17 Eylül 2013 Salı

çehov - kılıbık


KILIBIK
         ( Anton Çehov)
Güzel bir bahar sabahı ben ve kurmay yüzbaşılıktan emekli derebeyi Dokukin, nineden kalma koltuklara oturmuş, tem­bel tembel pencereden dışarısını seyrediyorduk. Çok canımız sıkılıyordu. 
Dokukin: 
— Tuv! diye homurdanıyordu. Öyle can sıkıntısı ki, mah­keme mübaşiri gelse memnun olacağım! 
Ben: 
“Yatıp biraz kestirsem” diye düşünüyordum. 
Böylece can sıkıntısı konusu üzerinde uzun uzadıya düşünmeye başladık. Hayli zamandan beri temizlik yüzü görmeyen, bunun için gökkuşağını andıran camların arkasından, dünyanın bu durgunluğunda beliren küçük bir değişiklik gözümüze çarpıncaya kadar düşündük. Bir de baktık, geçen yıldan kalan yaprak yığınının üstünde duran, kâh bir ayağını, kâh öbür ayağını kaldırmaya çalışan horoz (o, her iki ayağını birden kaldırmak istiyordu), ansızın kanatlarını çırparak arı sokmuş gibi kapının yanından kaçıp kenara fırladı. 
Dokukin gülümseyerek: 
— Birisi geliyor.., dedi. Hiç değilse gelen bir konuk olsa can sıkıntısından kurtulurduk... 
Horoz bizi aldatmamıştı. Bahçe kapısından önce bir at başı, sonra bütün bir at, nihayet uçmaya hazırlanan mayıs böceğinin kanatlarını andıran büyük çirkin çamurluklu, kapkara, ağır bir yaylı araba göründü. Araba avluya girdi, biçimsiz şekliyle sola saptı, büyük bir gıcırtı ve patırtıyla ahıra yollandı, arabada iki kişi vardı: biri kadın, öbürü de zayıf yapılı bir erkekti. 
Dokukin, korku ifade eden gözlerle yüzüme bakarak şakağını kaşıdı: 
  Hay, Allah kahretsin.., diye mırıldandı. Dertsiz başa dert. Tevekkeli rüyamda fırın görmedim. 
  Ne var? Bu gelenler kim? 
  Bizim hemşire ile kocası. Allah bela... 
Dokukin, yerinden kalktı, odada sinirli sinirli dolaşmaya başladı. 
— Bütün kalbim buz kesildi... diye homurdandı. Kendi kızkardeşine karşı akrabalık duyguları beslememek günah, ama inanır mısınız? Kızkardeşimi görmektense ormanda haydutlarla karşılaşmayı yeğ bilirim. Bir vere saklansak nasıl olur? Varsın Timoşka bir yalan uydursun, meselâ, kongreye falan gittiler, desin. 
Dokukin, yüksek sesle Timoşka’yı, çağırmaya başladı. Ama yalan söylemeye, saklanmaya vakit kalmamıştı. Bir dakika sonra holden fısıltılar duyuldu: kalın kadın sesi, ince erkek sesiyle fısıldaşıyordu. 
Kalın kadın sesi: 
— Etekliğimin kıvrımlarını düzelt! diyordu. Gene söylediğim pantalonu giymemişsin! 
İnce ses: 
— Lacivert pantolonumu Vasiliy amcaya vermiştiniz, benekliyi dekışa kadar saklamamı emrettiniz, diye kendini savunmaya çalışıyordu. Şah arkanızdan mı getireyim, yoksa burada mı kalsın? 
Sonunda kapı açıldı. Odaya, kırk yaşlarında uzun boylu. şişman, mavi ipek entarili bir kadın girdi. Kırmızı, çilli yüzünde öyle sonsuz bir azamet vardı ki, Dokukin’in onu niçin sevmediğini hemen anladım. Şişman bayanın arkasından kısa boylu, zayıf bir adam badi badi yürüyerek geliyordu. Benekli bir redingot, geniş paçalı pantolon, kadife yelek giymişti. omuzları dar, yüzü traş edilmiş, burnu da kıpkırmızıydı. Yeleğinin önünde tasma zincirine benzeyen altın bir köstek sallanıyordu. Elbisesinde, tavır ve hareketlerinde, burnunda, bütün çelimsiz vücudunda kölelik derecesine varan bir korkaklık, bir ürkeklik vardı. Bayan içeri girdi, bizi görmüyormuş gibi davranarak tasvirlere doğru yürüdü, istavroz çıkarmaya başladı. 
Kocasına dönerek: 
— Dua et! dedi. 
Kırmızı burunlu adam titredi, haç çıkarmaya başladı. 
Kadın duasını bitirince Dokukin: 
— Hoş geldin, hemşire! diyerek içini çekti. 
Bayan azametle gülümsedi, Dokukin’i öpmek üzere dudaklarını uzattı. 
Kırmızı burunlu adamcağız da öpüşmeye kalkıştı. 
— Müsaadenizle tanıtayım... Kızkardeşim Olimpiada Yegorovna Hılikina... Kocası Dosifey Petroviç. Bu da benim en iyi ahbabım... 
Olimpiada Yegorovna sözlerin sonunu uzatarak: 
  Müşerref oldum, dedi, ama elini uzatmadı. Memnun oldum... 
Oturduk, bir dakika kadar sustuk.
Olimpiada Yegorovna, Dokukin’e: 
— Galiba misafir beklemiyordun? diye söze başladı. Ben de sana gelmeyi aklımdan geçirmiyordum, ama asiller derneği başkanına gidiyordum da, hazır buradan geçerken uğrayayım, dedim... 
Dokukin sordu: 
  Dernek başkanına niçin gidiyorsun? 
Bayan, başıyla kocasını işaret ederek: 
— Niçin olacak? İşte onu şikâyet edeceğim, dedi. 
Dosifey Petroviç gözlerini vere indirdi, ayaklarını sandalyesinin altına topladı, sıkılarak yumruğuna öksürdü. 
  Onu niçin şikâyet edeceksin? 
Olimpiada Yegorovna içini çekti: 
Asilliğini unutuyor! dedi. Bilmiyor değilsin? Sana da, onun ana babasına da şikâyet etmiştim, nasihat vermesi için papaz Grigoriy’e kadar da sürükledim, kendim de birçok çarelere baş vurdum, ama para etmedi. İster istemez demek başkanı beyefendiyi rahatsız etmek gerekiyor... 
  Peki, ama ne yaptı? 
  Hiçbir şey yapmadı, asilliğini unutuyor! Gerçi kendisi içki kullanmaz, yumuşak, uysal huylu, saygılıdır, ama asilliğini unuttuktan sonra bunların ne değeri kalır! Baksanıza, kamburunu çıkarmış  oturuyor, tıpkı bir ricacı, yahut küçük bir memur gibi... Asil bir insan böyle mi oturur? Adam gibi otur! İşitiyor musun? 
Dosifey Petroviç, adam gibi oturmak için olacak, boynunu uzattı, çenesini yukarı kaldırdı, korkak bakışlarla kaşlarının altından karısına baktı. Bir suç işleyen küçük çocuk­lar da büyüklerine tıpkı böyle bakarlar. Konuşmanın özel, kendi aralarında bir mahiyet aldığını görerek dışarı çıkmak üzere yerimden kalktım. Bayan Hılikina bu hareketimi gördü. 
  Zararı yok, oturun! dedi. Gençlerin böyle şeyleri dinlemesi faydalıdır. Bizler pek öyle bilgin insanlar değilsek de sizden daha çok yaşadık. Bizim yaşadığımız gibi yaşamayı Allah herkese nasibetsin... 
Sonra kardeşine dönerek: 
  Aziz kardeşim, buraya kadar gelmişken öğle yemeğini de sizinle beraber yeriz. Ama herhalde bugün sizin yemekleriniz etlidir. Çarşamba günü olduğunu aklına bile getirmemişsindir... diyerek içini çekti. Bize zeytinyağlı yemek hazırlasınlar. Etli yemek yemeyiz, bunu böylece bilmiş ol. 
Dokukin, Timoşka’yı çağırdı, zeytinyağlı yemek söyledi. 
Hılikina sözlerine devam ederek: 
Yemeğimizi yer yemez demek başkanına gideriz... dedi. Artık buna dikkat etmesi için yalvaracağım. Asil sınıftan olanların doğru yoldan sapmamalarına dikkat etmek onun görevidir... 
Dokukin: 
    Yoksa Dosifey yolunu mu şaşırdı? diye sordu. 
Hılikina: 
  Sanki ilk defa işitiyorsun, diyerek somurttu. Hoş, sana göre hepsi bir ya... Kendin de pek o kadar asilliğini bilenlerden değilsin... Dur bakalım, bir kere de genç baya soralım. 
Bana: 
Söyleyiniz, bakayım, dedi. Asil bir insanın ne idüğü belirsiz kimselerle düşüp kalkması doğru mudur? 
Ben sakınca ile: 
  Meselâ kiminle?, dedim. 
Tüccar Gusev ile mesela... Ben bu Gusev denilen adamı kapımın eşiğine bile yaklaştırmıyorum, bu ise onunla dama oynuyor, beraber yemek yiyor. Sonra bir kâtip parçasıyla ava gitmesi yakışık alır mı? İnsan bir kâtiple ne konuşabilir? Bilmek istiyorsanız, bir kâtip onunla konuşmak şöyle dursun, önünde sesini bile çıkarmak cesaretini gösteremez, evet beyefendi! 
Dosifey Petroviç: 
         Ne yapayım, karakterim zayıf... diye fısıldadı. 
Karısı, parmağındaki yüzükle sandalyenin arkasına öfkeyle vurarak:
  Sana şimdi karakterin ne demek olduğunu gösteririm, diye korkuttu. Bizim soyumuzu rezil etmene izin veremem! Kocam da olsan seni kepazeye çeviririm! Bunları anlamalısın! Seni adam eden benim! Onların, yâni Hılikinlerin soyu sönmüş bir soydur, beyefendi, mademki ben aslen Dokukin soyundan olduğum halde ona yardım, o da buna değer verip duymak zorundadır! Şunu da bilmelisiniz ki, beyefendi, o bana ucuza mal olmadı! Kendisini bir memuriyete yerleştirmek için az para harcamadım! Bir kere de kendisine sorun bakalım! Şunu bilmelisiniz ki onu birinci sınıf memurluk sınavına sokmak bana tam üç yüz rubleye mal oldu! Ne zorum var? Sen, sersem tavuk, bu zahmetlere senin için mi katlanıyorum sanıyorsun? Böyle bir şeyi aklından bile geçirme! Benim için en kıymetli şey, soyumuzun adıdır! Soyumuz bahis konusu olmasa, çoktan mutfağın bir köşesinde çürüyüp gitmiştin, bunu bilmiş ol! 
Zavallı Dosifey Petroviç, dinliyor, susuyor, bilmem kor­kusundan, bilmem kepaze olduğundan, büzüldükçe büzülüyordu. Yemek arasında sert huylu karısı onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Olimpiada Yegorovna gözlerini ondan ayırmıyor, her hareketini izliyordu. 
Çorbana tuz ek! Kaşığı yanlış tutuyorsun! Salata tabağını biraz öteye it, yoksa ceketinin yeni değecek! Gözlerini kırpma! 
Dosifey Petroviç, yemeğini hızlı hızlı yiyor, karısının bakışları altında, boğa yılanının önüne bırakılan bir tavşan gibi büzülüyordu. Karısıyla zeytin yağlı yemek yerken gizleyemediği bir istekle bizim köftelerimize ikide bir göz ucuyla bakmaktan kendini alamıyordu. 
Yemekten sonra karısı: 
  Dua oku! dedi. Kardeşime teşekkür et! 
Yemekten kalkan Hılikina, dinlenmek için yatak odasına çekildi. O, gider gitmez Dokukin, iki eliyle başını tutup odada dolaşmaya başladı. 
Güçlükle nefes alarak Dosifey’e: 
Yarabbi, ne bahtsız adammışsın sen! diye inledi. Onun la burada bir saat bir arada oturduğum halde duymadığım azap kalmadı; gece gündüz onun yanından ayrılmayan sen garibin hali nicedir... Of, aman bittim! Sen, bahtsız bir çilekeşsin! Öyle bir çilekeşsin! Öyle bir çilekeş ki bir eşi daha yeryüzünde görülmemiştir! 
Dosifey gözlerini kırpıştırarak: 
Karakterden yana çok serttirler, orası doğru, ama ben, gece gündüz Tanrıva kendilerini koruması için dua etmeliyim, çünkü kendilerinden iyilikle sevgiden başka bir şey görmedim. 
Dokukin, ümitsizlikle elini silkerek: 
  İşte mahvolmuş bir adam! dedi. Oysa bir zamanlar kongrede söylevler veriyor, yeni harman makineleri icat ediyordu! Cadı karı, adamcağızın mahvına sebep oldu! Hey gidi! 
Öteden kadının kalın sesi duyuldu: 
— Dosifey! Nerelerdesin! Buraya gel de sinekleri kov! 
Dosifey Petroviç titredi, ayaklarının ucuna basarak yatak odasına koştu... 
Dokukin onun arkasından: “Tuv!” diye tükürdü.