7 Mart 2010 Pazar

yaşar kemal göğçeli - ince memed 1 - bölüm1

Yaşar Kemal _ İnce Memed 1

www.kitapsevenler.com

Merhabalar

Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden

Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır

Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz

Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir

Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından

Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda

Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler

Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem

Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz

Bilgi Paylaştıkça Çoğalır

Yaşar Mutlu

Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim

ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü

bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill

alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde

satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması

ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir.

T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara

Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak

Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin

Tarayan Yaşar Mutlu

web sitesi

www.yasarmutlu.com

www.kitapsevenler.com

e-posta

yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com

mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com

Yaşar Kemal _ İnce Memed 1

Yaşar Kemal

İNCE MEMED 1

Yaşar Kemal İnce Memed 1

İNCE MEMED 1

Yaşar Kemal 1923'te Osmaniye'nin Hemite (bugün Gökçedam) köyünde doğdu. Komşu Burhanh köyünde başladığı ilköğrenimini Kadirli'de tamamladı. Adana'da ortaokula devam ederken bir yandan da çırçır fabrikalarında çalıştı. Ortaokulu son sınıf öğrencisiyken terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı. 1940'h yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu, 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı. 1943'te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar'ı yayımladı. Askerliğini yaptıktan sonra 1946'da gittiği İstanbul'da Fransızlara ait Havagazı Şirke-ti'nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı. 1948'de Kadirli'ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha sonra arzuhalcilik yaptı. 1950'de komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı. 1951'de salıverildikten sonra İstanbul'a gitti, 1951 - 63 arasında Cumhuriyet gazetesinde fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Bu arada 1952'de ilk öykü kitabı San Sıcak'ı, 1955'te kendisine büyük bir ün kazandıran ilk romanı İnce Memed'i yayımladı. 1962'de girdiği Türkiye İşçi Par-tisi'nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı, 1967'de haftalık siyasi dergi Ant'm kurucuları arasında yer aldı. 1973'te Türkiye Yazarlar Sendikası'nın kuruluşuna katıldı ve 1974 - 75 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988'de kurulan PEN Yazarlar Derneği'nin ilk başkanı oldu. 1995'te Der Spiegel'de yayımlanan bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl Index on Censorship'te yayımlanan "Türkiye'nin Üstündeki Karabulut" başlıklı yazısı dolayısıyla 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildi, cezası ertelendi. Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Yaşar Kemal 1973'ten bu yana Nobel Edebiyat Ödülü adayıdır. Yapıtları kırka yakın dile çevrilen Yaşar Kemal, Türkiye'de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca Ödülü (1982), Legion d'Honneur nişanı Commandeur payesi (1984), Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı (1993), Premi Internacional Catalunya (1996), Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü'nün (1997) de bulunduğu 19 ödüle değer görüldü.

o o

D

w

> r1

Yapı Kredi Yayınlan - 1952 Edebiyat - 547

İnce Memed 1 / Yaşar Kemal

Kitap Editörü: Tamer Erdoğan Düzelti: Eylül Duru

Kapak Tasannu: Yeşim Balaban

¦ Baskı: Şefik Matbaası Marmara Sanayi Sitesi M Blok No: 291 İkitelli/İstanbul

1. Baskı: 1955, Çağlayan Yayınevi

1955-2003, Çağlayan Yayınevi, Cem Yayınevi, Remzi Kitabevi,

Ant Yayınlan, Ararat Yayınları, Toros Yayınlan, Adam Yayınlan

YKY'de 1. Baskı: İstanbul, Ocak 2004

6. Baskı: İstanbul, Mayıs 2005

ISBN 975-08-0714-6 Takım ISBN 975-08-0698-0

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2003

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.

Yapı Kredi Kültür Merkezi

İstiklal Caddesi No. 285 Beyoğlu 34433 İstanbul

Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23

http://www.yapikrediyayinlari.com

e-posta: ykkultur@ykykultur.com.tr

İnternet satış adresi: http://yky.estore.com.tr

www.teleweb.com.tr

Duvarın dibinde resmim aldılar Ak kağıt üstünde tanıyın beni

Toros dağlarının etekleri ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdenizin üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz kjlli topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlarca içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukuro-vanm bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!

Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Os-maniyeyi geçip Islahiyeye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kışınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kışınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ışıl ısıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır.

Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire başlar. İnsan birden ürker. Kayalarla birlikte çam ağaçları da başlar. Çamların birer billur pırıltısındaki sakızları buralarda toprağa sızar. İlk çamlar geçildikten sonra, gene düzlüklere varılır. Bu düzlükler boz topraktır. Verimsiz, kıraç... Buralardan Torosun karlı do-

rukları yanındaymış, elini uzatsan tutacakmışsm gibi gözükür.

Dikenlidüzü bu düzlüklerden biridir. Dikenlidüzüne beş kadar köy yerleşmiştir. Bu beş köyün beşinin de insanları topraksızdır. Cümle toprak Abdi Ağanındır. Dikenlidüzü, dünyanın dışında, kendine göre apayrı kanunları, töresi olan bir dünyadır. Dikenlidüzünün insanları, köylerinden gayrı bir yeri bilmezler hemen hemen. Düzlükten dışarı çıktıkları pek az olur. Dikenlidüzünün köylerinden, insanlarından, insanlarının ne türlü yaşadıklarından da kimsenin haberi yoktur. Tahsildar bile iki üç yılda bir kere uğrar. O da köylülerle hiç görüşmez, ilgilenmez. Abdi Ağayı görür gider.

Değirmenoluk köyü Dikenlidüzündeki köylerin en büyüğüdür. Abdi Ağa da bu köyde oturur. Köy, düzlüğün gündo-ğusuna düşer. Kayalığın dibindedir. Kayalar mordur. Üstlerini sütbeyaz, yeşile çalan, gümüşi, türlü renkte lekeler örtmüştür.

Üst başta yaşlı, yaşlılıktan dallan toprağa eğilmiş, dalları kıvrılmış bir çınar ağacı bütün haşmetiyle yıllardır orada durup durur. Çmar ağacına yüz metre yaklaşırsın, elli metre yaklaşırsın ortalıkta çıt yoktur. Her bir yan derin bir sessizlik içindedir. Sessizlik korkutur insanı. Yirmi beş metre yaklaşırsın gene öyle... On metrede aynı sessizlik. Ağacın yanma gelip de kayadan yanına dönüncedir ki iş değişir, birdenbire bir gürültü patlar. Şaşırıverir insan... İlkin kulakları sağır edecek derecede çoktur. Sonra iner, yavaşlar.

Gürültünün geldiği yer, Değirmenoluk suyunun gözüdür. Göz değildir ya, bura halkı oraya suyun gözüdür der. Öyle bilir. Bir kayanın dibinden köpükler saçarak kaynar. İçine bir ağaç parçası atılırsa bir gün, iki gün, hatta bir hafta suyun üstünde oynadığı görülür. Döndürür. Bazıları iddia ederler ki, kaynayan su, üstünde taşı bile oynatır, batırmaz. Halbuki suyun gözü burası değildir. Ta uzaklardan, çamlar arasından yarpuz, kekik kokularını yüklenerek Akçadağdan gelir. Burada da bu kayanın altından girer, köpürerek, kaynayarak bir delice homurtuyla öbür ucundan çıkar.

Buradan Akçadağa kadar öyle kayalık, öyle sarptır ki To-

10

ros, bir ev yerinden daha büyük toprak parçası görülemez. Ulu çamlar, gürgenler kayaların arasından göğe doğru ağ-mıştır. Bu kayalıklarda hemen hemen hiçbir hayvan yoktur. Yalnız, o da çok seyrek, akşam vakitleri keskin bir kayanın sivrisinde boynuzlarını, büyük çangallı boynuzlarını sırtına yatırmış bir geyik, bacaklarını gerip, sonsuzluğa bakarcasma durur.

11

Çakırdikeni en pis, en kıraç toprakta biter. Bir toprak ki bembeyaz, peynir gibidir. Ot bitmez, ağaç bitmez, eşek inciri bile bitmez, işte orada çakırdikeni keyifle serile serpile biter, büyür, gelişir.

En iyi toprakta bir tek çakırdikenine rastgelinmez. Bunun sebebi, bir kere iyi toprak boş kalmaz, her zaman sürülür ekilir. Bir de, öyle geliyor ki, çakırdikeni iyi toprağı sevmez.

Ne iyi, ne kötü boş bırakılmış orta halli toprakta da biter çakırdikeni. Çakırdikenini söker, yerini ekerler. Toros eteklerinin doruklara yakın düzlükleri bu minval üzeredir.

En uzun çakırdikeninin yüksekliği bir metre kadar olur. Bir sürü de dalları vardır. Dallar dikensi çiçeklerle donanır. Bu çiçekler beş perli, yıldız gibi, uçları sert, sivri iğnelerin ortasmda-dır. Her çakırdikeninde bunlardan yüzlerce bulunur.

Çakırdikeni bittiği yerde bir iki, üç dört tane bitmez. Öyle üst üste, öyle sık biter ki arasından yılan geçemez. İğne atsan çakırdikeninden yere düşmez.

Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse, toprağa de-ğecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peyda olur. Sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu... Sonra mavi gittikçe koyula-^ şır. Bu en güzel bir mavidir. Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Gün batarken sular nasıl kıza-1 rır, çakırdikeni tarlası da öyle kızarır.

12

Güze doğru dikenler kurur. Mavilik beyaza döner. Çatırtılar gelir çakırdikeninden.

Düğme büyüklüğünde sütbeyaz sömüklüböcekler vardır hani. Bunlardan yüzlercesi, binlercesi dikenlerin gövdelerine sıvanır. Diken gövdeleri boncuk boncuk sütbeyaz olur.

Değirmenoluk köyü çakırdikenlik... Tarla yok, bağ, bahçe yok. Safi çakırdikenlik.

Çakırdikenliğin içinden koşan çocuk soluk soluğaydı. Çoktan beridir ki durmamacasına koşuyordu. Birden durdu. Bacaklarına baktı. Dikenlerin yırttığı yerden kan sızıyordu. Ayakta duracak hali yoktu. Korkuyordu. Ha yetişti, ha yetişecekti. Korkuyla arkasına baktı. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Ferahladı. Sağa saptı. Bir zaman koştu. Sonra yoruldu. Yorulunca çakırdikenlerinin içine yattı. Sol yanında bir karınca köresi gördü. Karıncalar iri iri. Körenin ağzında cıvıl cıvıl kaynaşıyorlar. Bir zaman her şeyi unutup karıncalara daldı. Ve birden aklına gelince sıçradı. Sağa saptı. Biraz sonra da dikenlikten çıktı. Dikenliğin kıyısına dizleri üstü çöktü. Baktı ki dikenliğin üstünden başı gözüküyor, kıçı üstü oturdu bu sefer de. Bacakları kanıyordu. Kan sızan yerlere toprak ekelemeye başladı. Toprak yaralara düşünce yaktı.

Kayalıklar azıcık ötedeydi. Kayalıklara doğru var gücünü harcayarak yeniden koşmaya başladı. En yüksek kayanın altındaki çınar ağacına vardı. Ağacın dibi bir kuyu gibi derinlemesi-neydi. Sapsarı, altın renkli, kırmızı damarlı yapraklar ağacın dibini doldurmuş, gövdeyi yarı beline kadar örtmüştü. Kuru yapraklar hışır hışır ediyordu. Gitti, kendisini yaprakların üstüne attı. Çınarın çıplak dallarından birisinin en ucunda bir kuş duruyordu, çıtırtıyı duyunca uçtu gitti. Yorgundu. Bitmişti. Burada, bu yaprakların üstünde gecelemeyi geçirdi aklından. Yumuşacık. Oturduğu yerden kalkamayabilir de. Sonra, "Olmaz," dedi kendi kendine. "Adamı kurt kuş yer." Ağacın üstünde kalmış yapraklardan birkaçı dolana dolana geldi öteki yaprakların üstüne düştü. Sonra boyuna birer ikişer düşmeye başladı.

Kendi kendine konuşuyordu. Sesli sesli konuşuyordu. Sanki, yanında birisi var da ona söylüyor:

"Giderim," diyordu. "Giderim bulurum o köyü. Kimse bil-

13

mez oraya gittiğimi. Gider bulurum. Giderim işte. Çoban olurum işte. Çift sürerim işte. Anam beni arasın işte. Arasın aradığı kadar. Keçi sakallı göremez yüzümü. Göremez işte. Ya köyü bulamazsam? Bulamam! Aç kalır ölürüm. Ölürüm işte."

Ilık bir güz güneşi vardı. Kayaları, çınarı, yaprakları yalıyordu. Toprak taze, apaydınlıktı. Bir iki güz çiçeği toprağı yarmış, ha çıktı, ha çıkacak. Çirişler acı kokuyor, ıslak ıslak da parlıyordu. Dağlar, çiriş kokar güzün.

Bir saat mı, iki saat mı ne kadar kaldı orada, belli değil. Ama, gün yıkıldı gitti dağların ardına. Neden sonradır ki çocuk, söylenmeyi bırakıp, kendini toparladı. Birden aklına düştü ki, arkasından geliyorlar. Deliye döndü. Güneşe bir göz atmayı da unutmadı. Güneş başını almış gidiyordu. Şimdi nereye gitmeliydi? Hangi yöne? Bilmiyordu. Kayaların arasından incecik bir keçi yolu geçiyordu, ona girdi koşmaya başladı. Kaya demiyor, çalı, taş demiyor koşuyordu. Yornuğunu iyi almıştı. Duruyor, bir an arkasına bakıyor, sonra gene koşmaya başlıyordu.

Ayaklan biribirine dolanıyordu. Bu minval üzere koşarken, çürümüş bir ağacın üstünde küçücük bir kertenkele ilişti gözüne. Nedense buna sevindi. Kertenkele onu görünce ağacın altına kaçtı...

Bir sallandı, sonra durdu. Başı dönüyordu. Gözleri karardı. Etrafındaki dünya topaca dönmüştü. Nasıl da fırlanıyordu! Eli ayağı da titriyordu. Arkasına baktıktan sonra gene koşmaya başladı. Bir ara önünden bir keklik zurbası parladı. Kekliklerin kalkışından irkildi. En küçük bir çıtırtı duysa hep irkiliyordu zaten. Yüreği, bu sebepten, hep deli gibi çarpıyordu. Umutsuz-casına arkasına gene baktı. Kan tere batmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü. Yere oturuverdi. Düştüğü yer ufacık taşlı bir yamaçtı. Ekşi ekşi bir hoş ter kokuyordu. Burnuna tatlı bir çiçek kokusu geldi. Gözlerini zorla açabildi. Başını ağır ağır, korka korka kaldırdı aşağılara baktı. Gün battı batacaktı. Gölgeler öylesine uzamış. Aşağıda hayal meyal bir toprak dam gördü. Sevinçten yüreği ağzına geldi. Evin bacasından duman da çıkıyordu. Duman, ağır ağır, salma salma çıkıyordu. Duman, bir kara duman değildi. Dumanın rengi hafif mora çalıyordu. Arkasında ayak sesine benzer bir patırtı duydu. Başını hızla çevirdi. Sol yanın-

14

da orman kapkara kesilmiş bir sağnak gibi gökten yere iniyordu. Orman üstüne üstüne geliyordu. Gene konuşmaya başladı. Ama bağıra bağıra konuşuyordu. Hem ormandan kaçarcasına, aksi yöne yürüyor, hem olanca gücüyle:

"Giderim derim ki onlara... Giderim derim ki... Size derim... Size çoban olmaya geldim. Çift de sürerim... Ekin de biçerim. Derim ki benim adım Mistik derim, Kara Mistik... Anam yok, babam yok... Abdi Ağam da yok derim. Sizin davarınızı güderim... Sizin çiftinizi sürerim. Sizin çocuğunuz da olurum. Olurum işte. Benim adım İnce Memed değil. Kara Mistik derler bana. Anam ağlasın. Olurum işte. Gavur Abdi Ağa da arasın beni. Çocukları olurum işte."

Sonra bağıra bağıra ağlamaya başladı. Karanlık orman akıyordu. Ağladıkça ağlıyordu. Ağlamaktan, yalnız, avazı çıktığı kadar ağlamaktan müthiş bir tat duyuyordu.

Yamaçtan aşağı inerken ağlaması kirp diye kesildi. Akan burnunu sağ kolunun yenine sildi. Yen, yamyaş oldu.

Evin avlusuna geldiğinde karanlık kavuşmuştu. Ötelerde birçok ev karartısı daha gördü. Bir an durdu. Düşündü. Bu köy, o köy mü ola? Kapının önünde uzun sakalı sallanan bir adam semerle uğraşıyordu. Başını kaldırınca sakallı, avlunun ortasında, dikilmiş kalmış bir karartı gördü. Karartı kendisine doğru bir iki adım attı durdu. Adam aldırmadı. İşine daldı. Ortalık iyice kararınca adamın gözleri görmez olup, uğraşmayı bıraktı. Ayağa kalktı. Soluna dönünce deminki karartıyı olduğu yerde öylece dikilmiş durup durur gördü:

"Hişt! Hişt!" dedi. "Hiştişt! Ne işin var burada?"

Karartı:

"Ben," dedi, "çoban olurum sana dayı. Ben çift de sürerim. Her bir iş yaparım size dayı."

Sakallı adam karartıyı kolundan tuttu içeri çekti:

"Gel hele sen içeri, sonra konuşuruz hepsini..."

İnceden bir poyraz esiyordu. Memed, tir tir titriyordu. Öyle bir titriyordu ki uçacak gibi.

Yaşlı adam içerdeki kadına:

"Ocağa odun at!" dedi. "Çocuk titriyor."

Kadın:

15

"Kim bu?" diye hayretle sordu.

Yaşlı adam:

"Bir Tanrı misafiri," diye cevap verdi.

Kadın:

"Misafirin hiç de böylesini görmedimdi," diye bıyık altından gülümsedi.

Yaşlı adam:

"Gör işte!" dedi.

Çocuk, ocağın soluna, duvara iyice yapıştı, büzüldü. Çocuğun kocaman bir başı vardı. Düz, güneşten solup, kırmızı olmuş kara saçları alnına, yüzüne dümdüz, dikine düşüyordu. Yüzü ufacıktı. Kupkuru bir yüzdü. Gözleri kocaman kahverengiydi. Teni güneşten yanmıştı. On birinde gösteriyordu. Dize kadar da şalvarını çalı yemişti. Bacakları bu sebepten çıplaktı. Ayakları da yalındı. Bacaklarında kan kuruyup kalmıştı. Ateşin çok iyi yanmasına rağmen titremesi durmuyordu.

Kadın:

"Yavru," dedi, "sen açsın. Dur, sana çorba koyayım da iç!"

Çocuk:

"İçerim," dedi.

Kadın:

"Isınırsın," dedi.

Çocuk:

"Titremem durur," dedi.

Kadın, ocakta ateşin yanı başında duran kocaman bir bakır tencereden kalaylı bir sahana döğme çorbası doldurmaya başladı. Çocuğun gözleri tenceredeki buğulanan çorbaya dikildi.

Kadın çorbayı getirip önüne yerleştirdi. Eline bir tahta kaşık verdi:

"Çabuk çabuk iç!" dedi.

Çocuk:

"Çabuk içerim."

Adam:

"O kadar da çabuk içme ağzın yanar sonra," dedi.

Çocuk:

"Yanmaz."

16

Çocuk gülümsedi. Yaşlı adam da gülümsedi. Kadın onların neye gülümsediklerine bir anlam veremedi.

Adam:

"Çorbayı içince, titremesi durdu aslanın."

Çocuk:

"Durdu," dedi, "durdu."

Kadın da gülümsedi.

Ocak, çamurla tertemiz sıvanmıştı. Evin damı topraktı. Tavanı çalıyla döşeliydi. Döşeme yılların isinden kapkara kesilmiş parlıyordu. Evi ikiye ayırmışlardı. Öteki bölme ahırdı. Bölmenin kapısından sıcak, ıslak bir hava geliyordu. Nefes karışığı... Bu taze sığır boku, saman, taze dal kokuyordu.

Derken bölmeden yaşlı adamın oğlu, gelini, kızı da geldi.

Çocuk onlara bir hoş, pel pel baktı.

Yaşlı adam, oğluna:

"Misafirimize hoş geldin desene," jdedi.

Oğul gayet ciddi:

"Hoş geldin kardaş," dedi, "ne var, ne yok?"

Çocuk:

"Hoş bulduk," diye aynı ciddiyetle cevap verdi. "İyilik sağlık."

Kız da, gelin de, "hoş geldin," dediler.

O arada, ocaktaki kütük yanmış, tüm yalıma kesmişti.

Çocuk, ellerini koynuna sokmuş büzülmüştü. Yaşlı adam geldi çocuğun yanma oturdu. Ocağın gür yalımları arkalarına tuhaf gölgeler düşürüyordu. Bu gölgelere bakarak adam, çocuğun kafasından ne geçiyor, anlayabilirdi. Yaşlı adam da uzun zaman bir yerde durmayan, yalımlara göre yer değiştiren gölgelere gözünü dikti. Gözlerini gölgelerden ayırdığında gülüm-süyordu. Yaşlı adamın yüzü uzun, inceydi. Sakalları sütbeyaz, değirmiydi. Alnını güneş yakmıştı. Bakır rengindeydi. Yüzüne ocağın yalımları da vurunca, alnı, yanakları, boynu kırmızı bakır gibi parlıyordu.

Birden aklına gelmiş gibi yaşlı adam doğruldu.

"Bre misafir," dedi, "senin adın ne? Adını bağışlamadın."

"Bana," dedi, "İnce Memed derler..."

Arkasından, pişman olmuş gibi altdudağını ısırdı. Utangaç

17

utangaç başını önüne eğdi. Yolda, "Benim adım Kara Mistiktir, derim" dediği aklından çıkıp gitmişti. "Olsun," dedi kendi kendine, "Mistik da neymiş yani kendi adım dururken. Saklayınca ne var yani adımı. Kim görecek beni bu köyde." Yaşlı adam, geline:

"Sofrayı serin de yemek yiyelim," dedi. "Haydiyin." Sofra geldi ortaya serildi. Bütün aile ve İnce Memed sofranın etrafına halka oldular. Yemekte kimse ağzını açmadı. Sessizlik içinde yemek yendikten sonra, ocağa bir kucak odun daha atıldı. Ocağın tam orta yerine de yaşlı adam bir kütük getirdi yerleştirdi. Yandaki yalımlar kütüğü sardılar. Bu, ihtiyarın en büyük zevkiydi. Bunu böyle yapmasa edemezdi. Etraftaki yalımlar yaşlı adamın kütüğünü sarıverdiler. İşte buna bayılırdı. Kadın, adamın kulağına eğildi. Yavaş yavaş:

"Süleyman," dedi, "çocuğun yatağını nereye sereyim?"

Süleyman, her zamanki tatlı gülüşüyle gene güldü:

"Koca beygirin yemliğinin içine... Nereye olacak? Biz nerde yatıyorsak... Sevgili misafirim kim bilir nereden, Süleyman demiş de gelmiş?"

Süleyman Memede döndü. Memed, sıcaktan gevşemiş, uyuklar gibi bir hal almıştı

"Bre misafirim, uykun mu var?"

Memed bir silkindi:

"Yok," dedi, "hiç uykum gelmiyor."

İyice gözlerinin içine bakıp:

"Bre İnce Memed," dedi Süleyman, "hiç söylemedin. Nereden gelip, nereye gidiyorsun?"

İnce Memed, duman kaçan gözünü ovuşturarak:

"Değirmenoluktan geliyor, o köye gidiyorum," dedi.

Süleyman:

"Değirmenoluğu biliriz ya, o köy neredeymiş acep? diye merakla sorar bir tavır takındı.

Memed, hiç bozmadan:

"Dursunun köyü," dedi.

Süleyman ısrar etti:

"Hangi Dursunun?"

Memed:

18

di.

"Abdi Ağa var ya..." dedi durdu. Gözleri bir noktaya dikil-

Süleyman:

"Eeee?" dedi.

"Hani bizim ağamız. Dursun onun tutması işte. Çift sürer. Abdi Ağanın çiftini sürer. O Dursun işte."

Gözleri parladı. Azıcık duraladı:

"Geçende bir doğan yavrusu tuttu ki!... O Dursun işte! Bildin mi onu sen, şimdi emmi?"

Süleyman:

"Bildim bildim," dedi. "Eee sonra?"

"İşte onun köyüne gidiyorum. Dursun bana dedi ki... Bizim köyde, dedi, çocukları dövmezler. Çocukları çifte salmazlar. Bizim köyün tarlalarında, dedi, çakırdikeni bitmez. Ben, oraya gidiyorum işte."

Süleyman:

"Peki o köyün adı neymiş? Söylemedi mi Dursun sana hiç?"

Memed sustu. Düşündü. Başparmağını uzun zaman ağzına sokup, uzun zaman düşündü. Sonra birden:

"Yok," dedi. "Köyün adını söylemedi Dursun."

Süleyman:

"Acayip," dedi.

Memed:

"Yaa acayip," diye tekrarladı. "Biz Dursunlan beraber çift sürerdik. Otururdu bir taşın başına. Aaah derdi bizim köyü bir görsen! Taşı toprağı altındandır derdi. Denizi var, çamı da var, derdi. İnsan denizin üstüne biner her bir yere gidermiş. Dursun oradan kaçmış. Bana dedi ki, hiç kimseye söyleme benim oradan kaçtığımı. Ben de anama bile söylemedim."

Süleymanm kulağına eğilip:

"Sen de kimseye deme. Olur mu emmi?" dedi.

Süleyman:

"Korkma korkma," dedi, "hiç kimseye söylemem."

Sonra gelin kalktı gitti. Biraz sonra sırtında dolu bir çuvalla geri döndü. Çuvalı orta yere indirdi. Çuvalın ağzını açınca dışarı pamuk kozaları döküldü. Kozalar temizlenmiş, bembeyaz-

19

di. Her biri bir top beyaz bulut gibiydi. Birden evin içini keskin bir koza kokusu aldı.

"De bakalım İnce Memed, çek bakalım pamuğu," diye sevinçle söylendi Süleyman. "Göster kendini."

İnce Memed önüne bir kucak pamuk alarak:

"Ne var sanki, pamuk çekmek de iş mi?"

Alışkın elleri makina gibi işlemeye başladı.

Oğul:

"İnce Memed," dedi, "şimdi sen o köyü nasıl bulacaksın?"

İnce Memed bu sorudan hiç memnun olmadığını gösterir gibi bir hal takındı. İçini çekti:

"Ararım," dedi. "O köyün yanında deniz varmış. Ararım."

Oğul:

"Bre İnce Memed," dedi, "deniz buraya tam on beş günlük

yol çeker."

İnce Memed:

"Ararım," dedi. "Ölürüm de dönmem Değirmenoluğa. Bir daha hiç dönmem. Dönmem işte."

Süleyman aldı:

"Bre İnce Memed," dedi, "senin başında bir hal var. Söylesene bana onu. Ne diye düştün yollara böyle?"

İnce Memedin elleri durdu:

"Süleyman emmi," dedi, "dur da sana hepiciğini söyleyim. Benim babam," dedi, "ölmüş. Biricik anam var. Başka hiç kimsemiz yok. Ben Abdi Ağanın çiftini sürerim."

Buraya gelince gözleri doldu. Boğazı gıcıklanmaya başladı. Kendisini tuttu. Bıraksa boşanıverecekti.

"İki yıldır sürerim çifti. Çakırdikeni beni yer. Dalar... Çakırdikeni adamın bacağını köpek gibi kapar. İşte o tarlada çift sürerim. Abdi Ağa beni her gün döve döve öldürür. Dün sabahleyin gene dövdü beni. Her bir yanım döküldü. Ben de kaçtım oradan. O köye gideceğim. Beni orada bulamaz Abdi Ağa. O köyde bir adamın çiftini sürerim. Çobanı olurum. İsterse oğlu da olurum."

Oğlu da olurum derken Süleymanın gözlerinin içine iyice

baktı.

Memed dolmuştu. Bir kelime daha söylese boşanacaktı. Onun için Süleyman, Abdi Ağa lafını değiştirtti:

20

"Bana bak İnce Memed, madem böyle. Sen benim evde kal-sana."

İnce Memedin yüzü ışıladı. Bir sevinç dalgası onu tepeden tırnağa ürpertti.

Oğul:

"Deniz çok uzak İnce Memed. O köy de kolay kolay bulunmaz."

Pamuk çekildi bitti. Ortalığı pamuktan düşen böcekler sarmış, telaşlı telaşlı oraya buraya gidiyorlardı. Kara, küçücük pamuk böcekleri... Ocağın bir başına da küçük bir yatak serdiler. Memedin gözlerinden sıcak bir uyku akıyordu. Yatağa hasretle, ürpertiyle baktı. Süleyman Memedin durumunu çoktan sezmişti.

"Gir!" diye yatağı işaret etti.

Memed hiçbir şey söylemeden büzülerek yatağa sokuldu. Dizlerini göğsüne çekti. Her tarafı havanda dövülmüş gibi ağrıyordu.

Memed, kendi kendine, içinden: "Oğlu olurum. Olurum işte. Anam arasın. Abdi Ağa arasın. Arasınlar işte. Kıyamete dek arasınlar. Dönmem işte," diyordu.

Gün doğmadan iki saat önce, her gün çifte gittiği vakitte sıçrayarak uyandı. Yataktan çıktı, dışarıya gitti. Uykulu uykulu dışarıda işedikten sonra, kendine geldi. Dünkü geceyi, ak sakallı Süleymanı hatırladı. "Süleymanın evi," dedi içinden. "O köye gidip de ne yapacağım? Süleyman Emmimin oğlu olurum. Burada kalırım. Dönmem işte."

Dışarının ayazından üşüdü. Geldi yatağına girdi. Dizlerini gene göğsüne dayadı. Yatak ısındı. Bugün, gün doğuncaya kadar uyuyacağını biliyordu. Derken kendinden geçti.

Sabah ayazının üstüne gün doğdu. Ana, ocaktan çorbayı indirdi. Çorba sıcak, tatlı tatlı ocağın kıyısında tüttü. Oğul, çoktan çifte gitmişti. Süleyman da semerin başına oturmuş, akşamki bıraktığı yerden yapmaya başlamıştı.

Kadın:

"Süleyman," diye çağırdı, "çorba soğuyor. Gel de iç!"

Süleyman:

"Misafir kalktı mı?"

21

Kadın:

"Sabi çocuk," dedi. "Fıkara çok yorulmuş dün herhalde. Sayıklayıp duruyor." Süleyman:

"Uyandırma fıkarayı. Dün hep kaçmış. Yüzünden belliydi."

Kadın:

"Neden kaçmış ola?" diye sorunca... Süleyman:

"Çok, çok sıkıştırmışlar," diye cevap verdi. Kadın:

"Yazık," dedi. "Ne de güzel çocuk. Dinsizler ne istersiniz parmak kadar çocuktan?" Süleyman:

"Canı istediği kadar kalsın evde."

Bu sırada Memed gerinerek uyandı. Gözlerini iyice iki eliyle ovduktan sonra ocaklıktan tarafa bakındı. Ağzı açık tenceredeki çorba usuldan usuldan buğulanıyordu. Başını dışarıya çevirdi. Kapıdan içeri bıçakla kesilmiş gibi bir güneş şeridi uzanıyordu. Hemen yerinden sıçradı.

Süleyman Memedin telaşını görünce: "Korkma, yavrum," dedi. "Zararı yok. Uyu." Memed döndü, ocaklıktaki bakır ibriği aldı dışarı çıktı. Yüzünü bol suyla yıkadıktan sonra Süleymanın başına dikildi, onun semer onarmasını seyre başladı. Kadın:

"Gelin de çorbanızı için. Çorba soğudu," diye tekrar çağırdı.

Süleyman semerin başından üstünü çırparak kalktı. Memede bir göz kırptı gülümseyerek: "Yürü çorbamızı içelim."

Çorba, sütlü bulgur çorbasıydı. Süt kokusu bulgur kokusuna karışınca, bir hoş koku meydana getiriyordu. Tahta kaşıklarla çorbayı içtiler. Çorba Memedin çok hoşuna gitti. "Oğlu olacağım işte," dedi.

Süleyman yapıp bitirdiği semerin içine kuru ot basıyordu. Ot, yaşlı, uzun parmaklarının arasından kayıyordu.

22

Güz güneşi bütün parlaklığıyla dünyayı doldurmuştu. Kurumuş ottan ince, altın bir toz çıkıyordu Süleyman karıştırdıkça. Toz güneşin altında parça parça yayılarak dört bir yana uçuşuyordu.

Süleyman:

"Çok mu sıkıştırdı seni Abdi Ağa?" diye sordu.

Memed böyle bir soruyu beklemiyordu. Kendini toparladı:

"Beni," dedi, "döve döve öldürürdü. Hem çift sürdürürdü çakırdikenlikte yalınayak. O da ayazda. Hem öldürürdü. Birinde beni bir dövdü, bir dövdü... Bir ay yataktan kalkamadım. Herkesi döver ya, beni çok döver. Anam diyor ki, Sarı Hocanın muskası olmasaymış, ben ölürmüşüm..."

Süleyman:

"Demek burada kalacaksın gayrı?"

Memed:

"Ne işim var," dedi, "o köyde? Buradan, on beş gün öte-deymiş. Denizi varmış, bana ne! Çakırdikeni yokmuş, burada da yok. Ben burada kalırım. Beni burada kimse bulamaz öyle değil mi? Değirmenoluk köyü çok ötelerde kaldı öyle mi? Kimse bulamaz değil mi?"

Süleyman:

"Ula," dedi, "deli deyyus, ahacık Değirmenoluk köyü şu dağın arkacığında. Geldiğin yolu bilmiyor musun?"

Memed, hayretler içinde donup kaldı. Gözleri kocaman kocaman açıldı. Sonra terledi. Teri oluk oluk akıyordu. Bütün umutları suya düşmüştü. Bir şeyler söyleyecek oldu. yutkundu. Havada kartallar dönüyordu. Gözleri onlara takıldı. Süley-mana biraz daha sokuldu:

"Ben," dedi, "o köye gitsem de o adamın oğlu olsam. Beni burada bulursa Abdi Ağa öldürür."

Süleyman:

"Git o köye de, git o adamın oğlu ol," diye serzenişte bulundu.

Memed:

"Ben senin oğlun olsam ne iyi olurdu," diye yaltaklandı. "Ne iyi olurdu ama..."

Süleyman:

23

"Aması ne?..." diye sordu.

Memed:

"Beni bulursa... Allah var demez... Kıyık kıyık kıyar beni."

Süleyman:

"Ne gelir elden?" diye başını tezgahtan kaldırdı. Memedin yüzüne baktı. Memedin yüzü buruşmuş, yaprak gibi olmuştu. Koca gözleri sönmüş. Tüm ışığını yitirmiş gibi.

Memed, Süleymanın kendisine baktığını fark edince biraz daha yanma sokuldu elinden tuttu:

"Nolursun?" diye gözlerinin içine bütün arzusunu toplayıp baktı. Öteki:

"Korkma," dedi.

Memed, acı acı, bir sevinç, bir korkuyla karmakarışık güldü.

Sonra Süleyman işini bitirdi ayağa kalktı. Memede dedi ki:

"Bre İnce Memed, benim işim var şu karşıki evde. Oraya gitmeliyim. Sen, ne istersen onu yap. Gez köyün içini."

Memed ondan ayrılıp köyün içine daldı. Bu, yirmi, yirmi beş evlik bir köydü. Evleri ham toprakla yapılmıştı. Biçimsiz, üst üste, gelişigüzel konmuş taşlarla yapılmıştı. Ham toprak... Yükseklikleri yerden bir metre...

Köyü bir uçtan bir uca dolaştı. Çocuklar bir gübreliğin üstünde köküç oynuyorlardı. Kadınlar gördü. Evlerinin günden yanma, duldaya oturmuşlar çıkrık eğiriyorlardı. Bir tek de köpek gördü. Kuyruğunu iki patancınm arasına kıstırmış, korka korka bir duvarın dibinden yürüyordu. Bu köyün her bir tarafını gübre almış. Akşama kadar köyü ev ev dolaştı. Hiç kimse ona, nereden gelip, nereye gidiyorsun demedi. Kendi köyleri olsa, bir yabancı görseler, bütün çocuklar başına toplanırlardı. Bu köy, bir başka köy... İşte, bu, zoruna gitti. Eve gelince Süleymanı karşısında buldu. Süleyman: "Bre İnce Memed," dedi, "hiç uğramadın eve. Ne var, ne

yok?"

"İyilik," dedi.

Bundan sonra Memed, köyün içini birkaç gün daha gezdi. Birkaç çocukla arkadaş oldu. Köküç oynadı. Üstüne köküç oy-

24

nayan çıkmadı. Ama Memed, bu hüneriyle övünmedi. Başka bir çocuk olsaydı Memedin yerinde, övünmesinden geçilmezdi. O, çocuk işi der gibi, omuz silkti. Bu sebeptendir ki, Memedin onları yenisi, çocukların zoruna gitmedi. Sonra, Toroslarm güz yağmurları başladı. Güz yaprakları nasıl düşer. Toros yağmurları da öyle kocaman taneli düşer.

Gök gürlüyordu. Köyün üst başındaki dağdan, düzlüğe doğru taşlar yuvarlanıyordu. Dağ ormanlıktı. İri ağaçları vardı. Orman, üst üste. Sıktı.

Memed, bir gün Süleymana geldi dedi ki:

"Süleyman Emmi, böyle dur dur ne olacak? Benim canım sıkılıyor. Boşuna da ekmek yiyorum."

Süleyman:

"Dur hele. Acelen ne? Sana da iş bulunur bre İnce Memed."

Birkaç gün yağmur ara verdi. .Islak taşların, kayaların, ağaçların, toprağın üstünde güneş parlıyordu. Ortalık usuldan da buğulanıyordu. Bir de köyün içinden buğuyla birlikte gübre kokusu geliyordu. Bazı bazı da güneşi bulutlar örtüyordu. Gümüşi bulutlar...

İnce Memed, evin kapısındaki bir taşın üstüne oturmuş, Süleymanın kendisi için ham gönden diktiği çarığı ayaklarına giyiyordu. Çarık ıslaktı. Çarığın üstünde mor tüyler de vardı. Tüylerden bunun bir tosun derisi olduğu anlaşılıyordu.

Çarıktan dolayı sevinçten uçuyordu İnce Memed.

Süleyman geldi İnce Memedin başucuna dikildi. Çarığı bağlayışını seyrediyordu. Memedin elleri, çarık bağlamaya alışkın eller... Öyle gösteriyor. Kaytanları taktı taktı, getirdi arkadan düğümledi.

Süleyman:

"Bre İnce Memed," dedi, "sen çarık bağlamakta ustaymış-sm."

İnce Memed başını kaldırıp gülümsedi:

"Ben çarık bile dikerim Süleyman Emmi," dedi. "Ama sen iyi dikmişsin bunu."

İnce Memed, ayağa kalktı. Şöyle bir iki kere kuvvetlice bastı. On, on beş adım yürüdü. Geri geldi. Biraz daha yürüye-

25

rek çarıklarına baktı. Hayrandı. Geldi Süleymanın karşısına durdu:

"Ayağıma iyi oturdu," dedi.

Yola düştüler. Yolda, İnce Memedin gözleri hep çarıklarda. Bazı çabuk çabuk yürüyor, bazı duruyor inceden inceye tetkik ediyordu. Bazı bazı da eğilip çarığın tüylerini okşuyor.

Süleyman, Memedin bu sevincine ortak oluyor. Memnun oluyor.

"Sanırsam hoşuna gitti Memed?"

Memed:

"İyi oturdu ayağıma. Severim böyle çarıkları," diye cevap verdi.

Süleyman:

"Bak," dedi, "İnce Memed, o köye gideydin, sana böyle çarığı kimse dikemezdi."

Memed:

"O köyde ayakkabı giymezler mi?" diye yan saf, yan itçe-sine sordu.

Süleyman, itlik mi, değil mi kavrayamadı:

"Giyerler ya, çarık giymezler."

Memed:

"Anladım," dedi.

Yürüye yürüye köyün dışına çıktılar. Memed, birden ferahladı. Tarlalar, ta öteki dağın dibine kadar uzanıyordu. Bu tarlalarda da iş yoktu. Çakırdikeni yoktu ama, gene de iş yoktu. Bu tarlalar, taşlı tarlalar...

Memed, bir ara durdu sordu:

"Böyle nereye gidiyoruz Süleyman Emmi?"

Süleyman:

"Gezmeye çıktık," dedi.

Memed üstelemedi. Yürüdüler.

Memedin yeni çarıklarına çamur sıvandı, Memed, içinden, çarıklara bulaşan çamura küfretti.

Köy, uzaklarda kaldı. Köyden, bir iki dumandan başka hiçbir şey gözükmüyordu.

Süleyman:

"Beni dinle İnce Memed," dedi. "İşte buralarda otlatırsın

26

keçileri. Ta şu ötelere de gidebilirsin. Yalnız şu kınalı tepenin ardına geçme. O taraf sizin köy, seni alır götürürler."

"Gitmem," dedi. "İyi ki söyledin."

Süleyman:

"Haydi dönelim," dedi.

Döndüler. Gökteki bulutlar bembeyazdı. Harman yerleri koyu yeşil birer daire halinde taşlı tarlalara serpilmişti. Uzun otlara yapışmış tek tük sümüklüböcek görülüyordu.

Süleyman:

"Bre İnce Memed," dedi, "çok mu sıkıştırdı keçi sakallı Abdi seni?"

Memed durdu. Süleyman da durdu. Memed, yeni çarıklarına bir göz daha attı.

Süleyman:

"Şuraya oturalım."

Memed:

"Oturalım," dedi. Sonra da başladı anlatmaya:

"Bak sana deyim Süleyman Emmi, babam öleli var ya, elimizde nemiz var, nemiz yoksa hepiciğini almış Abdi Ağa. Anam bir laf söylese döve döve öldürür. Beni de tutar kolumdan yere çakar. Beni birinde iki gün ağaca bağladı. Bıraktı gitti yazının ortasında. Yaa, orada, ağaca iki gün sarılı kaldım da anam geldi açtı. Anam olmasaydı beni kurtlar parçalardı orada."

Süleyman içini çekti:

"Demek böyle senin işler İnce Memed?" dedi kalktı. Arkasından Memed de kalktı.

Süleyman:

"Dediğim gibi eyle İnce Memed. O kınalı tepenin arkasına geçme. Birisi görür, haber verir keçi sakallı Abdiye, seni alır götürürler."

Memed:

"Tövbeler olsun," dedi.

Ertesi sabah, Memed çok erken uyandı, yataktan kalktı. Hemen dışarıya fırladı. Şafağın yeri usul usul ağarıyordu. Süleymanın yatağına gitti. Horultuyla uyuyordu. Dürterek Süley-manı uyandırdı.

27

Süleyman uykulu uykulu:

"Ne o? Sen misin İnce Memed?" diye sordu yavaştan.

Memed:

"Benim," dedi iftiharla. Sonra da ekledi:

"Vakit geç. Ben keçileri süreceğim."

Süleyman hemen kalktı. Gözleriyle karısını araştırdı. Kan çoktandır kalkmış inek sağıyordu dışarda. Karısına seslendi:

"Çabuk İnce Memedin azığını hazırlayın."

Kadın sütlü ellerini büyük bir tencerede yıkarken:

"Kalsın," dedi, "gerisini de akşam sağarım."

Azığı, el değer etek değmez, hazırlayıverdi. Ocakta kaynamakta olan çorbadan da çorba koydu Memedin önüne. Memed, çorbayı bir anda sümürdü. Gözle kaş arası azığı beline bağladı, keçileri önüne kattı. Başından yağlanmış, eski şapkasını çıkardı keçilerin üstüne doğru fırlattı:

"Alloooş bre," dedi. "Yaşasın."

Arkasından Süleyman:

"Uğurlu kademli olsun," diye bağırdı.

Memed, keçilerle birlikte gözden kayboluncaya kadar döndü döndü ona baktı.

Süleyman, sonra kendi kendine:

"Vay," dedi, "vay! Çocukluk..."

Karısı yanma geldi:

"Gene dertlendin," dedi. "Derdin ne?"

Süleyman içini çekerek:

"Bak şu çocuğa neler etmiş keçi sakallı Abdi! Yürek parçalanır haline çocuğun. Babasını tanırdım. Mazlum, kendi halinde bir adamdı. Bak şu çocuğun haline! Canından usanmış da kendisini dağlara, kurdun kuşun arasına atıvermiş!.. Bak hele!"

Karısı:

"Bre Süleyman," dedi, "sen de her şeyi kendine dert edersin. Gel içeri de iç çorbanı."

28

Akşam oldu, çiftçilerin hepsi çiftten döndü. İnce Memed gelmedi. Gün battı. İnce Memed gelmedi. Karanlık kavuştu, gene İnce Memed gelmedi.

Yandaki komşu evden, Zeynep Kadın, Memedin anasına seslendi:

"Döne! Döne! Daha Memed gelmedi mi?"

Döne inler gibi:

"Gelmedi bacım. Gelmedi daha Memedim. Ben, ne yapayım şimdi?"

Zeynep belki on seferdir Döneye söylüyordu. Gene tekrar etti:

"Git," dedi, "soruver Abdi Ağaya. Belki onlara gelmiştir. Git de soruver bacım. Şu senin de başına gelenler!.. Vay fıkara Döne!"

Döne:

"Bu benim başıma gelenler!.. Benim başıma gelenler!.. Memedim köye gelseydi, hiç durmadan bir yerlerde, doğru eve gelirdi. Abdi Ağanın evinde bir lokma durmaz o. Gene de varayım gideyim. Belki..."

Gökyüzünde ay yoktu. Bulutlu olduğu için yıldızlar da gözükmüyordu. Bir karanlık vardı!.. Silme karanlık. Döne, Abdi Ağanın evine doğru yola düştü. El yordamıyla yürüyordu. Bir el kadar pencereden azıcık ışık sızıyordu. Işığa vardı. Işığın yanında yüreği gürp gürp ederek durdu. Bir iki yutkundu. Eli ayağı titriyordu. Dişini sıktı. Neden sonradır ki, boğazından bir ses çıkabildi. Ses, ölü bir ses...

29

"Abdi Ağam! Abdi Ağam! Tabanlarının altını öptüğüm Abdi Ağam! Memedim daha gelmedi. Sizin evde mi ola? Sormaya geldim."

İçerden kalın, gür bir ses duyuldu:

"Kim o? Ne istiyorsun bu gece vakti Hatun?.."

Döne tekrarladı:

"Kurban olduğum Abdi Ağam! Memedim gelmedi eve. Sizde mi ola? Onu sormaya geldim."

İçerdeki gür ses:

"Allah belanı versin. Sen misin Döne?"

Döne:

"Benim Ağam," dedi.

Ses:

"Gel içeri. Ne istiyorsun bakalım?"

Döne, ezile büzüle içeri girdi. Abdi Ağa, ocağın başına, bir sedirin üstüne bağdaş kurmuş oturuyordu. Başındaki kadife kasketinin siperi sol kulağının üstünde. Yolda belde, kasabada hep böyledir. Bununla sofuluğunu göstermek ister. Üstüne ipekle işlenmiş, nakışlı bir mintan giymişti. Büyük taneli kehribar teşbihini şakırdatıyordu.

Uzun, keskin yüzlü, küçücük, yeşil mavi karışığı, bir hoş gözlü, pembe yanaklıydı Abdi Ağa.

"Gene ne istiyorsun? Söyle bakalım," diye tekrarladı.

Döne, ellerini önüne kavuşturmuş, öne doğru biraz eğilmiş, sol elini de sağ elinin içine almış, boyuna sıkıp duruyordu.

"Ağam," dedi, "Memedim daha gelmedi çiftten. Sizde mi ola, deyi geldim."

Abdi Ağa:

"Hah," dedi, ayağa kalktı. "Daha gelmedi ha? Vay it oğlu it vay! Daha gelmedi ha! Ya öküzlerim?.."

Kapıya hızla, geceliğini savurarak geldi. Dışarı bağırdı:

"Dursun, Osman, Ali nerdesiniz?"

Üç ses, üç yerden:

"Buradayız Ağa," dedi.

Abdi Ağa:

"Çabuk gelin buraya," dedi.

Üç kişi karanlıkta koşa koşa geldiler. Bunlardan biri, kırk

30

yaşlarında gösteren Dursundu. Dursun çok iri yarıydı. Öteki-lerse on beşer yaşlarında iki çocuktu.

Ağa:

"Hemen tarlaya gidin, arayın o it oğlu iti. Öküzleri mutlaka bulmalısınız. Bulmadan dönmeyin. Anladınız mı?"

Dursun:

"Biz de onu konuşuyorduk. Noldu acep Memede? Daha gelmedi, diyorduk. Gider ararız," diye söylendi.

Birden Döne hıçkırmaya başladı.

Abdi Ağa tiksintiyle:

"Kes," dedi. "Kes! Ne yapacağız bakalım, bu senin it oğlu itiyin elinden? Eğer öküzlere bir şey olmuşsa, onda kemik ko-maz kırarım. Kemiklerini tüm un ederim."

Dursun, Ali, Osman karanlığa atıldılar. Döne de arkalarına düştü.

Dursun, Döneye:

"Bacım," dedi, "sen gelme. Biz, bulursak buluruz. Belki sabanın bir tarafını kırmıştır. Belki boyunduruğu kırmıştır. Korkusundan gelemiyordur belki. Sen gelme. Biz bulur getiririz. Dön, bacım Döne!"

Döne:

"Kurbanlarınız olayım, yavrumu bulmadan gelmeyin. Dursun emmisi, yavrum sana emanet. Yavrumu bulmadan gelme. Yavrum sana emanet. Yavrumu bulmadan gelme! Yavrum seni çok severdi Dursun emmisi!"

Kadın, geri evine döndü.

Üç kişi karanlığa karıştı. Gecede, uzaklaşan ayaklarının sesi duyuluyordu. Alışkın ayaklar, gidecekleri yolu biliyorlardı. Önce ufacık taşlı bir tarlaya düştüler. Sonra, keskin bir kayalığı aştılar. Kayalığın arkasına dinlenmek için oturdular. Üçü de yan yana... Sokulmuşlar. Biribirlerinin üstüne abanmışlar. Böyle uzun zaman sustular. Belalı bir karanlık vardı. Böceklerin ötüşünden başkaca da çıt yoktu. Önce Dursun konuştu. Kimseye değil, geceye söylüyordu.

"Noldu bu çocuğa acep? Nereye gitti?"

Osman:

"Kim bilir ki..."

31

Ali:

"Memed bana ne diyordu, haberiniz var mı? Ben diyordu, o köye gideceğim. Öldürseler durmam, diyordu."

Dursun:

"Kaçmasın Memed. Bir delilik yapmasın?"

Ali:

"Kaçtıysa iyi etti," diye dişlerinin arasından ıslık gibi bir laf bıraktı.

Osman:

"Çok iyi etti."

Ali:

"Bizimkisi ölümden beter."

Osman:

"Çukurovaya bir atabilsek kendimizi."

Dursun:

"Çukurova yakın," dedi. "Yüreğir toprağı var. Bizim köy," diye devam etti. "Çok çalışırsın ama, kendi kendiyin ağasısın. Ne karışanın olur, ne görüşenin. Tarlalara bir bakarsın bulut çökmüş sanırsın kara toprağa. Öyle pamuk olur işte. Toplarsın. Okkası on kuruştan. Bir yazda Abdi Ağanın verdiğini, yani yılda verdiğinin beş mislini alırsın. Bir şehir var, Adana şehiri. Safi sırçadan, tiril tiril yanar gece gündüz. Aynen güneş gibi. Onun içinde gezersin. Evlerin aralan, onlar sokak derler adına, cam gibidir. Balı dök yala. Trenler gelir gider. Denizin üstünde bir köy kadar vapurlar yüzer. Dünyanın öteki ucuna gider. O da güneş gibi yanar. Işığa boğulmuştur. Bir bakarsın bir daha gözünü alamazsın. Para dersen sel gibi Çukurovada. Yeter ki sen çalış."

Osman birdenbire ortaya bir sual attı:

"Dünya ne kadar büyük ola?"

Dursun: "Çook," dedi.

Ayağa kalktıklarında Dursun köyünü anlatıyordu hala. Kayalıktan sonra da, bir çakırdikenliğe düştüler. Çakırdikeni bacaklarına sarılıyor, bacaklarını dişliyordu. Osman:

"Memedin çift sürdüğü tarla buralarda olacak," diye ötelerden seslendi.

32

Dursun:

"Buraları ben bilmem. Siz bilirsiniz," diye cevaplandırdı.

Alinin:

"İşte burası," diyen sesi sağ yandan duyuldu.

Dursun:

"Burası mı?" diye inanmaz inanmaz sordu.

Ali:

"Tabii burası. Havayı koklasana, sürülmüş toprak kokusu geliyor."

Dursun durdu. Derin derin havayı içine çekti:

"Öyle," dedi.

Öndeki Osman seslendi:

"Ayağım sürülmüş toprağa batıyor." ,

Ali:

"Benim de..."

Dursun: ^

"Bekleyin beni. Ben de geleyim."

Durdular. Dursun arkalarından yetişti.

"Şimdi çift sürdüğü yeri bulmaya çalışalım," dedi Dursun. "Ne dersiniz?"

Osman:

"O kolay," dedi. "Buluruz."

Ali:

"Üşüdüm yahu," dedi.

Dursun:

"Şunu bulalım da sonra," diye yatıştırdı onu.

Osman bağırdı bu sırada:

"Çektiği evlekler öyle duruyor. Bugün çift sürmemiş."

Ali de gidip ayağıyla yordamladı. Sürülmüş tarlanın kıyısını birkaç kere de dolaştı.

"Bugün çift sürmemiş Memed, evlekler öyle duruyor."

Dursun:

"Başına bir iş gelmesin?" diye acımış bir sesle sordu. Sesinde biraz da hayret vardı.

Osman:

"Ona hiçbir şey olmaz. Şeytanın kardeşidir o. Hiçbir şey olmaz ona."

33

Ali:

"Dursun Emmi, sen bilmez misin onu? Ona bir şey olur mu?" diye berkitti.

Dursun:

"Allah vere de öyle olaydı. Memed çok iyi çocuk. Öksüz."

Sürülmüş tarlanın ortasında durdular. Osman, çalı çırpı topladı. Aliyle Dursun konuşurlarken o ateşi yaktı. Ateşin başına geçtiler oturdular. Türlü ihtimaller üstünde durdular. Bayı-labilirdi. Kuduz kurt gelir kapabilirdi onu. Bir hırsız gelir elinden öküzleri alırdı. Daha ne kadar ihtimal varsa, üzerinde teker teker durdular. Ama, üstünde ısrarla durdukları bir tek ihtimal yoktu. Hepsi de olabilirdi. Bir teki de olmayabilirdi.

Dursunun yüzüne ateşin yalımı vuruyordu. Kırmızı bakırın rengine çalıyordu yüzü. Yüzünde belli belirsiz, mutlu bir gülümseme vardı.

Ateş yandı geçti. Ocakta, kedi gözü gibi birkaç köz ışıldadı kaldı. Canlan sıkılıyordu. Ali bir türkü söyledi. Dertli bir türküydü bu. Geceye yayıldı:

Kapıya oturmuş kurar araba Bugün efkarlıyım gönlüm haraba Kitaplar getir de yeminler edem Senden gayrisine demem merhaba.

Üşüdüler. Osman çalı çırpı topladı, ateşi yeniledi. Dursunla Ali de kalktılar çalı toplamaya gittiler. Büyük bir yığın çalı yığdılar ateşin yanına.

Osman:

"Eeee ne yapalım şimdi?" dedi.

Dursun:

"Biz şimdi boş dönersek köye, Abdi Ağa kıyameti koparır. İyisi mi burada yatalım. Sabahleyin arar buluruz."

AH:

"O Memed hiç bulunmaz gayri. O köye gitti o, neredeyse o köy. Dilinden düşürmüyordu." Dursun güldü: Ateşi devam ettirmek için Ali nöbetçi oldu, ötekiler kıvnl-

34

dılar. Ali gözlerini ateşe dikmiş kalmıştı. Bir ara başını kaldırdı. Gözlerini ateşten aldı. Karanlıklara daldı. Kendi kendine "Gitti," dedi. "Gitsin. İyi yaptı. O sırçadan şehire gitti. Ilık Yüreğir toprağına gitti. Gitsin. İyi yaptı. Varsın gitsin."

Osman uyanınca nöbeti ona devretti. Bir keseğe başını koyarken:

"Oraya gitti değil mi Osman? Memed, oraya gitti. Dursunun söylediği yere."

Osman:

"Oraya..." dedi.

Şafağın yeri ışırken üçü de uyandı. Tan yerinde hafif bir kızıllık vardı. Bulutların kenarı sırmalanmıştı. Az sonra kırmızı kenarlı bulutlar beyazlaşmaya başladı. Sonra bir yel esti. Birazı-cık soğuk ama, çok tatlı. Seher yeliydi. Az sonra ortalığı seçebildiler. Sürülmüş toprağın ötesinde, çakırdikeni günün doğduğu yere kadar uzanıyordu.

Üçü birden ağır ağır tarlanın ortasından ayağa kalktılar. Sabah ışığı içinde kaldılar. Koyuca gölgeleri günbatıya doğru uzanmıştı. Üçü de kollarını açarak gerindi. Sonra üçü de yere çömelip işedi.

Gerine gerine Memedin çift sürdüğü tarlayı dolaştılar.

Osman:

"Bakın ize," dedi, "öküzler sabanla gitmişler. Arkalarında sabanla... Haydi izleyelim."

İzleye izleye yürüdüler. Bir yerde uzun uzun durdular, konuştular. Burada bir çift öküz yatmıştı. Kocaman izleri bozulmamış, daha kalıp gibi duruyordu. Hem de boyundurukla, arkalarında sabanla yatmışlardı.

Doğan gün, ortalığı ısıtmaya başladı. Çakırdikenlikten çıktılar, akarsuya geldiler. Ali, birden bir çığlık attı. İkisi birden Aliden yana döndüler. Dönünce, boyunlarında boyunduruk, arkalarında saban, tam koşum halinde öküzleri gördüler. Öküzün biri mor, biri kırmızıydı. İki öküzün de kaburgası kaburgasına geçmişti.

Osmanın yüzü sapsarı kesildi:

"Bir hal var bu çocuğun başında. Memed kaçsaydı, öküzleri böyle koşum halinde koyup gitmezdi. Bir hal var başında."

35

Ali:

"Hiçbir hal yok başında. Öküzleri kurnazlığından öyle bıraktı gitti. O köye gitti o." Osman kızdı:

"O köy, o köy... Siz de... Neymiş o köy? Deli misin sen?" Dursun gülümsedi: "Kavga etmeyin yahu," dedi. Öküzleri önlerine kattılar.

Köye girdikleri zaman gün kuşluktu. Karşıdaki dağdan bile yavaş yavaş sis kalkıyordu.

Dönenin başına ne kadar çoluk çocuk, kadın, genç, yaşlı varsa toplanmıştı. Yanaşmaların önünde koşulu öküzleri görünce ayağa kalktılar hep birden. Hiç kimse konuşmuyordu. Gözleri öküzlere dikilmişti.

Döne bir çığlık attı, öküzlere doğru koştu: "Yavrumu nettin Dursun emmisi? Yavrum seni çok severdi." Dursun:

"İşte, öküzleri böyle koşulu bulduk derede." Kadın dövünüyordu:

"Memedim yavrum... Gün görmemiş öksüzüm..." Dursun:

"Bacı," dedi, "ona hiçbir şey olmamıştır. Ben ararım onu. Arar bulurum."

Döne laf dinlemiyordu. Hem ağlıyor, hem de: "Gün görmemiş öksüzüm," diyordu boyuna. Sonra Döne çırpına çırpına tozların ortasına düştü. Orada kesik kesik inlemeye başladı. Yüzü, gözü, saçları apak toza be-lenmişti. Sonraları yüzü, göz yaşından çamura kesti.

Kalabalık öyle donmuş, bir öküzlere, bir Döneye bakıyordu. Kalabalıktan, iki kadm usulca ayrıldı. Geldiler, toprakta belenmekte olan kadını kollarından tuttular kaldırdılar. Döne, yarı baygındı. Başı, ölü başı gibi sağ omuzuna düşmüştü. Koluna girdiler evine götürdüler.

Döne gittikten sonra kalabalık bir karıştı, canlandı. İlkin, kocakarı Cennet konuştu. Ona, at yüzlü Cennet derlerdi. Uzun yüzü, kırışık kırışıktı. Boyu çok uzundu. İnce parmakları dal gibiydi.

36

"Fıkara Döne," dedi, "noldola oğluna?"

Elif atıldı. Köyde şom ağızlılığı ile ün salmıştı. Kısa boyluydu.

"Ölmese gelirdi Memed," dedi.

Sonra bu söz boydan boya kalabalığı dolaştı:

"Ölmese gelirdi."

"Ölmese gelirdi."

"Ölmese gelirdi."

Elif tekrar söz aldı:

"Belki babasının düşmanları öldürmüştür."

Cennet Karı:

"Babasının düşmanları yoktu. İbrahim karıncayı incitme-mişti," diye cevap verdi.

Beyaz başörtüler, alacalı bulacalı yazmalar, mor fesler, bakır paralı alınlar kalabalığı dalgalandı:

"İbrahim karıncayı incitmemişti." • "

"İbrahim karıncayı..."

"Karıncayı incitmemişti."

Sonra ortalık karıştı. Her ağızdan bir ses çıkmaya başladı.

"Vay Memed!"

"Vay öksüz!"

"Gözün kör olsun gavur dinli."

Sonra bir teklif dalgalandı kalabalığın üstünde. Kimin söylediği bellisiz.

"Döne kartal dönen yerlere gitsin baksın."

"Leş üstünde kartal döner."

"Nerede kartal dönüyor orada..."

"Orada..."

Bütün kalabalık bir anda bunu söyleyen kadına döndü. Bir an sessizlik oldu. Kalabalık, bir an gene dondu. Tekrar canlandı.

"Suyun gözüne düşmüştür."

"Gözüne düşmüştür."

"Gözüne..."

Kalabalık yönünü doğuya döndü. Önce ayakları çıplak çocuklar yürüdüler. Onların ardından ayağı çıplak kadınlar... Önce çakırdikenliğe çocuklar düştü. Ardından kadınlar... Çocukla-

37

rm bacakları ala kan içinde kaldı. Çocuklar, gene koştular. Kadınlarsa, bu önlerine çıkan çakırdikenine beddua ettiler:

"Kökü geçesice..."

Çakırdikenliği çıktıktan sonra, onun arkasından da kayalar göründü. Yorulmuş, ayaklan kanamış çocuklar geride kaldılar, kadınlar öne düştüler.

Çınara ulaştıklarında yorulmuşlardı. Ulu çınar fısıldıyordu. Birden su gürültüsünü duyunca durakladılar. Bir zaman soluk aldıktan sonra, hep birden suya koşmaya başladılar. Gelen suyun gözüne gözünü dikip baktı. Gelen baktı. Kadınlar, yan yana, üst üste halka oldular. Su, büyük kayanın dibinden köpük saçarak kaynıyordu. Kayanın sol yanında büyücek bir havuz oluyordu su. Kaynayan suyun üstüne üç dört yaprak düşmüştü. Akıp gitmiyor, dolanıp duruyorlardı köpükler arasında.

Hiç çıt çıkarmadan uzun zaman baktılar.

Cennet Karı:

"Çocuk buraya düşseydi, şimdiye kadar suyun yüzüne bir kere olsun çıkardı," dedi.

Kalabalık, gene karıştı. Başlar dalgalandı:

"Bir kere olsun çıkardı."

"Çıkardı..."

Kalabalık yorgun, bitkin, umutsuz, neşesiz, sallana sallana geri döndü. Bunda çocuklar arkada kalmışlar, oynaya oynaya geliyorlardı. Kalabalık, toplu halde de yürümüyordu. Her biri bir yerde, başı eğik gidiyorlardı.

Döne, bu günden sonra, ağlaya ağlaya yataklara düştü. Ateşler içinde yandı. Köyün genç kızları da ona yardım ettiler. Döne birkaç gün sonra yataktan kalktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Alnına da beyaz bir bez bağlamıştı.

Bir gün köyün içini meraklı bir haber dolaştı: "Döne yemiyor, içmiyor, suyun gözünün başına oturmuş gözünü kırpmadan suya bakıyor, çıkacak mı diye oğlunun ölüsünü bekliyor."

Haber doğruydu. Döne her sabah, gün doğmadan kalkıyor, suyun başına gidiyor, gözlerini sudan ayırmadan ha bire bakıyordu. Bu, böyle on gün kadar sürdü. Sonra, Döne bitkin geldi evine kapandı. Şimdi de başka bir şey taktı aklına. Gene her sa-

38

bah çok erkenden kalkıyor, damın başına çıkıyor, uzak göklere gözünü dikiyor, gökleri araştırıyor. Nerede sönen bir kartal kümesi varsa yaya yapıldak oraya koşuyordu. Bir iğne, bir ipliğe dönmüştü. Bazan kartallar çok uzaklarda, mesela Yağmurtepe-nin üstünde dönüyorlardı. Orası bir günlük yol çeker. Döne, oraya da gidiyordu.

Bir gece Dönenin kapısı dövüldü. Bir ses:

"Döne bacı aç! Ben Dursunum," dedi.

Döne umutla, korkuyla kapıyı açtı.

"Gel Dursun kardaş! Memedim seni çok severdi," dedi.

Dursun, Dönenin serdiği döşeğe ağır, temkinli oturduktan sonra:

"Bana bak bacı," dedi. "Benim yüreğim öyle hükmediyor ki oğlun ölmedi. Bana öyle geliyor ki başını aldı gitti bir yere. Ben, onu bulurum."

Döne, Dursunun yanına çöküverdi: _

"De," dedi. "Dursun kardaş. Bir bildiğin mi var?"

Dursun:

"Bildiğim yok ya bacı, yüreğim öyle hükmediyor."

Döne:

"Dillerine kurban olayım kardaş senin," diye yalvardı.

Dursun:

"Ben onu ararım. Arar bulurum. Sana şu kadarlığını söyle-yim ki oğlun ölmedi. Memed ölmedi."

Döne onu uğurlarken:

"Bir umudum sende kaldı kardaş. Ah oğlumun bir sağlık haberini alsam... Dünyada hiç başka bir şey istemem. Sen bilirsin Dursun Ağam. Dillerine kurban olduğum. Sen bilirsin," dedi.

39

4

Yaz geldi çattı. Ekinler biçiliyor. Sıcaklar veryansın ediyor. Çukurovanın sıcağına sarı sıcak derler. Toros eteklerinin sıcağına da ak sıcak diyorlar. Ak sıcaklar çöktü.

İnce Memed geldi geleli çoban değil, İnce Memed, evin oğlu. Süleyman, İnce Memedi canı gibi seviyor. Gel gelelim, cin gibi, neşeden taşan oğlana son günlerde bir hal oldu. Ağzını bıçaklar açmıyor. Bir efkardır kaptırmış kendisini. Eskiden türkü söylerdi durmadan. Yanık söylerdi. Türküler de yok gayrı.

Keçilerini en iyi otlağa, en iyi yapraklı ormana götürürdü. Eskiden bir keçi, durup azıcık otlamasın, azıcık durgun görünsün, Memed derhal fark eder, ona bir çare bulur, iyileştirirdi. Şimdi keçileri salıveriyor otlağa, oturuyor bir ağacın, bir kayanın gölgesine, çenesini değneğine dayıyor, dalıp gidiyor. Arada sırada da dayanamayıp kendi kendine konuşuyor.

"Anacığım... Vay anacığım! Ekinlerini kim biçer ola şimdi? Gavur Abdi Ağa! Anacığım! Ekinlerimiz kuruyup dökülecek. Ekinleri kim biçiyor şimdi anacığım? Ben olmayınca anacığım?"

Duruyor, göğe, gökteki bulutlara, toprağa, kızarmaya yüz tutmuş ekinlere bakıyor.

"Leyleğin gözündeki tarla kurumuştur şimdi. Kim biçer ola? Anacığım!.. Yalnız nasıl biçersin tek başına?"

Geceleri de uyku girmez oldu gözüne. Yatakta ha bire dönüyor. Aklı fikri Leyleğin gözündeki tarlada. "Leyleğin gözündeki tarla çabuk gevrer geçer. Bir tane bile alınmaz. Bir tane bile. Geç kalınırsa."

40

Sabah oluyor, yataktan kalkıyor. Her bir yanı kırık. Ölgün ölgün... Keçilerini önüne katıyor. Keçiler dağılıyor. Her biri bir tarafa gidiyor. Umurunda değil. Baktığı yok. Süleymanın ak, güleç yüzü geliyor gözlerinin önüne. Süleymanın sevgi dolu gözleri... Kendi kendinden utanıyor. Canlanıyor. Keçilerini toplayıp, otlağa iyi bir yere götürüyor... Bu uzun sürmüyor. Efkar basıyor. Toprağa gene çöküyor. Toprak cayır cayır yanıyor. Ama o durmuyor. "Leyleğin gözü," diyor. "Anacığım," diyor. Bir de bakıyor ki, akşam olmuş, gün batmış... Dağılmış keçilerini topluyor... Ötede, batan güneşten kalan son ışıklarla tepesi ışıyan Kınalıtepeye doğru sürüyor keçilerini. Keçilerini Kmalı-tepenin eteğinde bırakarak, kendisi başına çıkıyor. Ötelerde bir düzlük gözüküyor. Akşam sisleri çökmüş düzlüğün üstüne. Usul usul kalkıyor. Bu görünen düzlük, çakırdikenli düzlük. Kınalıtepenin arkasında Değirmenoluğu göremiyor. Ortaya bir sırt gerilmiş. Aynen gerilmiş perde gibi. Bir boz toprak yığını. Otları yanacakmış, hemen tutuşacakmış gibi. Öyle kurumuş işte. Hatırlayıp, kendi kendine kızıyor. Süleyman ne demişti? "Kınalıtepenin ardına geçme!" demişti. Kınalıtepenin arkasında in cin yok. Buna daha beter kızıyor. Koşa koşa tepenin başından eteğe iniyor. Dağılan keçileri geç vakitlere kadar ancak toparlayabiliyor. Köye çok geç dönüyor. Süleyman ona, geç kalmasının sebebini sorduğu zaman da:

"İyi bir otlak buldum da keçileri ayıramadım," diye yalan söylüyor.

Bir gün gene çok erken yatağından kalktı. Keçilerin ağılma girdi. Sıcak, boğucu bir geceydi. Keçi ağılı sası sası kokuyordu. Keçileri ağıldan çıkardı, önüne kattı. Bazı bazı, daha şafak atmadan, şafaktan çok önce göğün doğusunda bir tarafı kınalanı-verir. Az sonra da oradaki bulutların kenarları sırmalanır. Sonra da şafak atar. Memed, gündoğusuna baktı. Bugün öylesi bir gündü.

Sonra Memedin içi aydınlanıverdi. Yüreği hafifledi. Birden, kendisini kuş gibi hafif, rahat buldu. Bu arada seherin yelleri de esmeye başladı. Ufacık dalgalar halinde yel, yüzünü yalayıp geçiyordu.

Yüreği küt küt atarak keçilerin yönünü Kınalıtepeye doğru

41

çevirdi. Memed arkada, keçiler önde bir toz bulutu bırakarak koşuyorlardı. Tam tepenin dibine gelince, Memed, keçilerin yönünü çevirdi. Telaşlı bir hali vardı. Keçiler dağılıp oraya buraya gittiler. Memed toprağa oturdu, değneğini çenesine dayadı. Uzun uzun düşündü. Bir ara hışımla kalktı, keçileri tepeye doğru toplayıp sürmek istedi. Sonra vazgeçti. Oturdu gene düşünceye daldı. Bir zaman başı ellerinde kaldı. Keçinin biri boynunu, ellerini yaladı. Aldırmadı. Keçi kendiliğinden bıraktı gitti. O kadar bol ışık doldurmuştu ki ortalığı, dağlar taşlar, ağaçlar, otlar eriyiverip ışığa kesecek sanırdı insan.

Ellerini yüzünden çekti. Gözlerini açınca, gözlerine ışık doldu. Kamaştırdı. Bir zaman ışığa bakamadı. Gözleri alışınca yorgun, isteksiz kalktı. Keçileri aynı ağırlıkla topladı. Tepeye sürdü. Bir anda keçiler tepenin arkasına geçtiler. Memed, yönünü güneye döndü. Ellerini gözlerine siper etti. Uzaklara baktı. Gözüne ulu çınarın dalları ilişti gibi geldi. Yüreği hop etti. Tepenin arkasının kuzey yanı ovaydı. Değirmenoluk köyünün tarlalarıyla, yani çakırdikenli ovayla bu ova arasına keskin boz topraklı sırt giriyordu. Keçileri bu sefer sırtın dibine doğru sürdü. Önünden iki küçük kuş uçtu. Gökte de bir tek, bir kuş gördü. Başkaca, ovada siniler sinek yoktu. Ortalık ıpıssızdı. Ta uzaklarda, topraktan bir ak bulut kalkıyordu. Birden gözüne, aşağıda, sırtın dibinde küçücük bir tarla çarptı. Tarlanın ortasında kara bir leke eğilip eğilip kalkıyordu. Bu sefer de keçileri aynı isteksiz hal, aynı yorgunluk, ağırlıkla oraya çevirdi. Ekinin yanına gelince, ekin biçeni tanıdı. Bu, yaşlı Pancar Hösüktü. Pancar Hösük ekinden başını kaldırıp da keçilere, Memede bakmadı. Ha bire orak sallıyordu. Memed de keçileri boş bıraktı. Keçiler ekinin kıyısına geldiler. Hösük, gene farkında olmadı. Sonra keçilerin hepsi her yerden ekine daldı. Bir hışırtı, bir patırtıdır koptu ekinin içinde. Keçileri ekinin içinde görünce Pancar Hösük ifrit oldu. Elindeki orağı hışımla keçilere fırlattı. Orağın arkasından var gücüyle küfrede ede kendi de keçilere doğru atıldı. Memed, olduğu yerde durmuş, Pancar Hösüğü seyrediyordu. Pancar Hösük binbir güçlükle, oflayıp puflaya-rak keçileri ekinin içinden toplayıp çıkarırken, durup öylecene kendisine bakan çocuğu gördü. Onun keçilerin çobanı olduğu-

42

nu anladı. İşte buna müthiş kızdı. Tepesinin tası attı. Keçileri bir tarafa bıraktı. Orağı attığı yerden aldı. Küfrederek çocuğa doğru geldi. Ağzından köpükler saçılıyordu:

"Ulan, anasını atın tepelediği köpoğlu köpek... Keçiler ekini geçirdiler. Sen durmuş seyredersin burada. Bir varayım da senin yanma... Senin babayın... Orospu analı... Anasının..."

Çocuk yerinden kıpırdamıyordu. Halbuki ihtiyar, çocuğun kaçacağını, kendisinin de onun arkasından yetişemeyeceğini tasarlıyor, yerden, ona atmak için taşlar topluyordu eline. Yaklaştı, çocuk ha kaçtı, ha kaçacak... Çocuk kaçmadı. Hösük, o hızla kolundan tuttu. Orağın sırtını kafasına indirecekken, eli kalakaldı. Çocuğun kolu elinden düşüverdi:

"MemmeedL Yavrum sen misin?" dedi. "Herkes seni ölmüş biliyor."

Soluğu kesilecekmiş gibi soluyordu. Toprağa çöküverdi. Kızarmış boynundan, yüzünden oluk oluk ter akıyordu. Bu sırada tekmil keçiler gene ekine doldu.

Pancar Hösük:

"Git de," dedi, "şu keçileri çıkar gel."

Ancak bundan sonradır ki, bir heykel gibi donmuş kalmış Memed kımıldadı. Koşa koşa ekine gitti. Ekine giren keçileri çıkardı uzaklara sürdü. Geldi Pancar Hösüğün yanına oturdu.

Hösük:

"Memedim," dedi, "ulan seni araya araya bir hal oldular. Suya düşmüş sandılar. Anan senin derdinden ölüyordu az daha," dedi, "hiç yüreğin acımadı mı anana?"

Memed, belini kamburlaştırmış, değneğini çenesine dayamıştı. Susuyordu.

Hösük sordu:

"Bu keçiler kimin?"

Memed, istifini bile bozmadı.

Hösük:

"Sana diyorum, Memed!" dedi, "bu keçiler kimin?"

Memed, ağzından dökülürcesine:

"Kesme köyünden Süleymamn."

Hösük:

"İyi adam Süleyman," dedi. Sonra da ekledi: "Bre deli, gi-

43

deceksin gitmeye, anana haber versene. Usandın Abdi namussuzunun elinden. Anana haber ver, ondan sonra nereye kaçarsan kaç!"

Abdi lafını duyunca Memed, Hösüğün ellerine sarıldı:

"Nolursun Hösük Emmi," dedi, "benim Süleyman Emmiye çoban olduğumu kimseye söyleme. Nolursun yani. Abdi Ağa duyarsa beni alır götürür. Beni döve döve öldürür."

"Sana hiç kimse bir şey yapamaz," dedi. "Deli! Adam anasına haber vermez mi? Fıkara senin derdinden ölüyordu az daha..."

Hösük, sonra birdenbire lafı yarıda bıraktı. Kalktı, Memede bakmadan ekine gitti. Biçmeye başladı. Çabuk biçiyordu. Orağın hışırtısı Memede kadar geliyordu.

Hösük başını bir defa bile kaldırmadan biçiyordu. Bazı bazı beli ağrıyınca doğruluyor, ellerini beline dayıyor, uzaklara bakıyor, gene biçmeye koyuluyordu. Memedi çoktan unutmuştu. Memed de ekinin kıyısında durmuş, kımıldamadan, dimdik dikilmiş, ona bakıyordu.

Gün yıkıldı gitti. Gölgeler, upuzun uzadı.

Memed, güneşe şöyle bir göz attı. Gün kızarıyordu. Ovadaki otlar yarı pırıltılı, yarı gölgeli. Otlar ipil ipil ediyor.

Memedin ayakları Hösüğe doğru sürüklendi. O aynı hızla biçmeye hala devam ediyordu. Karşısında durdu. Yüreği küt küt atıyordu. Hösük, Memedin çıkardığı hışırtıyı duyunca doğruldu. Terden kapkara görünüyordu bu akşam vaktinde. Göz göze geldiler. Hösük yorgun, Memedin ta gözlerinin içine baktı. Canevine baktı. Memed, gözlerini indirdi. Gözleri yerde Hösüğe doğru bir iki adım attı. Ellerini tuttu:

"Allahmı, Peygamberini seversen Hösük Emmi," dedi, "anama, kimseye söyleme, beni gördüğünü."

Eli, atarcasına bıraktı, arkasına bakmadan koştu.

Gün batmıştı ki, Kınalıtepeye geldi. Ter içindeydi. Nedense, bir an seviniyor, arkasından yüreği kararıveriyordu. Bir seviniyor, arkasından... Çarpışma. Kınalının tepesine çıktı. Sırtın dibindeki küçük tarlanın oraya gözünü dikti. Tarlanın ortasında küçücük bir kıpırtı fark ediliyordu.

Hösük, köye girdiğinde, önüne gelene, ehemmiyetli bir sır

44

"¦ ^ .e

biliyor da söylemiyormuşcasına gülüyordu. Önlerinde duruyor, gülüyordu. Hösüğün bu haline kimse bir anlam veremedi. O doğruca Dönenin evine gitti. Döne kapısında, Pancar Hösü-ğü kendisine bakarak ha bire gülümser görünce, buna ne anlam vereceğini bilemedi. Pancar çok seyrek gülen bir adam olduğu gibi, ne Dönenin evine, ne de kimsenin evine gitmezdi. Tarladan evine, evinden tarlaya. Başka birisi olsaydı bu harekette göze batacak bir şey yoktu yoksa. İşi olmadığı zaman da evinin önüne bir hasır serer, üstüne oturur, hiç kimseyle konuşmadan kendi kendine tahtalar oyar, güzel nakışlı kaşıklar, kirmenler, çam bardaklar, tespihler yapardı. Şimdi Dönenin evinin önünde durmuş, ha bire gülüyordu. Gözlerini Döneden ayırmadan gülüyor, ama konuşmuyordu gene. Döne de bu durum karşısında ne diyeceğini bilemiyordu. Bir zaman şaşkın, Hösüğün etrafında dolandıktan sonra:

"Hoş geldin Hösük Ağam, buyur otur," diyebildi.

Hösük duymamış gibi yaptı, gülmeye devam etti.

Döne üsteledi:

"Hösük Ağam buyur otursana..."

Hösüğün gülmesi kesildi. Ağır ağır:

"Döne! Döne!" dedi, durdu.

Döne kulak kesildi.

"Döne, müjdemi isterim."

Döne gülümsedi. Arkasından da telaşlandı. Titreyerek:

"Müjden başım üstüne Hösük Ağam," dedi.

Hösük:

"Oğlunu gördüm bugün Döne," dedi.

Döne hiçbir şey söylemedi. Öyle oldu ki kessen bir damla kanı çıkmayacaktı. Kurumuştu.

"Oğlun, bugün yanıma geldi. Büyümüş, etlenmiş..."

Döne:

"Dillerine kurban olurum Hösük Ağam," diye inledi. "Müjden başım gözüm üstüne."

Döne, durup durup:

"Sahi mi söylüyorsun Hösük Ağam, sahi mi?" diyordu. "Müjden baş üstüne. Dillerine, senin güzel dillerine kurban olayım Hösük Ağam."

45

Sonra Hösük oturdu. Olup biteni bir bir Döneye anlattı. Döne yerinde duramıyor, evin bir ucundan bir ucuna gidip geliyordu.

Azıcık bir zamanda Pancar Hösüğün getirdiği haber bütün köye yayıldı. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar, köyde kim varsa, Dönenin evinin önüne yığılıştılar. Ay ışığı, köyün toprak damlarının, Dönenin evi önünde kımıldanan insan kalabalığının üstüne dökülüyordu.

Kalabalıktan gürültü, patırtı, şamata geliyordu. Birden gürültü kesiliverdi. Ortalıkta ses soluk kalmadı. Cümle başlar da güneye doğru çevrildi. Bir atlı geliyordu öteden. Atının koşumlarının madeni kısımları ay ışığında parlıyordu. Atlı yaklaştı. Sonra kalabalığı yardı, geldi ortada durdu.

"Döne! Döne!" diye bağırdı.

Kalabalıktan, zayıf bir kadın sesi cevap verdi:

"Buyur Abdi Ağam."

"Duyduğum doğru mu Döne?"

Döne geldi, atın başının hizasında durdu.

"Pancar Hösük görmüş. Geldi bana söyledi."

Abdi Ağa:

"Nerede o Pancar?" diye gürledi. "Gelsin yanıma."

Kalabalık karıştı:

"Yok. Hösük yok," dediler.

"Hösük hiç kalabalığa girer mi?"

"Kıyamet kopsa evinden çıkmaz."

Ağa emir verdi:

"Gidin getirin Hösüğü."

Hösük gelinceye kadar, kalabalıktan gene hiç ses çıkmadı. Ortalık derin bir sessizliğe gömüldü.

Az sonra beyaz don, beyaz gömlek içinde Hösük getirildi. Kollarını sıkı sıkıya tutmuş iki kişi arasında çırpınıyordu:

"Ne istiyorsunuz benden bu gece vakti? Derdiniz ne? Allah sizin belanızı versin deyyuslar!"

Abdi Ağa:

"Seni ben istedim Hösük," dedi.

Hösük indirdi. Yumuşadı:

"Ulan namussuzlar, neden Ağa çağırıyor demediniz?"

46

Ağaya döndü:

"Kusura kalma Ağam," dedi.

Abdi Ağa sordu:

"Hösük sen Dönenin oğlunu görmüşsün öyle mi?"

Hösük:

"Söyledim Döneye."

Ağa:

"Bana da söyle," dedi.

Hösük anlatmaya başlayınca, kalabalık etrafına sıkıştı. Halka oldu. Hösük, Memedi nasıl gördü. Orağı kafasına nasıl vuracaktı. Hepsini teker teker, hiçbir şey unutmadan anlattı. Abdi Ağa kızdı, küplere bindi:

"Vay Süleyman vay!" dedi. "Demek Süleyman benim kapıdaki adamları alır çoban edersin! Kırdığın ceviz kırkı geçti Süleyman! Demek Kesme köylü Süleyman ha?"

Hösük:

"O," dedi.

Abdi Ağa, Döneye seslendi:

"Ben onu yarın gider getiririm."

Atını sürdü gitti. Kalabalık arkasından homurdandı.

Abdi Ağa doludizgin giden atının başını Süleymanm kapısının önünde çekti:

"Süleyman! Süleyman!"

Süleyman içerdeydi. Dışarı çıktı. Abdi Ağayı görünce yüzü kül gibi oldu. Abdi Ağa, atın üstünden Süleymana eğildi:

"Süleyman," dedi, "sen hiç utanmadın mı? Benim kapıdan adam almaya utanmadın mı? Sen hiç haya etmedin mi? Abdi-nin kapısından adam alınır mı? Şimdiye kadar bu olmuş iş mi? Sen bilmez misin bunu? Yazık sana Süleyman. Şu ak sakalına da bakmadan..."

Süleyman:

"İn hele attan Ağa! İn attan da buyur içeri. Sana her şeyi bir bir söyleyim, Ağa," dedi.

Abdi Ağa:

"Senin evine inmem," dedi. "Oğlan nerede? Yerini söyle!"

Süleyman:

47

"Zahmet olur sana Ağa. Ben hemen alır şimdicik getiririm."

Abdi Ağa:

"Zahmeti mahmeti yok," dedi. "Göster bana yerini çocuğun."

Süleyman boynunu büktü:

"Peki Ağa, haydi gidelim," dedi, atın önüne düştü.

Keçilerin yanına gelinceye kadar, ne o konuştu, ne de o. Geldiklerinde, Memed, bir taşın dibine oturmuş düşünüyordu. Onları görünce ayağa kalktı yanlarına vardı. Abdi Ağaya hiç hayret etmedi. Süleymanla göz göze geldiler. Bakıştılar... Süleyman, ne gelir elden der gibi boynunu büktü.

Abdi Ağa atını Memede doğru bir iki adım sürdü:

"Düş önüme," dedi.

Memed hiçbir şey demeden atın önüne düştü yürüdü. Boynunu omuzlarının içine çekmişti.

Memed önde Abdi arkada öğleye doğru köye girdiler. Yolda ne Abdi Ağa bir şey sordu, ne de Memed bir şey söyledi. Yalnız, Memed, her an, atı üstüne sürüverecek, ezecek diye korkuyordu. Huyunu bilirdi.

Dönenin kapısına geldiler, durdular.

Abdi Ağa, içeriye seslendi:

"Döne! Döne! Al itini."

Döne dışarıya çıkarken o, atın başını çevirdi. Döne, bir çığlık atarak oğluna sarıldı. Bu arada köylüler de haberlenmişler-di. Yavaş yavaş kalabalık birikiyordu. Kalabalık halka olmuş, Memed ortada. Önüne gelen soruyor:

"Neredeydin Memed?"

"Bu ne hal Memed?" "Haa Memed?"

Memed, başını yere dikmiş ağzım açmıyor. Kalabalık gittikçe çoğalıyordu.

48

Memed, harmanın bileziğinde kalan son saplan da attı. Harman yapılırken yağmur yağmış, sapları biribirine yapışmıştı. Saplardan kapkara, kömür tozu gibi bir toz çıkıyordu. Sabahtan beri, durmadan sap atan Memed, tanınmayacak hale gelmişti. Kapkara. Yalnız dişleri ışıldıyordu. Sapı attı bitirdi. Sap öyle kabarmıştı ki, ortadaki öbeği örtmüştü.

Bileziğin yerinde, ıslanmış soluk bir yeşil halka kaldı.

Yorgun, Memed, gitti güneşin alnına ağzı yukarı uzandı. Firezlerin arasından, karınca şeritleri geçip ta uzaklara gidiyorlardı. Elleriyle gözlerini kapatıp bir zaman ağzı yukarı soludu kaldı.

Günlerden beri çalışıyordu. Önce ekin biçmişti tek başına. Leyleğin gözündeki ekinin içi bir de devedikeniyle dopdoluydu. Sonra harman yapmak için anasıyla birlikte şelek çekti. Günlerden beri de döğen sürüyor. Bu yüzden, bir deri bir kemik kalmış... Yüzü buruş buruş. Derisi sarkıyor gibi... Kapkara kesilmiş... Gözleri de iyice çukura kaçmış, avurtları geçmiş...

At, biraz ötesinde kütürtüyle yayılıyordu. Yıkılacak gibi zapzayıf..; Kaburgaları dışarı fırlamış... Yaşlı bir hayvan. Belki on beş. Gözlerine sinekler çokuşuyordu. Sırtının tam ortasında, hiç iyi olmayan bir yağarı vardı. İrinlenmişti. İrin kan karışığı. Bir de ekin tozu yapışmıştı. Kocaman kara sinekler, bir kalkıp bir iniyorlardı.

Gün kuşluk oldu. Memed, bir yanına döndü. Oluk oluk terlemişti. Elini yüzüne sürdü. Kapkara bir avuç ter aldı attı.

49

Güneşin parıl parıl ettiği firezler, ova, gözü açtırmayacak kadar kamaştırıyordu. Ölürcesine yorgundu. Yattığı yerden, firezlerin aralığından bir iki kere hayvana baktı.

Hayvanın yanında dört beş leylek dolanıyordu. Leyleklere daldı. Eliyle de karıncaların yolunu kesti. Karıncalar ellerinin üstünden geçtiler.

Canını dişine taktı. Önce, uzandığı yerden kalktı oturdu. Başını sağ dizinin üstüne koydu daldı bu sefer de. Kendine azıcık geldi sonra. Ellerini toprağa bastırarak usul usul kalktı. Yüzünde, boynunda karıncaların dolaştığını hissetti. Aldı, toprağa attı onları. At toza batmış bir böğürtlen çalısı yanında durmuş, ön ayaklarından birini yalıyordu. Vardı, atı tuttu çekti.

Devedikeni mavi, kocaman çiçeğini açmıştı. Ufacık bir yel parladı onu eğdi.

Getirdi, atı bin güçlükle döğene koştu. At, kabarmış sapları yaramıyordu. Memed, döğenden indi, atla beraber sapların üstünden yürümeye çalıştı. At, ikide bir tökezliyordu. Memed, hayvana müthiş acıdı. Ne yapacağını bilemiyordu. At, terlemiş, kapkara kesilmişti. Öylesine soluyordu ki, göğsü, kaburgaları hep birlikte inip inip kalkıyordu. Bütün döşü, sırtı, sağrısı köpüğe batmış. Memed de tere battı. Terler her bir yerlerinden sızıyor. Terler gözlerine doluyor. Yakıyor. Nefesini de küflenmiş ekinin ıslak kokusu kesiyor. Bir zaman saplara bata çıka harmanı dönünce saplar yattı. Artık biraz daha kolay dönülüyor. Döğenin altında saplar çatır çatır ediyor.

Öğleye doğru saplar iyicene ezildi. Saplar ışılıyor. Karası gitti sapların. Şimdi döğenin arkasından ince, altın sarısı bir toz usuldan, Memedin genzini yakarak savruluyor. Toz kokuyor. Yanık yanık bir şeyler kokuyor.

Ta uzakta bir adam, öbek yapıyordu. Onun ötesinde de bir iki kişinin döğen sürdüğü görülüyordu. Koskoca ovada başkaca can eseri yoktu.

Firezler uzun uzun... Orak makinası, ekini dipten biçer. Firez, toprakta, bir karış ya kalır, ya kalmaz. Elle biçildiğinde yalnız başaklar alınır. Toprakta uzun saplar kalır. Firezlerin ötesi çakırdikeni.

Memedin dili damağı kurudu. Sıcakta, at da başını ayakla-

50

rınm dibine indirmiş, ölgün ölgün yürüyor. Memed, döğenin üstünde düşünüyor. Hiçbir tarafa baktığı yok. Leylekler ta harmanın yanına kadar sokulmuşlar. Memed, uyumuş kalmış gibi. At bazı bazı başını saplara daldırıyor geveliyor. İsteksiz. Saplar ağzından dökülüyor. Memedin hiçbir şeye aldırdığı yok. Güneş başına vurmuş. Bir keresinde ayağa kalktı. Köyden yana uzun uzun baktı. Görünürde kimsecikler yoktu. Dişlerini sıktı.

"Şu anam da..." dedi.

Anası ona azık, su getirecekti. Yutkundu. Ağzında bir damla tükrük kalmamıştı. Usulca gene döğenin üstüne yumuldu. At durdu. Başını da sapa soktu. Memed, oralı bile değil. Neden sonradır ki işi fark etti dizgini çekti:

"Deh! Yavrum deeh!" dedi.

Sinekler çokuşmuş. At, kuyruğunu yavaş yavaş kaldırmadan sallıyor. Sinekler aldırmıyorlar.

Kızgınlıkla yeniden ayağa kalkan- Memed, yönünü köye döndürdü. Devedikeninin arkasından bir baş gözüküyordu. Az sonra gelenin anası olduğunu gördü. Kızgınlığı o anda sevince çevrildi.

Yaklaşan ana, kan ter içinde kalmış, azık tutan eli yere de-ğecekmiş gibi uzamıştı.

"Nasıl ettin yavru?" dedi. "Kolayladın mı?"

Memed:

"Sapın hepsini attım bitirdim," dedi.

Ana:

"Kaim olmadı mı?" diye sordu.

Memed:

"Oldu ama, yumuşar," diye cevap verdi.

Ananın elinden testiyi kaptığı gibi başına dikti. Uzun uzun, kana kana içti. Testiden akan sularla göğsü, çenesi, göğsünden aşağı bacakları sırılsıklam oldu.

Ana:

"İn yavru," dedi. "İn de ben sürüyüm azıcık. Ekmeğini ye!"

Atın dizginini anasının eline verdi, böğürtlen çalısının gölgesine gitti. Çıkını açtı. Soğan vardı. Tuz da vardı. Ayran torbasına küçücük küçücük, mucuk dedikleri sinekler çokuşmuştu. Bir tasa da ayran doldurdu.

ORHAU KEMAL

51 İL HALK KÜTÜPHANESİ

Yemeğini bitirdikten sonra çalının gölgesine yattı. Yalnız belden aşağısı günde kalıyordu. Uyudu.

Uyandığı zaman gün ikindi olmuştu. Gözlerini ovarak kalktı, harmana koştu:

"Ana," dedi, "yoruldun değil mi? Çok yoruldun."

Ana:

"Gel bin yavrum," diye mahzun, boynunu büktü.

İki gün sonra harman savruldu. Üçüncü gün kasar sürüldü. Dördüncü gün de ceç edildi. Kırmızı buğday taneleri harmanın ortasında parlıyordu. O gün, buğdayı çuvallara doldurup eve taşıyamadılar. Ceç, harmanın ortasında olduğu gibi kaldı. Sebebi de Abdi Ağanın gelip hakkını almamasıydı. O gece Memedle anası sineklere yene yene ceçi beklediler. O gün kuşluk oldu Abdi Ağa gelmedi. Öğle oldu gene bir haber yok. İkindiye doğruydu ki, arkasında semerli beygirlere binmiş üç yanaşmayla çıkageldi. Yüzü karanlık, korkunçtu. Döne, bu yüzü görünce korktu. Yıllardan beri çok iyi tanırdı onu. Dönenin kara bir deri gibi kırışık yüzü, biraz daha kırıştı.

Abdi Ağa, Döneyi işaretle yanına çağırdı. Yanaşmalara da şu emri veri:

"Dörtte üçü bize, birisi de Döneye."

Döne Ağanın üzengisine sarıldı:

"Etme Ağam! Acımızdan ölürük bu kış. Etme. Eyleme. Tabanlarını öpeyim Ağam!"

Ağa:

"Hiç sızlanma Döne!" dedi. "Hakkını veriyorum."

"Benim hakkım üçte birdir," dedi Döne sızlanarak.

Ağa, attan Döneye doğru eğildi. Gözlerinin içine bakarak sordu:

"Çifti kim sürdü Döne?"

Döne:

"Ben sürdüm Ağam." _, t

"Bizim yanaşmalar sana yardım ettiler mi?"

"Ettiler Ağam!"

"Döne?"

"Buyur Ağam!"

52

"Bir daha oğluna tembih et de gidip Süleymanlara çoban olmasın."

Döne sapsarı kesildi. Ağa, atını sürdü gitti.

Arkasından yalnız:

"Kulun kurbanın olayım etme, Ağam!" diyebildi.

Yanaşmalar ölçmeye başladılar. Üç tane Ağaya, bir tane Döneye koyuyorlardı. Ağanın yığını büyüdü gitti. Döneninki küçücük.

Döne, yığınlara bakıp bakıp beddua ediyor.

"Yeme inşallah keçi sakallı. Doktor parası, cerrah parası et! Yılancıklar çıksın da yeme."

Yanaşmalar, üç beygire Ağanın hissesini yüklediler. Hiçbirisi ağzını açıp bir şey söylemedi Döneye. Toprak gibi, taş gibi donmuş kalmıştı her biri.

Memed, geldi anasının yanına oturdu. Tozlu harmanın ortasında küçücük bir buğday ceçi. Az önee ne kadar da büyüktü. Bir buğday ceçine, bir anasına bakıyordu. Suçlu suçlu somurtuyordu.

Ana:

"Süleymandan getirdiğinde seni ne diye dövmediğini anladım şimdi. Anladım. Rızkımızı kesmek için. Gavur dinli."

Memed, kendini tutamadı. Hıçkırmaya başladı:

"Benim yüzümden..." dedi.

Ana, oğlunu bütün gücüyle kucağına çekti, bağrında sıktı.

"Ne yapalım?" dedi. "Ne gelir elden?"

Memed:

"Ya bu kış?.." dedi.

Anası:

"Bu kış?.." dedi.

Sonra, ana da ağlamaya başladı:

"Aaah baban olaydı," dedi. "Aaah baban..."

53

Bir tek inekleri vardı. İnekleri bu yıl buzağılamıştı. Buzağı erkekti. Eğer İnce Memedin bir dönüm toprağı bile olsaydı, gelecek yıl inekten bir erkek buzağıyı daha dört gözle, yatakta ya-tamayacak kadar büyük bir istekle beklerdi. Gelecek yıl doğacak erkek buzağıyı hayal meyal görür gibi olur. Sonra iki buzağı birden büyür. Büyük bir çayırın ortasında çangal boynuzlu bir çift tosun... Tosunlar boyunduruğa kolay kolay alışmazlar... Uğraşmak gerek. En sonunda kuzu gibi olurlar. Tarla, çakırdikeni mi? Olsun. Çakırdikeni bir yıl biter, iki yıl biter. Üçüncü yıl köküne kibrit suyu. Yeter ki tarla senin olsun.

Yeni doğan buzağıların tüyleri, mora çalan bir kırmızıdır. Sonraları değişir. Sarı, kırmızı, mor olur.

Kulak tüyleri kadife gibi yumuşaktır. İnsan, avucunu iyice açar, orta yerini kulağa sürterse, soğuk, yumuşak bir ürperti, bir tatlılık duyar.

Bütün fıkara köy evlerinde buzağıların yeri, ocaklığın yakınına, yatak serilen yerin bitişiğine yapılır. Buzağıların altına çiçekli bahar otları serilir. Ev bahar çiçeği, ot, buzağı pisliği ve buzağı kokar. Buzağı kokusu, süt kokusu gibi bir şeydir.

Güz gelince buzağı büyür, o zaman öteki sığırların yanma yollanır.

Ana, bütün baharı buzağısından habersiz, onunla ilgilenmeden geçirdi. Oğlunun derdi olmasaydı, buzağı evin içinde bir top bahar gibi dolaşır, evin sevinci olurdu.

Memedlerin evi bir gözdür. Bir göz toprak dam... Duvarı,

54

ancak bir metre yüksekliktedir. Bütün köyün damları güz yağmurlarına dayanmaz akardı. Köyde bir Memedlerin damına kareyleyemezdi güz yağmurları. Baba ölmeden az önce, gitmiş Sarıçağşaktan toprak getirmiş, evin üstünü onunla döşemişti. Sarıçağşağın toprağı bir başka topraktır. Bizim bildiğimiz, kara, kumlu, kıraç topraklardan değildir. Bu toprak, parça parça billur gibi donmuştur. Sarısı, kırmızısı, moru, mavisi, yeşili, türlü türlüsü vardır. Bu, renk renk toprak billurları biribirine karışmıştır. Bu sebepten, Memedlerin evlerinin damı güneşte çeşit çeşit rengiyle yalp yalp yanar.

Yazın ana oğul canlarını dişlerine taktılar çalıştılar ama, ne çare!... Güzün dertli, belalı evlerine döndüler. Bir buzağıları bulunduğunu o zaman fark ettiler. Unutup gitmişlerdi. Buzağı dana olmuştu.

Ana, ocağa büyücek bir kütük atmıştı. Dışarda kara bulutlar güneyden kuzeye akıyorlardı. Biraz sonra evin içini bir şimşek aydınlattı. Ocakta, yalımlar biribirini yiyorduk/Bu sırada Memed içeri girdi. Elleri kıpkırmızı kesilmişti. Ocağın başına çömeldi. Arkasına dönünce, yatmış geviş getiren ineği gördü. İnek rahattı. Önünde saman vardı. Yemiyordu. Evin öteki ucu da samanla doluydu.

Kalktı ineğin yanına gitti. İneğin başucunda duran danayı kulağından tuttu. Dana, buna huylandı. Başını elinden kurtardı, ineğin öteki yanına kaçtı. Oğlan gülümsedi.

Ana:

"Sen yoğiken Alıçlı derede doğurdu bunu Fındık. Gece yarısı araya araya bir çalının içinde buldum. Anası başına durmuş yalıyordu. Beni bir zaman yanma yaklaştırmadı. Sonra önlüğüme sardım eve getirdim."

Memed:

"Kocaman oldu," dedi.

Ana:

"Yaa!" dedi.

Sonra, konuşmayı kesiverdiler. Biribirlerinin yüzüne bakamadılar. İkisinin de başı önüne düşmüş, gözleri ocağın közlerine dikilmişti. .

Ana:

55

"Vermezsek olmaz. Un daha şimdiden kalmadı," dedi.

Memed, cevap vermedi.

Ana, devam etti:

"Abdi Ağa da kızgın bize. Ölü fiyatına alır elimizden. Gene yazı bulamayız."

Memed susuyordu.

Ana:

"Başka çaremiz yok yavrum!" dedi. "Şu senin kaçman yok mu? Büktü belimizi."

Başını yavaş yavaş kaldırdı anasına baktı. Gözleri dolu doluydu:

"Beni," dedi, "bahane ediyor. Ben olmasam başka bir bahane bulurdu."

Ana:

"Bulurdu yavrum," dedi. "O gavur zaten babayın da düşmanıydı."

Bu anda, ikisi de ineğe doğru döndüler. Kırmızı, dolgun, alnı nokta benli bir inekti bu.

Kış geldi çattı. Kar diz boyu. Öğleüstünün karlı, bulutlu karanlığı var. Ana, is tutmuş kapkara bakır tencereyi ocağa vurmuş. Epeydir beri su, kaynayıp duruyor.

Bu sırada içeriye Cennet girdi.

Döne:

"Gel otur," dedi. "Cennet Hatun, gel otur."

Cennet, bir ah çekti:

"Oturuyum mu ki bacım? Oturuyum mu ki," diye bir köşeye ilişti. "Sabahtan beri ev ev dolanıp duruyorum. Ne yaptığımı, nereye gittiğimi bilmiyorum. Duydum ki sende de kalmamış buğday. Arpayı da tüketmişsin. Biz de tüketeli bir hafta oldu. çuvalların dibi görüneli çok oldu. Bu yıl bizim ekin olmadı bacım. Sizinkisi gibi olsaydı... Bizim herif her yeri her evi gezdi. Ödünç istedi. Kimsede yok ki versin."

Cennet Karı ocakta kaynayan suyu gördü.

"Ne vuracaksın ocağa?" diye sordu. Cennet Karının sorusunda bir maksat vardı.

Dönenin dudaklarının yanından beyaz, ölü bir gülümseme geçti:

56

"Su vurdum işte!" dedi.

Cennet Karı:

"Hiçbir şey kalmadı mı?" diye hayretle sordu.

Döne:

"Olanımız ocakta," dedi.

Cennet Karı:

"Ya nedeceksin?" diye acıyarak sordu.

Döne:

"Bilmem," dedi.

Cennet:

"Gidip Muştuludan bir daha istesen?"

Döne:

"İsterim ya," dedi. "Onda da kalmamış..."

Tipi, yukardan beri, alabildiğine savuruyor. Tipi, göz açtırmıyor günlerdir. Ev aralarında köpekler bile yok. Köy, bir dağ başı gibi ıpıssız. Herkes, kapısını bacasını örtmüş içeri çekilmiş. İneği olanın evinde samanı da var. Kimsenin kimseyle bir ilişiği yok.

Döne de gitmedik ev, başvurmadık kapı komadı. Belki bir hafta. Belki de on gün: "Ölürüm de Abdi Ağaya yalvarmam," dedi. "Ölürüm de..."

Her yıl böyle olurdu. Köyün yarıdan çoğu aç kalır dökülürdü kapısına Abdi Ağanın.

Döne edemedi. Bir başına olsa neyse ne! Oğlan var. Günlerden beridir ki oğlanın ağzını bıçaklar açmıyor. Yüzünde, dudaklarında bir damla kan eseri kalmamış. Dudakları incelmiş, aynen kağıt gibi. Bütün yüz, bütün beden durgun. Ölü gibi. Bir yere oturdu muydu, akşama kadar oradan kalkmıyor. Başını iki eli arasına alıyor, dalıp gidiyor. Bütün canı, hayatiyeti, kini, sevgisi, korkusu, gücü kocaman gözlerine toplanmış. Gözlerinde arada bir, iğne ucu gibi bir pırıltı yanar söner. Keskin, batan bir pırıltıdır bu! Bu pırıltıdan korkulur. Korkunçtur. Parçalamaya, atılmaya hazırlanmış kaplanın gözlerinde de aynı pırıltı yanar söner mutlak. Bu nereden gelir? Belki yaratılıştadır. En doğrusu, çekilen işkencede, dertte, beladadır. Memedin gözlerine bu pırıltı, son bir yıl içinde gelip yerleşmiştir. Ondan önce Memedin çocuk gözleri bir hayranlık, bir sevinç içinde parlardı.

57

Gökte kara bulutlar yuvarlanıp duruyordu. Abdi Ağanın kapısında üşümekten iki büklüm olmuş, yırtık, el dokuması giyimli bir kalabalık, biribirlerine sokulmuş titriyordu. Bir tek kişi vardı kalabalığın dışında: Döne. Onlar, Abdi Ağayı bekliyorlardı. İçerden, Abdi Ağa çıkacak da onlara bir şey söyleyecek. Derken Abdi Ağa, elinde doksan dokuzluk tespihi, başında de-vetüyünden örülmüş takkesi, sivri sakalıyla göründü:

"Gene aç mı kaldınız?" diye söylendi.

Kalabalıktan hiç ses çıkmadı.

Kalabalığın arkasında tek başına duran Döneyi gören Abdi Ağa:

"Döne! Döne!" diye bağırdı. "Sen doğru evine git! Sana bir tek tane bile vermem. Evine git! Döne!" dedi. "Şimdiye kadar benim köyümden, benim kapımdan adam kaçıp da başka köye, başka adama çoban olmadı, yanaşma olmadı. Bunu senin bir karış oğlun icat etti. Sen doğru evine..."

Kalabalığa döndü:

"Siz arkamdan yürüyün!"

Geniş şalvarının cebinden bir tutam anahtar çıkardı, eline aldı. Ceketinin cebinden de bir defter çıkardı.

Neden sonra kendini toplayabilen Döne arkasından:

"Ağam o, bir kımık çocuktur," diyebildi. "Bizi aç koma."

Ağa durdu. Döneye döndü. Arkasındaki kalabalık da durdu, döndü.

"Çocuk, çocukluğunu bilir," dedi Ağa. "Şimdiye dek, ben kendimi bildim bileli, kimse Değirmenoluk köyünden kaçıp da başka köyde çobanlık, yanaşmalık etmedi. Etmez de... Sen doğru evine Döne!"

Abdi Ağa, ambarın kapısını açınca, sıcak, tozlu bir buğday kokusu fırladı dışarı.

Kapıda durdu:

"Bana bakın," dedi. "O Döneye bir tek tane bile vermeyeceksiniz. Acından ölecek. Şimdiye kadar Değirmenoluk köyünde acından ölen olmadı. O ölecek. Ya da satacağı bir şeyi varsa, satacak. Verirseniz, verdiğinizi duyarsam, hepinizin evine gelir verdiklerimi alırım. Demedi demeyin."

Kalabalık:

"Bize yetmez ki..." diye cevap verdi.

"Bize yetmez ki..."

"Yetmez ki..."

"Döneye..."

En arkadan cırlak bir kadın sesi:

"Kaçmayaydı Dönenin oğlu da... Bize ne! Varsın acından ölsün."

Her biri sırtında çavdar, buğday, arpa karışığı zahireyle evine döndü. Değirmen köyün öte ucunda, ulu çınarın az aşa-ğısındaydı. İkinci gün değirmenin önü çuvallarla doldu. Değirmen çoktandır bağlıydı. Kulaksız İsmaile gün doğdu.

Akşamüstü her evden, bir sıcak ekmek kokusu geliyordu.

Durmuş Ali, tam altmışında. Köyün en iri adamı. Yaşlı bir çınar kadar sağlam. Büyük yüzü, küçücük gözleri var. Ömrü boyunca ayağına ayakkabı giymemiştir. Ayağının altında kara, kırış kırış yırtılmış kalın bir tabaka ayajckabı yerini tutar. Ayakları kocamandır. Bu ayaklara göre, hiçbir ayakkabı bulunmaz. Bütün numaraların, hatta çarık büyüklüğünün bile dışındadır. Ama isteseydi çarık giyebilirdi. Bu, ona sorulduğunda, hiçbir şey söylemez, sadece küfreder.

Kadının biri hamur yuğuruyor, biri ekmeği açıyor, biri de sacda pişiriyordu. Pişiren kadının sağma kırmızı, kalın sac bazlamaları yığılmıştı.

Ali, bir iki tanesini iştahla yedi. Sonra gözleri sulandı. Karısına döndü:

"Avrat," dedi, "hiç boğazımdan aşmıyor doğru dürüst."

Kadın:

"Neden ola Ali?" diye hayretle sordu.

Ali:

"Şu bizim İbrahimin çocukları... Abdi gavurunun yaptığı hiç aklımdan çıkmıyor," dedi. "Döneyi kovdu. Dün bir tek tane bile vermedi."

Kadın:

"Yazık," dedi. "İbrahim olaydı..."

Ali:

"Abdi bize de tembih etti ki..."

Kadın:

58

59

"Duydum," dedi.

Ali:

"Şu koskocaman köyün ortasında, göz göre göre iki kişi aç mı kalacak?"

Ali, kızdı köpürdü. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bağırtı ta köyün öteki ucundan işitiliyordu.

"Kalk bakalım avrat," dedi, "şu ekmekten iyi bir çıkın yap! Bir torbaya bir ölçek de un koy! İbrahimin çocuklarına götüreceğim."

Kadın eteklerinin ununu çırparak ekmek tahtasının başından kalktı.

Ali, elinde torba ve çıkın, hızla, gürleyen dallı bir ağaç gibi kapıdan çıktı. Dönenin kapısına geldiğinde yatışmıştı.

"Döne! Döne!" diye bağırdı. "Aç kapıyı."

Döneyle oğlu ateşi geçmiş ocağın başına büzülmüşler, birer taş parçası gibi hareketsiz duruyorlardı.

Ali, birkaç kere daha:

"Döne! Döne!" diye bağırdı.

Neden sonradır ki, Döne sesi tanıdı, toparlanıp kalkabildi.

Vardı kapıyı isteksiz isteksiz açtı:

"Buyur Ali Ağam," dedi.

Ali:

"Kız," dedi "ne bekletiyorsun sabahtan beri dışarda?"

Döne:

"Gel içeri Ağam," dedi.

Ali, kapıdan eğilerek içeri girdi.

"Bu ateş niye yanmıyor?" diye sordu.

Memedin gözlerine, o, iğne ucu gibi ışık çakılıp kalmıştı. Alinin iyi, güleç babacan yüzünü görünce ışık kayboluverdi.

Ali, çıkını gösterdi:

"Allah kerim," dedi.

Döne:

"Öyledir zaar," dedi.

Ali:

"Üşüdüm Döne!" dedi. "Bak çocuk da büzülmüş. Yaksana şu ateşi..."

Döne, boş boş ocağa baktı:

60

"Sönmüş mü?" dedi. "Hiç farkında olmamışım."

Ocağa odun attı, tutuşturdu Döne:

"Bu gavur Abdiyi..."

Abdi lafını duyunca, Memedin gözlerine o ışık gene geldi, oturdu.

Ali:

"Vuranın," dedi, "eli nurlanır. Doğru Cennete gider. Babası bunun gibi değildi. Köylüyü de düşünürdü."

Aliden sonra, birkaç köylü daha yiyecek getirdi Döneye. Bunu, Abdinin tüyü bile duymadı. Ama, bu köylülerin getirdiği ancak on beş gün yetti. Ana oğul iki gün aç kaldılar. Üçüncü günün sabahı Döne hiçbir şey söylemeden, ineği yattığı yerden kaldırdı. Boğazına bir ip bağlayarak dışarı çıkardı.

İnek dışarı çıkınca Memed:

"Ana!.." dedi.

Döne:

"Yavrum," dedi.

Döne ineği çekerek, geldi Abdi Ağanın evinin önünde durdu. Dana, ineğin memelerinin arasına başını sokmuş emiştiri-yordu.

Döne, evin önünde bir zaman dikildi kaldı. Döneyi, dışarda Dursun görüp ağasına haber verdi. Haber üstüne Ağa dışarı çıktı. Döne başını yerden kaldıramıyordu. Sivri, ince çenesi titriyor, çocuk dudakları büzüşerek titriyordu. Bütün bedenini de hafif bir titreme almıştı.

Abdi Ağa, ineğin sırtına elini vurarak:

"Satmaya mı getirdin Döne?" diye sordu.

Başını yerden kaldırmadan:

"Heyye Ağam," dedi.

Abdi Ağa, Dursuna emir verdi:

"Şu ineği al Döne bacının elinden de, götür bizim ahıra!"

Elini cebine soktu anahtar tutamını çıkardı.

"Çuval getirdin mi kızım Döne?" diye sordu. Sesi yumuşak, şefkatliydi.

Döne:

"Heyye," dedi.

61

7

Meşe biten toprakta, hemen hemen hiç başka ağaç gözükmez. Dağ taş, dere tepe sırf meşedir. Meşeler, kalın, kısa gövdelidir. Dallan güdüktür. En uzun daim uzunluğu bir metreyi geçmez. Koyu yeşil yapraklar üst üstedir. Toprakta, sağlam, toprağa bütün güçleriyle yapışmış dururlar. Hiçbir güç onları oradan ayıramayacakmış gibi gelir.

Meşe toprağı kıraç, bembeyaz, kireç gibi bir topraktır. Üstünde meşeden başka bitki yaşatmamaya ant içmiş gibidir.

Kadirliyle Cığcık arası küçük küçük, yaygın tepelerdir. Bu tepelerin toprakları killi, kapkara, yağlı, verimlidir. Buralar, eski Çukurova bataklıklarının son ucudur. Batısına Akçasaz bataklığı düştüğü gibi, doğusuna da Torosların çamlığı düşer. Tepelerin her bir yerleri tepeden tırnağa ekilir. İşte bu tarlaların içinde meşeler vardır. Her biri uzun, servi gibi meşelerdir. Dallarından taze bir yeşillik fışkırır. Gövdeleri, öteki kısa meşelerin gövdeleri gibi nasırlı değildir. Kavak gövdesi yumuşaklığında gözükürler. Dümdüz. Ekinlerin arasında meşe gibi değil de herhangi bir ağaçmış gibi dururlar.

Çakırdikenlik yeşil, çakırdikenlik mor, çakırdikenlik sütbe-yaz dalgalanır. Şafağın yerine kırağı düşmüştür. Buza kesmiştir taş toprak. Çakırdikenliğin ortasında bacakları parçalana par-çalana çift sürdü. Yandı, kavruldu. Topraktan dişiyle tırnağıyla söküp çıkardığının dörtte üçünü Abdi Ağa aldı elinden. Öteki köylülerden üçte iki alırdı. O yıldan sonra garaz başlamıştı. İnadından dönmedi. Fırsat buldukça da dövdü, hakaret etti.