17 Ekim 2015 Cumartesi
homeros destanı - 2
— Yabancı, sen bu kadar toy veya akılsız mısın? Yoksa istiyerek
burada sürte kalıp cefa çekmekten lezzet mi alıyorsun? Ne kadar
zamandan beri bu adada tutulup kalmışsın, bir kurtuluş çaresi de bulamıyorsun,
ve yarenlerinde neşe, cesaret azaldı.
Böyle dedi; ben de ona cevap verdim:
— Tanrıçalardan kim olduğunu bilmem; lâkin emin ol, burada
tutulup kalışım kendi arzumla değildir; lâkin geniş göğün sahipleri
ölümsüz tanrılara karşı bir suç işlemiş olmalıyım: Sen bana söyle,
çünkü tanrılara her şey malûm olur, hangi tanrı beni alıkoyup yolumu
bağlıyor? dedim O da, tanrıçaların en tanrısalı, cevap verdi:
— Yabancı, sana her şeyi dosdoğru söyliyeceğim: Buralarda
yalan bilmez deniz ihtiyarlarından biri dolaşır; bu ölümsüz, Aigyptoslu
Proteus'tur, bütün denizin derinliklerini bilir; Poseidon'un kullarındandır;
benim de babam olduğunu söylüyorlar, işte onu bir
pusuya düşürüp elde edebilsen... sana yolculuğunu haber verir, takip
edeceğin yolun uzunluklarını ve balıklı denize nasıl geçeceğini
söylerdi. Ve sual etmiş olsan, ey Zeus'un büyüttüğü, konağında iyi kötü
her ne olmuşsa sana onu da haber verirdi.
Böyle dedi. Ben de cevap vererek şöyle söyledim:
— O halde kendin bana öğüt ver: Bu tanrısal İhtiyara nasıl bir
pusu kurayım ki beni uzaktan sezince önleyip kaçmasın? Çünkü bir
tanrıyı alt etmek ölümlü insanlar için güçtür.
111/431
Böyle dedim. O da, tanrıçaların en tanrısalı, hemen cevap verdi:
— Güneş göğün ortasına erişince yalan bilmez deniz İhtiyarı
denizden çıkar; Zephyros'un esini altında, kara saçları dalgalanarak
gelir, oyuk mağaraların altında dinlenir; iki yanında, güzel
Halosydne'nin fokları, apul apul, sürü halinde, aklı karalı dalgalar
arasından çıkarak etrafında yatmağa giderler; çok derin denizin kekre
kokusunu etrafa yayarlar. Seni ben oraya tan ağarırken götüreceğim,
yöresine yerleştireceğim; sen de gemilerindeki yarenlerin, en yiğitlerinden
üç kişi seçer, yanma alıp gelirsin. Şimdi sana İhtiyarın bütün
hilelerini de anlatayım. O, en önce, fokları yoklayıp sayacak; onları
beşer beşer ayırıp gözden geçirdikten sonra, ortalarına geçip yatacak:
Çoban, sürüsünün ortasında yattığı gibi. Onun ilk uykusunu gözetmek
sizin düşüneceğiniz iş olmalı. Ne kadar çabalarsa sıkı tutun; kurtulmak
istiyecek, her biçime girmeği sınayacak; yerde sürünen ne kadar
mahlûk varsa hepsinin suretini takınacak; sonra, su olup akacak, ateş
olup yakacak! Siz hep sımsıkı tutun, biraz daha ziyade sıkıştırın. Lâkin
artık seninle konuşmak isteyince ilk uyuduğu zamanki haline dönecek;
o vakit zorlayışı kes, İhtiyarı serbest bırak; sonra ey kahraman, hangi
tanrının sana engel olduğunu ona sor.
Böyle söyliyerek dalgalı denize daldı; ben de kumsalda yatan
gemilere döndüm. Yolda giderken gönlümde nice düşünceler çalkanıyordu!
Gemiye ve denize erişince yemeği hazırladık; tanrısal gece bastı,
biz de kumsalda yatıp uyuduk.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı şafak görünür görünmez,
engin denizin kıyı boyunca yürüyerek tanrılara dua ettim. Yanıma,
yarenlerden, herhangi bir hücum karşısında en ziyade güvenebileceğim
üç kişi seçip almıştım. Tanrıça, engin denizin içine dalarak dibinden
yeni yüzülmüş dört fokun postlarını getirmişti; babasına
oynayacağı oyunu düşünerek sahilin kumlarında yuvalar kazmış,
112/431
oturup bekliyordu. Biz de yetişip, yanına geldik. Bizi yan yana yatırıp
üstümüzü birer postla örttü. Pusunun en iğrenç vaktini geçiriyorduk:
Denizin büyüttüğü bu foklardan öldürücü bir koku yayılıyordu. Bir
deniz canavarını yatağına kim alır? Ama gene kendi bizi korumak için
bir çare düşünerek, beraber getirdiği ambrosia'dan burunlarımıza
sürdü; bunun tatlı ıtrı canavarların fena kokusunu yenip yok etti.
Bütün sabah, sabırlı yürekle, bekledik: Nihayet foklar sürüsü
denizden çıkarak sıra sıra gelip kumsal boyunca yattılar. Öğle üstü
İhtiyar da denizden çıktı, besili foklarına kavuştu, hepsini dolaşıp saydı:
Ve en başta, canavar olarak, bizi de sayıp geçti; hileden hiç bir şey
sezinmeden kendi de uzanıp yattı. Az sonra biz de haykırışarak üstüne
atıldık, güçlü kollarımızla sardık; İhtiyar, hiç bir hilesini unutmayarak,
en önce uzun yeleli arslan suretine girdi; sonra ejderha, sırtlan oldu,
kocaman domuza döndü; su olup aktı, dallı budaklı ağaç olup dikildi.
Biz, sabırlı yürekle, sımsıkı tutuyorduk; nihayet İhtiyar bin bir hilesinin
tükendiğini görünce bana söz söyleyip sordu:
— Atreus oğlu, hangi tanrının öğüdü ile beni böyle yakalayıp tuzağa
düşürdün? Hacetin nedir?
Böyle dedi, ben de cevap vererek şöyle dedim:
— Sana malûmdur, İhtiyar! Bu dolambaçlı sorgular niye? Çoktan
beri şu adada tutulup kalmışım, buradan çıkmağa bir çare bulamıyorum,
artık sabrım tükendi... Söyle bana çünkü ölümsüzlere her şey
malûm olur hangi tanrı bana engel olup yolumu bağlıyor?
Böyle dedim; ve Proteus hemen cevap verdi:
— Zeus'un kendisi: Maksadın eğer yağız denizi en kısa zamanda
aşıp evine ulaşmak idiyse, gerek ona, gerek öbür tanrılara, gemilere
binmeden, seçme kurbanlar kesip sunmalıydın. Kısmet olmıyacak
sana sevdiklerine kavuşasın, yüksek tavanlı evinin çatısı altına
113/431
sığınasın, ata yurduna dönesin! Zeus'tan kaynak alan Algyptos
ırmağının sularını görmeyince ve engin göğün sahipleri mutlu ölümsüzlere
yüzlük kurban sunmayınca! Ancak o zaman tanrılar sana istediğin
yolu açacaklar.
Böyle dedi, benim de yüreğim parçalandı, çünkü beni sisli denizden,
uzun ve tehlikeli yoldan Aigyptos'a davet ediyordu. Ne çare!
Tekrar söze başlıyarak dedim ki:
— Bütün bunları, İhtiyar, senin buyurduğun gibi yapacağım.
Ama, haydi söyle bana, dosdoğru birer birer: Kurtuldular mı bütün o
Akhailar ki, Troia'dan ayrılırken, Nestor'la ben, gemilerinin içinde
bırakmıştık? Bunlardan zalim Ecele uğrayıp helak olan var mı, gerek
gemileri içinde, gerek savaştan dönüp sevdiklerinin kolları arasında?
Böyle dedim, o da cevap verdi:
— Atreus oğlu, bunları benden niye soruyorsun? Sırrımı anlamağa
hiç hacet yoktu, çünkü her şeyi benden işittikten sonra, inan
bana, uzun zaman ağlamadan duramazsın; çünkü onların bir çoğu
kaldıysa, bir çoğu da öldü.
Tunç cebeli Akhaiların başkanlarından yalnız iki kişi sılaya
kavuşmadan öldü; kavgayı ise kendin gördün; bir üçüncü de sağdır,
ancak engin denizin öbür ucunda tutulup kalmıştır. Ölenlerin biri
Aias'tır, kendisiyle birlikte uzun kürekli gemiler de battı. Poseidon
önce onun gemilerini büyük Guras kayalarına çarptırdı, kendisini ise
denizden kurtardı; ve hiç şüphesiz, Athena sevmemekle beraber,
ölümden başını kurtaracaktı, ağzından küfür çıkmasaydı ve büyük bir
suç işlemeseydi: Ama denizin korkunç dalgalarından, tanrılara inat,
kurtulacağım! demişti. Poseidon, onun söylediği büyük sözü işitti, hemen
güçlü elleriyle üçüzlü yabasını tutarak Guras kayasına vurdu, onu
ikiye yardı, bir parçası yerinde durdu, öbürü denize yuvarlandı: Aias
114/431
buna yapışmış ve o küfürü bu kayanın üstünde savurmuştu! Kaya alıp
kıransız dalgalı deryaya sürükledi. Bir de senin kardeşin oyumlu gemilerinin
üstünde Ecel'den kaçınarak kurtulabilmişti; onu ulu tanrıça
Hera selâmete erdirmişti. Fakat tam sarp Male burnu yanına yaklaş-
mak üzere iken dalga kasırgası onu da kapıp ağlıya hıçkıra balıklı denize
sürükledi. Buradan bile bir an dönüşü temin edilmiş görünüyordu;
birden tanrılar rüzgârı çevirip yurduna yol veriyorlardı: Kırların öyle
bir ucuna yanaştı ki, orada eskiden Tyestes'in evi barkı vardı, o zaman
da Tyestes oğlu Aigisthos otururdu. Sevinç içinde ata yurduna ayak
basmıştı; toprağına ellerini sürüyor, onu öpüyor, üstüne gözlerinden
sıcak yaşlar döküyordu, çünkü hasret kaldığı sılasına nihayet
kavuşmuştu. Fakat onu bir gözcü bekleme yerinden gördü; bu adamı
oraya hileci Aigisthos koymuştu, müjdesi iki talant altındı. Bir yıl boyunca
orada beklemişti. Atreus oğlunun cesaret ve kudretini düşünerek
gizlice geçmesinden korkuyordu. Görünce budunun başkan saydığı
adamın konağına koşup haberi yetiştirdi. Hemen hain Aigisthos tuzağı
kurdu: Şehirde yirmi kabadayı seçip pusuya yerleştirdi, sonra bir şölen
hazırlanmasını emretti. Kendi ise atlarla arabalarla giderek budunlar
çobanı Agamemnon'u davet etti, içinden ise hainlik düşünüyordu. Onu
başına gelecek felâketten habersiz, götürdüler ve yiyip içmekte iken
öldürdüler, yemliğinde bir öküzü boğazlar gibi. Atreus oğlunun
yanındaki adamlardan kimse kurtulmadı. Aigisthos'un adamlarından
da kimse kalmadı, hepsi konağın içinde tepelendi.
Böyle dedi ve benim aziz yüreğim parçalandı; kumların üstüne
oturup ağlıyordum; artık canım yaşamak, güneşin ışığını görmek
istemiyordu. Ağlamaktan, yere yuvarlanmaktan usanç getirince yalan
bilmez deniz İhtiyarı, bana seslenerek dedi ki:
— Atreus oğlu, artık böyle boşuna geçirecek fazla vaktin yok:
Ağlamakla çare bulunmaz; en tezden atalar yurduna dönmeğe çalış;
115/431
orada Aigisthos'u henüz sağ bulabilirsin, Orestes varıp öldürmüş olsa
bile, sen cenaze şöleninde bulunabilirsin.
Böyle dedi, ve göğsümün içinde sızlayan yüreğimin cesareti
kuvvetlendi. İhtiyara seslenerek kanatlı sözler söyledim:
— Bu iki kahramanı anladım, sen şimdi üçüncüsünü, henüz hayatta
olup engin denizin bir bucağında tutulup, kalanı anlat ölmüş bile
olsa, yüreğim üzüle, parçalana onu da öğrenmek isterim.
Böyle dedim, o da hemen cevap verdi:
— İthaka'daki evinde oturan Laertes'in oğludur bu. Onu bir
odada sıcak yaşlar dökerken gördüm, nymphe Kalypso onu konağında
zorla tutuyor, o da atalar yurduna dönemiyor. Sana da, Zeus'un büyüttüğü
Menelaos, ecelinle, at yetiştiren Argos'ta ölmek kısmet olmayacak;
ama seni tanrılar yerin öbür bucağındaki Elysien ovasına, sarı
Radamantos'un yanına yollayacaklar; orada insanlar en rahat bir hayat
yaşarlar: Ne kar, ne şiddetli uzun kış, ne de herhangi bir yağmur!
Daima Zephyros'un tatlı esintileri! Bunları Okeanos insanlara serinlik
vermek için yollar. Helena'nın kocası olduğun için onların gözünde
Zeus'un damadı sayılırsın.
Böyle deyip köpüklü denize daldı. Ben de gemilere tanrıya benzer
yarenlerimle birlikte gidiyordum ve gönlümde birçok düşünceler
çalkanıyordu! Böylece gemilere ve denize kadar eriştik, yemeği hazırladık
ve tanrısal gece basınca kumsalda yatıp uykuya vardık.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görününce tekneleri
tanrısal denize çektik; adamlar da binerek kürekçi sıralarına geçtiler,
yerli yerinde oturduktan sonra kürekleriyle alacalanan denizi dövmeğe
başladılar.
Zeus'tan kaynak alan Aigyptos ırmağına, geri, gemileri ilettim,
gereğince yüzlük kurbanları kesip sundum, böylece bengi tanrıların
116/431
gazabını yatıştırdım. Bunları tamamlayıp gene sefere koyulduk, ölümsüz
tanrılar da uygun rüzgârı ihsan ederek beni tezden sevgili atalar
yurduna ulaştırdılar. ;
Şimdi sen bizim konakta eğlen, ta ki onbirinci, onikinci gün
gelsin; o zaman seni uğurlar, ağır armağanlar da veririm: Üç at ile
oymalı güzel bir araba, bir de işlenmiş bir sağrak ki, onunla ölümsüz
tanrılara saçı kılasın ve kalan ömrünce beni de hatırlıyasın.
Akıllı Telemakhos ona dönerek şöyle dedi:
— Atreus oğlu, beni artık daha ziyade alıkoyma. Senin yanında
bütün bir yıl eğlenedursam, ne ev, ne anababa göreceğim gelir. Senin
hikâyelerini ve bütün söylediklerini dinlemek çok hoşuma gidiyor;
ama kutsal Pylos'taki yarenlerimin canları sıkılmağa başlamıştır; sen
ise beni bir zaman daha alıkomak istiyorsun. Bana vermek istediğin
hediyeye gelince bu, sadece bir andaç olsun, çünkü İthaka'ya atları
götüremem; onlar buranın bir bezeğidir, gene burada kalsınlar; senin
hanlığın geniş ovandır, burada bol bol yonca, tirfil, yulaf, buğday ve
bereketli beyaz arpa yetişir. İthaka'da ise ne araba koşturmağa geniş
yol, ne de at beslemeğe çayır vardır; ancak keçi besler bir adadır, fakat
benim gözümde at besliyen yerlerden daha sevimlidir. Bizim deniz
üzerine sarkıp duran adaların hiç biri at beslemeğe gelir, çayırlık filan
değildir; İthaka ise hepsinden fazla.
Böyle dedi, ve gür sesli Menelaos gülümsedi, elini alıp okşadı ve
adı ile anarak dedi ki:
— İyi kandan olduğun, sevgili çocuk, söylediklerinden belli. Peki,
hediyeleri değiştiririm, buna gücüm vardır. Konağımda bulunan andaçlardan
hediye olarak, sana en değerlisini vereceğim. Bir dövme
sebu hediye edeceğim ki, hepsi gümüştendir, ağzı ise altınla bezenmiştir;
Hephaistos'un sanat eseridir; bunu bana kahraman Phaidimos,
117/431
Sidon hanı, bağışlamıştı: Konağında konuk kalmıştım, buraya dönerken;
işte onu sana vermek istiyorum.»
YAVUKLULARIN PUSUSU
Aralarında böyle söyleşirken davetliler, tanrısal Atreus oğlunun
konağına geliyorlardı; beraber koyunlar, yüreğe kuvvet verici şarap ve
güzel yaşmaklı karılarının gönderdiği ekmek getiriyorlardı.
Böyle, Menelaos'un konağında yemek hazırlıkları görülürken
yavuklular da Odysseus'un konağı önünde, kaldırım döşenmiş meydanda,
diskler ve ciritler atıp gönül eğlendiriyorlardı: Burası, her zaman
şımarıklık ettikleri yerdi.
Antinoos tanrı yüzlü Eurymakhos'un yanında oturuyordu;
yavuklulardan bu iki şef, değerce, hepsinden üstündü.
Bu ara Phronios oğlu Noemon çıkagelip yanlarına sokuldu;
Antinoos'a sormağa başlıyarak dedi, ki:
— Antinoos, sizce malûm mu değil mi? Telemakhos ne zaman
kumsal Pylos'tan dönecek? Bizim gemiyi alıp gitmişti, şimdi ise tekne
bana lâzım: Geniş ovalı Elis'e gitmek istiyorum; orada, yaylada on iki
baş yavrulu kısrağım var, altlarındaki tay katırlar da çalışacak çağa
gelmişler, yalnız henüz koşulmamışlar; alıştırmak için birini alıp getirmek
istiyorum da...
Böyle dedi; onlar ise şaşakaldılar: Telemakhos'un Pylos'a gitmiş
olacağını akıllarına getirmemişlerdi; onu kırlarda koyun sürülerinin
veya domuz çobanının yanında sanıyorlardı.
Bunun üzerine Eupeithes oğlu Antinoos dedi ki:
— Bana doğrusunu söyle; o ne zaman gitti? Onunla beraber
giden uşaklar kimlerdir? İthaka'nın ileri gelenlerinden miydiler, yoksa
kendi kölelerinden mi? Çünkü böyle de yapabilirdi! Bana her şeyi
118/431
doğru söyle; ben bilmeliyim: Kendi mi gelip zorla senden kara gemiyi
aldı, yoksa sözle kandırıp sen de gönül rızasıyla mı verdin?
Buna karşı Phronios oğlu Noemon şöyle dedi:
— Ben kendim, gönül rızasıyla verdim; benim yerimde başkası
da olsa ne yapabilirdi, böyle bir er üzüntüler içinde kalarak başvurunca?...
Reddetmek güç olurdu. Uşaklara gelince, gerçek bizden sonra,
halkın ileri gelenlerindendirler. Kumanda etmek üzere Mentor'u da
beraber götürdüğünü gördüm, eğer gördüğüm ona tıpatıp benziyen bir
tanrı değilse. Ama bunda şaşılacak bir şey var: Dün, tan ağarırken tanrısal
Mentor'a burada rastgeldim; halbuki, o zaman da Pylos'a gitmek
üzere gemiye binmişti.
Böyle söyledikten sonra Noemon, babasının evine döndü; fakat
iki yavuklunun canı pek sıkılmıştı; öbür yavukluları oturttular, oyunu
kestirdiler.
Eupeithos oğlu Antinoos onlara dedi ki:
— Şu kadar kişi varız; tek başına bir çocuk hepimizi hiçe sayıyor:
Denize gemi indiriyor, halk içinden en seçkin tayfayı tutuyor. Bu
başlangıç, bizim için fena alâmet! Zeus vere, yiğitliği kemale
erişmeden, tanrı gücü ile kırıla! Ama, haydin, bana tez yürüyüşlü bir
gemi ile, yirmi tayfa verin, gidip dönüşünü gözetlemek için pusuya
yatayım: İthaka ile uçurumlu Same arasındaki boğazda. Babası için
giriştiği seferin nasıl tehlikeli olduğunu anlasın!
Böyle dedi; ötekiler de hepsi birden münasip buldular ve alkışladılar;
sonra kalkıp Odysseus'un konağına girdiler.
Çok zaman geçmeden Penelopeia yavukluların, yüreklerinde
kurdukları niyetleri öğrendi; çünkü Medon çavuş gelip kendisine
söyledi: O, avlunun dışında iken, yavukluların kurdukları hainliği işitmiş,
iç daireler arasından geçerek Penelopeia'ya haberi yetiştirmişti.
119/431
Medon eşiği aşarken, Penelopeia seslenerek sordu:
— Çavuş, ünlü yavuklular hangi maksat için seni yolladılar; Tanrısal
Odysseus'un halayıklarına, işlerini bıraksınlar, ziyafetlerinin
hazırlığına baksınlar, demek için mi? Ne olurdu, artık bana yavuklu olmaktan
vazgeçeydiler, başka hileler düzmeyeydiler, ve konakta yiyecekleri
en son yemek bu olaydı! Her gün burada toplanıp bunca geçinmelikler
harcıyan, aydın gönüllü Telemakhos'un malını talan eden sizler!
Hiç, çocuk iken babalarınızdan, Odysseus'un onlar için nasıl bir
han olduğunu işitmediniz mi? Odysseus, halka zarar verecek hiç bir
şey yapmaz, gücendirecek, gönül kıracak hiç bir şey söylemezdi. Tanrı
soyu hanların töresi ise şudur: Kimine düşmanca, kimine dostça
muamele etmek! O hiç bir zaman kimseye haksızlık etmemiştir; ancak
sizin yüreğinizde doğruluk yok; artık kimsede iyiliklere şükretmek
duygusu kalmamış! Buna karşı akıllı Medon dedi ki:
— Hanımım, keşke en büyük fenalık bu olaydı! Fakat yavuklular
bundan daha büyüğünü ve daha acısını tasarlıyorlar. Zeus onlara fırsat
vermesin: Telemakhos'u, eve dönerken sivri uçlu tunç kılıçla
öldürmeği kuruyorlar, çünkü o, babasından bir haber almak için
mübarek Pylos'a ve tanrısal İsparta'ya gitmiş bulunuyor.
Böyle dedi; Penelopeia hatunun dizleri çözüldü, yüreği
parçalandı, dili tutuldu, gözleri gür yasla doldu, sesi tıkandı, neden
sonra söz söyliyecek hale gelerek dedi ki:
— Çavuş, çocuğum niçin gitti? Ona ne gerekti tez yürüyüşlü gemiler,
su yüzünde yürümek için erlerin bindikleri atlar? Yoksa soyadının
bile insanlar katında unutulmasını mı istiyor?
Buna karşı Medon çavuş aydın düşünerek cevap verdi:
120/431
— Bilmiyorum; tanrının biri mi onu yolladı, yoksa kendi gönlüne
Pylos'a gitmek arzusu doğdu: Babasının dönüşünü veya alın yazısını
sorup anlamak için gitmiş.
Böyle söyledikten sonra daireden çekildi. Penelopeia, gönlü
kararmış, yas içinde idi; odasını dolduran koltuklara sığamıyordu;
zengin bezenmiş odanın eşiğine oturup acı acı ağlarken halayıklar her
yanını alarak figan ediyorlardı.
Penelopeia, hıçkırıklarını kesmiyerek onlara dedi ki:
— İşitin sevdiklerim! Olympos'un sahibi bana, bütün benimle
beraber doğup büyümeleri kısmet olan kadınların hepsinden daha çok
kaygılar verdi. Önce arslan yürekli yiğit kocamı kaybettim: Danaoslular
içinde bütün erdemlerden yana bir taneydi. Şimdi de sevgili
çocuğumu, adsız sansız, elimden fırtınalar alıyor! Sıvıştığından da hiç
haberim olmadı. Hiç biriniz hepiniz bildiğiniz halde, bedbahtlar, hiç
biriniz o kocaman karınlı kara gemiye bineceği zaman gelip yatağımdan
kaldırmağı aklınıza getirmediniz. Eğer onun böyle bir yolculuk
tasarladığını sezseydim, mutlak ya arzusundan vazgeçerdi, ya şu konağın
içinde cenazemi bırakır, öyle giderdi... Hemen bir koşucu koşsun,
İhtiyar Dolios'u, ben buraya gelirken babamın hizmetime verdiği kö-
leyi çağırsın: O, şimdi bostanıma bakıyor; hemen koşsun, bütün
bunları birer birer Laertes'e anlatsın; belki o, bir çare düşünür; yas
içinde, figan ederek gelir, kendisinin ve tanrı eşi Odysseus'un dölünü
kırmak isteyen şu adamların yüreğine merhamet getirir. Buna karşı
sadık dadı Evrykleia dedi ki:
— Sayın gelin, beni ister zalim tunçla öldür, ister gene konağında
tut! Senden olanı biteni hiç saklamıyacağım; ben hepsini biliyordum,
bütün istediklerini de kendisine ben verdim: Unu ve tatlı şarabı; ancak
bana büyük and verdirdi ki, onikinci gün gelmeden sana hiç bir şey
121/431
söylemiyeyim, meğer ki kendin sorup kaçmış olduğunu öğrenesin;
ağlarsın da güzel yüzünün rengi solar diye korkuyordu...
Fakat şimdi sen yıkan, temiz, lekesiz elbise giy, yukarki kata çık,
oda halayıklarınla birlikte, Athena'ya, fırtına koparan Zeus'un kızına
dua et; onu ölümden kurtaracak ancak odur. İhtiyarın acılarını
arttırmağa ne hacet? Mutlu tanrıların Arkesios nesline düşmanlık
göstereceğine hiç inanmıyorum: Daima onlardan biri bulunacak ve bu
yüksek tavanlı konağı ve uzaklardaki verimli tarlaları hükmü altında
tutacaktır!
Böyle dedi; ve hanımının hıçkırıklarını yatıştırdı. Penelopeia
gözlerinin yaşlarını kuruttuktan sonra yıkandı, temiz, lekesiz elbiseler
giydi, yukarki kata halayıkları ile birlikte çıktı, sepete saçı kılmak için
arpa doldurarak Athena'ya dua etti:
— Fırtına koparan Zeus'un ramolmaz kızı, duamı kabul et! Eğer
bir vakitler, bu konakta, çok görgülü Odysseus sana yağlı öküz veya
koyun butları yaktırmışsa, artık benim için bunları hatırla ve sevgili
oğlumu kurtar, hem gönüllü yavukluların hainliğini boşa çıkar!
Böyle diyerek figan etti, tanrıça da duasını andı. Bu ara yavuklular
gölgelenen divanhanenin içinde haykırışıyorlardı. Bu şımarık delikanlılardan
biri şöyle diyordu:
— Şüphesiz şimdi çok yavuklulu hanım, bizim için evlenmek
hazırlığı görüyor ve hiç haberi yok ki oğlunun üstünde ölüm dolaşıyor.
Bu adamlar böyle söyleniyorlardı ve olandan bitenden haberleri
yoktu. O zaman Antinoos söz alarak dedi ki:
— Hay deliler, hay! Şu boş lâfları hepimiz bırakmalıyız; çünkü
biri işitip içeriye yetiştirebilir. Haydin, sükût içinde, kalkalım, hep
candan kabul ettiğimiz kararı yerine getirmeğe bakalım.
122/431
Böyle söyledikten sonra, en yiğitlerinden yirmi kişi seçti; hemen
tez yürüyüşlü gemiye ve deniz kıyısına doğru yola çıktılar. En önce
gemiyi derin denize indirdiler; sonra tekneye direği dikip yelkeni taktılar
ve gereğince kürekleri köseleden ıskarmozlara bağladılar. Gemiyi
koy'un üst tarafına götürüp demirlediler, kendileri ise karaya çıkıp
övünlerini yediler, ve orada akşamın gelmesini beklediler.
O ara, uslu akıllı Penelopeia, üst katta, yatağa girmişti, hiç bir
şey yemeden ve içmeden; ancak oğlunu düşünüyordu: Ölümden sağ
esen korunacak mıydı, yoksa zalim yavukluların tuzağına düşecek
miydi? Bir aslan, her yandan kendisini çeviren hain avcıların ortasında
kalınca ne kadar çok korkuları olursa, onun da kaygıları o kadar çok
iken, tatlı uyku bastı; uzandığı yerde, bütün oynak yerleri gevşeyip içi
geçti.
Bu ara gökgözlü Tanrıça Athena, aklında başka çareler düşünüyordu:
Bir hayalet yarattı, ona ulu gönüllü İkarios'un öbür kızı
İphtime'nin suretini verdi bunu Phere ahalisinden Eumelos tutuyordu.
Tanrıça onu tanrısal Odysseus'un konağına yolladı, ta ki ağlamakta
olan Penelopeia'nın iniltilerini dindirsin, gözlerinin yaşlarını kurutsun.
Odaya mandal kayışından geçti; başucunda ayakta durarak şöyle
dedi:
— Penelopeia, uyuyorsun, aziz yüreğin ise üzgün; iyi bil ki kaygısız
yaşıyan tanrılar artık senin kaygılanıp ağlamanı istemiyorlar;
senin çocuğun dönecektir, çünkü hiç bir zaman tanrılara karşı suçlu
olmamıştır.
Uslu akıllı Penelopeia, tatlı uykuya dalmış, rüyalar kapısında,
şöyle dedi:
— Kardeşim, buraya niçin geldin? Eskiden buralara gelmezdin,
çünkü evin çok uzakta... Bana canımı sıkan, yüreğimi üzen kaygıları
123/431
içimden atmamı söylüyorsun. Ben üzülmiyeyim de kimler üzülsün? En
önce arslan yürekli yiğit kocamı kaybettim: Bütün erdemlerde Danaoslular
arasında bir taneydi! Şimdi de sevgili oğlum kocaman karınlı
gemiye binmiş; toy çocuk, tehlikeden anlamaz, dalavere bilmez; ötekinden
ziyade bunun için matem tutuyorum; hayatı için tir tir titriyorum,
başına bir kaza gelmesin: Gerek gitmek istediği yerde, gerek deniz
üzerinde! Düşmanları pek çok; onu yok etmek için dolap çeviriyorlar,
öldürmeğe çalışıyorlar, atalar yurduna dönmeden.
Gölge hayalet ona cevap vererek dedi ki:
— Cesur ol! Yüreğinden her korkuyu at; çünkü onunla beraber
giden kılavuzu vardır ki, başkaları öyle birinin yol göstermesine can
atarlar: O kadar kudretlidir: Pallas Athena; bu tanrıça sana, senin yaşlı
olmana acıyor, beni yolladı ki, bunları sana anlatayım.
Buna karşı uslu akıllı Penelopeia şöyle dedi:
— Kendin tanrı isen, verdiğin haber de tanrıdansa, öbür talihsizin
de halini anlat bana: Bir tarafta yaşayıp güneşin ışığını görebiliyor
mu, yoksa ölmüş müdür, Hades ahret konaklarına varmış mıdır?
Buna karşı gölge hayalet dedi ki:
— Onun için açıkça bir şey diyemem: Ölmüş mü, yaşıyor mu?
Boşuna lâkırdı söylemek iyi değildir.
Böyle dedi ve mandala doğru ilerliyerek kapıyı aştı, hava içinde
kayboldu. İkarios'un kızı, uykudan uyanırken yüreğinde tekrar ümit,
neşe doğmuştu, çünkü gecenin derinliğinde sadık bir rüya görmüştü.
Bu ara yavuklular gemilerine binerek dalgaların sırtında yol alıyorlar
ve gönülleri içinde Telemakhos'u vuruşları altında can verirken
görüyorlardı.
124/431
Deniz ortasında İthaka ile uçurumlu Same arasında kayalık bir
ada, Asteris, vardır; büyük olmıyan bu adada gemiler için emniyetli,
iki ağızlı limanlar bulunur; işte Akhailar onu gözetlemek üzere burada
pusuya yattılar.
125/431
ŞAN : V
KALYPSO'NUN MAĞARASI
Şafak yatağından, şanlı Titon'un yanından kalkmıştı. Ölümsüzlere
ve ölümlülere aydınlığı getirmek için. Tanrılar dernek kurmuşlardı;
ortalarında Yüksekten gürler Zeus vardı, ki güçte kuvvette
ondan üstün yoktur.
Onlara Athena, hatırından çıkmıyan Odysseus'un sonsuz kaygılarını
anlatıyordu, çünkü bir Nymphe'nin konağında kalması ona
dokunuyordu:
— Zeus babamız ve siz daima var olan mutlu tanrılar! Artık,
bundan böyle elinde asa tutan bir han yumuşak, merhametli, iyiliksever
ve içten hakkı tanır olamaz, belki daima sert, katı yürekli olacak
ve zulüm işliyecek, çünkü tanrısal Odysseus'u, üstlerine en şefkatli bir
baba gibi hüküm sürdüğü halk içinde, hatırına getiren kimse
kalmamış. O şimdi bir ada üzerinde zalim kaygılar içinde yatmakta:
Nymphe Kalypso onu zorla konağında alıkoyuyor. Atalarının yurduna
nasıl dönsün ki, yanında ne kürekli gemileri, ne de engin denizin
sırtında sefere devam edecek kürekçileri, kalmış? Şimdi de sevgili
oğlunu, eve dönerken, öldürmeği kuruyorlar! Oğlu ki, babasından bir
haber almak için mübarek Pylos'a ve tanrısal Lakedaimon'a gitmişti.
Bulut devşiren Zeus buna karşı cevap verdi:
— Kızım, bu, nasıl söz öyle, dişlerinin arasından kaçan? Sen
kendin karar vermedin mi ki Odysseus dönüp onların cezasını versin?
Telemakhos'a gelince, onun da kılavuzluğunu sen üstüne al, çünkü
buna kudretin var; öyle davran ki, o sağ esen atalarının yurduna
kavuşsun, yavuklular işe, gemileriyle, ona rastlamadan geri dönsünler.
Bundan sonra sevgili oğlu Hermes'e, dönerek dedi ki:
— Hermes, madem ki başka işlerde de habercimiz sensin, şimdi
de git, güzel belikli Nymphe'ye sabırlı temkinli Odysseus'un dönüşü ve
nasıl döneceği üzerine verilen değişmez kararı eriştir: Ona ne tanrılardan,
ne de ölümlü insanlardan kimse kılavuzluk etmiyecek; yalnız
başına, derme çatma bir sal üzerinde, türlü mihnetlere katlanarak,
yirminci gün bereketli Skeri'ye, Phaiakeli'ne ulaşacaktır; tanrılar soyundan
olan bu erler kendisine bol bol bakır, altın ve kumaşlar verdikten
sonra onu, candan, bir tanrı gibi ağırlıyarak, kendi gemilerinden
biri ile sevgili atalar yurduna uğurlayacaklar. Çünkü ona kısmet
olmuştur: Sevdiklerine kavuşsun, atalarının yurdu olan yere ulaşsın,
yüksek tavanlı konağına ayak bassın.
Böyle dedi, ve akışıklı Haberci itaat etti: Hemen ayaklarının
altına tanrısal güzel sandallarını bağladı: Sırma ile işlenmiş olan bu
pabuçlar onu engin deniz ve kıransız yer üzerinde esen rüzgâr gibi
götürürlerdi. Esir içinden dalarak, Perie'den denize indi, sonra
dalgalar üzerinde süzüldü, bir martı kuşu gibi ki, hasatsız denizin
korkunç uçurumlarında balıkları avlar ve gür kanatlarını tuzlu suya
daldırır. Hermes, bu kuşun bir eşi gibi sayısız dalgalar üzerinde
gidiyordu.
Fakat uzaklardaki adaya ulaştığı zaman, menekşe renkli denizden
karaya çıktı, yürüyerek güzel belikli Nymphe'nin oturduğu
büyük mağaraya geldi. Onu evde buldu: Ocakta büyük bir ateş yanıyordu;
tutuşup çıtırdıyan ardıç ve thyia ağaçlarının uzaklara yaydığı tütsü
ile bütün ada burcu burcu kokuyordu. Kendi de, içerde, güzel sesle
türkü söyliyerek, tezgâhında altın mekikle bez dokuyordu.
Mağarayı her yandan gür yeşil bir orman sarmıştı; onda, kızıl
ağaç, kavak ve kokulu servi ağaçları üzerinde, gergin kanatlı kuşlar:
Çaylaklar, baykuşlar ve hep denize açılmayı düşünen geveze kuzgunlar
yuva yapmışlardı.
127/431
Mağaranın dışını her yandan gürbüz bir asma sarıp kaplamıştı,
salkım salkım üzümlerle yüklü. Ve yan yana, bir sıra üzerine, dört bulaktan
akan billur gibi sular birbirlerinden ayrılarak üzerinde menekşeler
ve maydanozlar gövermiş yumuşak çimenler içine dağılmaktaydı.
Buraya yaklaşan, ölümsüzlerden bile olsa, gördüklerine hayran
kalır, gönülden efsunlanırdı.
Ak-ışıklı Haberci durup seyre daldı; her yana gözleriyle bir an
candan baktıktan sonra çarçabuk geniş mağaraya girdi; tanrıçaların en
tanrısalı Kalypso onu görünce tanıdı: Çünkü tanrılar için, biri ötekinden
çok uzakta otursa dahi, birbirini tanımamak mümkün değildir.
Mağarada ulu gönüllü Odysseus yoktu; bu ara, o, deniz kıyısında
oturmuş ağlıyordu; her zaman buraya çekilir, içini çekerek gözyaşları
döker, dertlenerek yüreği parçalanırdı.
Kalypso, tanrıçaların en tanrısalı, Hermes'i oymalı parlak bir
koltuğa oturttuktan sonra, kendisinden sormağa başladı:
— Altın asalı Hermes, bana gelmenin sebebi ne olsa gerek? Sana
saygım ve sevgim vardır, ancak buralara hiç geldiğin yoktu... Maksat
ne ise söyle; gönlüm sana itaat etmeyi emrediyor: Eğer istediğini yerine
getirebilirsem, eğer yapılmaz bir şey değilse...
Böyle dedikten sonra, tanrıça, bir masa çekerek önüne getirdi;
üstünü ambrosia ile donattı ve kırmızı nektar karıp önüne koydu;
bunun üzerine akışıklı Haberci yiyip içip keyfini yerine getirdikten
sonra, söze başladı:
— Ben tanrının ne için sen tanrıçanın katına geldiğimi soruyorsun;
sana herşeyi açıkça, emrettiğin gibi, söyliyeceğim. Beni
istemediğim halde buraya yollıyan Zeus'tur: Şu engin tuzlu su üzerinden
yolculuğa gönül rızasıyla kim katlanır? Yakınlarda insanların hiç
bir şehri yok ki ahalisi tanrılara seçme yüzlük kurbanlar sunsun! Ama
128/431
fırtına koparan Zeus karar verdikten sonra, başka bir tanrı için karşı
gelmek veya sıyrılmak yolu yoktur. Zeus diyor ki, senin yanında bir er
varmış: Priamos'un büyük şehri önünde savaşmış olan bütün öbür
erlerin en talihsizi. Şimdi, Zeus, emrediyor, onu hemen yola çıkarasın,
çünkü onun kısmetinde bu ada üzerinde sevdiklerinden uzak ölmek
yoktur.
Böyle dedi; ve tanrıçaların en tanrısalı Kalypso'yu bir ürperme
tuttu; ve ona dönerek kanatlı sözler söyledi:
— Ne kadar zalimsiniz, siz kıskanç tanrılar! Tanrıçalara bir
erkeği beğenip koca edinmek ve aşikâr yatağına almak hakkını çok
görüyorsunuz; bunun bir misali: gül parmaklı Şafak Orion'u aldığı zaman,
siz gailesiz yaşıyan tanrılar ona ne kadar haset etmiştiniz!
Sonunda suç işlemez tanrıça Artemis, altın tahtından inip Ortygie'ye
gelmiş, onu en yumuşak oklarıyla vurmuştu da içiniz öyle rahat etmişti;
ikinci misali İasion güzel belikli Demeter'in gönlünü kazanmış
ve bu tanrıça onunla üç kere nadas edilmiş tarla üzerinde aşk ile
birleşmiş... ve Zeus, az sonra, haberini alır almaz, onu ak yıldırımı ile
yakmıştı! Şimdi de, siz tanrılar, bir ölümlü erin yanımda bulunmasına
haset ediyorsunuz; onu ben, gemisinin karmasında yapyalnız iken alıp
kurtardım; tez yürüyüşlü gemisini ise, ak yıldırımı ile Zeus, engin yağız
deniz üzerinde, vurup parçalamıştı! Bütün yiğit tayfaları helak
olmuştu; rüzgâr ve dalgalar onu sürüp buraya atmıştı, bense konuklayıp
besledim ve ona ölümsüz, daima genç yaşatmağı vadettim. Fakat
gerçektir: Fırtına koparan Zeus karar verdikten sonra, başka bir tanrı
için karşı gelmek veya sıyrılmak yolu yoktur. Öyle ise varsın gitsin,
mademki Zeus hasatsız engin denize atılmasını emrediyor! Ancak onu
yollamak için benim elimden çok bir şey gelmez; yanımda ne kürekli
gemim, ne kürekçilerim var, ki engin denizin sırtında bunlarla sefer
edebilsin. Bununla beraber ona dostça öğüt vermek isterim ve
129/431
atalarının yurdu olan yere ulaşması için kendisinden hiç bir çare
saklamayacağım.
Ona karşı akışıklı Haberci cevap verdi:
— Böyle olsun; ancak tez yola çıkar. Zeus'un açığından kork, ta
ki bir gün kızıp senden öç almasın.
Böyle deyip akışıklı Haberci kayboldu.
Onu deniz kıyısında denize uzanan burnun ucunda oturmuş
buldu: Gözlerinin yaşı hiç kurumazdı, tatlı hayatı hep sıla hasreti ile
ağlıyarak geçiyordu; çünkü artık Nymphe'ye bir hevesi kalmamıştı.
Geceleri, mağaranın derinliklerinde, onun yanına gitmek
zorundaydı! Onun hiç arzusu yoktu, fakat Nymphe istiyordu! Gündüzleri
ise deniz kıyısındaki çakıl taşlarının üstüne oturur, gözyaşları
dökerek hasatsız denizi seyre dalardı.
Tanrıçaların en tanrısalı yanına gelerek, ayakta, şöyle dedi.
— Talihsiz! artık burada inleyip durmana, ömrünü boşuna geçirmene
razı değilim: Seni yola çıkarmağa bütün gönlümle karar verdim.
Haydi, tunç balta ile uzun uzun mertekler biç, onları birbirine uydurup
geniş bir sal yap, üstüne yüksek bir küpeşte kur, seni menekşe renkli
denizin üstünde götürsün! Sonra, ben de salına bol bol ekmek, su,
kırmızı şarap yükliyeceğim, ta ki açlık çekmiyesin; sana esvap da giydireceğim,
arkandan da uygun rüzgâr göndereceğim, seni memleketine
ulaştırsın... Geniş göğün sahipleri ölümsüz tanrılar isterse: Çünkü
onlar benden daha iyi düşünürler ve daha iyi karar verirler.
Böyle deyince çok sabırlı tanrısal Odysseus ürperdi ve ona
seslenerek kanatlı sözler söyledi:
— Senin düşündüğün başka şey olmalı, tanrıça, beni yurduma
uğurlamak değil; şundan belli ki, bana bir sal üzerinde korkunç,
130/431
tehlikeli denizin engin boşluğunu geçmemi söylüyorsun; onu en denk
yapılı, tez yürüyüşlü gemiler, Zeus'tan uygun rüzgâr alsa bile, geçemez.
Gücüne gitmesin ama, tanrıça, bir sal üzerine ben ayağımı
basamam, tanrıların büyük yemini ile and içmezsen, ki bana başka bir
musibet vermek niyetinde değilsin.
Böyle dedi; ve tanrıçaların en tanrısalı Kalypso gülümsiyerek
elini okşadı, ve söze başlıyarak şöyle dedi:
— Hay seni kurnaz! Gerçek çok ihtiyatlısın ki böyle tedbirler
düşünebiliyorsun. Öyle ise tanık olsun: Aşağıdaki Yer, üstteki geniş
Gök, yer altında akan Styks suyu: Mutlu tanrılar için en büyük yemin
budur sana karşı başka hiç bir musibet hazırlamıyorum! Benim bütün
düşünüp sana öğütlediğim ancak böyle zorlu bir ihtiyaç içinde kalmış
olsam kendim için dileyebileceğim çaredir. Benim hainliğim yoktur;
göğsümdeki yürek demirden değildir, onda ancak şefkat vardır.
Tanrıçaların en tanrısalı böyle deyip hızlı hızlı önden yürüdü; o
da arkadan, izleri üstünden gidiyordu. Tanrıça ile ölümlü böyle
yürüyerek yontma kubbeli mağaraya ulaştılar. Odysseus az önce Kermesin
kalktığı koltuğa oturdu. Nymphe ona ölümlü insanların yiyip
içtiklerinden öğününü önüne koydu; kendi de tanrısal Odysseus'un
karşısında oturdu; onun da önüne karavaşlar tanrı yemeği ambrosia
ve nektar getirip koydular. Ondan sonra önlerindeki seçme yiyeceklere
ellerini uzattılar.
Yeyip içip doyduktan sonra, Kalypso, tanrıçaların en tanrısalı,
söze başlayıp şöyle dedi:
— Tanrı soyu Laertes oğlu, çok tedbirli Odysseus, artık gerçekten
sevgili evine ve atalarının yurduna hemen dönmek mi istiyorsun? Eh!
Sen sağ esen ol! Ama atalarının yurdu olan yere ulaşmadan önce
başına gelmesi alnına yazılı bütün belâları gönlün bilseydi... burada,
131/431
benim yanımda kalıp bir tanrı gibi ölümsüz olmak isterdin: Her gün
düşünüp özlediğin karına hasretin ne derece büyük de olsa... Herhalde
boy bosça, yürüyüşçe ondan aşağı olmamakla da övünebilirim; bir
ölümlü kadının tanrıçalarla vücut ve yüz güzelliğinde yarışabildiği
görülmüş değildir.
Buna karşı çok görgülü Odysseus cevap verdi:
— Ulu tanrıça, bunun için bana darılma! Ben de kendi kendime
söylüyorum: Penelopeia ne kadar uslu, akıllı olsa senin yanında boyu
bosu da, güzelliği de aşağı kalır; o bir ölümlüdür, senin için ise ölüm ve
ihtiyarlık yoktur. Bununla beraber her gün dilediğim yurduma dönmek,
kendi evimde sıla gününü görmektir. Eğer ölümsüzlerden biri,
yağız dalgalar üzerinde, bana yeni cefalar çektirmek istiyorsa, ona da
katlanacağım: Göğsümde sabırlı bir yürek vardır. Bundan önce çok
mihnetler çektim, denizlerde ve savaşlarda; bundan sonra da gerekse,
yenileri gelsin. Böyle diyordu, güneş de batıyor karanlık basıyordu.
Yontma kubbeli, mağaranın iç tarafına girdiler, aşk ile birleşerek ve
birbirlerinin yanında kalarak murat aldılar.
ODYSSEUS'UN SALI
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
Odysseus entarisini, kaftanını giydi. Nymphe de bol bir gümüşü keten
harmaniyeye büründü; bu ince, zarif esvap üzerinden belini en güzel
bir sırmalı kemerle sıktı; başını da aşağı kadar sarkan bir tülle örttü;
sonra aklı ile Ulu yürekli Odysseus'un yolculuğunu düşündü.
Önce ona iki ağzı bilenmiş, tam avucuna uygun, bir tunç balta
verdi; buna zeytin ağacından çok güzel bir sap takılmıştı. Sonra, sanatla
işlenmiş bir keser getirip verdi, ve öne geçip adanın öbür ucuna
giden yolu tuttu; burada çok yüksek ağaçlar yetişmişti: Kızılağaç,
132/431
kavak ve göğe , değen çamlar; hepsi de çoktan kupkuru kesilmişti; suyun
üstünde hafifçe yüzecek halde.
Ona uzun ağaçların yetişmiş olduğu yeri gösterdikten sonra, tanrıçaların
en tanrısalı Kalypso yurduna döndü. O ise ağaçları biçmek
işine hızla girişti, yirmi ağaç devirdi, hepsini balta ile yontup düzeltti,
sonra ip çekerek onları ustaca denk getirdi. Kalypso, tanrıçaların en
tanrısalı, bu ara dönüp matkabı getirdi. O da hepsini deldi ve ağaç
çivilerle birbirlerine çakarak döşemeyi yaptı. Usta kalafatçının bir yük
gemisine verdiği en, boy ne kadar ise, Odysseus salın döşemesine o
kadar en boy verdi; küpeşteyi sık mertekler dikerek kurdu, bunları da
padavralarla çevreliyerek işi bitirdi. Direği dikti, sereni ona yaklaştırdı;
pupaya salı yönetmeğe yarıyacak dümeni taktı; ve sazdan örgülerle
boydan boya her tarafı örttü; sonra, dalgalara karşı safra olmak
üzere birçok odun yükledi.
Kalypso, tanrıçaların en tanrısalı, gene dönerek yelken yapmak
için bezler getirdi, bunları da Odysseus ustaca biçerek yelkeni hazırladı,
ona yaka ipini, kandelisa'yı, iskotayı bağladı; sonra manivelalarla
salı tanrısal denize indirdi.
Dördüncü gün salın bütün işleri bitmişti. Beşinci gün tanrısal
Kalypso Odysseus'u adadan selametledi: Onu yıkayıp güzel kokulu esvaplarla
giydirdi, salın üstüne bir tulum siyah şarap, daha büyük bir
tulum su yükledi ve meşin tağar içine bol bol yolluklar, türlü türlü yiyecekler
ve tatlılar koydu. Sonra dik, yumuşak, uygun bir rüzgâr
estirdi. Neşe içinde, tanrısal Odysseus, uygun rüzgârla yelkenini açtı.
Dümenin yanında oturup ustaca salı yönetiyordu: Göz kapaklarının
üstüne asla uyku düşmeyerek Ülker'i ve geç batan Bootes'i, ve
Orion'a yüzünü çeviren, Kağnı adıyla de anılan Ayı'yı, yerinde dönüp
Okeanus'un hamamlarına dalmıyan bu biricik yıldızı = Demir kazığı
133/431
gözetliyordu. Tanrıçaların en tanrısalı Kalypso'nun öğüdü: Açık denizden
gitmek ve daima Ayı burcunu sol kolda tutmaktı.
Açık denizde on yedi gün sefer etmişti; nihayet on sekizinci gün
Phaiakeli'nin gölgeli dağları gözüktü; kara çok yakındı, gözlerine sisli
denize çevrilmiş bir kalkan gibi görünüyordu.
Bu ara Yanık-yüzlüler ülkesinden dönen yerisarsan Han,
Solumon dağlarının üstünden açık denizi gördü, salın üstünde sefer
eden Odysseus'u farketti.
Bu tanrı, yürekten, aşırı öfkeye kapılarak ve başını sallıyarak
içinden şöyle düşünüyordu:
— Vay canına! Ben Yanık-yüzlülerin yanında iken Tanrılar Odysseus
için verilmiş kararı değiştirmişler! Phaiakeli'nin kıyısına erişmek
üzeredir; başına gelecek musibetten burada korunabilmesi kısmetinde
vardır. Fakat ben de diyorum ki, ona yeni belâlar göndermek hâlâ
elimdedir.
Böyle diyerek bulutları koparttı, dalgaları kabarttı, ve eliyle
üçyüzlü yabasını tutarak bütün fırtına rüzgârlarını salıverdi; bulutlarla
yeri ve denizi örttü; gökten gece karanlığı çöküyordu. Birden, her
yandan Euros ve Notos ulugan Zephyros ve lâcivert esir içinden doğup
dalgaları kabartan Boreas çarpışa boğuşa esiyorlardı.
Odysseus'un dizleri çözüldü ve yüreği parçalandı; inliyerek,
sabırlı yüreğinden şöyle düşünüyordu:
— Eyvah! Ben biçareye! Başıma gelen bu son musibet nedir?
Korkarım, tanrıçanın dedikleri doğru çıkacak: Atalar yurduna
ulaşmadan, açık deniz üzerinde, yeni cefalar çekeceğimi bana haber
vermişti, işte bu, gerçekleşiyor! Geniş gökleri kaplamak için Zeus'un
kopardığı kara bulutlara bakın! Engin deniz karıştı, bütün fırtına
rüzgârları çarpışıyor; artık benim için ölümden kurtuluş yok!
134/431
Üç kere, dört kere mutlu imişler geniş Troia ovasında, Atreus
oğulları uğrunda ölen Danaoslar! Keşke ben de kazaya uğrayıp öleydim
o gün ki, Peleus oğlu Akhilleus'un cesedi yanında, Troialılar,
üstüme, her yandan tunç kargılarını yağdırıyorlardı! Öyle olsaydı bana
cenaze töreni yapılacaktı, Akhailar adımı sanımı anacaktı! Meğer alnıma
acınacak bir ölüm yazılı imiş!
Böyle düşünmekte iken ulu bir dalga tepeden aşağı, korkunç bir
çarpışla çarparak salın altını üstüne getirdi. Kendi saldan uzak, dışarı
atıldı; dümenin yekesi elinden fırlamıştı, çarpışan rüzgârlardan kopan
kasırga direği ortasından kırıp iki parça etti; yelkeni, serenle beraber,
uzakta açık denize fırlattı; kendi de uzun zaman denize batmış kaldı,
ulu dalganın hücumundan suyun yüzüne çıkamadı. Tanrısal
Kalypso'nun giydirmiş olduğu esvaplar ağırlaşmıştı. Nihayet, dalganın
üstüne geldi, acı tuzlu su ağzından fışkırıyor, başından sel gibi dökülüp
süzülüyordu. Ama böyle ezilmiş iken dahi salını unutmuyordu:
Dalgaların içine atılarak onu ele geçirdi, ortasına oturup ölümden
korunmağa çalıştı; ve büyük dalgalar salı öteye beriye çalkaladı durdu.
Nasıl güz poyrazı ovada deve dikenlerini yığın yığın sürüp atarsa şimdi
de rüzgârlar salı dalgadan dalgaya fırlatıp atıyordu; kâh Notos onu
Boreas'ın üstüne salıyor, kâh Euros bırakıp Zephyros kovalıyordu.
Bu arada onu Kadmos kızı Ino, güzel topuklu Leukotea. gördü;
eskiden insan sesli ve ölümlü bir kadın iken şimdi denizin derinliklerinde
tanrılar mertebesine yükselmiş bulunuyordu. Gurbette, belâlar
içinde kalan Odysseus'a acımıştı; martı suretine girerek denizden çıktı
ve salın üstüne gelip oturduktan sonra ona dedi ki:
— Talihsiz adam, nedir şu yerisarsan Poseidon'un sana düşmanlığı!
Nedir sana reva gördüğü belâlar! Bununla beraber müsterih ol; istediği
kadar çabalasın, senin işini bitiremiyecektir. Fakat sözüme kulak
ver; hiç de zekâsız görünmüyorsun. Şu esvapları üstünden at, salı
135/431
koyver, yeller götürsün; kollarınla yüzerek, Phaiak'ların toprağına
ulaşmağa bak; orada senin kaderin selâmettir. Şu tanrısal tülü al,
göğsünün altına sar, o sende oldukça belâdan, ölümden korkun kalmaz.
Ama ellerinle karaya değdiğin anda onu çöz, şarap rengi denizin
içine, karadan çok uzağa at, ve kendin hemen başını öteye çevir!
Tanrıça böyle söyliyerek tülü verdi, gene martı suretinde
köpüklü denize daldı; siyah dalga onu örttü.
Bu ara çok sabırlı tanrısal Odysseus, inliyerek, ulu gönlünün
içinde şöyle düşünüyordu:
— Eyvah, ben biçareye! Gene ölümsüzlerden biri bana dolap
çevirmek için gelip salı bırakmamı öğütlemiş olmasın? Hayır, bu sefer
kolay kolay itaat etmek istemem, çünkü gözlerim ancak çok uzaktan,
kurtuluş yerim olacağını söylediği toprağı gördü. Bana öyle görünüyor
ki, şöyle yaparsam hepsinden iyi olacak: Tahta çivilerle derilip çatılmış
olan mertekler dayandıkça ben de içinde bekleyip belâya sabredeyim;
lâkin deniz döşemeyi parçalarsa ben de hemen denize atılayım: Çünkü
artık bundan başka bir ümidim kalmıyacak.
O böyle aklıyla ve yüreğiyle bunları düşünmekte iken, yeri sarsan
Poseidon ulu, korkunç, tehlikeli bir dalga kaldırıp, başından aşağı,
üstüne saldırdı... Nasıl ki güçlü kasırga bir kuru saman yığınını dağıtıp
öteye beriye uçurursa, dalga da salın uzun merteklerini öylece darmadağın
etti. O zaman Odysseus bunlardan birinin üstüne bir koşu
atına biner gibi çıktı. Tanrısal Kalypso'nun vermiş olduğu esvaptan
soyundu, ve hemen Leukotea'nın tülünü göğsünün altına sardı; sonra,
yüzmek niyetiyle yüzü koyun yatarak iki kolunu denizin içine uzattı.
Yerisarsan güçlü tanrı onu görüyor, başını sallıyarak şöyle diyordu:
136/431
— Çektiklerin çok, deniz üzerinde daha da çekeceklerin var, ta
Zeus'un büyüttüğü Phaiakların iline çıkıp içlerine karışıncaya kadar.
Umarım ki artık verdiğim belâları küçük görmezsin!
Böyle diyerek güzel yeleli atlarını Aigas'a doğru sürdü: Orada
ünlü tapınağı vardı.
Bu arada Zeus'un kızı Pallas Athena'nın aklına başka hileler
gelmişti: Öbür rüzgârların yolunu bağlıyarak onlara dinlenmek ve uyumak
emrini verdi, yalnız çevik Boreas'ı estirip dalgaları kırdı, ta ki
tanrısal Odysseus iyi kürekçi Phaiaklara karışsın, kazadan ve ölümden
kurtulsun.
İki gece iki gün Odysseus kabarmış dalgalar üzerinde çalkandı;
kaç kere yüreğinden ölüm heyecanı geçti! Ama üçüncü sabahın
doğuşunu güzel belikli Şafak müjdelerken, birden, rüzgâr düşmüştü;
süt limanlık hüküm sürüyordu! O zaman yakındaki karayı görebildi:
Bir dalganın tepesi üzerinden gözleri ile süzüyordu... Babaları, tanrılardan
birinin kahrı ile, hastalıktan uzun zaman bitkin bir halde,
büyük ağrılar içinde yattıktan sonra, öbür tanrıların inayeti ile şifa bulup
dirildiğini gören çocukları nasıl sevinirse, Odysseus da karayı ve
ormanı gördüğü zaman öyle sevinmişti. Gayretle ilerliyordu, karaya
ayak basmak için. Artık bir ses erimi aralık kalmıştı ki, denizin kayalara
çarpışından çıkan uğultuyu işitti: Büyük dalgalar kuru kayaya
korkunç saldırışlarla çarpıyor, her yer denizin köpükleri ile örtülüyordu.
Liman, koy, gemilerin sığınabileceği hiç bir yer yoktu; kıyı boyunca
hep dik dik uzanmış burunlar, sivri sivri kayalar vardı.
O zaman Odysseus'un dizlerinin bağı çözüldü ve yüreği gevşedi;
yiğit ruhu içinde inliyerek kendi kendine düşünüyordu:
— Eyvah, ben biçareye! Hiç bir ümit kalmamışken karayı
görmemi Zeus kısmet etsin, denizin vartalarını aşıp buraya
137/431
erişebileyim de... şu köpüklü denizin dışına çıkabilecek hiç bir yer
görünmesin! Kıyı boyunca sivri sivri kayalar, her yandan çarpıp
uğuldıyan dalgalar, yükselip duran yalçın taşlar! Deniz depderin;
sahilde ise tehlikeden kurtulmak için iki ayağımı basacak bir yer yok!
Çıkmaya çalışsam beni dalga kapıp kayaya çarpacak, emeğim boşa gidecek!
Yüzerek daha öteye gitmeğe devam etsem, alçak bir sahil, bir
koy bulmağa baksam korkarım ki dalga, denize sürükler! Bari bir ifrit
ünlü Amphitrite'nin sürü sürü beslediği canavarlardan biri üstüme
saldırsa! çünkü yerisarsan güçlü tanrının bana nasıl düşman olduğunu
bilirim!
O, aklından ve gönlünden, böyle düşünüp durmakta iken, büyük
bir dalga, kendisini alıp bir sivri kayanın üstüne attı. Derileri sıyrılır,
kemikleri kırılırdı eğer gökgözlü tanrıça Athena aklına bir tedbir getirmeseydi:
Atılarak iki kolu ile kayayı kavradı; soluk soluğa gelmişti,
oraya yapışıp kaldı, büyük bir dalga üstünden aştı. Buna dayandı, ama
dönüşte dalga onu sardı, çarpıp, sürükledi, açık denize götürdü.
Deliğinden çekilip koparılan ahtapotun nasıl emciklerine çakıllar
yapışıp kalırsa, onun da cesur kollarının derileri öylece kayanın sivrilerinde
sıyrılıp kalmıştı. Gene büyük bir dalganın içine gömüldü.
Orada, eceli gelmeden önce, talihsiz Odysseus helak olmak üzere iken
gökgözlü Athena'nın aydın ilhamı yetişti. Dalganın içinden çıktığı zaman
deniz kıyıya çarpıp gürlemekte devam ediyordu; yüzerek sahil
boyunca ilerledi, gözlerini karaya çevirerek alçak bir kumsal, sığınacak
bir koy aradı. Böyle yüze yüze, güzel suları denize akmakta olan bir
ırmağın ağzına erişti; orası gözlerine en uygun göründü: Kaya hiç yok;
bütün rüzgârlara kapalı, kuytu bir yer! Buranın bir ırmak ağzı
olduğunu anladı ve gönlünden ona şükretti:
— Dileğimi dinle, Han'ım, her kim isen! Sana nice hacetle
geliyorum. Poseidon'un denizde beni takip eden gazabından kaçarak,
insanlardan benim gibi gurbete düşmüş, kazaya uğramış biri dua ettiği
138/431
zaman ona ölümsüzler merhamet etmez mi? Ben de şimdi senin
akıntına, senin dizlerine kapanıyorum, çok çektikten sonra. Merhamet
eyle, Han'ım, sana sığınıp yalvaranlardan olmakla övünen ben kuluna!
Böyle dedi, ve Irmak akıntısını yatıştırdı, dalgasını tuttu, önünde
limanlık yarattı, ağzında ona bir selâmet yeri verdi. Odysseus'un dizleri
de, güçlü kolları da takatten kesilmişti; dalgaların saldırışları
yüreğini parçalamıştı; bütün vücudunun derisi şişmişti; ağzından,
burnundan deniz suyu fışkırıyordu; soluğu ve sesi kesilmişti; yarı baygın
yatıyordu; zalim yorgunluk üstüne çökmüştü.
Tekrar soluk almağa, yüreğinin takati uyanmağa başlayınca,
İno'nun tanrısal tülünü üstünden çözdü, denize akıp giden ırmağın
içine alıverdi; hemen bir dalga onu alıp akıntıya sürdü, ve o anda İno
elceğizleriyle aldı. Odysseus ırmaktan çıkarak sazlar içine uzandı;
mahsul yetiştiren toprağı öptü, inliyerek sabırlı aklı ve gönlü içinden
düşündü:
Vah, ben biçareye! Başıma daha neler gelecek? Bu yeni musibetin
sonu ne olacak? Eğer geceyi şu ırmakta bekleyip geçirecek olursam
çok acıklı olacak! Gecenin serinliği, sabahın geçirici kırağısı yüreğimin
takatsizliğini bitirecek! Tan ağarırken sulardan öyle bir soğuk çıkar
ki!... Şu tepeye bir tırmanıp gölgeli ormana kadar uzansam sık çalılık
içinde kendime bir sığınak bulurum belki. O zaman da ısınıp gevşemek,
uykuya kapılmak tehlikesi var: Kurda kuşa yem olurum!
Böyle düşünüp durdu ve bunun en faydalı tedbir olacağına karar
verdi; hemen yürüyerek sulara hâkim olan tepeye çıktı; dorukta biri
yabani öbürü aşılı, birbirine kaynaşmış iki zeytin ağacı vardı; aynı
gövdeden doğmuş olan bu ağaçların birleştiği yer öyle kuytu idi ki
buraya en kuvvetli rüzgârlar ve sisler giremezdi. Yağmur hiç bir zaman
bunlara geçemezdi, sarmaşmış dalları o kadar sıktı.
139/431
Odysseus buraya sığındı; ellerinin var kuvvetiyle kuru yaprak
yığarak kendine bir yatak hazırladı; yerdeki kuru yapraklar o kadar
çoktu ki, iki üç kişinin uyuması için bile yetişebilirdi, kışın en sert
soğuğu dahi olsa. Bu yatağın karşısında sabırlı kahraman Odysseus
sevindi; içine uzanarak üstünü de yanlardan artan kuru yapraklarla
örttü. Kırların bir ucunda, komşuları olmıyan biri, ateşin tohumunu
saklamak ve uzaklara gidip aramağa mecbur olmamak için yanmış
koru nasıl kara külle örterse, Odysseus da öylece yapraklarla örtünmüştü.
Ve bu ara Athena üstünden ağır yorgunluğu tezden gidermek
için, gözlerine uyku ekerek göz kapaklarını kapıyordu.
140/431
ŞAN : VI
ODYSSEUS'UN PHAIAKELI'NE ULAŞMASI
Böylece, orada, çok sabırlı tanrısal Odysseus, yatıyordu:
Uykudan ve yorgunluktan bitkin bir halde. Bu ara Athena Phaiakeli
erlerinin iline ve şehrine gitti; bunlar vaktiyle geniş Pyperie'de,
Kykloplar'a, bu son derece kendini beğenmiş erlere, komşu olarak
oturuyorlardı, Kykloplar Phaiakları zulm altında ezerek mallarını talan
ediyorlardı, çünkü güçte kuvvette onlardan üstün idiler. Onları oradan
tanrı benzeri Navsithoos kaldırarak, arpa ekmeği yiyen insanlardan
uzak, Skerie'ye götürüp yerleştirmişti; her yandan şehri surla çevirmiş,
evler bina etmiş, tanrılara tapmaklar dikmiş ve tarlaları üleştirmişti.
Ama ecelin hükmüne boyun eğip Hades'e ahret vardığından beri,
Alkinoos, tanrılardan ilham alarak, başlarına geçmişti. İşte gökgözlü
Athena bunun konağına gitti: Ulu gönüllü Odysseus'un sılasına çare
bulmak için.
Tanrıça, dosdoğru, çok bezenmiş odaya vardı ki, orada boybosça
ve güzellikçe ölümsüz tanrıçalara benziyen Nausikaa, ulu gönüllü
Alkinoos'un kızı, yatıyordu; eşiğinin iki yanında ise, Kharis'lerden
güzellik payı almış iki halayık yatardı, pırıl pırıl parıldayan kapılar ise
kapalıydı.
Tanrıça, rüzgârın soluğu gibi, kızın yatağına kadar sokuldu. Ünlü
gemi donatıcısı Dymas kızının suretini takınmıştı; bu çok hoşlandığı,
kendi yaşında bir arkadaşıydı, işte buna benzemiş olarak gökgözlü
Athena şöyle dedi:
— Nausikaa, anan seni niye böyle ihmalci yaratmış? Güzel esvapların,
bakımsız, şuraya buraya atılmış; düğünün ise yakında olacak.
Bunun için sen güzel giyinebilmelisin, düğünde yanında bulunacaklara
da güzel elbiseler vermelidir. Bir kızın adı iyiye böyle çıkar, sayın anası
ve babası da kıvanır. Hemen, tan ağarır ağarmaz, esvaplarını yıkamağa
götürelim; ben de gelir yardım ederim, iş çabuk bitsin, çünkü daha
uzun zaman bekâr kız kalacak değilsin, sanırım, ilimizde, soyundan
olan Phaiakların en ileri gelenleri seninle evlenmek için yarış ediyorlar.
Git, şanlı babana rica et, tan ağarmadan, katırları ve arabayı hazırlatsın,
kemerleri, peplosları, kirden, yağdan parlamış çarşafları götürsünler.
Senin de binip gitmen daha iyi olur, yayan gitmektense; çünkü
yunaklar şehirden çok uzaktır. Bunları söyledikten sonra gökgözlü
Athena çekildi, OIympos'a vardı ki, tanrıların devrilmez bengi sarayı
daima buradadır, derler: Onu ne rüzgârlar sarsar, ne yağmurlar basar,
ne de üstüne kar düşer, yalnız bulutsuz bir esir beyaz açıklığı ile doruğunu
kaplar, işte bu yüksekliklerde tanrılar bütün günlerini mutlu bir
dirlik içinde geçirirler. Gökgözlü tanrıça hanın kızına öğütleri verdikten
sonra işte buraya çekildi.
Az sonra parlak tahtına çıkan Şafak güzel tüllü Nausikaa'yı
uyandırıyordu; kendisini hayret içinde bırakan rüyasını sevgili anasına,
babasına anlatmak üzere konağın daireleri arasından geçti; onları
odalarında buldu. Ocağın bir yanında, annesi, oda hizmetçisi
kızlarla birlikte oturmuş, deniz erguvanisi yün sarılı örekeyi çeviriyordu:
Odadan dışarı çıkmak üzere olan babasının da karşısına geldi:
Öbür ünlü hanların toplantısına gidiyordu; şanlı Phaiaklar kendisini
derneğe çağırıyorlardı.
Nausikaa, sayın babasının yanında durarak şöyle dedi:
— Sevgili babacığım, benim için güzel tekerlekli yüksek arabayı
hazırlatmaz mısın? Kirli kirli durmakta olan çamaşırları dere başına
götürüp yıkamak isterdim. Bir kere, öbür hanlarla beraber derneğe gitmek
için sana lekesiz, temiz esvap gerektir; sonra, konakta beş sevgili
oğlun var: İkisi evli, üçü yetişkin bekâr delikanlı; onlar da yeni
142/431
yıkanmış çamaşır giyip dansa gitmek isterler. Bütün bu işlere bakmak
da bana düşmez mi?
Böyle demiş, babacığına kendi düğününden derneğinden söz
açmağa utanmıştı. Fakat maksadı anlıyan babası cevap verdi:
— Kızım, senden ne katırları ne de başka şeyleri esirgeyecek ben
değilim. Git, uşaklar güzel tekerlekli, yüksek arabayı koşsunlar, üst
tenteyi de taksınlar.
Böyle söyledikten sonra uşaklara emirler verdi, onlar da itaat ettiler:
Güzel tekerlekli katır arabasını çekip hazırladılar ve katırları
koştular; kız odadan çamaşırları getirtip güzel oymalı arabaya yükletirken,
annesi bir sepeti türlü tatlı yiyeceklerle donatmış, keçi derisinden
bir tulumu da şarapla doldurmuştu. Kız arabaya bindi; annesi
saf yağla dolu bir altın şişe uzattı: Yıkandıktan sonra kendisi ve
yanındaki kızlar Sürünsün diye. Kız kamçıyı ve sırmalı dizginleri eline
aldı; başlamak için kamçıyı bir şaklattı; katırlar gürültülü bir
yürüyüşle atıldılar, arabayı çekip kendisini ve çamaşırları götürüyorlardı.
Yalnız değildi: Halayıklar da beraber, yayan gidiyorlardı.
Güzel sularıyla akıp durmakta olan ırmağa yetiştiler; her
mevsimde dolu olan yunaklar oradaydı. Kayaların altından bol,
süzülmüş bir su kaynıyordu, en kirli çamaşırı temizlemeğe yeter de artardı.
Katırları çözüp arabadan çıkardılar, derenin çağlıyanları boyunca
salıverdiler, bal gibi tatlı çimenlerde otlamağa bıraktılar. Kızlar
çamaşırları arabadan kucaklayıp yağız suyun çukurlarına batırıyorlar
ve yarışarak yunaklarda bastırıyorlardı. Bütün bu kirli çamaşırları
yıkadılar, çalkadılar; deniz kıyısında, dalgaların ara sıra gelip yıkamış
olduğu çakılların üzerine dizi dizi serdiler. Kendileri de suya girip
yıkandılar, saf yağdan süründüler; sonra, çamaşır açık güneş altında
kurumakta iken, dere kenarında öğünlerini almağa başladılar. Kendisi
ve halayıkları doyduktan sonra, top oynamak için baş örtülerini attılar.
143/431
Ortalarında ak kollu Nausikaa Khoro'nun elebaşılığını ediyordu.
Okatıcı tanrıça Artemis, Teygeton veya Erumanthon dağları üzerinde
tepeden tepeye koşup yaban domuzlarını ve çevik geyikleri kovalamakla
eğlenirken, her yandan fırtına koparan Zeus'un kızları kır
Nympheleri sıçrayıp oynarken, anası Leto, kızının başı ve alnı ile
hepsinden üstün geldiğini görüp içi açılır: Hepsi de güzel iken
aralarında o kolayca seçilir; onun gibi, halayıklarının ortasında, bu ere
varmamış kız, boyca hepsinden üstün geliyordu.
Eve dönmek vakti gelip katırları koşmak ve temiz çamaşırları
katlamakla meşgul olurlarken, gökgözlü tanrıça Athena başka bir çare
düşündü ki, Odysseus uyanıp güzel gözlü kıza görünsün, o da onu
Phaiak erlerinin şehrine iletsin; Hanın kızı topu halayıklarından birine
atmıştı; top kızın elinden kaçıp çağlıyanlardan birine düştü! Kızlar
yüksek çığlıklar kopardılar, ve tanrısal Odysseus da uyandı; olduğu
yerde oturup aklı ile ve yüreği ile düşünüyordu:
— Eyvah bana! Gene hangi insanların memleketine gelmişim?
Her yandan kulağıma taze kız sesleri geliyor. Haydi, kendi gözlerimle
görüp anlamağa çalışayım.
Tanrısal Odysseus böyle düşünüp çalılar arasından çıktı.
Kuvvetli eliyle koyu yeşil bir dal kopardı, yapraklarıyla çıplak
erkekliğini örtmek için. Böylece ortaya çıktı:
Nasıl bir dağ aslanı kuvvetine güvenerek, gözlerinden kıvılcımlar
saçarak, yağmur altında ve rüzgâr arasında, gidip öküzlerin, koyunların
veya vahşi geyiklerin üstüne saldırırsa... aç karnın buyruğu bu!
Onun gibi Odysseus, çırçıplak olduğuna bakmıyarak, güzel belikli
kızlara doğru ilerledi: İhtiyaç onu o kadar zorluyordu.
Kızların gözlerine, tuzlu sudan hırpalanmış vücudu iğrenç ve
korkunç göründü: Birden şuraya buraya dağıldılar, deniz kıyısındaki
144/431
koylara kadar kaçtılar. Yalnız Alkinoos'un kızı ortada kaldı; yüreğine
bu cesareti Athena vermiş, elini ayağını titretmeden alıkoymuştu.
Odysseus'un karşısına dikildi. O ise düşünüyordu: Gidip bu güzel
gözlü kızın dizlerine mi sarılarak yalvarsın, yoksa olduğu yerden, uzaktan
tatlı sözlerle ondan çamaşır vermesini ve şehrin yolunu göstermesini
mi rica etsin? Böyle düşünerek uzaktan tatlı sözlerle yalvarmanın
daha faydalı olacağına hükmetti; gidip dizlerine sarılsa belki de kızın
sinirine dokunurdu:
Dizlerine kapanıyorum, sultanım! Tanrıça mısın, insan mısın?
Geniş göklerin sahipleri tanrılardan biri isen, bence, ulu Zeus'un kızı
Artemis olmalısın: Boyun bosun, görkün yürüyüşün, gözümde, tam
onunki gibi!... Yeryüzünde oturan ölümsüzlerden isen, üç kere mutlu
imişler sayın ananla baban, üç kere mutlu imişler kardeşlerin! Şüphesiz
içleri açılır, gözleri yüzleri güler, senin gibi bir güzellik dalının her
oyuna kalktığını gördükçe!... Hepsinden kat kat daha mutlu o ölümlü
kişi ki, zengin armağanlar saçarak seni alıp evine götürebilecek! Gözlerim,
erkekte, kadında senin eşini görmemiştir, baktıkça beni hayret
alıyor! Delos'ta, bir zaman, Apollo'nun tapınağında, böyle bir güzelliği,
göğe doğru yükselen bir hurma fidanında görmüştüm; oraya da gitmişliğim
var, çünkü; ve o seferde ardım sıra gelen yarenler de pek
çoktu; meğer sonunda başıma bunca belâlar gelmek kısmet imiş! İşte
o fidanın önünde uzun zaman hayran kalmıştım: Öyle güzel bir ağaç
yerin içinden nasıl yükselebilmişti! Bugün de senin önünde, ey kadın,
ağzım açık, durakladım; ve dizlerine sarılmak arzusundan müthiş
korkuyorum. İçimde zalim acılar var! Dün, yirmi gün süren bir seferden
sonra, yağız denizden yakayı sıyırabildim: Yirmi gün, kesilmeksizin,
dalgalar, korkunç fırtınalar, beni Ogygie adasından buralara kadar
sürüklemişti... Beni buraya atan tanrı belki de başka belâlar vermek
istemiştir, çünkü çektiklerimin sona erdiğini sanmıyorum: Tanrılar
daha çok çektirirler muhakkak. Şimdi sen merhamet eyle, sultanım!
145/431
Bunca cefadan sonra, ilk rasgeldiğim sensin; bu ilde ve bu şehirde
oturanlardan yalnız seni görmüş, tanımış bulunuyorum. Şehrin
yolunu tarif et bana; sırtımı örtecek bir eski pırtı bağışla; bir kılıf, bir
torba getirmişsen o da yeter bana. Sana da tanrılar bütün içinden
dilediklerini yersinler! Koca yurt, gönül birliği, bu en güzel şeyi ihsan
etsinler! yurtta barıştan daha değerli, daha iyi bir şey yoktur; karı-koca
arasında mutlu uygunluk kıskançları çatlatır, dostları sevindirir; karı-
koca da ancak bununla bahtiyar olur! Akkollu Nausikaa buna karşı
dedi ki:
— Yabancı, hiç de kötü veya aptal bir adama benzemiyorsun,
herhalde bilirsin ki Olympos'un sahibi Zeus insanların arasında bahtın
iyisini ve fenasını üleştirir, ve herkese dilediği gibi verir; sana o cefaları
vermiş ise sabır ile katlanmalı. Lâkin madem bizim şehrimize ve
toprağımıza gelmiş bulunuyorsun, ne çamaşırlar, ne de ihtiyaç içinde
kalmış bir yalvarıcıya verilmesi gereken başka şeylerden mahrum
kalmıyacaksın; şehre gitmek için kılavuzun ben olacağım. Halkımızın
adını da söyliyeyim: Bu şehirde ve bu yerlerde bizim Phaiaklar otururlar,
ben de ünlü Alkinoos'un kızıyım: Phaiakların gücünü elinde tutan
odur.
Bunun üzerine halayıklara seslenerek emretti:
— Kızlar, kalkın, gelin yanıma! Bir adam görmekle neye Öyle
kaçıyorsunuz? Yoksa onu bize düşman insanlardan mı sandınız?
Henüz doğmamıştır ve doğmayacaktır bu diyara düşmanlık getirecek
adam! Çünkü biz tanrıların çok sevgilileriyiz! Bir de biz çok dalgalı
denizin pek sapa bir bucağında yaşıyoruz; başka insanlardan bize gelip
karışan yoktur. Buraya düşen talihsiz bir gariptir ona yardım gerek;
çünkü garipler ve yoksullar Zeus'tan gelirler: Vergi az da olsa gönül
alır. Haydin, ona yıkanmış çamaşırlarımızdan bir harmani ile bir entari
verin; sonra, ırmakta, rüzgârdan kuytu bir yerde onu yıkayın.
146/431
Böyle dedi; kızlar da kalktılar, birbirlerine cesaret vererek, emrettiği
gibi Odysseus'u kuytu bir yere oturttular, önüne çamaşırlar,
harmani, entari de koydular, içinde saf yağ bulunan altın şişeyi de verdiler;
ve onu ırmağın akan sularında yıkamağa davet ettiler.
O zaman tanrısal Odysseus hizmet kızlarına dedi ki:
— Kızlar, siz az uzakta durun, tuzlu köpükler içindeki iki omuzumu
arkamı ben kendim yıkar, yağ ile ağarım: Çoktanberi de vücudum
yağ yüzü görmemişti. Ancak önünüzde yıkanamam: Güzel belikli
kızların karşısına geçip çırılçıplak soyunmaktan sıkılırım.
Böyle dedi; onlar da çekilerek hanımlarına bunları söylemeğe
gittiler. Ondan sonra tanrısal Odysseus ırmaktan su alıp sırtından ve
geniş omuzlarından tuzlu su köpüklerini yıkadı, başından hasatsız
denizin yapışkan kirlerini temizledi.
Bütün vücudunu yıkadıktan ve yağ ile oğduktan sonra ere
varmamış kızın vermiş olduğu elbiseleri giydi; ve Zeus kızı Athena onu
daha ulu, daha gösterişli kıldı, başından kıvırcık saçlarını sünbül gibi
lüle lüle alnına sarkıttı. Deniz kıyısına gelip1 uzakça bir yere oturduğu
zaman yüzünde güzellik parıldıyordu: Hanın kızı temaşasına dalmıştı;
neden sonra güzel belikli kızlara dedi ki:
— Akkollu kızlar, kulak verin sözüme: Olympos'un sahipleri tanrıların,
hepsinin, iradesi olmadan bu adam tanrısal Phaiakların
arasına karışamazdı. Az önce bana biçimsiz görünmüştü; şimdi ise
göklerin sahipleri tanrılara benziyor. Fakat, kızlar, misafire yiyecek,
içecek verin.
Böyle dedi ve kızlar acele emrine itaat ediyorlar, Odysseus'un
önüne yiyecek de içecek de getirip koyuyorlardı. O zaman, çarçabuk,
tanrısal Odysseus içti ve karnını doyurdu: Mihnetlere alışkın kahraman
kaç günden beri yemeğe, içmeğe oruçlu kalmıştı!
147/431
Bu ara akkollu Nausikaa başka şeyler düşündü: Güzel arabaya
katlanmış çamaşırları yükletmek, sert duynaklı katırları koşmak için
emir verdi; kendi de arabaya bindikten sonra Odysseus'a seslenerek
dedi ki:
— Haydi, konuğumuz, artık yola! Şehre gidelim, seni aydın
görüşlü babamın evine götüreyim; orada, inan bana, Phaiakların en
ileri gelenlerini görebileceksin. Yalnız dediğimi iyi anla, bana hiç de
zekâsız görünmüyorsun: Tarlalar, ekinler boyunca gittiğimiz müddetçe
kızların katırların, arabanın arkasından gel; hızlı yürümeli; yolun
kılavuzluğunu ben yapacağım. Yüksek burçlarla çevrilmiş olan şehre
gelince iki yanındaki güzel limanlar görünecek: Boğazları dar; iki
küpeşteli gemiler, her biri kunt bir siper altında olmak üzere sahilin
kenarına çekilmiş; burada taş ocağından çıkarılıp biçilen kaldırımlarla
döşeli dernek meydanının ortasında güzel Poseidon tapınağı vardır;
gene burada, kara gemiler için avadanlıklar: Halatlar, yelkenler yaparlar,
kürekler yontup parlatırlar; çünkü bizim Phaiakları yaylar oklar ilgilendirmez,
onların düşündüğü ancak direkler, kürekler ve neşe
içinde, köpüklü deniz üzerinde gezdiren denk yapılı gemilerdir. Bunların
tatsız dedikodularından kaçınmak isterim, çünkü aralarında
arkamdan kovculuk edecekler eksik değildir. Bunların bir kötü dillisi
bize rasgelse yeter! Buradan işitir gibiyim: «Nausikaa ile beraber giden
şu boylu boslu, yakışıklı yabancı da kim? Onu nerede bulmuş?
Kendine koca mı olacak? Yoksa kazaya uğramış bir yabancı gemiden
mi çıkarıldı? Nereden gelmiş olabilir, ki bizim hiç komşularımız yok!...
Belki de dua ettiği bir tanrıdır da dileğini yerine getirerek gökten inmiş,
onu, her zaman için, alacak! Kendi dolaşıp başka illerden bir koca
bulmuşsa, daha iyi ya! Çünkü Phaiaklardan çıkan namzetlerin hepsine
de yukardan bakardı: İstiyenler ise hem seçkin hem çoktu!» İşte böyle
söylenebilirler; ben bunlardan çok sıkılırım. Kendim de böyle hareket
edecek kızı kınarım: Anası babası varken, onlardan habersiz, evlenme
148/431
törenini beklemeden, gidip erkeklerle gezen bir kızı! Söylediğime iyi
kulak ver konuğum, babamın seni tezden memleketine yollamasını
istiyorsan. Bu yolun yakınında güzel bir kavaklık göreceğiz, orası
Athena ormanıdır, içinde bir su kaynar, ve etrafı çayırla çevrilmiştir;
orada babamın tam yetişmiş bir bağı vardır; şehre çok yakındır, bir ses
erimi kadar... Orada dur; biz şehrin içinden geçip babamın konağına
gelmek için geçecek kadar bir zaman bekle. Sonra, bizim artık eve
gelmiş olacağımızı hesap edeceğin zaman, şehre gel, Phaiaklardan
babam, ulu gönüllü Alkinoos'un konağını sor; bulması çok kolay; en
küçük bir çocuk bile gösterebilir; Bütün Phaiaklarm evleri arasında
kahraman Alkinoos'un konağına benziyeni hiç yoktur! Bir kere konağın
duvarlarım aşıp avlusunun içine girdin mi, hiç bir an bile kaybetme,
divanhanenin arkasından geçip doğru annemin yanına çık. Ateşin
ışığı içinde, arkası direğe dayanmış, oturup deniz erguvanisi yün sarılı
örekesini çevirdiğini göreceksin; görülecek şeydir onun yünü! Halayıkları
da orada olacak: Hep arkasında otururlar. Babam ise, arkası ışığa
dönük, bir tanrı gibi koltuğuna oturmuş, yudum yudum şarabını içer.
Durmadan önünden geç, git annemin dizlerine kollarını at, eğer tez
sılana kavuşmak istiyorsan.
Böyle dedi ve sırmalı kamçı ile katırları sürdü; hayvanlar da ırmak
kenarı boyunca koşup gidiyorlardı: Kâh dört nala, kâh yorga,
Nausikaa yayan gidenleri, halayıklarla Odysseus'u da düşünerek dizginleri
ve kamçıyı idareli kullanıyordu.
Güneş batarken ünlü ve kutsal Athena ormanı boyunca gidiyorlardı.
İşte burada tanrısal Odysseus durdu ve hemen ulu Zeus'un
kızına dua etti:
— Fırtınalar koparan Zeus'un kızı, Atrytone, duamı kabul et;
artık beni de dinlemek zamanı gelmiştir, çünkü geçmişle, Yeri sarsan
şanlı tanrı beni hırpalarken feryadıma hiç kulak asmamıştın.
149/431
Phaiakların beni dost olarak karşılamalarını ve bana acımalarını
yarlıga!
Böyle deyip dua ediyordu; Pallas Athena da duasını kabul etti.
150/431
ŞAN : VII
ODYSSEUS'UN ALKINOOS KATINA GİRİŞİ
Çok sabırlı tanrısal Odysseus orada böyle dua ederken Alkinoos
Hanın kızını katırların gücü şehre doğru götürüyordu. Babasının şanlı
konağına gelince dış dehliz önünde durdu; tanrılara benziyen
kardeşleri onu her yandan çevirerek katırları koşumdan çözdüler,
çamaşırları alıp içeriye taşıdılar. Kız ise kendi odasına gitti; bu ara
ihtiyar oda hizmetçisi Alpeiralı Evrymedusa ateşini yakıyordu; onu
vaktiyle iki küpeşteli gemiler Alpeira'dan getirmişlerdi; halk bunu
Alkinoos'a ganimet payı ayırmıştı, çünkü bütün Phaiakların hanıydı ve
bir tanrı gibi sözünü dinlerlerdi. Bu halayık konakta akkollu
Nausikaa'ya sütninelik etmişti; şimdi de ateşini o gelip yaktı ve içerde
yemeğini hazırladı. O ara Odysseus da kalkıp şehrin yolunu tutmuştu;
kendisini sevgi ile düşünen Athena etrafına koyu sis döküyordu: Ulu
gönüllü Phaiaklardan biri karşısına çıkar da incitecek lâf söyler ve kim
olduğunu sorar diye korkuyordu. Bu güzel şehre gitmek üzere iken
Gökgözlü tanrıça Athena önüne çıkıverdi: Elinde testi taşıyan bir genç
kız suretine girmişti. Önünde durdu ve tanrısal Odysseus sordu:
— Çocuğum, beni kahraman Alkinoos'un evine götürmez misin?
Bu memleket ahalisinin başkanı imiş. Ben çok çekmiş bir garibim;
buraya uzaklardan, deniz aşırı yerden geliyorum; bu şehrin ve bu
memleketin ahalisinden kimseyi tanımıyorum.
Buna karşı gökgözlü Athena şöyle dedi:
— Konuk babamız, sorduğun evi ben sana gösteririm:
Çünkü kusursuz babamın evine yakındır. Lâkin sen sessizce
arkamdan gel, ben yolun kılavuzluğunu edeyim. Kimsenin yüzüne
bakma ve bir şey sorma. Yabancıları burada iyi karşılamazlar, başka
yerden gelenleri muhabbetle konuklamazlar; bütün güvendikleri tez
yürüyüşlü gemileridir. Yeri sarsanın bir hediyesi olan bu gemilerle
büyük deryaları aşarlar. Gemilerimiz kanat kadar ve fikir kadar
çabuktur.
Böyle söyliyerek, Pallas Athena hızlı hızlı önden gidiyordu; o da,
arkadan tanrıçanın izleri üzerinden yürüyordu. Bu ara şanlı gemi
donatan Phaiaklar farkına varmadılar. Hayretle limanlara, denk yapılı
gemilere, dernek meydanında toplanmış erlere burç ve barularla
berkitilmiş yüksek surlara bakıyordu: Bunlar gerçek şaşılacak şeylerdi.
Hanın şanlı konağına geldikleri zaman, Pallas Athena, Gökgözlü
tanrıça söze başlıyarak dedi ki:
— İşte, konuk babamız, göstermemi dilediğin ev budur. Zeus'un
büyüttüğü hanları sofrada bulacaksın, içeri gir, ve yüreğinde hiç bir
korku olmasın; cesur adam daha iyi başarır her gördüğü işi; hele başka
yerden gelmiş olursa. En önce, konakta, Hanımın yanına git. Adı
Arete'dir, sanı da öyledir; han Alkinoos'u dünyaya getiren aynı anadan
babadan kendi de doğmuştur.
İlk önce Yeri sarsan Poseidon ile kadınların en güzeli
Periboia'dan Nausithoos dünyaya geldi; Periboia azametli Devlerin
ham ulu gönüllü Eurymedon'un en küçük kızıydı; bu han azgın budununu
mahvetti, kendi de mahvoldu Poseidon'un Periboia ile
birleşmesinden doğan Nausithoos Phaiaklara han oldu; onun da iki
oğlu: Alkinoos ile Reksenor dünyaya geldi; lâkin Reksenor güvey girdikten
sonra, konakta, gümüş yaylı Apollon'un vuruşları altında oğulsuz
helak olmuştu; yalnız bir kızı; Arete kalmıştı; Alkinoos Arete'yi
kendine eş kıldı ve ona şeref verdi, öyle ki yer yüzünde bir çatı ve bir
koca hükmü altındaki kadınların hiç biri böyle bir şerefi görmemiştir.
Sevgili çocukları ve onlar kadar han Alkinoos'un kendisi Arete'yi
candan sayarlar; bütün halk da, şehrin içinden o geçerken, bir tanrıça
152/431
imiş gibi, gözlerini ona çevirirler ve alkışlarla saygılarını gösterirler...
Onda hiç bir zaman iyi niyetler eksik değildir; iyilik severliği, erkekler
arasındaki çekişmeleri de dağıtır. Eğer o, yüreğinden, sana iyilik
dilerse ümit edebilirsin ki sevdiklerine kavuşasın, yüksek tavanlı evine
ve atalarının yurdu olan yere dönesin.
Böyle söyleyip Gökgözlü Athena hasatsız denize doğru uçtu, sevgili
Skerie'den ayrılarak Maraton'a vardı, geniş caddeli Atina'ya
gelerek Erehteus'un sağlam yapılı evine girdi.
Bu ara Odysseus Alkinoos'un şanlı konağına doğru yürüyordu.
Tunç eşiğin önünde yüreği büyük heyecan içinde idi, çünkü ulu
gönüllü Alkinoos'un yüksek tavanları altında güneşle ayın ışıltısı parıldardı!
Eşiğin iki yanında tunç duvarlar içerilere uzanıyordu; bunların
mavi mineden frizleri vardı. Kalın duvarda açılmış olan kapılar
altından, tunç eşiğin iki yanındaki söğeler gümüştendi; kapının gümüş
lentası altındaki tokmak altındandı; iki yanda duran gümüşten ve
altından iki köpek Alkinoos'un kapısını beklemek için ustalıkta ünsalmış
Hephaistos'un elinden çıkmıştı.
Duvarlar boyunca, iki yandan, koltuklar bir sıra üzerine dizilmişti,
eşikten iç bucağa kadar; üstlerine kadınların eliyle dokunmuş
ince örtüler yayılmıştı; işte Phaiak hanları burada dernek kurarlardı.
Altından genç oğlan heykelleri, güzel ayaklılar üzerine dikilmiş,
ellerinde tutuşmuş çıralar tutarak geceleri divanhanedeki davetlileri
aydınlatırdı. Konakta elli halayık vardı: Bir kısmı elma yüzlü buğdayı
değirmen taşı altında öğütüyor, bir kısmı da tezgâhlarda bez dokuyor,
kavağın tepesindeki yapraklar gibi dönen örekeleri çeviriyordu, ince
bezlerden de saf zeytin yağı süzülüp damlardı. Phaiakların erkekleri
bütün insanlar arasında tez yürüyüşlü gemileri ile sefer etmede usta
oldukları kadar kadınları da tezgâhta hünerli idiler; çünkü Athena onlara
güzel elişleri başarmak, ve uslu akıllı olmak erdemini vermişti.
153/431
Avlunun dışında ise, kapılara yakın, dört dönümlük büyük bir bağ
vardı, her yandan çitlerle çevrilmiş; burada yüksek yemiş ağaçları
yetişmişti: Armut, nar ve parlak meyvalı elma ağaçları, tatlı incir ve
yemyeşil zeytin ağaçları; bunların yemişleri hiç bozulmaz ve eksilmezdi:
Yıl boyunca, yaz ve kış; ara vermeksizin esen Zephyros
bunların bazılarına yaprak ve çiçek açtırırken bazılarının da yemişlerini
oldurur: Kuruyan armut üzerine taze armut, elma üzerine elma,
salkım üzerine salkım, incir üzerine incir yetişirdi. Ötede çok yemişli
asmalar kök salmıştı, bazısına güneşlik çardak kurulmuştu: Bunun
üstünde, güneş altında, salkımlar kuruyor, daha ötede açık düz yerde
yetişenler devşirilip sıkılıyordu. Asmalardan yeni çiçek dökenler,
salkımları yeşil koruk halinde olanlar ve olgunlaşıp kızaranlar da
vardı. Daha ötede, bağın öbür ucundaki bostanda, sanatla, yıl boyunca
türlü sebzeler yetiştirilirdi. İçinde iki çeşme vardı; birinin suları bütün
bahçeyi dolaşırdı; öbürü avlu eşiğinin altından aşıp büyük binanın
önünde kaynardı; bütün şehir halkı buradan su almağa gelirdi.
Alkinoos'un konağına tanrılar böyle parlak armağanlar vermişlerdi.
Burada durup seyre dalmıştı çok sabırlı tanrısal Odysseus.
Bütün bunlara hayran hayran baktıktan sonra, hızlı hızlı eşikten geçip
evin içine girdi, orada Phaiak hanlarını ve danışmanlarını, sağrakları
ellerinde, akışıklı Haberciye saçı kılmakla meşgul buldu: Yatmağa gitmeyi
düşünürken, en son bu tanrıya saçı kılmak âdetleri idi.
Bu ara, Divanhaneden içeri giren çok sabırlı tanrısal
Odysseus'un üzerine Pallas Athena koyu sis saçıyordu: Arete'ye ve han
Alkinoos'a doğru ilerledi, kollarını Arete'nin dizlerine kor komaz tanrısal
buğu dağıldı ve bütün hazır olanlar bu adamı görünce sustular,
hayret içinde ona baktılar. Odysseus yalvarıyordu:
— Tanrı eşi Reksenor'un kızı Arete! Ey ulu gönüllü Alkinoos'un
ismetli haremi! Senin dizlerine kapanmağa ve kocana sığınmağa
154/431
geldim, çok çektikten sonra! davetlilerinize de sığınmağa geliyorum.
Tanrılar onlara kutlu dirlik versin ve hepsi, ayrı ayrı kendi konaklarındaki
varlıkları ve halktan gördükleri saygıyı çocuklarına miras
bıraksınlar! Beni de siz, tezden, vatanıma ulaştırın, çünkü bunca
zamandan beri, sevdiklerimden uzak, mihnetler çekmekteyim!
Böyle diyerek, ateşin yanında, ocağın kenarındaki küllerin
üstüne oturdu; ve cümlesi sükût içinde duruyorlardı. Neden sonra,
ihtiyar kahraman Eheneos, Phaiak erlerinin en yaşlısı, söze başladı:
Söz söylemede hepsinden üstündü. Çok da eski şeyler biliyordu. O
hepsinin iyiliği için söz alıp dedi ki:
— Alkinoos, iyi bir şey değildir, sana da yakışmaz: Garip yerde,
ocağın kenarındaki küllerin içinde otursun. Herkes senin ne diyeceğini
bekliyerek susmaktadır... Haydi, garibi yerden kaldır, gümüş çivili
koltuklarından birine oturt, sonra çavuşlara emret, şarap karsınlar:
Gene yıldırım savuran Zeus'a saçı kılalım ki, sığınıcılara yoldaşlık eden
odur. Övününü de konuğa kâhya kadın içerdeki ihtiyat yiyeceklerden
versin.
Bunları işitir işitmez Kutsal Şehamet Alkinoos Han aydın
düşünüşlü, çok görgülü Odysseus'u elinden tutup ocağın kenarından
kaldırdı, parlak bir koltuğa oturttu: Bunun için yanında oturan çok
sevdiği oğlu cesur Laodamas'ı yerinden kaldırdı. Bir halayık getirdiği
altın ibrikten gümüş leğen içine su dökerek konuğa ellerini yıkattı; ve
önüne oymalı bir masa çekti; sayın kâhya kadın ekmeğini getirip
önüne koydu, hazır yemeklerden de bol bol ikram etti. Bunun üzerine
çok çekmiş tanrısal Odysseus da içti ve yedi.
Bu ara Büyük Şehamet Alkinoos Han Pontonoos çavuşa dedi ki:
155/431
— Sebuda şarap karıp divanhanede hazır olanların cümlesine
dağıt. Yıldırım Savuran Zeus'a saçı kılalım ki, sayın sığınıcılara
yoldaşlık eden odur.
Böyle dedi ve Pontonoos sebuda, balı andıran şarabı karıp
herkese sağraklarla dağıttı; ondan sonra tanrıya saçı kıldılar ve canları
istediği kadar içtiler...
Odysseus yiyip, içip keyfini yerine getirdikten sonra Alkinoos
söze başlayıp dedi ki:
— Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! Göğsümün içinde
gönlümün emrettini söyliyeyim: Yediniz, içtiniz, şimdi de evlerinize
yatmağa gideceksiniz; lâkin yarın, tan ağarınca, ihtiyarların daha
çoğunu çağırarak, konakta garibi ağırlıyalım; tanrılara güzel kurbanlar
sunalım, sonra da uğurlamak işini konuşalım, ta ki konuğumuz, emeksiz
sıkıntısız, atalarının yurdu olan yere, gecikmeden, sevinerek dönsün;
yeri ne kadar uzak olursa olsun, seferde hiç bir belâya, cefaya
uğramasın, memleketine ayak basıncaya kadar. Artık orada, anası
doğururken kısmeti eğiren sert Moiralar ona ne eğirmişlerse o başına
gelir! Belki de kendisi gökten inen bir tanrıdır; belki de bunda tanrıların
bir kurduğu vardır; çünkü geçmişte çok defa, bize tanrıların
apaçık göründüğü olmuştur: Şanlı yüzlük kurbanlar sunduğumuz
zamanlarda ziyafetimize karışıp yanımızda oturdukları görülmüştür.
Issız yol üzerinde, bizden birine rastladıkları zaman da kendilerini gizlemezler:
Çünkü biz, onlarla hısımız, tıpkı Kykloplar gibi, yabani Dev
boyları gibi.
Buna karşı çok görgülü Odysseus dedi ki:
— Alkinoos Han, aklına böyle bir şey getirme: Benim geniş göklerin
sahipleri ölümsüzlerle, ne boy boşça, ne varlıkça, benzer yerim
yoktur; ancak ölümlü insanlardan biriyim; en büyük belâlara uğramış
156/431
insanlardan bildikleriniz kimler ise, işte talihsizlikte ben onlarla beraberim;
benden en büyük cefaların hikâyesini işitebilirsiniz, çünkü
tanrıların bütün gazapları üstüme çökmüştür. Fakat şimdi bırakın da
karnımı doyurayım ve o eski büyük mihnetler bir yanda dursun!
Çünkü şu hain karından daha alçak bir şey yoktur: Daima onun hükmü
altındayız; o, kendisini asla unutturmaz, en zalim kaygılar ve en
büyük yas içinde de olsak. Ben de şimdi candan yaslıyım, fakat karnım
ara vermeksizin «ye, iç» diye emrediyor, bütün çektiklerimi unutturup
«doyur beni» diye haykırıyor!..
Sizler, en tezden, tan ağarır ağarmaz, çok çekmiş bir talihsizi
vatanına uğurlayın; varsın daha başka cefalar çekeyim, ancak varlığım
yok olmadan bir kere daha göreyim.
Böyle dedi: hepsi de garibi alkışladılar ve memleketine yollamağa
karar verdiler, çünkü gereğince söz söylemişti.
Bunun üzerine tanrılara saçı kıldılar ve canları istediği kadar
içtiler; sonra yatmak üzere ayrı ayrı evlerine çekildiler.
Divanhanede tanrısal Odysseus kalmıştı; yanında Arete ile tanrıya
benzer Alkinoos oturuyordu, halayıklar ise sofradan boş kapları
kaldırıyorlardı... Akkollu Arete söze başladı, çünkü Odysseus'un
üstündeki entariyi ve harmaniyi görüp tanımıştı: bunlar kendisinin
halayıkları ile birlikte yapmış olduğu güzel esvaplardan idi. Şimdi ona
seslenerek kanatlı sözler söyledi:
— Ey Garip, senden en önce şunu öğrenmek isterim: kimsin,
hangi insanlardansın?.. Ya üstündeki esvapları kim verdi? Denizde
kazaya uğrayıp buraya düştüğünü söylemedin miydi?
Ona karşı çok görgülü Odysseus şöyle dedi:
— Hepsini birer birer hikâye etmek çok güç, Sultanım! çünkü
göklerin tanrıları bana pek çok kaygılar vermişlerdir; ancak sorduğun
157/431
ve anlamak istediğin için sana cevap vereceğim: Buradan çok uzakta
deniz ortasında, Ogygie adlı bir ada vardır, orada Atlas'ın düzenbaz
kızı güzel belikli Kalypso oturur: korkunç tanrıça; kimse, ne tanrılardan
ne de ölümlü insanlardan, onunla ihtilâl etmez; ben talihsizi,
yapyalnız, tanrılardan biri onun ocağına düşürdü; çünkü Zeus,
akyıldırımı ile, yağız denizin ortasında, tez yürüyüşlü gemimi çarpıp
parçalamıştı; orada cesur yarenlerimin hepsi öldü; ben iki küpeşteli
gemimin omurgasına kollarımla sarıldım, dokuz gün böyle su üzerinde
kaldım; onuncu gün, karanlık gece basınca tanrılar beni, Kalypso'nun
Ogygie adasına attı; korkunç tanrıça beni yanına aldı, dostluğu ile
ağırladı; beni besledi, ve bana ölümsüzlük, tükenmez gençlik vadetti;
fakat hiç bir zaman göğsümün içinde gönlüm razı olmadı. Orada, tam
yedi yıl kaldım, göz yaşlarımla Kalypso'nun verdiği tanrısal çamaşırı
ıslatadurdum. Sekizinci yıla basınca, ister Zeus buyurmuş ister onun
gönlü değişmiş olsun, ansızın kendi gelip beni yola çıkmağa davet etti.
Beni derme çatma merteklerden bir sala bindirdi; çok şeyler: bol bol
ekmek, tatlı şarap verdi, tanrısal çamaşır giydirdi; arkamdan da uygun
ve ılık bir rüzgâr estirdi.
On yedi gün açık deniz üzerinde sefer ettim; on sekizinci gün, nihayet,
sizin gölgeli ormanlık tepeleriniz gözüktü; içimde talihsiz gönlüm
sevinç duydu. Lâkin kısmetimde Yeri sarsan Poseidon'un
göndereceği daha bir çok felâketler varmış! Yolumu kapamak için
üstüme rüzgârları saldıran bu tanrı dil ile anlatılmaz bir fırtına kopardı.
Boşuna inliyordum: dalga beni saldan dışarıya fırlattı; sonra
onu da kasırga darmadağın etti; yüzmeğe başladım, ve engin deniz
üzerinden yolumu açtım, tâ beni götüren su ile rüzgâr sizin kıyılarınıza
atıncaya kadar... Karaya ayak basmak üzere iken, bütün gücüyle bir
dalga, can acıtıcı bir yerde, beni büyük bir kayanın üstüne fırlattı...
Tekrar denize dönerek yüzmeğe koyuldum, yüze yüze bir ırmağın
ağzına geldim; burası bana çok uygun göründü; düz, kasırga ve
158/431
rüzgârdan kuytu. Sudan dışarıya çıkarak, yüreğimin takatini topladım:
tanrısal gece de gelmişti. Tanrılardan kaynak alan ırmaktan çıkıp
kıyıdan uzaklaştım, bayırda çalılar arasında kuru yapraklardan düzenlediğim
bir yatak içine uzandım; tanrı gözlerime tükenmez bir uyku
döküyordu. Orada yapraklar içinde, çok kaygılı gönülle, bütün gece uyudum;
şafak söktü, öğle oldu, güneş dönüyordu ve beni ancak o zaman
tatlı uyku bıraktı. Halayıkları ile, kumlukta, kızınızın oyun seslerini
duydum: onların ortasında bir tanrıçaya benziyordu. Kendisine sığınıp
yalvardım. Ne kadar büyük bir ağırbaşlılık gösterdi: doğrusu o yaştaki
bir genç kızdan umulmaz derecede. Çok defa, gençler hoppa olur! O
bana bol bol ekmek, yanık yüzlü şarap verdi; ırmakta yıkattı ve
gördüğün çamaşırları ihsan etti... İşte gönlümün kaygısı içinde sana
her şeyi olduğu gibi söyledim.
Buna karşı Alkinoos söz alarak şöyle dedi:
— Konuğum, benim kızım ödevim gereğince anlamamış; seni,
halayıkları ile beraber, alıp evimize getirmemiş! halbuki sen en önce
ona sığınıp yalvarmıştın.
Buna karşı çok görgülü Odysseus cevap verdi:
— Kahramanım, bunun için kızını azarlama. Kendisi karavaşların
arkasından gelmemi söylemişti; ben razı olmadım; korkuyor
ve çekiniyordum: Belki de beni görünce yürekten öfkelenirsin diye.
Çünkü biz insan oğulları, yer yüzünde çabuk kuşkulanan mahlûklarız.
Ona karşı Alkinoos cevap verdi:
— Hayır, konuğum, hiç bir zaman göğsümde aziz yüreğim böyle
boş yere kızmış değildir; her işte ancak hakka riayet ederim. Keşke
Zeus baba, Athena ve Apollon vereydi de, senin gibi yakışıklı ve benim
kadar düşünüşlü bir adam kızımı alaydı ve yanımızda kalıp kendisine
güveyim diyebileydim! Ben sana ev de mallar da verirdim: tek sen
159/431
burada kalmağa razı ol. Ama rızan olmadıkça, Zeus baba esirgesin,
seni hiç bir Phaiak zorla alıkomaz. Seni uğurlamak gününü de, emin
olasın diye, şimdiden tayin ediyorum: yarın olsun! Sen yorgun argın
uzanıp uyumakta iken, bizim uşaklar, güzel havadan faydalanarak,
seni ata yurduna, canın nereye isterse, iletiverecekler. İsterse şu
Euboie denilen ada olsun ki bizimkilerden onu görmüş olanlar denizin
öbür ucundadır diyorlar: sarı Radamanthos Yer'in oğlu Tityos'u ziyaret
etmek istediği zaman, onu bir günde, yorulmadan, oraya götürüp geri
dönmüşlerdi. Kendin de görüp anlıyacaksın ki benim gemilerimin
üstüne gelecek gemi yoktur, ve bizim uşaklar kürek çalıp denizi
köpürtmede birincidir.
Böyle dedi; çok sabırlı tanrısal Odysseus da sevinerek dua etti:
— Zeus baba, sen ihsan eyle de Alkinoos han bütün dediklerini
yerine getire! Onun adı sanı bereketli yeryüzünde bengi olsun! Bana
da atayurduma kavuşmak kısmet olsun!
Onlar böyle birbiriyle konuşmakta iken, akkollu Arete halayıklara
emir vermişti ki, dehlize bir sedir koysunlar, en güzel erguvan
çarşaflardan yaysınlar, üstüne nalçalar ve en üste yün keçeler sersinler.
Kızlar da, ellerinde tutuşmuş çıralar, divanhaneden çıktılar. Çarç-
abuk kaba bir döşek hazırladıktan sonra, geri dönüp Odysseus'u
yatağa davet ettiler:
— Kalk, konuk babamız, kendini dinlendir; yatağın hazır! dediler.
Bir yatağa girip uyumak, ne mutlu şey!
Çok sabırlı tanrısal Odysseus yankılı dehlizde oymalı yatağa uzanırken,
Alkinoos da yüksek konağının öbür bucağında yatmağa gitmişti.
Eşi Arete Hatun yatağını döşeğini hazırlayıp kendi de yanına
yattı.
160/431
ŞAN : VIII
PHAİAKLARIN KABUL TOPLANTISI
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
Kutsal Şehamet Alkinoos Han yatağından fırladı; gene bu ara Zeus
soyu şehirler talancısı Odysseus da kalktı..
Kutsal Şehamet Alkinoos öne geçerek, Phaiakların, gemilerinden
uzak olmıyan dernek meydanına gidildi. Buraya erişince cilâlı taştan
kürsüler üzerine yan yana oturdular. Bu ara Pallas Athena, aydın
görüşlü Alkinoos'un çavuşlarından birinin suretini takınarak şehrin
içinde dolaşıyor, herkesin yanına sokulup haberi yetiştiriyordu:
— Haydin, Phaiakların hanları ve danışmanları, dernek meydanına
gidin! Aydın görüşlü Alkinoos'un konağına yeni gelen
yabancıyı göreceksiniz: denizlerde maceralar geçirmiş biri! Boyda
bosta tanrıların eşi!
Böyle diyerek herkesin yüreğinde merak uyandırıyordu. Çarç-
abuk, her iki meydanın bütün oturacak yerleri toplantıya gelenlerle
doldu. Çoğu aydın görüşlü Laertes oğlunu görüp hayran kalıyordu,
çünkü Athena başından ve omuzlarından aşağı tanrısal bir güzellik
döküyordu. Onu daha boylu ve daha güçlü gösteriyordu, ta ki bütün
Phaiaklar beğensinler, saysınlar ve Odysseus'u hangi yarışlarda sınamak
isterlerse çoğunda galip gelerek yüreklerine korku da salsın! Bunlar
toplanıp dernek tamam olunca Alkinoos söz alıp cümleye şöyle
söyledi:
— Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! Bu garip kim
olduğunu bilmiyorum, denizde kaza geçirerek benim evime sığınmış
bulunuyor: ister Doğu, ister Batı illerinden olsun, memleketine dönmek
için bizden acele ve emin yardım diliyor. Biz de, geçmişteki
âdetimiz üzre, kendisini uğurlamanın çaresine bakalım. Benim evime
birisi sığınsın da uzun zaman kaygı içinde beklesin dursun, buna asla
razı değilim. Hemen tanrısal denize, ilk seferine çıkacak bir kara gemi
indirilsin. Halk arasından denizcilikte birincilikleri sınanmış elli iki
uşak seçilip ayrılsın, hepsi gemide yerlerini alıp küreklerini iskarmozlara
bağlasın; sonra gemiden çıkıp bizim konağa gelsinler. Gider
ayak bir şölen tertip edilecek: bütün harçlar benden... Gençlere söyleyeceğimi
bitirdim. Şimdi, diğer asa sahibi hanlar, siz de hep bizim
güzel konağa gelmelisiniz, konuğu hep birlikte Divanhanede ağırlarız.
Kimseden özür dilemem. Tanrısal Ozan Demodokos'u da çağıralım:
onda, doğrusu, sesle büyülemek erdemi tanrı vergisidir: yüreğinden
hangi nağme kopsa üstüne gelecek yok!
Böyle dedikten sonra öne geçip yürüdü; arkasından asa sahibi
hanlar geliyorlardı. Bir çavuş ise tanrısal ozana koştu. Elli iki uşak da,
hanın buyurduğu gibi, ayrılıp hasatsız denizin kıyısına gitti.
Bunlar denize ve gemilere ulaşınca, kara gemiyi derin suya indirdiler,
sonra direk diktiler, yelken de taktılar kara gemiye; kürekleri
kayışlara ıskarmozlara bağladılar; sefere hazır, koyda demir attılar;
sonra aydın görüşlü Alkinoos'un büyük konağına geldiler; her yer: divanhaneler,
sofalar, odalar hıncahınç doldu.
Onlar için Alkinoos on iki koyun, beyaz dişli sekiz domuz ve paytak
yürüyüşlü iki sığır kurban kestirmişti; kurbanların derilerini
yüzmüşler ve en sevimli bir şölenin hazırlıklarına başlamışlardı.
Çavuş gecikmeden geldi, şanlı ozanı elinden yederek getirdi.
Muz bu çok sevgilisine bir iyilik bir de fenalık etmişti: gözlerini karartmıştı
lâkin ona tatlı ses ihsan etmişti. Pontonoos, ozan için, davetlilerin
ortasında, gümüş çivili bir koltuk getirip yüksek direğe dayadı;
ahenkli kopuzunu başının üstündeki çengele astı, elleriyle nasıl
alabileceğini tarif etti, sonra önüne güzel bir masa çekti; üstüne ekmek
162/431
sepetini ve şarap sağrağını koydu, canı istedikçe yiyip içsin diye. Bu
ara, önlerine konmuş olan seçme yiyeceklere ellerini uzatıyorlardı.
İçip yiyip iştihalar yatıştıktan sonra, Musa'nın ilhamı ile ozan
erlerin şanlı destanlarından okumağa başladı: şöhreti o zamanlar göğe
kadar yayılmış olan bir menkabe seçmişti: Odysseus ile Peleus oğlu
Akhilleus arasında, tanrılara sunulmuş parlak bir şölen ortasında, kopan
çekişmeyi okuyordu; onlar müthiş sözlerle atışırken erler başkanı
Agamemnon, içinden Akhai hanları arasına düşen fitneye seviniyordu;
çünkü bir gün, tanrısal Putho tapınağının taştan eşiğini aşarak kâhine
sorduğu zaman, Phoibos Apollon'un ettiği kehanet şimdi hatırına
geliyordu; Meğer gerek Troialıların gerek Danaosluların başına gelecek
felâket, daha o zaman hazırlanıyormuş, ulu Zeus'un dileğiyle!, işte
şanlı ozan bunları okuyordu, ve bu ara Odysseus güçlü elleriyle erguvan
harmanisini tutup başının üstüne kaldırmış, güzel yüzünü örtmüştü:
çünkü gözlerinden yaş aktığını Phaiakların görmesinden
sıkılıyordu. Tanrısal ozan destanı her kestikçe o da gözlerini siliyor,
harmanisini başından atıyor ve iki kulplu sağrağı ile tanrılara saçı
kılıyordu; lâkin Phaiak hanları sözlerinden büyülendikleri ozanı destana
davet edip o da okumağa her başladıkça, Odysseus gene başını
örterek ağlıyordu.
Herkesten yaş döktüğünü gizliyebilmişti, yalnız Alkinoos, yan
yana oturdukları için, farkına varmış ve derin hıçkırıklarını işitmişti.
Hemen usta kürekçi Phaiaklara seslenerek dedi ki:
— Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! sofradan hepimiz
payımızı alıp keyfimizi yerine getirmiş, şölenin parlak arkadaşı olan
sazdan da faydalanmış bulunuyoruz; şimdi de çıkalım, yarışlara
başlıyalım!
163/431
Böyle dedikten sonra öne geçip yürüdü, öbürleri de arkadan
geliyorlardı. Çavuş ahenkli kopuzu çengele astı, Demodokos'u elinden
tutup yederek konaktan dışarı çıkardı;
Phaiak hanlarının yarışları seyretmek için tuttukları yolda ona
kılavuzluk ediyordu. Dernek meydanına gelindi: binlerle halk
arkalarından geliyordu.
Hazır olan gençler çoktu, hepsi de ululardandı; hemen yarışa
kalktılar. Akroneos, Okyalos, Elatreus, Nauteus, Prymneus, Anhialos,
Eretmeus, Ponteus, Proreus, Toon, Anabesineos, Anfialos{8}
, Polyneos
oğlu Tektonides, adam tepeler Ares'in eşi Eurylaos ve Naubolides ki,
boyda bosta, bette benizde rakibi yoktu; yalnız Laodamas, bütün Phaiaklar
arasında ondan üstündü. Şanlı Alkinoos'un her üç oğlu yarışa
kalktı. Laodamas, Halios ve tanrı eşi Klytoneus.
En önce yaya koşusunda yarıştılar: pistin başında yol açıldı ve
hepsi birden hızla atıldılar, ovayı tozu dumana boğdular; şanlı
Klytoneus koşuda rakipsiz birinci geldi: Nadasta katır çifti {9} ne kadar
ilerde bulunursa halkın önüne geldiği zaman ötekiler o kadar geride
kalmıştı. Sonra güçlü bir güreş oldu: bunda da Evryalos bütün
pehlivanların sırtını yere getirdi. Atlamada ise Amphialos hepsini
geçti. Disk atmada yenen Elatreus oldu; yumruk güreşinde
Alkinoos'un yiğit oğlu Laodamas.
Atlet oyunları ile herkesin keyfi yerine geldikten sonra
Alkinoos'un oğlu Laodamas cümleye seslendi:
— Haydin, şimdi, dostlar, bir de konuğumuza soralım: bildiği
sevdiği bir oyun var mıdır? Vücudunun yapılışı hiç de fena değil: şu
butlara, baldırlara, şu iki kola, güçlü enseye, geniş göğüse bakın:
yiğitliği yerinde kalmış! yalnız çok cefadan hırpalanmış. İnanın bana,
164/431
vücudu harap edecek denizden daha zalim bir şey yoktur, en güçlü
kuvvetli insan bile olsa.
Buna karşı Evryalos söz alarak dedi ki:
— Laodamas, bu sözü tam gereğince söyledin. Şimdi de kendin
gidip davet et, ne düşündüğümüzü anlat.
Bunu işitince, Alkinoos'un yiğit oğlu kalktı ve ortaya gelip
Odysseus'a dedi ki:
— Haydi şimdi, konuk babamız, sen de yarışa kalk! hangi oyunda
idmanlı isen, bunların acemisi görünmüyorsun! Hayatta er için
en büyük şan da budur bacaklarını kollarını oynatabilmek! Haydi, bir
dene; içinden kaygıları at. Sefere çıkman da, işte hiç gecikmiyecek:
gemi suya indirilmiş, tayfa da hazır!
Buna karşı çok görgülü Odysseus şöyle dedi:
— Laodamas, niçin böyle alay ederek bana bunları söylüyorsun?
Gönlüm oyundan ziyade kaygılara kapılıyorsa, geçmişte çok geçirmiş,
çok çekmiş olduğundandır! Şimdi, sizin derneğiniz içinde, ancak
sılamı umuyorum, handan ve bütün halktan yalvardığını ancak budur.
Buna karşı Evryalos kıracak yolda söz söyledi:
— Sende, konuğumuz, erlerin rağbet ettiği oyunlardan anlıyan
adam hali, ama asla, görmüyorum. Çok kürekli gemilere sık sık binmiş
isen birtakım alışverişçi gemicilerin başı olarak binmişsindir;
düşündüğün hep yükletilen malların kaydını tutmak, ticaretten...
talandan kazançlarını hesaplamak olmuştur; yoksa bir pehlivana hiç
benzemiyorsun!
Buna karşı çok görgülü Odysseus, onu yukardan süzerek dedi ki:
165/431
— İyi söz söylemedin, konuklayanım, sen kendini fazla beğenmiş
bir adama benziyorsun. Görülüyor ki tanrılar bütün erdemleri birden:
vücut yakışıklılığını, akıllılığı, güzel söylemeyi aynı adama hemen hiç
bir zaman vermiş değildir; bayağı bir çehre birinin nasibi olabilir, ama
tanrı ona öyle bir dil ihsan eder ki, görenlerin gönlü açılır: o, emniyetle,
tatlı bir nezaketle söyledikçe toplanmış halk hayran kalır; şehrin
sokaklarında dolaştıkça bir tanrıymış gibi seyrine dururlar. Başkası ise
güzellikte ölümsüzlerin eşi olur, fakat söz söylemek erdeminden hiç
pay almamıştır. Sen de öylesin: teninde öyle tanrısal bir güzellik var ki
tanrılarda bile bunun ötesi olamaz; ancak akıldan yana kofsun.
Göğsümün içinde yüreğimi kabarttın yakışıksız lâflarınla! Ben
pehlivanlık oyunlarının acemisi değilim, senin zannettiğin gibi.
Gençliğim varken, kollarım güçlü kuvvetli iken ben de birincilerdendim.
Şimdi yoksulluğun ve kaygıların elinde tutsağım: uzun, çok
uzun zamanlar cefa çekmişim, karada erlerle dövüşerek, denizde
dalgalarla savaşarak... Ama, böyle de olsun, bunca çektikten sonra da,
yarışlarınıza kalkmağa hazırım: gönlümü ısıran sözler söyledin, bana
meydan okudun, çünkü!
Bunun üzerine, harmaniyesini bile çıkarmadan, atılıp bir disk
aldı: en büyüğünü, en kalınını seçmişti; Phalakların yarıştıkları disklerin
hepsinden çok daha ağırdı. Bir kere çevirdi ve taş vızlıyarak güçlü
elinden fırladı, bu fırlayış önünde yere kadar eğildiler. Phaiaklar, uzun
kürekli, ünlü denizci erleri ve disk, elinden çıkmasıyla beraber, hepsinin
nişanlarını aşmış, geçmişti. Athena, halktan birinin suretine
girerek, diskin nişanını koydu ve söz söyliyerek şöyle dedi:
— Yabancı, bir kör bile elinin yordamı ile, nişanı fark edebilir,
çünkü öbür nişanların kalabalığına hiç karışmamış: hepsinden çok
ilerde! Bu yarışta, sen ümidini kavi tut: Phaiakların hiç biri geçmek
değil ya yetişemez bile.
166/431
Böyle dedi, ve çok sabırlı Odysseus'un gönlü açıldı, stadyumda
onun tarafını tutan bir dostun bulunduğuna sevindi; daha ferah bir
gönülle Phaiaklara seslenerek şöyle dedi:
— Yetişin, bakalım, buna gençler! Az sonra bir başkasını aynı
yere, belki de daha uzağa atabileceğimi sanıyorum. Şimdi candan
yürekten bir heves geliyor: haydin, öbür sporlarda da yarışalım!
Kanımı fazla kaynattınız, çünkü Yumruk savaşında, koşuda, güreşte...
hiç birinden geri dönmem, ve bütün Phaiaklarla yarışmaktan kaçınmam;
biri müstesna: o da Laodamas'tır; çünkü o benim konuklayanımdır.
Konukluk dostlarıyla kim yarışa kalkar? insan akılsız veya
pespaye olmalı ki yadelde, konuklayanına, güreşte yarışta meydan okusun;
bununla ancak kendini küçültür. Fakat ondan başka kimseden
kaçınmam, kimseyi de küçümsemem: İşte, kiminle olursa olsun
yarışmağa hazırım; çünkü erlerin rağbet ettiği oyunların hiç birinde
acemi değilim; ama, özlükle, iyi işlenmiş bir yayı kullanmada ustayım:
ilk atışta, düşmanların kalabalığı içinde, nişanladığımı vururum,
yakınındaki birçok yiğit yarenleri ok atarak onu korusalar bile. Yalnız
Philoktetes ok atımında bana üstün gelirdi: Troialıların ilinde biz
Akhailar yayla yarışırken. Fakat yeryüzünde artık ekmek yiyen insanlardan
benimle uzaktan bile karşılaştırılacak kimse kalmamıştır,
sanırım. Geçmişte, önlerinde eğildiğim erler olmuştur. Herakles gibi,
Oihalieli Evrytos gibi, ki ok atıcılıkta ölümsüzlerle bile yarışabilirlerdi.
Büyük Evrytos bu uğurda can verdi, konağında ihtiyarlıyarak değil; ok
yarışına meydan okuduğu Apollon öfkelenerek onu öldürmüştü... Hele
mızrakta: başkaları oklarını nereye alabilirse ben mızrağımı oraya ve
daha uzağa atabilirim. Yalnız koşuda korkarım ki beni Phaiaklardan
geçecek biri buluna. Zalim denizin çok cefasını çekmişim her günkü
bakımdan kendimi mahrum bırakmışım; bu yüzden dizlerim
gevşemiş, bacaklarım harap olmuş!
167/431
Böyle dedi, hepsi ise susup duruyorlardı; yalnız Alkinoos ona
cevap vererek dedi ki:
— Konuğum, söylediklerinde bizim hoşumuza gitmiyecek bir şey
yoktur: içindeki erdemi göstermek istiyorsun; öfkelenmişsin, çünkü şu
adam, stadyomun içinde, aklı başında birinin hiç bir zaman ağzına
almıyacağı sözlerle seni aşağılamak cüretini gösterdi. Lâkin şimdi de
sen benim söyliyeceğimi anla: bir gün, karına, çocuklarına kavuşup sofranda
bizim erdemlerimizi öğrenmek istiyen erler bulunacak olursa,
onlara, Zeus sayesinde, babadan evlâda ne gibi işler başarageldiğimizi
anlatmalısın. Yumruk savaşında ustalığımız yok, güreşte de kusursuz
değiliz; ama iyi koşucu ve seçkin gemicileriz. Asıl bizim sevdiğimiz
şeyler: cümbüştür, saz sözdür, danstır; yeni yıkanmış çamaşırlara, sı-
cak hamama ve yatak safasına bayılırız... Haydin, Phaiakların en
seçkin hora tepicileri, oyun başına! konuğumuz da görüp evine
döndüğünde, sevdiklerine, bizim gemicilikte, koşuda, sazda, sözde ve
dansta nasıl başkalarından üstün olduğumuzu nakledebilsin.
Demodokos'un ahenkli kopuzunu da hemen biri gidip bizim konaktan
getiriversin.
Böyle diyordu tanrılara benzer Alkinoos Çavuş kalktı, hanın konağından
kubbeli kopuzu getirmeğe gitti. Halkın içinden dokuz hakem
seçildi; stadyomda her şeyi hazırlayacak olan bunlar yerlerinden kalktılar,
oyun meydanını güzelce düzeltip genişlettiler; çavuş da bu ara
Demokodos'un ahenkli kopuzunu getiregeldi. O zaman ozan ortaya
geçti; hora tepmede usta genç delikanlılar etrafını sarmışlardı; ve
ayaklarıyla tanrısal yere vuruyorlardı. Bu ara Odysseus bacaklarının
kıvrak hareketlerini seyrediyor, gönülden şaşakalıyordu.
ARES İLE APHRODİTE'NİN SEVİŞMELERİ
Bu ara ozan kopuzda bir peşrev yaptıktan sonra parlak bir destana
başladı: Ares'in güzel taçlı Aphrodite ile sevişmesini ve
168/431
Hephaistos'un evindeki ilk gizli birleşmelerini anlatıyordu: Ares çok
hediyeler vermişti ve Hephaistos hanın gerdeğine döşeğine leke
sürmüştü! Hemen de haberi ona Helios yetiştirdi: onları tam sevişme
halinde görmüştü! Hephaistos yüreği sızlayarak haberi alınca kalkıp
bakırcı tezgâhına gitti: aklının derinliğinde fena şeyler kuruyordu.
Kütüğe büyük örsünü taktıktan sonra çözülrnez, kopmaz zincirler
biçti: bunların içinde âşıklar sağlam tutulakalsınlar diye. Tuzağı
yaptıktan sonra, Ares'e karşı öfkeli öfkeli aziz yatağının bulunduğu
odaya geldi: yatağın ayaklarını çepeçevre zincir şebekesi ile sardı,
tavandan da başka bir zincir şebekesi sarkıttı: örümcek ağından da
ince olan bu şebekeleri kimse göremiyordu, mutlu tanrılar bile!
bunları öyle bir hünerle sarakoymuştu.
Yatağı böylece hile ile sardıktan sonra sözde yolculuğa çıktı;
Lemnos'un güzel surlarına doğru yol almağa başladı: bütün şehirlerden
en çok sevdiği burasıydı. Altın dizginli Ares de gözleri kapalı
değildi: onu gözetliyordu. Ünlü usta Hephaistos'un yola çıktığını
görünce o da, güzel taçlı Kytere'nin aşkı ile tutuşmuş olarak, şanlı
Hephaistos'un evine doğru yürüdü.
Aphrodite, babası gücü yenilmez Kronos oğlunun yanından yeni
gelmişti, oturmak üzere idi ki Ares yanına girerek elini aldı ve
seslenerek şöyle dedi:
— Hemen yatağa, sevdiğim! sevişip safa sürelim! Hephaistos
burada değil; Lemnos'a, dilleri yabani Sintienlerin ziyaretine gitti.
Böyle dedi ve tanrıça yatağa girmek arzusuna kapıldı. Fakat
henüz sedire çıkıp yatmışlardı ki, çok hünerli Hephaistos'un sanatlı şebekesi
onları her yandan yakalamıştı. Artık ne el ayak kımıldatabiliyorlar
ne de ayağa kalkabiliyorlardı. O zaman anladılar ki kaçmağa yol
kalmamış!
169/431
Çok geçmeden şanlı Topal yanlarına çıkageldi. Lemnos yolculuğundan
vazgeçmişti, çünkü gözcüsü Helios ona haberi yetiştirmişti.
Dehlizde durdu; vahşi bir öfkeye tutulmuştu; öyle korkunç
seslerle haykırdı ki, bütün tanrılar işitti.
— Baba Zeus ve öbür bengi mutlu tanrılar! gelin, burada gülünç
ve ayıp işler göreceksiniz. Topal olduğum için Zeus'un kızı Aphrodite
namusuma leke sürüyor: küstah Ares'i dost tutmuş, yakışıklı ve düz
ayaklı diye! Lâkin ben sakat doğmuş isem kabahat kimde? Bende mi,
anamda, babamda mı? Keşke dünyaya getirmeyeydiler? Bakın, nasıl
da ikisi benim yatağıma girip birbirine aşk ile sarılmışlar! Onları
gördükçe kanım kaynıyor. Ama sanırım ki böyle kalmaktan artık
hoşlanmazlar: onları birleştiren sevgi ne kadar büyük olursa olsun, bu
halden sıkılırlar. Ancak hünerli tuzak onları koyvermiyecek ta
kaynatam, köpek suratlı kızı için kendisine vermiş olduğum hediyeleri
geri verinceye kadar... Kızın güzelliğine diyecek yok, ama çok edepsiz.
Böyle diyordu; tanrılar ise tunç eşikli eve doğru üşüşüyorlardı:
önce yerin sahibi Poseidon geldi, arkadan hayırişler Hermes geldi,
sonra okçuların şahı Apollon yetişti. Yalnız tanrıçalar utançlarından
odalarında kalmışlardı.
Dehlizde ayakta duruyorlardı nimetleri ihsan eden tanrılar; ve
mutlu tanrılardan ardı arası kesilmiyen bir kahkaha yükseliyordu: çok
hileli Hephaistos'un hünerini seyrettikçe.
Biri yanındakine göz ederek şöyle diyordu:
— Kötü işlerden hayır gelmez; ağır yürüyüşlünün tez
yürüyüşlüyü yakalaması hikâyesi!.,. İşte şimdi de Hephaistos topalı
sanatıyla, Ares'i tanrıların en çeviğini enseledi! Zina diyetini de
ödetecek.
170/431
İşte aralarında bunları konuştukları sırada Zeus'un oğlu Apollon
Şah Hermes'e yanaşarak şöyle dedi:
— Haberci Hermes, iyilikler saçan Zeus oğlu, şu berk zincirlere
tutulmağa can atardın ya, tek altın Aphrodite'nin yanında yatmak
için?
Akışıklı haberci Hermes de cevap verdi:
— Keşke olaydı... okçular şahı Apollon! bunlardan fazla zincirlerle
her yanımdan, üç kat sarsınlar; hepiniz de gelin, tanrılar ve tanrıçalar,
seyrime bakın! tek altın Aphrodite'nin kollarında yataydım!
Böyle dedi ve tanrılar arasından kahkaha koptu; yalnız Poseidon
gülmiyerek şanlı usta Hephaistos'un Ares'i serbest bırakmasını yalvarıyordu.
Ona seslenerek kanatlı sözler söyledi:
— Çöz şunu Hephaistos; sana söz veriyorum, nasıl emredersen,
ölümsüz tanrılar arasında nasıl yakışırsa, hepsini öyle ödeyecek.
Şanlı topal usta ise cevap verdi:
— Yerin sahibi Poseidon, bunları söyleme bana; fena ödeyicilere
kefil olmak da sağlam bir kefillik değildir. Ölümsüzler huzurunda sana
zorla hakkımı nasıl ödettirebilirim Ares bir kere zincirinden kurtulur
da borcunu inkâr ederse?
Buna karşı yeri sarsan Poseidon şöyle dedi:
— Hephaistos, eğer Ares kaçar ve borcunu inkâr ederse ben
ödeyeceğim.
Bunun üzerine şanlı topal dedi ki:
— Senin sözünden çıkmak elimden gelmez, yakışmaz da.
171/431
Böyle diyerek güçlü elleri ile zincir ağını çözdü, ikisi berk zincirlerden
kurtulunca uçup gittiler. Ares Thrake'ye, gülümser Aphrodite
Kypros'a doğru; Paphos'taki korusuna ve tütsülü tapınağına varmak
için. Orada Kharit'ler onu hamama koyup yıkadılar ve bengi tanrıların
cildinde parıldıyan yağ ile oğdular, sonra öyle büyüleyen esvaplar giydirdiler
ki, görülmesi akıllara hayret verir!
Şanlı ozan bunları okuyordu, Odysseus onu dinliyerek gönülden
keyifleniyordu; bütün uzun kürekli, ünlü gemici Phaiak erleri de öyle.
Bu ara Alkinoos, oğullarından Halios ile Laodamas'a ayrı hora
tepmelerini emretti, bunlar dansta rakipsiz idiler; ellerine güzel bir erguvan
top aldılar: bunu onlar için usta Polybos yapmıştı. Biri, sırtını
arkaya bükerek, topu gölgeli bulutlara kadar atıyor, öbürü de havaya
sıçrayıp ayakları yere değmeden kolayca yakalıyordu. Bu top fırlatma
ve sıçrayıp yakalama oyununda hünerlerini gösterdikten sonra
bereketli toprak seviyesinde sık ve çevik dönüşlerle karşılıklı hora teptiler,
öbür gençler ise, ayakta, meydanın içinde, onlara alkışlarla
tempo tutuyorlardı: bundan da büyük bir gürültü kopuyordu!
Bu ara tanrısal Odysseus Alkinoos'a seslenerek şöyle dedi.
— Han Alkinoos, bütün halkın yüz suyu! oyuncularınızın ustalığı
bana övdüğün kadar varmış; ispatı meydanda: seyrettikçe beni hayret
alıyor!
Böyle dedi, ve kutsal kahraman Alkinoos'un gönlü açıldı ve hemen
usta kürekçi Phaiaklara şöyle dedi:
— Dinleyin Phaiak hanları ve danışmanları! konuğumuz bana
çok uslu akıllı bir adam görünüyor. Haydin, şimdi kendisine, âdet
üzere, konukluk armağanları verelim, ilimizde on iki şanlı başkan,
hüküm sürer han vardır, on üçüncüsü benini: her birimiz evinden taze
yıkanmış birer harmani ile birer entari, bir de en halisinden birer
172/431
talant altın getirtsin: gecikmesin ve hepsini birden konuğumuza
sunalım.
Elinde armağanlar olursa yüreği daha ferah olarak sofraya oturacak.
Evryalos da, gereğince konuşmadığı için gönül alacak sözler
söyliyecek, ve ayrı bir hediye verecek.
Böyle dedi, ve hepsi alkışlarla onadılar ve armağanları getirmek
üzere çavuşlarını yolladılar.
Buna karşı Evryalos da cevap vererek şöyle dedi:
— Alkinoos Han, bütün halkın ulusu! konuğun gönlünü almak
için, buyurduğun gibi, kendisine şu tunç kılıcı vereceğim: kabzası
gümüşten, kını yeni oyulmuş fildişindendir; bunu kendine lâyık görür,
sanırım.
Böyle dedi ve gümüş çivili kılıcı Odysseus'un elleri arasına koydu
ve ona seslenerek kanatlı sözler söyledi:
— Selâm sana konuk babamız! seni gücendiren ağır sözler
söyledimse onları yel üfürüp götürsün. Tanrılar sana kısmet etsin
eşine kavuşasın, memleketine dönesin, sevdiklerinden uzak çektiklerin
artık yeter olsun!
Çok görgülü Odysseus ona cevap verdi:
— Benden de sana selâm, ey dost! Tanrılar sana mutlu dirlik
versin! gönlümü alan sözler söyledin, üste bu kılıcı da verdin: pişmanlık
duymamanı dilerim.
Böyle dedi ve gümüş çivili kılıcı iki omuz arasından kayışını
geçirip astı. Güneş batıyordu, değerde ağır armağanlar gelmişti, onları
yiğit çavuşlar Alkinoos'un evine götürüyorlardı: kusursuz hanın oğulları
armağanları teslim alıp sayın annelerinin yanına koyuyorlardı.
173/431
Bu ara kutsal kahraman Alkinoos öne geçip yol gösteriyordu;
gelenler yüksek koltuklara geçip oturdular. O zaman kahraman
Alkinoos Arete'ye seslenerek dedi ki:
— Kadınım, bezenmiş sandıklardan birini, en güzelini hazır et,
içine kendin temiz yıkanmış bir harmani, bir de entari koy; sonra
kazanı ateşe vur, su ısınınca konuğumuz hamama girsin; ve yıkandıktan
sonra kusursuz Phaiak hanlarından gelen armağanların emniyette
olduğunu görerek şölenden ve ozanın okuyacağı destanlardan daha
ziyade memnun kalsın. Ben de ona iki kulplu altın sağrağı hediye
edeceğim, ta ki daima beni hatırlasın ve konağın da otururken onunla
Zeus'a ve başka tanrılara saçı kılsın.
Böyle dedi, ve Arete halayıklara emir verdi ki hemen üç ayaklı
büyük kazanı ateşe vursunlar, onlar da hamamın üç ayaklı kazanını
alevli ateşin üstüne koyup su doldurdular, kucak kucak odun taşıyıp
yaktılar. Ateş üç ayaklının karnını sarıyor, su ısınıyordu. Bu ara Arete
konuk için hazne odasından en güzel sandığı getirtti, içine Phaiakların
verdiği hediyeleri, çamaşırlarla altınları koydu, kendi de güzel bir harmani
ile bir entari kattı, sonra ona seslenerek kanatlı sözler söyledi:
— Şimdi, çabucak, kendin kapağı gözet, bir düğümle iliştirip
bağla, ta ki yolda, gene biri sana hile yapmasın, kara gemide yatıp tatlı
uykuya daldığın bir sırada.
Çok görgülü tanrısal Odysseus bunu işitir işitmez kapağı yerleştirdi
ve çarçabuk acaip bir düğümle onu iliştirdi: bunun sırrını vaktiyle
ona kutsal Kirke öğretmişti. Bu ara Kâhya kadın gelip kendisini
yıkanmağa çağırdı; Odysseus hamam odasına gitti, sıcak banyoyu
görünce yüreği neşe ile doldu: beden umarına gereğince bakamamıştı:
güzel belikli Kalypso'nun evinden ayrılalı beri; orada iken ise bir tanrı
gibi arası kesilmiyen bir bakım görüyordu.
174/431
Halayıklar onu güzelce yıkayıp yağla oğduktan sonra güzel bir
entari bir de kaftan giydirdiler. Hamamdan çıkıp işret etmekte olan
erlerin yanına gidiyordu; güzelliğini tanrılardan alan Nausikaa sağlam
yapılı odanın eşiğinde durmuş, gözlerini hayran hayran Odysseus'a
çevirmiş bakıyordu; ona seslenerek kanatlı sözler söyledi:
— Sağ, esen ol, konuğum! Bir gün, atalarının yurduna dönünce,
beni de hatırla ki, hayatının kurtuluş bedelini en önce bana borçlusun.
Ona karşı çok görgülü Odysseus cevap vererek dedi ki:
— Hera'nın gürler sesli kocası Zeus vere, sıla günümü göreyim,
evime kavuşayım! Orada, şüphesiz, yaşadıkça her gün, bir tanrıça gibi
sana dua edeceğim; çünkü benim hayatımı kurtaran sensin, ey ere
varmamış!
Böyle dedi ve gidip Alkinoos hanın yanında bir koltuğa oturdu.
Erkekler etleri paylara ayırıyorlar, şarabı karıyorlardı; bu ara çavuş
gelerek şanlı ozanı, bütün halkın hürmet ettiği Demodokos'u getirdi;
onu davetlilerin ortasında, koltuğunu yüksek direğe dayıyarak,
oturttu.
Bu ara çok görgülü Odysseus, çavuşu çağırdı, beyaz dişli bir
domuzun yağla sarılmış kaburgasından en büyük dilimi keserek şöyle
dedi:
— Çavuş, bu payı al, ozana götür, safa ile yesin! ve kendisine de
ki, büyük kaygılarım arasında onu ağırlamak istedim: yeryüzünde
kimse yoktur ki gördüğü saygı ve şerefte ozanların payı olmasın!
çünkü onlara destanları öğreten, ozan kısmını seven Musa'dır.
Böyle dedi, ve çavuş eti elleriyle götürüp Demodokos ere sundu;
ozan gönülden sevinerek kabul etti. Davetliler önlerinde hazırlanan
seçkin yiyeceklere ellerini uzattılar.
175/431
İçip yiyip iştahalar yatıştığı sırada, çok görgülü Odysseus
üemodokos'a seslenerek dedi ki:
— Demodokos, bütün insanlar arasında sana çok saygım vardır,
çünkü senin öğretmenin Zeus'un kızı Musa'dır, veya belki de
Apollon'dur. Akhaiların alınyazısı destanını büyük bir sanatla okuyorsun:
Akhailar neler yapmışlar, başlarına neler gelmiş, ne cefalar çekmişler!
Sanki kendin görmüşsün veya başkasından işitmişsin! Haydi
şimdi bir de Epeilos'un Athena ile birlikte yaptığı tahta at destanını
oku: onu hile ile tanrısal Odysseus iç kaleye nasıl sokmuş, İlion'u alıp
talan eden erleri içine doldurduktan sonra? Bunları bana gereğince
hikâye edebilirsen, ben de o zaman herkese diyeceğim ki, okuduklarını
sana ilham eden koruyucu bir tanrın vardır.
Böyle dedi, ve ozan tanrının ilhamı ile destanı örmeğe başladı:
Argos erlerinin güzel güverteli gemilerine binip sefere çıktıkları ve
çadırlarını ateşe verdikleri noktadan girişti; az sonra başkanlar, şanlı
Odysseus'un etrafında, Troia'nın içinde, atın karnında saklanmış
olarak bulunuyorlardı; atı Troialıların kendileri sürükleyip iç kaleye
götürmüşlerdi.
At, meydanda, dikilmiş duruyordu; Troialılar ise etrafında
oturup geveze geveze konuşuyorlardı; üç fikirden biri üzerine bir türlü
karar veremiyorlardı: bir kısmı, tunçtan bir balta ile merhametsizce
karnını deşmek; bir kısmı, kayanın kenarına sürükleyip oradan aşağı
yuvarlamak; başkaları ise tanrının hoşuna gidecek büyük bir adak
olarak onu saklamak istiyorlardı; sonunda münakaşaları bu kararla nihayet
bulacaktı, çünkü kaderlerinde helak olmak vardı: şehirlerinin
surları o ulu tahta atı içlerine alıp sardıkları andan, artık, karnındaki
Argos ulularının Troialılara ölümü, kara eceli getirmesi şüphesizdi.
Ozan Akhai oğullarının şehri nasıl alıp yağma ettiklerini okuyordu;
atın içinden, o kocaman karınlı tuzaktan fırladıkları gibi her biri
176/431
yüksek şehrin bir bucağını talan etmişti; bu ara, Ares'e benziyen Odysseus,
tanrı eşi Menelaos'la birlikte Deiphobos'un evini kuşatmışlar,
orada bahadırlıkla en korkunç bir savaşa girişmişler, ve sonunda ulu
gönüllü Athena'nın yardımı ile yenmişlerdi.
Bunları şanlı ozan okurken sanki Odysseus'un yüreği eriyor: göz
kapaklarından sızan yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. Bir kadın, surların
altında, şehrinden ve çocuklarından felâketi uzaklaştırmaksızın, budun
uğrunda düşen kocasını kucaklarken nasıl ağlarsa; onun kıvranıp
can çekiştiğini görünce üstüne kapanıp nasıl figan ederse; arkadan
nıızraklarıyla sırtını ve omuzlarını delik deşik eden düşmanların eline
köle düşüp başına gelen musibetten, yas acılarından yüzü nasıl harap
olursa... onun gibi. Odysseus'un zavallı gözlerinden acı yaşlar
akıyordu.
Yaş döktüğünü herkesten gizleyebilmişti, yalnız Alkinoos farkına
varmış ve nihayet görmüştü: yan yana oturdukları için hıçkıra hıçkıra
ağladığını işitmişti; bunun üzerine usta kürekçi Phaiaklara seslenerek
dedi ki:
— Dinleyin, Phaiak hanları ve danışmanları! Demodokos ahenkli
kopuzunu sustursun! Çünkü anlaşılan okudukları herkes için neşe verici
şeyler değil; yemeğe başlayıp da ünlü ozan okumağa giriştiğinden
beri konuğumuz acı acı inlemeyi kesmemiştir: canı büyük bir kaygı
içinde kalmış olmalı! bunun için ozan destanını kessin ki, davet eden
bizler de, konuğumuz da, hepimiz neşeli olalım; böyle yaparsak daha
iyi olur. Bizim şurada toplanmamız da şanlı konuğumuzu ağırlamak
içindir. Şimdi, sevdiğimiz konuğun sefere çıkması için her şey, ve sunduğumuz
bütün armağanlar hazır; gelip sığınan konukla onu konuklayan
kardeştir! Bunu gönlünde pek az duygusu olan bile kabul eder!
Bunun için, sen de şimdi, konuğumuz, hilekâr bir maksatla hiç
bir şey gizlememelisin; her ne sorarsam açıkça cevap vermen doğru
177/431
olur. Şimdi, bize ismini söyle: sana orada, ananın babanın, şehir
halkının ve komşu yerlerde oturanların verdikleri ismi; çünkü insanlardan
hiç bir kimse adsız olamaz; ister şansız bir aileden olsun, ister
şanlı, herkese doğduğu gün bir ad verirler; adı çocuğa onu dünyaya getiren
anası babası verir. Bize yerini yurdunu, ilini ülkeni, köyünü bildir
ki, bizim akıllı olan gemilerimiz seni ulaştırmak için ne tarafa yöneleceklerini
bilsinler, çünkü bizim gemiler kılavuzsuz sefer ederler, hattâ
bütün gemilerde bulunan dümen bile onlarda yoktur; insanların ne arzu
ettikleri ve ne düşündükleri onlara malûm olur, onlar bütün
dünyanın şehirlerini ve feyizli topraklarını tanırlar; açık denizlerde sefer
ederler ve bir kazaya uğramaktan, veya her yandan onları saran sisler
ve bulutlar içinde yollarını kaybetmekten korkmazlar. Ancak, vaktiyle,
babam Nausithoos'tan şöyle bir haber işitmiştim: Poseidon bize
kızıyormuş, çünkü bütün garipleri kazasız geçirmekle gururlanıyormuşuz;
bunun için bir gün Phaiakların bir güçlü gemisi bir
selametleme seferinden dönerken, sisli denizde kazaya uğrayıp mahvolacakmış,
ve yüksek bir dağ dikilip şehrimizin üstüne sarkacakmış!
İhtiyarların bu sözleri bir gün gerçekleşecek mi? neticesiz mi kalacak?
Herhalde tanrının dilediği gibi olacak. Şimdi açık açık, birer birer
cevap vererek dolaştığın yerleri, gördüğün memleketleri söyle; illerin
törelerini, şehirlerin güzelliğini anlat; bunlar vahşi, adaletsiz haydutlar
mı, yoksa insanları iyi karşılayan, tanrıları sayan budunlar mı idi?
Söyle bana, bir de döktüğün göz yaşlarının sebebi neydi? Danaos erlerinin
ve İlion halkının başından geçenleri işittiğin zaman niçin gönlün
öyle derinden kaygılanmıştı? Bu tanrıların işidir: bunca insanların
ölümünü eğirmişlerse{10} geleceklere destanları okunsun diyedir. İlion
önünde ünlü hısımlarından birini mi kaybettin? Şanlı güveyin veya
kaynatan mı idi? öz kanından olanlardan sonra, en çok sevdiğin
kimselerden biri mi; sadık, vefalı, necip bir arkadaş mıydı? Çünkü uslu
akıllı bir arkadaş kardeşten aşağı değildir.
178/431
179/431
ŞAN: IX
KİKONLAR KATINDA
Ona karşı çok görgülü Odysseus şöyle dedi: — Alkinoos Han,
bütün halkın yüz suyu! insana dinlemek hoş geliyor böyle bir ozanı ki,
sesiyle tanrılara benzer. Benim için en gönül açacak şey, inan bana,
bütün bir budunun barış içinde yaşamasıdır: konaklarda, sıra sıra davetliler
oturup ozanı dinliyor; sofralarda ekmek et bol, saki sebu ile
sağraklar arasında gidip gelerek şarap dolduruyor. İşte benim gönlüme
en yakın gelen budur!... Ama göz yaşlarım sana dokunmuş, kaygılarımı
öğrenmek istiyorsun; demek, iki kat kaygılanıp figan etmemi
arzu ediyorsun: hangilerinden başlıyayım, hangilerini sonraya
bırakayım ve hangileriyle bitireyim ki, göklerde oturan tanrılar bana
sayısız kaygılar vermişlerdir.
Önce ismimi söyliyeyim, siz de beni tanıyasınız; ve zalim ecelden
kurtulursam, daima size konuk geleyim, yurdum ne kadar uzakta
olursa olsun!
Laertes oğlu Odysseus benim! evet, hilelerinin destanı bütün
dünyada okunan, ünü göklere yükseltilen adam benim! Yurdum
İthaka'dır: bu, uzaktan iyi görünen bir adadır, üstünde titrek yapraklı
ormanları ile şanlı Neritos dağı yükselmektedir; her yanında, birbirine
yakın, hepsi de şen, bir kaç ada daha vardır: Dulihios, Same ve ormanlarla
örtülü Zakynthos. Açık denizin derinliğinde, batı kuzeyinde,
karaya en yakın olarak bizim İthaka görünür, öbür adalar doğuda ve
güneyde kalır. Kayalık bir ada, lâkin beslediği uşaklar yaman! Benim
gözümde, görünüşü ondan daha güzel yer yoktur.
Evet, tanrıçaların en tanrısalı Kalypso, oyulmuş mağaraları
içinde beni kapatıp kocası olmam için tutuşuyordu; onun gibi, düzenbaz
Kirke de, Aiaie konağında, beni koca olarak tutmak arzusundaydı,
ama hiç bir zaman göğsümün içinde gönlüm razı olmamıştı: insan için
atalar yurdundan ve hısımlarından daha tatlı ne olabilir? Yadelde, en
zengin bir evde bile yaşamak neye yarar, yakınlardan uzak olduktan
sonra?.
Ama şimdi sana çok mihneti! dönüşümü, Troia'dan gelirken
Zeus'un bana çektirdiği cefaları anlatayım.
İlion'dan götüren rüzgâr beni İsmaros'ta Kikonların katına attı.
Orada ben şehri talan ettim ve erlerini öldürdüm; ve surların altında,
elimize geçen kadınları ve zengin malları öyle paylaştırdım ki,
ayrılırken kimsenin bana bir diyeceği olmamıştı. O zaman bizimkileri
en çevik ayakla kaçmağa davet ettim, lâkin akılsızlar razı olmadılar. O
deniz kenarında eğlenip içtikleri şaraplar, kestikleri koyunlar, paytak
yürüyüşlü sığırlar! Bu ara Kikonlardan kaçabilenler, haykırarak
komşuları olan öbür Kikonları imdada çağırdılar. Memleketin iç
tarafındaki Kikonar daha çok ve daha cesur adamlardı; atlı erlerini
yolladılar; bunlar gerek eyer üstünde, gerek yayan, iyi savaşabiliyorlardı.
Çok geçmeden, baharda ağaçların üstündeki pıtrak yaprak ve
çiçeklerden daha çok olarak yetiştiler: Zeus'un gazabına uğramıştık!
biz talihsizler ne belâlar altında kaldık! Bütün şafak boyunca ve kutsal
gün ışığının arttığı müddetçe savaşa dayanadurduk, onlar daha çok olmakla
beraber! fakat güneş dönüp öküz salıverimine{11} gelince Kikonlar
galip gelip Akhaiları bozdular. Güzel knemisli yarenlerden gemi
başına altı kişi helak oldu; kalanlar ölümden, ecelden kaçıp kurtulduk.
Oradan gamlı yürekle eski seferimize devam ettik: ölümden kurtulmuştuk,
ama sevgili arkadaşları kaybetmiştik! çifte küpeşteli gemiler
palamarı çözmediler: Kikonların vuruşları altında, o ovada, can
veren talihsiz yarenlerin adını üçer defa bağırıp anmadan.
Gemiler açılınca bulut devşiren Zeus Boreas yelini üstümüze
saldırdı, azgın bir kasırga koparttı, karayı ve denizi bulutlarla kapladı;
181/431
gökten ise gece bastı. Gemiler alabanda etmiş, kaçıyorlardı; yelkenlerini
azgın rüzgâr, üçer dörder parça olmak üzere, yırttı; onları toplayıp
bağlamak lâzım geldi: mahvolmak tehlikesi vardı! gemileri de güç ile,
küreklere dayanarak karaya yanaştırabildik.
Orada, iki gün iki gece yorgunluktan bitkin, gam yiyerek, serilip
yattık. Fakat güzel belikli Şafak üçüncü günü müjdelerken gene
direkleri diktik, beyaz yelkenleri takıp oturduk; gemileri ancak
rüzgârla dümeni tutan kılavuzlar idare ediyorlardı. Artık, sağ esen,
atalar yurduna dönüyordum! Fakat Maleias burnunu dolanırken
akıntı, dalga ve Boreas yeli beni boğazdan ve Kythera'dan öteye
sürükledi. O zaman, kazalı rüzgârlar beni dokuz gün balıklı deniz üzerinde
çalkaladılar; onuncu gün Lotosyiyenlerin kıyılarına atıldık: bu
halkın yediği çiçekten yetişen bir gıdadır.
Burada karaya çıkıp su çektik, ve arkadaşlar, çabucak, tez
yürüyüşlü gemilerin yanında övünlerini yiyebildiler. Yiyip içip
karnımızı doyurduktan sonra, bir keşif yapmak üzere yarenler yolladım,
bu iş için iki kişi seçmiş, onlara bir de çavuş katmıştım. Bunlar
çabucak lotos yiyen erlerle buluştular; bu halk arkadaşların mahvını
akıllarına getirmek şöyle dursun, onlara lotos sunup yedirdiler. Tatlı
bir yemiş olan lotostan yiyince bizimkiler, artık dönmeyi ve salık
ulaştırmayı hatırlarından çıkardılar!
Onları, gözlerinden yaş döktüklerine bakmıyarak, zorla gemilere
getirdim, kocaman karınlı gemilerin kürekçi iskemlelerini altına çekip
zincirle bağladım. Sonra sadık kalan yarenleri, acele gemilere bindirdim:
İçlerinden biri lotos yer de dönüşü unutur diye korkuyordum.
Uşaklar hemen gemilere girip sıralı kürekçi iskemlelerine oturdular,
kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar.
Oradan, gene kederli yürekle, eski seferimize devam ettik; azgın,
töresiz Kyklopların memleketine geldik; bunlar ölümsüz tanrılara
182/431
güvenerek elleriyle ne fidan dikerler ne de çift sürerler. Bunların ne
işleri danışmak için dernekleri ne de yerleşmiş töreleri vardır. Yüksek
dağların tepelerinde, oyulmuş mağaralarda otururlar ve her biri kendi
töresince çocukları ve karıları üzerine hüküm sürer; başkaları umurunda
değildir.
Limanın önünde bir küçük ada uzanır: Tekerlek gözlülerin
kıyısından ne çok uzak ne de ona pek yakın burası ormanlık bir adadır,
üzerinde sayısız yaban keçileri üreyip durur. İnsan ayağı asla onları rahatsız
etmez, hiç bir zaman avcılar peşlerine düşmez, o avcılar ki
dağların tepelerinde ormanları dolaşıp zahmet çekmekten çekinmezler;
üstünde çift sürülmeyen, ekin ekilmeyen bu ada ıssızdır, ancak
meliyen keçileri beslemeğe yaramaktadır.
Tekerlek gözlülerde aşı boyalı gemi yok; onlarda usta yapıcı erler
yok ki güzel güverteli gemiler yaratsınlar ve onlarla denizleri aşarak
başka illere ve şehirlere gitsinler, insanların birbirleriyle değiş tokuş
ettikleri malları arasında, eğer olaydı ne bayındır bir adaları olurdu!
çünkü toprağı hiç fena değil: üstünde her mevsimin yemişleri yetişir,
köpüklü dalgaların yıkadığı kıyılarında öyle sulak yumuşak çayırlar
vardır ki, buralarda hiç bozulmaz bağlar yetiştirilebilirdi. Hele toprağın
sürülmesi öyle kolay ki! her yaz ne güzel hasatlar elde edilirdi!
çünkü toprak altı da çok yağlıdır.
Limanında gemiler için öyle sığınacak yerler var ki palamara bile
hacet yok; bir kere gemileri yanaştırdınız mı, orada canınız ne kadar
isterse, uygun rüzgâr çıkıncaya kadar, kalabilirsiniz. Limanın dip bucağında,
bir mağara altındaki bulaktan berrak su akar; çepeçevre
kavaklar gövermede.
İşte buraya ulaştık: bir tanrı kılavuzluğumuzu ediyordu!
Gemileri her yandan kalın bir sis sarmıştı, gökte ay hiç ışıldamıyordu
bulutlarla örtülmüştü; bu yüzden hiç birimiz adayı gözleriyle
183/431
görmemişti, ve kıyılarına doğru yuvarlanan büyük dalgaların farkına
varmamıştı, güzel güverteli gemileri yanaştırmadan; gemileri
yanaştırdıktan sonra yelkenleri topladık, kendimiz de karaya çıkıp
deniz kenarına uzandık, tanrısal Şafağa kadar orada kaldık.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
adaya hayran kalıp içinde dolaşmağa gittik. Nympheler, fırtına koparan
Zeus'un kızları, dağ keçilerini kaldırdılar: bizim tayfalar onlardan
övünlerini edinsinler diye.
Hemen bükülgen yayları ve uzun demrenli kargıları gemilerden
çıkardık; üçe ayrılarak yayıldık; ve tanrılar bize bereketli av verdiler:
benimle beraber gelen gemiler on ikiydi, her birine dokuz keçi düştü,
benimkine ise on tane ayırdılar.
Bütün bir gün, güneş batıncaya kadar, kendimize ziyafet çektik
durduk: dille anlatılmaz etlerimiz tatlı şarabımız vardı! Gemilerdeki
kırmızı şarap henüz harcanmamış daha epeyce kalmıştı; çünkü her
gemi bütün iki kulplu destilerini doldurmuştu, Kikonların kutsal
şehrini alıp talan ettiğimiz zaman.
Tekerlek gözlülerin yakın olan yerlerinden yükselen dumanları
görüyorduk, kendilerinin ve keçilerinin sesini işitiyorduk. Güneş batıp
alaca karanlık basınca deniz kumsalında uzanıp uyuduk.
KYKLOPELİ'NDE
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
herkesi derneğe çağırdım, ve söz alarak şöyle dedim:
— Sadık arkadaşlarım, siz hepiniz, burada kalacaksınız; yalnız
ben kendi gemimi ve gemimin tayfasını alıp şu erlerin kimler
olduğunu anlamağa gideceğim; doğruluk bilmez haydutlar, vahşiler
mi, yoksa yabancıları konuklar, taundan korkar erler mi?
184/431
Böyle deyip gemiye bindim, tayfalara emir verdim, kendileri de
binsinler ve palamarı çözsünler. Bunlar hemen bindiler, sıra sıra
kürekçi iskemlelerine geçip oturdular, kürekleriyle köpükten
alacalanan denizi dövmeğe başladılar.
Az sonra, zaten yakın olan o yere varmıştık; ucunda, denizin
üstünde, yüksek bir mağara gördük, kubbesi defnelerle sarmaşmış.
Burada sürülerle koyun ve keçiler dinleniyordu. Her yanı derin bir
avlu ile çevrilmişti: yere gömülmüş iri taşlarla döşenmiş, çiti ise yüksek
fıstık ağaçları ve gür yapraklı meşelerle sarılmıştı, işte devadam
burada yalnız başına yatıp kalkardı. Sürülerini kendi güder, kimse ile
görüşmezdi; bu tenha köşeye çekilmişti, düşündüğü hep töresiz işlerdi.
Pek acaip bir mahlûktu bu devadam; ekmek yiyen insanlara hiç
benzemezdi; daha çok, başka tepelerin arasından sivrilip yükselen
ağaçlı bir tepe gibiydi.
O zaman sadık yarenlere emir verdim, deniz kenarından ayrılmasınlar,
gemiyi beklesinler. Ben en yiğitlerinden on iki kişi seçip onlarla
yola çıktım; yanıma siyah tatlı şarap dolu, keçi derisinden bir tulum
da aldım; bunu bana Euanthes oğlu Maron vermişti. İsmaros'ta
Apollon tapınağında olan bu rahibi, karısı ve oğlu ile beraber, Phoibos
Apollon ormanının ağaçları altındaki çatısına saygı göstererek, ölümden
esirgemiştik. O da bana parlak armağanlar sunmuştu: yalnız iyi
işlenmiş nevinden yedi talant altın vermişti; som gümüşten bir
sağarak da hediye etmişti; bunlara bir de on iki tane iki kulplu desti
dolusu tatlı şarap katmıştı: içinde bir damla su bulunmayan tanrısal
bir içkiydi! evinde yerini ancak kendisi, karısı ve kâhya kadın bilirdi;
öbür kul ve karavaşlardan gizli tutardı. Bunu bal gibi tatlı, kırmızı
şarap olarak içmek için bir sağrak dolusuna yirmi ölçü su katmalıydı
ve içinde karıldığı sebudan tatlı, hoş bir koku yayılırdı ve tatmak
isteğinden insan kendini zor tutardı.
185/431
Çarçabuk mağaraya ulaştık; kendisini orada bulmadık; semiz
davarlarını otlağa götürmüştü. Mağaranın içine girince her şeye
hayran kaldık: peynir sepetleri dopdolu; kuzucuklar ve oğlaklar
mandıralara tıka basa kapatılmış; yaşlarına göre ayrı ayrı yerlerde:
körpeleri beride, büyücekleri ötede, ve en büyükleri daha ötede.
Sağmaya mahsus işlenmiş kaplar, kavatalar, teknecikler sütten
ayrandan taşıyordu.
Burada yarenlerimin ağzından ancak rica sözleri çıktı, benden
yalvarıyorlardı; peynirleri alalım, mandıraları boşaltıp kuzuları, oğlakları
kaçıralım, koşarak tez yürüyüşlü gemiye, tuzlu suya dönelim. Ben,
yazık ki razı olmadım: bu daha kazançlı olurdu! Ancak onu görmek ve
konuk olarak bize edeceği hediyeleri anlamak istiyordum! Meğer, az
sonra, görünmesi yarenlerim için hiç de hoş bir şey olmayacakmış.
Orada kalıp ateş yaktık, tanrılara tütsü kıldık, kendimiz de,
peynir alıp yedik, oturup onu bekliyekaldık. Otlaktan döndü, ve yemeğini
hazırlamak için kocaman bir kucak kuru odun taşıyordu; onları
mağaranın ağzına öyle bir gürültü ile attı ki, biz ürkerek en dibe
çekildik. O ara bütün sağılacak semiz dişileri bu geniş mağaraya aldı;
erkekleri, koçları tekeleri ise dışarda, avluda bıraktı. Sonra kocaman
bir kayayı kaldırıp dikerek mağaranın ağzını kapadı: dört tekerlekli,
sağlam yapılmış yük arabalarından yirmi iki tanesiyle bu kaya yerinden
kımıldatılamazdı! Bu aşılmaz kaya ile kapısını örttükten sonra,
oturup koyunları ve durmayıp meliyen keçileri, sıra ile sağmaya koyuldu;
sonra her yavruyu anasının yanına salıverdi; beyaz sütün yarısını
pıhtılaştırdı, süzülmek üzere örülü sepetlere kotardı, öbür yarısını da
yemekte ve istedikçe kendi içmek için kaplara doldurdu. Çalışıp acele
bu işleri bitirdikten sonra ateş yaktı ve bizi fark ederek şöyle sordu:
— Yabancılar, kimlersiniz? Deniz yolu ile nereden geliyorsunuz?
Bir ticaret işi için mi? Yoksa maksatsız korsan olarak, denizlerde
186/431
dolaşıp ve hayatınızı tehlikeye atıp yabancı memleketleri talan etmek
için mi?
Böyle dedi ve bu devadamın cüssesinden ve korkunç sesinden
ödümüz koptu. Ona karşı ben söz alarak dedim ki:
— Biz Troia'dan dönen Akhailardanız; bütün rüzgârlar bizi
yolumuzdan ayırıp engin denizin dalgaları üzerinde dolaştırıyor;
evimize ulaşmak isterken bilinmedik yollardan buraya düştük. Buna
herhalde Zeus hükmetmiş olacak... Budun olarak, Atreus oğlu
Agamemnon'un erlerinden olmakla övünürüz; gök altında onunkinden
daha yüksek kimsenin adı sanı duyulmamıştır; alıp talan ettiği şehir o
kadar büyük, tepelediği budunlar o kadar çoktu, işte biz şimdi senin
katındayız, senin dizlerine kapanıyoruz; umarız ki, bizi konuklarsın, ve
konuklar arasında verilmesi âdet olan armağanlardan da ihsan edersin.
Tanrılardan kork, ey en ulu güçlü! Sana sığınmış yalvarıcılarız:
Zeus sığınanların ve yabancıların ahını yerde komaz! O konuklayıcıdır
ki, suçsuz konuklara yoldaşlık eder.
Böyle dedim, o ise hemen, zalim yüreğinden, cevap verdi:
— Akılsızmışsın sen, yabancı, veya pek uzaktan gelmiş olmalısın,
ki bana tanrılara saygı göstermemi veya onlardan sakınmamı öğütlüyorsun.
Tekerlek gözlüler Kykloplar ne fırtına koparan Zeus'a önem
verirler, ne de öbür mutlu tanrılara: çünkü biz çok daha güçlüyüz. Ben,
kendi canım istemedikten sonra, Zeus'un kininden sakınayım diye
seni ve arkadaşlarını esirgiyecek değilim... Fakat, buraya gelirken,
sağlam yapılı gemini nerede bıraktın? uçta bucakta mı, yakında mı?
Söyle bana şunu bileyim.
Ağzımdan lâf almak istiyordu; dikkatimden kaçmadı; benim de
bildiklerim çoktu; kurnazlıkla cevap verdim:
187/431
— Gemimi yeri sarsan Poseidon parçaladı: adanızın ucundaki
burnun kayalarına çarparak; rüzgâr engin denizden bizi o tarafa
sürmüştü; yalnız ben ve bu gördüklerin helâktan başımızı kurtardık.
Böyle dedim, o katı yürekli ise hiç cevap vermeden arkadaşlarım
üzerine saldırdı, uzattığı elleriyle ikisini birden yakaladı ve köpek
yavruları tartaklar gibi yere çarpıp ezdi: beyinleri fışkırmış, toprağı ıslatıyordu;
sonra üyelerini birer birer kopararak onlardan övününü
hazırladı; dağların beslediği bir arslan gibi hepsini yedi sömürdü: barsaklardan,
etlerden, ilik dolu kemiklerden hiç bir şey bırakmadı. Biz
ise ellerimizi Zeus'tan tarafa kaldırarak ağlıyorduk: o korkunç manzara
karşısında, yüreğimiz çaresizlik içinde kalmıştı.
Böylece Kyklop kocaman karnını insan elleriyle doldurduktan ve
su katılmamış süt içtikten sonra, mağaranın ortasında davarların
yanına uzanıp yattı. O zaman ulu güçlü yüreğime danıştım: kalçamdan
aşağı sarkan sivri kılıcı çekip üstüne atılayım mı; göğsüne, can evinin
karaciğerle birleştiği yere saplıyayım mı? Kılıcı da hazır elimde tutuyordum.
Fakat başka bir düşünce beni alıkoydu: o hal de de bizim helak
olmamız şüphesizdi, çünkü yüksek kapıyı kapamak için dikmiş olduğu
kocaman kayayı kollarımızla biz hiç bir zaman kımıldatamıyacaktık.
İniltiler içinde tanrısal Şafağı bekledik; sabah sisi içinde doğan
gül parmaklı Şafak görünür görünmez, Kyklop ateş yaktı, sonra seçkin
davarlarını, sıra ile, sağmağa koyuldu, ve her birinin yavrusunu yanına
salıverdi; bu işleri çalışıp acele bitirdikten sonra, arkadaşlardan ikisini
daha kaparak kahvaltısını hazırladı; ve yedikten sonra semiz davarları
mağaradan dışarıya çıkardı. Kapının kocaman kayasını kolay cacık
kaldırmış, tekrar, çabucak, kolaylıkla yerine koymuştu, sanki okluğa
kapağını takıyormuş gibi. Sonra, hızlı hızlı, ıslık çalarak semiz davarlarını
dağa sürdü.
188/431
Orada kalmıştım; ve intikam almak için derinden düşünüyordum;
içimde doğan düşüncelerden bana en münasip görüneni
şuydu:
Kyklop'un, mandıralardan birine dayanmış kocaman bir sopası
vardı: bu, yaş koparılmış bir zeytin dalıydı, kuruduktan sonra elde
taşınmak için. İlk görünce engin denizlerde sefer edebilen bir kara
geminin, yirmi kürekli bir yük gemisinin direğine benzetmiştik: gözle
bakınca o uzunlukta, o kalınlıkta görünüyordu.
Kalkıp yanına yaklaştım, ondan bir kulaç kadar kesip ayırdım;
budak yerlerini yontmak üzre yarenlerin yanına koydum; onlar düzelttiler,
parlattılar; ben de yaklaşıp ucunu sivrilttim. Sonra alıp alevli
ateşte ısıtarak katılaştırdım ve kalın bir tabaka halinde bütün
mağarayı örtmekte olan gübrenin içine sokup iyice sakladım. Sonra
yarenleri kur'a çekmeğe davet ettim; benimle beraber kimler kazığı
kaldırıp o, tatlı tatlı uyurken, gözüne sokmak tehlikesini gözlerine alacaktı?
Tam seçilmelerini istediğim dördüne kur'a düştü bunlara ben de
beşinci olarak katılıyordum.
Akşama doğru, güzel yapağılı davarlarını otlatıp döndü. Ancak, o
akşam, büyük mağaranın içine semiz davarların hepsini aldı; dışarda,
derin avluda hiç bir baş bırakmadı; ya bir şüpheye düştüğünden veya
bir tanrı böyle ilham ettiğinden.
Ondan sonra kocaman kayayı yukarı kaldırıp mağarayı kapadı;
oturup koyunları ve durmayıp meliyen keçileri, hepsini sıra ile, sağdı,
ve her birinin altına yavrusunu salıverdi. Bu işleri çabucak becerdikten
sonra, gene arkadaşlardan ikisini daha kaparak yemeğini hazırladı. O
zaman ben yanına yaklaşarak, ve Kyklop'a iki elimle tuttuğum gerdel
dolusu siyah şarabı uzatarak şöyle dedim:
189/431
— Şimdi, Kyklop, yediğin insan etinin üstüne şu şaraptan iç de
gemide nasıl içkimiz vardı, bir gör! sana bundan gene getirir
sunardım, eğer merhamet edip memlekete yollasaydın. Fakat senin
azgınlığın her haddi aştı a zalim!
Nasıl istersin ki, bundan sonra, insanlar gene senin yanına
gelsinler? İnsan töresince hareket etmiyorsun ki!
Böyle dedim, o ise gerdeli alıp yuvarladı; tatlı içkiden aşırı
hoşlanmıştı, benden bir daha rica etti:
— Lütfet, bir daha ver, ve bana hemen adını söyle ki, seni de bir
konukluk hediyesi ile sevindireyim. Bereketli toprak Kykloplara da
özlü üzümden şarap yetiştirir, ve salkımlarımızın tanelerini Zeus'un
yağmuru irileştirir ama bu halis süzülmüş nektar, ambrosia'dır.
Böyle dedi, ben de hemen ona o ateş gibi şaraptan sundum: üç
defa getirip verdim: üç defa o da deli gibi sordu! Şarap Kyklop'u
yüreğine kadar tutunca, ben de en tatlı sözlerle ona şöyle dedim:
— Kyklop, benden en anılmış adımı soruyorsun. Sana söyliyeceğim,
sen de vadettiğin konukluk armağanını vermelisin. Adım
Kimse'dir. Anam, babam ve bütün arkadaşlarım beni Kimse diye
çağırırlar.
Ben böyle dedim, ve o zalim yürekli şöyle cevap verdi:
— Kimseyi en son, bütün arkadaşlarından sonra yiyeceğim,
ötekileri ondan önce; bu da sana vereceğim konukluk hediyesi olacak!
Bunun üzerine yuvarlanıp, sırtüstü düştü. Kocaman boynu
bükülmüş olarak yatıyordu, her şeyi yenen uyku, onu da aldı;
boğazından ise şarap, insan eti parçaları fışkırıyordu: Sarhoş sarhoş
kusuyordu. Hemen kazığı alıp ısıtmak için köz yığını içine soktum,
190/431
arkadaşlara cesaret verecek sözler söyledim; içlerinden biri korkup
geri çekilmesin diye.
Zeytin kazığı az sonra sıcaklıktan parlıyacak bir hale gelmişti,
henüz yeşil iken aşırı ısınıp tutuşmak üzere idi; o zaman ateşten çektim,
koşarak getirdim; arkadaşlar ayakta her yanımı sarmışlardı: Bir
tanrı yeni bir cesaretle onları canlandırıyordu. Kazığı kaldırıp ucunu
gözünün köşesine batırdılar. Ben de yukardan bastırarak çevirdim,
tıpkı bir gemi merteğini matkapla deldikleri gibi: Nasıl kalfaları iki
yandan kayışla dik tutarken usta yukardan basıp çeviredurur! İşte ben
de onun gözünün içinde kazığın kızgın ucunu böyle döndüreduruyordum,
ve kan, sıcak sıcak fışkırarak göz kapaklarını ve kaşlarını
yakıyordu; gözün kökleri ise tutuşmuştu...
Bir bakırcı ustası büyük bir baltayı veya çekici soğuk suyun içine
batırdığı zaman nasıl madenden hızlı ıslık sesleri çıkarsa tıpkı onun
gibi, onun gözünün içindeki zeytin kazığından ıslık sesleri çıkıyordu...
Bir canavar gibi bağırdı, kaya yankılandı; ve biz korkup uzaklaştık.
Gözünden kanlar içindeki kazığı çekip çıkardı; çılgın bir halde
elinden fırlattı. Yüksek komşuları öbür Kyklopları çağırmağa başladı;
bunlar civarda rüzgârların dövdüğü tepelerdeki mağaralarda otururlardı.
Sesini işitenler her yandan üşüştüler; mağaranın etrafında,
ayakta durup başına geleni anlamak istiyorlardı:
— Polyphemos, böyle acı acı niye bağırıyorsun? Böyle tanrının
gece yarısında bizi niye uyandırıyorsun? Ölümsüzlerden biri gelip
sürünü kaçırmak mı istiyor? Seni mi öldürüyorlar? Hile ile mi, güç ile
mi?
Polyphemos, mağaranın dibinden, bunlara en kalın sesiyle
bağırıyordu:
191/431
— Ey dostlar, beni zorla veya hile ile kim mi öldürüyor? Kimse!
Onlar da cevap vererek kanatlı sözler söylediler:
— Kimse zorla sana bir şey yapamaz, zahir... çünkü yalnızsın.
Ulu Zeus'tan gelen dertlere ise derman yoktur. Babamız Poseidon
Hana yalvar!
Böyle deyip çekildiler, ve ben yürekten güldüm: Takındığım ad,
düşündüğüm eşsiz hile onları gaflete düşürmüştü.
Fakat Kyklop, acılar içinde inlerken elleriyle de yoklıya yoklıya,
gidip kapıdan kayayı kaldırdı; sonra mağara ağzının orta yerine, iki
elini uzatarak oturdu: Bizden koyun dalgası arasında kaçmağa
kalkışan olursa yakalamak için; çünkü aklı sıra benim böyle bir ahmak
olacağımı sanıyordu. Bu ara ben, arkadaşları ve kendimi ölümden kurtarmanın
en iyi çaresini bulmak için düşünüyordum; bütün hileleri
aklımda hesaplıyordum: Can kaygısı bu; tehlike çok büyük ve çok
yakındı. Aklımın içinde bana en uygun görünen düşünce şu oldu: Koyunların
erkekleri iyi besili ve gür yapağılıydı; bunları sessizce, iyi
bükülmüş sazlarla bağladım: Zalim Kyklop canavarının üzerlerinde
yattığı sazlar işime yaradı. Koçları üçer üçer bağlıyordum, ortadaki
adamlarımdan birini taşıyordu, öbür ikisi de iki yandan giderek onu
saklıyordu; ve böylece her adamın ağırlığını koçların üçü yükleniyordu.
Bana gelince: Bütün davarların en iyisi olan bir koç vardı, bunu
yandan kucaklayıp kaba yünlü karnının altına asıldım, durdum: ellerim
o muhteşem yapağıya yapışmış, sabırlı yürekle tutunuyordum.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
davarların erkekleri otlağa fırladı; sağılmıyan dişiler ise mandıralar
etrafında meleyip duruyorlardı, çünkü şişmiş memeleri ağrımaklı
olmuştu. Müthiş acılar içinde kıvranan Kyklop, önünden geçen bütün
koçların sırtlarını yokluyordu; ve ahmak, hayvanların kaba yünlü
karınlarına asılmış olanların farkına varmıyordu. Davarların son
192/431
erkeği de dışarı çıkmak üzere ilerledi: yapağısı çetin düşüncelere
dalmış olan benim yükümden ağırlaşmış olarak.
Güçlü Polyphemos onu da yoklarken şöyle diyordu:
— Baba koç, niçin böyle, mağaradan, davarların en sonuncusu
çıkıyorsun? Eskiden sen başkalarından hiç geri kalmazdın; hepsinden
daha önce, uzun adımlarla, taze çiçek açmış çimenlerde otlamağa
koşardın! Gene en önde olarak dere başlarına varırdın! Akşamları
gene hepsinden öne geçerek ağıla dönmek isterdin! Şimdi hepsinden
geride kalmışsın! Yoksa sahibinin gözüne mi üzülüyorsun? Fena bir
adam, alçak arkadaşlarının yardımı ile, başımı şarapla sersem ettikten
sonra bu gözü kör etti! Fakat Kimse haini, inan bana, henüz helakten
kurtulmuş değildir. Keşke dost duyuşunla dile geleydin de bana
gücümden korkarak nerelerde saklandığını haber verebileydin!.. Beyni
eşiğe çarpılıp mağaranın şurasına burasına dağılırdı; ve o zaman
Kimse haininin getirdiği acılardan yüreğim hafiflerdi!
Böyle deyip koçu dışarıya salıverdi. Mağaradan ve avludan biraz
uzaklaşınca en önce kendimi koyverdim, sonra yarenleri çözdüm;
acele, ince uzun bacaklı, etli yağlı davarlardan bir çoğunun yolunu
çevirerek gemimize gelinceye kadar sürdük. Ne kadar sevindiler sevgili
arkadaşlar, ölümden yakayı kurtaran bizleri görünce! Öbürleri için ise
inlediler, figan ettiler! Lâkin ben kaşlarımı çatarak ağlamanın sırası olmadığını
anlattım, ve hemen gemiye güzel yapağılı davarlardan birçok
bindirip, vakit geçirmeden, tuzlu su üzerinde açılmayı emrettim. Onlar
da hemen gemiye atıldılar ve sıralı kürekçi iskemlelerine oturarak
kürekleriyle köpükten alacalanan denizi dövmeğe başladılar. Haykıran
bir adamın ses erimi kadar uzaklaşınca, ben Kyklop'a aşağılayıcı sözlerle
şöyle dedim:
193/431
— Kyklop, yaman gücüne güvenerek oyulmuş mağarana çekilip
korkak bir adamın arkadaşlarını rahat rahat yemek kısmet değilmiş
sana! Zalim kötü işlerinin cezasını çekmekten kurtuluş olamazdı!
194/431
Evine sığınan yabancıları yediğin için Zeus ve öbür tanrılar cezanı
böyle verdiler işte.
Böyle dedim, ve hemen, yüreğindeki öfkesi artarak, koca bir kayanın
tepesini kopardı, lâcivert pruvalı gemimize doğru fırlattı. Kayanın
düşüşü ile deniz sarsıldı; bu kabarıştan meydana gelen dalga bizi ıslattı
ve çekilirken gemiyi de beraber götürüp karaya çarpayazdı.
Bu ara ben, iki elimle en uzun saplı zıpkını alarak hisa ettim ve
arkadaşlara yüreklendirici emirler verdim. Başımla ben hamle işaretini
veriyordum, onlar da öne yatarak kürek çekiyorlardı. Fakat deniz
üzerinde iki misli mesafe alınca Kyklop'a haykırdım; yarenler ise her
yandan seslenerek, en yalvarıcı sözlerle beni tutmağa çalışıyorlardı.
— A bahtı kara, niçin yabanî adamı kızdırmak istiyorsun? Şimdi
denize öyle bir mermi attı ki, az kaldı gemiyi karaya çarpıyordu: O anda
hepimiz «şimdi helak olduk!» demiştik. Gene sesini, haykırdığını
duyarsa başlarımızı da geminin kerestesini de paramparça eder, başka
bir köşeli kaya fırlatarak: Buraya kadar atabilir çünkü.
Böyle dediler, ama benim ulu gönlümün hırsını yatıştıramadılar;
ben yanan yüreğimin öfkesiyle haykırdım:
— Kyklop, eğer ölümlü insanlardan biri gelip senden biçimsiz
körlüğünün sebebini sorarsa, ona de ki: Gözümü kör eden şehirler
talancısı, Laertes oğlu Odysseus'tur; evden barktan yana İthaka
adalıdır.
Böyle dedim, o da haykırarak cevap verdi:
— Eyvahlar olsun! Eskiden haber verilmiş bir kehanet meğer
başıma gelmiş! Burada iyi, büyük bir kâhin vardı, Telemos Eurymides
adında; kâhinlikte cümleden üstündü; Kykloplar arasında kâhinlik
ederek ihtiyarlamıştı, işte o, bütün başıma gelecekleri haber vermiş,
Odysseus'un elleriyle gözden mahrum kalacağımı söylemişti. Fakat
daima boylu boslu, görklü yakışıklı birinin gelmesini bekliyordum:
Öyle birisi ki, çok büyük bir kuvveti olsun! Şimdi ise karşıma küçük,
değeri yok, bir cüce çıkıp gözümü kör ediyor: Kafamı şarapla sersem
ettikten sonra? Seni yeri sarsan ulu tanrıya havale ediyorum: O seni
sılana kavuştursun; ben onun oğluyum, o da benim babam olmakla
övünüyor! Yalnız o, isterse, beni iyi edebilir; başkası, gerek mutlu tanrılardan
gerek ölümlü insanlardan, edemez!
Böyle dedi, ben de ona karşı dedim ki:
— Keşke senin canını alaydım, ve hayattan mahrum ederek seni
Hades'in konağına Cehenneme yollıyaydım, öyle ki, yeri sarsan bile
gözünü iyi edemesin.
Böyle dedim; o ise ellerini yıldızlı göğe kaldırarak Poseidon Şaha
dua ediyordu:
Kabul et duamı, ey yerin sahibi, lâcivert saçlı Poseidon! Senin
oğlun isem, benim babam olmakla övündüğün doğru ise, ihsan et ki şu
şehirler talancısı Odysseus yurduna ulaşmasın, ve eğer sevdiklerine
kavuşmak ve yüksek tavanlı evine ve atalarının yurdu olan yere ulaş-
mak ona kısmet edilmişse, geç ulaşsın, bütün yarenlerini kaybettikten
sonra, yabancı bir gemi ile; evine dönünce de yeni kaygılarla
karşılaşsın!
Böyle dua etti ve Lâcivert saçlı onadı. Hemen ilkinden daha
kocaman bir kaya kaldırıp bir çevirdi ve olanca kuvvetiyle fırlattı. Kaya
lâcivert pruvalı geminin arkasına düştü, az kaldı dümen yerine
değerek ucunu parçalıyordu. Adada güzel güverteli gemilerin büyük
kısmını bırakmış olduğumuz yere geldiğimizde, arkadaşları keder
içinde şurada burada oturmuş bizi bekler bulduk; yanaşır yanaşmaz
gemiyi kumsala çektik. Kyklop'un davarlarını çıkararak üleştirdik;
paylar öyle ayrılmıştı ki, kimsenin bir diyeceği olmadı. Yalnız bana,
güzel knemesli yarenlerim, payıma düşen davarlardan fazla olarak bir
196/431
kuzu verdiler; bunu sahilde her şeye hükmü geçen, kara bulut devşiricisi,
Kronos oğlu Zeus'a kurban keserek butlarını yaktım; o ise kurbanımı
kabul etmedi; çünkü onun niyeti bir hile ile bütün güzel güverteli
gemilerimi ve sadık yarenlerimi mahvetmekti.
O gün, bütün gün, güneş batıncaya kadar, şölen başında
oturduk: Dille anlatılmaz etler ve tatlı şarap vardı. Güneş batıp alaca
karanlık basınca denizin kumsalında yatıp uyuduk.
Sabah sisi içinde doğan gül parmaklı Şafak görünür görünmez
yarenlere, gecikmeden, gemilere binmek ve palamarları çözmek için
emir verdim. Onlar da hemen gemilere bindiler, kürekçi iskemlelerine
geçip sıravarî oturduktan sonra kürekleriyle köpükten alacalanan denizi
dövmeye koyuldular. Gene, kaygılı gönülle, deniz üzerindeki seferimize
girişiyorduk: Ölümden yakayı sıyırmıştık, lâkin sevgili
arkadaşları kaybetmiştik.
197/431
ŞAN: X
AIOLI VE LAISTRYGONLAR AHVALİ
Aioli adasına ulaştık; orada, su içinde yüzen bu ada üzerinde,
ölümsüz tanrıların sevgilisi Aiolos İppotades otururdu. Şehir her taraftan,
yıkılmaz, tunçtan bir surla kuşatılmıştı; göğe yükselen yalçın kaya
üzerine oturtulmuştu. Konağında, Aiolos'un, on iki çocuğu doğmuştu,
altısı kız, altısı oğlan, hepsi gençlik çağma erişmiş. O kızlarını oğullarına
karıları olmak üzere vermişti. Bunlar daima sevgili babaları ve
sayın anneleri yanında yiyip içerlerdi ve sofralarında hesapsız yiyecek
vardı. Gündüzleri yağ kokuları içinde kalan bütün ev gençlerin sesleriyle
çınlardı; geceleri de herkes ismetli eşinin yanında, halılar ve
oymalı sedirler üzerinde yatardı. İşte bunların şehrine ve güzel evlerine
gelmiştik. Aiolos bütün bir ay beni konukladı ve her şeyi soruşturup
anlamak istemişti: İlion'u, Argosluların gemilerini, Akhaiların
dönüşünü; ben de ona bütün bunları gereğince, hikâye ettim. Sonra
kendimin de yolculuğumu açıp selâmetlenmemi rica ettiğim zaman o
da hiç reddetmedi ve dönüşümü hazırladı. Dokuz yaşında bir öküzü
yüzüp ondan çıkan tulumun içine bütün yönlerden esen azgın rüzgârları
kapayıp bana verdi; çünkü Kronosoğlu onu rüzgârlar üzerine
kâhya yapmıştı: onları dindirmek veya harekete getirmek onun
dileğine bağlıydı; tulumu kocaman karınlı gemiye getirip parlak
gümüş sırım ile bağladı, içinden en küçük bir nefes bile sızmasın diye.
Sonra benim için Zephyros'u estirdi, ta ki gemileri ve kendimizi
ulaştırsın; ama bunun gerçekleşmesi kısmet değilmiş: Bir kere daha
uşakların akılsızlığı yüzünden mahvolacakmışız!
Dokuz gün, ara vermeden, geceli gündüzlü sefer ettik; onuncu
gün vatan toprağı görünmeğe başladı; o kadar yaklaşmıştık ki yakılan
ateşin yanında duranları seçebiliyorduk. O zaman yorgun düşmüştüm,
tatlı bir uyku bastırıp içim geçti: Çünkü iskotayı daima ben tutardım,
atalar yurduna tez ulaşmak için, hiç bir zaman yarenlerden kimseye
vermezdim Meğer bu ara yarenler aralarında oturup konuşuyorlar ve
benim ulu,, gönüllü Aiolos İppotades'ten aldığım hediyeleri, altını
gümüşü, saklı saklı eve götürdüğümü söyleşiyorlarmış: Birbirlerine
göz ederek şöyle diyorlardı:
— Hayret! Şu adam her yerde sevilir ve sayılır, hangi şehre giderse
gitsin! Daha Troia'dan... talan payı olarak çok değerli mallar
götürüyordu, biz ise, aynı seferi yapmış iken eve ellerimiz boş dönüyorduk...
Şimdi de işte, dostluğunu kazandığı Aiolos ona kimbilir ne
hediyeler veriyor! Haydin, çarçabuk, bunlar nedir bakalım.
Böyle diyorlardı ve bu uğursuz düşünce üstün geldi: Tulumu
çözdüler ve bir anda bütün rüzgârlar onun içinden fırlayıverdi!
Apansız bizi kapıp engin denize sürükledi! Vatan toprağından uzaklaştığımızı
görünce feryada koyuldular!.. Bu ara ben de uyanarak
suçsuz yüreğimin içinden düşündüm: Gemiden kendimi denize atıp
helak olayım mı, yoksa dişlerimi sıkıp sabredeyim ve yaşıyanlarla beraber
kalayım mı? Sabredip kalmada karar kıldım ve örtünerek geminin
içine uzandım; gemileri zalim rüzgârların kasırgası sürükleyip gene
Aioli adasına götürmüştü; yarenler bağrışıyorlardı.
Oraya gelince karaya çıktık, su çektik; ve çabucak yarenler kocaman
karınlı gemilerin yanında övünlerini aldılar. Yiyip içip doyduktan
sonra, ben, yanıma bir çavuş ve yarenlerden birini daha alarak,
Aiolos'un şanlı konağına gittim; onu eşiyle ve çocuklarıyla yiyip
içmekte iken buldum. Odalarına gelince, eşikte kalıp iki kapı söğesi
arasında oturduk. Yürekten hayret içinde kaldılar, benden sorup anlamak
istiyorlardı:
199/431
— Nasıl, geri mi döndün, Odysseus! Hangi kötü ifrit peşini
bırakmıyor. Seni bütün isteğimizle uğurlamıştık, ta ki vatanına, evine
ve sevdiğin her yere kavuşasın.
Böyle dediler, ben ise gamlı gönülle cevap verdim:
— Başıma felâketi getirenler benim kötü arkadaşlarım, ve onlardan
önce uğursuz uykudur. Fakat siz bana yardım edin, buna
gücünüz yeter.
Böyle dedim, yumuşak sözler sarfederek; onlar ise dilsiz
kesildiler; sonunda babaları cevap olarak dedi ki:
— Çık git, tezden, bu adadan, ey yaşıyanların en lânetlenesi!
Çünkü artık ağırlamak ve selametlemek bana verilmiş değildir öyle
birini ki mutlu tanrılar ondan nefret ederler! Çık git, çünkü buraya
tanrıların gazabına uğrayıp gelmişsin!
Böyle diyerek beni, derinden inler gibi halde evinden kovdu.
Buradan da gamlı gönülle denize açılarak sefere devam ettik.
Adamlarımda artık küreklere sarılacak yürek kuvveti kalmamıştı,
çünkü akılsızlığımız yüzünden sılaya bir yol görünmez olmuştu.
Altı gün ara vermeden, geceli gündüzlü sefer ettik; yedinci günü
Tlepyle-Laistrygonia'da yüksek Lamos şehrine geldik; burada
sürüsünü ağıla getiren çoban kırlara çıkaran çobana seslenir, o da ona
cevap verir. Uyanık bir adam orada iki gündelik kazanabilir: Birini
sığır güderek, öbürünü ise gümüşü koyunlar otlatarak; çünkü
gündüzün yolları gecenin yolları ile yan yanadır.
Buradaki ünlü limana girdik, bunu iki yandan ve boydan boya
sarp kayalar çevirmektedir. Ve boğazda karşılıklı iki sarp burun uzanıp
limanın ağzını darlaştırmaktadır. Arkadaşlar iki küpeşteli gemileri bu
oyuk koyun iç tarafına götürüp borda bordaya gelmek üzre, yan yana
200/431
bağladılar; buranın denizinde büyük hiç bir dalga, tek bir buruşuk bile
yoktu; baştan başa süt limanlık. Yalnız ben, kara gemimle dışarda
kaldım, boğazdaki sarp burnun kayasına palamarı bağladım: oradan
sığır ve insan izleri sürülmüş tarlalar görünmüyordu; yalnız yerden
yükselen bir duman gözüme ilişti. O zaman arkadaşlar gönderdim.
Gidip yeryüzünün hangi ekmek yiyen insanlarından olduklarını anlamak
için; iki kişi seçtim, yanlarına bir de çavuş kattım. Bunlar gemiden
çıkıp düz basılmış yol üzerinden yürüdüler; arabalar yüksek
dağlardan şehre bu yoldan odun taşırdı. Şehre yakın bir yerde, su almağa
giden genç bir kıza rastgeldiler Bu, güçlü Laistrygon
Antiphathes'in kızıydı, duru akar suyu olan Artekie Ayı çeşmesine inmişti;
bütün şehir halkı buradan gelip su alırdı. Bizimkiler yaklaşıp
kendisiyle konuştular: Hanın ismini ve hangi insanlar üzerine hüküm
sürdüğünü sordular. Kız da hemen onlara babasının, yüksek evini gösterdi.
Ünlü konağa girdiler ve orada dağ tepesi kadar iri cüsseli bir
kadın buldular; görünüşünden dehşet içinde kaldılar O hemen şanlı
kocası Antiphathes Hanı dernek meydanından çağırttı, bu ise bizim
arkadaşların acıklı helakını düşündü: çarçabuk birini kaparak ondan
övününü hazırladı. Öbür ikisi kaçıp gemilere geldiler. Bu arada ise
Han şehir içinde vaveyla koparttı; işiten güçlü Laistrygonlar, her
yandan, binlerce üşüştüler: insandan ziyade devlere benziyorlardı.
Kayalardan insanların kaldıramayacağı iri taşlar koparıp fırlatıyorlardı;
gemilerden korkunç bir vaveyla koptu: ezilen erlerden ve paramparça
olan teknelerden! Laistrygonlar bizimkileri balık gibi şişleyip
iğrenç şölenlerine taşıdılar.
Limanın iç bucağında bir kıtal olurken, ben, kalçam boyunca uzanan
sivri kılıcımı çektim, lâcivert pruvalı geminin palamarını kesiverdim;
yarenlerimi de yüreklendirerek kürekleri başına davet ettim, ta ki
tehlikeden sıyrılalım! Can kaygısı ile hep birden küreklere sarılarak
denizi kabartıp köpürttüler. Sevinç içindeydik: gemimiz boğazdaki
201/431
sarp kayalardan sıyrılarak açık denize çıkmıştı; lâkin öbür gemiler,
hepsi birden, mahvolmuştu.
Buradan da gamlı gönülle denize açılarak sefere devam ettik;
ölümden kurtulmuştuk ama, sevgili yarenleri kaybetmiştik. Aiaie
adasına ulaştık; burada güzel belikli Kirke oturdu; bu insan sesli,
korkunç tanrıça yaman niyetli Aietes'in kızkardeşidir. Her ikisi insanları
aydınlatan Güneşten doğmuştu, anaları da Okeanos'un kızı Perse
idi.
Burada sarp kıyıdan sakınıp gemiyi, sessiz sessiz, koyun en emin
yerine yanaştırdık: bir tanrı kılavuzumuzdu; o zaman, karaya çıkıp iki
gece uzanıp yattık; yorgunluktan ve yüreğimizi kemiren kaygılardan
bitkin bir halde.
Fakat güzel belikli Şafak üçüncü günü muştularken, gemiden
mızrağımı ve sivri kılıcımı alarak çarçabuk yüksek bir gözetleme yerine
çıktım, insanların izlerini göreyim, seslerini işiteyim diye. Yüksek tepeye
çıkınca durup baktım, gözüme yolları geniş toprağın üstüne
yükselen bir duman göründü. Aklımla ve yüreğimle danıştım: şu
gördüğüm kâra dumanın ne olduğunu anlamağa gitmeli miyim? Neticede,
önce tez yürüyüşle gemiye ve deniz sahiline kadar inip
arkadaşların yemeğini vermek, sonra keşif için adam göndermek bana
en elverişli göründü.
İniyordum, ve artık iki küpeşteli gemiye yakın gelmiş buluyordum
ki, tanrılardan biri, yalnızlığıma acımış olacak, yolumun üstüne
yüksek boynuzlu kocaman bir geyik yolladı: ormandaki otlağından su
içmek için ırmağa inmişti; çünkü güneşin kızgınlığı ona dokunmuştu.
Sudan ayrılıp yola doğrulurken, bel kemiğinden, sırtının tam ortasından
vurdum: tunç mızrak bir yandan öbür yana delip geçmişti.
İnleyerek tozların içine yuvarlandı ve canı uçup gitti. Üstüne varıp
tunç mızrağı yaradan çektim, bunu yere yatırıp bıraktım. Sonra, dallar
202/431
ve sazlar koparıp bir kulaç kadar uzunluğunda güzelce bir ip bükerek
koca hayvanın dört ayağını bağladım. Sonra, boynuma vurup
mızrağıma dayana dayana kara geminin önüne geldim; hiç bir zaman
bir omuz üzerinde ve tek el ile taşıyamazdım: çünkü gerçekten kocaman
bir hayvandı bu! Yükümü geminin bir yanında yere attım, sonra
yarenleri uyandırdım; birinden öbürüne giderek yumuşak, tatlı sözler
söyledim:
— Dostlarım, kaygılarımız pek çok ise de, henüz ecel günü
gelmeden Hades'in konağına inecek değiliz. Haydin, tez yürüyüşlü
gemide yiyecek içecek bulundukça yiyip içmeğe bakalım, açlıktan
harap olmayalım.
Böyle dedim; onlar da hemen sözlerimle bu kanaate gelerek
başlarından örtüyü çektiler ve hasatsız denizin kıyısında geyiği görüp
hayran kaldılar: gerçekten kocaman bir hayvandı bu! Gözleriyle doya
doya baktıktan sonra ellerini yıkayıp parlak bir şölen hazırlıklarına
giriştiler. Bütün bir gün, güneş batıncaya kadar, oturup yedik içtik;
dille anlatılmaz etlerimiz, tatlı şarabımız vardı! Güneş batıp alaca
karanlık basınca denizin kumsalı üzerinde uzanıp uyuduk.