17 Ekim 2015 Cumartesi
homeros destanı - 1
HOMEROS
ODYSSEİA
Çeviren: AHMET CEVAT EMRE
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve A. C. Emre'nin birer önsözü ile
ÜÇÜNCÜ BASILIŞ
VARLIK YAYINEVİ
Ankara Caddesi, İstanbul
BÜYÜK ESERLER KİTAPLIĞI: 6
Varlık Yayınları, sayı: 1609
Bu kitabın ilk baskısı ekim 1957 de, ikinci baskısı ekim 1963’de
yapılmıştır.
İstanbul'da Gül Matbaasında dizilmiş, Dilek Matbaasında basılmıştır.
Haziran, 1971
ePub düzenleme: Meritokrasi
Birinci Sürüm: 2014
BÜYÜK ESERLER KİTAPLIĞI
İliada'dan sonra size eski Yunan kültürünün ve insanlık tarihinin
en büyük eserlerinden birini daha, Homeros'un ölümsüz destanı
Odysseia'yı sunuyoruz.
İliada'nın devamı sayılabilecek olan ve İlion'u, yani Troia'yı fethe
giden Akhaiların başkanlarından Odysseus'un dönüş yolunda ve
yurduna dönüşünde başına gelenleri anlatan bu destan da Ahmet
Cevat Emre'nin kalemiyle aslından dilimize çevrilmiştir. Böylece
Homeros'un bütün eserini güvenilir bir çevirisinden okumak imkânını
sağladığımız için sevinç duyuyoruz.
İçindekiler
ÖNSÖZ
HOMEROS VE DESTANLARI
ŞAN: I Dua - Tanrılar Derneğinde - Athena'nın Öğütleri
- Yavukluların Cümbüşünde
ŞAN : II Telemakhos Gurbette İthakalıların Derneğinde
ŞAN : III Pylos'ta
ŞAN: IV Lakedaimon'da - Telemakhos'un Dönüşü
- Yavukluların Pususu
ŞAN : V Kalypso'nun Mağarası - Odysseus'un Salı Şan
ŞAN : VI Odysseus'un Phaiakeli'ne Ulaşması
ŞAN : VII Odysseus'un Alkinoos Katına Girişi
ŞAN : VIII Phaiakların kabul toplantısı - Ares ile
Aphrodite'nin Sevişmeleri
ŞAN: IX Kikon'lar Katında - Kyklopeli'nde
ŞAN: X Aioli ve Laistrygonlar Ahvali - Kirke Katında -
Ölüler Ülkesinde
ŞAN : XI Ölülerin Ahvali
ŞAN : XII Sirenler, Kharybdis, Skylla - Güneş'in Sığırları
Ahvali
ŞAN : XIII Odysseus'un Phaiakeli'nden Ayrılışı -
Odysseus'un İthaka'ya Ulaşması
ŞAN : XIV Odysseus'un Eumaios ile Görüşmesi
ŞAN : XV Telemakhos'un Seferden Dönüşü - Kırlıkta
ŞAN : XVI Telemakhos'un Odysseus'u Tanıması
ŞAN : XVII Şehirde Olup Bitenler Şan
ŞAN : XVIII Odysseus ile İros'un Yumruk Döğüşü
ŞAN : XIX Odysseus'un Penelopeia ile Görüşmesi -
Eurykleia'nın Odysseus'u Tanıması
ŞAN: XX Fodul Yavuklular Tepelenmeden Önce - Son
Cümbüş
ŞAN : XXI Yay Sınaşması
ŞAN : XXII Yavukluların Tepelenmesi
ŞAN : XXIII Penelopeia'nın Odysseus'u Tanıması
ŞAN : XXIV Ölüler Diyarına İkinci Sefer - Leartes
Katında
6/431
ÖNSÖZ
Ondokuzuncu asrın sonlarına kadar hemen bütün garp edebiyatçılarının,
şairlerinin, âlimlerinin ve sanatkârlarının yüreğindeki
Greko-Lâtin medeniyeti aşkı, âdeta dinî bir vecd mahiyetini haizdi.
Bunlar için, medeniyetin doğup inkişaf ettiği yerlerin ziyareti, tam
mânasiyle bir hac ve tavaf şeklini alırdı ve bir eski Yunan mermerini
okşamak veya bir eski Lâtin metninin sahifelerini gözden geçirmek bir
sevap telâkki edilirdi. Masasının üstünde ya bir Tanrıça ayağının
kırıntısına veya yıpranmış bir papirüs parçasına malik olmıyan herhangi
bir entellektüel kendini dünyanın en bedbaht adamı sanırdı.
Büyük İngiliz şairi Byron'un Yunan İstiklâl Harbine nasıl yeni bir Kızıl
Salip seferine katılır gibi iştirak ettiğini ve o devirde herhangi bir kötü
Makedonya köyünden farkı olmıyan Atina'da ne derin bir saadet ve
hayranlık içinde vakit geçirdiğini biliriz. Kilise kaçkını râhip Renan'ın
da, hıristiyanlıktan irtidadına rağmen sevmekte devam ettiği
Meryem'in oğlunu, hem de bir Kudüs dönüşünde uğrayıp murakabeye
daldığı Akropol mabedinin yıkıntıları arasında, son defa olarak Pallas
Athena'ya nasıl kurban ettiğini pek iyi hatırlarız. Bütün hakikatleri ve
bütün dinleri vâhî bulan bu adam, o zaman, «Akropol'de Dua» diye
yazdığı en güzel nesrinde, Atina'nın bu akıl ve zekâ tanrıçasına şu sözlerle
hitap etmişti: «Yegâne doğru, yegâne hakîm, yegâne bâki olan
sensin!» Fransa'nın en son klâsik tezhipli sembolist şairlerinden biri
de Roma'ya ilk seyahatini şu mısralarla anlatmağa başlar:
«Bu akşam, size ebedî şehirden yazıyorum...
Tabanlarım onun kahraman tozlarına değiniştir, hey, Roma!
— Bu kelimeyi yazarken elimdeki kalem titriyor.»
Tıpkı bunun gibi, ben de, Homeros'un güzel dilimize bu ilk tercümesi
için şu satırları yazarken kalemim elimde titremektedir.
Kendimi «Güzellik» denilen yegâne hakikatin, yegâne hikmetin tâ ilk
kaynağı başında hissediyorum ve bu tanrısal pınarın bütün tazeliği,
bütün serinliği vücudümü kaplamışçasına ürpermeler içinde kalıyorum.
Gerçi, Homeros'un mucizesi —yunancadan başka bir dille —bana
ilk defa ayan olmuş değildir. İliada ile Odise'nin muhtelif fransızca tercümelerini
gaşyolarak okuduğum ve hattâ bunları türkçemize
çevirmeğe kalkıştığım devirleri, —takvim ölçüsünde çok uzak olmakla
beraber— yâd ve tahattur bakımından hâlâ yaşamaktayım. Fakat, hemen
itiraf edeyim ki, Odise'nin Türkçe müsveddelerini gözden geçirirken
bu eski Homeros hayranlığı bende yalnız yeni bir inkişafa mazhar
olmadı, fakat Homeros'u anlayış ve duyuş tarzım da adetâ bir nevi
imtihana, bir nevi revision'a uğradı. Ana dilimin kanalından bu pınarın
suları benim ruhuma daha süzülü, daha özlü akmağa başladı.
Neden? Bunun sebebini izah benim için epeyce güç olacaktır. Bu
hususta, belki bir sürü filolojik kıyaslar, etnik araştırmalar yapmak ve
bir takım tarihî etütlere girişmek lâzım gelecektir. Buna ise, ne böyle
kısa bir mukaddimenin çerçevesi, ne ihtisasım, ne de bilgim müsaittir.
Yalnız, kendimi, yapmaktan alamıyacağım bir müşahede var ki, o da,
Arap ve Fars kültürüne mukaddem olan eski türkçenin veya bu
kültürün dışında kalmış destan ve masal lehçemizin homerik beyan
tarzına hemen diğer bütün yabancı dillerken çok daha yakın, çok daha
uygun ve akraba oluşudur. Nitekim, bundan yirmi beş yıl evvel
Odise'yi Leconte de Lisle'in tercümesinden dilimize çevirmeğe
teşebbüs ettiğim esnada, ben de, âdeta insiyaki diyebileceğim bir
saikle, hep bu arkaik türkçeden istiane etmek ihtiyacını duymuştum. O
vakit, tamamlamağa bir türlü muvaffak olamadığım bu tercüme
teşebbüsünü, şimdi derin bir memnuniyetle görüyorum ki Ahmet
Cevat Emre, büyük bir muvaffakiyetle ve daha ilmî bir metotla
başarmış bulunuyor. Zira, Ahmet Cevat Emre, yalnız Leconte de Lisle
veya Victor Berard gibi belli başlı bir iki mutavassıt mütercimin metinleriyle
iktifa etmeyip bunlardan daha eski birtakım kaynaklara
8/431
başvurarak ve hattâ doğrudan doğruya Yunanca metnin ruhunu ve
şekillerini tetkik ederek meydana getirmiştir.
Bununla beraber, iddia edilemez ki, bu ilk türkçe Odise tercümesi
tamam bir mükemmeliyettedir ve yahut şimdiye kadar başka
dillere yapılmış olan tercümelerin en sadakatlisidir. Ahmet Cevat
Emre eserinin başına koyduğu uzun, sarih ve samimî bir mukaddemede
antik dillerden modern dillere çevirme keyfiyetinin ne kadar
güç ve nankör bir iş olduğunu, ezcümle Homeros'un bir strofundaki
mazmunun üç Fransız mütercimi tarafından nasıl birbirini tutmaz
şekillerde örselendiğini bize gayet bâriz misallerle göstermek suretiyle,
ispat etmiştir.
Bu misalleri ele alarak o üç Fransız müterciminin eski yunancadaki
bilgisizliklerine veya fransızcadaki edebî kabiliyetsizliklerine
hükmetmiyelim. Dil denilen şey, canlı ve binaenaleyh daima değişen,
daima tekâmül veya inhitat halinde olan organizma'dır, ve bunun
kendi devri, kendi muhiti, kendi mensup olduğu tabiî ve sosyal iklim
ile derin bir münasebeti vardır. Şu halde bir mütercimin çevirmek istediği
herhangi bir yabancı dili, yalnız lügat, nahiv ve sarf bakımından
bilmesi kifayet etmeyip aynı zamanda o dilin yaşadığı devre, muhite ve
iklime âşinâ olması da lâzım gelir. Bu ise, uzun, çetin ve sabırlı bir initation'a
mütevakkıftır. Dini, kültürü, örf ve âdetleri bize tamamiyle
yabancı bir milletin yaşama, hissetme ve düşünme şartlarını benimsemek,
bunları kendimize mal etmek kolay bir iş değildir ve bu iş,
Homeros gibi bizden iki bin küsur sene evvel yaşamış olduğu rivayet
edilen âdetâ mitik bir şairin sözlerini bize sadakatle nakletmek keyfiyetine
dayanınca büsbütün çetinleşir. Kaldı ki, bu şair kendi dehasının
damgasını taşıyan her iki destanı, İliada ile Odise'yi doğrudan doğruya
kendisi telif etmiş değil, halk dilinde dolaşan destan ve masallardan
meydana getirmiştir. O, —meselâ— bize «Ak kollu Hera», «Gökgözlü
Athena», «Gülparmaklı Şafak» veya «Hasatsız Deniz» derken bilelim
9/431
ki şahsî karihasından bir teşbih ve istiare yaratmıyor, halk lehçesinde,
kendisinden çok evvel, klişeleşmiş tabirleri tekrar ediyor. İmdi, prehomerik
Yunan halkının bu sanat ve tabirlerden ne kastettiğini, bu
metaphor'larla ne söylemek istediğini, yalnız kelimelerin lügat manasiyle
keşfedebilmemize hemen hemen imkân yoktur. Zira, Yunan mitolojisini
ne kadar yakından tetkik etmiş olursak olalım, bunun mistiğini
ve cezbesini bir eski Paiyen gibi tâ içimizde duyup anlamadıkça şuur
ve idrakimize mal etmeğe muvaffak olamayız. Bunun içindir ki, antik
metinlerin gerek doğrudan doğruya, gerek bilvasıta tercümesi cehtinde
bize rehberlik ve mürşitlik edecek şey, ilim kadar ve belki ilimden
ziyade «aşk» olmalıdır. Bir Yunan şairinin veya bir Lâtin müellifinin
atmosferine ancak böyle bir aşkın verdiği intuition'la hulûl edebiliriz.
Onların derunî ahengini, tavır ve edalarmdaki hususiyetleri ancak
bu sayede sezip anlamamız kabil olur. Bu mertebeye erdikten
sonra, kendimizi artık yapmak istediğimiz tercümenin en mühim kısmında
muvaffak olmuş sayabiliriz. Zira, o şair veya müellifi tâ
ruhundan kavramış, sesinin bestesini zaptetmişizdir.
Eski Yunan ve Lâtin şairlerinin Fransız mütercimleri arasında,
yalnız Leconte de Lisle'dir ki bu intuitif ve evocateur tercüme usulünü
kullanmıştır. Daha doğrusu bu usulü ilk ve son defa tatbik edenlerden
biri olmuştur. Leconte de Lisle'in bu cüretli hareketi devrinin bir çok
grekçe ve lâtince âlimleri tarafından şiddetle tenkit ve takbih edilmiş
olduğunu bilmekle beraber, hemen itiraf edeyim ki, grekçe ve lâtincenin
lügat ve nahiv bilgisi bakımından en âlimane tercümelerinden ziyade,
bana, tâ Homeros'tan Horatius'a kadar bütün antik güzelliklerin
zevkini ve çeşnisini veren Leconte de Lisle'in şairane tercümeleri
olmuştur. Leconte de Lisle bu tercümelerinde muasırlarının hiddet ve
tezyifini en ziyade kendi dilinin gramer ve lügat kaidelerine karşı gösterdiği
mübalâtsızlıklarla celbetmişti. Filvaki kendi dilinde en kusursuz
ve en düzgün mısraları yazmış olmakla maruf bu parnasyen şair
10/431
Yunan ve Lâtin şairlerinin eserlerini fransızcaya en egzotik, en indî bir
nesirle çevirmiştir. Lâkin, o, bunu bilerek ve isteyerek böyle yapmıştır.
Zira, şair-mütercimin bu tercümelerde takip ettiği gaye, yunanca ve
lâtinceyi fransızcalaştırmak değil, bilâkis, fransızcayı yunancalaştırıp
lâtinceleştirmekti, yani bu dillerin sentaksını kendi dilinin sentaksına
hâkim kılarak, Fransız kariine bunların edasını ve fonetiğini mümkün
mertebe bulandırmadan tattırmaktı. Gene bu endişe iledir ki, Lecont
de Lisle, ilk defa olarak Fransız mütercimlerinin kötü bir an'anesini
kırıp Tanrılara, kişilere veya yerlere alem olan öz adları Fransız fonetiğine
göre değiştirmekten vazgeçerek, onların asıllarındaki şekil ve
âhenklere sadık kalmıştır. Meselâ Olympos yerine Olympe, Zeus yerine
Jüpiter; Akhilleus yerine Achille, Telemakhos yerine Telemaque
dememiştir. Bu cümleden olarak, gerek destan, gerek tragediya
kahramanlarını Fransızların salon terbiyesine göre konuşturmak, «hatun!»
veya «kadın!» hitaplarını «Madame!»a çevirmek ve bütün
sen'leri, siz yapmak gülünçlüğüne düşmemiştir.
Herkesçe malûm olduğu üzere, eskilerin, tabiata çok yakın bir
yaşayışları vardı. Sadelik, basitlik ve yarı çıplaklık o zamanki hayat ve
muaşeret üslûbunun belli başlı bir vasfı idi. Kaldı ki, Homeros'un bize
tasvir ettiği Grek âlemi, cemiyet strüktürü itibariyle, patriyarkal
kabilelerden müteşekkil bulunuyordu. Odysseia'da adı geçen krallar
bu kabilelerin reislerinden başka birşey değildirler ve bunların ikamet
ettikleri büyük evlerin birer feodal kaleden farkı yoktu. Tarihî kültür
noksanları yüzünden eski Grek dünyasının bu sosyal hususiyetlerini
anlamamış bulunan XVI'ncı, XVII'nci asırların garplı mütercimleri bu
konakları kendi yaşadıkları devrin sarayları ve bu kabile reislerini
kendi gördükleri krallarla karıştırarak onları Greklerin hiç bilmedikleri
bir sürü erkân, merasim, tekellüf ve şatafat yükü altında tanılmaz
bir hale sokmuşlardır ve ne yazık ki, ilmî, tarihî araştırmalar metodunun
evvel zamana dair bir çok hakikatleri meydana koymuş
11/431
olmasına rağmen muasır tercümecilerin ekserisi bu acayip adaptation
çığırından bir türlü yakalarını sıyıramıyorlar.
Ahmet Cevat Emre'nin kendini bu ananeye «yani antik eserleri
modern zevke, modern hayat şartlarına adapte etmek usulüne»
kaptırmamış olmasını da ayrı bir muvaffakiyet saymalıyız.
Ahmet Cevat Emre'nin bu güzel ve hayırlı teşebbüsünü yalnız bir
noktada eksik buluyorum. Muhterem mütercim, Türk okurlarına
Odise'yi Iliada'dan evvel tanıtmağa kalkışmıştır. Fakat herkesçe
bilindiği gibi Odise, Iliada'nın bir zeylidir ve bu iki eserin birincisini
okumadan ikincisini anlamak epeyce müşkül olacağı mülâhazasındayım.
Odise'de sık sık adları geçen birçok kahramanları ancak
Iliada'da tanıyabileceğimiz gibi Odysseus'un temsilî şahsiyetinin en
bâriz tecellisi de gene bize bu destanda ayan olacak ve onun neden bir
türlü memleketine dönemediğini, ne sebeple Tanrıların gazabına
uğradığını ve onu niçin yalnız Athena'nın koruduğunu ancak Iliada'nın
son rapsodilerinden öğrenecektik.
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
12/431
HOMEROS VE DESTANLARI
1. Tarihçilerin piri sayılmakta olan Herodot: «Homeros benden
ancak dört yüz yıl evvel yaşamaktaydı» diyor (V. 53). Herodot'un eserleri
için kabul olunan tarih, İsa'dan önce (İ. Ö.) 450 olduğuna göre,
Homeros destanlarının en aşağı yirmi yedi asırlık bir eskilikte olduğu
anlaşılıyor.
Homeros'un varlığı, yani gerçekten yaşamış ve epos namı verilen
meşhur destanları yaratmış olduğu eski klâsik Atina'da ve şanlı rakibi
İsparta'da hiç bir zaman şüphe altında kalmış değildir. Yalnız vatanı
münakaşa edilmiş, bir çok şehirler beşiği veya mezarı olmak şerefi için
birbirleriyle rekabete girişmişti. En yaygın olarak İzmir (Smyrne)
Homeros'un vatanı olarak kabul olunmuştur; bu şehrin yanından akan
Melez suyunu tanrılaştırıp Homeros'un babası olduğuna ve genel
olarak esrar içinde doğduğuna inanırlardı {1}
. Sakız (Khios), Milet ve
diğer
İonia şehirleriyle adaları en çok gezip dolaştığı yerlerdi. İonia
bilgeleri (les sages), klâsik Helada filozofları ve yasakuranları (vazı-ı
kanunları), İskenderiye ve Bergama filologları, eski Roma'nın büyükleri,
hep, Homeros'tan bahsederler, ve ona poietes «münşi» derlerdi.
Antik medeniyetin en büyük coğrafya âlimi Amasyalı Strabon (İ. Ö.
58-İ.S. 25) poietes'in (Homeros'un) yanılmaz bir üstat, her şeyi bilen
bir bilge (hakim: sage) olduğunu eserinin hemen her sayfasında
söyler{2}
.
2. Homeros'un en meşhur destanları ikidir: İlias (İliade: İlyada)
ile Odysseia (Odissee: Odise). Bunlara genel olarak epos namı verilmektedir.
Epos'un lügat mânası söz'dür. Türkçe'de de, eskiden «söz»
mefhumunu anlatan bir kaç kelime vardır ki, epos gibi hususî mânalarda
kullanılmıştır. Meselâ eski yazıtlarımızda Bilge Han Türk
beglerine ve budununa hitap ederek sabimin esldin «sözümü dinleyin»
dediği zaman atalarının ve geçmiş Türk nesillerinin destanını kastediyor:
bunlardan kiminin yüksek (edgü «âlâ», tüz «âdil») kiminin
aşağı (Yablak «korkak, fena» tüzsüz «adaletsiz») olduğunu söyleyip
savaşlarını uzun uzun hikâye ediyor. Bu bakımdan Bilge hanın bu anıttaki
monoloğu (sab'ı) en eski tarihsel Türk epos'udur. Daha yeni bir
tarihe ait olan Dede Korkut kitabı da Oğuzlardan bir oymağın bir kaç
episod'unu (menkabesini) hikâye eden bir epos'tur; bunda da soy
«söz» kelimesi «destan» mefhumunu anlatmak üzre kullanılmıştır.
3. Homeros'a az yukarda gördüğümüz gibi, bütün antik medeniyetin
büyükleri «o» poietes «le poete», sanatine poiesis «poesie» ve
eserlerine poiema «poeme» derlerdi. Eski grekçeleri karşılıyan ve gene
onlardan çıkmış olan fransızcalara bakarak bu deyimlerin mânalarını
anlamak istersek yanılırız; eski grekçe poietes kelimesinden fransızca
poete'den anladığımız şair mânası çıkmazdı; bu kelimenin lügat
mânası yapan'dır ve epos'a tatbik edildiği zaman, ondan, yüksek bir
sanatla epos'ları yaratmış olan anlaşılırdı; poiesis de o yüksek söz yaratmak
sanatı idi. Bu kelimeleri, lügat mânalariyle, bizim eskiden arapça
beyan'dan aldığımız inşa ve münşi terimleri karşılar. Fransızcada
bu mefhumlar creation, composition, auteur... gibi kelimelerle
anlatılabilir.
Eski klâsik Atina'da Homeros eposlarının saygı ve terbiye mevkii
çok büyüktü: Panathenai (panathenees) bayramlarında Homeros'un
iki epos'undan başka destan okunmazdı. Bizde hatm indirmek için
halkavari dizilmiş hafızlar, birinin bıraktığı yerden sonra gelen başlamak
üzre, aşır aşır Kur'an okudukları gibi, eski Atina'nın panathenai
bayramlarında rapsot denilen sanatkâr okuyucular, İliada ve
Odysseia'yı ezber okuyarak hatmederlerdi. Atina oratorlarından
Lykurgos (İ.Ö. takr. 390-325), en eski olarak homerik epos'un bu yüksek
saygı ve terbiye mevkiini haber vermiştir; Strabon zamanında da
14/431
bu ehemmiyete hiç bir halel gelmemişti; bu meşhur âlim dahi homerik
epos'un bir ahlâk mecellesi olarak Helen gençliğine okutulduğunu ve
ezberletildiğini söyler. Bu eski kaynaklardan anlaşıldığına göre Atina
çocukları için homerik epos aynı zamanda kıraat kitabı, ilmihal kitabı,
fen ve tarih kitabı, hikmet ve ahlâk kitabıydı; bütün klâsik Helada'nın
ise, Victor Berard'ın dediği gibi, hem Bibl'i (Tevrat ile İncil'i) hem
ansiklopediciydi.
4. Homeros eposları Helenlerin ilk tarihsel ataları olan Akhai ve
Argos (Danaos) hanlarının destanlarıdır; bu destan mecmuası eskiden
İlios (veya İlion) adını da taşıyan Troia (Troie) iline karşı Akhai'ların
açtığı seferin ve bu seferden dönüşün menkabelerini (episodes) anlatan
parçalardan vücut bulmaktadır.
Troia seferine atfedilen tarih İ.Ö. takr. 1200 dür ki, Akhai'ların
Avrupa cihetinden gelip bütün Peloponez'e ve adalara tamamiyle
hâkim oldukları ve küçük Asya'ya tecavüze başladıkları devirdir: Bir
asır sonra gene Avrupa'dan, Tesalya'dan, Dorlar (Doriens) gelerek
Akhai'ların hâkimiyet sahasını hayli sıkıştırıyorlar, ve bu tazyik altında
Akhai'lar Küçük Asya'nın batı kısmına daha ziyade yayılarak İonia'yı
yaratıyorlar (İ.Ö. 1080-1050). Bundan iki asır sonra, Homeros başta
olmak üzere, halk şairleri bu şanlı ataların yüksek işlerini, savaş ve
talânlarını anlatan epik eseri yaratıyor; sıra ile İonia'ya, klâsik
Atina'ya, rakibi İsparta'ya ve bütün Grekeli'ne (Grece) en kıymetli bir
kültür armağanı olarak bırakıyor.
Dorların yarattığı İsparta dahi homerik eposları mukaddes sayar
ve bu saygıda da Atina ile yarışırdı: Isparta'nın tradisyonuna göre
büyük yasa-kuran (Legislateur) Lykurgos'un kendisi (İ.Ö. IX. asır)
Sakız (Khios) tan, bizzat Homeros'tan veya Homeros'un tilmizi
Kreophylos'tan epos'u tamam olarak alıp, İsparta'ya getirmiştir.
(Pont'lu Heraklide: Pol. 2.).
15/431
Atina'ya da homerik metinlerin büyük yasa-kuran Solon (İ.Ö.
640-558) veya bunun çağdaşı tyrannos (tyran) Peisistratos veya
bunun oğulları tarafından getirildiği rivayet edilmektedir. Homerik
kültürün bütün Grekeli'nde İ. Ö. üçüncü asırda dahi devam ettiği anlaşılıyor:
Platon'a atfedilen Hipparkhos ismindeki eserde İ. Ö.
dördüncü ve üçüncü asırlarda, panathenai bayramları zamanında
olduğu gibi, ezber okunup hatmedildiği yakılmıştır.
«Atina'da: Hükümet, edebiyatçılar, naşirler (editeurs), Solon ile
Pisistrat'tan Aristo'ya kadar, homerik metinleri çoğaltıp yayıyorlardı.
Helen'lerin en çok saygı gösterdikdikleri bu eserlerdi. Atina'dan çıkan
nüshalar bütün Akdeniz'de satılırdı... (Vic. Berard. L'Odyssee
d'Homere, s. 37-38).
(Peisistratos ve oğullarının homerik metinlerde oynamış oldukları
rol büyük münakaşalara sebep olmuştur; az aşağıda bundan
bahsedilecektir.)
EPOS'UN MENŞEİ
5. Akhai hanlarının yüksek savaşlarını, erdemli işlerini anlatan
epos'un menşei kesin olarak bilinmiş değildir. Bir kere, Akhai'lar,
Balkanların güneyine, Tesalya ile Makedonya'ya geldikleri zaman epos
kültürünü, yani kitara (kopuz) çalan ozanlar (aoides: aedes) tarafından
destan okunup kahramanları (ve tanrıları) övmek âdetini beraber getirmişler
miydi?
Bu suale verilebilecek cevabın en mühim unsuru, homerik
eposların kendilerinde bulunuyor: Bu eserler anlattıkları hanların
konaklarında ozanların destan okuması âdetini tamamiyle yerleşmiş
gösteriyorlar; hattâ şöhret kazanmış yerli ozanların isimleri bile onlarda
anılıyor: Odysseus'un konağında, yavukluların cümbüşlerinde
Phemios, Phaiak hanı Alkinoos'un konağında, Phaiak hanlarının ve
16/431
danışmanlarının önünde Demodokos, «ahenkli» kopuzları ile, destan
okuyup Akhai hanlarının Troia menkabelerini terennüm ediyorlar.
Menelaos'un, Agamemnon' un da konaklarında tanrısal kör ozanların
kopuz çalıp destan okumasına şahit oluyoruz.
Yirmi yedi asırlık bir eskiliği olana homerik eposlarda, dört, beş
asır evvelki Akhai atalarının derebeylik hayatında, ozan-destan
kültürünün müesses tasvir edilmesi epos'un her halde, Grekeli'ne
Akhai'lar (ve belki de Dorlar) ile gelmiş olduğunu kuvvetle ihtimal
dairesine getirmektedir.
Homerik eposların inşa'sında çok yüksek, çok ilerlemiş kaideleri
tamamiyle teessüs etmiş edebî (litteraire) bir sanat müşahede olunmaktadır;
Homeros'un sanatı o derece inkişaf etmiş bir safhadaydı ki,
onda bazı yıpranma, eskime (usure) alâmetleri bile farkedilmektedir.
Bu da, Balkanlardan sonra İonia'ya yayılıp antik medeniyetin ilk sitelerini
kuran Akhai'ların yüksek 'derecelere çıkmış bir kültürle tarihe
karıştıklarını ispat eder.
6. Helenlerin ilk tarihsel ataları olan Akhai'larla Dor'ları, en
evvel, Balkanlarda yerleşmiş buluyoruz; lâkin mitolojilerinde Küçük
Asya ile de nisbetleri görülmektedir; ilk hanedanları olan Pelopideler
(Pelops oğulları) Lidya'dan{3} gelmişlerdi. (Vic Berard Intr. III. s. 443;
Larousse Universal, kel. Pelops).
Bilindiği üzre Sümer'de destan vardı; en meşhuru Gılgamış
epos'udur ki, Kalde (Keldan), Asur, Hitit, Mısır edebiyatına da
geçmişti. Bu epos Ereh hanı Gılgamış'ın yüksek işlerini anlatır. İ.Ö.
2000 yıllarında var olduğuna şüphe olmıyan bu destanın hakiki menşe
tarihi malûm değildir. On iki tablet üzerinde yazılmış olan bu destanın
on birinci tabletinde ölümsüzlüğe mazhar olmuş Uta-Napiştim torunu
Gılgamış'a Tufan'ı anlatıyor. Üslûp bakımından bununla Homeros
destanları arasında benzeyişler vardır. Mısır'da ise, İ.Ö. 3000
17/431
yıllarında, çok yaygın olarak, epos ve masal edebiyatının mevcut
olduğu Maspero'nun neşriyatından anlaşılmaktadır. (Contes populaires
de l'Egypte ancienne. G. Maspero).
Odysseia'da Mısır ve Fenike kültürünün izleri çoktur. Telemakhos
gurbette kısmında Mısır ahvali tam bir bilgi ile anlatılmaktadır.
Victor Berard diyor ki: «Bu kısmın müellifi, her kim idiyse, Firavunlar
zamanındaki Mısır'ın yalnız coğrafyasını ve ahalisini değil, törelerini
ve edebiyatını da doğru ve tam olarak biliyordu. Thebai şehrinin zenginlikleri
üzerine söyledikleri, her noktadan doğrudur: Hiyeroglifik
cetveller ve yazıtlar bu servetleri tafsilâtiyle gösterir. Firavunların payitahtı
Thebai gerçekten altın şehri idi... »
Odysseia'da (IV. rapsodi, mıs. 125-135). Atreus oğlu Menelaos,
kendisi ile karısının Thebai'li bir zenginden almış olduğu hediyeleri
anlatıyor:
«...Sonra Filo bir gümüş sepet getirdi; bunu, ona (Helene'ye)
Polybos'un karısı Alkandre vermişti. Mısır'ın Thebai şehri ahalisinden
idi; orada evler mallarla dopdoludur. (Polybos) Menelaos'a iki gümüş
hamam teknesi, iki altın üçayaklı ve on talant (batman?) altın vermişti,
ayrı olarak karısı da Helene'ye gayet güzel armağanlar
bağışlamıştı: Bir altın örekeye alttan tekerlekli, ağzı (üst kenarı)
altından bir gümüş sepet katmıştı.»
Telemakhos Gurbette kısmını telif edenin Mısır ahvalini çok iyi
bildiğini gösteren parçalardan biri de şudur (IV. rapsodi, mıs.
219-232):
«O zaman Zeus kızı Helene'nin aklına geldi ve hemen içinden
şarap içtikleri sebuya bir ilâç attı; bu avutucu, yatıştırıcı ve bütün kaygıları
unutturucu idi. Katıldığı sebudan her kim içse bütün gün artık
18/431
yanaklarından yaş akmazdı: Anası babası ölmüş, önünde kardeşi veya
sevgili oğlu tunç (kılıç)'la parçalanmış ve gözleriyle görmüş olsa bile.
Zeus kızına bu erdemli, nefis ilâcı Mısırlı Ton'un karısı Polydamna
hediye etmişti; orada (Mısır'da) bitkisel toprak pek çok otlar
yetiştirir, kimi faydalı, kimi zararlı. Orada herkes bütün öbür insanlardan
daha bilge birer otacı (hekim); hepsi Paieon'un kanından.»
İşte gerek homerik eposların incelenmesinden, gerek
zamanımızdaki arkeolojik ve epigrafik araştırmaların verimlerinden,
Greklerde görülen «epos» kültürü ile Önasya'nın ve Mısır'ın eski edebi
(litteraire) kültürü arasında derin bağlar bulunduğuna kuvvetli bir ihtimal
hâsıl olmaktadır.
7. İlk Ege (Mykeen-Krete: Girit) medeniyetini geliştirenlere arka
arkaya karışan Akhai'lar (Acheens) ve Dorlar (Doriens) Türklerin ilkel
tarihine derinden ilgisi olan etnik unsurlardır. Akhai'lar ve Dorlar
isimleri, dilsel kök ve şekilleriyle, ne kadar Türkçedir. Türkün menşei
ve en eski kültürü üzerine ilmin dikkatini çevirmiş ve belki en ziyade
yarınki nesillere hitap etmiş olan ölümsüz başkan Atatürk, ilk olarak,
Akhai'larda ve Dorlarda [Aka (y), Tor sözlerinde] Türklük damgasını
keşfetmişti! Homeros'un dili ile Türk dili arasında bulmakta olduğumuz
büyük münasebetler, bir gün, tarihin bu büyük bilmecesini
çözmeğe hizmet edecektir, ümidindeyiz.
OZANLAR, RAPSOTLAR
8. Odysseia'nın başındaki duada Zeus kızı tanrıça Musa'dan ilham
isteyen şair yakarışını «...olup biten (yüksek iş) leri anlat bize de»
sözleriyle bitiriyor. Bu de bölücüğünün ifade ettiği cem ve ilhak
mânasından homerik eposlar devrinde Homeros'tan başka şairlerin
(poietes'lerin) bulunduğu anlaşılmaktadır.
19/431
Homeros'un eserlerine akademik ömrünün kırk yıldan fazlasını
vermiş olan Victor Berard, İlias (İliade: İliada) ve Odysseia (Odysee:
Odise) hakkında şu hükmü veriyor: «Dillerinin sabitliği ve vezinlerinin
kaideliliği konuşma dilinin içinden yeni çıkan bir edebiyat çağının
başlangıç mahsulü olmaları ihtimalini uzaklaştırır; onlarda yazılı ve
ilerlemiş bir edebiyatın vasıflarını görmek müsaadesini verir.» (Introd.
I. 81).
Paros mermeri denilen İ.Ö. 265 te dikilen anıttaki yazıta göre,
Fenikeli Kadmos Grekeli'ne yazıyı Î.Ö. 1500 de getirmişti; bu bilgiye
göre, Grekeli için, Homeros'tan evvel geçen altı yedi asırlık bir yazı
tarihi kabul etmek lâzım gelir; ancak bu uzun tarihin yazılı eserlerini
ispat edecek epigrafik ve arkeolojik vesikalar yoktur.
İlerlemiş, sabit gramer ve vezin kaidelerini geliştirmiş bir dille
vücuda gelmiş olan epos'ların asırlarca yayılıp yaşaması aoidos (aede:
ozan) denilen saz şairleri vasıtasiyle olmuştur. Victor Berard'ın tarifine
aiodos, İonia ozanı (Musa)'nın gözden mahrum bıraktığı, buna bedel
güzel ses bağışladığı sanatkârdır. Homeros da, masallaşarak, böyle kör
bir ozan olarak marûf olmuştur. Bu kör ozanlar, ellerinde kitara (kopuz),
İonia ve Eolia içinde şehir şehir, köy köy dolaşarak, hanların,
beylerin evlerinde destan okurlardı. Az yukarıda gördüğümüz gibi, homerik
eposlar da bu tradisyonun varlığını tasvib etmektedir. İşte bu
ozanların, ezberlemiş oldukları destanlar üzerinde muhtelif sebeplerle
değişiklikler yaptıkları, kendilerinin de bazı parçalar kattıkları, hattâ
yeni destanlar yarattıkları anlaşılıyor. Öbür yandan kör ozan
sınıfından olmıyan poietes (münşi-şair) lerin de yetişmiş olduğuna
kuvvetli ihtimal verilebilir.
Homeros'un ikinci vatanı sayılan Khios'ta rapsot (rhapsodos)
denilen başka bir ozan tipi yetişmiş ve Grekeli'ne yayılmıştı. Bunlar
Homeros'un soyundan olduklarını iddia ederlerdi ve homerik
20/431
eposların bir nevi monopolünü kurmuşlardı. Bunların başında Kreophylos
adında biri anılmaktadır. Yasakuran Lykurgos'un en eski Khios
rapsotlarından homerik eposları alıp İsparta'ya götürdüğü de nakledilmiştir
(Plutarkhos).
9. Homeros'tan sonra adı anılmış şairler (münşiler), az olmakla
beraber, vardır. En eskisi Miletli Arktinos'tur. Homeros'un talebesi
gibi gösterilmektedir. Hayatına ve eserine gösterilen tarih, dördüncü
Olympiad'dır. (İ.Ö. 764). İliada'ya zeyl sayılan bir destan yazmıştır; Aitiopis
adını taşıyan bu eser beş kısımdır, her kısımda bir menkabe
hikâye edilmektedir. Troia'nın zaptı (İliu persis) adında iki kısımdan,
başka bir destanı daha vardır. Bunlardan başka, muhtelif münşilere
atfedilen Küçük İliada, (İ. Ö. 706), Kypria{4}
, Dönüşler{5}
, Telegoni
isimleriyle anılan dört destan daha vardı: Cümlesi Homeros'un İlias
(İliada) ve Odysseia'sı ile beraber, Destan deyresi (Cycle epique) adı
altında toplanıyordu; hepsinin konulan Troia seferine ve Troia'dan
dönüşe ait menkabelerdi. Homeros'un eposlarından başkaları kâmilen
ortadan kalkmış, onlardan küçük birkaç parçadan gayrı bir şey
kalmamıştır.
HOMERİK METİNLERİN TESPİTİ
10. Destan deyresinden (Cycle epique) yalnız İlias (İliada) ile
Odysseia (Odise) nin kalıp, diğerlerinin tamamiyle ölmüş olması, hiç
şüphesiz, en çok beğenilenleri olmalarından ileri gelmiştir. Konuları
aynı —Troia seferi kahramanlarının menkabeleri— olduğundan cümlesi
birbirinin naziresi mahiyetinde idiler; bunların arasında en
büyük şöhreti kazananlar yayılıyor, öbürleri dar sahalar içinde mahdut
bir ömür sürmeğe mahkûm kalıyor, İonia eposlanndan bu iki büyük
eserin, çok eskiden, büyük bir şöhret kazanmış olması yasa-kuranlar
ve devlet reisleri tarafından Grekeli'nin iki rakip başkentine, İsparta
21/431
ile Atina'ya, ve asıl bu sonuncuya getirilip resmi ve kutsal nüshaları
tespitle gelecek nesillere emanet edilmesine sebep olmuştur.
Az yukarıda söylediğimiz gibi, Lykurgos'un da homerik eposları
İlionia'dan İsparta'ya getirdiği Roma ve Bizans betiklerinde (= litterature)
raslanmaktadır (Elien vb.); lâkin Pausanias homerik eposlan toplamak
ve telfik etmek işini Atina tyrannos'u Peisistratos'a, verir.
Atina'nın meşhur Antolojisine böyle geçmiş, Atinalılar tarafından
tyrannos'a (tyran) bir heykel dikilip altına iki mısra ile bu hizmeti
anılmıştı.
11. Atina tyrannos'u Peisistratos ve oğullarının homerik metinleri
tespitte oynamış olduğu rol, Ondokuzuncu asırda, büyük
münakaşalara yer vermiştir. Daha Onsekizinci asırda Fransız
düşünücüleri (Diderot, J.-J. Rousseau, d'Aubignac) epik şiirin ilkel
kavimlerde folklor genişliğinde inkişaf ettiği nazariyesini ileri sürüyorlar.
Almanlar da Ondokuzuncu asırda bu nazariyeyi inkişaf ettirmişlerdi.
Bu nazariyeye göre, ruhları henüz genç kavimlerde
kahramanlık menkabelerini nazım ile anlatmak insiyakı doğar ve bu
popüler şuurdan epos (destan) çıkar. Onsekizinci asırda böyle bir nazariyenin
meydan almasına İskoçyalı J. Macpherson'un taklit edip eski
İskoçya ozanı (III. asır) Ossian'a atfederek neşretmiş olduğu eposlar
(1760) büyük âmil olmuştu. Bu hareket esnasında (Ocak, 1761) Fransız
filozofu Diderot'nun Journal etranger' de bu nazariyeyi izah ve müdafaa
ettiğini V. Berard söylüyor (L'Odyssee d'Homere, P. 20). Ondokuzuncu
asırda Almanlar böyle bir nazariyeyi tazeliyerek eski greklerde
epos'un bir halk insiyakı ile doğduğunu, Homeros'un hakiki ve tarihsel
bir şahsiyet olmadığını ispata çalışan bir filoloji okulu vücuda getirdiler;
bu okula göre, Atina tyrannos'u Peisistratos zamanında, o vakte
kadar halk ozanları ve rapsotları tarafından yayılagelmiş olan destanlar
toplatılmış, bir komisyon vasıtasiyle tanzim, telfik ve ikmal edilmiş
oluyordu: Halk ozanları tarafından asırlardanberi binbir episod'un
22/431
nazmedilmesiyle meydana gelmiş olan destanlar alabildiğine çoğalıp
karışıyor, her ozanın fantezisi ile değişip bozuluyordu; eposların ulusal
kültürde tutmuş olduğu mühim ve genel mevkii kuvvetlendirmek
isteyen Peisistratos (veya oğullan), ücretle, bütün eposları, bütün varyantları
ile, toplatmış, 72 üyelik bir şairler ve edipler komisyonu teşkil
ederek toplanan metinleri onlara tevdi etmiş; bu komisyon muhtelif
episodlar arasında en güzellerini seçmiş, birbirlerine bağlamak için lü-
zum gördüğü gibi ilâveler de yapmış, İlias (İlyada) ile Odysseia (Odise)
namları altında o zamandan beri intikal edegelmekte olan eposlan tespit
etmiştir. İşte bu resmî ve millî metinler muhafaza olunmuştur.
Buna karşı birçok itirazlar yükselmiştir. En ziyade, telfik komisyonunun
oynamış olduğu rol, münakaşa olunmuştur. Alman filoloğu
Fr. Aug. wolf bu komisyon azalarına Kataskevastes denildiğini ve
bunların eposları telfik ve ikmal ettiklerini iddia ediyordu. Wolf okuluna
karşı yükselen itirazların en kuvvetlisi Kataskevastes kelimesinin
yanlış anlaşılmış olduğu üzerine olan itirazdır. F. A. Wolf, bu tâbiri
Villoison'un o sırada bulup tanıtmış olduğu meşhur Venetüs A.
nüshasının haşiyelerinde (Scholies) ilk defa olarak görmüş, bu tâbir
üzerine İliada ile Odysseia' nın tarihini uydurmuştu. Halbuki, yalnız
Venetüs A. haşiyelerinde değil, daha birçok haşiyelerde bu kataskeve
ve kataskevastes tâbirleri görülmüştü ve hemen hatâ gösterilerek bu
kelimelerin mânası «metin içine yabancı mısralar katmak ve katan»
demek olduğu anlatılmağa çalışılmıştı.
12. Öbür yandan ise, Peisistratos'un metinleri tespitte nasıl bir
rol oynadığı ayrıca uzun uzun münakaşa edildi.
Peisistratos zamanında Atinalılar hâlâ homerik devrin mitolojisine
tamamiyle inanıyorlardı; öyle ki, bu tyrannos, Atina'ya davet
olunduğu zaman, kendisini halka bizzat tanrıça Athena'nın himayesi
ve kılavuzluğu altında göstermeğe ve inandırmağa muvaffak olmuştu:
23/431
«Boyu dört arşından üç parmak eksik, Fye isminde güzel bir
kadını bir savaş arabasına bindirmişler, şehre göndermişlerdi; bunun
önünde çavuşlar gidip halka şöyle diyorlardı: Peisistratos'u dost olarak
karşılayın, onu Athena, bizzat kılavuzlayıp Akropol'a götürmektedir.»
Nahiyeler arasında Athena'nın Peisistratos'a kılavuzluk ettiği haberi
yayılmış ve mucizeye inanılmıştı! (Herod. I. 60).
Peisistratos'un homerik metinleri toplatmış ve bir komisyona
tanzim ettirmiş olmasından ilk bahseden Cicero imiş; halbuki
Cicero'nun mehazı aranıp bulunamıyordu: Cicero'dan evvel, ne Herodot
ne Tykydides, ne de İskenderiye Kritikleri (Alexandrins), Peisistratos
zamanında homerik metinlerin böyle bir «tanzim ve telfik»
ameliyesi gördüklerinden bahsetmezler. Herodot tyrannos'un tarihini
yazmış (İ. S. 59-64), Onomakrit'ten bahsetmiş (VII. 6), fakat homerik
metinlerin toplatılıp telfik, tanzim veya ikmal edildiğini ve bu işte
Onomakrit'in de çalıştığını yazmamıştır.
İ. Ö. üçüncü asırda yazılmış olan ve Platon'a yanlış olarak isnat
edilen Hipparkhos ismindeki eserde Peisistratos'un oğlu Hipparkhos
tarafından homerik eposların Atina şehrine getirilmiş olduğu
yazılmıştır; fakat burada da metinlerin «tanzim ve telfik»
edildiğinden bahis yoktur.
13. Roma ve Bizans filolojisinde, bilâkis, Cicero'dan başlıyarak,
Peisistratosun homerik metinleri üzerinde bir «cem ve telfik» işini
yaptırmış olduğuna inanılırdı.
M. Croiset (Histoire de la litterature grecque p.412) bu meseleye
ait bütün etüd ve münakaşaları şöylece hülâsa ediyor.
«...Peisistratos'un maksadı Atina'ya homerik metinlerin doğru
bir nüshasını vermek idi: bu metin, rapsotlar için mecburi olacaktı;
24/431
esasen bu metnin tanzimi o derece büyük bir selâhiyetle vücuda getirilecekti
ki, kimsenin diyeceği olmıyacaktı.
«Bu metinlerin tanzimini Peisistratos bir komisyona havale etmiş;
bu komisyonda en büyük şahsiyet Atina'lı Onomakrites idi... »
HOMERİK METİNLERİN UĞRADIĞI DEĞİŞMELER
İSKENDERİYE KRİTİKLERİ
14. Atina'nın metinlere sabit ve ulusal bir şekil vermek için gösterdiği
büyük itina asırlar arasında oldukça sabit şekilde saklanabilmelerine
hizmet etmiştir; fakat aynı şekilde kalmaları mümkün
olmamıştır. Atina'da ulusal bir nüshanın tespit edilmiş olmasının
başka büyük bir faydası olmuştur: Sonraki asırlarda, İskenderiye
Kritiklerinin katma ve doldurma kısımları ayırt edebilmelerine kendi
tabirlerini kullanalım, diorthosis (düzeltme) lerine ancak bu sayede
imkân bulunmuştur.
İskenderiye kütüphanelerinde toplanan homerik metinler
arasında Atina'nın resmî nüshasına tesadüf edilmemişti; o nüsha çoktan
kaybolmuş, yerine türlü türlü nüshalar meydana gelmişti; fakat
hepsinin, orijinal nüshaya uygun gelmesi ve ondan ayrılmış olması
lâzım gelen kısımları mukayese ile takdir ve tayine yol bulunuyordu.
Şimdi bir an durup Atina'da tespit edilmiş olan homerik metinlerin
ne gibi değişmelere hangi sebeplerle uğramış olduğunu
araştıralım.
15. Homerik eposlar Atina'dan İskenderiye'ye İ. Ö. IV'üncü asır
sonlarında intikal etti. Mısır'da, Büyük İskender'in generallerinden
Ptolemaios namına nispet edilen bir Grek devleti kurulmuştu. Bizde,
bu devletin, Araplaştırılmış olarak, Batlamyos'lar diye meşhur olan
hükümdarları zamanında İskenderiye zengin bir kültür merkezi
olmuştu. Kütüphanesi büyük bir şöhret kazanmıştı. Bu kütüphanenin
25/431
en çok himmet sarfettiği kültür konularından biri homerik eposların
nüshalarını toplayıp tenkitli ve bilimsel edisyonlarını yapmaktı. Bu işle
meşgul olmuş üç büyük filolog kütüphanenin de müdürleriydi;
bunlara Kritik ler ismi verilmiştir ki muhakeme edenler (hâkimler,
kadılar) demektir. Edebiyat münekkitlerine zamanımızda verilen
kritik ismi işte bunlardan kalmıştır. Homerik metinler üzerine kontrolleri
bir buçuk asır süren bu İskenderiye Kritikleri Zenodotos (vefatı
İ.Ö. 260), Bizanslı Aristophanes (İ.Ö. 250 senelerinde yaşıyordu) ve
Aristarkhos (İ.Ö. 215 te doğmuş) isimleriyle tarihe geçmişlerdir. Bunlar
zamanlarının allameleri ve edipleri sayılırdı, şiirle de ülfetleri
vardı.
İskenderiye Kritiklerinin muhakeme ve mukayesesinden geçen
nüshalar arasında bazı şehirlere nispet edilenler dikkate lâyıktır:
Muhtelif hanedanlar rapsotlara atalarının isimlerini zikreden mısralar
ilâve ettirmiş görünüyor. En büyük farkları gösteren nüshalar ise
Kritiklerin «vülger» namını verdikleridir ki, ticarî sebeplerden dolayı
birbirlerinden mısra sayısınca büyük fazlalıklar gösterirler: En çok
mısraı havi olan nüsha en mükemmel sayılıp değeri arttığı için
yayıncılar boyuna katma mısralar ilâve etmişlerdi.
Kritikler, topladıkları bütün nüshaları büyük bir ihtimam ile
muhakeme ve mukayeseden geçirerek iki türlü tenkide lâyık mısralar
ayırmışlardır: 1) fazlalar «superflus» ki, gerçekten homerik olmakla
beraber lüzumsuz olarak ve yerinde olmıyarak epos'un başka bir yerinden
alınıp tekrarlanmışlardır; 2) piçler «bâtards» ki, rapsotların
veya yayıncıların katmalarıdır. Birçok parçaların, episotların uydurulup
karıştırılmış olduğu daha o zaman anlaşılmıştır.
İskenderiye kritikleri gerek fazla, gerek piç mısra veya parçaları
metinden çıkarıp atmazlardı, fakat onları birer kınama işareti ile
26/431
damgalarlardı: Obel'e (şişe) geçirirlerdi; fazlaların obeli (şişi)
yıldızlı (asterisque) olurdu.
27/431
Yalnız yıldız (asterisque) ise mükerrer olan mısralardan yerinde
olanları göstermek için kullanılırdı.
Kritikler fazla ve katmaları böylece şişledikten başka şerhlerinde
(Memoires et Commentaires) bunları bertaraf etmeği tavsiye
ederlerdi: Bu cezaya athetese denilirdi. Şişleme işinde Zenodotos çok
sert, Aristarkhos ise hükümlerinde mutedil davranırdı; daha sonra,
homerosçular, batard yerine interpole tabirini kullanmağa
başlamışlardı: Bunu dolma veya katma kelimesi ile naklediyoruz.
16. Zamanla eski Grek âleminde, bütün âdetler, zevkler, töreler
değişmişti; bu değişiklikler de homerik eposlar yeni yeni katmalar getirmişti.
Klâsik çağın Helenleri oyunlardan özlükle boksa büyük bir
rağbet göstermişlerdi. Bu iptilânın homerik çağda o derece yaygın olmadığına
hükmediliyor, ve bu hükme göre, (XVIII) rapsodide, iki
serseri arasında tasvir olunan boks yarışı baştan başa bir katma sayılmaktadır.
Bu parçada, homerik eserin sağlam kısımlarına nispetle,
hayretle karşılanacak birçok kelimeler, uygunsuz gramer ve nazım
şekilleri bulunduğu gibi homerik çağın ahlâk ve âdetlerine, eğlence ve
zevklerine uymıyan cihetler de pek çoktur. Divanhanenin ortasındaki
ocakta kebaplar kızartmak, keçi işkembelerinden kan ve içyağı ile doldurulmuş
sucuklar yapmak... Homeros'un destanlarını yarattığı Akhai
hanlarına yakışır şeyler değildi. Bütün bu aykırılıklardan da dolma
kısımlar seçilip ayrılabilmektedir.
Homerik eposlar klâsik Helenler için sanatla nazmedilmiş destanlardan
ibaret değildi. Yukarda da yazdığımız gibi, Helen çocuklarının
okumağı üzerlerinde öğrendikleri bu eserler, gençlik için ve
bütün Helen dünyası için, ilim, fen, hikmet, ahlâk ve fazilet kitapları
idi. Homeros zamanında kardeşler arasında evlenmelerin, özlükle han
sülâleleri içinde, ahlâka dokunur hiç bir şeyler yoktu; fakat klâsik Atina
çağında artık bu gibi hâdiseler fisk ve fücur sayılıyordu; kanun bu
birleşmeleri menetmişti. Bunun için eposlarda eski kardeş
izdivaçlarını hikâye eden yerler zamanla değiştirilmiş, yeni ahlâka uygun
şekillere sokulmuştu. Buna bir misal olarak, yedinci rapsodide,
Alkinoos hanla karısı Arete hatunun kardeş olduğunu tevil için
katılan yirmi mısralık dolma gösterilir (VII, 56-75).
Gitgide genişliyen bir kültür âlemi içinde dinlenen ve okunan,
daima ve her yerde beğenilen edebi bir sanat eserinin metni ne derece
donup kalmış da olsa, öyle donmuş bir halde saklanılmasına ne derece
gayret gösterilmiş de olsa, mütemadiyen değişegelen dinleyici
heyetlerinin zevki tesirinden büsbütün masun kalamazdı; çünkü yaşamak
için bu eserlerin beğenilmesi lâzımdı: Beğenen kütlelerin kültürü
gibi zevki de değişince metin de elbet değişmeğe mahkûm olur.
17. İskenderiye Kritiklerinin eline geçinceye kadar homerik
eposlar, anlatmış olduğumuz gibi, ozanlar ve rapsotlar tarafından temsil
ediledurmuştur. Bu artistlerin beğenilmek için ne gibi
değiştirmelere cüret gösterdiklerini düşünmeğe mahal vardır. Victor
Berard bu mühim psikolojik meselenin tahkiki için biricik mehaz
olarak lon adını taşıyan sokratik muhavere kitabını bulabilmiştir. Şu
satırları V. Berard'dan naklediyorum:
«lon memleket içinde turneler yapan bir aktördür, Epidaure
müsabakasmdan mükâfatı kazanmış, Panathenai (Panathenees)
müsabakasında da kazanmak niyetindedir. Bilindiği gibi; tyrannos
Peisistratos'tan beri (İ.Ö. VI. asrın ikinci yarısı), Atina kanunu bu
büyük bayramda homerik eposların baştan başa rapsotlar tarafından
ezber okunmasını emrediyordu. Lâkin bu yirmi yedi, yirmi sekiz bin
mısralık ezber kıraatin nasıl ve nerede organize edildiği eskilerden hiç
bir müellif tarafından anlatılmış değildir.
«Son derece kendini beğenmiş olan İon: — Gel de beni dinle,
Sokrates! Homeros'u nasıl başardığımı görürsün, diyor, ve yüksek
marifetlerini itirafta asla teredüt etmiyor. Epos'u kimsenin
29/431
kendisinden daha iyi anlamadığına kanidir: «Acıklı kısımlarda gözlerim
yaşla dolar; korkunç yerlerde ise başımda saçlarım diken diken
olur, yüreğime çarpıntı gelir.»
«Sokrates İon'dan soruyor: Epos'u inşat ederken, Odysseus'un
eşikten içeri atlayıp yavukluların önüne çıkageldiğini ve ayaklarına okları
saçtığını anlatırken veya Akhilleus'un Hektor üzerine atıldığını,
yahut Andromakhos'un, Hekybös'un, Priamos'un ümitsizliğini
söylerken, söyle bana, kendine tamamiyle hâkim misin?... yoksa
kendini kaybedip ruhunun heyecanı içinde, naklettiğin hâdiselere
kendini karıştırıp İthaka, Troia veya başka bir epik şehir ahalisinden
mi sanırsın?...
«— İyi bildiğim şu ki, bulunduğum sahneden beni dinliyenlere
bakarım: Göz yaşları, hayran bakışları, hattâ korkudan ürperdikleri
görünmeli, benim söylediklerimi karşılamalıdır. Onların üstünden bir
an bile gözlerimi ayırmağa gelmez: Onları ağlatırsam sonunda
paralarını alıp gülecek ben olurum; kendime güldürürsem bir mangırlarını
alamayıp ağlamak benim nasibim olur.»
Burada V. Berard, dolgun bir parça ele geçirmek kaygısını itiraf
eden aktörün sadâkat namusundan şüpheye düşüyor ve «rapsodun
kalbi, hususiyle bir grek kalbi olunca, metne sadakat veya parsadan
feragat arasında uzun boylu tereddüt etmezse mazurdur» diyor.
Ondan sonra, Berlioz'un bir yazısından mülhem olarak, homerizanların
dikkatini nadirlerin, daima şaheserleri ıslâh dâvasiyle bozmağa
cüretleri üzerine çeviriyor.
18. Vatanseverlik (patriotisme) gayretiyle vücuda gelmiş dolma
parçalar da mühim bir yer tutar. Vatanseverlik sahtekârlıkları zaman
uygunsuzluğu (anachronisme) delâletiyle meydana konulabilmektedir.
Bunların bazılarını daha İskenderiye Kritikleri farketmişlerdir. Ellerinde
bulunan nüshalardan birine Giritli nüsha (la Cretoise) diyorlardı;
30/431
Girit şehirlerinden birinin veya Girit federasyonunun kendi okulları
ve müsabakaları için tespit ettirdiği sanılan bu nüshada Girit şerefine
yapılmış katmalar vardır. XIX rapsodide Girit şöyle tasvir ediliyor:
«Şarap rengi engin deniz ortasında bir kara vardır, güzel olduğu
kadar zengin; burası Girit diyarıdır: Sayısız ahalisi ile, doksan şehri ile
[burada diller karışmıştır: Akhailar, Kydonlar, cesur Eteokretler, üç
boya ayrılan Dorlar ve tanrısal Pelasylar yan yana yaşarlar]; bu şehirler
arasında Knossos, Minös hanın başkenti vardır; her dokuz yılda
bir ulu Zeus, bu hükümdarı danışman olarak yanına çağırırdı.»
Platon bu parçayı almış iken köşeli kavisler arasına alınan üç
mısraı (175-177) zikretmiyor. Girit üzerinde, hemorik çağda, burada
sayılan kavimlerin toplanıp karışmış olmasına imkân verilmiyor. Bu
etnografik tablo klâsik Grek çağını aksettirir; yoksa Minos'un ve
İdomene'nin Girit'i Dorların istilâsından evveldi... Bu dolma'yı ispat
edecek bir de gramer delâleti vardır: Bu üç mısradan sonra gelen mısraın
başında bunlar arasmda demek olan (tesi d'eni) sözleri gelir ki,
buradaki zamirin üç mısra evvel sayılan kavimlere (şehirlere) raci olmasına
gramer kaidesi müsait değildir. (Vic. Ber. L'Odyssee
d'Homere, s. 150-151).
19. İskenderiye kritikleri Kıbrıslı (la Chypriote) dedikleri başka
bir nüshada Kıbrıs şerefine de ilâve edilmiş bir parça bulmuşlardır
(XVII Raps.). Fakat vatanseverlik dolmalarının en meşhuru
Odysseus'un yayına menşe gösterilen Messenia'ya ait olan parçadır:
13-41 inci mısralar (XXI Raps.):
«Lakedaimon'da yolculuk ederken, bir gün, Odysseus bu
armağanı Evrytos oğullarından tanrılara benzer İphi'os'tan almıştı.
«İkisi, Messenia'da, uslu akıllı Orsilakhos'un yanında birbirine
rastgelmişlerdi: Odysseus bu budunun kendi kavmine olan bir
31/431
borcunu istemeğe gelmişti: Messenialılar İthaka'dan, çobanlariyle
birlikte, üç yüz koyun gasbedip kürekli gemileriyle götürmüşlerdi.
Odysseus, çok genç olmakla beraber, elçi olarak bu uzak seferi yapmıştı;
onu babası ve öbür ulular seçip yollamışlardı. İphitos ise kaybolan
kısraklarını arıyordu: On iki kısraktı, altlarında çalışacak çağa
gelmiş katır tayları da vardı. Bunlar helakine sebep olmuştu, yazık!
Büyük işler başarıcısı, Zeus oğlu Herakles'in yanına gittiği gün! Öz
evinde, tanrılardan korkmadan, konukluk sofrası hakkına saygı
göstermeden, bu konuğu ağırlarken, akılsız Herakles tepeleyip sert
duynaklı kısrakları almıştı.
«İphitos Messenia'da Odysseus'a rastgeldiği zaman bu kısrakları
istemeğe gelmişti: Büyük Evrytos'un vaktiyle kullanmış ve ölünce yüksek
tavanlı evinde oğluna bırakmış olduğu yayı Odysseus'a hediye etmiş,
ve ondan, karşılık olarak, ucu hançerli sağlam bir mızrak almıştı.
O gün ikisi birbiriyle en dost iki konuk hukuku ile bağlanmışlardı.
Aralarında sofra töreni olmamıştı, çünkü buna vakit bulmadan evvel
Zeus oğlu (Herakles), Evrytos'un tanrılara benziyen oğlunu, İphitos'u,
öldürmüştü. Bunun için Odysseus hiç bir zaman, kara tekneler üzerinde
sefere çıkarken İphitos'un hediyesi olan yayı yanına almazdı: Hep
konağında saklar, yalnız kendi adasında taşırdı.»
Victor Berard diyor ki, bu yirmi dokuz mısrada anakronisma (zaman
uygunsuzluğu) teşkil etmiyen tek kelime yoktur:
1) Messenia Lakedaimon şehri olarak gösterilmiş; o halde, bu
parça Messenia İspartalılara geçtikten, yani Homeros'tan en aşağı 150
yıl sonra yazılmıştır.
2) Messene hanı Orsilakhos'un oğlu, Telemakhos ile Nestor oğlu
Peisistratos'u konuklamıştı (III ve XV Raps.); lâkin bu mevsuk
parçada bahsedilen şehir Alpha suyu kenarındaki Pheres'tir,
Messenia'daki Pheres değildir.
32/431
3) Messenialılar Dorlardandır; homerik eposlarda bu kabileler
hiç anılmaz; bunların yanına Odysseus elçi gönderiliyor ki, bu da,
Atina'nın demokrat çağına yakışır. Bu episodun menşeini anlamak için
ise, İliada'da Nestor'un Elide'deki baba borcunu anlatışını okumak
kâfidir.
4) Odysseus'un Messenia'da rastgeldiği İphitos, Herakles'in
elinde ölüyor; böylece Odysseus ile Herakles aynı çağda yaşamış insanlar
oluyor! Halbuki Herakles Pylos'u kuşatmağa ve bozmağa gittiği
zaman ihtiyar Nestor meme emen bir çocuktu!
Bundan başka, bu katma, bütün mısraları Homerik eposun şurasından
burasından alınarak düzülmüş bir kenton, bir (pastiş)'tir.»
EPOSLARIN BÖLÜMLERE AYRILMASI
20. Asırlardan beri okunagelmekte olan İliada (İlias) ile Odise
(Odysseia) yirmi dörder bölüme ayrılmıştır; bu bölümler, alfa'dan
omega'ya kadar, grek alfabesinin harfleriyle sayılmakta, harflerin majüskül
şekilleri İlyada'nın, minüskülleri ise Odise'nin bölümlerine verilmektedir.
Alfabe harflerine dayanan bu bölümleme İ.Ö. 400 senelerinden
daha eski olamaz, çünkü grek alfabesinin harfleri, en eski çağda
20 iken daha sonra 22'ye çıkarılmış ve ancak Atina arhont'u Euklides
zamanında (İ.Ö. 403) resmileşen İonia alfabesinin harfleri tamamlanarak
24'e baliğ olmuştur. Buna göre, Eposların metni, yasakuran
Solon veya Tyrannos Peisistratos zamanında (İ.Ö. VI. asır) tespit edilirken
harflere dayanan taksimi görmemişti; Sokrates (İ. Ö. V. asır) ve
Perikles (İ.Ö. 499-429) devirlerinde de bu taksim yoktu. Bu bölümlemeyi
İskenderiye Kritiklerine, Aristarkhos okuluna atfederler; ve bu
okulun Eposlar üzerinde yaptığı en devamlı tadil ve tesir de bu
olmuştur. Roma'ya ve onun vasıtasiyle Avrupa'ya eposlar bu bölümleme
ile geçmiştir; yalnız Helenler bölümlere harf isimleri verdikleri
veya birinci, ikinci, üçüncü... rapsodi dedikleri halde lâtinler kitap
33/431
(libri) adını vermişler; Fransızlar ve başka Avrupa milletleri ise
bunlara chant (yır) demişlerdir.
Eposların alfabe harflerine taksimi her cihetten karanlıkta
kalmıştır. Mısra sayısı bakımından bir yeknesaklık göstermekten uzak
oldukları gibi başlam ve bitimlerinde de konu ile organik bir münasebet
pek görülmemektedir. Meselâ Odysseia'nın altıncı (z, zeta) rapsodisinde
ancak 331 mısra var iken, dördüncü (d, delta) rapsodisinde 847
mısra vardır, yani bu rapsodi berikinin üç katına yakın büyüklüktedir.
Öte yandan ise, sekizinci (the, theta) rapsodisi Alkinoos'un bir sualiyle
kesiliyor, ve dokuzuncu (ı, iota) rapsodisi Odysseus'un bu suale verdiği
cevapla başlıyor. On ikinci ile on üçüncü rapsodilerde de böyle,
rastgele, bir kesiliş ve başlayış görülmektedir.
Böyle olmakla beraber, gerek 24 kısma bölümleme sisteminde ve
gerek bir bölümü sualle kesip öbürünü cevapla başlamada Lâtinler bir
sanat eseri görmüşlerdir: Vergilius, Eneid'inde tam homerik eposların
inşa usullerini ve bölümleme özlüklerini taklit etmiştir; ancak kendi
eserini, 24 yerine, 12 libri'ye (kitaba) ayırmıştır.
21. Homerik eposların harf isimleriyle bölümlere taksiminde en
birinci sebep olarak, Victor Berard, bir naşirlik kolaylığı görmektedir:
iskenderiye kitap sarayı homerik eposların en büyük naşiri idi; bu kurumun
müdürlüğünü de yapan kritikler metinleri tomar tomar ayırmada
ve bunlara bir sıra numarası makamında bir harf ismi vermede
büyük bir tanzim sühuleti buluyorlardı. Haşiyelerinde de hükümlerini
not etmeğe bu bölümleme pek müsaitti; şimdi, hâlâ, delta 260 gibi bir
nottan derhal ve yanılmaksızın, Odysseia'nın dördüncü rapsodisinin
260 ıncı mısraından bahsedildiğini anlarız. işte, iki epostan her birinin
24 tomara ayrılıp bunlara alfabe harflerinin sıra numarası olarak verilmesinden
pratik bu gibi faydalar ele geçmekteydi.
34/431
22. Bununla beraber, eposlarda menkabe'lere (episot' lara) dayanan
eski bir bölümleme de vardı.
iskenderiye okulundan çok evvel, Atina'da, homerik eserlerin
birçok başlıklar altında episotlara ayrıldığı biliniyordu. Herodot'ta (II.
116), Platon'da (Republ. X 614),
Kratylos (428), Hippias Minör (364, 539), Aristo'da (Poet. 16 ve
24) bu menkabelerden bahsedilmektedir. Haşiyelerden, Elien ve
Eustatos'tan Victor Berard bu menkabeleri rapsodi başlıklarında
gösteren listeyi tamamlayıp neşrediyor.
23. Menkabe başlıklarının alfabe harfleri taksiminden önce
olduğu tahkik edilmiştir; Victor Berard bu ciheti pek güzel meydana
koyuyor: Herodot'ta Diomed'in erdemlik işleri menkabesinden olmak
üzere alınmış görülen mısralar (iliada V. rapsodi) bugünkü metinlerde
Hektor ile Andromakhos muhaveresi (İliada VI. rapsodi) başlığı
altında bulunmaktadır.
Başka bir yandan ise alfabe harfleri taksiminde menkabe
başlığındaki ilk kelimenin esas tutulduğu görülmektedir. Meselâ Aiolos
katında başlığı altındaki rapsodi (Odysseia X: k) Aiolien d'es neson
aphikometha entha d'enaien. «Aioliye adasına ulaştık; orada otururdu...
» mısraı ile başlar; bu da gösteriyor ki, eskiden beri mevcut
olan Ailos katında başlığı için, kısımlara ayıranlar, metni parçalamada
bu başlığın ilk kelimesinden başka esas aramamışlardır. Hakikatte ise
bu menkabenin başı altı mısra evvel gelir:
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez...
Odysseia'da bir günün maceraları anlatılırken hep bu mısra
tekrarlanır veya buna benzer bir iki formül kullanılır. İskenderiye filologları
alfabe harfleri taksiminde bu münasebetleri gözetmemişlerdi;
bu yüzden metnin parçalanmasında büyük münasebetsizlikler göze
35/431
çarpar. Meselâ Odysseus'un Fayakeli'nden ayrılışı rapsodisi (Odysseia
XVIII: «n»)... «Böyle dedi... » sözleriyle başlar. Victor Berard, haklı
olarak, soruyor: «Nakleden, on ikinci rapsodinin sonunda, hikâyesini
kesip (Böyle dedi... ) diye yeni bir hikâyeye başlamış olsa, konuya
nasıl intikal edebilir?.
Bütün bu sakat tertipler meydana koyuyor ki, eposlarda en eski
olarak bir episot (menkabe) bölümlenmesi vardı, fakat her episot ayrı
ayrı yazılıp tespit edilmiş değildi; bu yüzden, İskenderiye kritikleri
harf bölümlenmesini yaparken episotların başlam ve bitimlerini
ayırdedlp belirtmeğe dikkat etmemişlerdi.
24. Episotların, konu bakımından, birbirine yakın ve bağlı olanlarla
birbirlerinden uzak ve aykırı düşenleri ayrıca dikkati çekmiştir.
Bir yandan da episotların uzunluğuna, onları hikâye etmek için kullanılmış
olan mısraların sayısına bakılmış, ve konu bakımından
birbirlerine bağlı görünenler arasında uzunluk tenasübü de bulunmuştur.
Bu tetkikler neticesinde daha ondokuzuncu asır münekkitleri
Odysseia'yı üç eserden, üç dramdan terkip edilmiş sayıyorlardı. Victor
Berard da bu görüşe iştirak ediyor.
Odysseia'yı terkip eden üç esere: 1) Telemakhos gurbette, 2)
Odysseus'un Alkinoos katında anlattıkları, 3) Odysseus'un intikamı
isimleri verilmektedir. Birinci isim eskiden beri malûm olan Telemakhos
apodemia başlığından çıkmıştır; bunu fransızcaya Le Depart de
Telemaque diye tercüme etmişler iken beğenilmiyerek Le voyage de
Telemaque şekli daha münasip görülmüştür. Lâkin gr. apodemia kelimesinden
anlaşılan mâna ne fr. depart «gidiş» ne de voyage «yolculuk,
seyahat» tir. Bizde vatan mefhumu ile karşılanan bir gurbet kelimesi,
vardır ki, apodemia'yı tastamam karşılar. Eskiden, türkçede,
vatanından cüdâ düşenleri anlatmak için elkin kelimesi vardı: Esef
olunur ki, bu güzel türkçe kelime arapça garip kelimesine yerini
36/431
bırakarak çekilmiştir; yoksa (Telemakhos'un elkinliği) tastamam
telemahu apodemia'nın tercümesi olurdu... Ondokuzuncu asır
münekkitlerinin kullanmış olduğu Telemachie kelimesi ise, bizim eski
edebiyatımızdaki name'li şekilde bir terkip ile tercüme edilebilir:
İskendername, Kabusname, Hamzaname gibi Telemakhosname
denilebilir; Odysseia da Odysseusname ile tercüme edilebilir.
25. «Telemakhos gurbette» piyesi, yalnız dönüş episodunu havi
olsaydı, gene dünya edebiyatının anıtlarından biri olurdu: Şark ve
özlükle Mısır betiklerinin grek kültürü üzerinde, doğrudan doğruya,
homerik çağlardan başlıyarak derin bir nüfuz yürütmüş olduğunun söz
götürmez ispatını burada buluyoruz.» (L'Odyssee d'Homere, s.
249-261).
Telemakhos gurbette veya Telemakhosname dramında, isterseniz
piyesinde, ilk «münşi» nin bulundurduğu sahnelerin şu
episot'lardan teşekkül ettiğine hükmedilmektedir: 1) İthaka'lıların
derneği (İkinci rapsodi), 2) Pylos'ta (Üçüncü rapsodi), 3)
Lakedaimon'da (Dördüncü rapsodi), 4) Telemakhos'un dönüşü (XV
1-67, IV 312-619, XV 75300).
Bu kısımların mısraları birer birer tetkik ve tenkit edildikten
sonra her birinin 400 kadar sağlam, mevsuk mısradan yaratılmış
olduğu anlaşılmıştır ve bu kıraatlar bir ozanın yorulmadan en çok okuyabileceği
uzunlukta sayılmıştır.
Victor Berard bu parçanın, herhalde, büyük «münşi» den,
Homeros'tan başka biri tarafından vücuda getirilmiş olduğuna
hükmediyor. Bu parçanın da anlatışında, muhaverelerinde, tasvirlerinde
hoş, akıcı bir kolaylık ve aydınlık vardır; fakat Alkinoos katında
Odysseus'un anlattıkları kuvvetinde, ve usta vecizliğinde bir eser
37/431
değildir; hattâ bazı yerlerde gevezelik denilecek derecede bir lâf bolluğu
da gösterir.
Bu parçanın en mühim kısmı Telemakhos'un dönüşü
rapsodisidir.
26. İkinci piyes Alkinoos katında Odysseus'un anlattıkları başlığı
altına girebilen rapsodilerden teşkil edilmektedir; Odysseia'nın her
bakımdan en mühim kısmı budur. Bu kısma giren episotların tenkitten
geçmiş sağlam mısraları 250 ile 280 arasındadır ki, bir ozanın
ferah ferah bir nöbette okuyabileceği uzunlukta sayılmaktadır. Bu episotlar
şunlardır:
1) Kalypso'nun Mağarası, 2) Odysseus'un Sah, 3) Odysseus'un
Faiakeli'ne Ulaşması, 4) Odysseus'un Alkinoos Katına Girmesi, 5)
Kikonlar ve Lotophagoslar, 6) Kyklop, 7) Aiolos ve Laistrygonlar, 8)
Kirke, 9) Ölüleri Davet, 10) Sirenler, Kharybdis ve Skylla, 11) Güneşin
Sığırları.
Atina'nın Panathenai bayramlarında okunan metinlerde iki episot
daha vardı ki, sonradan katılmış doldurmalardan sayılmaktadır;
bu iki rapsodi de bize kadar intikal eden eserin metnine geçmiştir:
Phaiaklarda bayram, Tamuya (Cehenneme) iniş.
Odysseia'nın en nefis, en kusursuz kısmı budur. Homeros'un öz
eseri de bu olsa gerek. Victor Berard bu kısım için:
«Odysseus'un anlattıkları kısmını teşkil eden bu onbir episot,
ister ayrı ayrı alınsın, ister hepsi arka arkaya konulsun, Grek dehasının,
ihtimal, en kusursuz eserleridir. Nokta nokta, tel tel, muayene
edebilirsiniz: Bu edebî dokumanın ne argacında ne atkısında en küçük
bir sakatlığı, bir zayıf yeri bulamazsınız; her tarafından malzemenin
aynı yüksek cinsi, sanatın aynı ustalıkla kullanılmış en incesi ve en
kuvvetlisi.» dedikten ve ona, fransızcada, ancak Rasin'in en
38/431
mükemmel tragedilerini yaklaştırmak mümkün olacağını söyledikten
sonra şu hükümleri ilâve ediyor:
«Plân ve inşa, bütün ve cüzüler, esas ve şekil, lisan ve nazım, kelimeler
ve cümleler, muhavereler ve tasvirler, hasılı her şey, bu kuvvet
ve sihir, sadelik ve asillik, heyecan ve belâgat, tedehhüş ve tebessüm
eserinde her şey, kemale hizmet etmekte; her asrın insanı bunda
kendini arar ve bulur.»
27. Üçüncü dram Odysseus'un intikamı'dır ki, vasati 370-380
mısralık on episot'tan oluşmuştur; bunların dokuzu mevsuk, Yumruk
döğüşü (391 mıs.) dolma sayılmaktadır. Uzunluk bakımından bu episotlar
Telemakhosname' nin sahneleriyle bir yakınlık gösterir; ve sanat
bakımından da ancak o ayardadır.
Alkinoos katındaki hikâyeler ile intikam sahneleri arasında
aralıksız bir bağlanış vardır, fakat kritikler intikamı ayrı, herhalde çok
eski bir münşinin eseri saymaktadır. İhtimal bu eseri telif eden münşi
Homeros'un en yakın tilmizlerindendi. Her üç Epos'un eski şöhreti o
derece birdi ki, Atina nüshasında birbirinden ayırt edilmemekte,
birbirine sıkı sıkıya bağlanmaktaydı.
Küçük bir analizini verdiğimiz üç dram, eserin 24 rapsodisini
dolduramamaktadır. Birinci rapsodi bir prolog, bir açılış: Peşrev
(ouverture) niteliğinde olduğu gibi sondan bir buçuk rapsodi de bitiş
(final) gibi düzenlenerek eklenmiştir. Katma ve dolmaların en kabaları
ve en biçimsizleri de bu iki parçadadır. Açılışın başındaki dua (Müz'e
yakarış) ile Tanrılar derneği (87 mısra) halis homerik kuvvettedir.
Bunun Alkinoos katındaki hikâyelere bir açılış olarak yazılmış
olduğuna hükmediliyor. Duayı teşkil eden on mısra başlanan eserin
bütün programını içine almaktadır:
39/431
«Söyle bana, Musa, o çok görgülü eri ki, Troya'nın kutsal kalesini
alıp talan ettikten sonra, bunca zamanlar dolaşmış durmuş, bunca
insanların illerini görüp törelerinin ruhunu anlamış; engin deniz üzerinde,
kendi canı ve yarenlerinin sılası için, candan gönülden çabalayıp,
bunca mihnetler çekmiş; ama bu kadar emeği boşa gitmiş, tayfalarını
kurtaramamışti; onlar kendi taşkınlıkları yüzünden helâk oldular:
Akılsızlar Hyperionoğlu Güneş tanrının sığırlarını yiyip bitirdiler,
bunun üzerine o da onları sıla gününden mahrum etti. Zeus kızı tanrıça,
bu olup bitenlerden anlat bize de.»
Bu duada anılan işler Odysseus'un, Troia kalesinin tahrip ve
talanından sonra, engin deniz üzerinde dolaşırken başına gelen maceraları
tahdit etmektedir; son episot ta Güneş tanrının sığırlârına
akılsız ve serkeş tayfanın ettiği tecavüz ve bu yüzden helâk olup
sılaya kavuşamamalarıdır.
Duayı takip eden Tanrılar derneği de homerik bir ustalıkla
başlıyor. 87'nci mısraa kadar devam eden bu kısım menşede,
Kalypso'nun mağarasına götürürdü. Ancak, başka bir münşinin eseri
olan Telemakhosname'yi Epos deyresine sokmak için, birinci rapsodinin
87'nci mısradan sonra gelen kısımları uydurulmuştur. Katma
ve dolma olduğu en sathi bir kritikle anlaşılmaktadır.
Telemakhosname'nin İonia'da hüküm sürmüş olan Neleus hanedanına
cemile olmak üzere yaratılmış olduğuna hükmedilmektedir. Bunca
Neleitlerin ulu atası Pylos hanı ihtiyar Nestor ile oğlu Peisistratos terennüm
edilmekte, Nestor hanların en âdili ve en bahtiyarı tasvir olunmaktadır:
«Eşinden yana mutlu, evlâtlarından yana mutlu!»
Helena gibi gönlü hafif bir kadının kocası olan ve kendisine
meşru bir oğul bile kısmet olmayan bedbaht Menelaos, derinden gıpta
ederek, Nestor'u böyle övmektedir. Telemakhosname'nin, sanat ve
sahne uzunlukları bakımından, az yukarda verdiğimiz vasıflarından
40/431
başka şu mülahazalar da itibare alınırsa bu dramın Homeros elinden
çıkmadığı bir kere daha teeyyüt eder. Hele bu açılış kısmını teşkil eden
birinci rapsodi Telemakhosname'nin en fena kısmıdır.
«İskenderiye kritikleri için Odysseia XXIII'üncü rapsodinin
246'ncı mısraında biterdi. Haşiyeler (Scholies) Bizanslı Ariştophanes
ile Aristarkhos'un bu mısrada Odysseia'yı kestiklerini bildirmektedir.
Bir Viyana yazması, bu mahalde, dört yuvarlak nokta ve Odysseia'nın
sonu sözlerini taşımaktadır.» (Vic. Ber. L'Odyssee d'Homere, s. 341).
Yirmi üçüncü rapsodinin kalan kısmı (76 mısra) tamamiyle lü-
zumsuz, fena düzenlenmiş bir hülâsayı ihtiva eder ki, Aristarkhos bile
onu kınama şişi (obel) ile karalardı. Yirmi dördüncü rapsodi ise Ölüler
diyarında episodunun en kötü taklidi bir pastişten ibarettir.
28. Bergama gramercileri. — Büyük İskender'in bir generali,
Ptolemaios (Batlamyos), Mısır'da İskenderiye Kitap sarayını kurduğu
gibi başka bir generali Attalos (Attale) de Bergama kütüphane ve
üniversitesini kurmuş, bu Küçük Asya şehrini sanatlar merkezi haline
getirmiştir. İskenderiye'nin parlak devrinden sonra Bergama'da en
şaşaalı bir çağ başlayıp üç asır (İ. Ö. II. İ. S. I. asır) kadar sürmüştür.
Bergama üniversitesi bütün küçük Asya'ya, Roma'ya ve bütün
Batı memleketlerine gramerciler ve belâgatçiler yetiştirirdi. Bu okulun
homerosçuları kendilerini hakikî Helenlerden sayarlar,
İskenderiye'nin Helenleşmişlerinden ayırırlardı. Bunların en meşhuru
Malloslu Krates'tir. Bergama gramercileri, başta Krates olmak üzere,
İskenderiye kritiklerinin bütün tenkitlerine itiraz ettiler. İonia'dan,
Atina'dan ve bütün Grekeli'nden gelen nüshaların hemen bütün dolma
ve katmalarını sakladılar ve mevsuk kısımlardan farksız saydılar Vulgate
denilen tradisiyonel metin bu Bergama okulundan Roma'ya ve
buradan bütün Avrupa'ya intikal etmiştir. Strabon İskenderiye kritiklerine
İhtiyarlar, Bergama gramercilerine Gençler diyor; Garpta
41/431
homerik eposların bütün fazla ve piç kısımlariyle yayılıp beğenilmesine
Bergama okulu sebep olmuştur.
29. Roma asırlarca Atina'nın, İskenderiye ve Bergamanın
kültürel nüfuzu altında kalmış, lâtince gitgide grekçenin seviyesine
yükselmişti. Homerik metinler Roma'ya, İskenderiye'nin 24 harf taksimiyle,
Bergama'dan geçmişti. Artık burada fazla veya piç mısralar,
katma veya dolma parçalar yoktu; hepsi homerik tanılırdı. Ancak
İskenderiye'den beri homerik eposların esaslı vasıfları ihmal olunmaya
başlamıştı: kulak için yaratılmış ve asırlarca İonia'da ve büyük
Grekeli'nde hep inşat edilegelmiş olan eposlar göz için yazılmış okuma
kitapları olmuştu. Vergilius Bergama'dan, Krates'ten aldığı Homeros'u
taklit etmişti. İona'nın hakikî Homerosunu tanımamıştı; ve bütün
Batı onu anlamaktan uzak kalmıştı. O derece ki, Vergilius epopesi
(Eneide) homerik eposların küçük kardeşi sayılırdı, ve bu toy şair
ağabeysini unutturabiliyordu.
Bizans hristiyanlığı payen eposların pek de rağbet göreceği bir
muhit değildi; fakat homerik metinler yüksek edebiyat konuları
arasına girerdi. Bizans'ta yetişen en meşhur homerosçu simalar: (İ. S.)
Dokuzuncu ve onuncu asırda patrik Photius (Bibliotheque de Photius),
Suidas (Lexique: Lügatçe), onikinci asırda J. Tzetzes (Exegese: tefsir)
ve meşhur bir haşiye bırakan Selanik episkoposu Eustathes'tir;
bunların etkisiyle Bizans'ta homerik eposlar gençliğin terbiye ve tahsilinde
yüksek bir yer kazanabilmişti. Fakat Bizans haşiyecilerinde tenkit
ruhu ve büyük bir edebi zevk yoktu; eskilerin teorilerini hülâsa ve
bol bol haşiyelerini kopya etmekten başka bir şey yapamamışlardı;
Bergama gramercilerini körü körüne takip ediyorlardı.
İtalyan renaissance'ına (İ. S. ondördüncü asra) kadar Avrupa'da
homerik eposlar rağbetten düşmüştü. Petrarca (1304-1374) ve Poggio
(1380-1451) gibi büyük hümanistler İtalya'da Homeros'un
42/431
mütalâasına mühim bir yer temin ettiler; bu hareketin merkezi Floransa
idi; daha sonra Venedik ikinci bir hümanizm merkezi oldu; fakat
bu hareketlerde hakikî Homeros'a nüfuz edilemiyor, İskenderiye
kritiklerinin kılavuzluğundan bile uzak kalınıyordu: hâlâ Vergilius ile
Homeros münakaşası devam ediyor; bunlardan hangisinin daha
büyük şair olduğu kestirilemiyordu! İtalya renaissance'ının en nafiz
filologu Skaliger (1484-1558) olmuştur; eposların menşeini ve telif
seyrini bu âlim Avrupa'da ilk olarak araştırmaya başlamıştır.
30. Avrupa'da yeni düşünüş ve filozofi metodları İngiliz Bacon
(1561-1625) ve Fransız Descartes (1596-1650) ile başlar. Teknik
(kritik) ruhu ile Homeros'un mütalâası da bu devirde zuhura gelir.
«Yüksek homerik kritiğin kurucusu» namını alan Fransız rahip Fr.
Hedelin'in İliada üzerine akademik oranlamalar veya muhakemeli tenkit
(Conjectures academiques ou Dissertation sur l'İliade) namiyle
yazdığı eser İliada ile Odysseia'nın, her biri ayrı olarak inşat edilmek
üzere, bir arada derlenmiş birkaç kısımdan (cantiques) oluşmuş
olduğunu ve Vergilius'un Eneid'i gibi tek konulu yekpare epopeler olmadığını
öğretiyordu.
İngiliz filologu R. Bentley (1661-1742) Remarks on the Discourse
of Free-Thinking (Serbest düşünüş üzerine mülâhazalar) ismindeki eseri
ile (1713'te) homerik metinlerin harf tenkidini kurup eski Atina'da
bile mevcudiyeti unutulmuş olan digamma harfinin eski varlığını meydana
koyuyor: bu harf lâtin alfabesinin F harfini karşılamak üzere eski
grek alfabesinde mevcuttu. Bentley'in bu keşfi bir deha eseridir ve
İskenderiye kritiklerine bile müyesser olmıyan bir nüfuz ile homerik
metinlerin mütalâasına meydan açmıştır.
Onsekizinci asırda Avrupa baştan başa tecrübe, müşahede,
araştırma metodlarına atılıp çalışmaktadır. Ortaçağın medrese haşiyeciliğine
(skolastiğine) harp ilân edilerek (bilim) yeniden
43/431
kurulmaktadır. Her eski bilgiye karşı şüphe esas oluyor. Artık homerik
eposların da Bergama'dan Roma yoliyle yayılmış olan Vulgate (anane
nüshası) zihinleri tatmin etmiyor, başka başka yazma nüshalar
araştırılıp bulunuyor, metinlerin tenkidine girişiliyor, yeni Avrupa
kritikleri zuhur ediyor, yeni basımlar vücuda getiriliyor.
Onsekizinci asırda ilk olarak tarih prensiplerini tenkit üzerine
kurup felsefesini yapan İtalyan Jean Baptiste Vico'dur (1668-1744).
Homeros'un yaşayıp İliada ile Odysseia'yı yazmış olduğundan en önce
şüphe eden ve şüphesini Avrupa'ya kabul ettiren de Vico'dur. Fransız
düşünürü Jean-Jacques Rousseau az sonra (1750) Tabiatın esaslı iyilik
ve güzelliğini prensip olarak alan meşhur optimist nazariyesini yaymaya
başlamıştı. İlk keşif ve tetkik seyahatleri, fransız Bougainville ve
ingiliz Cook tarafından yapılıyor ve bu seyahatlerden ilkel kavimler
(özlükle Tahiti ahalisi) üzerine toplanan bilgiler Rousseau'yu,
Diderot'yu tabiatçi optimizmlerinde cesaretlendiriyordu İnsanların
ilkel bir şiir çağı (age poetique) geçirdiği tarihsel bir prensip haline
konuyordu.
İskoçyalı Macpherson da bu sırada (1760) İskoçya'nın üçüncü
asır ozanı Ossian'a atfen epik şiirler neşretmiş, ilkel kavimlerin şiir
çağı nazariyesine, sahte de olsa, Bougainville seyahatinin neticeleriyle
kuvvetlenen bir tanıklık getirmiş bulunuyordu.
Homeros'un varlığı yeni bir yazma nüshasının keşfi üzerine halli
büsbütün çatallaşan bir mesele halini aldı: Bu nüshayı Fransız filologu
Villoison (G. d'Ansse de Villoison) Venedik kütüphanesinde bulmuştu
(1778-1779); bu nüsha Venetüs A. namiyle şöhret bulmuştur; kenarlarında
İskenderiye kritiklerinin tenkit işaretleri ve bu işaretleri izah
eden haşiyeler (scholies) vardır. Villoison «bu Homer bütün antik
çağın Homeros Variorum'udur» diye yazmıştı. Venetus A.
nüshasından çıkarılan hüküm şu olmuştur: «Vulgate denilen anane
44/431
nüshası nice nesillerin üst üste yığdığı epos alüviyonlarından, her
tariften ve her menşeden gelme parçalardan oluşmuştur; bu eserde
şahsî müellif yoktur.» İşte bu yanlış hüküm bütün ondokuzuncu as-
ırda hükmünü sürmüştür.
31. Ondokuzuncu asırda Alman filologu Fr. Auguste Wolf'un
Prolegomena ad Homerum (1795) ismindeki eseri okul yapmıştır: İliada
ile Odysseia'nın muhtelif tarih ve menşeden derlenme parçalardan
oluştuğu ve Homeros'un yaşamamış olduğu fikirleri Almanya'da ve
bütün Avrupa'da yayılmıştır; fakat bu kritik okula mukabil Homeros'a
inanan ve onu eposların biricik şairi sayan bir estetik okulu da vardı.
Kritikler 1890 tarihine kadar galip mevkide kalmışlardır: Bu tarihten
sonra bir çok papiros yazmaları (papyri) ele geçip tetkik ediliyor;
başka bir yandan da Alman Schliemann Troia harabelerini
(Çanakkale-Hisarlık mevkiinde) keşfediyor. Mycqnes ve Tyrinthe de
kazılar yaparak eski Akhai hanlarının konaklarını meydana koyuyor;
İngiliz Evans da Girit'te, Kandya yakınında Knossos harabelerini
keşfederek Minos sarayını olduğu gibi yerin içinden çıkarıyordu.
Bu yeni filolojik ve arkeolojik keşifler Homeros meselesini hemen
bütün gerçekliğiyle halle hizmet etti. Victor Berard diyor ki:
«1890'da J. van Leeuwenn'in Homerei Wolf Ortodoksluğu (taassubu!)
okulunun ilmihali gibiydi: kritiklerin kilisesi bu dine salik olanlardan
Homeros'u inkâr ve iki eposun kardeşliğini ve her birinin vahdetini
reddetmesini istiyordu... 1920'de aynı J. Van Leeuwenn'in
Homere'i yeni estetik okulunun mecellesi gibi olmuştu: artık ispat
olunup inanılıyordu ki, Homeros yaşamış ve yazmıştır; İlias ile Odysseia
adlariyle bize kadar intikal eden eposları, bugün tespit edilebilen
sanat kaideleriyle inşa etmiştir; hepsi onun değildir, lâkin, o olmasaydı
bu eserler bugünkü heyetleriyle mevcut olmıyacaktı.
45/431
«Şüphe ve inkâr 1890'da homerosçunun ilk vazifesiydi; iman ve
sevgi, 1920'de, bizi Münşi'ye götürecek biricik yol olmuştur.»
TERCÜMELER VE BİZİM TERCÜME
Homerik eposlar, eski yeni, bütün dillere çevrilmiştir. Victor
Berard'a kadar bu tercümelerde Vulgate denilen anane nüshası esas
tutulmuştur ki, Bergama gramercilerinden gelen bu nüshada bütün
dolma ve katma parçalar olduğu gibi saklanmıştır. Yalnız V. Berard
İskenderiye Kritiklerinin şerh ve haşiyelerine ve ondokuzuncu asırda
keşfolunan papyri yazmalarına dayanan temyiz ve tenkitlere göre
çalışarak, İskenderiye kritiklerinin fazla superflus ve piç bâtards dediği
dolma ve katma kısımları ayırarak göstermiştir. Katmaları kroşeler
arasına almış, fazlaları da sayfaların altına atmıştır. Victor Berard
orijinal eposların kulak için yaratılmış sahne eserleri olduğunu meydana
koyarak tecrümesini bu nitelikte bir dramlar derneği haline
koymuştur. Kendisini, dolma ve katma kısımları kroşeler arasına almak
veya metinden çıkarmak usulünde takip ettim; ancak dramların
başlam ve bitimlerini tayinde, ananeyi bozmamak için, ondan
ayrılarak Vulgate nüshasının sırasından ayrılmadım.
Asıl tercümeye gelince, bir çok bakımdan, elimizdeki tercümelerin
hepsinden ayrılmak ihtiyacını hissettim. Bunun sebeplerini vermek
için bir misal ile meseleyi aydınlatayım. Gelişi güzel kitabı açıyorum:
sekizinci rapsodi çıktı: Phaiaklarda kabul toplantısı episodu. Bu
rapsodiye Mme Dacier şöyle başlar:
«L'Aurora avait â peine annonce le jour, que le roi Alcinoüs se
leva. Ulysse ne fut pas moins diligent.»
Bu üç mısralık metnin tercümesi Leconte de Lisle'de şöyledir:
46/431
«Quand Eos aux doigts roses, nee au matin, apparut, la Force
sacree d'Alkinoos se leva de son lit, et le devastateur de citadelles, le
divin et subtil Odysseus, se leva aussi.»
Victor Berard ise aynı üç mısraı şöyle tercüme etmiş: «Dans
son berceau de brume, aussitot qu'apparut l'Aurore aux doigts de
roses, Sa Force et Saintete le roi Alkinoos s'elança de son lit, et le pilleur
de Troie, le rejeton des dieux, Ulysse se leva... »
Odysseia'nın fransızca tercümeleri pek çoktur, fakat en meşhurları
olmak üzere, bu üçünden misal almak, tercüme meselesini aydınlatmaya
kâfidir, sanırım.
Benim elimde bunlardan başka aynı eposun yeni grekçeye Konstantinides
tarafından tercümesi de vardır; lâkin okuyucuların çoğu
için grekçe tercümeden istifade tasavvur etmediğimden ondan
nümune getirmeye lüzum görmüyorum. En son olarak, T. Dil Kurumunun
gramer kolunda, Kurum hesabına Bay Pavlaki'nin yapmış
olduğu analitik tercüme fişleri vardır; bunlardan da, aynı üç mısraın
Türkçe tercümesini alıyorum:
«Gül parmaklı şafak kızı Sabahat da doğunca, birdenbire,
dinç ve kuvvetli Alkinoos yataktan fırladı, derhal, şar fatihi asil Odisya
da kalkıverdi.»
Bu dört tercümeye bakılınca, evvelâ kendi aralarında bir alay
farklar görülür, ve bundan hiç birinin aslına tastamam uygun olmadığı
anlaşılır; bizim için en ziyade önemli olan nokta, aslın başka bir dile,
özlükle Türkçeye en yakın olarak nasıl çevrilebileceğini bulmaktır. Bu
bakımdan farkları birer birer gözden geçirelim:
1. Asıldaki eos kelimesini Lc. de Lisle aynen aldığı halde Madame
Dacier ve V. Berard frz. l'Aurore ile tercüme etmişler ve cümlesi
mitolojik niteliğini büyük A ve E harfiyle işaretlemişlerdir. Bizim
47/431
Pavlaki ise hem mânayı, hem mitolojik niteliği anlatmak üzere, S
büyük harfiyle Sabahat ismini icat etmiştir.
Ben bu birinci tercüme meselesinde şu hükmü verdim: hem
mânayı hem mitolojik niteliği anlatacak bir kelime kullanılmalı, fakat
ananede olmayan bir lâfzı icat etmemelidir; iki Fransız mütercimin
l'Aurore derken yaptığı gibi, biz de büyük Ş ile Şafak dersek asıldaki
eos'u en yakın olarak Türkçeye çevirmiş oluruz.
2. Asılda eos'a iki sıfat verilmiş: erigeneia ve rhododaktylos
Mme. Dacier bu iki sıfatı tamamiyle ihmal etmiş! Leconte de Lisle ile
V. Berard, birinci sıfatın tercümesinde birbirinden çok ayrılmış, ikinciyi
ise biri (Lec.) aux doigts roses öbürü (V. Ber.) aux doigts de roses
sözleriyle oldukça birbirine yakın iki şekilde dillerine çevirmişlerdir.
Birinci sıfatın tercümesinde iki büyük mütercimin takibettiği yol
ayrıdır ve dikkate lâyıktır:
Leconte de Lisle sıfatların yerini takdim ve tehir ederek başa
aldığı aux doigts roses'den sonra nee au matin sıfatını getiriyor; V.
Berard ise, birinci sıfatı başa alıyor, fakat doğuş mefhumunu beşik
mefhumu ile değiştirerek dans son berceau de brume grupu ile anladığı
mânayı okuyucularına vermeye çalışıyor. İki büyük Fransız
mütercim arasında bu sıfatın tercümesinde büyük bir fark daha vardır:
V. Berard bu bileşik sıfatın ilk kısmını teşkil eden eri- sözünü brume,
Leconte de Lisle ise matin ile çevirmişlerdir. Bizim Pavlaki her iki sı-
fatı tercüme ederek gül parmaklı şafak kızı demiştir.
Bu ihtilâflar arasmda benim verdiğim hüküm şudur: Türkçe gül
parmaklı asıldaki rhododaktylos'u, frz. aux doigts de roses veya aux
doigts roses'den çok daha iyi karşılar. İkinci sıfata gelince, Victor
Berard'ın dans son berceau de brume grubu ile tasvir ettiği hayalde
orijinalin aksi çok güzel seziliyor. Türkçe'ye sabah sisi içinde doğan
grupu ile bu hayali nakledebiliyorum; fakat gr. erigenia bileşik
48/431
sıfatındaki iki kısımdan birincisi eri- ve diğer şekli olan ear: 1) sabah,
2) bahar anlatır ve Türkçe er/ir «erte: sabah» ile yaz «bahar» kelimeleriyle
tam bir etimolojik uygunluk gösterir.
Ondördüncü asırda bir Türk edibi aslından tercüme etmiş olsa
idi, bu sıfatı muhakkak ertekızı suretinde dilimize çevirirdi. Fakat
bugün erte'den anlaşılan mâna sabah değil ferda olduğundan, sabah
sisi içinde doğan şeklinde dilimize çevirmeyi tercih ettim.
3. Aslında birinci mısraında eos «Şafak» süjesi emos bağlacı
ile... fane «göründü» mazisine ve ikinci mısrada ornyto «kalktı, fırladı»
mazisi ara bağlacı ile süjesine ulaştırılmaktadır. Bu cümle teşkili
de ayrı ayrı suretlerle tercüme edilmiştir: Mme Dacier â peine... que
morfemleriyle iki cümleyi bağlamış; Leconde de Lisle quand bağlacını
başa alarak cümlesini teşkil etmiş; V. Berard ise bu zamanca yakınlık
münasebetini aussitot que bağlacı ile temin etmiş. Bizim Pavlaki,
emos'tan sonra gelen de morfemini ihmal etmek istemiyerek... ta
...unca birden bire şekilleriyle zaman yakınlığını tercüme etmiştir.
Öbür yandan, bu cümle teşkili sistemine, misalde, bağlı olan fane
fiilinin de tercümesinde ihtilâf çıkmış: Mme Dacier avait annonce, Leconte
de Lisle ile V. Berard apparut, Pavlaki ise doğ(unca) fiillerini
kullanmışlardır.
Burada zaman yakınlığı münasebeti ile asliyeye bağlanmış bir
tabia vardır; fiili görün- olan bu tabia görünür görünmez (veya
görününce) şekillerinden biriyle teşkil edilebilir; içinde bulunduğumuz
dil safhasında, bu zaman yakınlığı münasebetini görünür görünmez
şekli daha iyi anlatır, sanırız. Pavlaki'nin tercih ettiği -unca birden bire
şeklinde faydasız bir haşiv aşikârdır.
4. Bu birinci cümlede asliyenin süjesi, asılda, hieron menos
Alkinoio'dur. Tercümeleri şunlardır:
49/431
Mme Dacier'de: le roi Alcinoüs...
Leconte de Lisle'de: la Force sacree d'Alcinoos...
Victor Berard'da: Sa Force et Saintete le roi Alcinoos...
Pavlaki'de: Dinç ve kuvvetli Alkinoos...
Görülüyor ki, Mme Dacier, elkabın mânalarını çevirmekle
meşgul bile olmamış, elkaptan unvana intikal ederek onların yerine
sadece kral ismini getirmiş; Leconte de Liste elkabı, aslında olduğu
gibi, vasıf grupu olarak Alkinoos'a izafe etmiş, V. Berard ise
Fransızcanın hükümdar elkabında kullandığı kaide üzere üçüncü
şahsa izafeti Sa ile temin etmiş; bizim Pavlaki bunun bir hükümdar
unvanı olduğunu bile fark etmeden yanyana iki sıfat gibi tercüme etmiş;
halbuki, asıldaki kelimeler, kral unvanı oldukları düşünülmese
bile, Alkinoos'un mukaddes kuvveti (kudreti, haşmeti, şehameti) gibi
bir grupla tercüme edilmelidir; çünkü Alkinooio izafet şeklindedir.
Victor Berard Alkinoos'un hükümdarlığını anlatmak için Sa Force et
Saintete elkabı ile yetinmiyerek, metinde lâfzı yokken, bir de le roi ismini
katmıştır.
Bu elkabın Türkçeye en iyi tercümesi ne olabilir? Eski Osmanlı
dilinde kullanılan Hazret-i gibi bir deyim Alkinoos'a izafet edilen
menos'u karşılayabilir. Bir de menos'a verilmiş olan hieron sıfatı
vardır, bu da birlikte olmak üzere Hazret-i Akdes ile ifade edilebilir.
Biz ise, son zamanlarda, Farsçadan alınmış olan bu terkipleri bıraktık,
hattâ Haşmetmeap gibi bileşik Farsça sıfatlar kullanmamak için frz.
Majeste ismini kullanılışa soktuk. Bütün bu mülâhazalardan sonra,
benim en uygun olarak bulduğum tercüme «Kutsal Şehamet
Alkinooos»tur ve bununla Alkinoos'un cismani ve ruhanî hükümdarlığını
frz. Sa Force et Saintete le roi Alkinoos kadar kuvvetle anlatmış
oluruz. Bu tercümeyi yaparken, Homeros'un bu büyük krallık ve
50/431
başrahiplik unvanını küçük bir adanın on üç hanından en ileri gelenine
hafif bir istihza tebessümü ile vermiş olduğunu da göz önüne
getiriyorum.
Bir mısra sonra ismi tekrarlanan Alkinoos'a aynı şatafatlı unvanın
verilmesinden de münşinin tebessümü daha ziyade göze çarpar:
Kutsal Şehamet Alkinoos Han!
5. ikinci asliyenin süjesi olan Odysseus'a da iki sıfat veriliyor:
diogenes ptoliporthos. Gözden geçirmekte olduğumuz tercümelerde
bunlara verilen karşılıklar şunlardır:
Mme Dacier'de: Her ikisi ihmal edilmiş!
Leconte de Lisle'de. le devastateur de citadelles, le divin et subtil
(Odysseus).
Victor Berard'da: le pilleur de Troie, le rejeton des dieux
(Ulysse).
Pavlaki'de: Şar fatihi, asil (Odisya).
Mme Dacier, Alkinoos'un unvanında olduğu gibi, burada da
yadırgadığı vasıfları ihmal edip geçiyor. Diğer mütercimler her iki sı-
fatı dillerine çevirmişler ve ptoliporthos sıfatını, anlaşılan daha
konkret olduğu için, başa alıyorlar. Biri (Leconte) Kaleler tahrip edicisi,
ikincisi (Berard) Troia yağmacısı, Pavlaki ise Şar fatihi diyor.
Asıldaki ptoliporthos sıfatının birinci kısmı ptoli (s) müstahkem şehir,
kale, ve genel olarak şehir demektir; böyle bir mevkide, çoğul (şehirler
veya kaleler) şeklinde tercümeye geçirilmesi lüzumunda ben de Leconte
de Lisle ile beraberim. Bu bileşik sıfatın ikinci kısmına gelince
bunun yağmacı talancı mânasını tahrip edici veya fatih mânasına tercih
ederim; çünkü, o devirde yağma, talan harbin en büyük sebebiydi;
sırf tahrip için harbedilmezdi. Fatihlik ise islâmm dinî gayelerine
51/431
uygun bir vasıftır: Şehirler talancısı gr. ptoliporthos'u iyi karşılar,
sanırım.
Mütercimlerin sonraya bıraktığı diogenes sıfatını Leconte de
Lisle le divin et subtil, V. Berard le rejeton des dieux, Pavlaki ise asıl
kelimeleriyle karşılıyorlar. Aslına en yakın olarak tercüme eden V.
Berard'dır; fakat buradaki dio-elemanı genel tanrılık mefhumundan
ziyade, Zeus'a şamil görülmektedir. Bunun için Zeus soyundan olan
veya Zeus dölü... karşılığını tercih ettim. Asil kelimesi tanrısal menşei
ifade etmez.
Not. Odysseus ismini Fransızlar Ulysse diye dillerine çevirmektedir.
Yalnız Leconte de Lisle Odysseus suretinde transkripsiyonunu
yapıyor. Pavlaki'nin Odisya transkripsiyonu sağlam hiç bir esasa
dayanmaz.
Bütün bu mülâhazalardan sonra, sekizinci rapsodinin ilk üç mısraını
şöyle tercüme ediyoruz:
«Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
kutsal Şehamet Alkinoos Han yatağından fırladı; gene bu ara, Zeus
soyu, şehirler talancısı Odysseus da kalktı... »
İkinci misâl:
6. Bu üç mısraı takip eden dördüncü ve beşinci mısraların tercümeleri
şöyledir:
Mme Dacier'de: Le roi le mena au lieu ou il avait convoque
l'assamblee pour le conseil et c'etait sur le port, devant les vaisseaux.
Leconte de Lisle'de: et la Force sacree d'Alkinoos le conduisit a
l'agora des Phaiakiens, aupres des nefs.
Victor Berard'da: Sa Force et Saintete leur montra le chemin
pour gagner l'agore voisine des vaisseaux.
52/431
Pavlaki'de: Sonra da, dinç kuvvetli Alkinoos götürdü Feyakların
toplantı yerine ki, orası gemilerinin yanında idi.
Aslına en yakın düşen tercüme Victor Berard'ınkidir; fakat o da
aslın tam mânasını verememiştir.
Mme Dacier le (mena), Leconte de Lisle le (conduisit), V. Berard
leur (montra le chemin pour gagner...) diyor. Asılda toisin
d'egemonev denilmiştir; toisin zamiri onlara demektir, ki, mercii
mukadderdir. Bu zamirden anlaşılıyor ki, dernek meydanına gidenler
yalnız Alkinoos ve Odysseus değildi. Türkçede meçhul (passif) şekilde
(gidildi) fiili kullanılırsa hep birlikte gidildiği ve daha başkalarının beraber
bulunduğu ifade edilmiş olur. Bu mânayı Berard'ın tercümesi de
temin edememektedir.
7. Alkinoos'un herkesi dernek meydanına götürdüğünü anlatmak
için asılda kullanılan egemonev fiilinin tercümesinde hiç bir
mütercim tam isabetli bir karşılık bulamamıştır. Bu fiilden anlaşılan
mâna Alkinoos'un başa (öne) geçip yürüdüğüdür: Phaiakların hanına
yakışan budur. Bu iki mısraı biz şöyle tercüme ediyoruz:
«Kutsal Şehamet Alkinoos başa geçerek (veya önden yürüyerek)
Phaiakların, gemilerine çok yakın olan dernek meydanına gidildi.»
Bu iki kısa misal, homerik eposların tercümesine sarfettiğim
emekler üzerine bir fikir verebilir, sanırım.
Homerik eposların tercümesinde, her tercümede olduğu gibi,
ancak asla nüfuz kuvvetiyle başarı temin edilebilir. Doğruca aslından
yapılmış dört tercümeden, gelişi güzel, biri üç, öbürü iki mısralık iki
kısa misal alıp karşılaştırdık; benim gibi okuyucu da kanaat getirmiştir
ki, en iyi başaran mütercim asla en iyi nüfuz edendir. Bu dört
mütercimin hepsinin homerik grekçeyi bildiğine kimse şüphe edemez,
fakat hepsi aynı kuvvette homerik eposa nüfuz edememiştir. Bu
53/431
nüfuzun alanı geniştir: En önce tarihsel devreye nüfuz lâzımdır: Homerik
eposlarda menkabeleri hikâye edilen Ahayların, Danaosluların,
Argosluların tarihsel devresine, kültürel seviyesine, o seviyeye uygun
hayatlarına nüfuz etmelidir. Bu nüfuz da homerik devri, Homeros'un
öz deyimiyle akılda ve gönülde, en ziyade âşinâsı olduğumuz başka bir
tarihsel devre yaklaştırmakla mümkündür; bunun için de filolojik ve
arkeolojik etüdler yapmış olmak lâzımdır. Dramlarda geçen şahısların
sosyal ve psikolojik tiplerine nüfuz etmenin gerekliği üzerinde durmağı
ise fazla görürüm. Son ve gerekli bir şart da tercüme dilinin
bütün edebî çeşnilerini tatmış olmaktır.
Mütercimde bulunması lâzımgelen bu şartlar bakımından
yukarda verdiğimiz dört misalin kritiğini yapacak olursak şu neticeleri
çıkarırız:
Mme Dacier, homerik eposları bir eski masal zevkiyle tatmış ve
Paris'in salon Fransızcasına Fransız romanı üslûbiyle çevirmiş. İki
büyük Fransız müterciminden Leconte de Lisle'in filolojik erüdisyon'u
ve arkeolojik bilgileri Victor Berard'a nispetle azdır. Victor Berard, Leconte
de Lisle kadar büyük bir şair değilse de, her iki dilin edebî
çeşnilerini, aklıyla ve gönlüyle tatmış ve sindirmiştir.
Bizim Pavlaki'nin Homerik dile âşinâ olduğuna, başka hiç bir
tercümeye bakmadan Türkçeye çevirebildiğine hiç şüphe yoktur. Fakat
akliyle ve gönlüyle her iki dilin edebî çeşnilerini tatmada, zaikası son
derece kamaşıktır; Türkçenin zengin nahiv şekillerine de vukufu
yoktur.
Homerik eposları en önce ben Mme Dacier'nin salon
Fransızcasından okumuştum. Fakat altı, yedi senemi Homeros'un
dilini tahsile, filolojik, historik ve arkeolojik etüdlere sarfetmeden,
Victor Berard'ın yayınlarını mütalâa etmeden; öbür yandan da Gök
Türklerin yazıtlarından, Uygur anıtlarından Ön Asya ve Küçük Asya
54/431
fatihleri Oğuz Türklerinin onüçüncü ve ondördüncü asır betiklerine ve
Dede Korkut kitabı gibi ulusal eposlarına nüfuz etmeden homerik
eposların çeşnisine erişmek mümkün olmamıştır. Kullandığım üslûptaki
arkaik renklerin sebebi iki devrin yaklaştırılmasıdır: Otuz bu
kadar asır evvel Balkanlara, Tesalya ve Makedonya'ya, Peleponez'e,
Ege Denizi sahil ve adalarına, İonya'ya, akınlar edip yerleşen Akhai,
Danaos ve nihayet Dor hanlarının homerik eposlarda tasvir edilen
devrini, oniki asır evvel Ön Asya ve Küçük Asya'ya akınlar edip oralarda
yerleşen Oğuz hanlarının, onüçüncü ve ondördüncü asır
betiklerinden ve Dede Korkut eposlarından anlaşılan devrine aklımla
ve gönlümle yaklaştırdım; bununla beraber, zamanımızın, tabir caizse,
potansiyel dil çeşnisinden de aklımı ve gönlümü uzaklaştırmamağa
çalıştım; işte bu tercüme, bu emeklerin bir verimidir.
Sayın Türk okuyucularına sunduğum bu tercümenin kusurlu
olduğunu herkesten evvel kendim bilirim. Hiç bir tercümenin bir şiiri,
hele homerik eposlar gibi jenial bir şaheseri, orijinali ile aynı kuvvette,
herhangi bir dile çeviremiyeceği şüphesizdir. Başkalarının da bu çetin
sınamaya girişerek Türkçeye bu güzel eserleri kazandırmalarını
candan, gönülden dilerim.
Bu Odysseia tercümesinde, hiç olmazsa Fransızca versiyonlarının
en başarılı olanlarından geri kalmamak için, sarfettiğim
emeğin takdir buyurulacağını Türk okuyucusunun değerbilirliğinden
beklerim.
Büyük edibimiz Sayın dostum Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
görüşümü ve çalışmamı kendi görüşlerine ve ötedenberi homerik
eposların Türkçeye çevrilmesinde beslediği ülküye uygun buldu.
Bütün tercümeyi gözden geçirmek ve ilhamlarını esirgememek ve okuyucuları
bir Önsöz'le aydınlatmak lûtfunda bulundu. Kendisine minnettarlıkla
teşekkür ederken gönlümde bir sevinç duymaktayım.
55/431
1941
A. Cevat EMRE
56/431
ODYSSEİA
ŞAN: I
DUA
Söyle bana, Musa, o çok tedbirli eri ki, Troia'nın kutsal kalesini
alıp talan ettikten sonra, bunca zamanlar dolaşmış durmuş, bunca insanların
illerini görüp törelerinin ruhunu anlamış; engin deniz üzerinde,
kendi başı ve yarenlerinin sılası için, candan gönülden çabalayıp
bunca mihnetler çekmiş; ama o kadar emeği boşa gitmiş, tayfalarını
kurtaramamıştı.
Onlar kendi taşkınlıkları yüzünden helak oldular! Akılsızlar
Hyperionoğlu Güneş tanrının sığırlarını yiyip bitirdiler, o da onları sıla
gününden mahrum etti. Zeus kızı tanrıça, bu olup bitenlerden anlat
bize de.
TANRILAR DERNEĞİNDE
Helak uçurumundan sıyrılan bütün ötekiler, kavgadan ve denizden
kurtulup yurda kavuşmuş iken, yalnız o sılasına ve karısına hasret
kalmıştı; onu güçlü nymphe tanrıçaların en tanrısalı Kalypso,
kocası olsun diye yanıp tutuşarak, oyulmuş mağaralarında tutuyordu.
Zaman çarhı dönüp, İthaka'daki evine dönmesi için tanrıların
eğirdiği vade geldikten, kendi ve sevdiklerinin arasına ulaştıktan sonra
bile cefaları sona ermiyecekti. Bütün tanrılar ona acıyorlardı, yalnız
biri, Poseidon, tanrıya benzer Odysseus'a öz yerine dönünceye kadar
sürecek bir kin bağlamıştı.
Bu tanrı uzakta yaşayan Yanıkyüzlüler'in1 katına varmıştı, o
Yanıkyüzlüler ki, insanlığın öbür ucunda, ikiye ayrılırlar, bir kısımları
Hyperion'un batısına, bir kısımları doğusuna doğru: Poseidon
bunların boğalardan ve toklulardan ettikleri yüzlü kurban törenine gitmiş,
neşe içinde, oturup şölenlerinden pay alıyordu. Öbür tanrılar ise,
bu ara, Olympos'ta Zeus'un sarayında dernek kurmuşlardı; önlerinde
insanların ve tanrıların babası söze başladı: düşündüğü şanlı
Aigisthos'tu: bunu Agamemnon'un adı yayılmış oğlu Orestes
öldürmüştü. Bu hatıra altında olan Zeus ölümsüzlere şöyle diyordu:
— Ne günlere kaldık! insanlar tanrıları suçlu tutmaktan çekinmiyorlar
artık: kötülükler onlara bizden gidermiş! asıl kendileri, azgınlıklarıyla,
kaderde olmıyan belâlara uğruyorlar.
İşte şu Aigisthos da öyle: kaderde yokken, Atreus oğlunun
karısını almak istedi ve kendisini sılaya kavuşur kavuşmaz öldürdü;
kendisi için de helâktan kurtuluş olmıyacağını bile bile; çünkü biz
vazgeçirmek için akışıklı bekçimiz Hermes'i ona göndermiştik, hanın
ne karısına göz diksin ne de kendisini öldürmeğe kalkışsın, diye, yoksa
Orestes, gençlik çağına erişip yerini ele geçirmek arzusunu duyunca,
elbette ki babasının öcünü alacaktı. Hermeias bütün bunları
Aigisthos'a anlattı, ama iyi öğütleri onu niyetinden vazgeçiremedi: işte
şimdi, birden, hepsini ödedi!
Buna karşı Gökgözlü tanrıça Athena şöyle dedi:
— Kronosoğlu, hanlar hanı, babamız, o elbette hakettiği cezayı
buldu, kim onun yaptığını yapmaya kalkarsa yok olsun! Ancak benim
yüreğim aydın gönüllü Odysseus için parçalanıyor; bu talihsiz, sevdiklerinden
uzak, iki yanı su bir adanın üzerinde, kaygılanadurmakta.
Denizlerin göbeği olan bu ormanlık adada bir tanrıça, kem gözlü
Atlas'ın kızı oturuyor, bütün denizlerin derinliklerini bilen, ve göğü
yerden ayıran yüksek direklere kendi başına bakan bu tanrının kızı inlemekte
olan talihsizi esir tutuyor. Ara vermeden, yumuşak, sevgi dolu
sözlerle avutarak ona İthaka'yı unutturmağa çalışıyor, ancak Odysseus,
bir gün memleketinin yükselen dumanlarını görmekten başka
emel beslemiyerek ölümü bekliyor. Olympos'un sahibi, senin kalbin
hiç yumuşamak bilmez mi? Bir zamanlar Odysseus Argosluların
59/431
gemileri yanında, Troia ovasında kurbanlar sunarak sana da sevgili
olmamış mıydı? Şimdi aynı adama, bu derece öfke neden ey ulu tanrı?
Ona karşı bulut devşiren Zeus cevap verdi :
— Kızım, bu nasıl söz dişlerinin arasından kaçan öyle? Ben tanrısal
Odysseus'u nasıl unuturum ki, bütün ölümlülerden, gerek akılca
gerek geniş göklerin sahipleri tanrılara sunduğu kurbanlarca, üstün
gelmiştir? Ancak yerin sahibi Poseidon, tanrıya benzer kyklop
Polyphemos'un öcünü almak için, öfkesinde direnmekte; bütün kykloplar
üzerine buyruğu geçen bu kyklopun gözünü Odysseus oyup kör
etmişti; onu doğuran nymphe hasatsız denizin hanlarından
Phorkus'un kızı Thosa'dır ki, oyulmuş mağaralarında Poseidon'a
kendini vermişti; ondan beri, Yeri sarsan Poseidon, Odysseus'u ne
öldürür ne ondurup vatanına ulaştırır... Ama, haydin, hepimiz,
konuşup dönüşüne karar verelim, yolunu araştıralım. Poseidon da
öfkesini gevşetir elbet, çünkü kendi başına bütün ölümsüzlere kafa tutup
dileklerine karşı gelemez.
Buna karşı Athena, Gökgözlü tanrıça, cevap verdi:
— Kronosoğlu, hanlar hanı, babamız, eğer şimdi mutlu tanrıların
dileği bu ise ki, çok akıllı Odysseus evine dönsün, vakit geçirmeden,
akışıklı haberci Hermes'i Ogygia adasına gönderelim, ta ki, en tezden,
güzel belikli Nymphe'ye cesur gönüllü Odysseus'un dönüşü için olan
değişmez buyruğu eriştirsin ve nasıl döneceğini söylesin. Kendim de
İthaka'ya varıp oğlunu bulayım, yüreğine cesaret vereyim, uzun saçlı
Akhaiları dernek meydanına davet etsin de her gün sürü sürü koyunlarını
ve paytak yürüyüşlü boynuzlu sığırlarını kesen yavuklulara bir
iki söz söylesin, sonra onu, Isparta'ya ve kumluk Pylos'a göndereyim,
hem babasının dönüşü üzerine ne mümkünse soruştursun, hem de insanlar
gözünde iyi bir nam kazansın.
60/431
Tanrıça böyle deyip ayaklarının altına en güzel sandallarını
bağladı ve Olympos'un tepelerinden dalarak, varıp İthaka'da
Odysseus'un saray kapısı altında yere indi. Avlunun eşiğinde, tunç
mızrak elde, bir yolcu gibi duruyordu:
Tophosluların hanı Mentes'i andırıyordu.
Taşkın yavukluları orada buldu: bunlar peçiç oynıyarak gönül
eğlendirirken, kapıların önünde, kendi elleriyle boğazlanmış boğaların
postları üzerinde oturmuşlardı; bu sırada çavuşlar ve koşucu kullukçular
sebular içinde onlar için şarabı su ile karıyorlar veya çok delikli
süngerle sildikleri birer kişilik masaların üzerinde bol etler
parçalıyorlardı.
Tanrıçayı herkesten çok önce gören tanrı yüzlü Telemakhos
oldu; yavuklular arasında yüreği üzgün oturmakta iken, gönülden
tosun babasını düşünüyordu: onu yurda dönmüş, işinin başına
geçmiş, konağında hükmünü yürütmeğe başlamış görüyordu! İşte
Telemakhos, yavuklular arasında bunları düşünmekte iken Athena'yı
farketti, ve seğirtip doğru sarayın dış dehlizine gitti; kapısında bir
garibin ayakta bekletilmesine canı sıkılmıştı. Yanına gidip sağ elini
tuttu, elinden tunç mızrağını aldı, ve ona seslenerek kanatlı sözler
söyledi:
— Selâm sana, konuğum, bize hoş geldin; şimdi, önce övününü
alırsın, sonra her ne dileğin varsa bize anlatırsın.
Böyle deyip tyol göstermek üzere öne geçti. Pallas Athenn
arkadan yürüyordu. Yüksek binanın içinde bulundukları zaman
elindeki mızrağı büyük direğin yanına getirip nakışlı silâhlığa dikti;
orada ulu gönüllü Odysseus'un birçok mızrakları daha dikilmiş duruyordu.
Gene kılavuzluk ederek konuğu üstünü keten bezle örttüğü bir
koltuğa oturttu, kendine ancak alaca boyalı bir iskemle aldı; şu
61/431
yavuklulardan uzaktılar, gürültülü arsızlıkları konuğu ziyafetten
tiksindirebilirdi.
El yıkamağa oda hizmetçilerinden bir kız güzel bir altın ibrik getirmişti,
gümüş leğen içinde ellerine su döküyor, sonra önlerine
cilalanmış bir masa çekiyordu. Sayın kâhya kadın ekmeği getirip yanlarına
bıraktı; ve baş sofracı yüksekten götürdüğü türlü türlü etlerle
dolu tepsileri sundu, önlerine altın sağraklar koydu; bir çavuş da sık
sık gidip gelerek sağraklarına şarap dolduruyordu.
0 aralık taşkın yavuklular içeri girdiler: sıralı iskemlelerle
koltuklara geçip oturuyorlardı. Çavuşlar ellerine su döküyor, halayıklar
sepetlerle bol bol ekmek getiriyor, onlar da önlerinde hazırlanmış
seçkin yiyeceklere ellerini uzatıyordu.
1 Aitiops Aitiopes denilmiş ki yanıkyüzlü ler demektir: Habeşîler
ve zenciler kastedilmektedir.
ATHENA'NIN ÖĞÜTLERİ
Yiyip içip keyifler yerine gelince, yavukluların canı şarkıdan ve
danstan, ziyafetin bu ziynetlerinden başka bir şey istemiyordu. Bir
çavuş kopuzların en güzelini Phemiosun ellerine vermişti, o da onların
önünde isteksiz isteksiz destan okuyordu.
Bir peşrevden sonra, ozan güzel sesle okumağa başlamıştı ki,
Telemakhos, başkaları işitmesin diye başını gökgözlü Athena'ya yaklaştırarak
şöyle dedi:
— Aziz konuğum söyliyeceklerim gücüne gider mi? Bak şunlara:
düşündükleri bir saz, bir söz! keyifleri yerinde! pervasız yedikleri içtikleri
başkasının, öyle bir erin ki ağarmış kemikleri kim bilir nerede
çürüyüp duruyor: yağmur altında bir sahilde, veya denizin dalgaları
arasında? Ah, İthaka'ya onun bir döndüğünü göreydiler: daha çevik
ayakları olmak için en ağır hazinelerini, altınlarını ve kumaşlarını
62/431
verirlerdi! Lâkin işte alnının kara yazısı böyle yok olmakmış: Artık hiç
bir umudum kalmamıştır, dünyada onun dönüşünü haber vermek için
yanıma kim gelirse gelsin!... Onun için artık sıla günü yoktur! Lâkin
şimdi sen, cevap ver bana, hiç bir şey gizlemeksizin, birer birer söyle:
adın ne, kimlerdensin, nerelisin, kavmin kabilen hangisidir? Bize ilk
defa mı geliyorsun, yoksa babamla konukluk hukuku olanlardan biri
misin? Çünkü bizim eve gelip gidenler pek çokmuş, kendi de insanların
ziyaretine gitmeyi çok severmiş.
Buna karşı Athena, Gökgözlü tanrıça, cevap verdi:
— Hay hay, sana bütün bunları açıkça söyliyeceğim! Adım
Mentes'tir, aydın gönüllü Akhialos'un oğlu olmakla övünürüm; bizim
Taphos'un iyi kürekçi olan ahalisine başkanlık ederim. Şimdi buraya
gemimle ve yarenlerimle geldim; şarap yüzlü denizin üzerinde,
yabancı dil konuşanlar iline, Temese'ye sefer ediyorum: tunçla değiş
tokuş etmek üzere parlak demir götürüyorum. Gemim şehirden uzak,
kırlarda, bağlanmış: Reithros limanında, Neios dağının koruluğu
altında. Çok eskiden beri, övünç ile söylüyorum, birbirimizle aile
dostlarıyız. Sor istersen, ilk seferinde, ihtiyar kahraman Laertes'e. O
artık şehre hiç inmiyormuş dediler: tarlalara çekilmiş, yas içinde,
münzevi bir hayat yaşıyormuş; yanındaki ihtiyar halayık yemeğini
yedirir, suyunu içirirmiş: ne zaman bağ yamaçlarında uzun uzun
dolaşıp bacaklarının takati kesilirse... Şimdi ben buraya geldim, çünkü
bana babanın dönmüş olduğunu söylediler.
Fakat görüyorum ki tanrılar yolunu bağlıyorlar; çünkü o, tanrısal
Odysseus, yeryüzünde ölmüş değildir; o hâlâ, bir tarafta, sağ esen
yaşamaktadır, ancak tutsak; denizlerin ötesinde her yanı su bir adanın
üzerinde, kaba ve vahşi insanlar onu zorla tutuyorlardır. işte ben sana
haber veriyorum: tanrıların gönlüme bildirdikleri gibi; ve bunun ger-
çekleşeceğine inanıyorum. Ben ne falcıyım, ne alâmetleri açıkça
63/431
anlıyan bilgeyim; fakat, çok geçmeden Odysseus dönüp atalarının
yurdunu görecektir; demir zincir bağlı olsa dahi o dönüş yolunu
araştırıp bulacaktır, çünkü o çok hünerlidir...
Şimdi sen de bana, açık açık ve birer birer cevap ver: sen gerçekten
Odysseus'un oğlu musun? Bu kadar büyük bir oğul ha: fakat
aşikâr: baş onun başı, gözler onun güzel gözleri! Biz birbirimize sık sık
gelir giderdik, o Troia seferine çıkmadan önce; başka Argos uluları da
onunla beraber kocaman karınlı gemilerine binip gitmişlerdi. O
zamandan beri ne ben Odysseus'u bir daha gördüm, ne de o beni.
Buna karşı akıllı Telemakhos cevap verdi:
— Hay hay, konuğum, sana bunları dosdoğru söyliyeceğim.
Onun oğlu olduğumu bana annem söylüyor: ben de başka bir şey
bilmiyorum; çünkü kimse babasının kim olduğunu başka türlü bilemez...
Keşke talihli bir adamın oğlu olaydım, malları içinde kocayıp
giden birinin! fakat dediklerine göre, ölümlü insanların en talihsizi imiş
benim babam; soruyorsun madem, anla işte.
Athena, Gökgözlü tanrıça, ona karşı şöyle dedi:
— Tanrılar senin soyunu atsız sansız koyup bırakmış değildir,
madem ki Penelopeia işte senin gibi bir evlât doğurmuş... Şimdi, haydi
sen de söyle bana, açık açık, birer birer: Bu ziyafet niye? Bu cemiyet ne
için? Bunlar sana ne gerekti? Bu bir şölen mi ya bir düğün mü? Çünkü
bunun arfana ile olmadığı aşikâr. Bence bu adamların, senin evinde,
toplanıp cümbüş kurması her haddi aşan bir küstahlıktır. Böyle bir
rezaleti görüp de kanı kaynamıyacak az iz'anlı bir adam yoktur.
Buna karşı akıllı Telemakhos cevap verdi:
— Madem soruyorsun, konuğum, ve anlamak istiyorsun söyliyeyim:
bu yurtta bir zamanlar bolluk da vardı şeref ve intizam da;
kahraman kendi ilinde iken. Bugün ise, kemlik dileyen tanrıların
64/431
varlığı ile hal değişmiş; çünkü onu bütün insanların arasından yok etmişler;
ölümü bile bana o kadar yas vermiyecekti, eğer Troialıların
memleketinde, yarenleriyle birlikte ölseydi. O zaman Panakhaylar
kabrini yapacaklardı, ve bundan oğluna büyük bir şan kalacaktı. Şimdi
ise Hrpyia'lar onu şansız ve şerefsiz kaldırıp yok ettiler. Gitti, görülmez
işitilmez oldu, bana da ancak acılar, hıçkırıklar bıraktı. Ama şimdi
böyle inlerken yalnız onun talihi için ağlamıyorum: tanrılar bana
başka kaygılar verdiler. Bütün adalarımızda: Dulihios'ta, Same'de, ormanlık
Zakyntos'ta ne kadar buyruğu geçer, bizim İthaka'nın dağında
bayırında ne kadar zorbalığı yürür varsa, hepsi anama yavuklu çıkmış,
benim de evimi barkımı sömürüp bitiriyorlar. Anam ise ne iğrenç bulduğu
evlenmeyi reddediyor, ne de bir karar ile bu hale bir son verebiliyor.
Malımı sömürüp ocağımı söndürenler yakında kendimi de
paralıyacaklar.
Pallas Athena kanı kaynıyarak şöyle dedi:
— Vay başına gelenler! Odysseus'un yokluğu burada gerçek çok
duyuluyor! Ancak onun kolları şu sıkılmazları sindirebilirdi! Onu şimdi,
eve giderken, birinci eşiğe gelmiş, ayakta, miğferi alnına eğilmiş,
kalkanı ve iki mızrağı elinde görüyorum: tıpkı ilk defa olarak bizim
evde, oturup neşe içinde yiyip içerken gördüğüm gibi. Ephyre'den
Mermeroğlu İlos'un yanından dönüyordu; Odysseus oraya tez
yürüyüşlü gemisiyle oklarının tunç temrenlerine sürmek için insan
öldüren zehir istemeğe gitmişti: Mermeroğlu daima var olan tanrılardan
korktuğunu söyliyerek zehiri vermemişti; babam ise, büyük
dostuna istediğini vermişti... İşte kendisini o zaman gördüğüm gibi
şimdi, Odysseus içeri bir giriverse, şu yavuklulara dönüp bir iki lâkırdı
söylese! Hepsinin eceli tez gelir, düğünleri yasa dönerdi.
Fakat kendi dönüp şu konağın içinde cezalarını verecek mi,
yoksa dönmiyecek mi, bunu tanrılara bırakalım. Şimdi sana öğüdüm;
65/431
şu yavukluları evinden defetmenin yolunu kendin aramalısın. Beni iyi
dinle, söylediklerimi iyi anla: yarından geçi yok, Akhai erlerini dernek
meydanına davet edip meclis kur; hepsine olanı biteni anlat, tanrılar
da tanık olsun, yavuklulara ne istediğini bildir: evli evine köylü köyüne
çekilsinler. Anan da canı evlenmek istiyorsa, çok kudretli olan babasının
konağına gitsin. Bir çok düşünüp verdiğim şu öğüdü de sen iyi
dinle: yirmi kürekli, en iyi bir geminin hazırlığını gör, tayfasını düz,
bunca zamandan beri gurbette kalan babanın izini aramağa çık; insanlardan
soruştur, veya Zeus'un dünyayı dolduran ünlerinden birini işitmeğe
çalış. En önce Pylos'a gidip tanrısal Nestor'a sor, sonra
Isparta'da Sarı Menelaos'un yanına var; tunç cebeli Akhailardan yurda
en son döneni odur. Orada babanın sağ olduğunu ve döneceğini
işitirsen, ne derece gezmiş, usanmış da olsan bir yıl daha bekle. Eğer
öldüğünü, artık var olmadığını işitirsen hemen sevgili baba yurduna
dön, ona bütün gereken törenle ve kurbanlarla kabrini yap, ananı da
kocaya ver. Bu borçlar ödenip bittikten sonra, aklınla ve gönlünle
başbaşa vererek, hile ile mi olur, kuvvet ile mi, konağındaki şu
yavukluları nasıl temizliyeceğini düşün. Çocukluk etmenin lüzumu
yok, çünkü artık o yaşta değilsin. Kulağına değmedi mi tanrısal
Orestes'in cihana yayılan adı ki, şanlı babasını öldüren hilekâr
Aigisthos'u tepeledi? Sen de, dostum, görüyorum: yakışıklı bir yiğit
olup yetişmişsin, cesur ol ki bir gün torunlardan biri senin de şanını
ansın. artık varıp gemime ulaşmalıyım; tayfa bekliyor ve şüphesiz
homurdanıyor: sen iyi düşün, söylediklerime kulak ver.
Buna karşı akıllı Teiemakhos cevap verdi.
— Görüyorum, konuğum, bütün söylediklerin dost düşünceleri,
bir babanın oğluna öğütleridir; hiç birini unutmıyacağım. Fakat yolculuk
işin ne kadar acele de olsa az daha kal. Hamama gir, sonra biraz da
gönlünü eğlendir; bir de, elden geldiği kadar, değerlice bir armağan
66/431
kabul et, için açılsın da gemine öyle dönesin: bu benden sana, sevişen
konuklar arasında verilmesi gereken bir andaç olsun.
Buna karşı Athena, gökgözlü tanrıça, cevap verdi:
— Beni fazla alıkoma, yola çıkmak arzusu ile içim içime sığmıyor.
Bana vermek için gönlünden kopan armağanı ben döner, alıp
evime götürürüm; seçeceğin o güzel andacın karşılığını da sen benden
görürsün.
Bu sözler üzerine gökgözlü Athena, bir deniz kuşu gibi uçup uzaklaşarak
gözden kayboldu. Telemakhos'un yüreğinde kuvvet ve cesaret
uyandırmıştı: babasının hatırasını canlandırarak, içten anlamıştı; gönlü
hayret içinde kalarak gelenin bir tanrı olduğu kendisine malûm
olmuştu.
YAVUKLULARIN CÜMBÜŞÜNDE
Ve hemen tanrıların eşi yiğit, yavukluların yanına döndü. Önlerinde
ozanların en ünlüsü destan okuyordu: onlar da sessizce oturmuş,
dinliyorlardı. Ozan Akhaiaların hazin Troia dönüşünü ve Pallas
Athena'nın üzerlerine saçtığı musibetleri okuyordu. Bu ara, İkarios
kızı yüce gönüllü Penelopeia, üst katta, tanrılardan gelen destanı
işitiyordu. Odasından çıkıp yüksek merdivenlerden aşağı indi; yalnız
değildi: iki oda hizmetçisi kız arkasından geliyordu. Yavukluların
yanına gelince tanrısal kadın durdu, geniş merdiven başının üstünde,
yaşmaklarını yanakları üzerine getirdi; sadık odacı kızlar iki yanında,
gözleri yaşararak tanrısal ozana şöyle dedi:
— Phemios, dinliyenlerin gönlünü açacak başka birçok destanlar,
tanrıların ve erlerin işlerini anmak için ozanların okuyageldiği
destanlar bilirsin; işte bunlardan birini seçerek onlara oku, onlar da
sessizce şaraplarını içerek dinlesinler: tek şu hazin destanı kes ki ne
zaman işitsem göğsümün içinde yüreğim parçalanır: Katlanılmaz yas
67/431
bana çok dokunuyor. Ben kimin başı için ağlıyorum. Adı bütün Hellas{6}
ve Argos içinde yayılmış olan erin bir an bile aklımdan çıkmıyor.
Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi:
— Anne, sadık ozanı bizi gönlünün istediği gibi eğlendirmekten
niçin menediyorsun? Bunda ozanların suçu ne? Sebep herşeye gücü
yeten Zeus'tur ki miskin insanlara dilediğini kısmet eder, her birine
ayrı ayrı. Danaosluların hazin talihini okuduğu için Phemios'a gü-
cenmemeli; yeni destan daima işitenlerce en çok beğenilir. Sen de
yüreğini sıkı tut da bunları dinle.
Sıla günü elinden alınmış yalnız Odysseus değildir; daha birçokları
bu Troia seferinde yok olmuştur.
Penelopeia, şaşarak, dairesine döndü: çocuğunun uslu akıllı sözleri
gönlünü dolduruyordu; oda hizmetçileri kadınlarla birlikte üst
kata çıktıkları zaman aziz eşi Odysseus için hâlâ ağlıyordu, ta
Gökgözlü tanrıça Athena göz kapaklarına tatlı uyku ekinceye kadar.
Yavuklular gölgeli divanhanede gürültü patırdı ediyorlardı;
hepsinin tek bir arzusu vardı; onun yanında yatmak.
Akıllı Telemakhos, onlara dönerek söz söylemeğe koyuldu
— Anamın aşırı cüret gösteren yavukluları, şimdi eğlencemize
bakalım; bağırtılar kesilsin; en iyisi şu ozanı dinlemektir; sesi onu
ölümsüzler mertebesine yükseltiyor; yarın da, tanlayın, hepimiz
dernek meydanında toplanıp meclis kuralım; size açıkça söyliyecek bir
çift sözüm var: divanhanemi boşaltmalısınız, artık birbirinizle anlaşın,
gidip eğlentilerinizi başka yerde yapın: kendi evlerinizde, birbirinizi
konuklayarak kendi mallarınızı yiyerek! yok hepiniz üşüşüp cezasız tek
bir adamın malını yiyip bitirmek daha kolayınıza geliyorsa, ben artık
sesimi yükseltip daima var olan tanrılara şikâyet edeceğim;
68/431
işlediklerinizin cezasını Zeus versin; hepiniz şu konağın içinde helak
olasınız, ve öcünüzü alacak kimse bulunmasın.
Böyle deyip kesti. Hepsi, dişlerini dudaklarına bastırarak,
Telemakhos'un böyle yüksekten söylemesine sağıyorlardı. Bunun
üzerine, Eupeithes oğlu Antinoos şöyle dedi:
— Ya, Telemakhos, artık tanrılar, bir meydan hatibi gibi böyle
cesaretle, gururla söz söylemeyi demek sana öğretiyorlar. Ama şu iki
yanı deniz İthaka üzerine hüküm sürmeği, atalarından kalma bir hak
da olsa, Kronos oğlu Zeus kısmet etmesin sana.
Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi:
— Antinoos, söyliyeceğim gücüne gitmesin: ama buranın hanlığını,
Zeus bana lâyık görüp vermiş olsa, kabul etmeğe hazırım. Sana
göre hanlık etmek insan için en fena talih mi oluyor? Bana inan, bu hiç
de fena bir şey değildir; han olanın evi malla donanır, kendisinin de
değeri artar, fakat hanlardan yana bizim iki yanı deniz İthaka zengindir:
yiğitleri var, kocaları var; bu Akhailardan biri seçilsin, tanrısal
Odysseus gerçekten ölmüşse. Ben de hiç olmazsa kendi evimin beyi
olayım. Tanrısal Odysseus'un bana bıraktığı kullara karavaşlara hükmüm
geçsin.
Buna karşı Polibos oğlu Eurymakhos şöyle dedi:
— Telemakhos, bu işler, şüphesiz, tanrıların dizleri üzerindedir;
iki yanı deniz İthaka üzerine kim han olacak, o da onların bileceği şeydir.
Malın mülkün senin olsun, sarayında da sen kendin hüküm sür:
İthaka'da ahali var oldukça, mallarını, dileğin olmadan, gücüyle, senin
elinden kim gelip alabilir? Yalnız, azizim, ben senden şu gelen
yabancıyı sorup anlamak istiyorum: nereden geliyor sana bu adam?
hangi yerden olmakla övünüyor? Bir tarafta soyu sopu, yeri yurdu var
mıdır? Babanın dönüşünü müjdelemeğe mi gelmiş? Yoksa yalnız bir
69/431
alacağını istemek için mi? Ne de çabuk çekilip gitti, kendisini
tanımağa bile vakit bırakmadı, çehreden yana hiç de kötü kişiye
benzemiyordu.
Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi:
— Eurymakhos, biliyorum, babamın dönmesine ümit
kalmamıştır; müjdeci kim ve nereden olursa olsun, ben inanmıyorum
artık; kâhinliklere de, anam bir falcı çağırıp sorduğu zaman kulak asmıyorum.
Bana gelen konuk ise Mentes adında Taphoslu bir baba
dostu imiş; aydın gönüllü Ankhilaos'un oğlu olmakla övünüyor; Taphos
hanı imiş ve Taphos'un iyi kürekçi olan ahalisi üzerine hükmü
geçermiş.
Telemakhos böyle söyledi, lâkin gelenin ölümsüz tanrılardan biri
olduğu gönlüne malûm olmuştu.
Öbürleri gene dansa ve neşeli çalgıya kendilerini koyvererek
akşamı bekliyorlardı! onlar böyle eğlenirken akşam karanlığı basmıştı;
o zaman yatıp dinlenmek üzere evli evine dağıldılar.
Telemakhos'un yattığı yer en güzel avlunun içinde yapılmış çok
yüksek, dört yanı açık bir odaydı. Orada yatağına girdiği zaman zihninde
düşünceler kaynaşıyordu. Elinde tutuşmuş çıralar tutan sadık
dadı Eurykleia, Peisenor oğlu Ops'un kızı, önden yürüyordu; bunu çok
genç iken Laertes kendi malından yirmi sığır pahasına almıştı;
sarayında sadık eşiyle bir değerde tutardı, ancak karısını gü-
cendirmekten çekinerek yatağına almamıştı. Telemakhos'un önünde
yürüyerek tutuşmuş çıralar taşıyan dadı onu bütün halayıklardan çok
severdi; daha emzikte iken ona dadılık etmeğe başlamıştı. Sağlam
duvarlı odanın iki kanadını açınca Telemakhos yatağına oturdu; yumuşak
kaftanını çıkarıp sağlam öğütlü ihtiyar kadının kolları üstüne
attı; o da kaftanı dikkatle devşirip oymalı sedirin yanındaki çengele
70/431
astı. Odadan dışarı çıkarak gümüş tokmağından kapıyı çekti, kayışı
gererek çubuğu mandalı taktı. Burada, Telemakhos koyun yapağısı ile
örtülmüş olarak, bütün gece Athena'nın söylediği yolculuğu düşünde
gördü.
71/431
ŞAN : II
TELEMAKHOS GURBETTE İTHAKALILARIN
DERNEĞİNDE
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
Odysseus'un sevgili oğlu yatağından kalkarak elbisesini giyiyor, sivri
kılıcını omuzundan asıyor, tombul ayaklarına güzel sandallarını
bağlıyordu; yürüyüp odasından çıkarken tanrıların bir eşi sanılacak
gibiydi. Hemen gür sesli çavuşlara emir verdi, uzun saçlı Akhaiları
dernek meydanına çağırsınlar diye. Çavuşlar ünledikçe halk da üşüşüp
toplanıyordu. Her yandan gelinerek dernek tamam olunca, Telemakhos
dernek meydanına doğru yürüdü; elinde tunçtan bir mızrak tutuyordu.
Yalnız değildi: iki tazısı arkasından gidiyordu. Athena onun
üstüne tanrısal bir güzellik saçıyordu. Yaklaştıkça bütün halkın gözleri
ona çevriliyordu, ihtiyarlar yer vererek babasının makamına
oturttular.
En önce halk arasında söz söylemeğe başlayan kahraman Aigyptios
oldu: ihtiyarlıktan beli bükülmüştü, ve bin bir şey görmüş
geçirmişti. Sevgili oğlu okçu Antiphos, tanrı eşi Odysseus taylar
yetiştiren İlion'a sefere çıkarken, onunla birlikte kocaman karınlı gemilere
binip gitmişti; onu, vahşi Kyklop, oyulmuş mağarasının içinde
öldürmüş, son akşam övününü ondan yapmıştı. Üç oğlu daha vardı:
biri Evrynomos, yavukluların yanında kalıyordu; ikisi ise babalarının
işlerine bakıyordu: fakat dert içinde inleyip duran ihtiyar babaya öteki
oğlunun yasını hiç bir şey unutturamıyordu. Gene onun için yaşlar
dökerek şu sözleri söyledi:
— Kulak verin İthakalılar, şimdi söyliyeceklerime: tanrısal Odysseus
kocaman karınlı gemilere binip gittiğinden beri aramızda dernek
olduğu yoktu. Şimdi bizi böyle toplıyan kimdir? Buna neye hacet
görüldü? Genç erlerden veya yaşlılardan biri midir? Dönmekte olan
ordudan herkesten önce almış olduğu emin bir haberi mi muştuluyacak?
Yoksa halkın iyiliği için başka bir iş üzerine mi konuşup danışacak?
Maksadı hayırlı görünüyor bana; aklından geçirdiklerini Zeus
rast getirsin.
Böyle dedi ve bu dilek Odysseus'un sevgili oğlunu sevindirdi;
artık daha fazla yerinde oturmayıp söz söylemek üzere ayağa kalktı,
meydanın ortasına ilerledi; akıllı öğütçü Peisenor çavuş ise eline bir
âsâ verdi, ilkin ihtiyara dönerek şöyle dedi:
— Koca kişi, sorduğun adam uzakta değildir, halkı toplıyanın
kim olduğunu şimdi görüp anlarsın; bu davetime sebep yüreğimdeki
büyük kaygılardır. Dönmekte olan ordudan bir haberim yok, halkın iyiliği
üzerine başka bir iş için de konuşup danışmıyacağım; ancak kendi
hacetimi, evimi basan çifte musibeti söyliyeceğim: tosun babamı,
burada toplanan sizler üzerine de en yumuşak bir baba gibi hanlık etmiş
olan babamı kaybetmem yetişmemiş, ondan da beteri başıma
geldi, o yüzden evim harap oluyor, ocağım sönüyor: Anama, kendi hiç
istemezken, bir takım yavuklular peyda oldu, onu usandırıp duruyorlar;
bunlar dernekte hazır gördüğüm en ileri gelenlerin sevgili oğullarıdır;
babası İkarios'un yanına gitmekten, konağında işi konuşup
bitirmekten korkuyor bunlar; yoksa, o da elbet kızını çeyizleyip
beğeneceği ve kendi seçeceği ere verirdi. Halbuki onlar babamın evine
postu sermişler, geceli gündüzlü, sığırlarımı, koyunlarımı, semiz
keçilerimi kesip kesip yiyorlar, cümbüş kurup yağız yüzlü şarabımı
içiyorlar; böyle, pervasız, malımı bitiriyorlar; ve burada Odysseus
değerinde bir er yok ki evinden zulmü uzaklaştırsın. Biz ise henüz
kendimiz savaşıp belâyı defedecek halde değiliz; ama hep böyle görgüsüz,
tecrübesiz kalacak değiliz elbet,. Elimde gerekli vasıtalar bulunsaydı
şimdi bile savaşmaktan geri kalmazdım; çünkü katlanılmaz
şeyler oluyor, şerefsizlik içinde evim yıkılıyor. Sizin de artık bu hal
73/431
gücünüze gitsin; dört yandan komşularımız olan erlerden bir az
sıkılın; gazaba gelen tanrılardan korkun, ta ki bu yaman işlerin cezasını
başınıza çevirmesinler. Size yalvarırım. Olympos'un sahibi Zeus
namına, insanların derneklerini toplıyan ve dağıtan tanrıça Themis
namına, yalvarırım: Yeter artık, ey dostlar! beni yalnız bırakırı acıklı
yasımla! Yoksa, vaktiyle, tosun babam Odysseus güzel knemisli{7}
Akhailara kemlik dileyip zulüm yapmış olmasın, onlar da şimdi ceza
olarak bu adamları üstüme saldırıp öç almağa kalkışmış olmasınlar.
Benim için daha elverişli olurdu, mallarımı ve sürülerimi yiyenler
hepiniz birden siz olaydınız; çünkü siz yemiş olsanız belki de bir gün
ödetmek mümkün olurdu: il içinde dolaşıp dâvamı anlatır, mallarımın
değerini arardım, ve hakkımı elde edinceye kadar yakanızı koyvermezdim.
Halbuki şimdi yüreğimi onulmaz kaygılarla
dolduruyorsunuz!
Böyle dedi ve kanı kaynıyarak asayı yere attı. Gözlerinden yaşlar
fışkırıyordu. Halk baştan başa acıma içinde kalmış, susuyordu.
Yavuklulardan kimse Telemakhos'a sert sözlerle cevap vermeğe
cesaret etmiyordu, yalnız Antinoos yanına gelerek şöyle dedi:
— Meydan hatibi, başı kızmış Telemakhos! Bize hakaret ederek
neler söyledin? Şerefimize bir leke de sürmek istiyorsun. Kaygılarının
sebebi yavuklular mıdır, yoksa, hilekârlıkta eşi olmıyan anan mıdır?
Üç yıl çoktan geçti, yakında dört olacak, Akhaiların kalbiyle oynayıp
duruyor: hepsini ümitlendirerek, herkese ayrı ayrı haberler gönderip
söz vererek; içinde ise büsbütün başka niyetler besliyor. Hele şu büyük
hileye bakın: konakta büyük bez tezgâhını kurdurmuş, güya uzun bir
bez dokumağa başlamıştı; bize de, yanımızdan her geçtikçe, şöyle
derdi: «Yavuklularım delikanlılar, bilirim, tanrısal Odysseus ölmüştür,
siz de benimle evlenmeğe sabırsızlanıyorsunuz; ama bekleyin, şu
başlanmış bez atkısını bitireyim, hazırlanmış iplikler boşa gitmesin.
Bu, kahraman Laertes'in kefeni olacak; yaman Ecel gelip onu helak
74/431
döşeğine sereceği zaman, Akhai kadınları beni kınamaz mı, bunca
varlıklı kahraman Laertes kefensiz kalırsa? O böyle derdi, ve bizim
taşkın gönlümüz onun sözüne kanardı. O uzun bezi gündüzleri dokuyup
dururdu, geceleri ise meşalelerle gelerek sökerdi. Bu hile ile üç yıl
geçti, üç yıl Akhailar hilesine kandı. Dördüncü yıl girince, bu geçen ilkbaharda,
halayıklardan hilesini görüp bilen biri bize haber verdi; biz
de onu güzel bezeli sökerken yakaladık! Ancak böylece, ister istemez,
bitirmek zorunda kaldı. Sen de şimdi yavukluların cevabını dinle, iyi
anlayıp için rahat olsun, bütün Akhailar da işi iyice anlasınlar:
Buradan ananı baba yurduna yolla ve ona babasının seçeceği ve kendi
beğeneceği erkeğe varmasını öğütle. Yoksa böyle uzun zamanlar daha
Akhai oğullarını avutayım, Athena'nın kendisine bol bol verdiği erdemlerin
hepsini göstereyim derse; eski zaman masallarında bile güzel
belikli Akhai kadınlarında: Alkmene'lerde, Tiro'larda, güzel taçlı
Mykene'lerde misli görülmemiş düzenlerinden vazgeçmezse... İşin
şuracığını gereğince anlamamış demektir: senin malın, erzakın yenip
gidecek, anan, tanrıların kafasına soktukları hilelerden
vazgeçmedikçe. Bundan da şu çıkacak; onun için büyük bir şöhret,
senin için malının büsbütün mahvolması! Çünkü biz şuradan şuraya
gidip başka işlere bakmıyacağız, anan Akhailardan birini beğenip
onunla evlenmedikçe.
Akıllı Telemakhos, ona cevap vererek şöyle dedi:
— Antinoos beni doğurup büyüten kadını, rızası yokken, evimden
nasıl kovayım? Babam da yad ellerde; sağ mı, ölmüş mü belli
değil. Bir de İkarios'a tazminat vermek benim için başka bir büyük
felâket olacak, anamı kendi başıma onun evine gönderirsem. Babasından
gelecek bu kaygılardan gayrı, tanrılardan gelecek olanlar da
var; çünkü kovulacak olan anam evin eşiğinde korkunç Eriny'lere
dönüp, bana beddua edecek; tanrılarınsa gazabı sert olur! Fakat siz,
yüreğinizde hâlâ tanrı korkusu varsa, haydin, divanhanemden çıkın
75/431
gidin, eğlentilerinizi başka yerlerde yapın: kendi evlerinizde, birbirinizi
konaklayıp kendi mallarınızı yiyin! Yok hepiniz üşüşüp, cezasız, tek
bir adamın malını yiyip bitirmek daha işinize geliyorsa, ben artık sesimi
yükseltip daima var olan tanrılara şikâyet edeceğim; işlediklerinizin
cezasını Zeus versin: hepiniz şu konağın içinde helak olasınız ve
öcünüzü alacak kimse bulunmasın!
Telemakhos böyle söylüyordu. O ara uzağı gören Zeus'un
gönderdiği iki kartal dağın zirvesinden dalıp geliyordu. Önce rüzgârın
esinine uyarak, yan yana gergin kanatlarla uçup yükseliyorlardı, fakat
gürültülü derneğin ortasına gelince oldukları yerde, gür kanatlarını
çırparak döndüler, ve bütün halkın başları üzerine çevrilen gözleri
ölüm saçıyor gibiydi; sonra pençeleriyle yüzlerini ve boyunlarını
tırmalayıp aşağı, evlerin ve yüksek şehrin üstünden uçup gittiler. Hepsi
gözleriyle gördükleri bu kuşlara şaşakaldılar; gönüllerinin içinden
bunun neye alâmet olacağını soruyorlardı.
O anda ayağa, ihtiyar kahraman Mastor oğlu Haliterses kalkarak
söze başladı. Yaşıtları arasında kuşlardan daha iyi anlıyacak, kaderi
ondan üstün haber verecek kimse yoktu.
Hepsine iyilik dileyerek söze başladı.
— Kulak verin İthakalılar, söyliyeceklerime; özlükle yavuklulara
dönerek söylüyorum, çünkü onların başları üzerinde felâket kasırgası
dönüyor. Artık daha uzun zaman Odysseus sevdiklerinden uzak kalacak
değildir; o pek yakın bir yerdedir, onların hepsinin arasına ecel ve
ölüm saçıyor; şu meydan ortasındaki İthaka'da yaşıyanlar arasından
da bir çok kişinin başına nice belâlar gelecek. Henüz vakit varken
düşünelim, onları azgınlıktan uzaklaştıralım, veya kendileri el çeksinler:
menfaatlarma da en elverişli budur. Kâhinlikte acemi değilim, çoktan
ve iyi görerek söylüyorum... nasıl ki onun da başına ne gelecek
idiyse, haber vermiştim. Argoslular İlion seferine çıkarken ve onlarla
76/431
birlikte çok tedbirli Odysseus giderken. O zaman ona haber vermiştim
ki başına çok belâlar gelecek, bütün yarenlerini kaybedecek ve ancak
yirminci yılda, herkesçe unutulmuş olarak evine dönecek; bütün
bunlar bugün gerçekleşiyor.
Buna karşı Polybos oğlu Evrymakhos şöyle dedi:
— İhtiyar, kalk evine git, kendi çocukların arasında kâhinliğini
et, ve bak, ileride başlarına bir felâket gelmesin; çünkü kâhinlikten
yana ben senden yüz defa daha ustayım. Kuşlara gelince, güneşin ışıkları
içinde bütün kuşlar uçar ama hepsinden kehanet çıkarılmaz.
Odysseus'u bırak sen! o buradan çok uzaklarda ölmüştür; keşke sen de
beraber öleydin; hiç olmazsa şom ağzın bu kehanetleri savurmazdı ve
bize karşı zaten kızgın olan Telemakhos'u kışkırtmazdın. Sen ondan
kendine bir ihsan koparır mıyım diye bakıyorsun. Ben de sana haber
vereyim ve dediğimin gerçekleştiğini de göreceksin: yaşlandıkça
öğrendiğin düzenbazlıklarla eğer genç adamın öfkesini kurcalamakta
devam edersen, bunun ziyanı en önce ona dokunacak! canı isterse işini
başarmak için varsın şu kuşlara güvensin! Sana da, ihtiyar, para cezası
keseriz, canını yakarız: bunun acısı yaman olur!
«Şimdi de Telemakhos'a, herkesin önünde, iyi bir öğüt
vereceğim: anasını kandırıp baba yurduna göndersin. Ben öylelerini
bilirim ki, düğün masraflarını ödemeğe, babasına da sevgili kızını almak
için, gereken armağanları vermeğe hazır. Ondan evvel, inan bana,
Akhai oğulları o usandırıcı takipten vazgeçmiyecekler; çünkü şüphesiz
kimseden pervamız yok. ne uzun söylevli Telemakhos'tan, ne de, ihtiyarcık,
senin hiç inanmadığımız kehanetlerinden: sen çolpa çolpa
saçmaladıkça daha iğrenç oluyorsun! Telemakhos'un varı yoğu hep
böyle yenip gidecek ve kendisine hiç bir şey tazmin edilmiyecek, ta ki
anası bu evlenme oyunu ile Akhaiları avutmaktan vazgeçe! Biz sırf
77/431
onun şerefi için, aldana aldana, aramızda yarışıp gidiyoruz, ve her
birimize yakışan başkalarıyla evlenmeği bile düşünemiyoruz.
Buna karşı akıllı Telemakhos cevap verdi:
— Evrymakhos, ve öteki ünlü yavuklular, bunun üzerine artık
size ne bir ricada bulunacağım, ne de fazla bir şey söyliyeceğim; olanları
bitenleri tanrılar bildiği gibi, Akhailar da öğrendi. Ama haydin,
bana tez yürüyüşlü bir gemi ile tayfa verin, beni deniz üzerinde
dolaştırsınlar: İsparta'ya ve kumluk Pylos'a gidip, bunca zamandan
beri gurbette kalan babamın izini soruşturayım; belki insanlardan bir
şey öğrenirim veya Zeus'un cihanı dolduran seslerinden birini işitirim.
Orada babamın sağ olduğunu ve döneceğini öğrenirsem, bezmiş usanmış
da olsam bir yıl daha bekliyeceğim; yok eğer öldüğünü, artık var
olmadığını işitirsem, hemen sevgili baba yurduna dönüp ona törenle,
gereken kurbanlarla mezar dikeceğim, sonra anamı ere vereceğim.
Bunları söyleyip oturdu. Mentor ayağa kalktı; Mentor şanlı
Odysseus'un arkadaşıydı, gemilere binip gittiği gün bütün evine bakmak
işlerini ona havale etmişti.
Mentor cümlenin iyiliği için söz alarak dedi ki:
— Kulak verin İthakalılar, bütün söyliyeceklerime : Artık hangi
asa sahibi kral bundan böyle uslu akıllı, güler yüzlü, yumuşak huylu
olur, gönlünde yalnız doğruluk düşünür? Belki elinden geldiği kadar
zalim olur, haksızlıklar eder! Çünkü işte tanrısal Odysseus'u, şu üstlerinde
yumuşak bir baba gibi hanlık ettiği halkın içinden, bugün hatırına
getiren tek bir kişi çıkmıyor. Fakat benim taşkın yavuklulara bir diyeceğim
yok; ettikleri zulümlere, düşündükleri fenalıklara kızmıyorum;
çünkü onlar, Odysseus'un evini talan edip yemekle, ve onun bir daha
dönmiyeceğini sanmakla başlarıyla oynuyorlar. Ben şimdi halkın
kalan kısmına, hepinize kızıyorum ki, çoğunluk sizde iken susup
78/431
duruyorsunuz ve sözle olsun bir avuç yavukluyu kınayıp yola
getiremiyorsunuz.
Buna karşı Evenor oğlu Leiokritos şöyle dedi:
— Mentor, aklı sapık fesatçı! nedir o söylediklerin? Halkı
kışkırtıp bizi yola getirmek sana mı kalmış? Masa başında yiyip içenlerle
savaşmak çokluk için de zor olur. Bilki, İthaka hanı Odysseus
bizzat gelse, ve evinde cümbüş kurmuş olan tosun yavukluları
konaktan dışarı atmağı aklından geçirmiş olsa, bundan, dönüşüne bu
kadar hasret çeken karısını sevindirecek bir netice çıkmıyacak! Öyle
bir sınama sonunda o, ancak utanç içinde eceline kavuşur, arkasından
bütün halk gelse bile! Sen akıllı bir adam gibi konuşmuyorsun. Fakat
haydin, dağılın, işli işine evli evine! Telemakhos da sefere çıkmak istiyorsa
işte Mentor, işte Haliterses, ve bunlar gibi babasının eski dostları
var. Ama sanırım ki, soruşturmak istediği işlerin haberini İthaka'da
oturup bekliyecek ve bu yolculuk hiç olmıyacak.
Böyle söyledi ve hemen derneğe son verdi, halk da evli evine
dağıldı. Yavuklular Odysseus'un konağına giderken Telemakhos
herkesten ayrılarak, deniz kıyısına doğru yürüyordu. Ellerini köpüklü
deniz suyu ile yıkıyarak Athena'ya dua etti:
— Dinle beni, ey dün evimize gelen Tanrıça, bana pusarık deniz
üzerinde gemi ile sefer edip çoktan beri gurbette kalan babamın
dönüşü üzerine salık soruşturmamı söylemiştin; lâkin Akhailar önüme
geçiyorlar, özlükle kem gönüllü yavuklular.
Dua ederek böyle söylerken yanına Athena geldi : Mentor'un
boyunu bosunu takınmış, sesini almıştı. Konuşmaya başlıyarak kanatlı
sözler söyledi:
— Telemakhos, sen bundan böyle korkak da tedbirsiz de olamazsın:
babanın cesur yüreği sende olursa! O her şeyi ne güzel başarırdı
79/431
söz ile ve iş ile! Herhalde bu yolculuk geri kalmamalı, başa çıkarılmalıdır!
Onun ve Penelopeia'nın oğlu olmasaydın düşündüklerini
başaracağından ümidimi keserdim. Babalarına benziyen evlâtlar kaç
tanedir? Çoğu onlardan aşağı kalır, pek azı üstün gelir. Fakat sen
bundan böyle korkak da tedbirsiz de olmayacaksın: sen Odysseus'un
aklından ve gönlünden hiç de mahrum değilsin, ümit olunur ki, bu
işleri başarasın. Şimdi sen bırak, yavuklular istedikleri ve düşündükleri
gibi devam etsinler; çünkü o çılgınlar dinlemezler ne doğru ne
haklı olanı; ölümün, kara ecelin kendilerine yaklaştığını görmüyorlar!
Bir günde hepsi helak olacak, ama gafiller bilmiyorlar! Düşündüğün
yolculuk asla geri kalmayacak. Benim, babanın nasıl bir dostu olduğumu
bilirsin : sana tayfasıyla, tez yürüyüşlü bir gemi hazırlıyacağım,
kendim de beraber geleceğim. Şimdi eve git, yavuklulara görün, bir
yandan da yollukları hazırlat; hepsini münasip kaplara koydurt: şarabı
iki kulplu destilere, insanlara ilik olan unu da sağlam tulumlara.
Kendim de halk arasına varıp gönüllü tayfa toplıyacağım. İki yanı deniz
İthaka'da eski yeni çok gemi var; onları gözden geçirerek en iyisini
seçeceğim; onu donatıp hemen açık denize açılırız.
Zeus kızı Athena böyle dedi; Telemakhos çok beklemiyerek bu
tanrı sesine boyun eğdi; gönlü üzgün, konağa döndü, taşkın yavukluları
avluda buldu; domuzları ütülüyor, keçileri yüzüyorlardı.
Antinoos hemen gülerek Telemakhos'un yanına geldi, elini
sıkarak ve adıyla çağırarak şöyle dedi:
— Telemakhos, meydan hatibi, kafası kızmış genç! artık içinde
hiç kötülük kalmasın: ne söyle ne işle! Eskiden olduğu gibi beraber yiyelim,
içelim. Akhailar istediklerini yaparlar: sana gemi de verirler
seçkin kürekçiler de; binesin ve en tezden mübarek Pylos'a yetişesin,
şanlı babandan haber alasın.
Akıllı Telemakhos, ona karşı cevap verdi:
80/431
— Antinoos, artık sizlerle bir sofrada oturup eğlenmem, taşkınlıklarınıza
susup durmam imkânsız. Şimdiye kadar, ben çocukken,
varımı yoğumu yiyip savurduğunuz yetmez mi, yavuklular? Ben
büyüdüm artık; ötede beride işittiklerim gözümü açıyor, yüreğimin
cesaretini yükseltiyor. Bundan böyle her şeyi deneyeceğim, ölüm tanrıçalarını
üstünüze kışkırtacağım, ister Pylos'a gideyim ister burada,
İthaka'da kalayım. Her halde yolculuğum geri kalmıyacak, göreceksiniz
bunu nasıl başaracağım: madem öz teknem ve kürekçilerim yok,
navlonla gemi tutarım; siz de bunları esirgemekle kalın.
Böyle dedi ve elini Antinoos'un elinden çekti kurtardı: Öbürleri
alaya başladılar, kıracak sözler söylediler:
Bu şımarık gençlerden biri şöyle söylenip duruyordu:
— Bakındı, Telemaknos'a! Bizi öldürmeyi kuruyor! Yardakçılar
bulmak için kumlu Pylos'a gidecek, belki de İsparta'ya sefere çıkmak
arzusu ile içi içine sığmıyor; canı isterse toprağı yağlı Ephire'ye kadar
uzansın, oradan bağır kemirici zehirler getirsin; sebulara katsın, hepimizin
işini bitirsin!
Başka bir şımarık da şöyle söylüyordu:
— Adam siz de!... gitsin varsın, o da kocaman karınlı gemiyle;
bildiklerinden uzak, tıpkı Odysseus gibi, helak olsun... emeğimizi biraz
arttırmağa sebep olacak; o zaman bütün mallarını paylaşırız; konağı
da anasına veririz, kiminle evlenirse beraber otursunlar.
Böyle diyorlardı. O ise babasının yüksek tavanlı geniş hazine
odasına inmişti bile. Burada külçe altın, bakır serilmiş yatıyordu;
sandık sandık kumaşlar vardı; mis kokulu zeytin yağlarının yanında
eski tatlı şarap küpleri duvara dayanmış dizili duruyordu; içlerindeki
su katılmamış, tanrılara lâyık içki bekliyordu ki, bir gün, tanrısal
Odysseus, bunca cefalardan sonra, evine dönsün! Sağlam ağaçtan
81/431
yapılmış kapılar çifte mandalla bağlanmıştı; gece gündüz, kahya kadın,
Peisenor oğlu Ops kızı Eurykleia, orada, gözü tetikte, hepsini
bekliyordu.
Telemakhos onu yanına çağırarak şöyle dedi:
— Dadı, şimdi bana sen şarabın en tatlısından, en iyisinden, iki
kulplu destilere doldurup vereceksin: hani «O» nun için, zavallı belki
bir gün döner diye sakladığından; on iki desti olsun, hepsinin de
ağızları iyice kapansın; bana bir de güzelce dikilmiş sağlam tulumlara
un dolduracaksın; iyi öğütülmüş undan yirmi ölçek olsun, en incesinden
ha! Bunu senden başka kimse bilmesin; haydi hemen, her şeyi
hazırla. Akşama gelip alacağım, ne zaman annem, yatmak için, üst
kata çıkarsa. Ben, çünkü, İsparta'ya ve kumluk Pylos'a gidiyorum, sevgili
babamın dönüşü üzerine belki bir salık alırım diye. Böyle deyince
Eurykleia dadı bir çığlık kopardı; hıçkırıkları arasında kanatlı sözler
söyledi:
— Niçin, sevgili çocuğum, niçin kafana böyle bir fikir koydun?
Yeryüzünün nerelerine gitmek istiyorsun, sevgilimiz bir sen
kalmışken? Öbürü, Tanrı soyu Odysseus da böyle baba yurdundan
uzak, yad ellere gidip helak oldu!.. Sen gider gitmez onlar, arkandan
kemlik dileyip mahvın için ne dolaplar çevirecekler! bütün bunları
aralarında paylaşacaklar. Mallarının başından ayrılma; hasatsız denizlerde
dolaşıp cefalar çekmene ne hacet?
Akıllı Telemakhos ona karşı şöyle dedi:
— Dadıcığım, sen hiç korkma; tanrının dileği olmasa bana bu
fikir gelmezdi; yalnız yemin et, sevgili anneme, on bir on iki gün
geçmeden söylemiyeceğine... meğer ki kendi sorsun ve gitmiş olduğumu
öğrensin... Yazık olur, ağlar da güler yüzü solarsa.
82/431
Telemakhos böyle deyince ihtiyar kadın tanrıların büyük yemini
ile and içti; andı töresince kılıp tamamladıktan sonra, şarabı destilere
aktarmağa ve unu sağlam tulumlara doldurmağa gitti; Telemakhos ise
divanhaneye dönerek yavuklulara ulaştı.
Bu ara Athena, gökgözlü tanrıça düşündüğünü yerine getirmek
üzere, hep Mentor'un suretinde olarak şehri dolaşıyor, birer birer
kürekçilere yanaşarak akşama tez yürüyüşlü geminin yanında toplanmak
için hepsine parola veriyordu. Phronios oğlu ünlü Noemon'dan,
tez yürüyüşlü gemisini istemiş, o da seve seve kabul etmişti.
Güneş batıyordu, bütün yolları gölge basarken Athena gelip tez
yürüyüşlü gemiyi denize çekti; güverteli gemilerin beraber götürmesi
gereken pusatları da hep yükletti, ve gemiyi limanın ağzına götürüp
demir attı. Orada bütün yiğit tayfalar toplanmıştı. Tanrıça her birine
ayrı ayrı cesaret verdi; tanrısal Odysseus'un konağına gelerek orada
yavukluların gözlerine tatlı uykuyu ekti; bu içkililer uyuşan ellerinden
sağrağı bıraktılar; daha ziyade duramayıp, şehirde yatmağa gitmek
üzere, ayağa, kalktılar, çünkü göz kapaklarından uyku akıyordu.
Gökgözlü Athena Telemakhos'u çağırdı, iyi yapılı büyük
konaktan dışarı çıkardı; Mentor'un suretine girmiş ve sesini almış
olarak, şöyle dedi:
— Telemakhos, vakittir! güzel knemisli yarenlerin, kürekleri
başında, emrini bekliyorlar. Haydi gidelim, hareketi daha ziyade
geciktirmiyelim.
Böyle söyliyerek, Athena onu hızlı adımlarla götürüyordu; Telemakhos
tanrıçanın arkasından, izleri üzerinden yürüyordu. Kumsalda
uzun saçlı yarenleri buldular.
Tanrısal Telemakhos onlara şöyle dedi:
83/431
— Haydin, arkadaşlar, gidelim, kumanyayı getirelim; her şey
hazır, konakta yığılmış duruyor; anamın hiç bir şeyden haberi yok,
halayıkların da, meseleyi yalnız biri biliyor.
Böyle diyerek öne geçti, ötekiler arkasından yürüyorlardı. Her
şeyi taşıyarak getirdiler, gemide sıraların altına yerleştirdiler,
Odysseus'un sevgili oğlu nasıl emrettiyse.
Telemakhos gemiye bindi. Athena kılavuzluk etmek üzere geminin
pupasına geçti, yanına da Telemakhos oturdu; palamarları
çözdüler, adamları hep bindiler, kürekçi sıralarına oturdular.
Gökgözlü tanrıça Athena onlara şarap yüklü deniz üzerinde öten
rüzgârı, uygun Zaphyros'u gönderdi. Telemakhos yarenlerini gayrete
getirerek manevraya kumanda etti; onlar da itaat ederek emrini yerine
getirdiler; çam direği kaldırdılar, tam yuvasına diktiler, çarmık ipleriyle
padavralara berkittiler; beyaz yelkenleri iyi kıvrılmış kayışlarla
çektiler. Rüzgâr yelkenleri tam ortadan şişiriyordu; iki yandan
karinaya uğultu ile çarpan dalgalar arasında gemi kalktı; şimdi, itile
kakıla uçuyor, yol alıyordu. Tez yürüyüşlü kara tekneye boylu boyunca
halatları bağladıktan sonra, ağza kadar şarapla dolu sağrakları diktiler,
ölümsüz bengi tanrıları, özlükle gökgözlü Zeus kızını anarak saçı
kıldılar.
Bütün gece, tan ağardıktan sonra bile, gemi yol aldı.
84/431
ŞAN : III
PYLOS'TA
Güneş güzel gölün üstünden baştan başa tunç rengi kesilen
gökte ölümsüzlere ve buğday yetiştiren yer yüzündeki insanlara ışık
vermek için doğarken Pylos'a Neleus'un sağlam hisarlı kalesine
yetiştiler.
Deniz kıyısında Pyloslular kapkara buzağıları kurban kesip yeri
sarsan lâcivert saçlı tanrı ya sunuyorlardı. Oturacak yerler dokuz,
sıraydı, her birinde beş yüz kişi oturmuştu ve her sıra önünde dokuz
boğa boğazlanmış; kendileri içirikleri yemekte, tanrı için butları yakmakta
iken İthakalıların gemisi sahile doğru ilerliyordu; tayfalar
yelkenleri topladılar, denk yapılı gemiyi küreklerle yanaştırdılar ve
kendileri karaya çıktılar.
Telemakhos da gemiden indi, Athena yolu göstermek üzere
önden yürüdü; gökgözlü tanrıça söze başlayıp ona dedi ki:
— Telemakhos, şimdi artık sıkılganlığın hiç lüzumu yoktur; bu
deniz seferine çıkman ancak babanın nerelerde kaldığını, kaderin hükmü
ile başına neler geldiğini öğrenmek içindir. Haydi şimdi, doğru at
terbiyecisi Nestor'un yanına git, göğsünde sakladığı düşünceyi bilelim.
Akıllı Telemakhos, ona karşı cevap verdi:
— Mentor, yanına nasıl varayım, kendisini nasıl selâmlayayım?
Düzgün lâkırdı söylemeğe alışkınlığım yok, ve benim gibi bir genç
yaşlılardan bir şey sorarken sıkılıp yüzü kızarır, elbet
Athena, gökgözlü tanrıça, cevap verdi:
— Telemakhos, söyliyeceklerinin bir kısmını kendin içten
düşünüp bulursun bir kısmını da tanrılardan biri ilham eder çünkü
sanmam ki tanrıların rızası olmadan doğmuş ve büyümüş olasın.
Böyle diyerek Pallas Athena öne geçti; hızlı adımlarla yürüyordu,
o da tanrıçanın arkasından, izleri üzerinden gidiyordu; Pylos erlerinin
kutsal derneğine doğru yürüyüp Nestor'un oğullarıyla birlikte
oturduğu sıralara kadar ilerlediler. Nestor'un adamları her yanda
şöleni hazırlıyor, kimi etleri kızartıyor, kimi şişlere geçiriyordu.
Yabancıları görür görmez, hepsi birden önlerine koştular, ellerini
uzatarak onları yanlarında oturmağa davet ettiler.
İlkin Nestor oğlu Peisistratos yakın gelerek her ikisinin elini
tuttu; onları sofranın önünde, babasıyla kardeşi Trasymedes arasında,
kum üzerine serilmiş yumuşak postlara oturttu; içiriklerden onlara
pay ayırdı, bir altın sağrak içine şarap doldurdu; bunu fırtına koparan
Zeus kızı Pallas Athena'ya sunarak şöyle dedi:
— Konuk, önce Poseidon hana dua et; çünkü işte her ikiniz onun
şöleni üzerine buraya gelip çattınız; Tanrıya şarapla saçı kıl, âdet
nasılsa öyle dua et, sonra arkadaşına da sağrağı ver, o da şu bal gibi
tatlı şarapla saçı kılsın; ölümsüzlere o da dua eder sanırım, çünkü
bütün insanlar hacetlerini tanrılara arzederler. Ancak o daha genç, ben
yaşta göründüğü için altın sağrağı önce sana veriyorum.
Böyle dedi ve eline tatlı şarap sağrağım verdi; Athena doğruluğu
gözeten bu akıllı erden hoşlanarak, hemen Poseidon hana uzun uzun
dua etti.
— Duamı kabul et, ey yerin sahibi Poseidon, ve senden yalvardığımız
işleri başarmamıza inayetini esirgeme. En önce Nestor'a ve
oğullarına şan ve şeref ver! Sonra bütün öbür Pyloslulara, ünlü yüzlük
kurbanları için, iyi bir karşılık ihsan et. Telemakhos ile bana da inayet
86/431
eyle: bizi tez yürüyüşlü kara gemi içinde buraya getiren haceti başarıp
selâmetle dönelim.
Böyle dedi, sonra duasını gene kendi onadı; Telemakhos'a güzel
iki kulplu sağrağı uzattı, Odysseus'un sevgili oğlu da onun gibi dua
etti.
Sonra Pyloslular, üst etleri kebap edip ateşten çıkardılar; paylara
ayırıp kendilerine çektikleri nefis ziyafeti kutladılar.
Yiyip içip iştahlar yatışınca, ihtiyar at terbiyecisi Nestor onlara
dönerek söze başladı:
— Konuklardan kimler olduklarını sorup anlamağa en iyi zaman,
tam şimdiki gibi, yiyip içip keyifleri yerine geldikten sonradır. Konuklarım,
kimlersiniz? Deniz yoluyla gelişiniz nereden? Bir ticaret peşinde
mi yoksa deniz üzerinde, canlarını tehlikeye atarak başkalarının
sahillerini talan etmeğe giden korsanlar gibi hedefsiz mi dolaşıyorsunuz?
Akıllı Telemakhos ona dönerek cesaretle dedi ki:
Yüreğine bu cesareti Athena vermişti, ta ki gurbette kalan babasından
salık soruştursun ve insanlar gözünde nam kazansın.
— Neleus oğlu Nestor. Akhai'ların yüz suyu, nereli olduğumuzu
soruyorsun, ben de her yanıyla anlatacağım. Biz Neion dağının
eteğindeki İthakadan geliyoruz, öz işim üzerine danışmağa geldim, budunun
bir işi için değil. Bir tarafta babamın yaygın ününden bir yankı
işidir miyim diye dolaşıyorum: ulu yürekli Odysseus'tan bir haber; o,
seninle birlikte Troialıların kalesini almak için savaşmış diyorlar. Troialılara
karşı bütün savaş edenlerden her birinin nerede hazin ölümle
helak olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz; yalnız onun kaderini Kronos
oğlu gizli tutmuştur; kimse onun nerede öldüğünü açıkça söylemiyor:
karada düşmanları eliyle mi, yoksa denizde Amphitrite'nin dalgaları
arasında mı? Bunun için dizlerine kapanmağa geldim, bana o hazin
87/431
ölümden söz açabilir misin? Kendi gözlerinle görmüş müsün?... Veya
yad ellerde dolaşan başka birisinden bir şey işitmiş misin? Anaların
doğurduğu evlâtların en talihsizi imiş benim babam. Hiç çekinmeden,
gerçeği yumuşatmağa çalışmadan, bana açıkça anlat, gözlerinle nasıl
görmüş isen.
Bunun üzerine ihtiyar at terbiyecisi Nestor dedi ki :
— Ey dost, şu anda bende ne hâtıralar uyanıyor! O illerde bütün
çektiğimiz cefalar, bizim ele avuca sığmaz Akhai oğullarının dik kafalılığı
yüzünden; o pusarık denizlerde gemilerle ettiğimiz seferler,
Akhilleus nereye emretse talan için verilen baskınlar, Priamos hanın
başkentini çevirmek için bunca uzun savaşlar! Orada en seçkinlerimiz
helak oldu: Aias, o ikinci Ares, orada yatıyor! Akhilleus! orada düştü!
danışmanlıkta Tanrıların eşi Patroklos orada kaldı! benim de sevgili
oğlum, koşucuların ve savaşçıların başkanı, yiğit cesur Antilokhos'um
oradadır! Bu musibetler ve daha birçokları başımıza geldi. Bütün
bunları hikâye etmeğe ölümlü insanlardan kimin ömrü vefa eder?
«Beş yıl, altı yıl burada kalıp tanrısal Akhaiların orada çektiklerini
sen sorup ben naklededursam hepsini öğrenmeden bıkıp usanıp
ata yurduna dönerdin. Tam dokuz yıl onlara sıkı sıkıya pusular kurduk,
her türlü hileler ördük, taki Kronos oğlu bize işleri rasgetire!
O zaman kimse babanla, akılda tedbirde, boy ölçüşemezdi; sonsuz
hileleriyle herkesten üstün tanrısal Odysseus, senin baban!
Sahiden de onun oğlu musun? Fakat yüzüne bakınca beni hayret alıyor!
Sözlerin, konuşusun tıpkı onunkine benziyor. Bu genç yaşta bu
kadar benzeyiş inanılmaz şey!... Benimle tanrısal Odysseus arasında
asla ayrılık gayrılık olmazdı: derneklerde meclislerde, Argoslular toplanıp
işleri danışırken, gönlümüz bir, düşündüğümüz, dilediğimiz bir
olurdu: ve bizim verdiğimiz öğütler cümlenin menfaatına en uygun
olurdu.
88/431
Nihayet Priamos'un sarp kalesini alıp talan ettik; işte o zaman
Zeus bizim için uğursuz bir dönüş tasarladı bizim Argoslular arasında
akıllı ve doğru olanlar çok değildi; bu sebepten niceleri gökgözlü tanrıçanın
gazabına uğrayarak üstlerine musibetler çekmişlerdi; ulu tanrı
kızı iki Atreus oğlu arasına nifak soktu; bunlar bütün Akhaiları, gereksiz
ve usulsüz, güneş batarken dernek kurmağa çağırdılar; Akhai oğulları
da içkili olarak geldiler. O zaman halkı ne için topladıklarını anlattılar:
bir yandan Menelaos bütün Akhaiları hemen engin deniz sırtında
sefere çıkmak hazırlığını düşünmeğe davet ediyordu. Öbür yandan
Agamemnon bu fikri hiç beğenmiyerek, halkı tutup kutsal yüzlük kurbanlar
sunmağa lüzum görüyordu. Athena'nın korkunç gazabını yumuşatmak
için. Ne çocukluk! anlamıyordu ki böyle bir şeye kanmamalıydı:
hiç kolay kolay tanrıların kararı değişir mi? iki han,
ayakta, birbirini sert sözlerle kırdılar, ve güzel knemisli Akhailar
korkunç naralar kopararak kalktılar, iki ayrı kararla birbirlerinden
ayrıldılar. O geceyi karşılıklı kemlik düşünerek sabahladık: çünkü Zeus
bize yaman belâlar hazırlıyordu!
Şafak sökerken gemileri, tanrısal denize çekip içlerine mallarımızı
ve bol kuşaklı kadınları bindirdik; halkın yarısı budunlar
çobanı Atreusoğlu Agamemnon'un yanında kalmak için direniyordu;
öbür yarımız gemilere binip açıldık: hızla ilerliyorduk; bir tanrı derin
uçurumlu denizin dalgalarını yatıştırdı. Tenedos'a geldik. Orada sılaya
kavuşmak dileğiyle kurbanlar kesip tanrılara sunduk; ama kızgın Zeus
henüz dönüşümüzü aklına getirmiyordu: aramızda, gene ikinci ve
korkunç bir nifak tutuşturdu, iki yandan kürekli veya iki güverteli
gemilerin bir kısmı yolunu değiştirdi; aydın gönüllü, bin bir tedbirli
Odysseus hanın reisliği altında, Atreus oğlu Agamemnon'a yaranmak
üzere ayrılıp gittiler; ben ise bütün arkamdan gelen gemilerle kaçtım,
çünkü tanrının bize kemlik düşündüğünü anlamıştım. Tydeus oğlu, bu
89/431
ikinci Ares de yarenlerini birlikte götürerek kaçtı; Sarı Menelaos da
daha sonra bize Lesbos'ta ulaştı.
Uzun seferin yolunu düşünmekte idik: Khios'un kayalarını sola
alarak, onların üstünden gidip Psara adasını mı dolaşmalıydık, yoksa
Khios'un altından Mimas'ın rüzgârlı kıyılarına mı yaklaşmalıydık?
Tanrıdan bir alâmet göstermesini diliyorduk. Bize apaşikâr işaret
edildi ki, açık denizin ortasında Erebos üzerine dümen kıralım, ta ki
en tezden tehlikeden kaçınalım. Uygun ve serin bir rüzgâr da kalkıp
esmekte idi, gemilerimiz balığı çok deniz üzerinde hızlı hızlı yol alarak
geceleyin Geraistos'a geldik. Burada Poseidon'a ulu denizi aşabildiğimiz
için sayısız boğa butları yakıp sunduk. Dördüncü gün Argos
sahillerindeydik, burada Tydeus oğlu, at terbiyecisi Diomedes ve yarenleri
denk yapılı gemilerini karaya çektiler; ben Pylos'a kadar
ilerledim, ve bir tanrının yola çıkışımızdan beri estirdiği rüzgâr yolculuğun
sonuna kadar kesilmedi. İşte, sevgili çocuk, böylece memlekete
geldim; başka bir şey görmedim: öbür Akhailardan hangileri kurtuldu,
hangileri helak oldu, bilmiyorum. Ancak kendi konağımızda yerleşip
oturmakta iken; her ne haber almış isem, hakkındır, hepsini
öğreneceksin, hiç bir şey senden gizlemiyeceğim.
Usta mızrakçı Myrmidonlar sağ esen dönmüş, diyorlar; bunların
başkanı büyük Akhilleus'un şanlı oğlu idi. Paian'ın ünlü oğlu Philoktedes
de sağ esen döndü. İdomeneus dahi kavgadan kurtulan yarenlerini
Girit'e ulaştırdı: deniz onlardan kimseyi kapmadı. Atreus oğlu
Agamemnon'un, gerçi uzak bulunuyorsunuz, fakat herhalde bizim gibi
siz de, döndüğünü ve Aigisthos'un ona hazin bir ölüm hazırladığını
işitmiş olacaksınız. Fakat o da acı acı cezasını buldu; arkasında bir
oğul bırakana ne mutlu. Oğlu Orestes ünlü babasının kan öcünü alarak
hilekâr kaatili Aigisthos'u öldürdü. Sen de, dostum, görüyorum ki
yakışıklı bir yiğit olup yetişmişsin; cesur ol ki bir gün, torunlarından
biri senin de adını hayırla ansın!» Akıllı Telemakhos ona karşı dedi ki:
90/431
— Ey Neleus oğlu Nestor, Akhaiların yüzsuyu, gerçek o babasının
tamamıyla öcünü aldı, adı sanı Akhailar arasında yayılacak ve
geleceklere duyulacaktır. Keşke bana da tanrılar böyle bir kuvvet vermiş
olaydı! Taşkın yavuklulara zulümlerinin, kurdukları fenalıkların
cezasını verirdim; ama tanrılar bana ve babama böyle bir mutluluk
kısmet etmediler; ve şimdi hepsine katlanmaktan başka çarem
kalmadı,
Buna ihtiyar at terbiyecisi Nestor cevap verdi:
—Ey dost, kendin söz açıp bunları andığın için... söylüyorum:
diyorlar ki anana birçok fodul yavuklu çıkmış, konağım sömürüp, senin
de mahvını kuruyorlarmış, söyle bana, bunlara istiyerek mi katlanıyorsun,
yoksa memlekette halk, bir tanrının sesine uyarak, sana
düşmanlık mı gösteriyor? Kimbilir belki bir gün, baban kendi başına
veya bütün Akhaiların yardımıyla yetişecek, ve hepsine taşkınlıklarının
cezasını verecektir: Keşke gökgözlü Athena seni de seveydi, mutlu
babanı sevdiği ve ona içten ilgilendiği gibi, Troialılar ilinde, biz Akhailar
cefalar, mihnetler, çekmekte iken! Hayır, ölümlü insanlardan birine
tanrıların o kadar muhabbet gösterdiklerini asla görmüş değilim, senin
babana açıktan açığa Pallas Athena'nın gösterdiği muhabbet
kadar... Eğer sana da böyle yürekten, kopan bir ilgi göstermek isteseydi,
onların bir çoğu aklından düğünü derneği çıkarırdı. Akıllı Telemakhos
ona karşı şöyle dedi:
— Sayın ihtiyar, bu söylediğinin gerçekleşeceğine inanamıyorum;
öyle büyük sözler söyledin ki, beni hayret ve dehşet alıyor: Böyle
bir mutluluk bir türlü ümidimin içine sığmıyor, tanrılar böyle istese
bile!
Buna karşı Athena, Gökgözlü tanrıça, atıldı:
91/431
— Telemakhos, bu nasıl söz, dişlerinin arasından kaçan öyle? Bir
tanrı isteyince uzaktan bile sevdiği adamı kurtarabilir. Benim gözümde,
her türlü cefaları çektikten sonra, sıla gününe erişip yurda dönmek
yeğdir, seferden dönüp yurda gelir gelmez, Aigisthos'un ve karısının
pususuna düşen Agamennon gibi, helak olmaktansa. Gerçek şu da var
ki, tanrılar bile sevdikleri adamdan hepimizin payı olan ölümü uzaklaştıramazlar,
öldürücü Ecel Moira gelip onu helak döşeğine serdikten
sonra.
Akıllı Telemakhos ona karşı dedi ki:
— Mentor, bundan artık bahsetmiyelim: Kaygılarımız yüreğimizden
taşıyor. Babam için artık sıla yoktur, ölümsüzlerin onun için verdikleri
hüküm ancak ölümdür, kara Ecel'dir. Şimdi başka bir söz açıp
Nestor'dan sormak isterim: Çünkü o doğrulukta ve düşünüşte
herkesten üstündür üç nesil üzerine hüküm sürmüş diyorlar, öyle ki
gözüme bir tanrı gibi görünüyor.
Ey Neleus oğlu Nestor, bana hakikati söyle; Atreus oğlu ulu
hakan Agamemnon nasıl helak oldu? Menelaos nerede idi? Nasıl
olmuş da hilekâr Aigisthos ona ölümü hazırlıyabilmiş? Kendisinden
kat kat üstün bir eri öldürmeğe nasıl yol bulmuş? Yoksa Menelaos
Akhaieli'nde, Argos'ta, değil miydi? Başka illerde mi dolaşıyordu?
Öbürü bundan mı cesaret alarak cinayeti işledi?
Ona ihtiyar at terbiyecisi Nestor cevap verdi:
— Hay hay, çocuğum, sana bütün hakikati, her şeyi olduğu gibi
söyliyeceğim: Ama görüyorsun ki, kendin de anlıyorsun; ne olacaktı,
eğer Menelaos dönüşünde Aigisthos'u konağında sağ olarak ele geçirseydi!
Leşine kara toprak içinde bile bir mezar vermiyecekti; kırlarda,
sur dışında, onu köpekler ve yırtıcı kuşlar paralıyacaktı, ve hiç bir
Akhai kadını onun için ağlamıyacaktı; işlediği cinayet bu derece
92/431
büyüktü!... Biz orada, Troia'da, savaş üstüne savaşla uğraşırken, o rahat
rahat Argos'un at yetiştiren çayırları ortasında, Agamemnon'un
karısını yumuşak sözlerle baştan çıkarıyordu. Tanrısal Klytaimnestra,
başta bu alçakça işi reddediyordu; içinde yalnız iyi duygular vardı;
fakat yanında bir ozan bulunuyordu ki, Atreus oğlu Troia seferine
çıkarken evinde bırakmış ve karısına bakmağı ona havale etmişti;
lâkin vadesi gelip kısmet ona kıskıvrak bağlayınca Aigisthos ozanı aldı,
ıssız bir adaya sürdü, orada kuşlara yem olmak üzere bıraktı. O zaman
erkeğin isteğine kadın da razı oldu: Aigisthos onu kaldırıp evine
götürdü. Mutlu tanrıların sunaklarında nice butlar yaktı, adak olarak
nice bezekler, işlemeli kumaşlar, altınlar astı; yüreğinde asla ümidini
beslememiş olduğu büyük başarı için.
Troia'dan dönerken, ben ve Atreus oğlu Menelaos, beraber sefer
ediyorduk, hep birbirimizle dost olarak, Suniona, Atina'nın kutsal
burnuna eriştiğimiz sıradaydı ki, Phoibos Apollon, en yumuşak oklarıyla,
Menelaos'un kılavuzu Onetor oğlu Frontis'e hücum ederek
öldürdü; o anda bütün hızı ile giden geminin dümeni elleri arasındaydı;
kasırgalar içinde dümen kullanmada bütün insanlar arasında eşi
yoktu.
Menelaos, yola devama bu kadar acelesi varken, orada tekrar
mola verip adamını gereken cenaze töreniyle gömdü; ondan sonra
oymalı gemilere binip şarap yüzlü deniz üzerinde sefere çıktı; sarp
Male burnuna ulaştıkları zaman uzağı gören Zeus, onları uğursuz yola
atmağa karar vererek sırtlarına pusank ve ıslıklı kasırgaları püskürdü:
Dev dalgalar dağlar kadar şişip yükseliyordu. Birbirinden ayrılan gemilerin
bir çoğu Krete Girit cihetine, İardanus'un iki kıyısında oturan
Kydonların iline sürüklendi. Gortyna'nın ucunda, denizin sisleri
içinde, sarp ve yalçın bir kaya dalgalar üzerine sarkmaktadır; burada
Notos yeli ulu dalgaları bu kayanın böğürlerine, Phaistos'tan yana,
kakar durur; ve o küçük kaya kocaman dalgalara kafa tutar! İşte burda
93/431
karaya yanaştılar; adamlar güçlükle ölümden kurtuldu, fakat çarpışan
dalgalarla kayalar arasında tekneler parçalandı; rüzgârlara ve sulara
kapılan beş lâcivert pruvalı gemi Aigyptos'a = Mısır'a ulaştı ve
Menelaos, çok altın ve mal biriktirmek için, yabancı dil konuşan
illerde gemilerle sefer edip dururken, Aigisthos kendi yurdunda ona
yas hazırlıyordu: Sılasına kavuşan Atreus oğlunu öldürdü, halk da boyun
eğerek arkasından yürüdü. Tam yedi yıl altını çok Mykenai'de hanlık
sürdü; sekizinci yılda, ona baş belâsı olarak, tanrısal Orestes yetişti;
ve tepelediği iğrenç anayı ve alçak Aigisthos'u gömerek Argos'lulara
cenaze ziyafetini verdi. Aynı günde gür sesli Menelaos geldi: Gemileri
alabildiği kadar çok mallar getirmişti... Şimdi sana Menelaos'a kadar
gitmeni öğütlerim: Çünkü herkesten en son dönen odur; hem de öyle
yerlerden ki, rüzgârlar bir kere gemilerin yolunu o tarafa saptırdılar
mı, artık geri dönmeğe ümit kalmaz; deniz içinde, o kadar uzak ki,
kuşlar bile, gidişgeliş bir seferi bir yılda yapamaz; öyle engin, öyle
korkunç bir deniz! Sen Menelaos'un katına gitmelisin; gemini, yarenlerini
beraber götür... Karadan gitmek istersen arabam, atlarım sana
hazır; oğullarım da var ki, seni tanrısal İsparta'da Sarı Menelaos
katına iletebilirler. Kendin görüp rica edersin, sana her şeyi açıkça
söylesin; korkma, yalan hiç söylemez, çünkü akıllı, bilge kişidir.
Nestor böyle anlatırken güneş battı, alaca karanlık bastı. O zaman
Athena, Gökgözlü tanrıça dedi ki:
— İhtiyar, her şeyi gereğince anlattın. Şimdi, haydin kurbanlardan
dilleri koparın, şarabı karıp Poseidon'a ve öbür ölümsüzlere
saçı kılalım; sonra yatağı düşünelim; çünkü vakit geldi: Işık ufuk
altında gizlendi bile; tanrıların şöleninde de olsa daha çok zaman durmak
gerekmez artık çekilmeliyiz.
Zeus'un kızı böyle dedi, ve herkes hemen dediğine itaat etti.
Çavuşlar ellerine su döküyor, genç delikanlılar şarap karıp sebuları
94/431
ağızlarına kadar dolduruyordu; herkese, baştan başa, dopdolu sağraklarla
sundular; dilleri ateşe koydular ve ayağa kalkarak tanrılara saçı
kıldılar; ondan sonra kendileri de canları istediği kadar içtiler.
O ara, Athena ve tanrı yüzlü Telemakhos kocaman karınlı gemiye
dönmekten söz açınca, Nestor ağırlayıcı sözlerle onları alıkoydu:
— Zeus ve öbür ölümsüz tanrılar esirgesin! Yanımdan ayrılıp tez
yürüyüşlü gemiye gitmek ha! Beni büsbütün yoksul, evinde örtünecek
ve konuklarını rahat ettirecek çarşafı yorganı yok mu sandınız? Katımda
çarşaflar da, güzel yorganlar da bulunur, ve ben sağ oldukça kahraman
Odysseus'un oğlu buradan çıkıp geminin güvertesinde yatmağa
gidemez; ve benden sonra, konağımda oğullarımdan biri bulundukça,
çatımıza gelen yabancılar konuklanacaktır.
Athena, Gökgözlü tanrıça, dedi ki:
— İyi söylüyorsun, ihtiyar dost! Telemakhos sözünü dinlemelidir,
en iyisi böyledir; şimdi, kendi seninle gidip konağında gecelemelidir,
ben ise kara gemiye gidip yarenlerin her biriyle konuşarak
gönüllerini almalıyım; onların arasında en yaşlısı olmakla övünürüm;
ve bu genç tayfalar sırf bir dostluk olsun diye, hepsi de onun yaşında
iken, ulu gönüllü Telemakhos'un arkasından gelmişlerdir. Şimdi ben
gidip kocaman karınlı kara gemide biraz dinleneyim, çünkü yarın, şafak
sökerken, ulu gönüllü Kavkonların katına gideceğim; orada eski bir
alacağım vardır, az bir şey de değil. Sen de yanında alıkoyduğun bu
dostu arabanla ve oğullarından biri ile yola çıkarırsın; ona atlarının en
güçlü ve en çeviklerini de verirsin.
Bu sözler üzerine Gökgözlü Athena bir şahin suretinde gözden
kayboldu; bütün Akhaiları şaşkınlık aldı! Gözleriyle gördüğüne şaşan
Nestor, Telemakhos'un elini tutup dedi ki:
95/431
— Güvenim var, ey dost, yürekli ve güçlü olacaksın; bak henüz
bu kadar genç iken tanrılar kılavuzun olarak yanına geliyor; çünkü bu
giden Olymposta oturanlardan başkası olamaz, hem de Zeus'un kızı,
mutlu Tritogenia'nın ta kendisi olmalı: Tosun babanı bütün Argoslulardan
üstün o tutardı... Ey tanrıça bizi yargıla, bize iyi ad ve san ihsan
eyle: Kendime ve çocuklarıma ve sayın eşime. Sana ben yaşını tamamlamış
bir düve kurban edeceğim: Geniş alınlı, sapana alıştırılmamış,
kimse boyunduruğa koşmamış; onu ben boynuzlarını altınla kaplatarak
kurban edeceğim.
Böyle deyip dua etmişti, Athena da dinleyip dileğini onamıştı.
Önden giden ihtiyar at terbiyecisi Nestor, oğullarını ve damatlarını
güzel konağına iletti.
Anlı şanlı konağın büyük divanhanesine erişince, sıralı sandalyelere
ve koltuklara geçip oturdular, ihtiyar, gelenleri ağırlamak
için emretti: En tatlı şarabını, onbir yıllığını, sebu içinde karsınlar;
kâhya kadın bezi çözüp küpün ağzını açtıktan ve sebuda şarap
karıldıktan sonra, ihtiyar han fırtına koparan Zeus'un kızı Athena'ya
saçı kılarak, uzun uzun dua etti.
Saçı töreninden sonra canları istediği kadar içtiler ve uyumak
için ayrı ayrı odalarına çekildiler, ihtiyar at terbiyecisi Nestor,
Telemakhos'u, tanrısal Odysseus'un sevgili oğlunu yatırmak için hemen
oracıkta, yankılı dehlizde iki oymalı sedir hazırlatmıştı:
Telemakhos'un yanında şanlı okçu, savaşçılar başkanı Peisistratos
kalıyordu: Konakta hanın henüz evlenmemiş en küçük oğlu idi. Kendi
de uyumak için yüksek binanın öbür bucağına gitti, orada karısı hatun
yatağını döşeğini hazırlamıştı.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı şafak görünür görünmez,
yatağından fırlayan at terbiyecisi Nestor, dışarı çıkıp yüksek konak
kapısının bir yanındaki cilâlı taş kürsüler üzerine oturdu, bu beyaz, ve
96/431
cilâsı daima taze taşlara vaktiyle danışmanlıkta tanrıların eşi Neleus
otururdu; fakat o Ecel Ker eliyle yıkılıp Ahrete Hades vardıktan beri,
buraya, ihtiyar Nestor, Akhaiların siperi, elinde hanlık asası olarak,
otururdu.
Oğulları, yatak odalarından çıkarak hep beraber etrafını aldılar:
Ekhephron, Stratios, Perseus, Arestos ve tanrısal, Trasymedes;
bunlardan sonra altıncı olarak kahraman Peisistratos gelmişti: Tanrı
benzeri Telemakhos'u da getirip hanın yanına oturttular. İhtiyar at terbiyecisi
Nestor söze başlayıp dedi ki: — Çabucak, sevgili çocuklar, istediklerimi
yerine getirin: Ölümsüzlerden Athena'ya dua edelim: O,
bana tanrı şöleninde apaşikâr göründü. Haydin, hemen çocuklardan
biri kıra gidip bir düve arasın, sığırtmaçlardan biri yederek getirsin;
biri de kara gemiye gidip ulu gönüllü Telemakhos'un bütün yarenlerini
alıp gelsin, yalnız ikisi bekçi kalsın.
«Biri de altın kuyumcusu Laerkes'e gidip onu buraya çağırsın
düvenin boynuzlarına altın kaplasın. Öbürleriniz hep birlikte burada
kalın; halayıklara da söyleyin, anlı şanlı divanhanede şölen için sofra
hazırlığını görsünler; burada da çepeçevre koltuklar dizsinler, odun ve
temiz su getirsinler.
O böyle der demez herkes buyurduklarını yerine getirmeğe
koştular. Hemen yayladan inek geldi, tez yürüyüşlü denk yapılı gemiden
de ulu gönüllü Telemakhos'un yarenleri geldiler; Kuyumcu da,
ellerinde avadanlıklar, altını döğmeğe mahsus tunç âletler; örs, çekiç
ve usta elinden çıkmış kerpeten olduğu halde, geldi; Athena da kurban
töreninde hazır bulunmak üzere geldi.
İhtiyar at terbiyecisi Nestor, altını verdi; usta kuyumcu dikkatle
döverek, ineğin boynuzlarını onunla kapladı, ta kim bu bezeği tanrıça
görüp beğensin. Düveyi boynuzlarından Stratios ile tanrısal Ekhephron
tutup yediyordu. El yıkamak için de Aretos yatak dairesinden
97/431
çiçekli leğen, ibrik getirdi; bir eliyle de arpa sepetini tutuyordu. Savaş-
sever Thrasymedes, elinde keskin balta, düveyi boğazlamağa hazır,
kurbanlığın bir yanında duruyordu, Perseus ise kan çanağını tutuyordu.
İhtiyar at terbiyecisi Nestor törene başlıyarak yıkandı, arpa saçtı,
ve Athena'ya uzun uzun dua ettikten sonra başından birkaç kıl koparıp
ateşe attı.
Cemaat dua ederek arpa saçtıktan sonra, Nestor oğlu üstün
yürekli Thrasymedes bir balta vuruşu ile düvenin boyun sinirlerini
kesti: Hayvanın takati gevşeyiverdi; ve Nestor'un kızları ve gelinleri ve
sayın karısı, Klymenos'un büyük kızı Evrydike haykırıştılar. Bu ara
erkekler, kurbanı tutup geniş yollu yerden kaldırdılar, erler başkanı
Peisistratos gelip boğazladı; dalga dalga siyah kanı aktı, canı kemiklerinden
sıyrıldı. Çarçabuk parçaladılar, töresince butları ayırdılar; iki
yandan iç yağı ile sardılar, ve üste başkaca kanlı etler eklediler; ihtiyar
Nestor kor üzerinde bunları yakarak ateş rengi şaraplarla saçı kılarken
gençler de, ellerine beşizli şişler alıp etrafını sardılar. Sonra, butları
yakıp kızartılmış içirikleri yediler ve kalan kısımları ufak ufak parçalı-
yarak uzun şişlere geçirdiler, bunları iki elle ateşe tutarak kebap
ettiler.
Bu arada Telemakhos hamama girmişti; Neleiadlardan,
Nestor'un en küçük kızı, güzel Polykaste onu yıkadıktan ve saf yağı ile
oğduktan sonra üstüne güzel bir entari ve kaftan giydirdi; hamam
odasından çıkarken boyda boşta ölümsüzlere benziyordu; budunlar
çobanı Nestor'un bulunduğu yere gelerek yanına oturdu.
Üst kaba etleri kebap olduktan sonra, ateşten çektiler, sofraya
oturup yemeğe giriştiler; kusursuz ayvazlar altın sağraklara şarap doldurmak
hizmetine bakıyordu.
Yiyip içip iştihalar yatıştıktan sonra, ihtiyar at terbiyecisi Nestor
söze başlayarak şöyle dedi:
98/431
— Haydin, çocuklarım, Telemakhos'a yelesi güzel atlar getirin,
arabayı koşun, yoluna revan olsun!
Böyle söyler söylemez, sözünü dinleyen oğulları, hemen arabaya
çevik ayaklı atları koştular, bu ara kâhya kadın, ekmek, şarap, katıklar,
tanrı soyundan olan hanlara lâyık yiyecekler getirip yükledi. Telemakhos
çok güzel arabaya bindi; yanına da erler başkanı Nestor oğlu Peisistratos
çıkarak ellerine dizginleri ve kamçıyı aldı: Koşuya başlamak
için kamçıyı bir şaklattı; atlar gönülsüz olmıyarak ovaya uçtular, sarp
bayır üzerindeki Pylos şehrini arkada bıraktılar.
Atlar, iki yandan yügen arasında olarak, bütün gün eşkin gittiler.
Güneş batıyor, bütün yollara gölge basıyordu ki Pheres'te
Ortilokhos'un oğlu Alpheison'un torunu Diokles'in konağına yetiştiler;
orada gecelediler, ev sahibi onları konuklayıp ağırladı.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
atları koşup alaca boyalı arabaya bindiler, yankılı dehlizden ve konak
kapısından çıktılar, buğdayı bereketli ovaya girdiler, buradan, az
sonra, yol sona ermişti; çevik ayaklı atlar o kadar büyük bir hızla
koşuyorlardı. Güneş batıyor, bütün yolları gölge basıyordu.
99/431
ŞAN: IV
LAKEDAIMON'DA
Dar vadilerin oyukları içinde Lakedaimon'a eriştiler, kutlu
Menelaos'un konağına doğru ilerlediler, onu evinde birçok yakınlarıyla
birlikte, oğlunun ve kusursuz kızının düğün sofrasında buldular; kızını
düşman kıran Akhilleus'un oğluna gönderiyordu. Evvelce, daha
Troia'da iken, Meneiaos, kızını evlendirmek için söz vermişti, şimdi de
tanrılar bu düğünü gerçekleştiriyordu. Gelini arabalar ve atlar götürecekti,
Myrmidonlar hanının ünlü şehrine, İsparta'dan Alektor'un kızını
oğluna, ihtiyarlığında, halayıktan doğmuş güçlü kuvvetli
Megapenthes'e seçmişti; ilk evlâdı güzel Hermione'yi, altın
Aphrodite'ye benziyen kızı doğurduktan sonra tanrılar Helena'ya
başka çocuk vermemişlerdi.
İşte böyle konağın yüksek tavanı altında düzen şöleni kurmuş
bulunuyorlardı: Kutlu Menelaos'un komşularıyla yakınları. Gelen iki
konukla iki atlı konağın kapısında bekliyorlardı. Bunları kutlu
Menelaos'un koşucu uşaklarından Eteoneus usta, oradan geçerken
gördü, divanhaneye haberi getirmek için girdi, budunlar çobanının
yanında durup kanatlı sözler söyledi:
— Tanrının büyüttüğü Meneiaos, konuklar var: İki er ki, büyük
Zeus'un soyundan olsalar gerek. Söyle bana, çevik ayaklı atlarını arabadan
çözelim mi? Yoksa başka tarafa gönderip konuklıyacak birini mi
arıyalım?
Buna karşı Sarı Meneiaos öfke ile dedi ki:
— Eskiden sen böyle ahmak değildin, Boetos oğlu Eteoneus;
şimdi çocuk gibi karşıma geçip aptalca lâflar söylüyorsun. Her ikimiz,
kaç defa, evimize dönünceye kadar, başkalarının konuğu olup
ekmeklerini yemişiz? Ve bundan sonra bizi Zeus esirgesin, gene öyle
talihsizliklere düşmekten! Haydi şimdi gariplerin atlarını çöz,
kendilerini de hemen içeri al, düğün sofrasına getir.
Han böyle deyince Eteoneus, çarçabuk, divanhaneden çıktı,
başka koşucu uşaklar çağırıp yanına aldı; yügen altında terliyen atları
çözüp ahırın yemliklerine bağladılar, önlerine beyaz arpa ile karışık
hınta döktüler, arabayı kaldırıp dipte kapıları pırıl pırıl parlıyan arabalığa
çektiler; sonra konukları yüce tavanlı divanhaneye aldılar. Bunlar
Zeus büyütmesi Menelaos hanın divanhanesine girince hayranlıkla
bakmadurdular; çünkü kutlu Menelaos'un yüksek tavanları ay ve
güneş gibi parıldıyordu.
Gözleriyle doya doya baktıktan sonra işlemeli hamam teknelerine
girip yıkandılar; halayıklar yıkayıp saf yağ ile oğduktan ve üstlerine
entariler ve yünden kıvırcık kaftanlar giydirdikten sonra, Atreus oğlu
Menelaos'un yanına gelip koltuklara oturdular. Bir oda hizmetçisi kız
getirdiği güzel altın ibrikten gümüş leğen içinde ellerine su döküyor,
ve önlerine cilalanmış, işlemeli bir masa çekiyordu. Ekmeği ise sayın
kâhya kadın getirip önlerine koydu, ve Sarı Menelaos onların ikisine
eliyle işaret ederek şöyle dedi.
— Ekmekten buyurun, güle güle karnınızı doyurduktan sonra
kimlerden olduğunuzu sorup öğreniriz. Belli ki her ikiniz bayağı soydan
değilsiniz, belki Zeus'un büyüttüğü hanlar boyundansınız: Çünkü
kötü dölden böyle evlâtlar doğmaz.
Böyle deyip kızartılmış bir yağlı sığır kaburgasını kendi elleriyle
tutarak onlara sundu: Bu, şeref payı olarak kendi önüne konulmuştu.
Onlar da önlerine konan seçkin parçalara ellerini uzattılar.
Yiyip içip keyifleri yerine gelince, Telemakhos, başkası işitmemek
üzere, başını Nestor oğluna yaklaştırarak şöyle dedi:
101/431
— Bakındı, Nestor oğlu, gönlümün sevgilisi! Şu yankılı tavanlar
altında, tuncun, altının, kehribarın, gümüşün, fildişinin şimşeklerini
seyredegör! Zeus'un Olympos'taki sarayı da ancak böyle olabilir.
Böyle söylerken Sarı Menelaos işitti, ve onlara dönerek kanatlı
sözler söyledi:
— Sevgili çocuklar, Zeus ile insanlardan hiç biri
karşılaştırılamaz. Çünkü onun sarayları da malı mülkü de ölümsüzdür,
insanlardan bana mal mülkçe yaklaştırılabilir biri var mı, yok mu? bilmem...
Ancak ne emekler, ne mihnetler pahasına bunlar elde
edilmiştir. Yüklü gemilerimle ancak sekizinci yıl buraya dönebildim;
Kypros'u, Phenike'yi, Aigyptos'u, Yanık yüzlüler, Sidonlular, Araplar
illerini, kuzuların boynuzlu doğduğu Libia'yı dolaştım: Burada, hanlardan
çobanlara kadar, kimse peynirsiz, etsiz, taze sütsüz kalmaz;
bütün yıl boyunca sağılacak sütleri vardır, çünkü koyunları yılda üç
defa doğurur.
«Ben oralarda dolaşıp bol geçinmelik toplarken bir başkası
apansız pusu kurarak kardeşimi öldürüyordu, iğrenç karısının hainliğiyle!
Artık bu mal mülk içinde hanlık sürmekte zevk bulmuyorum.
Babalarınız kimler olursa olsun, herhalde onlardan da bunları işitmiş
olacaksınız: Ben çok çektim; öyle şen, bayındır bir yurt elimden gitti
ki, içi malla dopdolu idi... Fakat keşke ancak bu kısmetin üçte biri ile
evimde otursaydım da sağ esen kalaydı o erler ki Troia ovasında, atı
tayı bereketli Argos'tan uzakta helak oldular! Onların hepsi için dertleniyor,
ah ediyorum! Kâh inliyerek içimi avuturum, kâh susarım; insan
inlemekten de çabuk bıkar, usanır. Evet hepsi için dertlenir, ah
ederim, fakat en çok birisi için acı duyarım: Onun hâtırası bende ne
uyku, ne iştiha bırakır, çünkü Akhaiların hiç biri Odysseus kadar benim
için cefa, mihnet çekmemiştir. Ve sonunda kaygıdan başka kısmeti
olmadı! Benim için hiç eksilmiyen bir acıdır: Onu hep gurbette kalmış
102/431
bileyim, sağ mı öldü mü bilmiyeyim! Onun için benden başka daha
gam yiyip ağlayanlar var: İhtiyar Laertes, akıllı Penelopeia, ve giderken
evinde yeni doğmuş olarak bıraktığı oğlu Telemakhos».
Menelaos böyle diyordu. Babası için, Telemakhos'un hıçkıra
hıçkıra ağlayası geldi; babasından söz açıldığını işitince göz kapaklarından
yere yaşlar döküldü, iki eliyle erguvan kaftanını gözlerine
kaldırdı. Menelaos farkına vardı, lâkin zihinden ve gönülden düşünüyordu:
Evlât babasını soruncaya kadar mı beklemeliydi, yoksa önce
kendi açıp anlatmağa mı girişmeliydi?
Bunları zihinde ve gönülde evirip çevirmekte iken, Helena ıtırlı,
yüksek tavanlı odasından çıkageldi: Altın örekeli Artemis'e benziyordu.
Adraste işlemeli bir sandalye getirip önüne sürdü, Alkippe
üstünü yünden yumuşak bir halçe ile örttü, sonra Philo gümüş sepeti
önüne koydu; bunu ona Polybos'un karısı Alkandre vermişti. Polybos
Mısır'ın Thebai şehrinde otururdu; orada evler mallarla dopdoludur.
Polybos Menelaos'a iki gümüş hamam teknesi, iki altın üç ayaklı ve on
talant altın bağışlamıştı; ayrı olarak karısı da Helena'ya çok güzel
armağanlar vermişti: Bir altın örekeye alt tarafı tekerlekli, üst kenarı
altından bir gümüş sepet katmıştı; oda hizmetçisi Philo'nun getirip
önüne koyduğu sepet buydu; içi bükülmüş iplikle doluydu, üstüne menekşe
rengi yün sarılı öreke yatırılmıştı.
Helena sandalyeye oturdu, altında da ayaklar için basamak
vardı; ve hemen kocasından sormağa başladı:
— Biliyor muyuz, tanrının büyüttüğü Menelaos, kimlerden olmakla
övünüyorlar, bizim eve gelenler? Yanılıyor muyum, doğru mu
anlıyorum? Gönlüme öyle doğduğu için diyorum ki, ömrümde gözlerim,
ne erkekte, ne kadında, böyle bir benzeyiş görmemiştir; baktıkça
beni hayret alıyor, bu yiğit ulu gönüllü Odysseus'un oğlu
Telemakhos'tur mutlak: Kahraman onu evinde yeni doğmuş
103/431
bırakmıştı, siz Akhailer, ben köpek suratlının yüzünden, o korkunç
savaşa atılmak üzere Troia'ya geldiğiniz zaman. Ona karşı Sarı
Menelaos dedi ki:
— Şimdi ben de öyle düşünüyorum, Kadınım, tıpkı senin
düşündüğün gibi: Ayaklar, onun ayakları, eller onun elleri; aynı
şimşekli bakışlar, aynı baş, alında aynı dalgalı saçlar! Şimdi,
Odysseus'un hâtırasını anıyordum, benim için bütün çektiklerini anlatıyordum
ki, konuğumuz kaşlarının altından gür yaşlar döktü, kaftanı
ile gözlerini örttü.
Ona karşı Nestor oğlu Peisistratos şöyle dedi:
— Tanrının büyüttüğü, budunlar başkanı, Atreus oğlu Menelaos!
Gerçek senin dediğin gibi, onun oğludur; fakat uslu akıllıdır ve ilk defa
yanında bulunduğu için gevezelik etmeğe içten sıkılıyor: Çünkü her
ikimize senin sesin tanrı sesi gibi geliyor.J Beni ise ihtiyar at terbiyecisi
Nestor ona kılavuzluk etmel» üzere birlikte yolladı, çünkü seni
görmek istiyordu, bir öğüt veresin veya bir yardımda bulunasın diye.
Gurbette kalan bir babanın oğlu için, başka hiç bir koruyucusu olmıyan
bir konakta kalmak çok belâlı iştir; böyle bir hal şimdi
Telemakhos'un başına gelmiştir; babası gurbette, ilinde ise fenalığı
uzaklaştıracak kimseleri yoktur.
Buna karşı Sarı Menelaos dedi ki:
Ulu Tanrım! Meğer kahraman dostumun, benim için bunca cenklerde
savaşmış erin oğlu benim evimde imiş! Karar vermiştim ki bir
gün kendi bana gelecek olursa bütün Argoslulardan üstün ağırlıyayım:
Şayet, ikimize deniz üzerinde tez yürüyüşlü gemilerimizle dönüş kısmet
ederse, Olympos'un sahibi uzağı gören Zeus. Onu İthaka'dan
çoluğu çocuğu, malları ve bütün budunu ile birlikte buraya getirtecektim,
hükmüm altındaki şehirlerden birini onun için boşaltacaktım,
104/431
birbirimizle sık sık görüşecektik; ahbaplığımıza, sefamıza hiç bir engel
olmıyacaktı, ölümün kara bulutu gelip bizi örtünceye dek. Fakat bir
tanrı kıskanmış olmalı ki ikimizden yalnız o talihsizi sıladan mahrum
etti!
Böyle söylüyordu, ve hepsinin hıçkıra hıçkıra ağlıyası gelmişti;
ve şimdi, Zeus kızı Argoslu Helena ağlıyordu. Telemakhos da, Atreus
oğlu Menelaos da ağlıyordu; Nestor oğlunun da gözleri yaşsız değildi;
içten kardeşi ulu gönüllü Antilokhos'u hatırlamıştı, onu ışık saçan şafağın
şanlı oğlu öldürmüştü .
Bu hâtıra altında olarak kanatlı sözler söyledi:
— Atreus oğlu, senin için insanların en bilgesidir, der, bizim ihtiyar
Nestor, her zaman seni anmış olsa konağında oturup bizimle
konuşurken. Şimdi de, mümkün ise, beni dinle: Yiyip içtikten sonra
oturup ağlamaktan hiç hoşlanmam; lâkin sabah sisi içinde doğan Şafak
görünsün bir kere; o vakit ben de ölüler için, Ecel kurbanları için,
ağlamağı elbette fena bulmam; talihsiz ölümlülere karşı son saygı borcu
olur: Saçları kırkmak ve yanaklardan aşağı yaş dökmek! Benim de
bir kardeşim helak oldu: Argosluların en kötüsü de değildir. Sen bileceksin
onu; ben kendisini görmüş, tanımış değilsem de, başkaları
söylediler: Koşuda, savaşta birinci imiş bizim Antilokhos!
Buna karşı Sarı Menelaos şöyle dedi:
— Dostum, bütün söylediklerin uslu akıllı ve senden daha yaşlı
birine yakışır sözler ve öğütlerdir; tam baban gibi bir erin oğlu
olduğunu ispat ettin; kolayca tanılır o adamın oğlu ki, Zeus ona evlilikten
yana ve evlâttan yana kutlu ve mutlu yaşamağı kısmet etmiştir;
nitekim işte Nestor'a da hep lütuflarını saçagelmiş, ta ki konağında rahat
rahat kocasın: Çevresi uslu akıllı ve mızrak atıcılığında meharetli
oğullarla çevrilmiş olarak. Simdi, biz de, nasılsa baş gösteren ağlamayı
105/431
bırakalım, gene eğlencemizi düşünelim! El yıkamağa su döksünler,
işlere ise yarın sabahtan bakarız. Telemakhos ve ben, birbirimizle
konuşuruz.
Böyle dedi. Ve Aspholin gelip ellere su döktü: Bu kutlu
Menelaos'un koşucu kullukçularındandı.
O zaman Zeus kızı Helena, aklına geldiği gibi, içinden şarap
içtikleri sebuya bir iksir attı: Nepentes denilen bu deva avutucu,
yatıştırıcı ve bütün acıları unutturucu idi. Katıldığı sebudan her kim
içse, bütün gün artık yanaklarından yaş akmazdı: Anası, babası ölmüş,
önünde kardeşi veya sevgili oğlu tunç kılıçla parçalanmış olsa ve gözleriyle
görse bile.
106/431
Zeus kızına bu erdemli iksiri Mısırlı Thon'un karısı Polydamne
hediye etmişti; orada Mısır'da toprak buğdaydan başka pek çok otlar
yetiştirir, kimi öldürücü ağu, kimi diriltici deva; oranın erleri bütün insanlardan
bilge birer hekim; hepsi Paieon'un kanından.
Helena iksiri attıktan ve sağrakları doldurduktan sonra, gene
söze başlıyarak dedi ki:
— Tanrının büyüttüğü, Atreus oğlu Menelaos! Siz de şanlı erler
oğulları! Tanrı Zeus'tur ki nöbetle iyiliği de fenalığı da verir; her şeye
kadir olan O'dur. Şu sarayda oturmuş, yiyip içiyoruz; şimdi hikâyelerle
de keyfimize bakalım; size hale uygun bir vak'a anlatayım. Ama ben ne
kadar anlatsam ulu gönüllü Odysseus'un bütün savaşlarını sayıp
bitiremem; yalnız bu cesur adamın Troialılar ilinde, siz Akhailar cefalar
çekmekte iken, girişip başardığı işlerden birini anlatacağım:
Kendi kendine çirkin yaralar bereler açarak, sırtına eski bir aba atarak;
bir köle kıyafetinde düşmanların geniş caddeli şehrine girdi; kendini
gizlemek için bir dilencinin kılığını takınmıştı ki, böylesi Akhaiların
gemilerinde hiç bulunamazdı; işte bu kıyafette Troiaların şehrine
girdi. Onlar hep aldandılar; yalnız ben onun kim olduğunu tanıyarak
kendisini sorguya tuttum. O, kurnazlıkla kaçamaklar aradı; lâkin
kendisini yıkayıp yağ ile oğduktan ve üstünü giydirdikten sonra, en
büyük yeminle, Odysseus'un gelmiş olduğunu Troialılara açmıyacağıma
and içtim: Ta ki kendisi tez yürüyüşlü gemilere ve çadırlara
ulaşsın; o vakit bana Akhaiların bütün düşündüklerini anlattı. Birçok
Troialıyı uzun tunç hançeriyle tepeledikten sonra Argoslular arasına
giderek onlara önemli haberler yetiştirdi. O ara, başka Troia kadınları,
ölenler için yüksek hıçkırıklarla haykırışırken, benim içim sevinçle
dolmuştu. Gönlüm, hemen, çabuk evime dönmek arzusu ile
değişmişti; Aphrodite'nin gönlüme sokmuş olduğu deliliğe pişman
olmuştum; beni o zaman sevgili baba yurdumdan ayırmış, kızımdan,
gelin girdiğim odadan ve, gerek akılda, gerek yakışıklılıkta, kimseden
aşağı kalmayan bir kocadan uzaklaştırmıştı.
Buna karşı Sarı Menelaos şöyle dedi:
— Evet, bütün bunları, kadınım gereğince anlattın; gerçek ben
birçok alp erlerin aklını ve ruhunu tanımış ve birçok yerleri dolaşmış
bulunuyorum, ama hiç bir zaman gözlerimle, bahadır Odysseus kadar
cesur yürekli er görmedim: Hele bu yüreği kavi adamın oymalı yapma
at içinde başarı ile gösterdiği cesaret! Bütün Argos uluları, içine
kapanmıştık; sonra sen Helena oraya çıkageldin - şüphesiz seni tanrının
biri yollamış olmalıydı: Troialıların kutuna hizmet olsun diye -ve
tanrı eşi Deiphobos seninle birlikteydi. Sen, üç defa, kocaman karınlı
tuzağı çepeçevre dolaştın, elinle şurasına burasına vurup Danaos
başkanlarını, ayrı ayrı, adları ile anarak çağırdın ve her ismi söylerken
karısının sesini taklit ederdin. J Ben, Tydeides ve tanrısal Odysseus ortada
oturuyorduk, senin seslendiğini işittik. Ben ve Tydeides dayanamamış,
hemen ya fırlayıp çıkmak veya seslenip cevap vermek
istemiştik. Ama Odysseus bizi tuttu ve kımıldanmamıza meydan vermedi.
Öbür Akhai oğulları susmuş, duruyorlardı; yalnız biri, Antiklos
sana seslenip cevap vermek arzusunu yenemiyordu. Fakat Odysseus
iki kuvvetli eliyle ağzına basıp bütün Akhaiları kurtardı, onu o halde
tuttu, ta ki Pallas Athena seni alıp uzaklaştırıncaya kadar.
Bunun üzerine akıllı Telemakhos, ona dönerek, dedi ki: —
Zeus'un büyüttüğü, budunlar başkanı, Atreus oğlu Meneiaos! Gerçek,
hazin hikâye; ama bütün bu bahadırlıklar neye yaradı? Ondan ölümü
uzaklaştıramazdı, göğsündeki yürek demirden de olsaydı!... Fakat,
haydin, bizi yataklarımıza götürün, artık yatıp tatlı uykuya varmak
anıdır.
Böyle derken, Argoslu Helena halayıklara emir vermişti:
Dehlizde döşekleri döşesinler, en güzel erguvan çarşafları yaysınlar ve
üste nalçalar sersinler, ve iyi örtünmeleri için en üste yünden keçeler
katsınlar.
108/431
Halayıklar, ellerinde meşaleler tutarak, divanhaneden çıkıp
yatakları döşediler. Bir çavuş yol göstererek konukları konağın dehlizine
iletti; onlar orada yattılar; Atreus oğlu da gidip yüksek binanın
öbür bucağında yattı, ve uzun tüllü Helena kadınların en tanrısalı,
yanına uzandı.
TELEMAKHOS'UN DONUŞU
Sabahın sisi içinde doğan gül parmaklı şafak görünmüştü ki, gür
sesli Menelaos yatağından fırladı, elbiselerini giydi, sivri kılıcını
omuzundan astı, tombul ayaklarına güzel sandallarını bağladı; yatak
odasından çıkarken tanrıların bir eşi gibiydi; gidip Telemakhos'un
yanına oturdu, adıyla çağırarak seslendi:
— Kahraman Telemakhos, seni buraya, güzel Lakedaimon'a getiren
hacet ne olsa gerek, engin denizin sırtına binerek? Budunsal bir
iş mi, özel mi? Bunu bana hiç bir şey gizlemeksizin doğruca söyle.
Akıllı Telemakhos, ona karşı cevap verdi:
— Atreus oğlu Menelaos, Zeus'un büyüttüğü, budunlar başkanı!
Senden, babam hakkında bir haber varsa, anlamağa geldim. Evimi
sömürüp bitiriyorlar; en verimli işlerim yüzüstü kaldı. Babadan kalma
konak kötü niyetli kimselerle dopdolu; bunlar her gün sürü sürü koyunlarımı
ve apul apul yürüyüşlü, boynuzları kıvrık sığırlarımı boğazlıyorlar;
bunu işliyenler anamın fodul yavuklularıdır ki, küstahlıkları son
kerteye vardı. Size and veriyorum, tosun babam Odysseus, siz Akhailar
Troialılar ilinde mihnetler çekerken, sana karşı verdiği ahdi, söz ile
veya iş ile, yerine getirmişse, artık zamanı geldi, bunu hatırla ve bana
her şeyin doğrusunu söyle.
Buna karşı Sarı Menelaos canı çok sıkılarak dedi ki:
— Ne günlere kaldık! Şanlı kahramanın yatağına girmek cüretini
gösteriyorlar ha, şu muhanatlar! Güçlü arslan, ininde yok iken, bir dişi
109/431
geyik yeni doğmuş ve henüz emzikten kesilmemiş iki yavrusunu oraya
götürüp uyutakoysa, sonra da otlamak için ağaçlı yamaçlara, otlak
bayırlara gitse... Bu ara arslan yatmağa dönse... her ikisine nasıl merhametsizce
eceli eriştirirse... Odysseus da onlara böylece kara eceli
eriştirecektir!
Tanrılar, baba Zeus, Athena, Apollon... bir isteseler!.. Odysseus,
bir gün güzel hisarlı Lesbos'ta, hepimize meydan, okuyan Philamel
oğlu ile güreşmek üzere kalkıp onu nasıl güçlü kolu ile bir vuruşta yere
devirmiş, bütün Akhaiları sevindirmişti; bunun gibi, yarın da şu
yavukluların arasına gelip düşse... hepsinin ömrü kısa olur, düğünleri
kara yasa dönerdi! Yalvarıp sorduklarına gelince, doğruluktan ayrılmaksızın,
bildiğimi anlatacağım ve seni asla yanıltmıyacağım; bana
denizin yalan bilmez ihtiyarı her ne dediyse, bir kelimesini gizlemeden
ve değiştirmeden, nakledeceğim:
Aigyptos'ta idik; oradan ayrılmak arzusuyla içim içime sığmıyordu;
lâkin tanrılar, bir yüzlük kurban adağını yerine getiremediğim
için, beni alıkoyuyorlardı, çünkü tanrılar alacaklarının unutulmasına
müsaade etmezler. O fırtınalı denizde Aigyptos önünde, Pharos adlı
bir küçük ada vardır; kıyıdan ancak bizim oyumlu gemilerden birinin,
pupadan serin bir rüzgâr almak şartıyla, bir günde keseceği yol kadar
uzaktır. Bu adada güzel koylu bir liman vardır ki, içine giren tez
yürüyüşlü denk yapılı gemiler, siyah ağızlı kaynaktan su aldıktan
sonra, kolayca gene denize açılabilirler.
İşte burada, yirmi günden beri, tanrılar beni alıkoyuyordu ve
gemilerimizi alıp engin denizin geniş sırtı üzerine götürecek rüzgârların
hiç birinden bir alâmet belirmiyordu.
Kumanyamız tükeniyordu; adamlarımızın neşesi kaçmıştı; bu
ara tanrılardan biri halime acıyıp beni kurtardı. Deniz İhtiyarlarından
güçlü Proteos'un İdotea adlı bir kızı vardır, işte felâketim bunun
110/431
yüreğine dokundu. Bir gün yalnızca dolaşmakta iken yanıma geldi:
Adanın kenarlarında çengelli oltalarını atarak balık tutmakla vakit
geçirmekte olan tayfalardan uzaktım; açlıktan mideler burkulmağa
başlamıştı!
İşte İdotea bu ara yanıma geldi, ayakta durarak şöyle dedi: