17 Ekim 2015 Cumartesi
homeros destanı - 3
KIRKE KATINDA
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
ben herkesi derneğe çağırarak cümleye seslendim:
— Dostlarım, bulunduğumuz yerden görüp anlayamıyoruz: alaca
karanlık noktası neresi, tan ağarma noktası neresi? insanları aydınlatan
güneş nerede yerin altına geçiyor, nereden çıkıp bize dönüyor?
Şimdi çabuk danışalım: kimsenin bir diyeceği var mı? Ben yok
sanırım; kendim ise, yüksek gözetleme yerine çıkıp baktım; gördüğüm
bir adadır: kıransız deniz onu her yandan kuşatmada, ve kendi
203/431
alçalarak uzanmakta; orta yerinde, sık bir meşelik, büyük bir orman
içinde, gözlerime bir duman göründü.
Ben böyle deyince, yürecikleri parçalandı: Laistrygon
Antiphathes'in işlediklerini hatırladılar, ulu gönüllü, insan yiyen
Kyklop'un da zulmünü! hüngür hüngür ağladılar, gözlerinden dalga
dalga yaşlar döktüler. Fakat ağlayıp sızlamaktan fayda yoktu. Ben hemen
güzel knemisli yarenleri iki takıma ayırdım ve herbirine bir baş
verdim; bir takımın başkanı bendim, öbürününki tanrı yüzlü Evrylokhos.
Çabucak kur'aları bir tunç tulga içine attık: ulu gönüllü
Evrylokhos'un kur'ası çıktı. Yirmi iki yarenle yola düşüldü: gidenler
ağlıyor, geride kalanlar inliyordu
Bir dere içinde Kirke'nin evine rastladılar: her yandan kuytu bir
yerde, cilalanmış taşlarla yapılmıştı. Etrafta dağcıl kurtlar ve aslanlar
vardı; bunlar Kirke'nin yaman afsunlu iksirler içirerek büyüledikleriydi:
gelen adamlara saldırmadılar, uzun kuyruklarını sallayarak kalktılar;
ziyafetten dönen efendilerinin yanına kuyruk sallayarak gelen ve
ondan daima iştah bastırıcı yiyecekler bekleyen köpekler gibi, bu sert
pençeli kurtlar ve aslanlar arkadaşların etrafında kuyruk sallıyorlardı;
onlar ise korkunç canavarları görünce ürkmüşlerdi. Güzel belikli tanrıça
Kirke'nin dış dehlizinde durdular; içerde güzel sesle türkü
söylediğini ve tezgâhta tanrısal bez dokuduğunu işittiler; bu, tanrıçalara
yakışır, ince, zarif, parlak dokumalardan biri olacaktı!
Erler başkanı Polites, en önce söze başladı: bu benim, bütün
adamlarım içinde, en ziyade değer verdiğim arkadaştı.
— Dostlar, içerde biri, tezgâhta bez dokuyarak türkü söylüyor;
her taraf sesiyle çınlamakta. Bu tanrıça mı, bir kadın mı? Tez seslenip
anlıyalım!
204/431
Böyle deyince, öbürleri de hep birden seslenip çağırdılar. Kirke
hemen dışarı çıkarak parlak kapılarını açtı ve onları içeriye davet etti;
onlar da, hepsi ahmak ahmak arkasından gittiler. Yalnız Evrylokhos
bunda bir tuzak sezerek dışarda kaldı. Kirke onları içeriye alıp iskemlelere,
koltuklara oturttu; sonra Pramnos şarabının içinde peynir, arpa
unu, sarı bal ezdi; buna bir de yaman iksir karıştırdı: akıllarından
atalar yurdu hâtırasını tamamiyle sökmek için.
Sonra onlara sundu, onlar da son damlasına kadar içtiler. Ondan
sonra Kirke asâsiyle onlara vurdu ve hepsini domuz ağılına götürüp
kapadı: başlarıyla, sesleriyle, kıllarıyla, boy boslarıyla domuzlara benzemişlerdi;
yalnız akıl onlarda eskisi gibi, sağlam kalmıştı. Onları ağlar
sızlar bir halde kapadı, önlerine de yesinler diye, mazı, palamut, kızılcık
yemişi gibi her zaman domuzların yediği şeyler alıverdi.
Evrylokhos ise hemen tez yürüyüşlü kara gemiye koşup geldi,
yarenlerin başına gelen felâketin haberini vermek için; lâkin çok
çalıştığı halde ağzından tek bir söz çıkamıyordu, yüreği bu kadar derinden
ürkmüştü! gözleri yaşla dolmuştu, içinden hıçkırıklar taşıyordu!
ona hayretle bakıyor, kendisinden olanı biteni soruyorduk; nihayet, o
zaman, öbür arkadaşların felâketini hikâye etti:
— Buyurduğun gibi, şanlı Odysseus, meşelik arasından gidiyorduk;
dere içinde güzel yapılı konağı bulduk; orada tezgâhta bez dokuyan
biri yüksek sesle türkü söylüyordu.: tanrıça mıydı, kadın mıydı?
anlamak için ona seslenerek çağırdılar. O, hemen dışarı gelerek parlak
kapıları açtı ve içeriye davet etti; onlar da hepsi, aptal aptal, arkasından
gittiler. O zaman ben, bir tuzak olduğunu sezerek, dışarda
bekledim. Onlar hep birlikte gözden kayboldular, hiç biri bir daha
görünmedi; ben boşuna uzun uzun oturup gözetledim.
205/431
Böyle deyince, ben gümüş çivili uzun tunç kılıcımı omuzuma astım,
üste yayımı da aldım, sonra Evrylokhos'u bana yolu göstermeğe
davet ettim. Fakat o, iki eliyle dizlerime sarılarak, yalvarıyordu:
— Beni zorla götürme, ey Zeus büyütmesi! Beni burada bırak!
Bilirim ki kendin de dönemiyeceksin, öbürlerin de hiç birini geri getiremiyeceksin!
Kalanlarla, tezden, kaçalım; belki de hâlâ kaza
gününden sıyrılmak mümkün olur!
Böyle dedi, ve ben ona karşı dedim ki:
— Evrylokhos, sen buradan ayrılamayabilirsin, yiyip içerek kara
geminin yanında kal. Lâkin, ben gidiyorum; zorlu ödev beni oraya davet
ediyor.
Böyle diyerek gemiden ve denizden uzaklaştım. Kutsal dereden
geçmekte ve otçu, iksirci Kirke'nin büyük konağına yaklaşmakta iken,
evine yakın bir yerde, karşıma altın asalı Hermes çıkageldi; genç bir
delikanlı suretine girmiş, yeni terliyen bıyıkları yiğitliğine en büyük
güzelliği vermişti. Yanıma gelip elimi sıktı ve ismimle anarak dedi ki:
— Ey talihsiz! Şu yamaçlar arasından, böyle yalnız, nereye gidiyorsun?
Bu yerlerin de acemisisin! Kirke'nin katına mı? Orada şimdi
arkadaşların, domuza çevrilmiş olarak, ahırlara kapatılmıştır. Onları
kurtarmağa mı geliyorsun? Kendin de dönemezsin, sanırım; sen de
öbürlerinin yanında kalırsın. Ama, haydi, seni tehlikeden uzaklaştırmak,
kurtarmak istiyorum. Bak, şu dirlik veren otudur; onu yanında
bulundurarak Kirke'nin konağına girebilirsin, erdemi ile sen kaza
gününden sıyrılabilirsin! Şimdi sana Kirke'nin kurduklarını ve bütün
hile ve büyülerini de anlatayım. O, sana da bir şerbet karacak ve içine
afsunlu iksiri katacak; fakat sana büyüsü tesir etmeyecek, sana
vereceğim dirlik veren otu buna meydan vermiyecek. Fakat her şeyi
anlatayım: Kirke, çok uzun asâsiyle, sana vurunca, sen de kalçandan
206/431
sivri kılıcını çekip üstüne atıl, onu öldürmek istiyormuş gibi davran! O
zaman titriyerek, o, seni yatağına götürmek istiyecek; tanrıçanın
yatağından yüz çevirmeğe kalkışma: düşün ki arkadaşlarını kurtarmak
ve sana iyi bakmak onun elindedir! Yalnız ona tanrıların büyük yemini
ile and içir ki, seni mahvetmek için başka bir hile kurmasın!
Böyle dedi, akışıklı Haberci, yerden kopardığı otu verdi ve ne tabiatta
olduğunu bana gösterdi: kökü siyah, çiçeği süt beyazdı; tanrılar
ona «mölü» derler, ölümlü insanlar için onu koparmak güçtür, fakat
tanrılar her şeye kadirdir... Sonra Hermes yüksek Olympos'a doğru
uçarak ormanlık ada içinde kayboldu. Ben ise Kirke'nin konağına
girerken gönlümün içinde nice düşünceler çalkanıyordu!
Güzel belikli tanrıçanın dış dehlizinde durdum; orada durup
haykırdım; tanrıça sesimi duyarak dışarıya çıktı, parlak kapılarını
açarak beni içeriye davet etti; ben de arkasından gamlı gönülle
yürüdüm. Beni gümüş çivili bir koltuğa oturttu, ve ben içeyim diye
altın sağrak içinde şerbeti kardı ve içine afsunlu iksiri kattı: gönlünün
içinde kötü şeyler kuruyordu! Sonra sundu, ben de hepsini içtim: fakat
büyüsü tesir etmedi! O ise asa ile vurdu ve bana seslenerek şöyle dedi:
— Haydi şimdi domuz ahırına; arkadaşlarının yanında yat!
Böyle dedi, ben de kalçamdan sivri kılıcımı çektim; üstüne
atılarak öldürmek istiyormuş gibi davrandım.
— Kimsin, kimlerdensin? Şehrin neresidir? Soyun sopun kimlerdir?
Beni hayret aldı: bunca otlardan yapılmış şerbeti içesin de
büyülenip değişmeyesin! Hiç bir zaman, hiç bir başka insan tesirinden
kurtulmamıştır: dişlerinin arasından geçer geçmez!. Senin içinde
yenilmez bir ruh olacak! Yoksa çok hileli Odysseus sen misin? Akışıklı,
altın asalı tanrı bana daima haber vermiştir: Troiadan dönerken, kara
gemisinin içinde, Odysseus buraya gelecekmiş! Ama, haydi şimdi,
207/431
kılıcını kınına sok, yatağıma çıkalım; orada birleşerek ve sevişerek
birbirimize güvenelim!
— Ey Kirke, sana karşı yumuşak davranmamı nasıl isteyebilirsin
ki, yarenlerimi domuza çevirip ahırında tutuyorsun! Beni de ancak
hain bir maksatla yatak odana çağırıp yatağını teklif ediyorsun: Ben çı-
plak olunca kurduğun fenalığı yapasın, erkekliğimi alasın diye! Ben de
senin yatağına çıkmağa yanaşmam, sen, ey tanrıça, tanrıların büyük
yemini ile and içmedikçe ki, bana karşı, beni mahvetmek için başka bir
kötü niyet beslemiyesin!
Böyle dedim, o da benim emrettiğim gibi and içti; töresince
yemini tamamladıktan sonra, ben de Kirke'nin güzel, parlak yatağına
çıktım. Halayıkları bu ara konağın işleriyle meşgul oluyorlardı. Biri
koltukları en güzel erguvan carlarla örtüyordu, bunların da altında
güzel keten örtüler vardı. Bir başkası koltuklara gümüş masaları yaklaştırıyor,
üstlerine altın sepetleri koyuyordu. Bir üçüncüsü altın sebu
içinde bal tadında şarabı karıyor ve her birinin önüne altın sağrağı yerleştiriyordu.
Dördüncüsü de su getirip üç ayaklı büyük kazanı dolduruyor,
ateşi yakıyordu; ve su parlak bakır kap içinde, ıslık sesleri
çıkararak, ısınıyordu.
Beni hamam teknesine aldı, büyük üç ayaklının suyunu
ılıştırarak başımdan ve omuzlarımdan aşağı döktü: Üyelerimden gücü
kemiren yorgunluğu gidermek için. Yıkadıktan ve yağ ile ovduktan
sonra bana tanrısal entari ve kaftan giydirdi. Sonra beni gümüş çivili
bir koltuğa oturttu: Güzel işlenmişti, altında ayaklar için basamağı da
vardı; sonra yiyip, içmeğe davet etti. Fakat gönlüm bir türlü hoşlanmıyordu;
aklımdan başka şeyler düşünüyordum ve içten her şeyi fena
görüyordum.
Kirke benim oturup yiyeceğe el uzatmadığımı, zalim kederlere
daldığımı görünce, yanıma yaklaşarak kanatlı sözler söyledi:
208/431
— Niçin böyle, Odysseus, bir dilsiz gibi oturmuş, yüreğini kemiriyorsun?
Hiç bir şey yiyip içmek de istemiyorsun? Yoksa başka bir
tuzaktan mı şüpheleniyorsun? Böyle bir korkuya düşmen gereksizdir,
çünkü ben sana büyük yemin ile and içmişim!
Böyle dedi, ben de ona karşı dedim ki:
— Ey Kirke, bir insan var mı ki, aklı başında olsun da,
arkadaşlarını kurtulmuş görmedikçe, otursun, yiyip, içip keyfine baksın?
Eğer gönlünden kopan iyilikle yemeği içmeği teklif ediyorsan,
sadık arkadaşlarımı serbest bırak da gözlerimle göreyim!
Böyle dedim, Kirke de, elinde asa, divanhaneden dışarı çıktı,
domuz ahırının kapılarını açtı, oradan çıkardığı arkadaşlar dokuz
yaşında domuzlara benziyorlardı. Karşısında durup yüzlerini ona
çevirdiler; o ise yanlarından geçerek her birine başka bir ilâç sürdü;
hemen üstlerinden kılları döküldü: Bu kıllar şanlı Kirke'nin evvelce
içirmiş olduğu afsunlu iksirden bitmişti. Hemen yeniden insan
olmuşlardı. Eskisinden daha genç, daha yakışıklı ve daha boylu boslu
görünüyorlardı. Beni tanıdılar ve birer birer gelip ellerimi tuttular;
hepsinde hıçkıra hıçkıra ağlamak ihtiyacı vardı: Divanhanenin içi
iniltilerle yankılandı. Tanrıça dahi merhamete gelmişti.
Tanrıçaların en tanrısalı yanıma gelip, ayakta durarak, şöyle
dedi:
— Tanrı soyu Laertes oğlu çok hünerli Odysseus, şimdi tez
yürüyüşlü gemiye ve deniz kıyısına dön; en önce gemiyi karaya çekin,
avadanlıkları ve bütün mallarınızı mağaralarda saklayın; ve hemen
kendin buraya gel, sadık yarenlerini de yanına al.
Böyle dedi ve hemen ulu gönlüm kanarak, tez yürüyüşlü gemiye
ve deniz kıyısına gitmek üzere yola çıktım. Gemide sadık arkadaşları
buldum. Acıklı acıklı hıçkırıyorlar, dalga dalga yaş döküyorlardı! Nasıl
209/431
ki analarından ayrı tutulan buzağılar, otlaktan iyice doymuş olarak
ağıla dönen inekler üzerine hep birden atılırlar ve bir türlü mandralarda
zaptedilemeyerek, analarının etrafında böğürürlerse, tıpkı
onun gibi, yarenlerim beni gözleriyle görünce ağlıyarak her yanımdan
kuşattılar; ve yürekleri vatanlarını, içinde doğup büyüdükleri kurak
İthaka'yı görmüş kadar heyecanlandı.
Ve hıçkırıkları arasında kanatlı sözler söylediler:
— Senin döndüğünü görmekle, ey Zeus'un büyüttüğü, vatan toprağına
kavuşmuş kadar sevindik. Ama, haydi öbür arkadaşların
felâketini anlat bize!
Böyle dediler, ben ise yumuşak sözlerle dedim ki:
— En önce gemiyi karaya çekelim, sonra avadanlıkları ve bütün
malları mağaralara kapıyalım; sonra hepiniz hazırlanıp benimle
birlikte Kirke'nin kutsal konağına gelirsiniz; orada arkadaşları göreceksiniz:
Oturmuşlar, yiyip içiyorlar; sofralarında her şeyden bol bol
var.
Böyle dedim ve çabucak sözlerime kandılar; yalnız Evrylokhos
bütün arkadaşları vazgeçirmeğe çalıştı:
— Ey talihsizler, nereye gidiyorsunuz? Belâlara niye bu kadar
susamışsınız? Kirke'nin konağına girince, o hepimizi domuzlara veya
arslanlara çevirecek; zorla büyük evini bekletecek... Kyklop ile ahırı
unutulmasın ki, bizim arkadaşlar oraya da cesur Odysseus'un arkasından
gitmişlerdi; ve bu akılsızlığı yüzünden mahvolmuşlardı.
Böyle diyordu ve ben gönlümün içinden düşünüyordum:
Kalçamın kaba eti boyunca uzanan sivri uçlu kılıcımı çekip bir vuruşta
şunun kafasını yerin üstüne uçurmalı mıydım, hışmım, hem de en
yakından olduğuna bakmıyarak? Ama yarenler her yandan atılarak en
tatlı sözlerle beni alıkoydular.
210/431
— Ey tanrının büyüttüğü! Onu bırakalım, emredersen gemide
kalıp bekçilik etsin; sahilden bir yere kımıldamasın, Sen bizleri
Kirke'nin kutsal konağına iletiver.
Onlar böyle deyince, gemiden ve deniz kıyısından uzaklaştık.
Fakat Evrylokhos da kocaman karınlı geminin yanında kalmayıp
arkamızdan geldi: Benim sert sözlerim onu yola getirmişti!
Bu ara, Kirke, konağında öbür arkadaşları hamama göndermiş,
vücutlarını saf yağ ile oğdurmuş, üstlerine entariler ve yünden kaftanlar
giydirmişti. Hepsini divanhanede yiyip içerken bulduk. Gözleriyle
bakıştılar, tanıştılar, hıçkırıklarla ağlaştılar, divanhanenin içi iniltileri
ile yankılandı.
Kirke, tanrıçaların en tanrısalı, yanımıza gelip dedi ki:
— Artık hıçkırıklara son verin; balıklı denizde başınıza gelenleri
ve zalim erler yüzünden karada çektiklerinizi biliyorum. Fakat bu yemeklerden
yiyiniz, bu şaraptan içiniz, yüreğiniz gene canlansın,
vatanınız kayalık İthaka'nın toprağından ayrılırken nasıl idiyse gene o
hale gelsin! Şimdi kendinizi kaygıya koyvermişsiniz, hep çektiklerinizi
hatırlıya hatırlıya yüreksiz, cansız olmuşsunuz; çok cefa çektiğiniz için
safadan pay alamıyacak hale gelmişsiniz!
Böyle dedi ve ulu gönlümüz bu sözlere kanıp itaat ettik.
ÖLÜLER ÜLKESİNDE
Orada, bütün bir yıl zaman çarhı üzerinde dönünceye kadar, her
günümüz yiyip içmekle geçti: Dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı.
Fakat yıl tamam olup mevsimler dönünce, sadık yarenler beni davet
ederek dediler ki:
211/431
— Ey tanrısal! Artık vatan toprağını da düşünmek zamanı
gelmiştir, eğer sağ esen atalar yurduna dönmek ve yüksek tavanlı konağına
kavuşmak kısmetinde varsa!
Böyle dediler ve ulu gönlüm bu sözlere kandı. O zaman bütün bir
günümüz, güneş batıncaya kadar, yiyip, yemekle geçti; dille anlatılmaz
etler ve tatlı şarap vardı! Güneş batıp alaca karanlık basınca, benimkiler
gölgeli divanhanede yatıp uyudular.
Bu ara ben Kirke'nin çok güzel yatağına çıkıp dizlerine sarıldım;
tanrıça söylediğimi dinliyordu:
— Kirke, verdiğin sözü yerine getir: Beni memlekete
ulaştıracağını vadetmiştin; artık bundan başka bir arzum kalmadı,
yarenlerimin de öyle: Halleri yüreğimi parçalıyor ve sen bir tarafa az
uzaklaşınca hıçkıra hıçkıra her yanımı alıyorlar.
Böyle dedim, tanrıçaların en tanrısalı hemen cevap verdi:
— Zeus soyu, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus! Artık canınız
istemiyorsa, evimde durmayıp gidebilirsiniz. Ama ilk önce Hades'in
konağına ve müthiş Persephoneia katına bir seferiniz olacak! Kâhin
Thebaili Teiresias'ın ruhundan öğüt almak için; bu kör kâhinin aklı
hâlâ yerindedir; Persephoneia ölüler arasında yalnız ona aklı ile
düşünmeyi bağışlamıştır, öbürleri ise ancak gölgeler gibi kımıldaşırlar.
Böyle deyince yüreciğim parçalandı. Yatağın içinde oturup ağlıyordum;
artık yaşamak, güneşin ışığını görmek istemiyordum.
Kendimi yerden yere atıp ağladıktan sonra, dile gelerek kanatlı
sözler söyledim:
— Ey Kirke, bu yolculukta kılavuzumuz kim olacak? Bir kara
gemi Hades'e hiç varmış mıdır?
Böyle dedim, tanrıçaların en tanrısalı cevap verdi:
212/431
— Geminde kılavuz yok diye gam yeme! Gemine direği dikip
beyaz yelkenleri aç! Bırak gemiyi Boreas'ın soluğu götürsün!
Okeanos'u aşıp kıyıya ve Persephoneia'nın kutsal korusuna, yüksek
kavakların ve kısır söğütlerin yetiştiği yere gelince, derin çevrimli
Okeanos'ta gemiyi durdurup karaya çek, kendin de Hades'in kara konağına
in. Orada, Pyriphlegethon ile Kokytos, birlikte, Akheron'a akar,
ki Styks suyunun bir koludur, iki yankılı ırmağın birleştiği yerde Kaya
vardır. Buraya yaklaşmalı ve öğütlediğim gibi hareket etmeli: Orada,
ey kahraman; bir çukur kaz: Her yandan birer arşın boyunda, eninde.
Bu çukur üzerine ölülere üç saçı kıl: Birincisi ballı sütle, ikincisi tatlı
şarapla, üçüncüsü temiz su ile olacak. Sonra çukurun üstüne beyaz un
ekerek ölülere, bu güçsüz başlara uzun uzun dua et; onlara ada, ki:
İthaka'ya döner dönmez kısır ineklerinin en iyisini alıp güzel nezirlerle
donanmış bir ateş yığını üzerine kurban edeceksin. Bundan başka
Teiresias'a, kendi başına, lekesiz bir kara koç, sürülerinin en güzel
koçunu ada! Ölülerin ruhlarına dua edip yalvardıktan sonra bir koç bir
koyun kurban et: Kurbanların başını Erebos'tan yana çevir, kendi gözlerini
ise oradan ayır, ırmağın akan sularından başka şeye bakma. O
zaman ölmüş kişilerin ruhları üşüşüp gelecek. Bunun üzerine adamlarını
yüreklendir: Boyunları zalim tunç kılıçla kesilmiş olan hayvanların
derilerini yüzüp tamamiyle yaksınlar, güçlü Hades ve korkunç
Persephoneia tanrıların adlarını anarak dua etsinler. Sana gelince,
oturup kalçandan sivri uçlu kılıcını çek; ölüleri, bu güçsüz başları,
kana yaklaştırma, ta Teiresias sorguna cevap verinceye kadar. O zaman
bu kâhin gelecek ve ey erler başkanı, sana yolu ve yolun mesafelerini
ve balıklı deniz üzerinde nasıl döneceğini anlatacak.
Böyle dedi ve hemen altın tahtı üzerinde Şafak göründü; divanhaneyi
dolaşarak adamlarımı uyandırıyordum, birinden öbürüne
giderek en yumuşak sözlerle onları yüreklendirdim:
213/431
— Artık daha fazla kendinizi tatlı uykuya kaptırmayın! Haydin,
yola çıkıyoruz! .Kutsal Kirke'nin kararı budur!
Böyle dedim ve ulu gönülleri bu sözlere kandı. Buradan da yarenlerin
hepsini sağ esen iletmek kısmet değilmiş: Elpenor adlı biri
vardı: Hepsinden genç; ne savaşta çok yiğit, ne akılda pek güçlü;
arkadaşlarından ayrılmış ve şarabın fazla tuttuğu kafasını serinlendirmek
için Kirke konağının taraçasına çıkıp uyumuştu. Adamlarım
kalkınca, gürültüden ve seslerden o da uyanır; birden irkilir kalkar .ve
nerede bulunduğunu tamamiyle unutur; yüksek merdivenden dolaşıp
ineceği yerde, doğru yürür, çatıdan düşer, boynunun boğumlarını
kırar ve hemen ruhu Hades'in konağına iner.
Bir arada toplanan adamlarıma haberi verdim:
— Şimdi siz memlekete, sevgili atalar yurduna dönüyoruz sanırsınız;
fakat Kirke bize başka bir yolculuk gösterdi: Hades'e ve korkunç
Persephoneia'nın katına gidiyoruz, Thebaili Teiresias'ın ruhundan
öğüt almak için!
Böyle dedim ve bunların yüreciği parçalandı; yere oturup
hıçkırıklarla figana başladılar, saçlarını yoldular; lâkin ağlayıp sızlamaktan
fayda yoktu.
Gamlı gönülle, dalga dalga göz yaşı akıtarak yola çıktık. Bu ara,
Kirke gelip önümüzde, kara geminin böğrüne bir koç ve bir kara koyun
bağlamış; ve gözlerimizden kolaylıkla, kaçınmıştı: Bir tanrı, kendi
görünmek istemedikten sonra, geldiğini, gittiğini kimin gözleri
görebilir?
214/431
ŞAN : XI
ÖLÜLERİN AHVALİ
Az sonra gemiye ve denize yetiştik; en önce gemiyi tanrısal denize
çektik, sonra kara tekneye direği dikip yelkenleri taktık. Koyunları
geminin içine aldık, kendimiz de bindik. Bize lâcivert pruvalı geminin
arkasından, iyi bir yoldaş, yelkenleri dolduran uygun bir rüzgâr yolladı
güzel belikli Kirke, insan sesli, yaman tanrıça. Biz de gemide bütün
avadanlıkları yerli yerine koyduktan sonra yerlerimize geçip oturduk;
gemiyi ise rüzgârla dümeni tutan kılavuz yöneltip yürütüyordu.
Bütün gün, engin denizde sefer eden gemimizin yelkenleri şişkin
kaldı. Güneş batıp bütün yollar karardı; gemi de derin akıntılı
Okeanos'un kıranlarına vardı: Kimmer erlerinin ili ve şehri buradadır:
Daima sisle ve bulutlarla örtülü; parlak güneş, ışınlarıyla, onları, hiç
bir zaman görmez, ne yıldızlı göğe yükselirken, ne de gene gökten yere
dönüp inerken; bu zavallı insanların üstüne uğursuz bir gece kanat
germiştir.
Buraya gelince gemiyi çektik, koyunları gemiden çıkardık, kendimiz
de Okeanos'un akıntısı boyunca yürüdük, Kirke'nin söylemiş
olduğu yere ulaşıncaya kadar.
Orada, kurbanları Perimedos ile Evrylokhos tutarken, ben de
kalçamdan sivri kılıcı çekerek eni boyu birer arşın kadar bir çukur
kazdım; yöresinde bütün ölülere saçı kıldım, önce ballı sütle, sonra
tatlı şarapla, üçüncü olarak da temiz su ile; en üste de beyaz unu ektim;
ve diz çökerek ölülerin özsüz güçsüz başlarına uzun uzun yalvarıp
adağımı adadım: İthaka'ya gelince kısır ineklerimin en iyisini alıp en
güzel nezirlerle donanmış bir tutuşmuş odun yığını üzerinde kurban
edeyim; bundan başka Teiresias'a da, kendi başına, lekesiz, kapkara
bir koç, sürülerimin en seçkin koçunu, kurban keseyim.
Ölüler cemaatına yalvarıp dua ettikten sonra, koyunları alıp
boğazlarını kestim, çukurun içinde bir kara buğu saçan kanları aktı;
Erebos bucağından yok olmuş ölülerin ruhları üşüşmeğe başladılar:
Genç gelinler, delikanlılar, çok görmüş geçirmiş ihtiyarlar, gönülleri
yeni yaslı körpe kız oğlan kızlar, tunç mızraklarla savaşta düşmüş
erler; silâhları hâlâ kanlı Ares kurbanları; her yandan korkunç çığlıklarla
çukura doğru koşuyorlardı; ve beni sarı korku aldı! O zaman yarenleri
yüreklendirerek davet ettim: Zalim tunç ile boğazlanıp yerde
yatmakta olan koyunları yüzsünler ve güçlü Hades ile merhametsiz
Persephoneia tanrıları anarak ateşte yaksınlar. Ben de ölülerin özsüz
güçsüz başlarına kana yaklaşmağı menettim. Teiresias sorularıma
cevap verinceye kadar.
İlk olarak Elpenor arkadaşın ruhu geldi; henüz geniş yollu toprağın
altına gömülmüş değildi; cenazesini Kirke'nin konağında, ağıtsız
ve gömüsüz, bırakmıştık; çünkü başka hacetler bizi daha
sıkıştırmıştı.
Onu karşımda görünce gözlerim yaşardı, yüreğimin içinden
acındım; kendisine seslenerek kanatlı sözler söyledim:
— Elpenor, zifiri karanlık içinde nasıl geldin? Sen yayan, ben
kara gemi ile gelmiş iken benden önce nasıl yetiştin?
Böyle dedim, o da içini çekerek cevap verdi:
— Bir ifritin kötü niyeti ve şarap bolluğu beni sersemletmişti;
Kirke'nin divanhane damında yatıyordum, uyanınca dolaşıp yüksek
merdivenden inmek hiç hatırıma gelmedi, doğru yürüyüp damdan
düştüm, boynumun boğumları kırıldı, ruhum Hades'in konağına indi.
Şimdi dizlerine sarılarak yalvarıyorum, burada bulunmayıp yer
yüzünde kavuşacakların başı için: Seni küçük iken büyütmüş olan
baban, ismetli karın, konağında bıraktığın biricik oğlun Telemakhos
216/431
başı için. Buradan çıkıp Hades'i terk ettikten sonra, sağlam yapılı
geminle gene Aiaie adasına uğrayacağını biliyorum. Orada, oh! Benim
Hanım, beni unutma, ağıtsız gömüsüz bırakıp dönme, tâ kim tanrıların
öfkesini sana çevirmeğe sebep olmıyayım! Beni silâhlarımla
birlikte yak ve sonradan geleceklere bir işaret olarak, köpüklü denizin
kenarında, talihsiz arkadaşın için bir mezar dik! Benim için bunları
yap ve sağ olup arkadaşlar arasında iken çektiğim küreği mezarımın
üstüne çaktır.
Böyle dedi, ben de cevap vererek şöyle söyledim:
— Bütün bunları, ey talihsiz, kendim bakıp tamamlayacağım.
İkimiz oturup acıklı sözlerle böyle konuşuyorduk; ben kılıcımı kanın
üstünde tutuyordum, karşı yakada ise arkadaşın tayfı uzun uzun
söylüyordu.
Bu ara anamın, ulu gönüllü Autolykos'un kızı Antikleia'nın ruhu
geldi: Onu, kutsal İlion seferine çıkarken, sağ esen bırakmıştım. Şimdi
görünce gözlerim yaşardı, gönlüm içten acınma ile doldu; kederim bu
derece derin iken, onu da kana yanaşmaktan menettim: Teiresias sorularıma
cevap verinceye kadar.
Thebaili Teiresias'ın tayfı da, elinde altın asa tutarak geldi ve
beni tanıyarak dedi ki:
— Niçin, ey talihsiz, güneşin ışığını bırakıp şu hoşa gitmez
yerlerde ölüleri görmeğe geldin? Haydi, çukurdan çekil, sivri kılıcın
ucunu uzaklaştır, kandan içeyim ve sana gerçeği söyliyeyim.
Böyle dedi, ben de çekildim ve kılıcımı gümüş çivili kınına
soktum; gelip kara kandan içti, ondan sonra kusursuz kâhin şöyle
dedi:
— Bal gibi tatlı bir sıla istiyorsun, şanlı Odysseus, ama bir tanrı
onu sana pek acıklı kılacak; çünkü sanmam ki Yeri sarsan yüreğinin
217/431
içindeki kini unutsun: Sana gazabı sevgili oğlunu kör ettiğin içindir.
Bununla beraber, birçok belâlara uğradıktan sonra, sılaya ulaşman da
mümkün olacak, eğer kendi gönlüne, ve yarenlerininkine hükmünü
geçirebilirsen. Sağlam yapılı gemiyi Thrinhakie adasına yöneltip menekşe
rengi denizden kaçınmalısınız; orada, her şeyi gören ve her şeyi
işiten Güneş tanrının ineklerini ve semiz koyunlarını otlamakta bulacaksınız.
Bu hayvanları emniyette bırakıp yalnız sılanı düşünürsen, o
zaman, belki ve ancak bir çok mihnetler arasından, İthaka'ya ulaşabilirsiniz;
fakat onlara bir zararınız dokunursa, önceden bildireyim,
gemin için de, tayfan için de helak vardır. Yalnız kendin sıyrılıp dönebilsen
de, bu kurtuluşun bütün arkadaşlarını kaybettikten sonra,
yabancı bir gemi üzerinde olacak! Evinde de belâ ile karşılaşacaksın:
Orada birtakım adamların mallarını bitirmekte ve nikâh hediyeleri
sunarak karına istekli çıkmakta olduğunu göreceksin!... Gene de
yetişip zulümlerinin cezasını vereceksin.
Fodul Yavukluları konağının içinde, hile ile veya açıkça, tunç
kılıcının ucu ile, öldürdükten sonra, tekrar yola düşeceksin: Omzunda
gemi küreği olarak yürüyeceksin, ta deniz bilmez insanların iline gelinceye
kadar; bu adamlar yemeklerinde hiç tuz kullanmazlar ve aşı boyalı
gemileri tanımazlar; gemilerin kanatları olan cilâlı kürekleri de bilmezler...
Sana bunun besbelli, hiç yanılmaz alâmetini de söyliyeyim:
Ne zaman başka bir yolcuya rastlarsan, o da şanlı omuzunda ne için
harman küreği taşıdığını sorarsa, işte o zaman yeri kazıp içine gemi
küreğini çak ve Poseidon Hana güzel kurbanlar kes: Bir koç, bir boğa
ve yetişkin bir domuz aygırı kurban et; sonra evine gelip göklerin
sahibi bütün tanrılara gereğince yüzlük kurbanlar sunarsın. Tatlı ölüm
sana denizden gelecek; ancak mutlu ihtiyarlığına eriştikten sonra, her
yanında mutlu budunlar olduğu halde öleceksin; işte sana gerçeği
olduğu gibi söyledim.
Böyle dedi, ben de cevap vererek şöyle dedim:
218/431
— Teiresias, herhalde tanrıların benim için eğirdikleri budur;
haydi şimdi şuna da cevap ver, açıkça bana söyle: Şurada ölmüş
anamın ruhunu görüyorum; susmuş, kana yaklaşmıyor ve oğluna hiç
bir şey sormuyor, hattâ yüzüne bakmağa cesaret etmiyor. Söyle bana,
Hanım, varlığımı ona nasıl bildireyim?
Böyle dedim, o da hemen cevap vererek dedi ki:
— Sana kolayca söyliyebilirim ve aklına koyabilirim. Ölülerin
cenazelerinden hangilerini kana yaklaştırır, içirirsen onlardan gerçek
şeyler öğreneceksin; kimleri menedersen onlar da senden uzaklaşıp
gidecekler.
Böyle dedikten sonra Teiresias Hanın ruhu Hades'in konağına
girdi; kehanetini tamamlamıştı. Ben orada durdum, anamın gelip duman
tüten kandan içmesini bekledim: Hemen beni tanıdı ve içini
çekerek kanatlı sözler söyledi:
— Çocuğum, hayatta iken, sisli kuzey altında nasıl gelebildin? Bu
yerler yaşıyanların gözlerine güç görünür. Bunlarla onlar arasında
büyük ırmaklar ve yaman akıntılar vardır; önce Okeanos gelir ki,
sağlam yapılı gemi olmadıkça aşılamaz. Eğer, Troia'dan dönerken,
uzun zaman şurada burada dolaştıktan sonra, şimdi buraya, geminle
ve yarenlerinle gelmiş bulunuyorsan, o halde daha İthaka'yı, evini,
karını görmüş değilsin, öyle mi?
— Anam, Hades'e sefer etmeme hacet göründü, Thebaili
Teiresias'ın ruhundan öğüt almak için. Hayır, anam, Akhai iline henüz
erişmedim, kendi toprağıma henüz ayak basmadım. Hep, felâketten
felâkete dolaşmaktayım: Tâ tanrısal Agamemnon'un arkasından, güzel
taylar yetiştiren İlion'a, Troialılarla savaşmak için sefere çıktığım
günden beri!
219/431
«Ama haydi şimdi bana açık açık, birer birer söyle: Seni zalim
ecel nasıl edip ölüm döşeğine yatırdı? Uzun süren bir hastalıktan
sonra mı? Yoksa seni yay sahibi Tanrıça Artemis yumuşak oklarından
biriyle mi vurdu? Bana babamdan ve orada bıraktığım oğlumdan söz
aç; hanlığım onlarda mı kaldı yoksa artık döneceğimden ümit kesilince
yabancıların eline mi geçti? Bana karımın da ne düşündüğünü anlat...
Çocuğumuzun yanında mı kaldı? Bütün mallarıma bakabiliyor mu?
Yoksa kendine koca olarak Akhai ulularından birini seçti mi?
Böyle dedim, kutsal anam da hemen cevap verdi:
— O halâ, sana bütün gönlüyle sadık, konağında kalıyor; orada,
geceli, gündüzlü yaş dökerek, acıklı ömrü geçiyor! Güzel hanlığın da
eskisi gibi sahipsiz duruyor; Telemakhos, rahat rahat mallarından faydalanıyor,
töreli şölenlerden pay alıyor, halkın hakimleri arasında
verilen bütün ziyafetlere onu da davet ediyorlar. Baban kırda yaşıyor,
artık şehre inmiyor; yatmak için artık ne kaba döşek, ne yorgan, ne de
hareli çarşaf istiyor: Kışın evinde, ocağın yanında, kül içinde, kulları
ile birlikte, vücudunu kaba çamaşırla örterek yatar. Yaz, sonra
bereketli güz gelip bağlarının yamaçları kuru yapraklarla örtülünce,
kendi de keder içinde, yerde, onlardan bir yatak edinir. Yüreğinin acısı
hep artmakta, senin talihine ağlamakta ve böylece zalim ihtiyarlık onu
zebun etmekte.
Ben de ölmüşsem, ecel kazasına başka türlü uğramış değilim.
Bana can verdiren, bir hastalığın vücudu yıpratan acıları değildir; senin
üzüntün, senin kaygın, senin unutamadığım şefkatli sevgin, şanlı
Odysseus'um, bal gibi tatlı canımı söküp kopardı!»
Böyle diyordu ve benim içimde bir arzu peydah oldu: ölmüş annemin
ruhunu kucaklamak istiyordum: Üç defa ona doğru atıldım,
gönlüm onu kucaklamağa beni davet ediyordu; üç defasında da o,
kollarımın arasından bir gölge gibi, bir rüya gibi uçup gitti ve her
220/431
seferinde benim gönlümde daha derin bir acı kaldı; ve ona seslenerek
kanatlı sözler söyledim:
— Anam, seni kucaklamağa atıldıkça sen beni niye beklemiyorsun?
Hades katında da olsa, kolcağızlarımızla birbirimize sarılarak,
doya doya hıçkırıklarımızın ürpertisini tadardık. Yoksa sayın
Persephoneia önüme tayfını getirmekle acılarımı ve hıçkırıklarımı
arttırmak mı istemiş?
Böyle dedim ve kutsal anam hemen cevap verdi:
— Vah! benim oğlum, insanların en talihsizi! Hayır, Zeus kızı
Persephoneia sana oyun oynamıyor; lâkin ölümlüler için, biri öldüğü
zaman, töre budur: Can ak kemikleri terkedip ruh rüya gibi uçup gitti
mi artık sinirler etleri ve kemikleri tutmaz olur; ve kızgın ateşin gücü
onları yener. Ama artık, en tezden, arzun aydınlığa yönelsin! Bütün
bunları aklında iyi tut, tâ ki kavuştuğun zaman karına anlatasın.
İkimiz böyle konuşmaktaydık; önümüze kadınlar geliyorlardı:
Onları şanlı Persephoneia sürüyordu; bunlar bütün uluların karıları ve
kızlarıydı; her yandan siyah kanın etrafına alay alay toplanıyorlardı;
ben de hepsinden nasıl sorup bir şeyler anlayayım diye düşünüyordum,
içime en iyi görünen karar şu oldu: Kalçamın kaba etinden
uzun sivri kılıcı çekerek siyah kandan hep birlikte içmelerini menettim;
bunun üzerine sıra ile, birbiri ardınca geldiler: Her biri soyunu
sopunu anlatırdı; ve ben hepsini söyletirdim.
İlk olarak iyi bir baba soyundan olan Tyro'yu gördüm: Kusursuz
Salmoneus'un kızı ve Aiolos oğullarından Kryteus'un karısı olduğunu
anlattı. Bu kadın tanrısal Enipeus ırmağa âşık olmuş: Yeryüzünde
akan ırmakların en güzeli buymuş; kendi, bunun için, sık sık gider,
Enipeus'un akıntıları boyunca gezermiş: Bir gün Yerin sahibi Yeri sarsan,
çevrimli Epineus ırmağın suretinde, kumsala çıkıp yanına uzandı
221/431
ve dağ yüceliğinde bir dalga köpürerek yükseldi ve bükülüp tanrıyı ve
ölümlü kadını örttü: Tanrı kadının kızlık uçkurunu çözdü ve gözlerine
uyku ekti.
Tanrı aşk işini tamamladıktan sonra, elini tutarak dedi ki:
— Aşktan için neş'e dolsun, ey kadın! Yıl çarhı tamam dönünce
güzel çocuklar doğuracaksın; çünkü ölümsüzlerin yatağı hiç bir zaman
yemişsiz olmaz. Onları besleyip büyütmek sana düşer. Şimdi eve
yönel, sırrı faş etme, adımı kimseye verme: Yalnız senin için, Yeri sarsan
Poseidon'um!
Böyle deyip köpüklü denize daldı; kadın gebe kalarak, Pelies ile
Neleus'u doğurdu, bunların her ikisi ulu Zeus'un güçlü kullukçularından
oldular. Pelies geniş ovalı İaolkos'ta, büyük sürüleriyle
yaşardı; Neleus ise kumlu Pulos'ta yerleşti. Kadınlar melikesi Tyro
Kretheustan da başka çocuklar: Aison'u, Pheres'i ve araba savaşçısı
Abythaon'u doğurdu.
Ondan sonra Aisopos kızı Antiope'yi gördüm: Bu, Zeus'un
koynunda yatmakla övünmüştü: Ondan iki oğlu oldu: Amphion ve
Zethos ki, ilk olarak, yedi kapılı Thebai' yi yapan ve her yanını kuleli
surlarla çeviren bunlardır. Çünkü, güçlü kuvvetli de olsalar, kuleler
olmamış olsa Thebai'nin geniş ovasında oturmak mümkün olmazdı.
Ondan sonra Alkmene'yi, Amphitryon'un karısını, gördüm ki,
Zeus'un kucağından geçerek arslan yürekli kahraman Herakles'i
doğurmuştu. Sonra Megare'yi ulu gönüllü Kreion'un kızını gördüm ki,
yenilmez güçlü Amphitryon oğlunun karısı olmuştu.
Sonra Oidipus'un anası güzel Epikaste'yi gördüm ki, gerçeği
bilmiyen gönlüne kapılarak büyük suçu işledi: Oğlu ile evlendi! O da
bilmiyerek öz babasını öldürmüş, anası ile evlenmişti! Ansızın ölümsüzler
bunları insanlara malûm kıldılar! Bununla beraber parlak
222/431
Thebai'de Kadmus oğulları üzerine hüküm sürebilmiş, bir yandan da
amansız tanrılar dileğiyle cefalar çekmişti. Epikaste ise sağlam kapılı
Hades'e inmişti: Suçunun kaygıları içinde, yüksek tavanın merteğine
kemendi sarkıtarak; bu yüzden de oğlunun başına, anaların öç alıcı
Cadılarından ne kadar belâ gelebilirse, hepsi gelmişti.
Sonra kadınların en güzeli Kloris'i gördüm ki, vaktiyle güzelliğine
meftun olan Neleus sayısız nikâh armağanları vererek almıştı;
Miny'lerden Orkhomene üzerine han olan Amphion İaside'nin en
küçük kızıydı; Pylos melikesi olduktan sonra kocasına güzel çocuklar
vermişti: Nestor, Hromios, mağrur Periklumenos ve nihayet güzelliği
ile ölümsüzlere hayret veren Şanlı Pero ondan doğmuştu; bütün
komşuları bu kızla evlenmeğe istekliydiler; ama babası Nelsus kızını
vermek için, güveyin gidip İphikles alpın Phylake'deki kazalı
sürüsünü, geniş alınlı, kıvrık boynuzlu öküzlerini kaçırmasını şart
koşuyordu. Yalnız bir kusursuz kâhin bunları kaçırmağa söz verebilmişti;
fakat düşman bir tanrının kazası ona mâni olmuştu: Sığırtmaçlar
onu yakalayıp çözülmez urganlarla bağlamışlardı. Günler ve
aylar geçip yıl çarhı tamam dönünce ve bahar geri gelince, ancak o zaman,
İphikles alıp kâhini koyverdi: Bütün olacakları kendi haber vermişti
ve Zeus'un dileği gerçekleşmişti.
Lede'yi, Tyndareos'un karısını da gördüm, ki Tyndareos'tan iki
cesur oğul dünyaya getirdi: At terbiyecisi Kastor'u ve yumruğu yaman
Polydeukes'i; becerikli yerin altında her ikisi yaşamaktadır; yerin
altında dahi Zeus'tan saygı görüyorlar; nöbetle, gün aşırı, ölüp dirilmektedirler;
gördükleri saygı onları ölümsüzlerle eşit kılmakta.
Bundan sonra İphimedia'yı, Aloeus'un karısını da gördüm ki,
Poseidon ile birleşmiş olduğunu söyledi; kısa ömürlü iki oğlu dünyaya
geldi: Tanrı eşi Otos ile şanlı Ephialtes; bereketli toprak bunlardan
daha boylu kimseyi beslememiştir, şanlı Orion'dan sonra da en güzel
223/431
insan bunlardı. Dokuz yaşında, enleri dokuz arşın ve boyları dokuz kulaç
kadar vardı: Ölümsüzleri bile bir gün Olympos'a hücum narelerini
götürmekle korkutuyorlardı. Olympos'un üstüne Ossa dağını, bunun
da üstüne ormanı titrek yapraklı Pelion'u bindirip göğe çıkmak istiyorlardı,
belki de yiğitlik çağına erişseydiler bunu başarırlardı; lâkin
Zeus'un güzel saçlı Leto'dan doğan oğlu ikisini de öldürmüştü; şakaklarının
altında sakal çiçek açmadan, ayva tüyü yanaklarını
gölgelendirmeden.
Phaidra'yı da, Prokris'i de, kem gönüllü Minos'un kızı Ariadne'yi
de gördüm: Vaktiyle Theseus onu Krete'den Atinalıların kutsal tepelerine
götürmüş, ama visaline erememişti, çünkü daha önce onu Artemis
iki deniz arasındaki Die adasında öldürmüştü, Dionysos'un
suçlandırıcı tanıklığı ile.
Maira'yı, Klymene'yi de, zalim Eriphyle'yi de gördüm, ki, sevgili
kocasını ele verip diyetini altın olarak aldı.
Hepsini anlatamam ve adlarını sayamam bütün kahramanların
karılarını ve kızlarını; ben bitirmeden önce tanrısal gece geçerdi! Artık
yatmak zamanı gelmiştir, ister gemiye, yarenlerin yanına gideyim,
ister burada kalayım. Beni selametlemek işi ise bir tanrılara bir de size
kaldı!
Böyle dedi ve hepsi, ağızları açık, susuyorlardı: Divanhanenin
gölgeleri içinde, hikâyelerin büyüsü altında idiler. Akkollu Arete söze
başlıyarak şöyle dedi:
— Phaiaklar, bu er size nasıl görünüyor: Benizce, boy bosça,
akılca tam kararında; değil mi? O, benim konuğumdur, ama şereften
hepiniz pay alıyorsunuz. Selametlemesinde acele etmeyiniz; ihtiyacına
bakın: Ondan armağanlarınızı esirgemeyin, ki konaklarınızda, tanrıların
dileğiyle, bunca ağır mallar vardır!
224/431
Bunun üzerine ihtiyar Ekheneos söz alarak dedi ki:
— Dostlar! Kutsal melikemiz bizim maksadımıza ve düşüncemize
uymıyan hiç bir şey söylemedi; söylediğine kulak verin. Alkinoos
buradadır. Söz söylemek de işe geçmek de ona düşer.
Buna karşı Alkinoos söz alarak şöyle dedi:
— Bence de söylenecek söz budur ve böyle olacaktır, ben
yaşadıkça, usta kürekçi Phaiaklar üzerinde benim hükmüm geçtikçe.
Konuğumuz da, sıla hasreti olmakla beraber, yarına kadar burada kalmalıdır,
tâ ki ben de bütün hediyeleri bir araya getirebileyim; onu
selametlemek isi ile ise adamlarımız meşgul olacak; ben de onlardan
fazla, çünkü bu ilde hanlık benimdir.
Buna karşı çok görgülü Odysseus dedi ki:
— Alkinoos Han, bütün halkın ulusu! Dönüşümü buyurasınız ve
ağır armağanları hazırlayasınız diye bana bir yıl bekle deseniz, razı
olurdum, çünkü sevgili ata yurduna olabildiği kadar eli boş dönmemek
faydalı olur; İthaka'ya döndüğümü görecek olanlara da daha sayın ve
daha sevgili olurdum.
Bunun üzerine Alkinoos cevap verdi:
— Seni görüp anladıktan sonra, Odysseus, yağsız yer üzerinde
beslenip yayılan, kimsenin anlamadığı yalanlar uyduran o sayısız
sahtekârlardan biri sanmak mümkün değildir. Sende bir yandan da
akıl sağlamlığı vardır; en usta ozan kadar meharetle anlattın kendi
çektiklerini ve bütün Argosluların acıklı kaygılarını.
Ama haydi şimdi de, hiç bir şey gizlemeden, söyle bana. Tanrı eşi
arkadaşlarından, seninle beraber İlion'un surları altına gelip de ecel
kazasına uğramış olanlardan hiç gördüğün oldu mu? Başlıyan gece ise
çok uzun: Bitecek, tükenecek gibi değil; konakta henüz yatıp uyumak
225/431
zamanı gelmedi. Haydi, sen bana o şaşılacak işleri anlat! Tanrısal Şafak
sökünceye kadar oturur dinlerdim, sen bize çektiklerini anlatmak
istemiş olsan!
Buna karşı çok görgülü Odysseus cevap verdi:
— Alkinoos Han, halkın ulusu! Her şey için vakit vardır: Uzun
hikâyeler için de, uyku için de. Madem ki beni dinlemek arzusundasın,
ben de başkalarını, hem de eyvah! daha acıklılarını anlatmaktan geri
kalacak değilim, yarenlerimden zaferden sonra helak olanların
felâketlerini! Troialıların savaş naraları arasında vurulup düşenlerin
değil, hayır, dönüşten sonra hain bir kadının suçlu dileğiyle helak
olanların felâketini!
Kadınların tayflarını sayın Persephoneia şuraya buraya dağıttıktan
sonra, Atreus oğlu Agamemnon'un kederli tayfı göründü; etrafında
kendisiyle birlikte Aigisthoe'un evinde kaza eceline uğrayıp ölenlerin
ruhları toplanmıştı.
Kara kandan içer içmez beni tanıdı; ağlayıp sızlıyarak, dalga
dalga yaş dökerek, ellerini uzatıp bana yetişmek istiyordu. Ama vaktiyle
çevik ve esnek üyelerindeki güçlü sinir ve etlerden hiç bir şey
kalmamıştı.
Görünce gözlerim yaşardı, gönlüm içten acıdı, kendisine
seslenerek kanatlı sözler söyledim:
— Şanlı Atreus oğlu, erler hanı Agamemnon! Hangi Ecel tanrısı
seni altedip ölüm döşeğine yatırdı? Seni Poseidon mu altetti: Zalim
rüzgârların azgın nefesleri altında gemilerini batırarak? Yoksa hain
düşmanlar mı canına kıydı: Karada güzel sığır ve koyun sürülerini
aşırırken? veya bir kale surları altında kadınlarını kaçırmak için
savaşırken?
Böyle dedim, o da hemen cevap verdi:
226/431
— Zeus soyu, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus! Beni ne Poseidon
gemilerimi batırarak altetti, ne hain düşmanlar karada canıma
kıydı. Benim helakimi ve ecelimi hazırlıyan Aigisthos'tur: Beni lanetleme
karımla birlikte o öldürdü, konağına davet ederek! İşte ben
böyle, en şerefsiz ölümle öldüm. Etrafımda da bütün yarenlerimi,
birini esirgemeksizin, boğazladılar; beyaz dişli domuzları düğün günü,
bir zenginin, bir ulu bayın evinde veya bir imeceli ziyafet, bir bayram
toplantısı için, boğazladıkları gibi Sen ki, bunca erlerin kıtalinde, gerek
başa baş boğuşulurken gerek yığınlar naralar atarak savaşırken, hazır
bulunmuşsun, sen de bizleri göreydin, gönlün içten acırdı: Sebular ve
donanmış şölen masaları arasında, boylu boyunca divanhanede serilmiş
yatıyorduk; yerden kanların dumanı tütüyordu! Kulağıma değen
en zalim ses Priamos kızı Kassandra'nın sesi oldu: Onu yanıbaşımda
hain Klytaimnestra öldürüyordu. O ara ben ellerimi kaldırıp korumak
istedim, fakat bir kılıç vuruşu ile işim bitirilmişti... ve köpek suratlı
çıktı gitti. Ben Hades'in konağına inerken; gözlerimi ve dudaklarımı
kapamağı aklına bile getirmedi. Daha hain, daha köpek kimse yoktur:
Böyle işleri zihninde kuran bir kadından! Bunun alçakça hazırladığı
cinayet: Gençliğinin eşini, beni, öldürmek! Beni ki eve dönüşte çocuklarımın,
kul ve karavaşlarımın sevgisi ile karşılanmaktan başka arzum
yoktu!.. Bu kadının kafasında en büyük ustalıkla kurulan cinayetler
gelecek nesillerin genç kadınlarına, en şerefli işler görecek olanlara
bile leke olacaktır!
Böyle dedi, ben de cevap verdim:
— Eyvah! Gerçek, gürler sesli Zeus, öteden beri, Atreus soyuna,
kadın işleri yüzünden ne amansız düşman kesilmiştir! Vaktiyle Helena
için nice erlerimiz helak oldu! Sana da, daha uzakta iken, Klytaimnestra
böyle tuzak kuruyormuş!
Böyle dedim, o da hemen cevap verdi:
227/431
— Bunun için, şimdi, sen de karına hiç bir zaman fazla yavaş
davranma ve bütün bildiklerini ona açma; bir kısmını emniyet etsen
de bir kısmını gizli tutmalısın. Fakat, Odysseus, hiç bir zaman senin
ölümün karından gelmiyecektir; çok uslu, akıllı kadındır, gönlünde
hep ihtiyatlı düşünceler besler şu İkarios kızı Penelopeia. Biz onu çok
genç, taze evlenmiş bırakmıştık harbe giderken; oğlu, yavrucuk,
memedeydi; o şimdi herhalde erler sırasına karışmıştır... Mutlu çocuk!
Babası, eve dönünce, onu görecek, o da babasını kucaklıyacak, âdet
olduğu üzre! Benim karım gözlerimle doya doya oğlumu görmeme zaman
bırakmadı; beni daha önce öldürdü... Sana bir şey daha söyliyeceğim,
öğüdümü aklında tut: Gemini sevgili vatan toprağına aşikâre
yanaştırma, dönüşünü saklı tut; çünkü kadınlar sır saklamak nedir
bilmezler.
Ama, haydi şimdi bana söyle, açık açık, birer birer anlat: Oğlumun
nerede yaşadığını hiç işittiğin var mı: Orkhomenos'ta mı, kumlu
Pylos'ta mı, veya Menelaos'un yanında, geniş ovalı İsparta'da mı?
Çünkü yeryüzünün hiç bir tarafında ölmüş değildir tanrısal
Orestes'im,
Böyle dedi, ben de cevap verdim;
— Atreus oğlu, niye bana bunları soruyorsun? Yaşıyor mu, ölmüş
mü? Hiç bilmiyorum. Boşuna lâf söylemek de iyi bir şey değil.
İkimiz, yüz yüze, böyle kaygılı sözlerle konuşmakta, kederli
kederli bol bol yaş dökmekteydik, ki Peleus oğlu Akhilleus'un ruhu çıkageldi,
arkasından Patroklos'un ve kusursuz Antilohos'un ve Aias'ın da
ruhları geldi: Bütün Akhaiların görkte güzellikte, boyda bosta en
üstünü, Peleus oğlundan sonra, Aias idi. Ayağına çabuk Peleus
oğlunun ruhu beni tanıdı ve içini çekerek kanatlı sözler söyledi:
228/431
— A bedbaht! Nasıl böyle, aklına, gücünden büyük işler getirirsin?
Hades'e inmeğe nasıl cesaret ettin ki, burada ancak özsüz güçsüz
ölüler, işi bitmiş kişilerin tayfları oturur?
Böyle dedi, ben de hemen ona cevap verdim:
— Peleus oğlu Akhilleus! Bütün Akhaiların ulusu! Teiresias'tan
öğüt istemeğe geldim: Kayalık İthaka'ya ulaşmak için yol göstersin,
çünkü henüz Akhai iline varmış değilim; belâdan belâya yuvarlanarak
bir türlü vatan toprağına ayak basamadım. Senden daha mutlu, ey
Akhilleus, kimse ne gelmiş ne de gelecek: Eskiden, hayatta iken, biz
bütün Argos erleri seni tanrılarla bir sayardık; şimdi de burada,
görüyorum ki, ölülerin üzerine hükmün yürüyor. Öyle olunca,
öldüğüne yanma, ey Akhilleus!
Böyle dedim, o da hemen cevap verdi:
— Ölümü ballandırma bana, Odysseus, alp! Razıydım, bir
yanaşma gibi, hali vakti yerinde olmıyan yoksul bir çiftçinin hizmetinde
olayım, şu bütün yok olmuş ölülere han olmaktansa! Lâkin, haydi
şanlı oğlumdan söz aç bana: Savaşta ön safa geçip ayak direyebiliyor
mu, yoksa edemiyor mu? Kusursuz Peleus için bir şey öğrendinse, onu
da bana söyle: Bütün Myrmidonlar üzerine hâlâ hükmü yürüyor mu?
Yoksa Hellas'ta ve Phtie'de ona saygısızlık mı ediliyor: ihtiyarlık elini,
ayağını bağladığı için? Ah, ben orada, güneşin ışıkları altında olaydım
da onu uyaydım, vaktiyle Troia'nın geniş ovalarında, Akhaiların selâ-
meti için savaşıp en seçkin erleri tepelediğim gibi o halde babamın
konağına dönebilseydim, en az bir zaman için olsun: Gücümden ve şu
yorulmak bilmez ellerimden nasıl korkup titriyeceklerdi ona zulmedenler,
onu saygıdan uzak tutanlar!
Böyle dedi, ben de ona cevap vererek dedim ki:
229/431
— Gerçi ben şanlı Peleus için hiç bir şey öğrenmiş değilim, ancak
sevgili oğlun Neoptolemos üzerine, benden dilediğin gibi, bütün ger-
çeği söyleyebilirim: Onu Skyros'tan ben, kocaman karınlı denk yapılı
gemime alıp güzel knemisli Akhaiların yanına iletmiştim... Troia
altında yaptığımız derneklerde danışıp, görüşlerimizi söylerken, o,
daima ilk söz alanlardan olurdu ve söylevlerinde yanılmazdı; olsa olsa
yalnız tanrı eşi Nestor ile ben ona üstün gelirdik. Troia yöresinde biz
Akhailar savaşa giriştiğimiz zaman, hiç bir vakit erlerin kalabalığı,
yığını arasında kalmazdı o; çok ileri atılırdı; güçte, kuvvette eşi yoktu.
Hele tepelediği erler! Müthiş savaşlar içinde tepelediği erleri, adlarıyla,
ben sayıp bitiremem; Argosluların selâmeti için! Tunç kılıcı ile
öldürdüklerinden biri Telephides Eurypylos'tur; bunun da etrafında
yarenlerinden birçok Ketei'ler tepelendi, kadın armağanları yüzünden.
Gördüklerim arasında en güzel adam da, tanrısal Memnon'dan sonra,
bu Eurypylos'tu. Ya biz, Akhai hanları, Epeios'un yaptığı tahta atın
içine bindiğimiz zaman! Bu kocaman tuzağı açıp kapamak işinde kumandayı
bana emanet etmişlerdi! Danaosluların bütün hanları ve
öğütçüleri ordaydı, gözlerinden yaş döktüklerini, el ve ayaklarının
titrediğini görmüştüm; yalnız onun, senin oğlunun, güzel yüzünün
sarardığını, yanağının üstüne bir damla yaş aktığını, asla, bir kere bile
gözlerim görmüş değildir. «Hep attan dışarı çıkmak için yalvarırdı,
kılıcının kabzasını hırpalardı, ağır tunç mızrağını sarsardı; düşündüğü
ancak Troialıların başına belâ saçmak olurdu. Priamos'un yüksek
şehrini nihayet talan etmişti; o zaman ganimetlerden payını ve ağırlamalığını
alıp, sağ esen, gemiye dönmüştü; hiç yara, bere almamıştı;
ne tunç silâhın ucundan, ne de yakından giriştiği dövüşlerden; savaşta
böyle şeyler çok olur. Çılgın Ares'in kimseyi ayırt ettiği yoktur!
Böyle dedim ve hemen ayağına çabuk Aiakide'nin tayfı uzun
adımlarla uzaklaşarak Asphodel çayırına yöneldi; sevinç içindeydi,
çünkü oğlunun seçkin bir er olduğunu haber vermiştim.
230/431
Fakat yok olmuş ölülerin öbür ruhları da kederli kederli duruyor,
herbiri soruldukça kaygılarını anlatıyordu; yalnız Telamon oğlu
Aias'ın tayfı, küskün, öteye çekilmiş duruyordu: Ona karşı kazanmış
olduğum bir zafer yüzünden kızmıştı: Ödül Akhilleus'un silâhlarıydı:
sayın anası getirip gemilerin yanında toplanan hakemlere teslim etmişti,
onlar da bana hükmetmişlerdi hakemler Troialıların kızları ve
Pallas Athena idi. Keşke böyle bir yarışın ödülünü kazanmasaydım!
Çünkü bu yüzden böyle bir başı toprak yuttu!
Ona dönerek tatlı sözlerle dedim ki:
— Aias, kusursuz Telamon'un oğlu, öldükten sonra da mı unutmadın
bana karşı olan küskünlüğünü; şu uğursuz silâhlar yüzünden?
Onları tanrılar Argosluların başına belâ olsun diye ortaya
koymuşlardır. Sen ki, onlar için bir kale idin, bu yüzden öldün. Biz
Akhailar Peleus oğlunun başı için gam yediğimiz kadar senin ölümün
için de durmadan ağladık. Buna sebep olan ancak Zeus'tur, ki Danaosluların
mızraklı ordusuna müthiş düşman olduğu için sana da bu
felâketi kısmet etmiş. Lâkin, haydi artık. Hanım, lâkırdımı dinleyip
cevap ver! Kırgın yüreğinin küskünlüğünü yatıştır artık!
Böyle dedim; o ise hiç cevap vermeden çekildi, öbür yokolmuş
ölülerin ruhları ile birlikte Erebos'a karıştı.
Orada, belki de, küskün olmakla beraber, bana cevap verip bir
şey söylemeğe razı olurdu; ama göğsümün içinde benim aziz canım
öbür yokolmuş ölülerin ruhlarını görüp dinlemek istiyordu,
Ve gerçek, o ara, Zeus'un şanlı oğlu Minos'u gördüm: Elinde
altın asa, oturmuş ölülere kadılık ediyordu; onlar da, Hades'in geniş
kapılı konağında, kimi oturmuş, kimi ayakta, etrafında toplanıp
dâvalarına baktırıyorlardı.
231/431
Ondan sonra dev vücutlu Orion'u fark ettim: Vaktiyle tenha
dağlarda tepelemiş olduğu canavarları şimdi Asphodel çayırında avlıyordu;
elinde hiç bir şeyle kırılmamış olan tunç topuzu vardı.
Tityos'u, kutlu Yerin Gaia'nın oğlunu da gördüm: Toprak üzerinde
uzanmıştı, dokuz dönüm yer kaplıyordu, iki akbaba iki yanına
konup bağrını deşip kara ciğerini paralıyordu, o ise elleriyle onları
kovamıyordu: Çünkü Leto'ya, Zeus'un kutlu karısına tecavüz etmişti:
Lâtif Panapeus boyunca yürüyüp Pytho'ya giderken.
Ve Tantalos'u, zalim mihnetler çekmekte iken, gördüm: Bir
gölün içinde, ayakta duruyordu; su yükselip çenesine kadar çıkardı;
kendi susamıştı, lâkin bir türlü içemiyordu, her ne zaman, ihtiyar, su
içeyim diye eğilse, göl hemen çekilip sığlaşıyordu; iki ayağı arasında
kara toprak görünürdü; onu böyle bir İfrit kuruturdu! Dallı, budaklı
ağaçlar başından aşağı yemişlerini sarkıtırdı: Armut, nar ve altın
meyveli elma ağaçları; her ne zaman ihtiyar, dokunayım diye elini uzatsa,
rüzgâr hemen esip onları kara bulutlara kadar uzaklaştırırdı.
Ve Sisyphos'u, zalim mihnetler çekmekte iken, gördüm, Kocaman
bir kayayı iki yandan yakalamış, tepeye çıkarayım diye, kollarıyla
ve bacaklarıyla dayanıp itiyordu; ama doruğa yerleşmek üzereyken bir
kuvvet onu geri çevirirdi ve sıkılmaz kaya tekrar yere kadar yuvarlanırdı.
O gene kavrayıp itmeğe koyulur, üyelerinden ter akar, kopan
toz başından aşardı.
Ondan sonra Herakles Alpı gördüm; bu, onun tayfı idi, çünkü
kendi ölümsüzler katında yiyip içip keyf sürmektedir; ulu Zeus ile altın
sandallı Hera'nın kızı güzel topuklu Hebe de onundur. Herakles'in
etrafında ölülerin çığlığı koptu: Her tarafa ürküp kaçışan yırtıcı
kuşların sesleri gibi; kendi ise, kara gece gibi oturmuş, yayını yalın, okunu
kirişte tutuyordu, korkunç bakışlı okçu nişan almak üzre gibiydi.
Altın kemer ile dehşetli okluk her yandan göğsünü sarıyordu: Bunun
232/431
üzerinde hayret verecek nakışlar işlenmişti: Ayılar, yaban domuzları,
korkunç aslanlar; savaşlar, tokuşlar, boğuşmalar, boğazlaşmalar. Bu
nakışları bütün ustalığı ile işlemiş olan bedizci ne kadar çalışsa, artık
bu okluğun bir eşini bir daha yaratamazdı...
Herakles ilk bakışta beni tanıdı ve içini çekerek kanatlı sözler
söyledi:
— Talihsiz, sen de mi o kara bahtı sürüyorsun ki, ben güneşin
ışıkları altında iken, sürüklemiş durmuştum!
Ben Kronos oğlu Zeus'un çocuğu iken sayısız cefalar çektim,
çünkü kendimden çok daha aşağı bir kişinin kulu idim, o da bana çok
zor işler, güçler buyururdu. Bir defasında beni buraya, Köpeği kaçırmak
için yollamıştı; aklı sıra bundan daha zalim bir iş, güç yoktu... Ben
Köpeği tutup Hades'ten dışarı çıkardım, çünkü kılavuzlarım Hermes
ile gökgözlü Athena idi.
Böyle deyip Hades'in konağına girdi; ben ise orada kalıp bizden
evvel gelip geçen kahraman erlerden birinin gelmesini bekliyordum.
Eski erlerden Theseus'u, Peirithoos'u tanrıların bu kutlu evlâtlarını
görmeği çok arzu ediyordum. Fakat bunlardan önce, ölüler budununun
binlerce kafilesi korkunç çığlıklar kopararak toplanıyordu ve
beni sarı korku akli; güçlü Persephoneia'nın, Hades'ten, bana Gorgo
canavarının dehşetli başını göndermiş olmasından ürküyordum.
Hemen gemiye döndüm; içine bindim ve yarenleri de binip palamarı
çözmeğe davet ettim. Arkadaşlar gemiye atladılar, kürekçi iskemlelerine
geçip oturdular; önce küreklerin, sonra uygun rüzgârın
kuvveti gemiyi Okeanos ırmağının akıntısı boyunca yürütüp
uzaklaştırıyordu.
233/431
ŞAN : XII
SİRENLER, KHARYBDİS, SKYLLA
Gemi Okeanos ırmağının akıntısından ayrılıp engin denize
açıldıktan sonra dalgalar onu Aiaie adasına götürdü ki, orada sabah
sisi içinde doğan Şafağın evi ve koruları, güneşin de doğuları vardır;
buraya gelince gemiyi kumsala yanaştırdık; ve orada uykuya vararak
tanrısal Şafağı bekledik.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
Kirke'nin konağına arkadaşlardan bir kısım yolladım, ölmüş olan
Elpenor'un cenazesini getirmek için; ve hemen ağaç kütükleri
devirerek, burnun en yukarısında, kederli gönülle, gözlerimizden yaş
fışkırarak, cenaze törenini yaptık; cenaze ve ölünün silâhları yandıktan
sonra, toprak yığıp tümsek düzlük ve üstüne sütun rnezartaşı diktik,
tümseğin en ucuna da cilâlı küreğini çaktık. Biz bütün töreni
başarmıştık; Kirke de Hades'ten döndüğümüzü öğrenince çarçabuk
süslenip geldi. Halayıkları arkasından gelerek ekmek, bol etler ve
yanıkyüzlü kırmızı şarap getirdiler. Ortamızda durarak, tanrıçaların en
tanrısalı, dedi ki:
— Yaman kişiler! Yaşarken Hades'in konağına indiniz! İki ölümlü
oldunuz, başka insanlar ancak bir defa ölürken! Haydin, şimdi,
bütün gün yiyip için; Şafak sökünce deniz üzerinde seferinize
çıkarsınız. Bu ara ben yolu tarif ederim. Her şeyi olduğu gibi anlatacağım,
tâ ki yeni bir uğursuzluk yüzünden, gene denizde veya
karada başınıza felâket gelmesin.
Böyle diyordu, bizim de heyecanlı gönlümüz sözlerine kanıyordu.
Böylece bütün gün Güneş batıncaya kadar oturduk, yiyip içtik:
dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı! Güneş batıp alaca karanlık
basınca yarenler gidip geminin palamarları yanında yattılar; Kirke de
beni elimden tutarak, arkadaşlardan uzak, oturttu ve kendi yanıma uzanıp
her şeyi ayrı ayrı sordu; ben de ona birer birer, sıra ile, her şeyi
anlattım.
Ondan sonra, güçlü kudretli Kirke bana dedi ki:
— Demek, bütün bunları başarıp döndünüz! Şimdi de söyleyeceklerime
kulak ver ve tanrı bunları daima hatırına getirsin:
«En önce Sirenlere rastgeleceksiniz; bunlar kendilerine yaklaşan
bütün insanları büyüler. Biri bilmiyerek yakın geçip nağmelerini işitmiş
olsa, vay haline! Karısı ve suçsuz çocukları bir daha yurtlarında
görüp dönüşünün şenliğini yapamayacaklar; çünkü Sirenler onu ahenkli
nağmeleriyle büyülemiş olurlar: onların oturduğu çayırın kenarlarında
etleri çürümüş insan kemiklerinden ve kalıntılarından yığınlar
vardır... Oradan çarçabuk geçmeli ve adamlarının kulaklarını tatlı
balmumu ile tıkamalısın, hiç biri seslerini işitmesin diye. Yalnız sen,
tez yürüyüşlü geminin içinde, isteyecek olursan, dinleyebilirsin; bunun
için seni ellerinden ve ayaklarından orta direğe, iplerle, ayakta
bağlasınlar, ondan sonra Sirenler'in sesini doya doya dinlersin; eğer
yarenlerine yalvarıp bağlarını gevşetmelerini söylersen bir kat daha
düğümü berkitsinler. Burayı kürekçiler aştıktan sonra önüne çıkacak
olan iki yoldan, hangisini seçeceğini uzun uzun tayin edemeyeceğim,
aklınla kendin karar vermelisin; ben yalnız her ikisini anlatacağım:
«Bir yanda iki uçurumlu Kaya vardır, buraya lâcivert gözlü
Amphitirite'nin büyük dalgaları çarpıp gürler; mutlu tanrılar katında
bunların adına Planktes derler. Hiç bir zaman kuşlar bunların ötesine
uçamaz. Zeus babaya ambrosia götüren çekingen güvercinler bile:
daima yalçın kaya onlardan birini kapar, Zeus ise onun yerine başka
birini katıp sayılarını tamamlar.
235/431
Bu kayaya yaklaşıp onu aşabilmiş hiç bir insan gemisi görülmüş
değildir; geminin tahtalarını ve gemicilerin vücutlarını, her şeyi, denizin
dalgaları ve amansız ateşli kasırgalar alıp götürür. Yalnız bir gemi,
engin denizde sefer edip buradan geçebilmiştir, bu da dillere destan
olan Argo'dur; Hades ilinden dönmekte olan bu gemiyi, dalga büyük
kayalar üzerine atmış iken, Hera kılavuzluk edip kurtardı, çünkü
İeson'u seviyordu.
Kayalar ikidir: birinin sivri tepesi geniş göğe değer; her yandan
onu bir lâcivert bulut sarar ki hiç bir zaman dağılmaz; bunun tepesinde,
ne yazın, ne güzün, esirin saflığı görülmez. Ölümlü insanlardan
hiç biri yirmi kolu yirmi bacağı da olsa buna tırmanamaz veya üstünde
duramaz: kaya o kadar yalçındır, cila verilmiş denilebilir. Bu kayanın
ortasında karanlık bir mağara vardır; kuzey yönünde, Erebos'a açılır:
Kocaman karınlı gemiden en usta ve güçlü kişi ok atıp bu mağaraya
düşüremez; burada Skylla, müthiş uluyucu canavar, oturur, sesi yeni
doğmuş bir eniğin sesini andırır; kendi ise dev gibi bir canavardır; onu
görmekten kimse hoşlanmaz, rastlayan bir tanrı da olsa; on iki ayağı
olup hepsi de biçimsizdir; upuzun altı da boynu ve her birinde birer
korkunç başı vardır, her kafada dişler sık ve üst üste üçer sıra üzeredir:
Kara ölümle dolu ağızlar. Beline kadar mağaranın kovuğuna sokulmuş,
başlarını korkunç uçurumun dışına uzatıp kayayı bakışlarıyla
araştırır ve yunus balıkları, deniz köpekleri ve ara sıra uğultucu
Amphitrite'nin binlerle beslediği en iri canavarları avlar. Şimdiye
kadar hiç bir denizci gemisini oradan zararsızca geçirmiş olmakla
övünemez; lâcivert başlı gemilerin içinden, canavarın her başı uzanıp
bir adam kapar.
Öbür kayayı daha alçak göreceksin, Odysseus; üstünde büyük,
yemyeşil yapraklı bir yaban inciri yetişmiştir; bunun altından tanrısal
Kharybdis siyah denizi yutup sömürür: Günde üç defa kusar ve üç
defa, ne dehşet! içine çekip yutar. Sakın sömürüş anına
236/431
rastgelmeyesin, yoksa seni Yeri sarsan bile, istese de, tehlikeden kurtaramaz.
İyisi Skylla'nın kayasına yaklaşıp çabucak gemiyi geçirivermektir:
Geminin tayfasından yalnız altı kişinin yasını tutmak hepiniz
birden mahvolmaktan elverişlidir.» Böyle dedi, ben de hemen cevap
verdim:
— Şimdi, ey tanrıça, şunu dosdoğru söyle bana: Kharybdis tehlikesinden
sakınmakla beraber, öteki, yarenleri kaparken, üstüne atılıp
defedemez miyim?
Böyle dedim; tanrıçaların en tanrısalı da hemen cevap verdi:
— Yaman adam! Savaştan, dövüşten başka gözünün gördüğü
yok! Ölümsüzlere bile boyun eğmek istemiyorsun. Skylla ölümsüzdür;
helak olmaz bir serdir, korkunç bir belâdır, savaşılmaz bir canavardır!
Güç ile, zor ile ona bir şey yapılamaz; ondan sıvışmak en emin çaredir.
Kaya boyunca silâha davranayım dersen, korkarım ki, o da yeniden
saldırmaya vakit bulur ve başları sayısınca adam kapar!
En iyisi çarçabuk sıvışıp geçmektir; geçerken de Skylla'nın anası
Kratais'i anıp dua etmeli: Bu belâyı insanların başına doğuran, odur,
gene o yatıştırır, saldırışlarına bir son verir.
Sonra Thrinakie adasına geleceksin; burada Güneşin sığırları ve
semiz koyunları sürü sürü otlar; inek sürüleri yedidir, güzel koyunlar
da o kadardır; her sürüde ellişer hayvan vardır; bunlarda doğum hiç
yoktur; hiç bir zaman helak da olmazlar. Çobanları güzel belikli iki
tanrıçadır nymphe Phaethusa ve Lampetie; bunları Yüce tanrı
Güneşten gebe kalan tanrısal Neaira doğurmuştur. Sayın anaları, onları
doğurup büyüttükten sonra Thrinakie adasının uzak kıyılarına
göndermiş, orada yaşayıp babalarının koyunlarını ve iğri boynuzlu
sığırlarını gütsünler diye.»
237/431
Böyle dedi ve hemen Şafak altın tahtı üzerinde göründü; ve tanrıçaların
en tanrısalı adaya yollanıp uzaklaştı.
Gemiye döndüm, yarenleri gemiye binmeye ve palamarları
çözmeye davet ettim. Onlar da hemen bindiler ve kürekçi sıralarına
oturdular; lâcivert başlı geminin arkasından, vefalı yar olarak, yelken
dolduran rüzgârı yolladı. Güzel belikli tanrıça, insan sesli, güçlü
kudretli Kirke.
Gemide bütün avadanlıkları yerli yerine koyduktan sonra
oturduk; artık gemiyi rüzgâr ile dümeni tutan kılavuz yöneltip
yürütüyordu. O zaman ben, kederli gönülle, yarenlere şöyle dedim:
— Dostlar, yalnız biriniz veya ikiniz bilmemelidir: Bana tanrıça
Kirke'nin haber verdiklerini; cümlenize hepsini söylemek istiyorum, ta
ki beraber bakalım, helak mı olacağız veya ölümden ve ecel kazasından
sıyrılabilecek miyiz? En önce yaman Siren'lerden, büyüleyici seslerinden
ve çiçekli çayırlarından sakınmayı öğütlemektedir; yalnız benim
onları dinleyebileceğimi söylüyor, ama bunun için beni sıkı bağlarla
orta direğe bağlamalısınız, ta ki orada, ayakta, sıkı durayım; size yalvarıp
bağlarımı gevşetmenizi söylersem, siz düğümleri bir kat daha
berkitmelisiniz!
Ben bunları yarenlere söyleyip anlatırken, sağlam yapılı gemi
çarçabuk Sirenlerin adasına yaklaşmıştı bile; çünkü yardımcı rüzgâr
arkadan itiyordu. Az sonra rüzgâr düştü; denizde nefessiz bir limanlık
olmuştu, bir ifrit dalgaları uyutmuştu. Yarenler kalkıp kocaman karınlı
geminin yelkenlerini topladılar; kürekleri başına geçip cilâlı çam
küreklerle denizi dövüp köpürtmeye başladılar.
O zaman ben, büyük bir mum peteğini tunç hançer ucu ile ufak
ufak parçalayıp kuvvetli ellerimle ezdim; çabucak, büyük baskı altında,
mum yumuşamıştı.
238/431
Sıra ile arkadaşları dolaşarak kulaklarını mumla tıkadım. Onlar
da beni, kollarımdan ve bacaklarımdan bağlayıp, ayakta orta direğe
berkittiler; sonra her biri yerine geçip denizi küreklerle döverek
köpürttüler. Tam hızla gidiyorduk; bu kadar yakından geçen tez
yürüyüşlü gemi onların dikkatinden kaçmadı ve hemen gür ahenkli
sesleriyle bir nağmeye başladılar:
— Haydi buraya! Şanlı Odysseus, Akhaiların ulusu! Gemini
durdur, ki, bizim sesimizi dinleyesin! Hiç bir kimse, kara gemisi üzerinde,
bizim ağızlarımızdan çıkan tatlı sesleri dinlemeden bu burnu
dolaşmış değildir; hep doya doya dinledikten sonra buradan çok şeyler
öğrenerek uzaklaştılar. Gerçek, biz, tanrıların Argoslulara ve Troialılara,
Troia ovasında, çektirdikleri cefaları biliriz, bereketli
yeryüzünde bütün olanları bitenleri de biliriz.
Böyle diyorlardı güzel sesleriyle; ve gönlüm onları dinlemek
istiyordu; kaşlarımı çatarak eğilip kürek çekerken, Eurylokhos ile Perimedes
kalkıp yanıma gelerek düğümleri bir kat daha berkittiler.
Sirenlerin yanından geçip uzaklaştık ve artık seslerini işitmez olduk; o
zaman yiğit yarenlerim, kulaklarından, tıkamış olduğum mumu
çıkardılar, benim de bağlarımı çözdüler.
Adayı büsbütün bırakıp geçince, bir duman ve bir dalga gördüm,
bir de büyük gürültü işittim. Yarenler ürküntü içinde kalarak kürekler
ellerinden çıkıverdi, gürleyerek akıntıya tâbi oldu. Gemi olduğu yerde
kaldı, çünkü kollar artık cilâlı kürekleri çekemiyordu. Ben o zaman,
şuraya buraya koşarak yarenleri yüreklendiriyordum:
— Dostlar, biz tehlike kaza geçirmemiş insanlar değiliz; şimdi de
başımıza, Kyklop bizi derin mağaranın içinde müthiş gücü ile
sıkıştırdığı zamankinden daha büyük bir felâket gelemez; ama oradan
da benim erdemim, benim öğüdüm ve benim aklımla kurtulmuş
olduğumuzu hatırlarsınız, sanırım. Haydin, şimdi de ben, nasıl
239/431
söylersem, hepimiz ona iman edelim; sizler, kürekçi sıralarına oturarak,
kürekleri ellerinize alın, denizi derinden dövmeye başlayın;
umarım ki, Zeus vere, bu tehlikeden de sıyrılıp kurtuluruz!.. Dümenci,
sana vereceğim öğüdü unutmamaya çalış, çünkü kocaman karınlı
geminin dümenini elinde sen tutuyorsun; şu dumanı ve şu dalgayı
görüyorsun ya! Gemiyi bunlardan aç, öteki kayaya yaklaştır. Yanılıp da
buraya çarpacak olursan hepimizi tehlikeye atarsın.
Böyle dedim, onlar da çarçabuk sözlerime inandılar. Daha Skylla
üzerine hiç bir şey söylememiştim; bu kaçınılmaz belâdan yarenler
korkup kürekleri ellerinden bırakabilirlerdi! Yalnız bu aralık Kirke'nin
silâhlara davranmamak öğüdünü unutmuştum, onları takındım ve
ellerime iki uzun mızrak alarak pruva küpeştesine çıktım: Buradan şu
taş Skylla'yı, yarenlerimin başına felâketi getirmeden evvel görebileceğimi
umuyordum; ama hiç bir yanda fark edemeden, gözlerim
karanlık kayanın her bucağına bakmaktan yorulmuştu...
Dar boğazı içimizi çeke çeke geçiyorduk: Bir yakada Skyila, öbür
yakada tanrısal Kharybdis vardı. Bu kusarken, bütün deniz, büyük ateş
üzerindeki kazan gibi uğultu ile kaynardı: Köpük kayaların üstüne
sıçramış ve her ikisini sıvamıştı. Kharybdis denizin tuzlu suyunu
tekrar sömürürken, çukurunun içinde, her tarafının âdeta kaynadığı
görülürdü; kayanın yöresinde korkunç sesle böğürür, dipteki lâcivert
kumlar dışarıya fırlardı... Yarenleri o anda sarı korku almıştı!
Fakat, gözlerimiz kendisinden ölümü beklediğimiz Kharybdis
tarafına bakmakta iken Skyila derin geminin içinden altı arkadaşımızı:
Kolları hepsinden kuvvetli olanları kapıverdi; gemiye ve yarenlere bakmak
için döndüğüm bir anda zavallıların havada el ve ayaklarıyla
çırpındıklarını gördüm; bağırarak beni çağırıyorlardı. Son defa olarak
ismimi anıyorlardı: O anda yürekleri kimbilir nasıl bir dehşet içinde
idi! Uzanmış burun üzerinden balıkçı, uzun olta sırığı ile, yaban
240/431
öküzünün boynuzu içindeki yemi atıp yakaladığı küçük balıkları,
çırpınırken, kayanın üstüne nasıl atarsa, Skyila da çırpınan yarenleri
mağaranın eşiğinde yemişti, bu ara onlar hâlâ kollarını bana uzatıyorlar
ve ismimi anıyorlardı. Ömrümde gözlerimle görmüş olduğum faciaların
en büyüğü bu boğazlardan geçerken gördüğüm olmuştur!
Nihayet, kayalardan, hem korkunç Kharybdis hem Skylla'dan
kaçındık; sonra tanrının kusursuz adasına yetiştik; orada Yüce tanrı
oğlu Güneşin geniş alınlı güzel sığırları ve semiz koyunları sürü sürü
bulunuyordu. Henüz açık denizde, kara geminin içinde iken ben
ağıldaki ineklerin böğürmesini ve koyunların melemesini işittim ve hemen
âma kâhin Thebai'li Teiresias'ın sözü hatırıma geldi. O zaman
yarenlere, kaygılı gönülle, dedim ki:
— Arkadaşlar, çok cefalar çekmiş iseniz de, söyleyeceklerime kulak
verin, ta ki size Hades'in konağında kâhin Teiresias'ın haber verdiklerini
bildireyim: O bana insanları büyüleyen Güneşin adasından
kaçınmayı çok tembih etmişti; burada bizi en büyük tehlikenin
beklediğini söylemişti. Bunun için kara gemiyi bu adadan
uzaklaştırmaksınız!
Böyle dedim, onların ise yürekleri parçalandı. Bunun üzerine
Eurylokhos sert sözlerle bana cevap verdi:
— Zalim adamsın, Odysseus! Gücün kuvvetin fazlasıyla yerinde;
vücudun yorulmak bilmez; her yerin demirden imiş gibi; ve yorgunluktan,
uykudan bitkin arkadaşlarına bir karaya çıkıp şu iki yanı su
adada ağız tadı ile bir akşam yemeği hazırlamalarını çok görüyorsun!
İstiyorsun ki, tez gelip çatan gecede kıyıdan ayrılıp engine açılalım,
sisler içinde kaybolalım! Gemilerin başını yiyen sert rüzgârları hep geceler
doğurur! Apansız basacak tehlikeden, Notos'un veya ulugan
Zephyros'un bir kasırgasından, yakayı sıyırmak kimin haddine
düşmüş? Bunların pençesinden gemiyi hanlarımız tanrılar bile
241/431
kurtaramaz. Şimdi, gecenin karanlığı emrediyor, ona boyun eğelim,
akşam övününün hazırlığına bakalım, tez yürüyüşlü geminin yanında
konalım; ve tan yeri ağarır ağarmaz gemiye binip denize açılırız.
Eurylokhos böyle diyordu, öbür arkadaşlar da ona hak veriyorlardı.
O zaman ben, bir ifritin bizim için yeni felâketler kurmakta
olduğunu bildim, sesimi yükselterek kanatlı sözler söyledim:
— Eurylokhos, bana haksızlık ediyorsun, aranızda yalnız
kaldığım için; lâkin, bari hepiniz büyük yeminle and için ki, şayet
büyük bir sığır veya koyun sürüsüne rastgelecek olursak, hiçbiriniz,
yaramaz bir azgınlıkla, ne bir inek, ne bir koyun öldürmeyecek: rahat
rahat, ölümsüz Kirke'nin vermiş olduğu azıkları oturup yersiniz.
Böyle dedim, onlar da hemen dediğim gibi yemin ettiler; yemin
edip andı töresince tamamladıktan sonra, sağlam yapılı gemiyi, derin
limanda, tatlı suyun karşısında, bağladık; arkadaşlar gemiden çıktılar
ve ustaca uğraşıp yemeği hazırladılar.
Yiyip içip doyduktan sonra, sevgili arkadaşları anarak ağladılar.
Zavallıları Skylla derin geminin içinden kapıp yemişti; ve ağlayan gözlere
hemen tatlı uyku bastı.
GÜNEŞ'İN SIĞIRLARI AHVALİ
Gecenin üç bölüğünden ikisi geçip yıldızlar batıya dönünce, bulut
devşiren Zeus, korkunç, ulugan bir Notos kasırgası salıverdi, karayı
ve denizi bulutlarla örttü; gökten gece bastı.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
gemiyi karaya alıp derin bir mağaraya çektik; burası Nymphelerin
güzel konakları ve hora yerleri idi.
O zaman ben dernek kurup cümleye şöyle dedim:
242/431
— Dostlar! Tez yürüyüşlü gemide yiyecek de var içecek de;
sürüden uzak duralım ki başımıza bir şey gelmesin! Çünkü bu sığırların
ve semiz koyunların sahibi korkunç bir tanrı, her şeyi gören ve
işiten Güneş'tir.
Böyle dedim, onların da uyanık aklı kandı. Bütün bir ay,
dağişmeksizin, Notos esti durdu. Notos'tan ve Euros'tan başka rüzgâr
olmadı. Ekmekle kırmızı şarap buldukça, yarenler yaşamak için sığırlardan
uzak durabiliyorlardı. Fakat gemideki azıklar tükenince
avcılığa, balıkçılığa baş vurmak zorunda kaimdi: bizlere kuştan balıktan,
elceğizlere ne geçerse, tutmaya bakmak düştü.
Bir gün, ben tanrılara dua etmek için adanın içine çekilmiştim:
onlardan biri sıla yolunu göstersin diye. Adanın iç tarafına çekilip yarenlerden
uzaklaşınca, rüzgârlardan kuytu bir yerde, aptes alıp bütün
tanrılara dua ettim;
Olympos'un sahipleri de göz kapaklarıma tatlı uyku ektiler, işte
bu ara Eurylokhos yarenlere zararlı öğütler vermeye koyulmuştu:
— Arkadaşlar, bunca cefalar çekmiş iseniz de söyleyeceklerime
kulak verin! Bütün ölümler talihsiz insanlara acıklıdır, ama açlıktan
helak olmaktan daha korkunç ölüm ve ecel kazası yoktur. Haydin, öyle
ise, Güneşin ineklerinden en iyilerini tutup, göklerin sahipleri ölümsüz
tanrılara tam yüzlük kurban sunalım; ve bir gün İthaka'ya, sevgili
vatan toprağına kavuşacak olursak, hemen yüce tanrı oğlu Güneşe
güzel bir tapınak yapar, içinde en zengin bezekleri yığarız. Şayet kızıp
düz boynuzlu ineklerinin öcünü almak için gemiyi batırmak isterse,
öbür tanrılar da buna karar verirlerse, birden dalgalar arasında, boğulmaya
razıyım, şu ıssız adanın üzerinde sürüne sürüne ölmektense.
Eurylokhos böyle dedi ve öbürleri ona hak verdiler. Ve hemen
Güneşin en iyi ineklerini sürüp tuttular: kıvrık boynuzlu, geniş alınlı
243/431
inekler yakında, lâcivert pruvalı gemiden uzak olmayarak, otlayıp
duruyorlardı.
Yarenler hayvanları her yandan çevirdiler ve tanrılara dua edip
adaklarını adamak için bir büyük meşenin yapraklarından kopardılar,
çünkü artık geminin kürekçi sıraları altında beyaz arpa kalmamıştı;
sonra tanrılara yalvarıp yakardılar; hayvanları boğazlayıp yüzdüler,
butları ayırıp iki yandan iç yağı ile örttüler, bunların üstüne başka
kanlı parçalar sardılar; saçı kılmak için şarap kalmamıştı, yakılan kurban
etlerinin üstüne su saçtılar; sonra bütün iç etleri kızarttılar.
Butlar yakıldıktan ve kızartılan içirikler yendikten sonra kalan
etleri parçalayıp şişlere geçirdiler. Bu ara tatlı uyku benim de göz
kapaklarımdan dağıldı. Deniz kenarına ve tez yürüyüşlü gemiye doğru
yola koyuldum; iki küpeşteli gemiye yaklaşınca iç yağın tatlı kokusu
beni sardı. İçimi çekerek ölümsüz tanrılara nida ettim:
— Tanrı babamız Zeus ve öbür bütün bengi mutlu tanrılar!
Şüphesiz bana azap olmak için, o hain uyku ile beni uyuttunuz! Meğer
yarenler yalnız kalınca büyük işler kurup becermişler!
Çarçabuk Yüce tanrı oğlu Güneşe haberci yetişti: uzun başörtülü
Lampetie gelip inekleri kesmiş olduğumuzu bildirdi. Hemen yürekten
öfkelenen tanrı ölümsüzlere dedi ki:
— Babamız Zeus ve öbür bengi mutlu tanrılar! Şu Laertes oğlu
Odysseus'un adamlarından öcümü alın: azgınlar, ineklerimi kestiler!
Onlar bana neşe veriyorlardı: yıldızlı göğe çıkarken ve tekrar gökten
yere dönerken ineklerin diyeti adaletle ödetilmezse, ben de batıp
Hades'e ineceğim, bundan sonra ölülere aydınlık götüreceğim.
Buna karşı bulut devşiren Zeus cevap verdi:
— Ey Güneş! Sen ışıldamada devam et: ölümsüz tanrılar önünde
ve bereketli yeryüzündeki ölümlü insanlar önünde. Onların ise, çok
244/431
geçmeden, ben ak yıldırımla tez yürüyüşlü gemilerini, şarap yüzlü engin
denizin ortasında, çarpıp parçalarım.
— Bunları ben güzel saçlı Kalypso'dan öğrendim; o da Haberci
Hermes'ten işitmiş olduğunu söylemişti.
Ondan sonra deniz kıranına geminin bulunduğu yere indim; birer
birer yanlarına giderek çekiştim. Fakat bir çare bulmak elden
gelmiyordu: inekler öldürülmüştü bir kere! Ve çok geçmeden tanrılardan
alâmetler belirmeye başlamıştı: pöstekiler sürünüp yürüyor,
şişlere geçirilmiş etler, çiğ ve pişmiş, böğürüyordu: tıpkı ineklerin sesi
gibi bir sesle.
Tam altı gün, bizim yiğit yarenler, Güneşin en iyi ineklerini alıp
keserek kendilerine ziyafetler çektiler. Kronos oğlu Zeus yedinci günü
getirdiği zaman esmekte olan kasırgalı Notos dindi. Çarçabuk gemiye
binerek engin denize açıldık, bir yandan da direği dikiyor, beyaz
yelkenleri çekiyorduk.
Geminin yürümesi çok sürmedi, çünkü birden ulugan Zephyros
esmeye başlayarak fırtına koptu. Kasırga direğin her iki çarmıh halatını
kopardı, direk bütün avadanlıklarla, geminin sintinesine yuvarlandı;
pupa küpeştesine çarpan direk dümencinin de başına vurarak
kafa kemiklerini ezdi. Zeus aynı zamanda gürledi ve yıldırımla gemiyi
çarptı. Dalgalar adamları götürdü; kara geminin etrafında kara bataklar
gibi yüzüyorlardı; tanrı onlara sılayı kısmet etmiyordu!
Ben, geminin içinde, bir yandan öbür yana koşuyordum, ta ki
büyük bir dalga çarpıp padavraları dağıttı, omurga, ayrılarak dalgalar
götürdü; direk de omurganın yanında yürüyordu, ona bir kayış, öküz
derisinden çekilmiş bir sırım bağlı kalmıştı; bununla direği omurgaya
berkitip üste oturdum; o halde ecel rüzgârları ile çalkanıyordum. O ara
Zephyros'un kasırgalı esmesi dindi; fakat Notos yetişip gönlüme tasa
245/431
getirdi, çünkü beni tehlikeli Kharybdis'e doğru sürüklüyordu: Bütün
gece çalkandım; güneş doğarken korkunç Kharybdis ile Skylla kayasının
önünde bulundum.
O ara, Kharybdis, denizin tuzlu suyunu sömürmekte idi; ben
suyun üstüne kalkıp yüksek yaban incirine atıldım; ona bir yarasa gibi
yapıştım. Fakat ne ayağımı bir yere basabiliyordum; ne ağacın
gövdesine çıkmaya yol vardı; çünkü kökleri çok uzakta kalan incir
ağacının iri dalları uzanıp Kharybdis'i gölgelendiriyordu.
Sıkı sıkıya tutunup kaldım, ta ki, Kharybdis kusup tekrar direği
ve omurgayı önüme getirdi; beklemekte olan gözlerime bunlar çok geç
görünmüştü: dernek meydanında hâkim, gençlerin bir çok davarlarına
baktıktan sonra, övününü yemek için kalkıp çekildiği saatte idi ki
Kharybdis'in içinden tahtaların çıktığını gördüm. El ve ayaklarımı
koyvererek üstlerine atıldım, yankılı bir düşüşle uzun tahtaların ortalarına
yerleştim; oturduktan sonra ellerimi kürek gibi kullanarak
yüzdüm. Tanrıların ve insanların babası bu sefer beni Skylla'nın gözlerinden
sakladı; yoksa mahvolmuştum, ölüm başımın üzerinde
dolaşıyordu. Dokuz gün böyle çalkandım, onuncu gece tanrılar beni
Ogygie adasına attılar; Burada güzel belikli, insan sesli tanrıça,
Kalypso oturur; beni konukladı ve severek ağırladı...
«Fakat bunları tekrar niye anlatmalı ki, dün akşam, bu divanhanede,
sana ve sayın eşine, aynı hikâyeyi nakletmiştim.. Bir kere
uzun uzadıya nakledilen bir şeyi tekrarlamak ise hiç hoşuma gitmez.»
246/431
ŞAN : XIII
ODYSSEUS'UN PHAIAKELİ' NDEN AYRILIŞI
O Odysseus böyle dedi, ve cümlesi, gölgelenen divanhane içinde,
büyülenmiş, susuyorlardı. Alkinoos ona cevap vererek şöyle dedi:
— Ey Odysseus, mademki benim tunç eşikli, yüksek tavanlı konağıma
eriştin, artık umarım ki eskiden pek çok çektiklerin yetişecek,
yollarda daha fazla sürünüp kalmadan sılana kavuşacaksın. Şimdi, sizlere,
her gün konakta toplanıp ikram edilen yanık yüzlü şarabı içen ve
ozanın destanlarını dinleyenlere, ayrı ayrı her birinize, ne dilediğimi
söylemek isterim: Konuğumuza, giyecekten, iyi işlenmiş altından ve
daha başka armağanlardan, Phaiak danışmanlarının bütün gönderdikleri
şu güzel oymalı sandığın içinde duruyor; ama, haydin, ona adam
başına birer büyük üçayaklı 1 ile birer leğen daha verelim; biz de sonra
ahaliyi toplar, herkesten baç alırız: bu kadar çok mal bağışlamak bir
kişiye ağır gelir elbet.
Alkinoos böyle dedi, onlar da söylediklerine baş eğdiler ve yatmak
üzere evli evine çekildi.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
Phaiaklar gemiye doğru yürüyüş edip erlere yakışan tuncu getirdiler;
ve Alkinoos Han erki gemiye binerek armağanları kendi eliyle kürekçi
sıralarının altına yerleştirdi, tayfalar abanıp küreklere asılırken deprenişlerine
bir engel olmasın diye. Sonra, cümlesi Alkinoos'un konağına,
gidip şölen hazırlığına baktılar.
Kutsal Alkinoos Han onları şölenle ağırlamak için, cümleye,
buyruğu yürüyen karabulutlar tanrısı, Kronos oğlu Zeus'a kurban
olarak, bir öküz kestirdi; butlarını yaktılar ve şanlı ziyafetten pay alıp
keyiflerini yerine getirdiler; ve ortalarında tanrısal ozan, budunların
övdüğü Demodokos destan okudu. Bu ara Odysseus, her yere ışık
saçan güneşe sık sık başını çeviriyor, dört gözle batmasını bekliyordu,
çünkü içinde sıla ateşi yanıyordu. Akşam övününe can atan çiftçi,
bütün gün şarap alacası öküzleri ağır sabanı çekerek nadas edilmemiş
toprağı sürdükten sonra, güneşin batmakta olduğunu görüp argın dizlerle
sofra başına nasıl sevinerek koşarsa Odysseus da güneş ışığının
çekildiğini görünce öyle sevinmişti.
Ve hemen usta kürekçi Phaiaklara ve başlıca Alkinoos Hana
dönerek söz söylemeye başladı:
— Alkinoos Han, budunların ulusu tanrılara saçı kılıp beni selâ-
metle uğurlayın, siz de cümleniz sağ esen kalın. Gönülceğizim ne
dilemiş ise gerçek oldu: yola çıkmam kararlaşmış, değerli armağanlar
ihsan edilmiş., gökteki tanrılar sonu iyiliğe eriştirsin; ve dönünce,
evde, kusursuz hatuna, eşlere dostlara sağ esen kavuştursun. Burada
kalan sizlere de, nikâhlı karınızla oğlanlarınızla dirlik mutlu olsun:
tanrılar cümlenize iyilikler bağışlasın ve ülkenizi belâdan kazadan
esirgesin.
O böyle dedi, onlar da alkışladılar ve böyle gereğince söz söyleyen
garibi uğurlayalım, dediler. O zaman Kutsal Alkinoos Han çavuşu
çağırıp dedi ki:
— Pontonoos, sebuda şarap karıp divanhanedekilerin cümlesine
üleştir, ta kim Zeus ataya dua etsinler, garibi ataları yurduna selametlemek
kısmet olsun.
O böyle dedi, ve Pontonoos bal gibi şarabı karıp cümleye
üleştirdi. Onlar da geniş göğün sahipleri mutlu tanrılara, oturdukları
yerlerden saçı kıldılar. O ara, Odysseus ayağa kalktı ve iki kulplu
sağrağı Arete'nin eline sunarak kanatlı sözler söyledi:
248/431
— Dirlik sana mutlu olsun, ulu Hatun, insanlar için kısmet olan
ihtiyarlıkla ölüm erişinceyedek. Ben böyle yurduma dönüş için yola
çıkarken, sen de konağında mutlu dirlik içinde kal, oğlanlarınla, budunlarında,
ve Alkinoos Hanla birlikte.
Tanrısal Odysseus böyle dedi ve eşiği aşarak dışarı çıktı. O anda
kutsal Alkinoos Han çavuşu önden yolladı ki ona tez yürüyüşlü gemiye
ve deniz kıyısına kadar kılavuzluk etsin. Arete de karavaşlarını
koşturdu: biri güzel yıkanmış bir entari ile bir kaftan, bir diğeri sağlam
yapılı bir sandık getiriyor, bir üçüncüsü ise ekmek ve kırmızı şarap
taşıyordu.
Gemiye ve deniz kıyısına erişince, ünlü geçiriciler bütün yiyecek
ve içecekleri alıp oyulmuş teknenin .içine yerleştirdiler, ve bu ara, rahat
rahat yatsın diye, Odysseus'a oyuk geminin kıç güvertesinde halı
döşediler ve keten çarşaf yaydılar; kendi de gemiye bindi ve ses çıkarmaksızın
döşeğe uzandı. Tayfalar sırasıyla küreklerin başına geçtiler,
palamarı delikli taştan çözdüler; sonra, abanıp kürekleriyle çarpa
çarpa denizi köpürttüler; ve hemen Odysseus'un göz kapaklarında
tatlı, derin, ölüme çok yakın bir uyku aktı.
Ovada, beraber koşulmuş dört aygır, saklayan kamçının sızıları
altında nasıl hızla atılıp yol alırsa, gemi de onun gibi şaha kalkıp ilerliyor,
arkadan da çalkantılı denizin yağız dalgaları tekneyi dövüyordu;
güvenle öyle tez yol alıyordu ki, kuşların en çeviği olan kara çaylak ona
yetişemezdi Böylece, denizin dalgalarını yarıp ilerleyen gemi tanrılar
gibi düşünen kahramanı götürüyordu, o kahraman ki bunca mihnetler
çekip canı yanmış Karada erlerle savaşarak, denizde korkunç
dalgalarla boğuşarak. Ve şimdi, bütün çektiklerini unutmuş, rahat rahat
uyuyordu.
Yıldızların en parlağı, sabah sisi içinde doğan Şafağın yükselişini
müjdelerken, denizin dalgalarını yaran gemi Ada'ya yanaşıyordu.
249/431
Deniz ihtiyarı Phorkus adına İthaka ilinde bir liman vardır;
bunu sarp yarlı iki burun sert rüzgârlardan ve dış denizin ulu
dalgalarından saklar; ve içine girip demir atacak yerine gelen iyi kuruluşlu
gemiler bağlanmak bile istemez. Limanın bir bucağında, gür
dallı yapraklı bir zeytin ağacı ve bunun yanında Naiades denilen
Nymphelerin loş ve serin, kutsal mağarası bulunur; bu mağarada
taştan kraterler testiler ve amforlar iki kulplu küpler dizilmiştir,
bunların içine arılar gelip peteklerini yaparlar. Ve kocaman taş tezgâhlar
üzerinde Nympheler öyle erguvan rengi bezler dokurlar ki görenler
hayran olur; onda hiç kurumayan pınarlardan da sular kaynayıp akar.
Mağaranın iki kapısı vardır. Boreas yönüne açılmış olanı insanlar için,
Notostan yana olanı tanrılar içindi, salt ölümsüzlere mahsus olan bu
yoldan hiç insan geçmez.
Eskiden bildikleri bu limana girdiler; gemi hızla gelip yarısına
kadar karaya uzandı: onu kürekçilerin kolları öyle bir hamle ile
sürmüştü. Tayfalar hemen denk yapılı tekneden karaya çıktılar; önce
Odysseus'u yumuşak döşeği ve hareli keten çarşaflan içinde kaldırıp
oyuk gemiden çıkardılar; uykuya ram olmuş bir halde, kumsal üzerine
yatırdılar.
Sonra, ünlü Phaiak hanlarının verdiği malları çıkardılar; zeytin
ağacının dibinde, yoldan sapa bir yere yığıp koydular: Odysseus
uykuda iken geçenlerden biri görüp alır diye korkmuşlardı. Ondan
sonra yurtlarına dönmek üzere sefere çıktılar.
Ama yeri sarsan Poseidon eskiden beri tanrısal Odysseus'a karşı
güttüğü öcü asla unutmuyordu; ve şimdi Zeus'a başvurup dileğini
sordu:
Zeus Ata, benim bundan böyle tanrıların gözünde ne şerefim
kalır ki, ölümsüzler, şu kendi ırkımdan olan Phaiaklar bile beni saymıyorlar
artık! Odysseus'un ancak çok cefalar çektikten sonra yurduna
250/431
döneceğini biliyordum; ben onu büsbütün sıladan mahrum etmeyi
düşünmemiştim, çünkü sen bir kere söz vermiş, and içmiştin. Ama işte
onu, uykuda iken, Phaiaklar tez yürüyüşlü gemileriyle kaldırıp engin
deniz üzerinden İthaka'ya getirmiş bulunuyorlar; ve ona pahada ağır
öyle armağanlar sundular ki, Odysseus Troia'dan sağ esen dönseydi
talan payı olarak bu kadar mallar alıp beraber getiremezdi.
Buna karşı bulut devşiren Zeus dedi ki:
— Vay vay! Sen neler söylüyorsun, güçlü kudretli Yeri sarsan!
Ölümsüzler mi seni aşağı görecek? Tanrıların en eskisine ve en ileri
gelenine hor bakmak ne mümkün? Ama, ölümlülerden, güçte kuvvette
haddini bilmezlerden biri saygısızlık gösterirse sen de öç almaktan geri
kalmazsın. Şimdi var, istediğin gibi, gönlün nice dilerse öyle işle.
Buna karşı yeri sarsan Poseidon şöyle dedi
— Ey kara bulutlar tanrısı, senin dediğini çoktan yerine geürirdim,
ama daima senin gazabından korkarım ve buyruğunun dışına
çıkmam. Şimdi hemen gider, yabancıyı uğurlamaktan dönen Phaiakların
yosma gemisini engin denizin ortasında parça parça ederim, akılları
başlarına gelsin ve bir daha garipleri selametlemek işine
karışmasınlar diye.
Buna karşı bulut devşiren Zeus cevap verdi:
— Tanrı kardeş! Benim de gönlümün en iyi onadığı budur: ilerleyip
gelen gemiyi seyretmek için halk şehirden dışarı çıkmışken,
karaya yakın bir yerde, tez yürüyüşlü gemilerini kayaya çeviriver, tâ ki
hepsi görüp şaşa kalsınlar.
Yeri sarsan Poseidon bunu işitir işitmez Phaiakların oturduğu
Skerie'ye doğru yola çıktı; ve orada durup, hızla ilerlemekte olan geminin
yanına vardı, onu eliyle çarpıp derinden kök salmış bir kayaya
çevirdi, ondan sonra oradan uzaklaştı.
251/431
Bu ara Phaiaklar, uzun kürekli ünlü denizci erler, aralarında
oturup kanatlı sözlerle konuşmaktaydılar. İçlerinden biri olanı biteni
farkederek yanındakine şöyle dedi:
— Eyvah! Tez yürüyüşlü gemiyi denizin ortasında kim bağladı
böyle? Ne kadar da yurda yaklaşmıştı, baştan başa görünüyordu!
İçlerinden biri böyle diyordu, ve gördüklerinin nasıl olup bittiğini
anlamıyorlardı. Bunun üzerine Alkinoos söze başlayıp dedi ki:
— Eyvah! İşte babamın eski kâhinlikleri gerçekleşiyor; o bana,
derdi ki, bir gün Poseidon'un gazabına uğrayacağız, bütün yabancıları
sağ esen uğurladığımızdan ötürü. Ve bana demişti ki, yosma bir Phaiak
gemisi, bir selametleme seferinden dönerken, yağız denizin ortasında
mahvolacak ve kocaman bir dağ ile şehrimizin önü kapatılacak.
İhtiyar böyle demişti ve işte dediği oldu. Şimdi, haydin, benim
söyleyeceklerimi yerine getirin. Artık garipleri yurtlarına ulaştırmaktan
vazgeçelim, şehrimize başvuracak olan kim olursa olsun.
Poseidon'a on iki seçkin boğa kurban edelim, umulur ki acır da
şehrimizin önünü kocaman dağ ile kapatmaz.
Böyle dedi ve Phaiaklar korku içinde kalıp boğaları hazırladılar.
1 Homeros'ta görülen tripus: tripoda su ısıtmaya mahsus
üçayaklı tunç kaplardı. Bunlara sacayak denemez.
ODYSSEUS'UN İTHAKA'YA ULAŞMASI
Phaiakeli'nin hanları ve danışmanları kurban yerinin çevresinde
ayakta durup Poseidon hana dua ederken, tanrısal Odysseus vatan toprağı
üzerinde uykudan uyanıyordu; fakat uzun zamandanberi
ayrılmış kaldığı atalar yurdunu tanımıyordu, çünkü Zeus kızı Pallas
Athena her yana sis dökmüştü, tâ kim bu yerleri hiç tanımasın ve her
şeyin haberini kendi versin. Ne karısı, ne budunu, ne dostları onu
tanımamalıydı, fodul yavuklulara taşkınlıklarının cezasını verinceye
252/431
kadar. Her şey hanın gözlerine başka türlü görünüyordu: patikalar, liman,
sarp kayalar ve yemyeşil ağaçlar. Birden davrandı ve ayakta,
atalar yurdunu seyre daldı. Ağlamaklı oldu ve iki eliyle dizlerine vurarak,
iniltili bir sesle dedi ki:
— Eyvah! Gene hangi insanların ülkesine gelmişim? Vahşi, töre
tüze tanımaz haydutların mı, yoksa garipleri iyi karşılar, tanrılardan
korkar insanların mı? Şimdi bu malları nereye taşımalı? Kendim ne
yana yollanayım? Keşke Phaiakeli'nde kalaydım! Beni sevecek ulu
güçlü başka bir hana rastlar, sığınırdım; o da beni bir gün vatanıma
ulaştırırdı elbet. Şimdi bütün bu malları nereye koyacağımı
bilmiyorum; burada da bırakamam, şunun bunun yağmasına
uğramasınlar diye. Eyvah, eyvah! Şu Phaiak hanları ve danışmanları
hiç de iyi niyetli ve adaletli insanlar değilmiş: beni yabancı bir yere
göndermişler, halbuki muhakkak İthaka'ya ulaştıracaklarını söylüyorlardı.
Dediklerini yerine getirmedikleri için sığınıcıların tanrısı Zeus
cezalarını versin, o Zeus ki, insanların işlediklerini bilir ve suçları cezasız
komaz... Haydi şimdi malları gözden geçirip sayayım: oyuk gemiden
çıkarırken bir şeyimi aşırmış olmasınlar!
Böyle dedi ve o güzelim üçayaklıları ve leğenleri, altını ve güzel
dokumaları birer birer saydı; hiç eksiği yoktu. Fakat o şimdi atalar
yurdu için ağlıyor, sızlıyor, çok uğultulu denizin kıyısında kendini yerden
yere atıyordu. Derken, yanına Athena geldi; çoban gibi giyinmiş,
genç bir şehzade suretine girmişti: omuzlarında güzel işlenmiş iki katlı
kepenek, tombul ayaklarında çarıklar, elinde kargı vardı. Odysseus
onu görünce sevinerek yanına geldi, kanatlı sözler söyledi:
— Ey dost! Bu ülkede ilk rastladığım insan, selâm sana! Beni
kem niyetle karşılama, mallarımı ve canımı koru! Sana bir tanrı gibi
yalvarıyor ve aziz dizlerine kapanıyorum. Bana dosdoğru söyle, çünkü
bilmek istiyorum: Burası hangi yer, hangi ülkedir? Ahalisi hangi soyun
253/431
erlerindendir?.. Denizin ortasında bir ada mıdır, yoksa bereketli bir
karanın denize uzanmış ucu mudur?
Athena, gökgözlü tanrıça, cevap verdi:
— Yabancı, sen aklını mı kaçırdın, yoksa pek uzaktan mı geliyorsun
da bu yerin neresi olduğunu soruyorsun? Çünkü hiç de aşağı
sayılacak bir yer değildir, gerek şafak ve güneş yönünde gerek karanlık
gece yönünde oturanların çoğu onu bilir. Doğru, taşlık bir yerdir, at
cinsine yaramaz, biraz da ufaraktır. Fakat hiç de bereketsiz değildir.
Buğdayı çok, şarabı çok, yağışı, çisentisi bol bir yerdir. Güzel keçi
yatağı, sığır yatağı bir yer. Her cinsten ormanları da var, hiç kurumayan
pınarlarından sular kaynar. Bunun için, yabancı, İthaka'nın adı
Troia iline kadar yayılmıştır ki, Troia'nın Akhaieli'nden çok uzak bir
ülke olduğunu söylerler.
Böyle dedi ve çelebi Odysseus'un gönlü sevinçle doldu: Fırtına
koparan Zeus'un kızı Pallas Athena'nın ağzında vatanının adını işittiği
için seviniyordu.
Ona dönerek söze başladı ve kanatlı sözler söyledi, fakat daima
hile düşünmek huyundan vazgeçmeyip gerçeği saklıyordu:
— İthaka mı? Bu adı ben geniş ovalı Krete'de duymuştum; Krete
uzakta, deniz ortasında bir yerdir. Şimdi, buraya mallarımla gelmiş
bulunuyorum, bu kadarını da çoluğa çocuğa bıraktım. Kaçıyorum,
çünkü İdomeneus'un sevgili oğlu ayağına çabuk Orsilekhos'u
öldürdüm: o, geniş ovalı Krete üzerinde, ayak çabukluğundan yana
arpa ekmeği yiyen bütün erlere üstün gelirdi. Talan payımı elimden almak
istemişti. Troia ilinde ben, onun ileri sürdüğü gibi, babasının
emri altında hizmet etmiyordum, benim başkanlık ettiğim öz erlerim
vardı. Bir akşam, kırlardan gelirken, önü tunç kargımla vurdum: yarenlerden
biriyle, yolu üzerinde, pusu kurmuştum; en karanlık bir gece
254/431
gökleri bürümüştü; kimsenin görmesine imkân yoktu; gizlice vurup
canına kıydım. Sivri tunç ucu ile öldürünce, ünlü Fenikelilerin bir
gemisine koştum, beni beraber götürsünler diye yalvardım; mallarımdan
da onlara hatırı sayılır bir pay verdim. Onlardan beni Pylos'a veya
tanrısal Elis'e, Epei'lerin hüküm sürdüğü ile götürüp bırakmalarını
dilemiştim. Fakat sert rüzgârlar yüzünden kendileri hiç istemezken,
oradan uzaklaşmak zorunda kaldılar; yoksa beni aldatmak hiç niyetlerinde
yoktu. Buraya, bu gece, rastgele geldik; limana çarçabuk
sokulduk ve yorgunluktan, karnımız çok acıkmışken hiçbirimiz yemeği
aklına bile getirmedi. Gemiden çıkar çıkmaz hepimiz serilip uykuya
vardık. Hele ben, öyle yorgundum ki, üzerime hemen tatlı uyku bastı...
Onlar, oyuk gemiden mallarımı çıkarmışlar, kumsalda yattığım yere
yakın koyup gemilerine binmişler; şen, bayındır Sidon'a gitmek üzere
yola çıkıp beni gönlümün kaygıları içinde bırakmışlar.
Böyle dedi ve gökgözlü tanrıça Athena gülümsedi; onu eliyle
okşadı ve kadın suretine girerek kanatlı sözler söyledi:
— Hay seni kurnaz, yalana dolana doymaz adam! Hilenin
türlüsünü kıvırmada sana ancak bir tanrı üstün gelebilir. Öz yurduna
geldin, gene çocukluğundan beri bayıldığın haydut masalları uydurmaktan
vazgeçmiyorsun. Ama bunları keselim artık; bu hileleri ikimiz
de biliriz, sen gerçi insanlar arasında akıldan ve nutuktan yana
cümleden üstünsün, fakat fentten, hileden yana da ben bütün tanrılardan
üstün olmakla övünürüm. Zeus kızı Pallas Athena'yı, her başı
sıkıldıkça yanına koşup seni koruyan beni tanıyamadın mı? Seni bütün
Phaiaklara sevdiren ben değil miyim? Şimdi de yanına geldimse, ünlü
Phaiak hanlarının, gene benim verdiğim akılla ve öğütle, yurduna dönerken
ihsan ettikleri malları saklamak için beraber yol arayalım diye
geldim. Şimdi bir de, güzel yapılı konağına varınca, kaderin sana çektireceği
mihnetleri öğren, her cefaya katlanmak gerek; kimseye, erkekten
kadından hiç bir ferde, bunca maceralardan sonra dönüp geldiğini
255/431
açmıyacaksın; insanlardan daha nice kemlik göreceksin, sesin çıkmaksızın
hepsine sabredeceksin.
Ona karşı çok sakıngan, Odysseus cevap vererek şöyle dedi:
— Seni, insan, zor tanır, ey tanrıça, karşına çıkan en kurnaz
adam dahi olsa; çünkü sen her surete girersin. Benim iyi bildiğim şu
ki, biz Akhaioğulları Troia önünde savaşırken, sen bana hep yardımcı
olmuştun; ama Priamos'un yüksek kalesini talan edip gemilerimize
bindikten sonra bir tanrı Akhaiları perişan etti ve ondan beri, ey Zeus
kızı, seni yanımda görmez oldum; ve benden belâları uzaklaştırmak
için gemime bindiğini sezmedim. Daima, göğsümün içinde yüreğim
kaygılı olarak dolaştım, durdum, beni tanrılar sıkıntıdan kurtarsınlar
diye bekledim. Demek Phaiak erlerinin bereketli ülkesinde de sözlerinle
sen yüreğime kuvvet vermiştin ve şehir içinde bana kılavuzluk
etmiştin! Şimdi, dizlerine kapanarak, atan Zeus adına sana yalvarırım:
deniz ortasındaki İthaka'ya gelmiş olduğuma daha inanmıyorum;
mutlak başka bir diyarda bulunuyorumdur, sanıyorum ki, benimle
eğlenmek ve aklımı çelmek için böyle söylüyorsun. Açıkça söyle bana!
Gerçekten sevgili atalar yurduna mı gelmişim?
Ona karşı gökgözlü tanrıça Athena cevap vererek dedi ki:
— Demek ki senin göğsünde daima aynı kuşku var! Fakat seni
kutsuz bir halde iken bırakamam, çünkü çok sezişli, çok akıllı, anlayışlı
bir adamsın. Bir başkası, bunca zamanlar dolaşakaldıktan sonra,
yurduna kavuşmak sevinci içinde, ancak hasretle konağına koşup
karısını, oğlunu görmek istiyecekti. Ama sen, soruşturup onlardan bir
haber almaya bile kalkışmıyorsun; en önce kendin, karını sınamayı
düşünüyorsun; bil ki, o, konağında oturup geceleri tükenmez üzüntü
içinde ve gündüzleri ağlamakla geçirmektedir. Ben hiç bir zaman
şüpheye düşmüş değilim: bilirdim ki bir gün, bütün yarenlerini kaybettikten
sonra, sılana kavuşacaksın. Lâkin Poseidon'la, babamın
256/431
kardeşiyle, bozuşmak elimden gelmezdi: oğlunun gözünü kör ettiğin
için, o da yüreğinde sana karşı hınç besliyordu. Ama gel de sana
İthaka'nın her yanını göstereyim de inanasın: Deniz ihtiyarı
Phorkus'un adını taşıyan liman işte şurasıdır; limanın bir bucağındaki
ulu zeytin ağacına da bak; şu kubbeli geniş mağarayı da görüyorsun:
kaç defa onun içine gelip Naiadlara tam yüzlük kurbanlar sunmuştun.
Şu da ormanla örtülü Neritos dağıdır.
Böyle söylerken, tanrıça sisi dağıttı: yeryüzü meydana çıktı. Çok
çekmiş tanrısal Odysseus'un gönlü sevinçle doldu. Sevincinden
vatanının bereketli toprağım öpüyordu. Ve hemen ellerini göğe doğru
uzatarak Nymphelere dua etti:
— Hey Naiad Nympheler, Zeus kızları! Sizi bir daha görmeyeceğim,
diyordum; şimdi sevinçle selâmlarım; gönlümün en gerçek
dileklerini kabul edin. Yakında, eskisi gibi, size adaklar sunacağım,
yeter ki talan tanrıçası, Zeus kızı bana iyilik dilesin, ben ömür süreyim
ve oğlum büyüsün!
Ona karşı gökgözlü tanrıça Athena şöyle dedi:
— Yüreğini pek tut! Böyle kaygılar gönlünden ırak olsun! Ama
haydi hemen şimdi malları kutsal mağaranın içine götürüp yerleştirelim;
hiç bir şeyin yitmesin; sonra düşünüp en iyi yol ne ise onu
kararlaştıralım.
Böyle dedikten sonra, tanrıça loş mağaranın içine girerek inin
köşelerini bucaklarını araştırıyordu; o ara, Odysseus gidip gelerek
Phaiakların ihsan ettiği altını, bozulmaz tuncu ve iyi dokunmuş giyecekleri
taşıyor, fırtına koparan Zeus kızı Athena da onları güzel güzel
yerleştiriyor ve sonunda mağaranın eşiğini bir kaya ile kapıyordu.
257/431
İkisi kutsal zeytin ağacının dibinde oturup fodul yavuklu azgınlarının
ölümünü tasarlıyorlardı, sözü açan gökgözlü tanrıça Athena
oldu:
— Zeus soyu, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus, şımarık
yavukluları bir temizlemenin yolunu düşün: üç yıldır konağında buyruk
kesildiler, karına istekli çıkıp nikâh hediyeleri sunuyorlar. O ise hep
senin dönüşünü bekliyor; yürekten kaygılı, her birine ayrı ayrı haberci
gönderip ümitler veriyor; aklından ise başka şeyler geçiriyor.
Çok tedbirli Odysseus cevap verdi:
— Vay vay! Demek ki, ey tanrıça, sen gelip her şeyi gereğince
haber vermeseydin, ben de Atreusoğlu Agamemnon gibi, konağımda
kahpece kurulmuş tuzakla karşılaşacaktım. Ama haydi onlardan öç almanın
bir yolunu göster bana! Ve yanımda kalıp yüreğime cesaret ve
kuvvet nefesi üfür, tıpkı o İlion'un ak surlarını yıkıp yere serdiğimiz
günkü gibi... Eğer aynı çaba ile benim yardımcım olursan, ey gökgözlü
tanrıça, üç yüz erle de başa çıkarım.
Ona karşı gökgözlü tanrıça Athena cevap verdi:
— Hiç şüphen olmasın, o işleri başarırken yanında bulunacağım
ve seni bir an gözümün önünden ayırmayacağım. Şimdiden yerleri
kanlarıyla ve beyinleriyle bulaşmış görüyorum o fodul yavuklu erlerin
ki, mallarını sömürüp duruyorlar! Haydi şimdi seni bütün insanlar
için, öz karın için giderken konağında bıraktığın oğlun için tanılmaz
kılayım; sonra en önce çobanbaşın Eumaios'un yanına gitmelisin,
çünkü o gönlü ile iyiliği ister, oğlunu sever ve akıllı Penelopeia'ya saygı
güder; onu domuz sürülerinin yanında bulacaksın. Bu sürüler Karga
Kaya'nın ve Arethuse Çeşme'nin yakınlarında otluyorlar, hoşlarına
giden palamudu yiyorlar ve yağız kaynağının suyunu içiyorlar. Orada
kal, usulle ondan soruşturup olanı biteni öğrenmeye çalış, tâ ki ben
258/431
güzel kadınlı İsparta'ya gidip oğlun Telemakhos'u çağırayım. çünkü o,
Menelaos'tan senin haberini almak, sağ olup olmadığını öğrenmek için
geniş ovalı Lakedaimon'a kadar gitmişti.
Çok tedbirli Odysseus ona karşı şöyle dedi:
— Niçin acaba ona bir öğüt vermedin, sen ki aklınla her şeyi bilirsin?
O da uçsuz bucaksız denizin üzerinde sürünsün kalsın ve
başkaları malını sömürürken kendisi cefalar çeksin diye mi?
Ona karşı hemen gökgözlü tanrıça Athena cevap verdi:
— Onun için sen hiç merak etme! Onu kendim kılavuzladım; istedim
ki bu yolculukla iyi bir ad kazansın. Onun için hiç bir mihnet
yoktur: o şimdi Atreusoğlunun konağında rahat rahat oturuyor ve her
şey bol bol kendisine veriliyor. Evet, gerçek genç yavuklular bir kara
gemiye binip ona pusu kurmaya gittiler, atalar yurduna dönmeden
canına kıymak istiyorlardı; ama sanmam ki işin sonu böyle olsun ve
umarım ki, daha önce, mallarını yiyenlerin çoğunu kara toprak yesin.
Athena böyle deyip değneği ile ona dokundu ve hemen esnek
üyeleri üzerinde derisi soldu; başından sarışın saçları döküldü; vücudunun
üzerinde şimdi çok ihtiyar bir adamın derisi vardı; o güzelim
gözlerin feri uçmuştu. Ona yırtık pırtık, kirli isli çaputlar giydirdi,
sonra üstünü çevik ayaklı bir geyiğin tüyü dökülmüş pöstekisiyle örttü;
nihayet eline bir değnek verdi, omzuna iğri büğrü bir kayışla kötü bir
heybe astı.
Böylece danışıp anlaştıktan sonra ayrıldılar ve Athena acele
ederek tanrısal Lakedaimon'a, Odysseus'un oğlunu aramaya gitti.
259/431
ŞAN : XIV
ODYSSEUS'UN EUMAIOS İLE GÖRÜŞMESİ
Bunun üzerine Odysseus da limandan ayrılıp ormanlar arasında
geçen taşlık patikayı tutmuş, yamaca yönelmişti: Athena'nın söylediği
yere, ünlü domuz çobanının katına gidiyordu; o, tanrısal Odysseus'un
mallarını, öbür kullarının hepsinden daha çok korurdu.
Onu, evin önünde otururken buldu; çoban orada, avlu içinde,
yüksek duvarlı, her yanı yolla çevrilmiş güzel ve büyük bir domuz ağılı
yapmıştı; beyi yokken, ne hanımından ne de ihtiyar Laertes'ten yardım
istemeksizin, kendiliğinden burayı uyduruvermişti.
Çepçevre avluyu iri taşlarla kapamış, üstlerini de dikenli çalılarla
örtmüştü; ağılın dışında, her yandan, sıra sıra kara meşe özü kazıklar
çekmişti; içinde ise domuzlar için yanyana on iki mandıra ayırmıştı;
her birinde elli gebe domuz barınırdı, erkeklerse dışarda kalırdı;
bunlar çok daha azdı, çünkü tanrının belâsı fodul yavukluları ağırlamak
için hep bunlar kesilirdi; çoban her gün onlara en yağlısını, en iyisini
gönderirdi. Bunun için onlardan yalnız üç yüz altmış tane
kalmıştı. Her biri kurda benzer dört köpek gece gündüz domuzları
beklerdi. Köpekleri de çobanbaşı Eumaios besleyip büyütmüştü.
Kendi oturmuş, iyi boyanmış sığır gönünden bir çift çarık biçip
ayaklarına göre dikiyordu. Adamlarının üçü, her biri bir yana
dağılarak domuzları otlatmaya gitmişti; dördüncüsünü ise şehre, fodul
yavuklulara tayınları olan domuzu götürmeye göndermişti; haydutlar
her gün böyle birini kurban kesip etlerini sömürürlerdi.
Apansız, ulugan itler Odysseus'u gördüler, havlaya havlaya
üstüne atıldılar. Hemen Odysseus, sakıngan davranarak olduğu yerde
oturdu, değneği de elinden düştü. Kendi ağılının önünde felâketlerin
en yamanı başına gelmek üzereydi ki, Eumaios çevik ayaklarla koşarak
dış kapıya yetişti: çarık derisi elinden düşmüştü, itlere hızlı hızlı
seslendi ve taş yağdırarak onları, her biri bir yana gitmek üzere dağıttı;
sonra efendisine dedi ki:
— İhtiyar, az daha, köpeklerim seni bir saldırışta
paralayıverecekti, benim de adıma leke getirecektin. Zaten tanrıların
verdiği tasalar, kaygılar başımdan aşıyor: Tanrısal Hanım için ömrüm
ah ile vah ile geçerken başkalarına yağlı domuzlar yetiştiriyorum; o
ise, kim bilir hangi yad ellerde, hangi yabancı dil konuşan insanların
şehir veya kırlarında, belki de aç aç dolaşıp duruyor; sağ olup güneşin
ışığını görür olsaydı bari! Ama, ihtiyar, arkam sıra gel, kulübeye girelim;
sen de onun ekmeğiyle, onun şarabıyla canın istediği kadar
karnını doyurasın, sonra bana nerden geldiğini söylersin, neler çektiğini
anlatırsın.
Böyle deyip, ünlü domuz çobanı önden yürüdü, onu kulübenin
içine aldı; üstü bir yaban keçisinin sık tüylü postu ile örtülmüş çalıdan
çırpıdan bir sedire oturttu; burası onun kaba saba döşeği idi. Çobanın
bu iyi karşılamasını gören Odysseus sevindi ve söze başlayıp şöyle
dedi:
— Zeus ve öbür ölümsüz tanrılar, sana, konuklayanım, gönlün
her ne diliyorsa, versinler, beni böyle güler yüzle karşıladığın için.
Sen de ona, çoban Eumaios, cevap vererek dedin ki:
— Konuğum, garipleri ağırlamak âdetimdir, isterse kapıma gelen
senden de daha yoksul olsun; çünkü garipleri, yoksulları bize Zeus
gönderir; eh, «Yarım elma, gönül alma» demezler mi? Ben de elimden
geleni yapıyorum: Bilirsin ki, kullar verirken elleri titrer, hele toy
efendilere hizmet ederlerse. Ah, benim Hanım, dönüşüne tanrıların
engel olduğu Han'ım! O şimdi olsaydı bana nasıl bakardı! Beni
261/431
evlendirir, barklandırırdı: ev, tarla, çok hünerli avrat verirdi; sözün
kısası, tanrıların ondurduğu bir kul, uğrunda çalıştığı efendisinin yumuşak
yüreğinden ne bekleyebilirse, hepsini verir, bağışlardı. Ama
elimizden gitti. Ah, şu Helena, bütün soyu sopu ile yok olaydı! Çünkü o
da, Agamennon'un uğrunda, Troialılarla savaşmak için, İlion'a
gidenlerdendir.
Böyle dedi ve çarçabuk kaftanının üstünde kemerini bağladı;
sonra mandıralara giderek orada kapalı duran domuz yavrularından
bir çift aldı, götürüp boğazladı ve ütüleyip etlerini doğradıktan sonra
şişlere geçirdi.
Kebap kızarınca, burcu burcu dumanı çıkarken, şişleriyle beraber
sofraya getirdi, etlere beyaz un ekerek Odysseus'un önüne
koydu; çanağının içinde bal gibi şarap kardı, konuğun karşısına geçip
oturdu ve onu yemeğe davet ederek dedi ki:
— Ye, konuğum, biz kulların payına düşen şu domuz yavrusu etinden;
çünkü besili domuzları o sıkılmaz yavuklular sömürüyor:
kimseden çekindikleri, kimseye acıdıkları yok: Mutlu tanrılar yaman
işleri sevmezler elbet; doğruluğun, töresince görülen işlerin karşılığını
verirler! Haydut düşmanların en alçakları bile, Zeus'un verdiği
kuvvetle, bir yabancı memleketi çapul edip dopdolu gemilerle
yurtlarına dönerken yüreklerinde tanrıdan belâlarını bulmak korkusu
vardır. Ama bizim haydutlar, şüphesiz, tanrının gösterdiği bir
nişandan Han'ımızın acıklı ölümünü bilmiş olacaklar ki, kadınına bile
yolunca istekli olmuyorlar ve yurtlarına döneceklerine, rahat rahat
oturup bizim malları yiyorlar, hiç bir şeyleri eksik kalmamacasına
evimizi sömürüyorlar: Tanrının günü, sabah akşam onlara kurbanlar
yetiştirmeli! Hem bir tane değil, iki tane değil! Şarap küplerini kurutuyorlar,
kilerin dibine darı ekiyorlar! Han'ımızın dirliği genişti: ne
karşıda, kıyısının karaltısı görülen karada, ne İthaka'nın üzerinde
262/431
onun yaşayışını süren başka hiç bir er yoktu! Yirmisi bir araya gelse
malları malına denk olmazdı. Sağısını bilmek istersen işte: Ulu kara
üzerinde on iki sürü sığırı, o kadar da koyunu vardır; onları kulluğuna
girmiş çobanlar veya konuklaştığı erler güderler. Burada, bizim
İthaka'da, keçileri bulunur, hepsi on bir sürüdür; onlara da adanın
öbür ucunda ehil çobanlar bakar; onlar da her gün oğlaklarının en
tombulunu seçerek yavuklulara göndermek zorundadırlar. Ben de,
gördüğün gibi, yetiştirdiğim domuzların en güzelini onlara
yolluyorum.
Böyle diyordu, Odysseus ise etleri atıştırıp üst üste şarap içiyor
ve sessizce yavukluların ocağına nasıl incir dikeceğini aklından geçiriyordu.
Yiyip içip keyfi yerine geldikten sonra, Eumaios son olarak kendi
içtiği çamçağı ağzına kadar doldurup ona uzattı. Odysseus, daha şen
bir gönülle maşrapayı aldı ve sesini yükselterek kanatlı sözler söyledi:
— Ey dost, kendi malından verip seni satın alan kimdi? Çok
varlıklı ve çok güçlü bir erdi, diyordun, Agamennon'un uğrunda helak
olduğunu da söyledin. Böyle bir kahraman idiyse, adını söyle bana;
onu bir yerde tanımış olabilirim. Zeus ve öbür ölümsüz tanrılar bilir
ki, onu görmüşsem, benden doğru haber alırsınız; ben çok dünya
gezmiş adamım.
Ona karşı, hemen, çobanbaşı Eumaios cevap verdi:
— İhtiyar, hangi dünya dolaşmış kişi buraya gelip onun haberini
getirmiş olsa, artık karısını ve oğlunu inandıramaz. Maceracılar
hacetlerini elde etmek için gelip her biri türlü yalan söyler,
ağızlarından doğru bir lâf çıkmaz. Ne zaman bu serserilerden biri
İthaka'ya düşse, Hanımımın yanına koşar, ona bir masal uydurur. O
da onu iyi karşılayıp konuklar, gamlı gönülle dinler ve gözlerinden
yaşlar dökülür, yadelde ölen kocası için ağlamak kadınların âdetidir.
263/431
Sen de, ihtiyarcık, hemen bir masal kıvırırsın, sana da entari,
kaftan ve başka esvaplar versinler diye. Halbuki onu çoktan tazılar
parçalamış, veya yırtıcı kuşlar etlerini kemiklerinden gagalamış, canı
teninden uçup gitmiştir; belki de, onu, denizin dibinde balıklar yemiş,
kemikleri bir kıyıya atılmış, üstlerine tepe kadar kumlar yığılmıştır.
Şurada veya burada ölmüştür ve arkasından dostlarına ve hepsinden
çok bana tükenmez kaygılar bırakmıştır: nereye gitsem ondan yüreği
daha yumuşak bey bulamam. Anama babama kavuşsam, beni büyüttükleri
eve dönsem avunamam; onların hepsini göresim geliyor ama
hepsinden çok, gurbette kalan Odysseus'un hasretini çekiyorum. Onun
adını, yabancı, kendi yokken dahi, saygı ile anarım; çünkü beni çok
severdi, yüreğinde bana bir yer vermişti. O daima benim ağabeyimdir,
varsın uzaklarda olsun!
Bunun üzerine çok çekmiş tanrısal Odysseus şöyle dedi:
— Dostum, sen bir kere inkâr yoluna sapmışsın, «o bir daha
dönmez» demişsin; gönlünden inancın sıyrılmış. Öyle ise, sana masal
filân anlatmıyacağım, Odysseus'un döneceğine and içeceğim; muştuluğumu
da o konağına döndükten sonra versinler; ondan önce, yoksulluğum
ne derece olursa olsun, hiç bir şey kabul etmem. Yoksulluk
yüzünden yalan söyliyenler benim gözümde Cehennem kapılarından
daha iğrençtir. Zeus ve bütün ölümsüz tanrılar tanık olsun! Şu nimet
sofrasında and olsun! Her şey dediğim gibi olacak: ya bu ayın sonunda
ya gelecek ayın başında Odysseus yurduna dönecek, ve bu adanın
üstünde karısının ve şanlı oğlunun şerefine dokunanlara cezalarını
verecek!
Ona karşı sen, çobanbaşı Eumaios, cevap vererek dedin ki:
— İhtiyar, sen benden hiç bir zaman böyle muştuluk alamıyacaksın,
çünkü Odysseus evine dönmiyecek. Ama keyfini bozma, iç şarabını,
ve başka beylerden söz açalım, çünkü ne zaman biri benim aziz
264/431
Han'ımın adını ansa gönlüme keder basar... Haydi şimdi andı bir
tarafa barakalım; Odysseus da, benim dileğim gibi, Penelopeia'nın,
ihtiyar Laertes'in, şanlı Telemakhos'un arzu ettiği gibi aramıza dönsün!..
Benim şimdi en büyük tasam Telemakhos için, Odysseus'un sevgili
oğlu içindir; soyunun bu biricik fidanını tanrılar büyüttü: boyu
bosu, görklü yüzü onu andırıyordu. Ölümsüz tanrılardan biri mi veya
bir insan mı, uslu tedbirli durup dururken, aklını çeldi de, kalktı, babasından
haber soruşturmak için mübarek Pylos'a gitti; ve bizim şı-
marık yavuklular dönüşünü gözetliyorlar, İthaka üzerinde tanrısal
Arkesios Hanedanını söndürmeği düşünüyorlar. Elimizden bir şey
gelmiyor: yakalanacak mı? Kronos oğlu elini uzatıp onu kurtaracak
mı? Ama şimdi, ihtiyarcık, sana gelelim; şimdi sen bize öz kaygılarını
anlatmalısın; yalana dolana sapmadan söyle bana da anlıyayım: adın
ne? kimlerdensin? Şehrin neresi? Anan baban kim? Hangi gemi ile
buraya geldin? Denizciler seni İthaka'ya nasıl getirip atmışlar? Nereli
olmakla kıvanırlardı? Çünkü bizim adaya yayan gelmiş değilsin,
sanırım.
Ona karşı çok tedbirli Odysseus cevap vererek dedi ki:
— Hay hay! Bütün sorduklarına dosdoğru cevap vereceğim; ama
bu yemeğe, bu tatlı şaraba uzun uzun devam etsek, buradan bir yere
kımıldamadan başkaları işleri görse, tam bir yıl anlatadursam bütün
çektiklerimi bitiremem.
Geniş ovalı Krete üzerinde doğmakla kıvanırım. Babam çok zengin
bir adamdı; nikâhlı karısından, başka oğulları vardı, bunlar, öz
çocuklarıydı ve konağında büyütüyordu; bense satın alınmış halayıktan
doğmuştum; bununla beraber, bana da öz çocukları gibi bakardı,
babam Hylakeusoğlu Kastor; onun kanından olmakla kıvanç duyarım.
Çünkü bir zamanlar ona bütün Kreteliler, başarıları, malları ve değerli
oğulları için bir tanrı gibi saygı gösterirlerdi. Ama ecel tanrıçaları
265/431
Kere'ler onu alıp Hades konaklarına götürdüler, ve şanlı oğulları mallarını,
kur'a çekerek, üleştiler. Bana da bir ev ile çok küçük bir pay
ayırdılar. Ben de, erdemimle, çok zengin bir ailenin kızıyla evlendim,
çünkü akılsız ve savaştan kaçar adam değildim; şimdi ise bütün bunlar
geçeli çok oluyor! Ama samanına bakınca başağı anlaşılır: eh, ne çare,
başıma bunca felâketler geldi!..
Ares ile Athena bana yılmazlık ve bahadırlık vermişlerdi; ne zaman
düşmanları vurmağı aklımdan geçirsem, pusu için, yiğit erler
seçerdim; cesur yüreğime, yılmaz gözlerime ölüm korkusu asla
girmezdi; ön safta seğirtirdim, ve düşman erlerden benim kadar
koşamayıp yetişebildiğim mızrağımla tepelerdim... Savaşta bu derece
cesurdum, ama tarla işlerini hiç sevmezdim, övülen çocukları
yetiştiren evcimentlikten de hoşlanmazdım; bayıldığım şeyler, kürekli
gemilerdi, savaşlar, oklar, cilalanmış kargılardı; başkalarını titreten
bütün ölüm pusatları benim sevgililerimdi, bir tanrı onları aklıma getirirdi;
insanlar bir olmaz, herkesin zevk aldığı işler başka başka.
Öyle ki, Akhaioğulları Troia iline ayak basmadan önce dokuz sefer
yiğit erlere başkan olmuş, tez yürüyüşlü gemilerimle yabancı
ülkelere akın etmiştim: bu talanlardan pek çok kazançlarını olurdu:
her seferde ilk önce, kendime bir ödül seçerdim, sonra kur'a çekerek
payımı alırdım. Böylece gitgide evim barkım kutlu olmuştu; Kreteliler
arasında da değerim şerefim arta gitmişti fakat gür sesli Zeus, bunca
kahramanının dizlerini büken şu yaman seferi kararlaştırınca, İlion'a
gemileri iletmeğe beni ve şanlı İdomeneus'u seçtiler; sıvışmıya yol
yoktu: halkın gözünde adım aşağıya düşerdi. Orada biz Akhai çocukları
dokuz yıl savaştık, onuncu yıl Priamos'un şehrini talan ettikten
sonra, gemilere binip yurdumuza döndük. Ama bir tanrı Akhaiları darmadağın
etti; ben bahtıkara için ise kaderin sahibi Zeus nice belalar
göndermeği düşünüyordu !
266/431
Yalnız bir ay evimde barkımda kalıp çoluğumla çocuğumla hoş
dirlik geçirdim, mallarımın hayrını gördüm; sonra kafamda bir Aigyptie
Mısır seferi yeli esti: iyi yapılı gemiler donatıp çelebi yarenlerimle
akma çıkmak hevesine düştüm. Dokuz tekne donattım, bir yandan da
tayfalar üşüştü. Altı gün sevgili yarenler yiyip içip cümbüş ettiler; ben
bol bol kurbanlar kestiriyordum: hem tanrılara sunmak, hem de erleri
toylamak için. Yedinci gün gemilere bindik, geniş ovalı Krete'den uygun,
dolu bir Boreas yeliyle açıldık, bir ırmak üzerinde sefer eder gibi
gidiyorduk; gemilerin hiç birinde bir kaza çıkmadı; hepimiz, sağ esen,
yerlerimizde oturuyorduk, gemileri rüzgârla kılavuzlar iletiyordu:
beşinci gün güzel Aigyptos Nil ırmağına girdik.
Oraya ulaşınca sevgili yarenlere gemilerin yanında kalıp
beklemelerini söyledim; keşif için de gözetleme yerlerine gözcüler yolladım.
Ama bunların gözlerini gurur bürüdü, güçlerine güvenerek
Aigyptieli Mısırlı erlerin şen kırlarını çapul ettiler, erkekleri öldürüp
kadınları ve küçük çocukları sürüp getirdiler; hemen de şehrin içinde
vaveyla koptu. Bağrışları duyan halk, şafak söker sökmez, yürüyüşe
geçtiler; ovayı yayalar, atlılar dolduruyor, tunç parıltıları her yanda
ışıldıyordu. Yıldırımın sahibi Zeus yarenlerin yüreğine fena ürküntü
getirmişti; kimsede karşı durmağa cesaret kalmamıştı; ölüm her
yandan bizi sarmıştı.
Orada bizimkilerin bir çoğunu tunç kılıçla öldürdüler, kalanları
da angaryalarda çalıştırmak üzere götürdüler. O ara Zeus'un kendisi
aklıma bir düşünce getirdi. Fakat keşke orada, Aigyptie'de ecelim gelip
helak olaydım: çünkü ondan sonrası beni bunca belâlar bekliyormuş!
Hemen tulgamı başımdan çıkardım, omuzumdaki kalkanı yere koydum,
mızrağımı da elimden fırlatıp attım: öylece beyin atlarına koşup
dizlerine kapandım, onları kucaklayıp öptüm. Yarlıgadı, ve beni koruyup
arabasına bindirdi; gözlerim yaşlı, sarayına iletti. Kalabalık mızraklarını
sallayıp ölümümü istiyordu: öfkeleri son derecede idi; ama bey
267/431
onları uzaklaştırıyordu: garipleri koruyan Zeus'un hıncından korkuyordu,
çünkü tanrı daima kemlik işliyenlerin cezasını verir.
Orada yedi yıl kalıp Aigyptieli erlerden çok mal biriktirdim,
çünkü hepsinin vergisi boldu. Sekizinci yıl basınca, işi gücü yalan
dolan, Foinikieli bir er geldi: insanlara çok kemliği dokunmuş biriydi.
Beni Foinikie'ye iletmeğe kandırdı: onun evi barkı oradaydı. O yıl boyunca
onun yanında kaldım. Günler ve aylar geçip yıl sonunda bahar
dönünce, beni açık deniz seferine çıkan bir gemi ile Libie'ye iletti. Beni
yüklerimle birlikte gemisine alabilmek için nice yalanlar kıvırmıştı;
orada beni iyi bir paha ile satmağı düşünüyormuş. Gemisine bir kuşku
içinde binmiştim başka çarem yoktu. Gemi gayet uygun bir Boreas
yeliyle tez tez gidiyordu; Krete üzerine varıyorduk ki, Zeus bizi
sındırmayı kurmuştu. Krete'den uzaklaşınca öyle bir zaman oldu ki,
görünürde hiç bir kara yok: bir gök bir de deniz! O ara Kronos oğlu oyulmuş
tekne üzerine bir kara bulut yolladı, ve onun altında deniz
karardı. Zeus'un yıldırımı ile çarpılan tekne devrildi; içi dumanla
doldu. Bütün yarenler gemiden dışarı atıldı. O ara, gönlüm gamlı iken,
Zeus karabaşlı geminin uzun direğini kollarımın arasına koydu, ölümden
kurtulayım diye. Sarıldığım direk üzerinde, ecel, rüzgârlarına
göğüs gererek dokuz gün sürüklendim. Onuncu gün karanlık gece ortasında,
iri bir dalga beni yuvarlayıp Thesprotların ülkesine attı. Orada
Thesprotlar Hanı Phaidon alp kurtulmalık istemeksizin sığınmamı kabul
etti: bu erin sevgili oğluna en önce rastlamıştım; beni soğuktan ve
yorgunluktan bitkin bir halde görüp kılavuzum olmuştu, elimden tutmuş,
babasının konağına iletmişti; bana giyecek vermişti: entari de
kaftan da.
İşte orada Odysseus'un haberini aldım; Han, bana onu, atalar
yurduna dönmek üzere geçerken konuklayıp ağırladığını söyledi.
Odysseus'un biriktirmiş olduğu malları da bana gösterdi: Altını, tuncu,
güçlükle işlenmiş demiri; o kadar boldu ki, on neslin erlerini
268/431
geçindirmeğe yeterdi. Hanın konağında bu ağır pahalı mallardan
bunca ve bunca vardı. Odysseus'un Dodone'ye gitmiş olduğunu
söylüyorlardı: yüce Zeus Meşesinin tanrısal yapraklarından mübarek
İthaka ülkesine dönmek için öğüt istiyecekmiş: bunca zamandanberi
gurbette kaldıktan sonra, şimdi aşikâre olarak mı, saklanarak mı dönmeliydi?
Odysseus konağından ayrılırken, Thesprotlar hanı tanrılara
saçı kılarak and içmişti ki, onu sevgili atalar yurduna ulaştıracak gemi
suya indirilmiş, tayfalar da hazırlanmıştı. Fakat bir Thesprot gemisi
buğday pazarı Dulihion'a varmağa hazır bulunduğu için beni daha
önce yola çıkarmıştı. Han adamlara beni sağ esen Akastos hanın
yanına götürmelerini de tenbih etmişti. Ama onlar akıllarıyla fena bir
karar verdiler, şüphesiz beni her türlü mihnetlerin içine atmak için.
Gemi karadan açık denize açılınca bana kölelik günleri çektirmeyi kurdular,
üstümden entari ile kaftanımı çıkardılar, ve sırtıma şu paçavraları,
gözlerinle gördüğün yırtık pırtık abayı attılar. Akşama şen yüzlü
İthaka iline ulaşıyorduk; beni gemi sıralarının altına, düğüm düğüm
üstüne, iyi örülmüş bir iple bağladılar; sonra çarçabuk deniz kıyısına
inip övünlerini aldılar. «Fakat tanrıların öz eli beni kolayca çözüverdi:
hemen dümen, tarafından yüzükoyun denize atıldım, kollarımla
yüzerek az sonra onlardan uzak, tehlikeden sıyrılmış bulunuyordum;
çiçeklenmiş bir korunun en sık yerinde karaya çıkıp çömeldim; oradan
koştuklarını, hızlı hızlı bağrıştıklarını işitiyordum; lâkin daha fazla
vakit geçirmekten bir kazançları olmıyacağını görüp hemen oyulmuş
gemilerine bindiler... Tanrılar beni kolayca saklamışlar, ve işte şu
kulübede özü doğru bir adamın katına ilettiler. Daha yaşamak kısmetimde
varmış demek.
Ve sen, çoban Eumaios, ona karşı dedin ki: — Ey gariplerin en
mutsuzu, yüreğimi derinden sızlattın bu anlattıklarınla, başından uzun
uzun geçen mihnetlerle; ama, bir nokta var ki gereğince söylemedin,
sanıyorum: Odysseus üzerine söylediklerine beni inandıramazsın. Şu
269/431
halinle bu boş yalanlar nene gerekti? Efendimin dönüşü üzerine
kendim ne biliyorsam iyi biliyorum: şüphesiz o bütün tanrıların
hoşlanmadığı bir erdir... Beni buraya, domuzlarımın yanına çekilmiş
görüyorsun; şehre, ancak, akıllı Penelopeia bir taraftan salık alıp
çağırdığı zaman giderim. Hepsi soruşturmağa koyulurlar: bir bölüğü
gurbette kalan hanımız için tasalanmış olarak, bir bölüğü de mallarını
pervasızca sömürmekten sevinerek! Ben artık haber soruşturmaktan
ve işittiğimi nakletmekten hoşlanmıyorum, yalanlar kıvırarak bir Aitollu
beni aldattığından beri: sözde bir adam öldürüp yad ellerde
dolaşmış durmuş benim de kulübeme gelmişti; onu sevgi ile
karşılamıştım; Krete'de, İdomeneus'un katında, efendimi gördüğünü
ve orada fırtınalardan zedelenen gemilerini kalafat etmekle uğraş-
makta olduğunu söyledi: onun dediğine göre Odysseus bu yaz veya bu
güz dönecekti, bütün mallarıyla ve tanrıya benzer yarenleriyle beraber!..
Sen de, bir tanrının katıma gönderdiği çok çekmiş ihtiyarcık!
Yalanlarla beni avutmaktan vazgeç, çünkü bunun için seni ağırlıyacak
veya sana sevgimi verecek değilim. Ben seni garipleri koruyan Zeus
aşkına esirgeyip konuklarım! Buna karşı çok tedbirli Odysseus cevap
vererek dedi ki:
— Göğsünde ne kadar inanmaz bir gönül varmış senin. And
içmişken bile seni inandıramadım. Haydi öyle ise şimdi aramızda ahdedelim,
Olympos'un sahipleri Tanrılar da tanık olsun: Hanın bu eve
dönecek olursa, o zaman sen de bana giyecek verirsin, entari de kaftan
da; beni bir de gitmek istediğim Dulihion'a yollarsın; ama Hanın dönmiyecek
olursa, dediğim yalan çıkarsa, kullukçularına buyur da beni
Koca Kaya'nın üstünden atsınlar, tâ ki bundan sonra başka yoksullar
yalanlar uydurup aldatmağa kalkmasınlar.
Çelebi domuz çobanı ona karşı şöyle dedi:
270/431
— Konuğum, böyle yapmış olsam adım sanım nice olur,
bugünkü insanlar gözünde ve ondan sonrakiler katında?.. Seni
ocağımda konuklayıp ağırlıyayım, sonra sana kıyıp canını alayım!
Artık ondan sonra garipleri koruyan Zeus'a yalvarmaya ne yüzüm
kalır? Ama işte yemek zamanı geldi, yarenler nerde ise şimdi yetişirler
hep birlikte kulübede iyi bir övün hazırlarız.
Aralarında böyle konuşmakta iken, domuzlar ve çobanları ağıla
geldiler. Dişileri, gecelemek üzere mandıralara sürdüler; kapatılan
hayvanlar arasından bitmez tükenmez homurtulu sesler yükseliyordu.
Bu ara çelebi domuz çobanı yarenlerine seslenip dedi ki:
— Gidip sürünün en iyi domuzunu getirin, uzaktan gelen garip
için kurban keseyim; biz de keyfimizi yerine getirelim, biz ki beyaz
dişli domuzları yetiştirmek için bunca emek çekeriz, başkaları ise rahat
rahat oturup yorgunluklarımızın mahsulünü sömürürler.
Böyle dedikten sonra keskin tunç balta ile odun yardı; öbür
çobanlar da çok semiz beş yaşında bir domuz getirdiler, ocağın
üstünde ayakta durdurdular; başçoban tanrıları unutmuyordu, çünkü
aklında hep iyi düşünceler vardı; en önce beyaz dişli domuzun
başından kopardığı kılları alevin içine attı, ve bütün tanrılara dua etti;
sonra kolunu kaldırarak, yarılmamış bir meşe odunu ile kurbanı
tepeledi: ve can hemen hayvanı terketti.
Domuzu boğazladılar, ütülediler ve parça parça doğradılar. Ve
Eumaios, kanlı kanlı içirikleri çıkarıp geniş bir iç yağı tabakasına
sardı: üstlerine beyaz arpa unu ektikten sonra ateşe saldı; kalan etler
doğranıp şişlere geçirildi.
Hepsi gereğince kızardıktan sonra ateşten çekilen kebaplar ekmek
tahtalarının üstüne serildi; o ara başçoban kalkıp payları böldü,
çünkü o her şeyi töresince düşünürdü. Hepsini yedi pay ederek
271/431
üleştirdi: Bir payı ilk olarak andığı Zeus oğlu Hermes'e sundu, öbürlerini
hazır bulunanlara dağıttı; beyaz dişli domuzun kaburga kesimi ile
de Odysseus'u ağırladı; ve bu şerefli pay Hanın keyfini yerine getirdi.
Bu ara çok terbiyeli Odysseus söze başlayıp şöyle dedi:
— Kısmet ola, Eumaios, seni Zeus ata benim sevdiğim kadar
seve! Çünkü beni şu halde iken, en şerefli pay ile ağırladın.
Ona karşı sen, domuz çobanı Eumaios, cevap verdin:
— Ye, mutsuz konuğum, hazır bulduğun yiyeceklerden keyfini
yerine getir. Bir tanrı bunları bize verir veya bizden alır; o günlünün
dileğince işler; her şey onun elindedir.
Böyle dedi, bir yandan da bengi tanrılara kutsal payı sunuyordu;
ve yanık yüzlü şarapla saçı kıldıktan sonra dopdolu çamçağı kaleler
talancısı Odysseus'un elleri arasına koydu, kendi de öz payının önüne
oturdu.
Bu ara Mesaulios önlerine ekmeği koymuştu bu köleyi Eumaios
kendi malından vererek Taphos'lulardan satın almıştı, ve cümlesi önlerindeki
hazırlanmış yiyeceklere ellerini uzattılar.
Yiyip içip keyifleri yerine geldikten ve Mesaulios ekmeği toplayıp
kaldırdıktan sonra, ete ekmeğe tamamıyla doymuş, yataklarına
çekildiler.
Bu ara gece bastı: hırçın ve karanlık bir gece; sabaha kadar Zeus
yağmur yağdırdı, daima su taşıyan büyük Zephyros da esti durdu.
Odysseus domuz çobanını sınamak istiyerek söz söyledi; şunu
anlamak istiyordu: bu derece ona baktığı gibi kepeneğini de çıkarıp
verecek miydi, yoksa yarenlerden birinin kepeneğini mi istiyecekti!
272/431
— Hepiniz dinleyin, Eumaios ve arkadaşları! Sizlere geçmişi anmak
için bir hikâye anlatacağım... Beni söyleten deli şaraptır, en
akıllımızı türkü söylemeğe, hora tepmeğe, gözleri yaşarınca gülmeğe
ileten, saklayacak sözleri ağzından kaçırtan odur. Ben de şimdi
başlamışken susmak istemiyorum... Ah, hâlâ gençliğim, gücüm kuvvetim
yerinde olaydı, Troia önünde pusu kurduğumuz bir günde olduğu
gibi. Odysseus ile Atreusoğlu Menelaos başlarımız dı, beni de onlar
üçüncü başkan olarak seçmişlerdi. Şehrin altına gelince bataklık
içinde, sık sazlar arasına sokulup zırhlarımızın altında büzüldük; o ara
hırçın gece bastı, dondurucu Boreas esmeğe başladı; üstümüze kar,
tipi yağıyor, kalkanlarımız kırağı tutuyordu.
Benden başkalarının entarileri de kaftanları da vardı; kocaman
kaftanlarıyla omuzlarına kadar örtünerek rahat rahat yatıyorlardı.
Ben, havanın bu derece bozulacağını düşünmeyerek, kaftanımı
arkadaşlarıma bırakmış bir kalkanla ve tunç kemerle yola çıkmıştım.
Gecenin son bölüğünde, yıldızlar batmak üzereyken, yanımda
yatmakta olan Odysseus'a dirseğimle dokunup seslendim; o da hemen
sözüme kulak verdi.
— Laertesoğlu, Zeus dölü, çok tedbirli Odysseus! Böyle giderse
helak olacağım: boran beni öldürüyor! çünkü kaftansızım: bir iblis
aklımı çelip beni bir entari ile yola çıkarttı; ve şimdi hiç çarem
kalmadı!
Ben böyle deyince, o aklıyla bir yol düşündü: o daima böyle,
danışmalarda tez, savaşlarda çevikti. En alçak bir sesle bana dedi ki:
Sus şimdi, seni Akhailardan bir başkası işitmesin. Sonra, dirseği üzerine
dayanıp başını açtı, şu sözleri söyledi:
— Kulak verin, arkadaşlar! Uykumda tanrısal düş görüp
uyandım: Biz gemilerimizden fazlaca uzaklaşmış bulunuyoruz;
273/431
içimizden biri budunlar çobanı Atreusoğlu Agamemnon'a seğirtip
haber ulaştırmak gerek, tâ ki o da buyursun, gemilerden birçok er
çıkıp yanımıza gelsin.
Böyle dedi; ve hemen Andremonoğlu Toos kalktı, üstünden erguvan
rengi kaftanını atıp gemilerden yana yola çıktı. Ben de onun
kaftanına bürünerek altın tahtlı Şafak sökünceye kadar rahat
uyudum...
Buna karşı sen, domuz çobanı Eumaios, şöyle cevap verdin:
274/431
— Koca kişi, kusursuz bir hikâye dinlettin bize; içinde gerekmez
ve faydasız tek bir kelime yok! Bunun için, bu gecelik, kaftandan, uzaktan
gelen bir garibe verilmesi gereken hiçbir şeyden mahrum kalmıyacaksın,
ama, yarın sabah, gene çaputlarını yamar, giyersin, çünkü
burada fazla kaftanlarımız, yedek entarilerimiz yok: adam başına ancak
bir tane vardır.
Böyle dedi, ve kalkıp ateşin yanında koyun ve keçi postlarından
bir döşek hazırladı. Odysseus oraya uzanıp yattı. Eumaios onun
üstünü kaba ve kocaman bir kaftanla örttü; bunu pek soğuk kış geceleri
için yedek olarak saklardı. Uzanıp yatan Odysseus'un yanında
Eumaios'un uşakları da yattılar; fakat kendisi domuzlardan uzak uyumak
istemediğinden silâhlarını alıp dışarı çıktı. Odysseus, efendisi
yokken, mallarına nasıl kaygı ile baktığını görerek kıvandı. Eumaios,
en önce, güçlü omuzlarına sivri kılıcını astı; sonra rüzgârdan koruyan
kalın bir kepenekle örtündü; iri bir yaban keçisinin postunu da üstüne
attı; köpeklere ve serserilere karşı kullanmak üzere ucu sivri lobutunu
eline aldı; bu haliyle çıkıp domuzların yattığı yere yakın, Boreas'tan
kuytu, oyuk bir kayanın altında yatmağa gitti.
ŞAN : XV
TELEMAKHOSUN SEFERDEN DÖNÜŞÜ
Pallas Athena, o ara ovaları geniş Lakedaimon'a geliyordu, ulu
gönüllü Odysseus'un oğluna dönüşünü hatırlatıp yola çıkmasını
söylemek için. Telemakhos ile Nestor'un alp oğlunu buldu: Bunlar adlı
sanlı Menelaos'un dehlizinde uzanıp yatıyorlardı; Nestor oğlu rahat
rahat uyuyordu, fakat tatlı uyku Telemakhos'un gözüne girmiyordu:
Tanrının tenha gecesinde aklıyla hep babasını düşünmüştü. Yanına
gelen gökgözlü Athena ayakta durarak şöyle dedi: — Telemakhos, konağından
daha uzun zaman uzak kalıp mallarını sıkılmaz erlerin elinde
bırakmak gerekmez: sen geciktikçe, onlar evini barkını sömürüp varını
yoğunu paylaşırlar, senin de bu yolculuğun boşuna gider. Çarçabuk
gür nâralı Menelaos'un yanına gidip seni yola çıkarmasını söyle, eğer
dönüşünde kusursuz ananı konağında bulmak istiyorsan; çünkü şimdiden
babası ve kardeşleri onu Eurymahos'a varsın diye zorluyorlar;
bütün yavuklulara armağandan yana üstün gelen odur, her gün de
düğün harçlarını arttırıyor. Sakın haberin olmadan, konağından, mallarını
biri alıp götürmesin! Kadının göğsünde nasıl bir gönül bulunduğunu
bilirsin çünkü: kadın daima yeni vardığı erin evini zengin etmek
ister; ölen kocayı unutur, ondan doğmuş çocukları artık hatırına
getirmez. Onun için sen yurduna dönünce, mallarını halayıklarından
gözünde en iyisi olana emanet et, tâ ki Tanrılar sana da kusursuz bir eş
vereler. Ama sana başka bir söz söyliyeceğim, ve onu sen gönlünde
sakla; yavukluların ileri gelenleri pusu kurup seni İthaka ile taşlık
Same arasındaki boğazda gözetliyorlar; seni atalar yurduna dönmeden
öldürmek istiyorlar. İyi yapılı gemini adalardan uzaklaştır ve yalnız geceleyin
sefer et; ölümsüzlerden seni koruyan tanrı, arkandan, yurduna
ulaştıracak rüzgârı yollayacak: Sen de İthaka'nın kıyısına yanaşınca
gemiyi bütün yarenlerinle şehre yolla, sonra, herkesten önce
domuzlarına bakan ve gönlü ile seni seven çobanı görmeğe git onun
yarımda geceleyip kendisini kusursuz Penelopeiaya gönder, sağ esen
Pylos'tan döndüğünü haber versin.
Tanrıça, böyle deyip gözden kayboldu, yüksek Olympos'a yollandı.
Bu ara Telemakhos, ayağı ile dürterek, Nestoroğlu'nu tatlı
uykusundan uyandırdı, ve ona şu sözleri söyledi:
— Kalk, Nestoroğlu Peisistratos, geniş duynaklı atları arabaya
koş, hemen yola çıkalım. Nestoroğlu ise ona karşı şöyle dedi:
— Telemakhos, yola çıkmağa ne derece acelemiz olursa olsun şu
gece karanlığında buna yol yoktur; çok geçmeden ise şafak sökecek.
Ünlü mızrakçı kahraman Atreusoğlu Menelaos gelip armağanlarını arabaya
getirinceye ve seni sevimli sözlerle uğurlaymcaya kadar sabret:
bir konuk, daima, dostlukla onu konuklamış olanın hâtırasını saklar.
Böyle demişti ki, Şafak altın tahtına çıkıyordu, ve işte o ara gür
nâralı Menelaos yanlarına geldi: güzel saçlı Helena'nın yatağından
henüz kalkmıştı.
Odysseus'un sevgili oğlu Hanın geldiğini görünce, çarçabuk parlak
kaftanını giydi, ve kahramanımız geniş harmanisini güçlü
omuzlarına atarak dehlizden dışarı çıktı, ve Menelaos'a yaklaşarak
şöyle dedi:
— Zeus'un büyüttüğü, Atreusoğlu, budunlar başkanı Menelaos!
Vakti gelmişken beni atalar yurduna yolla; gönlümün yalnız bir dileği
vardır, o da yurda dönmektir.
Gür nâralı Menelaos ona karşı cevap vererek dedi ki:
— Telemakhos, madem ki gitmek istiyorsun, seni daha çok
alıkoyacak değilim; konuklarını aşırı ağırlamalar!; alıkoyan da onlara
fazla soğuk davranan da bence kınan malıdır; her işi töresince görmek
277/431
yeğdir: Daha kalmak istiyen bir konuğu yola çıkmağa zorlamak da,
çabuk sıvışmak istiyeni alıkoymak da yaramaz; konuğa gerekli olan şudur:
kalmak istiyorsa, güleryüzle tutmak, gitmek istiyorsa engel
olmamak.
«Ancak sabret de armağanlarımı arabaya getireyim; onları
gözünle görüp beğenmeni isterim: karavaşlara da konaktaki hazır yiyeceklerden
bir övün hazırlamalarını söyliyeyim. Şerefe, şana gereken,
faydalı da olan yiyip karın doyduktan sonra uzun sefere çıkmaktır!
Bütün Hellas'ı ve Argos'u dolaşmak istersen kendim senin kılavuzun
olurum; atları koşup seni şehirden şehre iletirim, ve göreceksin ki
hiçbir yerde bizi fena karşılayan olmıyacak. herkes acele bir armağan
sunacak: kimi tunçtan bir üç, ayaklı, kimi bir leğen, kimi bir çift katır
veya bir altın sağrak.
Buna karşı akıllı Telemakhos cevap vererek dedi ki:
— Zeus'un büyüttüğü, Atreusoğlu, budunlar başkanı Menelaos!
Yurdumuza hemen dönmek istiyorum, çünkü arkamdan mallarım
üzerine bekçi bırakmadım ve korkarım ki tanrılara benzer babamı aramak
için uzun zaman geçirirsem kendim yok olurum, veya konaktaki
ağır pahalı mallarımdan aşıranlar bulunur.
Böyle diyordu, ve gür nâralı Menelaos hemen karısına ve karavaşlara
konaktaki bol yiyeceklerden bir övün hazırlamalarını söyledi;
O ara Boetosoğlu Eteoneus yatağından çıkageldi, çünkü oradan pek
uzakta oturmuyordu; gür nâralı Menelaos ona ateşi yakıp etleri kızartmasını
söyledi, ve Boetosoğlu çarçabuk dediğini yerine getirdi.
Ve Menelaos ıtır kokulu odaya girdi; yalnız değildi: kendisiyle
birlikte eşi Helena ile oğlu Megapentes vardı. Ağır pahalı malların
haznesine gelince kendi iki küplü bir sağrak aldı, oğluna da bir gümüş
sebu götürmesini söyledi; Helena ise kendi elleriyle işlediği alaca
278/431
kumaşların saklanmış olduğu sandığın önünde durdu. Kadınların en
tanrısalı Helena onun içinden nakışlı bir tül seçip çıkardı: hepsinin
altında durulmuş duruyor ve renklerinin parlaklığı ile bir yıldız gibi
parıldıyordu. İverek konağın içinden geçip Telemakhos'un yanına
geldiler; Sarı Menelaos ona dönerek şu sözleri söyledi:
— Telemakhos, yurda dönüşünü, Hera'nın gürler sesli kocası
vere, aklınla düşündüğün gibi gerçekleşsin.
Böyle diyerek, kahraman Atreusoğlu iki kulplu sağrağı eline
verdi; güçlü kuvvetli Megapentes parlak gümüş sebuyu önüne koydu:
güzel yanaklı Helena da, elinde geniş tülü tutarak ileri geldi, ve ona
şöyle dedi:
— Ben de, sevgili çocuk, sana bu armağanı veriyorum: Helenanın
kendi elleriyle işlemiş olduğu bu andacı alacağın sevgili karına
hediye edersin; düğün gününe kadar sevgili ananın yanında kalır.
Buradan ayrılırken seni selâmlarım, yüksek tavanlı konağına ve atalar
yurduna dönmeni dilerim.
Böyle diyerek büyük tülü eline verdi, o da onu sevinçle aldı.
Kahraman Peisistratos, gönlünün içinden beğendiği armağanları aldı,
arabaya binerek sepetin içine koydu Bu ara sarı başlı Menelaos önden
yürüyerek onları divanhaneye iletti; orada sıra ile iskemlelere ve
koltuklara oturdular. Bir halayık gelip güzel altın ibrikten gümüş leğen
üzerine yıkasınlar diye ellerine su döktü ve önlerinde bir cilâlı masa
kurdu. Sayın kâhya kadın da ekmeği getirip önlerine koydu ve hazır yiyeceklerden
ikram etti. Boetosoğlu da etleri doğrayıp payları dağıttı.
Şakiliği de şanlı Menelaos'un oğlu ediyordu. Onlar da önlerindeki
seçme yiyeceklere ellerini uzattılar.
Yiyip içip keyifleri yerine geldikten sonra, Telemakhos ile kahraman
Nestoroğlu atları koştular, ve parlak alaca renkli arabaya binerek
279/431
dışkapıdan ve yankılı eşikten dışarıya sürdüler. Arkalarından gelen
Sarı Menelaos, sağ elinde bal gibi tatlı şarapla dolu sağrağı tutuyordu;
atların yanında durdu, uğurlama saçısını kılmak üzere sağrağı kaldırıp
dedi ki:
— Esenlik dilerim çocuklar, size ve budunlar çobanı Nestor'a; o
benim için, Akhaioğulları Troia elinde savaştığı müddetçe, yumuşak
bir baba olmuştu.
Ona karşı akıllı Telemakhos dedi ki:
— Bütün söylediklerini, ey Zeus'un büyüttüğü, döndüğümüz gibi,
Nestor'a nakledeceğimize emin ol. Ben de, İthaka'ya dönüşümde, Tanrılar
vere, Odysseus'u ocağında bulayım, ve ona nakledeyim: Beni nasıl
büyük bir dostlukla karşıladın ve bana nice ağır pahalı, güzel işlenmiş
armağanlar bağışladın! Böyle derken, sağından bir kartal uçup havaya
kalktı, pençelerinde büyük bir beyaz ev kazı tutuyordu. Kullar ve karavaşlar
haykırışarak onu kovaladılar, ve kartal yaklaşarak atların sağ
yanına geçti. Bunu görünce, gönülleri sevinçle doldu, ve Nestoroğlu
Peisistratos ilkin söz alarak dedi ki:
— De bakalım, Zeus'un büyüttüğü, budunlar başkanı Menelaos,
bu alâmeti Tanrı bizim için mi gönderiyor, senin için mi?
Böyle dedi, ve Ares dostu Menelaos buna nasıl sakıngan bir
cevap vereceğini düşünüyordu; o ara geniş tüle bürünmüş Helena
daha tez davranarak atıldı:
— Beni dinleyin! Ölümsüz tanrıların gönlüme bildirdikleri gibi
kâhinlikte bulunacağım, ve bunun gerçekleşeceğini sanıyorum. Nasıl
ki kartal, ırkının ve yavrularının bulunduğu dağlardan inip bizim
konakta beslenmiş kazı kapıp gittiyse, bunun gibi Odysseus da, çok
çekip çok dolaştıktan sonra, evine dönüp öç alacak; belki de şimdi bile
yurdunda bulunuyor ve fodul yavukluların ocağına incir dikiyordur.
280/431
Ona karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi:
— Hay Zeus, Hera'nın gürler sesli kocası, dileğini kabul ede! Ve
bundan böyle sana bir tanrıçaya imiş gibi dualarımı sunayım.
Böyle dedi ve atları kamçılayıp tezlikle şehir arasından ovaya
sürdü. Boyunduruk atların iki boynu üzerinde bütün gün titreşti
durdu.
Güneş batıyor, bütün yollar gölgeleniyordu; o ara Pheres'e giriyorlardı;
oranın hanı Diokleus, Orsilakhos'un oğlu ve Alpheios'un
torunu, onları konukladı, geceyi onun konağında geçirdiler.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
atları koştular, ve güzel arabaya binerek avludan ve yankılı dışkapıdan
çıktılar. Atları kamçıladılar, hayvanlar da istekli istekli ileriye atıldılar.
Az sonra yüksek Pylos kalesine eriştiler, ve o ara Telemakhos
Nestoroğluna dedi ki:
— Nestoroğlu, söyliyeceğimi yerine getireceğine bana söz verir
misin? İkimiz konukluk bağlarıyla, hiç bozulmamak üzere, birleşmiş
olmakla kıvanıyoruz: babalarımızın eski arkadaşlığı, yaşlarımızın bir
olması ve bu son yolculuk aramızda daha büyük bir düşünüş birliği
yaratacak, şimdi beni, ey Zeus'un büyüttüğü, geminin yanına ilet ve
kumsalda bırak! Korkarım ki koca atan beni konağında uzun uzun
alıkoyup ağırlamağa kalkışır; benim için ise tezlikle yola çıkmak gerek.
Böyle dedi ve Nestoroğlu gönlüne danışarak sözünü, kusursuzca,
nasıl yerine getireceğini düşünüyordu; düşüne taşına en iyi olarak
deniz kıyısına ve gemiye ulaşmağa karar verdi ve atları o yana
çevirerek sürdü; şanlı armağanları, Menelaos'un verdiği kumaşları ve
altını geminin kıç küpeştesine yerleştirdi ve Telemakhos'a dönerek
kanatlı sözler söyledi:
281/431
— Şimdi, çarçabuk gemiye bin, ve bütün yarenlerini acele
harekete getir, ben eve varıp koca ataya haber götürmeden önce!
Çünkü aklımla ve gönlümle bilirim ki, o ulu, gönlü ile, seni salıvermek
istemiyecek ve kendi buraya gelip arıyacak, buradan ellerin boş gitmene
asla razı olmıyacak; mutlak buna çok kızacak!
Böyle deyip güzel yeleli atları Pyloslularm şehrine doğru sürdü
ve az sonra konağa erişti.
Telemakhos da yarenlerini acele iş başına çağırarak şöyle dedi:
— Aygıtları, arkadaşlar, kara geminin içinde yerli yerine koyun;
kendiniz de binin, hemen yola çıkalım.
Böyle dedi, onlar da söylediğini işitir işitmez gemiye binip
kürekçi sıralarına oturdular.
O böyle hazırlık görürken ve geminin kıç küpeştesinde Athena'ya
tütsü yakıp dua ederken yadelden bir er çıkageldi: bir adam öldürmüş
olduğu için Argos'tan kaçıyordu. Menelampos soyundan bir falcıydı;
dedesi eskiden koyun yatağı Pylos'ta otururdu ve Pyloslular arasında
çok varlıklı olup, pek güzel bir konağı vardı; sonraları ise ata
yurdundan kaçarak başka ülkelere gitmişti, çünkü yaşıyanların en şanlısı
ulugönüllü Neleus, tam bir yıl boyunca, bütün mallarını elinden
zorla almıştı, kendi de ağır bağlarla bağlanmış, Phylake konağında
işkence altında tutuluyordu; sebep de yaman tanrıça Erinny'un,
Neleus kızına karşı gönlüne koymuş olduğu belâlı delilikti. Ama
sonunda böğürücü sığırları Phylake'den Pylos'a sürerek ecelden yakayı
sıyırabilmiş ve tanrıya benzer Neleus'un kemliğinden öç almıştı;
sonra, öz kardeşini istediği kadınla evlendirmiş, kendi de at yatağı
Argos'a gitmişti. Argoslulardan ulu budunlar üzerine hüküm sürmek
ona kısmet olmuştu. Orada bir kadınla evlendi, yüksek konak yaptırdı,
güçlü kuvvetli iki oğlu dünyaya geldi. Antiphates ile Mantios.
282/431
Antiphates Oikleus adında ulugönüllü bir oğul oldu, bundan da
fırtına koparan Zeus ile Apollon'un herkesten üstün tuttukları erler
başkanı Amphiaraos doğdu. Ama ihtiyarlık eşiğine ayak basmadan,
Thebai'de, armağanlarla aklı çelinen karısının hainliğine kurban
olmuştu. Onun da iki oğlu dünyaya gelmişti! Alkmaion ile Amphilokhos
Mantios'tan da Polypheides ile Kleitos doğmuştu; ve altın taht
üzerinde oturan Şafak, Kleitos'u, çok güzel bularak yanına kaldırmış,
ölümsüzler arasına getirmişti; Amphiaraos ölünce Apollon şanlı
Polypheides'i falcıların en ünlüsü kıldı. Bu ise atasının gazabına
çarpılarak, Hyperesie'ye çekildi orada bütün insanlar için kâhinlik etti.
Şimdi çıkagelen bunun Theoklymenos adında bir oğlu idi. Telemakhos
kara geminin küpeştesinde saçı kılıp dua ederken yanına geldi
ve ona şu kanatlı sözleri söyledi:
— Ey dost, bu yerde seni saçı kılar ve dua ederken görüyorum,
öyle ise benim de yalvarışımı sen kabul et: sunduğun adak hakkı için,
gök aşkına, başın için ve yanında gördüğüm yarenlerin başı için!
Yalansız dolansız, sorduğuma cevap ver! Adın ne? Hangi erlerdensin?
Atalar yurdun neresi? Soyun sopun kimlerdir?
Ona karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi:
— Yabancı, sana her şeyi olduğu gibi, dosdoğru söyleyeceğim:
soyum İthaka'dandır, babam da Odysseus'tur, eğer sağ ise; ama o
ölmüştür, hem de en acıklı bir ölümle! Ben buralara, şu tayfalarımla
birlikte, kara gemi üzerinde, çoktan beri gurbette kalan babamdan bir
salık almak için gelmiş bulunuyorum.
Ona karşı, hemen, tanrı benzeri Theoklymenos dedi ki:
— Ben de bir eri öldürdüğüm için, doğduğum yerleri bırakıp kaç-
mak zorunda kaldım. Onun at yatağı Argos'ta Akhaiların ileri gelenlerinden
o derece güçlü ve çok kardeşleri ve hısımları vardı ki, ölümden,
283/431
kara ecelden sıyrılmak için kaçıyorum; benim artık nasibim ilden ile
insanlar arasında dolaşmaktır. Beni gemine al, sana sığınıyorum: Beni
öldüreceklerinden korkuyorum, çünkü her yerde kovalandığımı
sanıyorum.
Ona karşı akıllı Telemakhos dedi ki:
— Seni artık, bana sığındıktan sonra, gemimden nasıl kovabilirim?
Arkamdan gel; seni dost olarak yanıma almak için elden geleni
yapacağım.
Böyle deyip elinden tunç mızrağını aldı, getirip iki küpeşteli
geminin güvertesine dikti; kendi de engin deniz sefercisi gemiye
binerek kıç küpeşteye yerleşti, Theoklymenos'u da yanına oturttu. Tayfalar
palamarı çözdüler, Telemakhos yarenlerine işbaşına! emrini
verdi, onlar da çarçabuk dediğini yerine getirdiler: çam direği kaldırıp
güvertedeki yuvasına diktiler, çarmıhlarla berkittiler; iyi bükülmüş
kayışlarla beyaz yelkenleri gerdiler. Gökgözlü Athena arkadan esen bir
rüzgâr yolladı, gemi de denizin tuzlu suyu üzerinde tezlikle yol alıyordu.
Güneş battı, bütün yollar karardı; ve gemi, Zeus'un uygun
rüzgârıyla ilerliyerek Pheras'ı dolaştı ve Epei'lerin hüküm sürdüğü
tanrısal Elide'yi aştı. Bu ara gemiyi sivri burunlu adalar arasına yönelttiler,
ve Telemakhos ölümden kurtulacak mıyım, yoksa ele geçecek
miyim? diye düşünüyordu.
KIRLIKTA
Bu ara, kulübede, ikisi: Odysseus ile çelebi domuz çobanı övünlerini
alıyorlardı, bunların yanında öbür adamlar da yemeklerini yiyorlardı.
Yiyip içip karınları kana kana doyduktan sonra, Odysseus domuz
çobanını sınamak istedi: kendisini gönlü ile sevip yanında alıkoyacak
mı, yoksa şehre gitmesini mi öğütleyecek? Bunu anlamak isteyerek
dedi ki:
284/431
— Şimdi hepiniz, Eumaios ve öbür arkadaşlar, beni dinleyin: ben
yarın erkenden şehre gidip dilenmeği düşünüyorum, daha fazla sizlere
yük olmamak için. Bana şimdi sen salık ver ve beni şehre iletecek iyi
bir kılavuz göster. Çaresiz, kapı kapı dolaşıp kiminden yiyecek, kiminden
içecek ele geçirmeğe bakacağım; ve Tanrısal Odysseus'un konağına
varırsam uslu akıllı Penelopeia'ya bildiklerimi haber vereceğim.
Şımarık yavukluların da yanına varacağım: Madem ki bunca yiyecekleri
vardır, benim de karnımı doyururlar. Onlara hizmet etmekten
de geri kalmam; çünkü, —beni iyi dinle ve sözlerimi aklında tut— insanların
işlerini rastgetiren tanrılar savcısı Hermes sayesinde ben kulluktan
yana bir taneyim: ateş yakmada, kuru odunu yarıp ocağa yerleştirmede,
etleri doğrayıp kızartmada, şakilik etmede, yoksulların
zenginler katında edebileceği her kullukta bana üstün gelecek yoktur.
Buna karşı sen, domuz çobanı Eumaios, cevap verip dedin ki:
— Tanrı göstermiye! Böyle bir düşünce, ey garip, aklına nasıl
geldi? Gerçek, yavukluların arasına karışmak istemek kendine kıymak
demektir. Onların şımarıklığı, yamanlığı Demirgöğe kadar ün
salmıştır. Uşakları da sana benzer insanlar değildir: güzel entariler ve
kaftanlarla giyinmiş, saçları yağlanmış, güzel yüzlü delikanlılardır: onların
kulluğunda durup ekmekle ve etlerle donanmış sofralarını kuranlar,
şakiliklerini edenler. Bunun için sen bizimle kal; şikâyet eden mi
var? Senden ne ben bıktım, ne yanımdaki arkadaşlardan biri.
Odysseus'un sevgili oğlu dönünce sana entari de verir, kaftan da; ve
gönlün nereye dilerse seni oraya ulaştırır.
Ona karşı çok çekmiş tanrısal Odysseus dedi ki:
— Hay, Eumaios çelebi, Zeus ata benim kadar senden razı olsun!
Beni kapı kapı dolaşmak sefilliğinden kurtardın! insanlar için dilenmekten
daha yaman ne olabilir? Ah, şu uğursuz karın! insana rahat
yüzü göstermiyen dirliğini kaygılarla, mihnetlerle dolduran odur.
285/431
«Madem ki beni alıkoyup onun Telemakhos'un gelmesini beklememi
öğütlüyorsun, tanrısal Odysseus'un anasından babasından söz
aç bana: Onları o, giderken, ihtiyarlık eşiğinde bırakmıştı; hâlâ
güneşin ışıkları altında yaşıyorlar mı, yoksa ölüp Hades'in konağına
göçmüşler mi?
Ona karşı erler başkanı domuz çobanı dedi ki:
— Konuğum, sana, dosdoğru, sorduğunun cevabını vereceğim:
Laertes hâlâ sağdır; ama her gün canını teninden söküp alsın diye
Zeus'a dua ediyor; konakta oturup yaşamaktan usanç getirmiştir, oğlu
gurbete çıkıp gideli ve dirlik yoldaşı karısı öleli beri! Onu kemiren en
yaman dert Bilge Hatun'un ölümüdür: O bu yüzden, çok yaşlanmadan,
çökmüş bir ihtiyar oldu! Kadın da gurbette kalan tosun oğlunun kederinden
en acıklı bir ölümle göçtü: beni sevmiş ve korumuş olanları
tanrı esirgesin, öyle ölümden. Hatun sağ iken, büyük yası içinde de,
yanına gitmemden hoşlanırdı: benimle konuşur, benden her şeyi sorardı.
Beni o büyütmüştü, şanlı kızı, uzun tüllü Ktimene ile bir arada.
Ktimene onun en son doğurduğu kızıydı, ikimiz beraber büyütülüyorduk;
ben de hemen onun kadar bakılıyordum; her ikimiz gençliğin
çok hevesli çağına erişince onu Same adasından biriyle evlendirdiler
ve ondan sayısız armağanlar aldılar. Beni de hanımım güzel entari ve
kaftanla giydirdikten ve ayaklarıma çarıklar bağladıktan sonra kırlara
gönderdi, ve eskisinden çok candan severdi.
Şimdi bütün bunlardan mahrum kaldım; ama mutlu tanrılar bu
köşecikte emeklerimi ondurdular: onların bereketiyle yedim, içtim ve
haketmiş yoksullara sadaka verebildim. Fakat bugünkü hanımımı
görmemek, onunla konuşup halini soramamak bana çok ağır geliyor:
Evi şımarık erler basıp kendisine kaygılar getirmişler! Ara sıra
hanımın karşısına çıkıp onunla şundan bundan konuşmak, sofrasında
286/431
yiyip, içmek ve yanından ayrılırken gönül sevindirecek bir hediye alıp
kırlara götürmek kulların çok hoşlandığı bir şeydir.
Ona karşı çok tedbirli Odysseus dedi ki:
— Vah, vah! Demek ki sen, başçoban Eumaios, pek küçükken
yurdundan kaldırıldın, anandan babandan ayrıldın! Fakat bana bu
hikâyeleri anlat ve her şeyi olduğu gibi söyle: Ananın, babanın
oturduğu geniş caddeli şehri yıkıp talan ederlerken mi, yoksa sen koyunlarının,
sığırlarının başında bulunurken mi, düşman erler seni
kapıp gemilerine götürdüler ve zengin bir erin konağına iletip ağır
paha ile sattılar?
Buna karşı çobanlar başkanı Eumaios dedi ki:
— Konuğum, madem ki sorup anlamak istiyorsun, oturduğun
yerde susup dinle, keyfini yerine getirmek için şarap da iç. Geceler çok
uzun: Uykuya da hikâyeler anlatmak zevkine de vakit var. Saati
gelmeden yatmamalı: Uykunun fazlası da yorgunluk verir.
Buradakilerden canı yatıp uyumak isteyen varsa, gitsin yatsın ve Şafak
sökünce karnını doyurup domuzların arkasından gitsin. Biz ikimiz ise,
kulübede yiyip, içip geçmiş kaygıların hikayesiyle keyfimize bakalım.
Bunca dolaşıp çok çeken insanlar başlarından geçenleri anmaktan pek
hoşlanırlar. Şimdi beni soruya çeken konuğum, sabredip hikâye dinle
benden:
«Syros adında bir ada vardır, —belki bu ismi işitmişsindir—
Orgygie'nin altında, güneşin batı yönünde bulunur; ahalisi o kadar
kalabalık değildir, ama bereketli bir ülkedir: Sığırı, koyunu çok,
buğdayı, şarabı boldur. Orada hiç kıtlık olmaz, mutsuz insanları kırıp
geçiren hastalıklar da bilinmez. Nesilden nesile, ihtiyarlık çağına
erişenleri gümüş yaylı tanrı, Artemis'in yoldaşı Apollon, en yumuşak
oklarıyla saldırıp öldürür, iki şehir bu ülkenin topraklarını aralarında
287/431
paylaşır, babam tanrı benzeri Ormenosoğlu Ktesios her ikisinin hanı
idi.
Buraya ünlü denizci Foinikeliler, madrabaz kişiler gelip kara
gemileriyle binbir çeşit inci boncuk getirdiler. Babamın konağında,
boylu boslu güzel bir Foinikeli kadın vardı; elleri evin güzel işlerine
yatkındı. Kurnaz Foinikeliler bu kadını baştan çıkardılar: Bir gün,
çamaşır yıkamağa gitmişti; onlardan birinin sevgisi gönlüne düşerek
oyulmuş gemide yatağına girdi. Aşk ve yatak! Kadınların, en faziletli
olanlarının bile aklını çelebilir! Sonra, o er, ona kim olduğunu ve nereden
geldiğini sordu; kadın da cevap vererek, babasının yüksek konağından
söz açtı:
— Tuncu bol Sidon'dan olmakla övünürüm; Arybas isminde çok
varlıklı birinin kızıyım. Taphoslu korsanlar beni kırlarda iken kaldırıp
buraya, Ktesios'un konağına ilettiler, ağır paha ile ona sattılar.
Buna karşı onu gizlice baştan çıkarmış olan kişi dedi ki:
— Şimdi de sen istersen, bizimle yurduna dönüp babanın ve
ananın yüksek tavanlı konağını ve kendilerini görebilirsin; çünkü onlar
sağ esen yaşıyorlar ve zengin sayılıyorlar.
Kadın yine söze başlayıp şöyle dedi:
— Öyle olsun, şayet bütün gemiciler and içerek söz verirlerse ki
beni sağ esen yurduma ulaştıracaklar.
Böyle dedi, onlar da ona and içtiler; yemin töresince tamam
olunca kadın yine söze başlayıp dedi ki.
— Şimdi ağzınızı kapayın! Bundan sonra içinizden biri bir yerde,
yolda veya çeşmede, bana rastlamış olsa yanıma gelmesin; çünkü
gören olursa gider, ihtiyara haber verir; o da şüpheye düşerek beni
ağır zincirlere vurur, sizin de ölümünüzü kurabilir. Sırrımı kimseye
288/431
açmayın! Kumanyanızı da acele tedarik edin. Geminin yükü, azığı
tamam olunca bir haberci konağa gelip bana haber iletsin. Elimin
altında ne kadar altın bulunursa hepsini size getireceğim, bundan
başka navlun olarak bir armağan daha vermek isterim: Konakta
Ktesios'un bir oğlunu büyütmekteyim: Afacan bir oğlan, ne zaman
kapıdan dışarı çıksam arkam sıra gelir; onu gemiye iletsem... o yüzden
kazancınız pek büyük olur, onu başka dil konuşan insanlar ülkesine
götürüp satarsınız. Böyle dedi ve babamın konağına döndü.
Bütün yıl tamam olmuştu, onlar hâlâ orada kalıp oyulmuş gemilerinde
mal biriktiriyorlardı; ambarları dolunca yola çıkmak üzere
olduklarını kadına bildirmek için bir haberci gönderdiler. Bu çok kurnaz
kişi babamın konağına gelip bir altın gerdanlık getirdi: Bir dizi
kehribarla süslenmiş olan bu bezeği halayıklar ve uslu, akıllı anam
elden ele dolaştırdılar, gözleriyle danlayıp paha pazarlığına giriştiler.
Bu ara haberci, söz söylemeden, kadına kararlaşmış işareti ederek oyulmuş
gemiye döndü. Kadın beni elimden tutarak konağın kapısına
doğru yürüttü; dehlizde, davetlilerin masaları üzerinde altın sağraklar
vardı: O gün babam konuklarına ziyafet çekmişti ve o ara onlar budunun
işlerini görüşmek üzere dernek yerine gitmişlerdi: Kadın üç
sağrak alıp koynunda sakladı, yürüyüp dışarı çıktı, ben de hiç bir şey
düşünmeksizin arkasından gittim.
Güneş batıyor, bütün yollar kararıyordu. Biz de koşa koşa ünlü
limana geldik, orada Foinikeli erlerin tez yürüyüşlü gemisi demir atmıştı.
Denizciler ikimizi tekneye alıp kendileri de bindiler ve hemen
denize açıldılar; Zeus da arkamızdan uygun rüzgârı estirdi: Altı gün,
geceli, gündüzlü sefer ettik ve Kronosoğlu Zeus yedinci günü doğururken,
yay sahibi tanrıça Artemis gelip kadını vurdu, o da bir deniz
kuşu gibi geminin sintinesine yuvarlandı. Onu balıklar ve foklar yesin
diye denize attılar; ben de kederli gönülle yalnız kaldım! Rüzgârla su
289/431
bizi İthaka'ya iletti; orada Laertes malından vererek beni satın aldı...
İşte gözlerimle bu ülkeyi görüp tanımam böyle oldu.
Buna karşı Zeus dölü, Odysseus dedi ki:
— Eumaios, gerçek pek derinden yüreğimi deprettin, candan
bütün çektiğin mihnetleri anlatmakla. Ama Zeus sana kemlikle birlikte
iyilik de verdi; çünkü birçok çektikten sonra yumuşak huylu bir
adamın konağına girdin, seni bol bol yedirip içiriyor; dirliğin neşeli
geçiyor; ben ise, nice erlerin şehirlerini geze, dolaşa buraya erişip
geldim.
Aralarında böyle konuşurken uyku zamanının çoğu geçip pek az
uyudular; ve hemen güzel tahtına çıkan Şafak göründü ve bu ara
Telemakhos'un tayfaları karaya yanaşıyorlar, yelkenleri toplayıp direği
yerinden söküyorlardı. Kendileri de karaya çıkıp övünlerini hazırladılar,
yanık yüzlü şarap kardılar.
Yiyip, içip keyifleri yerine geldikten sonra, akıllı Telemakhos
söze başlayıp şöyle dedi:
— Sizler, kara tekneyi şehre kadar iletin, ben ise kırlığa uzanıp
çobanların yanına varacağım. Kır işlerini gözden geçirip akşama şehre
döneceğim; ve yarın, erkenden, sizlere dönüş ziyafetini çekeceğim, bol
etlerle ve en tatlı şarapla.
O ara tanrı yüzlü Theoklymenos söze başlayıp dedi ki:
— Ya ben, sevgili çocuk, nereye gideyim? Taşlık İthaka'da
hüküm sürenlerden kimin evine baş vurayım, yoksa doğruca senin ve
ananın konağına mı varayım?
Buna karşı akıllı Telemakhos dedi ki:
— Başka bir sırada olsa seni ancak kendi evimize gelmeğe davet
ederdim, ağırlamada da kusurum olmazdı; ama bugünlük orası sana
290/431
uygun düşmez; çünkü ben kendim bulunmıyacağım; anam da sana
bakacak halde değil: Konakta yavukluların gözünden kaçarak, üst
katta, bez dokuyup duruyor... Fakat sana bir başkasını göstereceğim;
aydın görüşlü Polybos'un şanlı oğlu Eurymakhos'un konağına var;
İthakalılar ona bugünden bir tanrı gibi saygı gösteriyorlar; bütün
yavukluların da en iyisi odur; anamın kocası olmağa ve Odysseus'un
şerefli makamına geçmeyi en çok arzu edendir. Ne olacağını Aither'de
oturan, Olympos'un sahibi Zeus bilir, dilerim ki düğünden önce
hepsine ecel gününü eriştirsin! Ona böyle söylemekte iken sağ
yanından bir kuş, bir kara çaylak uçtu, Apollon'un bu çevik habercisi
pençeleri arasında tuttuğu bir güvercinin tüylerini yoluyordu: Tüyler
Telemakhos'la gemi arasında, yere saçılıyordu.
O ara Theoklymenos, tayfalardan uzak bir yana çekerek ve elini
sıkarak, Telemakhos'a dedi ki:
— Telemakhos, hiç şüphesiz, şu sağındaki kuş bir tanrı dileği olmaksızın
gelmiş değildir. Ben, onu iyice görüp bir hayırlı fal olduğunu
bildim; şu İthaka ülkesinde hanlığa sizinkinden daha ziyade yakışır
kan yoktur; daima burada siz hüküm süreceksiniz.
Ona karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi:
— Taunlar vere, Garip, bu dediğin gerçek olsun! O zaman seni o
derece seveceğim ve sana o kadar çok armağanlar vereceğim ki kimse
kendisini senden kutlu ve mutlu saymasın.
Ve sadık arkadaşı Peiraios'a dönerek dedi ki:
— Klytis oğlu Peiraios, Pylos seferinde arkamdan gelen
arkadaşlardan, her işte, bana en yakın ve en sadık olan sensin; şimdi
sen bu garibi kendi evine ilet; gereğince bakıp konukla, ben gidip
dönünceye değin.
291/431
— Telemakhos, dilediğin kadar kırlarda kal; bir konuğu nasıl
ağırlamak gerekirse ona ben öyle bakacağım; bir eksiği olmıyacak.
Böyle deyip gemiye bindi ve arkadaşlarına binip palamarı
çözmelerini söyledi. Telemakhos da ayaklarına güzel çarıklarını
bağladıktan sonra, geminin güvertesinden tunç uçlu parlak mızrağını
aldı. Tayfalar da palamarı çözüp gemiye bindiler ve emrettiği gibi
kürek çekerek şehrin yolunu tuttular.
Telemakhos, çevik ayaklarla, çarçabuk, binlerce domuzun bulunduğu
ağıla yollanıyordu: Efendilerine pek sadık, çelebi domuz
çobanı da orada oturuyordu.
292/431
ŞAN : XVI
TELEMAKHOS'UN ODYSSEUSU TANIMASI
İkisi, Odysseus ile çelebi domuz çobanı, kulübede, şafak sökünce
ateş yakarak sabah övününü hazırladılar ve çobanlarla birlikte domuz
sürülerini yola çıkardılar. Bu ara yaklaşan Telemakhos'a köpekler
kuyruklarını sallayıp hiç havlamadılar. Tanrısal Odysseus kuyruk
sallıyan köpekleri gördü, hemen de ayak seslerini işiterek Eumaios'a
kanatlı sözler söyledi:
— Eumaios, eşten, dosttan biri bu yana geliyor, çünkü köpekler
havlamayıp kuyruk sallıyorlar; bir ayak sesi de işitiyorum.
Bu sözleri henüz söylemişti ki, sevgili oğlu dış eşikte dikilip
durmuştu.
Şaşakalan domuz çobanı ayağa kalkarak elinden kaplar düştü:
Onlarda yanık yüzlü şarap karmağa bakıyordu. Efendisinin karşısına
geldi, başından öptü, iki güzel gözünden ve iki elinden öptü; gözlerinden
gür yaşlar döküldü! Bir baba on yıl gurbette kalıp uzaktan gelen
sevgili oğlunu bunca zalim kaygıların konusu biricik yavrusunu nasıl
kucaklarsa, tıpkı onun gibi çelebi çoban tanrı yüzlü Telemakhos'u kucaklayıp
öpüyordu; onu ölümden kurtulmuş görerek hıçkırıyordu...
Sonra kanatlı sözler söyleyip dedi ki:
— Geldin artık, Telemakhos, gözümün tatlı aydını! Seni bir daha
göremem diyordum, gemi ile Pylos'a gideli beri; ama, haydi içeri gir,
sevgili çocuk, uzak seferden dönüyorsun, seni doya doya gözlerimle
göreyim. Kırlığına, çobanlarının yanına ne kadar da seyrek gelirsin;
yoksa şehirde eğlenip fodul yavukluların iğrenç kalabalığından pek mi
hoşlanıyorsun?
Buna karşı akıllı Telemakhos şöyle dedi:
— Dediğin gibi olsun, Eumaios ata! İşte şimdi de senin için
buraya geliyorum, seni gözlerimle göreyim ve ağzından haberini
alayım: Anam hâlâ konakta kalıyor mu, yoksa başka bir ere mi vardı ve
Odysseus'un yatağı boş kalıp çirkin örümceklerin baskınına mı
uğradı?
Buna karşı çobanlar başkanı Eumaios dedi ki:
— Anan, sabırlı gönlü ile, hep konağında kalıyor ve geceli
gündüzlü, durmadan ağlıyor.
Bu sözler üzerine domuz çobanı Telemakhos'un elinden tunç
mızrağı aldı. Odysseus'un oğlu taş eşiği aşıp içeri girince babası kalkıp
oturduğu yeri ona vermek istedi; lâkin Telemakhos onu işaretle
durdurarak şöyle dedi:
— Oturduğun yerden kalkma, yabancı! Biz kendi kulübemizde
oturacak başka bir yer buluruz; burada onu hazırlayacak adam da
vardır.
Böyle dedi ve babası yine yerine oturdu. Domuz çobanı da hemen
yeşil yapraklı dallarla doldurduğu sıranın üstünü bir posteki ile
örttü ve Odysseus'un sevgili oğlu oraya oturdu.
Sonra, Eumaios, et tepsileri üzerinde, geçen akşam yenen kebaptan
artanı önlerine koydu ve çarçabuk sepetlere ekmek doldurup
çanağında bal gibi şarap kardı, kendi de tanrısal Odysseus'un karşısına
geçip oturdu. Bu ara, önlerinde hazır konmuş seçme yiyeceklere ellerini
uzattılar.
Yiyip, içip karınları doyduktan sonra, Telemakhos, çelebi domuz
çobanına dönerek dedi ki:
— Bu garip, Eumaios ata, sana nereden geliyor? Denizciler onu
İthaka'ya nasıl ilettiler? Hangi ülkeden olduklarını söylemişler?
294/431
Ona karşı, sen çobanbaşı Eumaios, cevap vererek şöyle dedin:
— Geniş ovalı Krete'de doğmuş olduğunu söylüyor; dediğine
göre bir çok ülkeleri, şehirleri gezip dolaşmış. Bir tanrı ona bu talihi
kısmet etmiş. Şimdi Thesprotların bir gemisinden sıvışıp benim
kulübeme gelmiş bulunuyor. Onu sana ısmarlıyorum. Dilediğini yerine
getirirsin: Kendi sana sığınıp ocağına düşmekle kıvanıyor. Ona karşı
akıllı Telemakhos dedi ki:
— Eumaios, yüreğime dokunan bir söz söyledin: Ben garibi
evime nasıl kabul edeyim? Kendim gencim ve konuğumu haksız yere
hor tutacak birine karşı kolumun gücüyle koruyabileceğime güvenim
yok. Anamın gönlü ise iki istek arasında bocalamakta: Ya yanımda
kalıp evime bakmak, kocasının döşeğine saygı gösterip halkın gözünde
adlı sanlı yaşamak; veya Akhaiların en çelebisine varmak öyle bir ere
ki, konakta ona istekli çıkıp en zengin armağanları versin. Senin
çatının altına gelen garibe ben giyecek yeni şeyler veririm, entari de
kaftan da ve kendisini gönlünün dilediği yere gönderirim. Belki de sen
onu kulübende saklamak isterdin; o halde geçimliğini ben gönderirim;
ekmeğini, çamaşırını, her şeyini; sana ve arkadaşlarına yük olmasın.
Fakat yavukluların yanına gitmesini istemem; çünkü şımarıklıkları ve
yaramazlıkları aşırı derecededir, gönlünü kıracak bir şey yaparlarsa,
ben çok üzülürüm. İstediğin kadar yürekli ol, nasıl başa çıkarsın, onlar
hem bu kadar çok hem bu derece kuvvetli iken?
Çok sabırlı kahraman, tanrısal Odysseus ona karşı, şöyle dedi:
— Ey dost, ben de bir şey söylersem haddimi aşmış olmam
sanırım. İşittiklerim yüreğimi parça parça ediyor doğrusu; nedir o
yavukluların senin konağında ettikleri yamanlıklar, çevirdikleri
fırıldaklar? Şu yiğitliğinle sen bunlara razı değilsin elbet... Ama söyle
bana: Göz mü yumuyorsun, yoksa halk bir tanrı buyruğu ile sana düş-
man mı olmuş? Yoksa kardeşlerinden mi şikâyetin var? Savaşın en
295/431
katı zamanında onlardan beklenen yardımı mı görmedin? Ah! Bende,
şu yüreğimin üstünde, senin gençliğin olsaydı! Ben kusursuz
Odysseus'un oğlu veya kendisi olaydım! Başım düşman eliyle kesileydi
eğer Laertesoğlu Odysseus'un konağına koşup hepsinin başına belâ getirmeseydim!
Ben tek başıma kalıp çokluğun zebunu dahi olsaydım,
yine de konağımda savaşıp ölmek bana yeğ gelirdi, her gün bu yakışıksız
işlerin seyircisi olmaktansa!
Buna karşı akıllı Telemakhos cevap vererek dedi ki:
— Konuğum, sana her şeyi olduğu gibi, dosdoğru söyliyeceğim.
Budunumun, ilimin bana karşı bir hıncı yoktur; kardeşlerden, savaşın
katı anında beklenen yardımı görmediğim için de şikâyetçi değilim;
Kronosoğlu soyumuza, her nesilde, yalnız bir oğul vermiştir:
Arkeisos'un yalnız bir oğlu: Laertes, Laertes'in de yalnız bir oğlu:
Odysseus dünyaya gelmiş, Odysseus de oğul olarak yalnız beni konağında
bırakıp gurbete çıkmış doya doya sevemeden; ama bu işler tanrıların
dizleri üzerindedir. —Şimdi sen, Eumaios ata, tezlikle var,
anam bilge Penelopeia'ya Pylos'tan sağ esen dönüp burada bulunduğumu
haber ver; sonra, ondan başkasına hiç bir şey demeden
buraya dön: Akhailardan kimse geldiğimi duymasın, çünkü bana
fırıldak çevirmek istiyenler çoktur.
Buna karşı, sen çobanbaşı Eumaios, cevap vererek dedin ki:
— Anladım, bildim: Ne diyeceğini önceden kavradım: Ama,
haydi şimdi de dosdoğru söyle bana: Yola çıkmışken mutsuz Laertes'e
de varıp haberi ileteyim mi? Eskiden, yalnız Odysseus için kaygılanırken,
az da olsa işlere bir göz attığı görülürdü; evinde, uşakları
arasında, gönlü diledikçe yiyip içtiği de olurdu: Ama şimdi senin Pylos
seferine çıktığını işiteli, artık yemekten de, içmekten de büsbütün
kesildiğini söylüyorlar: Kır işlerine de bakmayıp vakti iniltiler,
296/431
hıçkırıklar içinde geçiyormuş. Öyle bitki gibi etleri eriyip bir deri bir
kemik kalmış. Buna karşı akıllı Telemakhos atıldı:
— Acıklı şey! Ama kaygımız ne kadar büyük olursa olsun, onu
kendi haline bırakalım: Çünkü dilediklerini yerine getirmek gücü insanlara
verilmiş olsaydı, en önce babamın dönüş gününü tanrılardan
dilerdim... Var, anama benden salık iletip geri dön ve kırlardan dolaşıp
Laertes'e kadar yolunu uzatma. Ancak anama de ki, tezelden kâhya
kadını gizlice yollasın; bu kadın ihtiyara haberi ulaştırabilir.
Bu ara domuz çobanı ayağa kalktı, çarıklarını eline aldı, ayaklarına
bağlayıp şehir yolunu tuttu.
Tanrıça Athena'ya domuz çobanının ağıldan ayrıldığı gizli kalmadı;
hemen boylu boslu, yakışıklı ve güzel işlere eli yatkın bir kadın
kılığına giren tanrıça gelip kapının önünde ayakta durdu; yalnız
Odysseus'un gözlerine görünmüştü; Telemakhos'un önündeydi, fakat
o görmüyordu. Odysseus gibi köpekler de görmüşlerdi, fakat havlamadılar,
yalnız korkudan, homurdanarak ağılın öbür bucağına
kaçtılar.
Tanrıça kaşlarıyla bir işaret etti; tanrısal Odysseus anlayıp
avluya çıktı. Athena ona dedi ki:
— Zeus dölü, Laertes oğlu, çok hünerli Odysseus! Artık oğluna
açıl, ondan bir şey gizleme; ikiniz başbaşa verip fodul yavukluların
tepelenmesini konuşun ve ünlü şehre gelmeğe bakın; ben de sizden
uzun zaman uzak kalmıyacağım: Çünkü savaşa atılmağa benim de
hevesim var.
Bunun üzerine Athena'nın değneği ile ona dokundu ve ilkönce
sırtını ve göğsünü iyi yıkanmış entari ve bürümcek ile örttü; sonra
boyunu bosunu düzelterek ona yiğitlik verdi: Derisi esmerleşti, yanakları
tombullaştı ve çenesine yağızca sakalı bitti. Ve Athena bunları
297/431
işleyip gitti, Bu ara Odysseus kulübeye girince sevgili oğlu donakalıp
gözlerini çevirdi, bir tanrı önünde bulunmaktan korkup ona kanatlı
sözler söyledi:
— Ey garip, şimdi bana öncekinden başka türlü gözüküyorsun:
Giydiklerin başkadır ve teninin derisi hiç de eskisinin aynı değildir.
Acaba geniş göğün sahipleri tanrılardan biri misin? Sana zengin kurbanlar,
altın armağanlar sunalım; yarlıgayıp bizi esirge.
Ona karşı çok sabırlı, tanrısal Odysseus dedi ki:
— Hayır; ben bir tanrı değilim, beni niçin ölümsüzlere benzetiyorsun?
Ben ancak senin babanım; arkasından inleyip bunca
üzüldüğün, onun yüzünden o kişilerin zulmüne uğradığın baban benim.
Böyle deyip oğlunu öptü ve yanaklarından yere göz yaşları
döküldü: O âna kadar kendini tutup ağlamamıştı. Lâkin Telemakhos
hâlâ babası olduğuna inanamıyordu, yine cevap vererek şöyle dedi:
— Hayır, sen babam Odysseus değilsin, sen bir tanrı olup beni
aldatıyorsun, daha çok inleyip figan edeyim diye. Bir ölümlü kişi bu
hünerleri, hiç bir zaman, kendi aklıyla düşünüp işliyemezdi, eğer bir
tanrı gelip onu, kolayca ve dilediği gibi, değiştirmeseydi, yiğit veya kart
kılmasaydı! Az önce sen çaputlara sarılmış bir ihtiyarken, şimdi geniş
göğün sahipleri tanrılara benziyorsun!
Buna karşı çok tedbirli Odysseus dedi ki:
— Telemakhos, eve gelen sevgili babanın önünde böyle şaşırıp
ürkmek sana yakışmaz; bundan sonra, artık buraya başka bir Odysseus
gelecek değildir: Baban benim! Çok çektikten ve ülke ülke gezip
dolaştıktan sonra, işte yirminci yılda, atalar yurduna dönüyorum; bu
gördüklerin talan tanrıçası Athena'nın işleridir: Beni dilediği kılığa
sokan odur, buna gücü yeter, çünkü; insanı şimdi üstü, başı yırtık bir
dilenciye, az sonra vücudu güzel esvaplarla giyinmiş genç bir ere
298/431
çevirebilir. Çünkü geniş göğün sahipleri tanrılar için bir ölümlü kişiyi
gönendirmek veya süründürmek kolaydır.
Böyle dedikten sonra yerine oturdu. Bunun üzerine Telemakhos
tosun babasını kucaklayıp hıçkırarak boşandı ve gözlerinden yaşlar aktı;
her ikisi şimdi ağlamak ihtiyacına tutularak bol bol hıçkırıyorlardı:
Ve inleyişleri daha yürek paralayıcı idi: Uçmak çağına gelmeden
yavruları çobanlar tarafından çalınan deniz kartallarının veya akbabaların
acı haykırışlarından; kaşlarının altından böylece acıklı yaşlar
dökülüyordu. Ve batan güneş onları hâlâ hıçkırıklar içinde bulacaktı,
eğer Telemakhos birden babasına dönerek şöyle sormasaydı:
— Hangi denizciler, babacığım, seni gemileriyle İthaka'ya ilettiler?
Nereli, hangi soydan olmakla övünüyorlardı?
Ona karşı çok çekmiş tanrısal Odysseus şöyle dedi:
— Çocuğum, sana her şeyi olduğu gibi söyliyeceğim! Beni buraya
Phaiaklar, ünlü denizci erler getirdiler; onlar ülkelerine düşen başka
insanları da sılalarına kavuştururlar. Ben uyurken, tez yürüyüşlü bir
gemilerine bindirdiler, açık deniz üzerinde, beni İthaka'ya çıkardılar;
ve bana nice armağanlar, altından, tunçtan, giyecek kumaştan ağır,
pahalı şeyler verdiler; şimdi bu mallar tanrıların dileğiyle, mağarada
yerleştirilmiş bulunuyor. Ben de Athena'nın öğütleriyle buraya geldim,
seninle danışıp düşmanların ölümünü kararlaştırmak için.
Fakat, haydi şimdi, bana fodul yavukluları birer birer say da kaç
kişi ve ne gibi erler olduklarını anlıyayım; sonra kusursuz yüreğimle
danışıp karar vereceğim: ikimiz, yardımcısız, haklarından gelebilir
miyiz; veya başkasını yardıma çağırmalı mıyız?
Buna karşı uslu, akıllı Telemakhos şöyle dedi:
— Babacığım, senin büyük adını daima işitirdim. Savaşta elin
çevik, danışta öğüdün makbul imiş, ama şimdi çok büyük söz söyledin,
299/431
beni hayrete düşürdün: Hiç görülmüş değildir, iki kişi bunca güçlü
erlerle savaşa kalkışsın! Çünkü, doğrusu, yavukluların sayısı ne ondur
ne yirmidir; çok daha fazladırlar, sen de yakında gidip kendin görürsün!
Onların kimler olduğunu öğrenmek istiyorsun: Dulihion yiğitlerinden,
seçme tam elli iki kişi; altı uşak da arkalarından gidiyor;
Sameden yirmi dört, Zakynthos'tan yirmi kadar er; hepsi de
Akhaioğullarından; bunlardan başka, bizim İthaka'nın en ileri gelenlerinden
tam bir düzine; yanlarında Medon çavuşla tanrısal ozan ve
sofracılıkta usta iki kullukçu vardır. Divanhanenin içinde, birden,
hepsinin üstüne nasıl atılabiliriz?.. Bir bak ki, gelir gelmez öcalmağa
kalkışman pek acı ve yaman bir felâkete mal olmasın! Fakat, gerçekten,
bize yardımı dokunacak başka kimsen yok mudur?
Buna karşı çok çekmiş, tanrısal Odysseus şöyle dedi:
— Sana yardımcıları söyliyeyim, sen de kulağını açıp beni dinledikten
sonra söylersin: Zeus ata ile kızı Athena bizimle beraber olsa
yeter mi, yoksa başka yardımcı aramağa hacet var mı?
Buna karşı akıllı Telemakhos dedi ki:
— Bu söylediklerinden daha iyi yardımcı olmaz... Gerçi çok yüksekte,
bulutlar arasında otururlar... ama şurası da doğrudur: İnsanlar
ve ölümsüz tanrılar üzerine hükümlerini oradan yürütürler.
Buna karşı çok çekmiş, tanrısal Odysseus şöyle dedi:
— İkisi de uzun zaman bizden uzak kalmayacaklar: Divanhanede,
bizimle yavuklular arasında kopacak savaşın en katı anında,
Ares'in gücünden başka yargıcımız olmıyacağı sırada, onları
yanımızda göreceksin!
Sen yarın, şafak görünür görünmez, eve git, şımarık yavuklularla
buluşup görüş; az sonra da domuz çobanı beni şehre iletir, yine ihtiyar
dilenci kılığını takınmış, çaputlara sarınmış olacağım. Konakta beni
300/431
aşağılatan olursa göğsünde yüreğin buna katlansın. Beni ayaklarımdan
sürükleyip kapıdan dışarıya atsalar, veya değneklerle vursalar, sen
uzaktan seyirci kal! Onları taşkınlıktan vazgeçirmek için ancak yumuşak
sözler söyle. Onlar seni dinlemiyecek, çünkü o gün onların ecel
günü olacaktır!
Sana başka bir şey söyliyeceğim ve onu sen iyice aklına koy: iyi
öğütçü Athena aklıma getireceği anda ben sana başımla işaret
edeceğim, sen de bunu görünce anlayıp hemen, divanhanedeki savaş
pusatlarını kaldıracaksın, yukarki katta bulunan hazne odasına
götürüp yerleştireceksin; yavuklular farkına varıp sebebini sorarlarsa,
yumuşak sözlerle onlara şöyle dersin: «Onları dumandan korumak
için kaldırdım, çünkü Odysseus Troia seferine çıkarken ne halde bırakmışsa
artık o halde değildirler; ocağın buğularından paslanıp bozulmuşlar...
Bundan başka Zeus'un aklıma getirdiği daha büyük bir
düşünce var: İçkili bir gününüzde, aranızda bir çekişme çıkabilir,
birbirinizi yaralayabilirsiniz, bu yüzden sofra hakkı ve evlenme şerefi
kirlenir diye korktum: Çünkü demir insanı kendine çeker. dersin,
ikimiz için yalnız iki mızrak, iki kılıç ve elde tutulacak sığır derisinden
iki kalkan bırakırsın: Pallas Athena ve büyük yardımcımız Zeus onların
gözlerine gaflet perdesi çektiği zaman bu silâhları kapıp üstlerine
atılırız. Şimdi bir öğüt daha dinle ve onu iyice aklına koy. Sen gerçekten
benim oğlum, benim kanımdan doğmuş isen, kimse Odysseus'un
burada bulunduğunu duymayacak; Laertes de, domuz çobanı da,
bütün kullukçular da Penelopeia'nın kendisi de bilmiyecek. ikimiz yalnız,
senle ben, kadınların doğruluğunu eğriliğini anlamalıyız ve erkek
kullukçulardan kimin, candan gönülden, sayıp sakındığını ve kimin
senin gibi bir yiğidi saymadığını sınamalıyız.
Ona karşı tosun oğlu cevap vererek şöyle dedi:
301/431
— Baba, yüreğimi az sonra anlıyacaksın, can evimde gevşeklik,
korkaklık bulmayacaksın sanırım; ama dediğini bizim için pek faydalı
bulmuyorum ve bunun üzerinde durup düşünmeni dilerim, Kullukçuları
sınamak için kırlar arasında dolaşmak fazla uzun olur, halbuki bu
ara yavuklular rahat rahat konağına oturmuşlar, hayâsızca ve hiç bir
şey esirgemeksizin, mallarının altından girip üstünden çıkıyorlar!...
Kadınları her halde, soruşturup anlamalısın, derim; ama erkekleri sı-
namak için kulübe kulübe dolaşmak fikrinden şimdilik vazgeçmeli, bu
işleri sonraya bırakmalısın: Gerçekten fırtına koparan Zeus'un bir alâ-
meti sende varsa.
Aralarında böyle söyleşirken, Telemakhos ile yarenlerini
Pylos'tan getirmiş olan iyi yapılı gemi İthaka limanına giriyordu. Çok
derin koyun iç tarafına ulaşınca kara tekneyi kumsala çektiler ve hemen
o güzelim armağanları Klytios'un evine götürdüler ve bir çavuşu
Odysseus'un evine gönderdiler, bilge hatun Penelopeia'ya salık götürsün,
oğlu Telemakhos dönüp kendi kırlığa gitmiş, gemiyi ise şehre yollamış,
desin diye; ta ki bu haberle ünlü hatunun içi rahat edip yufka
yüreği üzülmesin, artık gözlerinden yaş dökülmesin, ikisi, çavuşla
çelebi çobanbaşı, hanımlarına aynı haberi iletmek üzere gelirken
birbirleriyle karşılaştılar.
Tanrısal hanın konağına varınca, çavuş halayıkların ortasında
durup dedi ki: «Müjde sana, ey Hatun, sevgili oğlun geldi!» Domuz
çobanı ise yanına giderek Penelopeia'ya sevgili oğlunun buyurmuş
olduğu sözleri söyledi ve kendisine ısmarlanan işi bitirdikten sonra,
divanhaneden ve avlulardan çıkıp domuzlarının yolunu tuttu.
Canları sıkılıp suratlarını asan yavuklular divanhaneden avluya
çıktılar; duvar dibinde, dışkapı yakınında durup danışak kurdular. En
önde Polybos'un oğlu Eurymakhos söze başlayıp şöyle dedi:
302/431
— Arkadaşlar! gerçekten çok saygısızca bir iş oldu,
Telemakhos'un şu seferi! Halbuki biz ona gitmemesini söylemiştik.
Ama, haydin şimdi, en iyilerinden bir kara gemi seçip denize indirelim,
içine usta kürekçiler koyalım, çarçabuk gidip arkadaşlara hemen
dönsünler, diye haber iletsinler.
Sözünü bitirmemişti ki, koydan yana dönen Amphinomos bir
geminin çok derin limana girmiş olduğunu gördü: Tayfaları yelkenleri
toplamış, küreklere sarılmıştı bile; Amphinomos alaycı bir kahkaha ile
gülerek yarenlerine dedi ki:
— Haber vermek zahmetine hacet kalmadı: Onlar işte limana
girmişler bile. Kendilerine bir tanrı ilhamiyle mi malûm oldu? Yoksa
öbür geminin geçtiğini gözleriyle görmüş iken yetişemeyip kaçırdılar
mı?
Böyle dedi ve cümlesi kalkıp deniz kıyısına indiler; tayfalar çarç-
abuk kara gemiyi kumsala çektiler, çevik kullukçular pusatları
götürdüler ve kendileri toplu olarak dernek yerine gittiler.
Genç, ihtiyar, bütün tanıklar uzaklaştırıldıktan sonra,
Eupithes'in oğlu Antinoos onlara dedi ki:
303/431
— Vah, vah! Bu eri işte tanrılar ölümden kurtarmışlar! Gündüzleri
gözcülerimiz, rüzgârlı yarlar üzerinde, güneş batıncaya kadar,
nöbet beklediler; geceleri, kumsala çıkıp yatmadık, tanrısal şafak
sökünceye değin tez yürüyüşlü geminin içinde kalıp dolaştık,
Telemakhos'u yakalayıp öldürmek üzere pusu kurduk! Fakat onu bir
tanrı yurda ulaştırdı; şimdi biz burada, merhametsizce, onun ölümünü
konuşalım; Telemakhos elimizden kurtulmamalıdır: O sağ oldukça
işlerimizi başarabileceğimizi sanmıyorum; çünkü kendi, doğrusu,
ihtiyatta, hilede ustadır, budunların rızası ise, şimdiden hiç de bizden
yana değildir. Ama haydin iş başına, o Akhaiları dernek meydanında
toplamadan!... Çünkü çok gecikmeden buna baş vuracaktır, sanırım;
belki, bize inat, cümlenin ortasında durup, öldürmek istediğimizi,
fakat beceremediğimizi anlatacak. Halk da onu dinliyerek bu kötü
işleri onamıyacak. Olmıya ki bize karşı bir fenalığa karar versinler ve
bizi kendi yurdumuzdan çıkarıp başka ülkelere sürsünler! Haydin, tez
yetişip onu kırlarda veya yolda iken, şehre gelmeden, ele geçirelim;
azıklarını, mallarını alıp aramızda kur'a ile paylaşalım; konağı da,
varacağı er kim olursa olsun, anasına verelim. Bu sözlerimi makbul
görmüyorsanız, onun sağ kalıp bütün ata mirasının kendine kalmasına
karar veriyorsanız; o halde artık burada cemaatle toplanıp mallarını
yemekten vazgeçelim; evli evine, yerli yerine, çekilelim, ayrı ayrı
armağanlar sunarak Penelopeia'ya istekli olalım; sonunda o varsın en
çok verene veya talihli olana kısmet olsun!
Böyle dedi, ötekiler ise onu dinleyip sustular. İçlerinden Amphinomos
ilk önce söze başlayıp; Nisos'un ünlü oğlu ve Aretes Hanın
torunu Dulihion'dan, bu buğday yatağı yemyeşil adadan gelen
yavukluların başıydı ve söylevleri en çok Penelopeia'nın hoşuna
gidendi: Çünkü gönlünde saf duygular vardı. Cümlenin iyiliği için söze
başlayıp dedi ki:
— Dostlar! ben şimdilik Telemakhos'un ölümüne razı değilim.
Hanların döllerine kıymak büyük suçtur. Önce tanrıların dileğini
soruşturmalıyız; Zeus'un kararı bize uygun gelirse, kendi elimle
Telemakhos'u öldürürüm, öbürlerini de vurmağa davet ederim; ama
tanrıların izni olmazsa el çekmemizi dilerim.
Böyle dedi Amphinomos; öbürleri de sözünü beğendiler ve hemen
kalkıp Odysseus'un konağına girdiler, divanhaneye gelip cilâlı
koltuklara oturdular.
Bu ara bilge Hatun Penelopeia'nın aklına başka bir şey geldi,
zulümleri aşırı yavuklulara görünmeyi düşündü. Çünkü kötü niyetlerini
öğrenen Medon çavuş yanına gelip konakta oğlunun ölümü üzerine
konuşulduğunu kendisine haber vermişti. Böylece divanhaneye geldi
ve yanında halayıkları vardı. Tanrısal kadın yavukluların yanına
gelince geniş merdiven başında durup parlak tüllerini yanaklarının
üstüne getirdi. Antinoos'a dönerek ve adını anarak şöyle dedi:
— Antinoos, zulüm işleyen, kötü fırıldaklar çeviren er! Seni
İthaka ülkesi içinde, tedbirden ve söylevden yana bütün yaşıtlarından
üstün diyorlarsa da, bana sen böyle görünmüyorsun! A düşüncesiz,
Telemakhos'un kanına girmeği sen mi düşünüp ölümüne yol arıyorsun?
Sığınanların da dileklerine kulak vermiyorsun? Fakat Zeus onların
tanığı değil midir? Başkalarına kötülük düşünüp fırıldak
çevirmek tanrı töresine uymaz. Bilmez misin ki, bir gün baban buraya
gelmiş, halkın ona karşı olan büyük öfkesinden kaçıp sığınmıştı;
çünkü Taphos korsanlarıyla birleşip dostlarımız Thesprotları talan etmişti;
kendisini tepeleyip yüreğini koparmak istiyorlardı, cümlenin
gözü onun sayısız mallarındaydı, onları elinden alacaklardı. Ama
Odysseus araya girdi, öfkelerini yatıştırdı. Bugün ise sen pahasını
ödemeden onun evini sömürüyor, karısına istekli çıkıyor, oğlunu
öldürmeği kuruyorsun! Beni de büyük kederler içine atıyorsun! Sana
«el çek» diyorum, öbürlerini de vazgeçirmeni öğütlüyorum.
Ona karşı Polybos'un oğlu Eurymakhos araya girerek şöyle dedi:
305/431
— İkarios kızı, bilge Penelopeia, yüreğine umut gelsin, içinden
bu kaygıları at! Öyle bir adam yoktur ve olamaz: Ben sağ iken ve gözlerim
görür iken, oğlun Telemakhos'a eliyle dokunsun! Buna söz veriyorum,
göreceksin, dediğim olacak: Buna cesaret edenin kara kanı
süngümden damlıyacaktır! Hiç unutur muyum? Kaç defa şehirler
talancısı Odysseus beni dizlerine oturtup kebap olmuş etten yedirmiş,
kırmız şaraptan içirmişti! Benim için Telemakhos bütün erlerin en
sevgilisidir, inan bana, korkmasın, yavukluların elinden ona ölüm gelmez;
lâkin tanrıların yarlığından kaçınmak yoktur.
Yüreğini yatıştırmak için böyle diyordu, fakat içinden oğlunun
ölümünü tasarlıyordu.
Penelopeia yukardaki şanlı odalarına döndü, sevgili erkeği Odysseus
için ağlamaktaydı, tâ ki gökgözlü tanrıça Athena gelip göz kapaklarına
tatlı uyku ekti.
Akşama doğru çelebi domuz çobanı, Odysseus ile oğlunun
yanına geldi; onlar bir yaşında bir domuz kurban etmişler ve birlikte
emek vererek övünü hazırlıyorlardı. Athena Laertes oğlu Odysseus'un
yanına gelmiş ve değneğiyle dokunarak onu yine vücudu eski püskü giyeceklere
bürünmüş bir ihtiyara çevirmişti: Domuz çobanı karşısında
görünce tanımasın ve gidip Penelopeia'ya haber vermesin diye.
İlk önce Telemakhos söze başlayıp ona şöyle dedi:
— Geldin mi, çelebi Eumaios? Şehirden ne haberler? Taşkın
yavuklular pusudan geri döndüler mi, yoksa, ben geri dönmüş iken onlar
hâlâ beni bekliyorlar mı?
Ona karşı, sen çobanbaşı Eumaios, cevap vererek şöyle dedin:
— Şehri dolaşıp bunları arayıp sormak aklıma bile gelmedi;
gönülden dilediğini: Haberi iletip çarçabuk buraya dönmekti; ama
yarenlerinin haberci gönderdiği ayağına çabuk çavuşa rastladım,
306/431
anana da ilk önce müjdeyi veren o oldu. Bir şey daha biliyorum, kendi
gözlerimle gördüğüm bir şey: Dönerken şehirden çıkmış Hermes tepesine
ulaşmıştım ki, tez yürüyüşlü bir geminin limanımıza girdiğini
gördüm: içinde çok insan yardı, kalkanlarla, iki ucu temrenli mızraklarla
yüklü idiler. Bence onlar yavuklular olsa gerek; ama bundan fazla
bir şey anlamadım.
Böyle dedi ve Kutsal Telemakhos, Han babasının gözleri içine
bakıp gülümsedi; domuz çobanı bunun farkına varmadı. Yemek
hazırlıkları görüldükten sonra sofra kuruldu, denk paylara ayrılan kebaplar
keyifle yendi ve doya doya yiyip, içtikten sonra yatmağı hatırladılar
ve tatlı uykudan pay aldılar.