacak zamanında yürüdüğünü gördüler. Mütebakisi yatıyor. Yirmi yirmi beş yaşlarına geldi; anası dilenir, deşirir, onu yedirir, içerir. Kendi eliyle de yemez, anası yedirir.
Kızı götürüp Tembel Ahmet’in evine atılar. Padişah kızı bu, su getirip verecek, ekmek pişirip yedirecek; kaynanası da dışardan dilenip deşirip getirecek.
Haberi kimden verelim, padişahın kızından. Padişahın kızı parmağındaki yüzüğü çıkartıp neneye verir:
“Nene, bu yüzüğü al, falan kuyumcuya götür. Ne verirse al. O parayla şu mendilin dolusu idare getir, üç baş da çubuk al. Artanını da geri getir.”
Nene gider, o yüzüğü verip parayı alır. Mendili doldurur yem yiyecek; üç bağ da çubuk alır, vurur koltuğuna gelir. Padişahın kızı su kaynatır, çubukları tekneye koyar. Kazanın kaynayan suyunu çubukların üzerine döker, yemeğini pişirir Tembel’in. Bunu yedirir içirir. O gece yatarlar.
Hayırlı sabahlar cümlemizin üzerine açılsın, sabah olur. Sabahleyin nene yine deşirmeye gider. Ahmet akşamdan hararetli yedi ya, susar:
“Padişah kızı, bacı bir su ver, içeyim.”
Kız gidip kâseyle su getirdi, koydu yanına. Ahmet kızı çağırdı:
“Gel içir bu suyu.”
“Gözün kör olsun, elin kırık değil ya, iç!”
“Bacı, sen bilirsin, gel şu suyu içir bana.”
Kız birini hatır için içirdi. İkinci defa isteyince yine getirdi:
“Bacı, gel şu suyu içir.”
“Kalk kendin iç!”
“Kalkar vururum, döğerim seni.” diyene kadar padişahın kızı hemen yorganı Ahmet’in sırtından atıp çubuğu çekti. Tembel baktı ki padişahın kızı kendini öldürecek, kapıdan dışarı kendini koyuverdi. Çıktı ama, çıplak:
“Bacı, çamaşırlarımı giyeyim de ondan sonra gideyim.”
“Yok, şu mendili al, yanında bulunsun. Çamaşırlarını da vereyim, giyin. Bu mendili akşama kadar dolduramazsan gelme, kapıdan içeri giremezsin.”
Çamaşırlarını verir buna. Tembel çamaşırlarını giyinir, mendili alır, gider. Bunu gören komşusu, köylüsü, delikanlısı ihtiyarı peşine düşer; sanki bir canavar geliyor. Bu doğru deniz iskelesine iner. Bakar ki bir vapur gelmiş, kaburgayı iskeleye verip yükünü boşaltıyor. Hamallar taşır, arabalar taşır. Buna hiç kimse demiyor ki: “Gel, bu yükü ötür de sana kırk para vereyim.” Durdu durdu, iş yok. İki tane dengin bir tarafa ayrıldığını görür. Bütün yükler
taşınır, derken akşam olur. Paydos edecekler, daha bir şey kalmadı. O iki denk de orda, tüccar da orda. Tüccar seslenir adamlarına ki araba getirsinler de bunları götürsünler, Bu hemen tüccarın yanına yaklaşır:
“Efendi, bunları ben götüreyim.”
“Götürebilir misin oğlum, ağır bunlar. Gel bakalım?
Dengin birini omzuna aldı, birini koltuğuna aldı, sürdü doğru mağazanın kapısına. Ardiyenin kapısını açtılar, denkleri içeri atar.
Tüccar bu denkleri ötekilerinin üstüne çıkarttıracak, oğlan bir şey der diye korkuyor:
“Oğlum, bunları şu denklerin üzerine atamaz mısın?”
“Hay hay, atayım.”
Hemen bu iki dengi tutup öbürlerinin üzerine atar. Mağazaya çıkınca tüccar düşünmeye başlar. “Az versem de kızıp bana bir tokat vursa beni öldürür, çok versem de hesaba gelmez.” Neyse Tembele bir miktar verdi. Ahmet hemen oradan bakkala, fırına gider, mendili doldurur, birkaç kuruş da artırır, onu da mendilin ucuna düğümler, kapıya gelir:
“Hay hay, atayım.”
Hemen bu iki dengi tutup öbürlerinin üzerine atar. Mağazaya çıkınca tüccar düşünmeye başlar. “Az versem de kızıp bana bir tokat vursa beni öldürür, çok versem de hesaba gelmez. “Neyse Tembel’e bir miktar verdi. Ahmet hemen oradan bakkala fırına gider, mendili doldurur, birkaç kuruş da artırır, onu da mendilin ucuna düğümler, kapıya gelir.
“Tak tak.”
Padişahın kızı hemen seğirtir. Ahmet gelmeden evvel nene eve gelir ki ev silinmiş, süpürülmüş yemek pişmiş oğlu yok! Yatağı da kalkmış:
“Kızım ne oldu oğlan?”
“Nene, çubukları sana da çekmeyeyim, gel yerine otur. Sen oğlanı filan düşünme, gel yerine otur.”
Nene yerine oturduktan bir müddet sonra kapı vurulur. Tembel içeri girer. Kız elinden mendili alıp masaya koyar. Hemen bir tuzlu su hazırlayıp Ahmet’in omuzlarını, kolların, bacaklarını bununla adamakıllı temizler, yıkar. Tembel’i oturttuktan sonra sofrayı kurar, yedirir, içirir, yatırır.
Sabah olunca Tembel daha durur mu? Çalışmaya gider. Böylece her gün gidip üç beş kuruş alıp gelir. Padişahın kızı bir gün Ahmet’e der ki:
“Ahmet, böyle olmaz. Sen bir eşek al, bir de balta al. Dağdan odun çek, odunculuk et. Hamallığı bırak artık.”
Biriken paralarla Ahmet bir eşek alıp takımını düzer. Odun getirip satar; üç kuruş, beş kuruş, artık neye satıyorsa,
Bir gün gider, odun getirir. Bu yük odunu dolandırdı, olmadı satamadı.
Peşine bir hoca çıkar:
“Ahmet oğlum, odunları satamadın mı?”
“Hayır hoca, satamadım.”
“Odunları bana verir misin?”
“Hay hay hoca, vereyim.”
“Eee.. Sür gelsin; ama ben para yerine bir söz veririm.”
“Olsun hoca,”
Ahmet, odunları hocanın kapısının önüne çekip yıkar; doğrayıp içeri atar:
“Hoca, ver sözümü.”
“Oğlum, ilmin başı sabır.”
“Daha?”
“Oğlum, ben sana “Bir söz söyleyeceğim.” Demiştim.”
“Peki.”
Ahmet padişahın kızının yanına gider: “Bacı, odunları satamadım, bir söze verdim.”
“Ne sözü Ahmet?”
“İlmin başı sabır.”
“Kulağına koy. Ahmet bu söz bir gün sana lâzım olur. Bak, senin yevmiyen gitti bugün. Hem lâzım olacak bu söz.”
“Peki.”
Ahmet ertesi günkü odunu da satamaz, yine o hocaya rastlar:
“Ahmet, odunları bana ver.”
“Vereyim hocam,”
“Ahmet, fiyatını biliyorsun, yine bir sözüm var.”
“Olsun hocam,”
Odunları götürüp hocanın kapısına yıkar, hocaya:
“Hocam, der ver sözümü.”
“Ahmet, “Sabrın başı selâmettir’ unutma.”
“Peki hocam.”
Ahmet sözünü alıp evine gelir, meseleyi padişahın kızına anlatır. O da:
“Bu sözü sen kendi kafanda sakla, bana göre bir şey yok.”
Ahmet ertesi günü odunları yine satamaz, hocaya rastlar:
“Ahmet, odunları bana ver.”
“Vereyim hocam.”
Ahmet odunları hocanın kapısına çeker, hoca da sözünü verir.
“Haberi kimden verelim, Tembel Ahmet’ten. Ahmet böylece oduna devam eder. Bir gün padişahın kızı Ahmet’e der ki:
“Sen böyle odun taşımaynan gün geçiremezsin, bunun kışı da var. Kış gelince sen dışarıda odun yapamazsın. Git, bir batman un getir, sana azık edeyim.
Dağda bir iki gün odun hazır et, bir mağaraya istif et. Kışın bir yol bulur onları yükler gelirsin.
“Peki bacı, olsun.”
Ahmet bir batman un getirir. Padişahın kızı yuğurup ekmek pişirmeye oturur, Tembel de arkasında. Kız bir yandan ekmek pişirir, tandırdan çıkarır, Ahmet bir yandan yer. Biri pişirir, biri yer. Kız son ekmeği de tandırdan alıp geri döndü ki ekmek bir tane yok.
“Ahmet, ne oldu buradaki ekmeklere?”
“Bacı ekmekleri yedim.”
“Ahmet, ocağın bata senin. Sen dağda ne yiyeceksin?”
“Adam, bacı işim mi yok, sırtımda götürüp yük edeceğime karnımda götürürüm.”
Ahmet kalkıp eşeğini semerler, baltasını alır, “Allahısmarladık”ı çekip ormanın yolunu tutar. Orada büyük bir mağara bulur, mağaranın yanındaki çamları köküyle, dalıyla içeri alır. Mağarayı odunla doldurur. Akşam olunca da eşeğini yükler, çarşıya gelip odunları satar. Akşam eve gelince padişahın kızı sorar:
“Ne ettin Ahmet?”
“Ne edeceğim bacı, odun yapıp bir mağaraya doldurdum”
“Peki Ahmet.”
Ahmet odunculuğa devam eder. Güz gelince kar yağar. Dağa gidip odunları sakladığı mağarayı arayıp bulur. Bakar ki ne odun var, ne bir şey. Vermişler mağaraya ateşi. Mağaradaki bütün odun yanıp kül olmuş.
“Ula… Ben ne edeyim şimdi, padişahın kızına ne yüzle gideceğim? Hele şu kömürlerden bir çuval doldurayım da götüreyim.”
Oradaki kömürlerden toplayıp torbasına doldurur, dışardan da bir iki kucak odun yapıp eşeğin yanlarına vurur. Sürdü geldi eve. Kapıdan geçerken:
“Bacı, mağarayı yakmışlar, bütün odunlar kömür olmuş. Biraz kömür getirdim.”
Padişah kızı dikkatle baktı ki ne görsün, torbadakiler hep ‘lira’. “Ahmet, eşeği buraya yık, bu kömürlerden orada çok var mı?
“Bacı mağara bununla dolu.”
“Ahmet, sen odunu filan bırak, terk et. Sen orada kül kömür bırakma, toz toprak ne varsa hepsini getir.”
Ahmet tarladı topladı; mağaradaki külü kömürü olduğu gibi eve yıktı. Evde gün geçirirken bir gün kapıda bir tellâlın bağırdığını duyar.
“Eyy, at binen, kılıç kuşanan kim var? Beş yüz lira aylığı var!”
Ahmet hemen dışarıya fırlar:
“Ne diyorsun tellâl?”
“Eyyyy, at binen kılıç kuşanan…. Beş yüz lira aylık!”
“Neredeymiş bu iş?”
“Peşime gel.”
Giderler, şehrin kenarına yedi tane bezirgân mallarını yıkmışlar, yanlarına bir hizmetkâr arıyorlar.
“Oğlum, iyi at biner misin?”
“Hay hay.” Hâlbuki at yüzü bile görmemiş!
“Peki, bizimle gelir misin?”
“Gelirim.”
“Oğlum, sana beş yüz lira aylık vereceğim, bizimle gelir misin?”
“Tabii gelirim.”
“Git, bu gece evinde yat, çamaşırını al gel. Yarın şu saatte gel, gideceğiz.”
Eve gelir; bacısına, anasına anlatır: “Ben beş yüz lira aylıkla gidiyorum” Padişah kızı bir mendil çıkartıp buna verir:
“Ahmet, bu mendil kırmızı lira ile dolup gelecek. O zaman sen benim, ben senin oluruz.”
Ahmet mendili alıp gider, bezirgânların yanına varır. Buna bir kılıç verirler, atını gösterirler. Bezirgân hizmetkârlarına emir verir:
“Bunun emrindesiniz, emir bundadır. “Yık!” dediği yerde yıkarsınız, “Yükle! dediği yerde yüklersiniz. Bunun emrinden dışarı çıkmayacaksınız.”
Yedi bezirgân katırlarını yükleyip yola verirler, kendileri de biraz daha çadırlarında kalırlar. Gidenler ise bir zaman gittikten sonar bir dağın başına varırlar ki ot derya deniz. Otu gördüğü gibi Ahmet hizmetkârlara seslenir:
“Ulan hizmetkârlar, eyleyin, “Eylenirler.
“Yıkın şuraya katırı.
“Etme kardeş, gitme, kardeş, burası haramilerin yeridir, biz burada yatamayız. Haramiler bizim malımızı talan ederler, bizi bütün kırarlar. Haydi çekip gidelim.”
Ulan ‘yıkın!’ diyorum size. İğne giderse ben çuvaldız öderim.”
Hizmetkârlara zaten ağaları emir vermişti. Bunlar orada yıktılar, diğer altı tanesi kaçtılar. Geriden bezirgânlar geldiler, malların sahipleri:
“Ahmet oğlum, niye yıktın buraya?”
“Baba, senin neyin lâzım.”
“Oğlum, burası haramilerin yeri.”
“Baba sen gir çadıra, iç kahveni, keyfine bak. Senin iğnen giderse ben çuvaldız ödeyeceğim.
Hizmetkârlara emir verir, hepsi yatarlar, bezirgânlar da yatarlar, Ahmet de yatar. Gel haramilerden haber verelim.
Haramiler dağın başına çıktılar, Köroğlu’nun Çamlıbel’i gibi, sahvermiş herif hayvanı, yatıyor. “Ulan, bunu vuralım, tutalım. “Haramibaşı der ki:
“Yok, biz buraya gidemeyiz, bu tek atlı tekin değildir. Biz kırk yıldır bu dağda gezeriz, buraya kimse gelmedi. Burada kuş uçmaz, kulan yürümez. Bunda bir tutar olmasaydı, bir güveneceği olmasaydı kervancı buraya yıkamazdı. Siz şu ileri gidenlere bakın hele.”
İlerden gidenleri bastılar, nereye gittilerse gidip vurdular, kırdılar, talan ettiler. Yükte yeğnik, pahada ağır malları toplayıp gittiler.
Haberi kimden verelim, beriki bezirgânda, Ahmet’in kolundan. Sabahtan kervanı yükleyip salıverdiler. Gittiler ki ne görsünler. İlerdekileri elleri koynunda, başlamışlar ağlamaya, Sorarlar:
“Ulan, ne oldu size?”
“Biz bütün talan olduk, sen ne hikâye yapıyorsun?”
“Bize hiç “Çıt” eden olmadı, kendimiz de uyukladık. Malımız da adamakıllı rahat etti, biz de rahat ettik.” Ahmet’e döndü:
“Ahmet oğlum, aylığın oldu yedi yüz lira, önde giden perşenk yüklü katır da yüklüyle beraber senindir.”
Bunlar sürdüler, ömürleri de neleri varsa yüklediler, gittiler. Bezirgânlar yine geriden geliyorlar. Yolda giderken hava bozdu, gök gürledi, şimşek çaktı.
Ahmet seslenir:
“Hizmetkârlar.”
“Efendim.”
“Yıkın şuraya!”
“Etme, ağa gitme ağa, çıkalım o yüksek yere de orada yıkalım. Buraya yıktık mı, gök gürlüyor, şimşek oynuyor, afet olacak, afetin içinde kalacağız.”
“Lan yık, it oğlu it. Gereğini ben düşünürüm, siz yıkın!”
Yıktırır oraya. Öbürleri yine kaçtılar, güya bir selâmete çıktılar. Ahmetlerin yattığı yere damla düşmedi; sabahtan yükleyip yola çıktılar ki ne çıksınlar, Onların bütün malları suyun içinde kalmış.
Sorarlar:
“Baba nedir, sizin bu haliniz?”
“Gece sele kaldık.” Bezirgân, Ahmet’e seslenir:
“Ahmet, ikinci katır da senin, aylığın da bin lira oldu.”
Sürüp yola devam ederler. Şehrin kenarına yaklaştılar. Şehre girmeyip malları şehrin kenarına yıktılar, orada yattılar. Geriden bezirgân geldi:
“Ahmet oğlum, ne ediyorsun? Herkes gitti, malını akşamdan satacak, bizim malın kıymeti daha kalmayacak. Sabahtan malın kıymeti düşecek, biz mal satamayacağız.”
“Ağa, sen otur yerinde, neyine lâzım. Onarın yüz paraya verdiğini ben beş kuruşa vereceğim. Sen yerinde otur.”
Orada yattılar. Sabah olunca bunlar çarşıya girerken akşamdan gidenler dışarı çıkıyorlar:
“Ne ettiniz, kaça alıp, kaça sattınız?”
“Yüzer paraya sattık.” Ahmet çarşıya girdi.
“Beş kuruş, beş kuruş.”
Dayandı mal gidiyor. Bezirgân, Ahmet’e seslenir:
“Ahmet üçüncü katır da senin oğlum, aylığın da bin iki yüz lira.”
Ahmet kendine verilen üç katırın yükünü satar, alacaklarını alıp yükler. Evvelce nereden geldiler. Trabzon yolundan; bu sefer döndüler Erzurum yolundan, Urfa, Diyarbakır taraflarına. Bir çöle vardılar, tek kuyu var. O kuyudan yedi gün, yedi gecelik su alacak hayvanlarına ve kendilerine. Yedi bezirgânın altısı vaktiyle su vermeye girmiş, orada kalmışlar. Şimdi sıra Ahmet’in.
“Ahmet oğlum, gel yanıma.” Ahmet bezirgânın yanına gelir:
“Nedir ağa?”
“Oğlum, biz yedi taneyiz. Bunlar benim arkadaşım ama, aslında arkadaşlarımın oğullarıdır. Ben bunların babaları ile arkadaş idim. Altı tanesi sıra ile girdi, bu kuyuda kaldı. Şimdi sıra bana geldi. Oğlum şimdi suyu girip ben vereceğim. Çıktım, ne âlâ; mal benim. Çıkmadım, bu mal senin, bu saltanat senin Evde de bir kızımla bir ailem var. Ailem annen, kızım da senin ailen. Ben ineceğim bu kuyuya.”
“Yok, ne münasebet ki sen inesin. Kuyuya ben ineceğim.”
“Ulan oğlum, ben gittim mi, senin annen var, bacın var. Bunlar bana ne der.”
Ahmet bu senet yazıp onlara da imzalatır, hizmetkârlara da imzalatır: “Ben kendi gönlümle bu kuyuya iniyorum. Yedi saat beklersin, çıkarsam ne âlâ. Çıkmazsam yedi gün beklersin. Yine çıkmazsam yedi gün üzerine bir daha geleceksin. Çıktım, ne âlâ, çıkmazsam kanım sana helâl olsun. Ama, bekleyeceksin.”
“Peki.”
Taktılar âleti beline, astılar kuyuya. Yedi günlük su çekip verdi yukarı:
“Asıl halatı, geleyim.”
Halattan tutacağı sırada bir Arap bileğinden sarılır, çekip alır götürür bunu. Girdiği ne konak. Yeryüzünde acaba öyle bir konak var mı? Sedirde oturmuş bir delikanlı; ayın on dördü; günün on beşi bir kız; bir tarafta altın sinisi; meydanda sinisinin üzerinde yeşil kurbağa. Ahmet oraya girer:
“Selâmünaleyküm.”
“Aleykümselâm.”
Delikanlı oradaki kızı çağırıp der ki:
“Kardeşim, al bu yiğide odaları gezdir.”
Aldı Ahmet’i kız, peşine gitti. Açtı bir oda. İçerisi insan kellesi, açtı bir oda, içerisi insan bacağı; açtı bir oda, insan cendiği. Ahmet dedi ki:
“Adın ne senin:”
“Ahmet.”
“Ahmet, kardeşim sana bir sual soracak. Sualine cevap verdin. Yakanı kurtardın. O zaman sana der ki: ‘Dile dileğini, vereyim muradını.’ Sen de dersin ki: ‘Babanın kırk senedir el deşmemiş bağından bir terki nar ver bana.’ Sana her ne derse desin, ne verirse versin; inci, cevahir, altın, yakut, hepsini reddet.
‘Bana bir teneke nar vereceksin.’ diyeceksin.”
“Peki.”
“Yok, eğer kardeşimin muradını yerine getiremezsen sen de bunlar gibi olacaksın. İşet görüyorum.”
“Peki,”
Ahmet dönüp kızın kardeşinin karşısına oturur. Delikanlı Ahmet’e sorar:
“Delikanlı, sana bir sorum var. Buna cevap vereceksin.”
“Peki.”
“Ben mi güzel, kız mı güzel, Arap mı güzel, sininin üzerindeki kurbağa mı güzel?”
Ahmet bir düşündü: “Biz ne dedik hocaya, hoca ne dedi bize, “İlmin başı sabır, sabrın başı neydi, selâmet, gönül kimi severse güzel odur.” diyene kadar oğlan hiddetlendi:
“Arap, kılıcı hazırla! Ne söylüyorum sana; ben mi güzel, kız mı güzel, Arap mı güzel, sininin üzerindeki kurbağa mı güzel?”
“Ne senden korkarım, ne Araptan korkarım, ne kılıçtan korkarım. Ben şu noktayı düşünüyorum. Ne bağırıyorsun, bağırmakla beni korkutamazsın, kılıç ile de korkutamazsın. Sualini tekrar et.”
“Ben mi güzel, kız mı güzel, sininin üzerindeki kurbağa mı güzel, Arap mı güzel?”
“Gönül kimi severse güzel odur.”
Kurbağa yavaş yavaş şişmeye ve büyümeye başladı. Delikanlı bir daha sordu:
“Doğru söyle, ben mi güzel, kız mı güzel, sininin üzerindeki kurbağa mı güzel?”
“Çok söyleme, gönül kimi severse güzel odur.”
Kurbağa biraz daha şişip büyüdü.
“Doğru söyle, ben mi güzel, kız mı güzel, sininin üzerindeki kurbağa mı güzel?”
“Arkadaş patlama, gönül kimi severse güzel odur.” demesiyle kurbağa patlayıverdi. Oğlan bunun nikabını çekip alır. Bir kız dikiliverir, ne oradaki kıza, ne delikanlıya, ne de araba benzer; sanki gün vurdu içeri. Delikanlı Ahmet’e der ki:
“Dile dileğini.”
“Arkadaş, benim senden hiçbir dileğim yok.”
“Dilek dile, dilek!”
“Dileğim odur ki, babanın el değmemiş bağından bir terki nar isterim.”
“Arkadaş, narı ne edeceksin, dünyada her ne istersen iste benden, altın iste, yakut iste, inci iste, ne istesen iste.”
“İstemem, bir terki nar isterim babanın el değmemiş bağından.”
“Kalk kız, şu terkiyi al da bağdan nar doldur, gelin”
Kızla Ahmet bağa gittiler. Kız ile terki narlarla doldururken birkaç tane de cebine atar. Oradan delikanlının yanına gelirler. Ahmet der ki:
“Beni aldığın yere götür bakalım. “Oğlan, Arap’a seslenir:
“Bunu nereden aldınsa oraya bırak.”
Arap yukarı seslenir: “Asın, al atı asın!”
Yukarıdan al atı asarlar. Ahmet’i yukarı çekip alırlar. Oradakilere aşağıda başından geçen serencamı anlatır Terkiyi de katırlarının üzerine atar. Allahısmarladık’ı çekerler. “Allahısmarladık sizi, duadan unutmam biz; sağ isek inşallah göreceğiz birbirimizi. “Sürüp geldiler memleketlerine.
Ahmet gittikten sonra padişahın kızı elindeki külçeyi satıp padişahın konağından âlâ bir konak hazırlar, başıyla, bahçesiyle her şeyiyle. Ahmet dolandı geldi eve, evine gerecek. Sürüp sokaktan gelir, çıktı ki ne gelsin. “Biz padişahın köşküne geldik, yolu yanlış mı geldik? Ne etik biz, hele geri dönelim bakalım.” Meydandan bir daha dolanır, yine aynı sokağa gelir, aynı konak. “Biz yine yanlış geldik, padişahın konağına geldik. “Tekrar dolaşmaya gider.
Haberi kimden verelim, padişahın kızından. Padişahın kızı konağın penceresinden dışarıyı seyrediyor. Tembel gelir, geri döner gelir, yine döner. Padişah kızı cariyelere seslenir:
“Kızlar.”
“Emret hanım.”
“Gelen Ahmet’tir. Yakalayın, erteğinden, merteğinden; hiç ayaklarını yere vurdurmadan yanıma çıkarın.”
Kızların elleri ellerine, etekleri bellerine, ökçeleri büzüklerine değerek, sekerek, dökerek geldiler, indiler. Ahmet’i kapmaları ile “Kızlar durum, nedir sizin derdiniz, nedir zorunuz?” derken kapıp padişahın kızının karşısına getirmeleri bir olur:
“Ahmet, nedir bu halin?”
“Bacı, ben şaşırdım, gelemedim.”
“Ahmet niye gelemiyorsun?”
“Bacı, ben gittiğimde bu düzen, bu konak yoktu.”
“Hele gel bakalım.” Ahmet de cebinden narları çıkartıp padişahın kızına verir, heybeyi de çıkartıp ortaya koyarlar. Kız narları gördüğü gibi:
“Kızlar, herkes yerine!” diye çıkışır, Kızlar yerlerine çekilirler.
“Ahmet, bunları nereden buldun?”
“Bacı, terki hep ondan.”
Padişahın kızı terkiyi açtı ki ne görsün, hep ondan, olduğu gibi nar.
“Kalk Ahmet, daha durma. Padişahın olanca askerini, hepsini davet edip buraya getireceksin. Gidip padişahı davet edeceksin. Hangi gün, hangi saatte geleceğini sana söylesin.”
“Peki.”
Ahmet daha yerine oturmadan padişahın yanına gider, padişaha bir resmi tazim yapar:
“Ne o Ahmet?”
“Şevketlim, seni davet ediyorum. Konağa geleceksin, bütün ordunla beraber. Hangi gün, hangi saatte geleceğini de söyleyeceksin.”
“Git Ahmet, Perşembe günü saat on ikilerde gelirim.”
“Peki.” Tembel gelip padişahın kızına anlatır: “Perşembe günü saat on ikide gelecek.”
Padişahın kızı hazırlığını görür, aşçılar getirir, etini kasaplarla kontrat eder, her şeyini hazır eder. Padişah da dediği saatte gelip konağa misafir edilir, askerler yerleştirilir. Padişahın yemek yiyeceği yere bir perde çekerler, arkasında kızı oturur. Kız arkadan yemekleri verir. Ahmet de sofraya koyar. Kız yemeklerden birini tuzlu yapar, birini de tuzsuz yapar. Önce tuzlu yemeği verir. Padişah bu yemeği vezirleri ile beraber yer. İkinci yemeği alınca bir lokmadan fazla yiyemez. Öteki tarafa sürer. Arkasından tuzlu bir yemek verirler, padişah başlar bundan yemeğe:
“Hakikaten dünyanın tadı tuzmuş.” Padişah bunu der demez kızı perdeyi açıp babasının karşısına dikilir:
“Baba, ben seni ‘Tuz kadar severim.” dediğim zaman bu Tembel’in yanına atmıştın ki dilenip deşireyim. Allah, öyle bir Allah’tır ki bak, işte Tembel’i ne hale getirdi, senin
köşkünden âlâ köşk yaptırdı, senin havuzundan âlâ havuz yaptırdı, senin bağından âlâ bağı var. Bu hale gelene kadar bu benim kardeşim idi, ben de onun bacısı. Biz daha kardeş bacıyız. Şimdi bu saat bizim akdimizi icra edeceksin.” deyip kız perdenin arkasına çekilir. Padişah da hemen Ahmet’i kızına nikâh eder.
Onlar yiyip içip yer altına geçtiler, onlar orada cefada, biz burada sefada. Gökten üç elma düştü, ikisi dinleyenlere, biri de söyleyen boşboğaza. Ustamızın adı Hıdır, elimizden gelen budur.