7 Mart 2010 Pazar

yaşar kemal göğçeli - ince memed 1 - bölüm2

62
Toprağına göre yetişir, büyür, gelişir.
Kıraç toprakta büyüdü.
Binbir bela... Boy atamadı. Omuzları, bacakları gelişmedi. Kolları, bacakları kuru birer ağaç gibiydi. Kupkuru. Avurdu avurduna geçmişti. Yüzü esmerdi. Gün yanığı esmeri... Ona söyle alıcı gözle bakınca o meşeler mutlak akla gelirdi. Kısa, küt... Toprağa meşe gibi sağlam yapışmış. Her bir yanı sert, keskin. Yalnız bir yerinde, bir yerdğinde bir tazelik kalmış. Dudakları çocuk dudakları gibi pembe pembe... Çocuk dudakları gibi incecik kıvrılıyorlar. Dudakların kenarında her zaman, bir gülümseme durur gibi... Acılığına, sertliğine yakışır.
İnce Memed, bu sabah sevinçten taşmakta. Dışarı, güneşe çıkıyor. Güneşte dolaşıyor. İçeri giriyor. Kaçakçılardan alınmış, yeni ceketinin cebinde bir mendil sokulu. Mendili türlü şekillere koyuyor. Uğraşıyor. Bazı bir yaprak gibi açıp, bazı duruyor. Kasketi de yeni. Kasketi başına geçiriyor. Altından alnına, kara, uzun perçemlerini çıkarıyor. Sonra geri koyuyor. Bir de böyle bakıyor aynaya. Beğenmiyor. Kara perçemlerini tekrar çıkarıp döküyor alnına. Öyle bırakıyor. Şalvarı da yeni. Şalvarı iki yıl önce almıştır ya, giymemiştir. İlk olarak giyiyor.
Çoraplar giydi, çoraplar çıkardı. Bu kadar çok çorap! Çorabı çoktu. Anası iyi çorap dokurdu. Bir de... nakısın en güzelini anası vururdu. En son giydiği çorabı da beğenmedi. Çıkardı bir köşeye koydu. Anasını yan gözle süzerek sandığa gitti, açtı. Sandığın içi yaban elması kokuyordu. Köşedeki nakışlı çoraba gözü ilişince titremeye başladı. Eğildi aldı. Yaban elmasının kokusu dört yanı sarmıştı. Eli çoraba değince titremesi arttı. Yüreğinden ılık bir şeyler geçti. Bir hoş oldu. Bir sıcaklık, bir yumuşaklık... Sandığın loşluğunda çorabın renkleri koyu... Çekti ışığa götürdü. Renkler ışıkta açıldı. Parladı.
Bir türkü duyulur... Gecede başka türlü, gündüzde başka türlüdür. Çocuk söylerse başka tatta, kadın söylerse... Genç söylerse başka türlü olur, yaşlı söylerse... Dağda söylenirse başka, ovada, ormanda, denizde başka türlüdür. Hep ayrı ayrı tattadır. Sabahleyin başka, öğle, ikindin, akşamlayın başkadır.
Bu nakışlı çorap bir türkü gibidir. Bir türkü sıcaklığında örülmüştür. Sarısı, kırmızısı, yeşili, mavisi, turuncusu, türlü
63
rengi karışıp uyuşmuş, bir sıcaklık, bir yumuşaklık meydana getirmiştir. Aşk gibi, şefkat gibi bir şey olmuştur.
Bu çorap aşktır. Öyle bir gelenekten gelir. Memedin eli dokununca titremesi, ışığa çıkınca irkilmesi boşuna değildir. Böyle çorapların üstünde hep iki kuş nakısı bulunur. Gagalarını dayamış öpüşür gibi iki kuş... Sonra, iki ağaç vardır, gövdeleri küçücük. Tek, kocaman çiçekli... İki ağaç yan yana dururlar. Çiçekleri öpüşecek gibi burun burunadır. Sonra, bu iki nakış arasından sütbeyaz bir su akar. Kırmızı kayalar vardır kıyıcığında. Bir renkler, yalımlar cümbüşüdür almış başını gidiyor.
Çorapları giydi. Çarığını da üstüne çekti. Çorap, dize kadardı. Dize kadar bir yığın kuş, çiçek öpüşüyor, bir sürü ak su akıyordu.
İçinden, şöyle bir Hatçeye de görünsem geçti. Hatçelerin evine doğru yürüdü. Hatçe, kapının eşikliğindeydi. Memedi görünce kocaman ışıltılı gözleri gülümsedi. Yaptığı çorabı da ayağında görünce sevindi.
Memed, oradan köyün içine doğru yürüdü. Evlerine geri döndüğü zaman, gün epeyce yükselmişti. Bir taşın üstüne oturdu. Arkadaşını beklemeye başladı. Az sonra arkadaşı damın arkasından çıkıp geldi. Ana:
"Çocuklar," dedi, "çok eğlenmeyin. Abdi Ağa şehire gittiğinizi duymasın. Haliniz perişan olur sonra." Memed:
"Duymaz," dedi.
Arkadaşı, Kel Alinin oğlu Mustafaydı. O da bu yıl on sekizine basmıştı. İkisi bir olup kafa kafaya vermişler, kasabanın nasıl bir yer olacağı üstüne tartışmışlar, en sonunda dayanamamış, gitmeye karar vermişlerdi. Oraya içlerinden bir şey çekiyordu onları. Dursunun masal gibi anlattığı Çukurova çekiyordu onları. Kararı bundan tam iki yıl önce vermişlerdi. O gün bu gündür bir türlü gerçekleştirememişlerdi. Bir kere Mustafa babasından, Memed anasından korkuyordu. İkisi birden Abdi Ağadan korkuyorlardı.
Bundan üç gün öncedir ki, ikisi bir olup, meseleyi Memedin anasına açtılar.
64
Ana:
"Nasıl olur?" dedi. "Siz nasıl gidersiniz kasabaya bu yaşta? Olur mu? Sonra Abdi Ağa ne der? Bir duyarsa Abdi Ağa, valla-ha bu köyden bizi iyice kovar."
Memed, anasına yalvardı.
Ana:
"Olmaz," dedi.
Olmaz, dedi ama, yüreğine de dert oldu.
Sonunda:
"Kovarsa kovsun Abdi Ağa," dedi. "Biz de..."
Mustafanın babasına söylemediler. Ona, geyik avına gideceklerini, birkaç gün dağda kalacaklarını söylediler. Oldum olası, hep geyik avına giderlerdi. Memedin üstüne bir avcı daha yoktu köyde. Pireyi vururdu. Öyle de atıcıydı. Kel Ali, onları böyle süslü püslü giyinmiş, ayaklarında "muhabbet" çorapla-rıyla görseydi imkanı yok ava gittiklerine inanmazdı. Mustafa, ava gitmek için aldığı tüfeği Memedlere bıraktı.
O gece sabaha kadar hayaller kurdular. Bir dakika olsun gözlerini yummadılar. Hep konuştular.
Daha şafağın yeri ışımadan, ortalık alacakaranlıkken yola çıktılar.
Koşarcasına gidiyorlardı. Aşağıdan ince bir yel esiyordu. Soğucak. Günün ucu azıcık görününceye kadar ne konuştular, ne de azıcık durup soluk aldılar.
Sonra Memed yeşil toprağın orada durup derin derin soluk aldı:
"Bundan ötede Sarıboğa varmış... Önce oraya uğrayacağız. Sonra Değirmenler, onun arkasından da Dikili köyü, Dikilinin arkasından da kasaba..."
Mustafa:
"Arkasından da kasaba..." diye söylendi.
Yürüdüler. Gene koşarcasına gidiyorlardı. Bir ara durup bi-ribirlerine gülümsüyorlar, sonra gene hızlanıyorlardı.
Bir hızda Süleymanlıdaki tahta, yanık köprüyü, yeraltı yolunu, kan mezarını geçtiler. Torunlara geldiklerinde öğle olmuştu. Hava ılıktı. Nar ağaçları kırmızı çiçeklerini açmışlardı.
65
Toprakta bir ıslaklık vardı. Toprağa oturdular. Nereden çıktıysa, nar ağacının arkasından, göğsünü bağrını açmış uzun boylu, yorgun, terlemiş bir ihtiyar çıktı. Göğsünün uzun kılları da ağarmıştı. Ağarmış kıllar kıvırcık kıvırcıktı. Sütbeyaz sakalı da kıvırcıktı. Sırtındaki heybesini indirdi:
"Selamünaleyküm delikanlılar," dedi.
İhtiyarın gür, tokmak gibi vuran bir sesi vardı.
Oturur oturmaz, heybesinden bir çıkın çıkardı açtı, çıkında yufka, ince, beyaz ekmekler vardı. Bir de kocaman kırmızı bir soğan... Soğanın yanında da çökelek vardı.
Yemeye başlayan ihtiyar:
"Buyurun delikanlılar," diye onları çağırdı.
Memed:
"Ziyade olsun."
Mustafa:
"Ziyade olsun."
İhtiyar:
"Gelin canım," diye üsteledi.
Memed:
"Ziyade olsun."
Mustafa:
"Ziyade olsun."
İhtiyar ha bire ısrar ediyordu.
Memed:
"Biz kasabada yiyeceğiz," diye kesti attı.
Mustafa:
"Biz kasabada yiyeceğiz."
İhtiyar:
"Öyleyse o başka," diye gülümsedi. "Anladım. Şehir ekmeği... Ama, daha şehire bir hayli yolunuz var." Memed:
"Orada yiyeceğiz."
Mustafa:
"Orada yiyeceğiz."
Yanlarındaki su çağlayarak, köpüklenerek kayaların arkasından, üstünden, yanından, yönünden hızla akıyordu.
İhtiyar, ağzı dolu dolu:
66
"Bu suyu bırakmayacaksınız. Sizi doğru oraya götürür."
Memed:
"Sen bizimle gelmeyecek misin?"
İhtiyar:
"Aaah yavrum," dedi, "ben de kasabaya gidiyorum ya, size nasıl ayak uydururum?"
Memed sustu.
İhtiyar, yemeğini bitirdi. Çıkını iyicene, sıkı sıkıya bağladıktan sonra gitti, suyun kıyısına yatıp doya doya içti. Elinin tersiyle ağzını, bıyıklarını silerek geldi oturdu. Kocaman tabakasını çıkardı, açtı. Cıgarasını sarı defter kağıdına parmak kalınlığında sardı. Çakmağı çakmaya başladı. Neden sonradır ki kav aldı, ortaya hoş bir koku salıverdi. Cıgarayı yaktıktan, belini de nar ağacına bir iyice dayadıktan sonradır ki:
"Bre delikanlılar, siz nereden olursunuz?" diye sordu.
Memed: ., *¦ ¦
"Değirmenoluktan."
Mustafa:
"Değirmenoluktan."
İhtiyar:
"Keçi sakallı, gavur dinli Abdinin köyünden öyle mi? Duyduk ki gavur Abdi de ağa olmuş. Duyduk ki köylüleri kul gibi çalıştırır, hepsini aç kormuş. Kış gelince acından ölürmüş millet. Diyorlar ki Abdinin izni olmayınca kimse evlenemez, kimse köyden dışarı bile çıkamazmış. Diyorlar ki Abdi köylerde, sopayla döve döve adam öldürürmüş. Beş köyün hükümeti, padişahı Abdi imiş. Astığı astık, kestiği kestik... Vay bre keçi sakallı Abdi! Abdi ağa olmuş ha!"
İhtiyarı bir gülmedir aldı. Boyuna hem gülüyor, hem de: "Vay bre Abdi!" diye hayret ediyordu. "Vay bre Abdi! Vay bre keçi sakallı Abdi!" Gülmeyi bıraktı:
"Doğru mu?" diye sordu. Kaşları çatılmıştı. Çocuklar bakıştılar. O iğne ucu gibi pırıltı geldi Memedin gözbebeklerine yerleşti.
İhtiyar çocukların cevap vermediklerini, bozulduklarını görünce:
67
"Bre delikanlılar," dedi "o keçi sakallı it var ya, o köylüye zulmeden deyyus, o yiğit kesilen, avradını... Abdi var ya, bir tavşan kadar korkaktır. O, bir karı gibidir bre! Geçti yavrularım. Geçti. Onun böyle bir namussuz olacağını bilseydim canını cehenneme gönderirdim. Kaç para eder, geçti. Demek, keçi sakallı Abdi ha?"
Gene gülmeye başladı:
"Demek Abdi padişahlık davasında? Kul etmiş beş köyü ha? Tüüüüüüüh! Vay anasını!.. Ulan Abdi senin böyle bir namussuz çıkacağını bileydim... Bir bileydim Abdi!"
Memedle Mustafa biribirlerine sokulmuşlar, ihtiyara inanmaz bir tavır takınmışlardı. Mustafa gülümsüyor gibiydi. Bu, ihtiyarın gözünden kaçmadı:
"Demek siz Abdinin köylüsüsünüz? Abdinin ayaklarıma kapandığı günler geçti."
Bu laflar üstüne Mustafa belli edercesine ihtiyara alaylı bir gülümsedi. Memed, bunu görünce Mustafayı dürttü. Belli etmesin diye. İhtiyar bunu da gödü.
"Siz," dedi, "Koca Ahmet adını duydunuz mu hiç?" Memed:
"Duyduk," dedi. İhtiyar sertçe Mustafaya sordu.: "Sana diyorum, sen duydun mu?" Mustafa yılışarak:
"Tabii duyduk," dedi. "Onun adını duymayan var mı?" "Sıyrıngaçtan giderken, iki eşkıya önüne çıkmışlar, soymuşlar Abdiyi. Karısını da elinden almışlar. Bunu bana haber verdiler. Abdi de geldi ayaklarıma kapandı. Gittim karısını aldım getirdim. Teslim ettim kendisine. Böyle zulmedeceğini bilseydim fakir fıkaraya!.."
Koca Ahmet bu dağlarda bir destandı. Analar, ağlayan çocuklarını, Koca Ahmet geliyor diye avuturlardı. Koca Ahmet bir dehşet olduğu kadar bir sevgiydi de. Koca Ahmet bu iki duyguyu yıllar yılı bu dağlarda yan yana götürebilmişti. Bunun ikisini bir arada götüremezse bir eşkıya, dağlarda bir yıldan fazla yaşayamaz. Eşkıyayı korkuyla sevgi yaşatır. Yalnız sevgi tek başına zayıftır. Yalnız korkuysa kindir.
68
On altı koca yılda Koca Ahmedin burnu kanamadı. Koca Ahmet, on altı yıl süren eşkıyalığında yalnız bir tek kişi öldürmüştü. O da kendisi askerde iken anasına işkence ederek ırzına eeçen adamı... Köye geldiğinde bunu duymuş, adamı vurup dağa çıkmıştı. Adam Hüseyin Ağa idi.
Yol kesmezdi. Onun dolaştığı yerlerde başka hiçbir eşkıya da yol kesemezdi.
Çukurovanm en zengin adamını seçer, bir çetesiyle ona bir mektup yollardı. Şu kadar para isterim diye. Mektubu alan zengin adam, hemencecik istenilen parayı gönderirdi. Kimden ne kadar para istemişse eşkıyalığı süresince, santimi santimine almıştı. Öteki eşkıyalar giderler, zenginlere işkence ederler, öldürürler, çoğu gene beş para alamazdı. Elleri boş, Çukurova-dan, arkalarında bir bölük candarma geri dönerlerdi.
Koca Ahmet aldığı parayı har vurup harman savurmazdı. Zaten nereye harcasın? Dağ başı... Gezdiği bölgenin hastalarına ilaç, öküzsüzüne öküz, fıkarasına unluk alırdı.
Affa uğrayıp da köyüne inince, yakın uzak köylerden onu görmek için köylüler, günlerce Koca Ahmedin köyüne taşındılar.
Koca Ahmet aftan sonra evine çekildi. Kendisini çiftine çubuğuna verdi. Karıncayı bile incitmedi. Yalnız, bir haksızlık görüp fazlaca kızdığında:
"Aaah! eski günler," diyordu. Sonra da bundan utanmışca-sına susuyordu. Kızgınlığı geçince de gülüyordu böyle söylediğine...
Koca Ahmedin kendisi köyünde unutulmuş gitmişti. Böyle bir adam yaşıyor mu yaşamıyor mu kimse farkında bile değildi. Köylüleri ona alışmışlardı. Bu ak sakallı ihtiyar, yıllar yılı Torosları tutmuş Koca Ahmet değildi. Koca Ahmet yaşıyor mu yaşamıyor mu kimsenin umurunda bile değildi.
Dağda bir eşkıya ünlendi miydi, "Koca Ahmet gibi," diyorlardı. Bir eşkıya kadına bakmadı, yol kesmedi miydi, "Koca Ahmet gibi..." diyorlardı. Adam öldürmüyor, halka zulmetmiyorsa, "Koca Ahmet..." Cümle iyiliklerde, "Koca Ahmet gibi..."
Mustafaya döndü sordu:
"Nasıl bir adammış Koca Ahmet? Duydun mu?"
69
^?
Mustafa:
"Babam der ki, Koca Ahmet gibi yiğit eşkıya, namuslu, fı-kara babası eşkıya gelmedi bu memlekete."
İhtiyar:
"Boyu, boşu, yüzü nasılmış, hiç söylemediler mi?"
Mustafa:
"Babam der ki, uzun boylu, karayağız, koca bıyıklı dağ gibi bir adammış Koca Ahmet. Babam konuşmuş onunla. Alnının ortasında büyük, kara bir beni varmış. Gözlerinden ışık saçar-mış. Meteliği vururmuş. Yaaaa... meteliği vururmuş. Babam onunla konuşmuş bile."
İhtiyar alaylı bir sesle sordu:
"Gavur Abdinin avradını eşkıyalardan alıp da, ona geri veren kim?"
Mustafa:
"Kim olacak, sensin. Ben aldım verdim demedin mi?"
İhtiyar hayıflı hayıflı başını salladı.
"Ben değilim ben," dedi. "Ben..."
Memed, adamın yüzüne dikkatlice baktı. İki kaşın orta yerinde, ak kılların arasında büyücek, yeşil bir ben gördü. Ben yeşil, kara değil... Bundan sonra da gözlerini adamın yüzünden ayıramadı.
Mustafa sırnaştı:
"Hani sen alıp verdiydin?"
Adam:
"Yok, yok," dedi, "ben alıp vermedim. O öldü."
Bunu böyle söyledikten sonra da boylu boyunca arka üstü toprağa uzandı. Heybesini de başına yastık yaptı.
Mustafa Memedi dürttü. Yavaşça:
"Haydi kalk gidelim."
Memed, cevap vermeden kalktı. Gözleri hala ihtiyarın yü-zündeydi. Onlar ayağa kalkınca ihtiyar da gözlerini açtı.
"Demek, gidiyorsunuz ha?" diyerek sordu.
Memed, hayranlıkla:
"Sağlıcakla kal!"
Mustafa: "Sağlıcakla kal!"
70
İhtiyar:
"Güle güle," dedi, başını heybesinden kaldırdı, onlara baktı. Onlar yürüdükten sonra başını geri indirdi. Gözlerini kapadı. Su çağıldıyordu.
Deveboynunun çamlığına gelinceye kadar konuşmadılar. Memedin yüzü zehir gibiydi. Acıydı. Bir zaman içinde bir sevinç çağlıyor, sonra kararıveriyordu. Kara yağmur bulutu çökmüş gibi.
Yan gözle birkaç kere Mustafaya baktı. Mustafa şaşkınlık içindeydi. Yokuşu çıkınca, Memed, yorgun yorgun bir taşın üstüne çöktü. Birden gülümsedi.
Mustafa bunu fırsat bildi:
"Ne güldün desene?"
Memed, boyuna gülümsüyordu.
Mustafa:
"Desene?"
Memed ciddileşti:
"Allah bilir ya bu adam Koca Ahmedin ta kendisiydi. Bana öyle geldi."
Mustafa:
"Laf."
Memed kızdı:
"Ne lafı? Herif tamı tamına Koca Ahmet."
Mustafa:
"De git sen de," dedi. "Bu adam hepimiz gibi adam. Dedem gibi üstelik de. Bunun Koca Ahmede benzer yeri var mı?"
Memed:
"Alnındaki beni gördün mü? Tam orta yerinde alnının."
Mustafa:
"Görmedim."
"Alnının orta yerinde yeşil büyük bir ben vardı."
"Görmedim."
"Gözleri çıra gibi yanıyordu."
"Yok."
"Gözleri sırça gibi yanıyordu."
"Görmedim."
71
"Bana öyle geliyor ki bu adamdan başkası Koca Ahmet ola-
maz.
Mustafa:
"Teh!" dedi, "böyle adamlar Koca Ahmet olacak olsaydı, dünya Koca Ahmetlerle dolardı. Bu adam aynen senin benim gibi..."
Memed:
"Gözleri çıra gibi yanıyordu. Yüzünde bir hoşluk vardı. Bir cana yakınlık... Keski baban görseydi bu a'damı..."
Böyle konuşa konuşa yamaçtan aşağı inerlerken, birden önlerine bir düzlük çıkıverdi. Düzlükte büyük bir kavaklık vardı. Kavaklığın ortasından bir su akıyor, kıvrılarak. Ova boyunca. Su, güneşte şavkıyor. Bu kadar uzun, böyle kıvrıla kıvrıla, ak ışıklar saçarak düz bir ovada giden suyu ilk olarak görüyorlardı.
Memed:
"Yaklaştık."
Mustafa:
"Neden belli?"
"Sular Çukurovada kıvrılır gider. Bence, bu su Savrun suyudur. Kavaklar da Kadirlinin Değirmen kavaklığıdır. Durmuş Ali Emmi böyle anlatırdı. Tamam mı?"
Mustafa Memedin kızdığını sandı. Sert konuşmuştu da ondan. Kolay kolay kızmazdı. Bir kere de kızarsa... beterin beteri olurdu. Bu sebepten gönlünü almak istedi.
"Tamam," dedi. "Bura Çukurova işte. Durmuş Ali Emmimin anlattığı iyi kalmış aklında."
Şabaplıya geldiler. Şabaplının altından geçen su arkı patlamış, alttaki yolu su basmıştı. Ayaklarını çıkarıp girmek zorunda kaldılar.
Şabaplının aşağısında, yani şimdiki Bolat Mustafanm evinin oralarda bir kırmızı toprakla bir beyaz toprak yan yanadır. O arayı da cilpirti çalıları almıştır.
Cilpirtiliği geçince kasabanın ilk evleri göründü. Bir kısmı saz evlerdi bunların. Saz evlerin alt başında büyük kiremitli bir yapı görünüyordu. Sonra, onların ötesinde, parlayan çinkoları, beyaz badanalı evleri, kırmızı kiremitleriyle bir oyuncak şehir
72
gibi kasaba uzanıyordu. Memedle Mustafanın gözleri kasabada. Hayretle açılmış gözleri... Ne kadar da beyaz. Ne kadar da çok ev! Gözlerini bir türlü kasabadan alamıyorlar.
Boklu dereyi geçtikten sonra kasabaya girmiş oldular. Gün ışıkları camları parlatıyordu. Binlerce cam pırıltısı... Sırça saraylar... Dursunun dediği... Peri padişahlarının şehiri... Sarayları.
Kasabaya girerken sağları solları mezarlıktı. Mezar taşlan yan yatmışlardı. Kararmış mezar taşlarının kuzeye gelen yanları yosun bağlamıştı. Mezarlığın orta yerinde de yaşlı, dallan çıplak denecek kadar yapraksız, bir tarafı da tamamen kurumuş ulu bir dut ağacı vardı. Bu kadar kocaman bir mezarlığı da ilk olarak görüyorlardı.
Çarşıya kadar mezarlığı düşünerek yürüdüler. Mezarlıktan, içlerine bir korku, bir ürperti düşmüştü. İlk dükkana varınca mezarlığı unuttular. İlk dükkan küçücük, üstü çinkoyla örtülü bir dükkandı. Dükkancı bir uzun masanın üstüne renk renk şekerleme dolu kavanozlar sıralamıştı. Kavanozlu masanın önünde gaz tenekeleri, şeker, tuz, incir, üzüm sandıkları duruyordu.
Bir zaman yan yana durup, bu dükkanı seyrettiler. Dükkan, Abdi Ağanın dükkanına hiç benzemiyordu.
Dura seyrede çarşının ortasına geldiklerinde, gün tepenin ardına iniyordu. Bir kumaş dükkanının önünde durmuşlardı. Türlü göz alıcı basmalar, yazmalar, şalvarlık kumaşlar, bir ipe dizilmiş kasketler, ipek krepler... Krepler sıra sıra, bir uçtan bir uca dükkanın içine asılmış. İçerde kocaman göbekli, kısa boylu bir adam uyuklayıp duruyor.
Büyücek çay taşlarından örülmüş bir kaldırımın üstünde duruyorlardı. Kaldırım yer yer sökülmüştü. Memedin içinden, "toprağı bile örmüşler," geçti. Çarşının sağ yanına sıralanmış ihtiyar, kambur dut ağaçları vardı. Bunlar orman gibi biribirle-rine geçmişlerdi. Altlarında nalbantlar otururdu. Burunlarına alışmadıkları bir koku geliyordu. Acı, sabun kokusu... Tuz, yeni kumaş, küf, zahire kokusu...
Memed, Mustafayı elinden tuttu, bir dut ağacının altına çekti. Dutta serçeler kaynaşıyorlardı. Bir de vıcırdaşıyorlardı ki, bütün çarşı sesleriyle doluyordu.
73
"Akşam oluyor Mustafa, neyliyek?"
Mustafa, birden toparlandı. Ayıktı.
"Neyliyek?" diye Memedin gözlerinin içine boş boş baktı. Düş içinde dolaşır bir hali vardı.
"Köylüler kasabaya geldiklerinde handa yatarlarmış. Durmuş Ali Emmi öyle söylerdi. Hana gidelim."
"Gidelim. Han hepsinden iyi."
"Han nerede ama? Hanı bir bulsak."
Mustafa:
"Yaa bulsak," dedi.
Kepenkler şangırtıyla kapanıyordu. Bu kadar gürültü onları afallattı. Düşleri bir anda bozuluverdi. Serseme döndüler. Buradan da el ele tutuşup yürüdüler. Yanlarından göğüsleri kös-tekli iki şişman adam geçti. Cesaret edip de hanı soramadılar. Sonra bir dükkanın önünde duraladılar. Gün batmış. Ortalık karanlıkla aydınlık arası. Çocuklar gibi el ele tutuşmuşlardı. Dükkancı onları müşteri sandı:
"Buyurun ağalar. Ne istiyorsunuz?" diye iltifatlı laflar etti.
Kendilerine "ağalar" denince utandılar. Dükkanı bırakıp oradan ayrıldılar. Halbuki hanı soracaklardı.
Dükkanların hemen hepsi kapandı. Oradan oraya dolaşıp duruyorlardı. Bir saat kadar soracak kimse bulamadan, bir münasip adam bulamadan dolaşıp durdular. Öyle olur olmaz adamları gözleri tutmadı. Durup kötü kötü düşünürlerken Memed birden sevindi. Önlerinden, dağ kolu insanlarının el dokuması, şayak bir ceket giymiş biri, hızla yürüyordu. Memed, her şeyi unutup onun arkasından koştu:
"Kardaş! Kardaş!" diye seslendi. "Dur hele!"
Adam durdu, hayretle onun telaşına baktı. Bu bakış Memede bir hoş geldi. Beklemiyordu.
"Söyle!" diye sertçe çıkıştı adam.
Memed:
"Biz garibiz," dedi.
Adam:
"Eee... Ne istiyorsunuz?"
Memed ezildi büzüldü:
"Han nerede? Onu soracaktım işte," dedi.
74
Adam geri döndü:
"Gelin arkamdan," dedi, bir sokağa saptı.
Adam hızlı hızlı yürüyordu. Memed adamın yürüyüşüne dikkat etti. Bu, sarp yerlerin insanının yürüyüşüydü. Sarp yerlerin insanları adım atarken ayaklarını havaya fazla kaldırırlar. Dizleri hizasına kadar. Sonra ihtiyatlı, korka korka indirirler. Buna alışmışlardır. Halbuki, ova insanları tam aksinedir. Ayaklarını yerde sürürcesine giderler.
Han, büyük kapılı, kapısının tahtalarını kurt yemiş, çürütmüş, hantal, çürük bir yapıydı.
Adam:
"İşte han burası," deyip yoluna aynı hızla, aynı dağ yürüyüşüyle inip çıka devam etti.
Memed:
"Gidip hancıyı bulmalı."
Mustafa: „
"Bulmalı."
İçeri girdiler. Hanın içi atlar, eşekler, katırlar, arabalarla doluydu. İçerde at, eşek gübresi diz boyuydu. Gübre ıslak ıslak, insanın genzini yakarcasına kokuyordu. Bu keskin kokudan içleri bulandı. Ortada, bir direğe büyücek bir fener asılıydı. Fener camının çok yeri isten kararmıştı.
Memed, Mustafaya:
"Fenere bak!" dedi.
Mustafa:
"Kocaman."
Ortadan kısa boylu, küçücük, içe çökmüş çeneli bir adam, telaşla oraya buraya gidip geliyordu. Bir köşede de sırtlarında-ki arabalardan Maraşlı oldukları anlaşılan on beş kişi kadar görünen bir topluluk, yüksek sesle tartışıyorlardı. Bir tanesi kızmış, ha bire küfrediyordu. Ağasına, paşasına, dünyasına, feleğine, anasına, avradına veryansın ediyordu.
Adam, duruyor duruyor, küfre tekrar kaldığı yerden başlıyordu.
Bir tanesi:
"Ya bu bezleri satamazsak," diye başlıyor. Küfürbaz da...
"Bezin de anasını avradını," diye bitiriyordu.
75
Ağızlarından ne çıkarsa çıksın:
"Onun da anasını avradını," diyor yapıştırıyordu.
"Onun da soyunu sopunu, sülalesini..."
Farkında olmadan topluluğa yanaştılar. Tartışanlar bunların hiç farkında olmadılar. En uçta bir ihtiyar oturmuş, kalabalıkla hiç ilgilenmiyordu. Tatlı, çocuksu bir yüzü vardı. Arada bir de, ne düşünüp ne kuruyorsa, kendi kendine gülüyordu.
Memed, ona hiç çekinmeden yanaştı:
"Emmi," dedi, "hancı nerede ola?"
İhtiyar:
"Napacaksm o deyyusu?" diye sordu. "Suya düşmüş o fi-kara," dedi sonra da.
Mustafa:
"Yazık," dedi "fıkaraya."
Memed, bunun üstüne Mustafayı dürttü. O, ihtiyarın şaka ettiğini anlamıştı.
İhtiyar:
"Tam da tepesi üstü düşmüş," diye güldü.
Mustafa gene anlamadı.
"Tüüh! Yazık fıkaraya," dedi.
İhtiyar:
"Yaa... Çok yazık," dedi.
Memed:
"Ona bakma emmi," dedi, "biz hana bu gece yatmak için geldik. Nerede şu adam?"
Mustafa afalladı bunun üstüne.
İhtiyar, ortada dolaşıp duran hancıya duyuracak kadar:
"Hancı dedikleri pezevenk işte," dedi. "Gidin o pezevenge söyleyin derdinizi."
Hancı duydu, gülümsedi:
"Bana bakın," dedi, "eğer pezevenk arıyorsanız, esas büyük pezevenk yanınızdaki ak sakallı... Pezevenklik yolunda ağartmış sakalı, değirmende değil..."
İhtiyar:
"Bak," dedi, "baş pezevenk, bu delikanlılar yer istiyorlar."
Bu arada, Memed hancıya doğru gitti.
Hancı:
76
"Bu ak sakallı pezevengin yattığı odada yatacaksınız. O, sizi oraya götürür."
İhtiyar:
"Vay pezevenk vay!" dedi. "Gelin delikanlılar. Yerinizi göstereyim."
Toz kaplamış sallanan bir merdivenden korka korka çıktılar. Merdiven, dökülecekmiş gibi çatırdıyordu. Toz, toprak içinde yüzen bir odaya girdiler. Odaya, yan yana bir sürü yatak serilmişti.
İhtiyar:
"Siz daha ilk olarak şehire geliyorsunuz. Öyle değil mi?"
Memed:
"İlk," diye cevap verdi. "İlk." ¦,
Mustafa:
"İlk."
İhtiyar:
"Nasıl olur?" dedi. "Her biriniz yirmi yaşını geçkin görünüyorsunuz. Nasıl oldu da hiç kasabaya inmediniz?"
Memed, utanarak:
"İnemedik," dedi.
İhtiyar:
"Hangi köydensiniz?"
Memed:
"Değirmenoluktan..."
İhtiyar:
"Dağ köyü orası öyle mi?"
Memed:
"Dağ!"
"Siz daha yemek yemediniz," deyince müthiş bir açlık duydular.
İhtiyar:
"Benim adım Hasan Onbaşı..."
Memed:
"Benimki Memed. Bu da Mustafa..."
Teneke kutuları paslanmış, üzümünün, pekmezinin, helvasının üstünde kara bulut gibi bir sürü sinek dönen bir bakkal dükkanına girdiler.
77
Hasan Onbaşı bakkala:
"Şu aslanlar ne istiyorlarsa ver. Bana da helva ekmek ver."
Memed:
"Bize de helva ekmek versin," dedi.
İpil ipil eden gaz lambasının ışığında helvalarını iştahla yediler.
Handaki odaya geldiklerinde, kendi yataklarından başka bütün yatakları dolmuş buldular. Soyunmadan yatağa girdiler. Odayı kaim bir sigara dumanı doldurmuştu. Sigara dumanı kat kattı. Sigara dumanlarının arkasında kirli, tahta kurusu ölüle-riyle benek benek olmuş duvarda bir gaz lambası hayal meyal gözüküyordu. Yataktakilerin hepsi her yerden gürültüyle konuşuyorlardı.
Hasan Onbaşı, yatağa yerleşmeye çalışan delikanlılara:
"Demek ilk defa handa yatıyorsunuz?"
Memed:
"Heyye," dedi.
Sonra devam etti:
"Adam bu dumandan, bu kokudan boğulacak gibi."
Memedle Mustafanm yatakta kıpırdanmaları durdu.
Hasan Onbaşı:
"Nasıl, kasabayı beğendiniz mi?"
Memed:
"Çok büyük," dedi. "Kocaman evleri var. Saray gibi..."
Hasan Onbaşı güldü:
"Ya Maraşı görseniz siz!" dedi. "Bir bedesteni var, renk renk ışık. Her şey yüzüne güler. Lal olur kalırsın karşısında. Bir yanda kutnu kumaşçılar, bir yanda saraçlar, bir yanda bakırcılar... Ne demezsin. Bir cennettir Maraş! Maraş bunun gibi yüz tane gelir!"
Memed düşündü, düşündü:
"Abooov! dedi.
Hasan Onbaşı:
"Yaa," dedi. "Ya, işte böyle. Bir de İstanbulu görseniz..."
Memed içindekini artık tutamayacakmış gibi gerindi. Yüzü karardı, kırıştı. Birden söyleyince de ferahladı: "Bu kasabanın ağası kim?"
78
Hasan Onbaşı önce anlamadı:
"Ne dedin?" diye tekrar ettirdi.
Memed:
"Bu kasabanın ağası kim, diyorum," dedi.
Hasan Onbaşı:
"Yavrum," dedi, "ne ağası? Bu kasabanın ağası olur mu? Burada ağa yok. Herkes kendisinin ağası. Burada "ağa" diye zenginlere derler. Ağa çok..."
Memedin kafası almadı:
"Buranın bir tek ağası kim?" diye tekrarladı. "Adı ne? Bu dükkanların, bu tarlaların sahibi kim?"
Hasan Onbaşı işi çaktı:
"Sizin köyün ağası kim?" diye Memede sordu.
Memed:
"Abdi Ağa."
Onbaşı: „
"Sizin köyün tarlaları hep Abdi Ağanın mı?"
Memed:
"Ya kimin olacak?"
Onbaşı:
"Sizin köyün dükkanı?"
"Ağanın..."
Onbaşı:
"Sığırları, keçileri, koyunları, öküzleri?"
"Çoğu onun..."
Hasan Onbaşı sakalını kaşıyıp düşündü.
Sonra:
"Bana bak oğlum Memed," dedi. "Burada, senin öyle bildiğin ağalar yok. Bu kasabadaki tarlalar, az çok herkesindir. Tar-lasızı da var tabii. Bu dükkanların her birinin bir sahibi var. Tabii ağaların tarlaları çok. Fıkaraların az. Çok fıkaranm da hiç yok."
Memed:
"Sahi mi?" diye hayret çığlığı kopardı.
Onbaşı:
"Yalan mı ya?" dedi. "Tabii sahi..."
İhtiyar, uzun uzun topraksızları anlattı. Sonra Maraşa geç-
79
ti, Maraşı anlattı. Maraştaki pirinç tarlaları, pirinç işçileri. Ma-raşın bağları, Maraşın toprağı... Hocaoğlu adında bir ağa anlattı. Bir dünya kadar toprağı, küp küp altını olduğunu söyledi. Memed ağzını açmıyordu. Hasan Onbaşı Kafkasyada esir kalmıştı. Oraları anlattı. Galiçyayı da anlattı. Samı, Beyrutu, Ada-nayı, Mersini, Konyayı, Konyada Mevlana derler bir ulu yatar, onun türbesini anlattı. Sonra birden anlatmayı bıraktı, yorganı başına çekti. Odanın içindeki gürültü de durmuştu. Köşede birisi sazın üstüne yumulmuş, çalıyordu. Usuldan da, duyulur duyulmaz, kaim bir sesle türkü söylüyordu. Adamın uzun yüzü gaz lambası ışığı altında türlü türlü şekle giriyor, bir uzuyor, bir kısalıyor, bir genişliyordu. Memed, hiçbir şey düşünmeden uzun zaman onu dinledi. Saz çalan sazını başucundaki çiviye taktıktan sonra, yorganı başına çekti.
Memede olan olmuştu. Gözüne uyku girmiyordu. Düşüncelere kaptırmıştı kendini. Düşünceler kafasına akın ediyordu. Düşünüyordu artık. Dünya kafasında büyümüştü. Dünyanın genişliğini düşünüyordu. Değirmenoluk köyü bir nokta gibi kalmıştı gözünde. O kocaman Abdi Ağa, karınca gibi kalmıştı gözünde. Belki de ilk olarak doğru dürüst düşünüyordu. Aşk ile şevk ile düşünüyordu. Kin duyuyordu artık. Kendi gözünde kendisi büyümüştü. Kendini de insan saymaya başladı. Yatakta bir taraftan bir tarafa dönerken söylendi. "Abdi Ağa da insan, biz de..."
Sabahleyin erkenden Mustafa onu dürttü. Duymadı. Uykudaydı. Belki de uykuda gibi dalgındı. Mustafa, yorganı onun üstünden çekti. Üstünde yorgan olmadan uyuyamazdı. Uyandı. Yahut da doğruldu. Gözleri şiş şişti. Yüzü sararmış, sapsarı kesilmişti. Ama yüzünde bir memnunluk vardı. Gözlerinde düşünmenin mutluluğu okunuyordu.
Hancının parasını verdiler, çıktılar.
Memed:
"Hasan Onbaşı nerede? Ona bir sağlıcakla kal desek," dedi.
Mustafa:
"Desek."
Kapıda kısa boylu hancıya sordular.
Hancı:
80
"O pezevenk mi?" diye sordu. "O pezevenk geceden kalk-t! yükünü yükleyip köylere satmaya götürdü. On gün sonra ancak gelir. Boşverin o pezevengi."
Memed:
"Keski görebilseydik onu," diye iç çekti.
Mustafa:
"Keski..."
Çarşının ortasına geldiler, şaşkın şaşkın durdular. Öylece dikilmiş dört yanı seyrediyorlardı. Güneş alabildiğine çökmüştü. Çarşının kalabalığı onlara görülmedik bir kalabalık göründü. Memed, kendi kendine "Karınca gibi kaynaşıyorlar," dedi. Şerbetçiler san pirinç güğümlerini yüklenmişler, ellerindeki sarı pirinç taslarını şakırdatarak bağırıyorlardı:
"Şerbet! Şerbet! Bal şerbeti! Meyan kökü! Beyen kökü! Bir içen pişman, bir içmeyen!"
Sarı pirinç güğümlere gün vurup şavkıtıyordu.
Gözü sarı pirinç güğümde kalan Memed, güğümü yakından görebilmek için:
"Şerbetçi, bana bir şerbet ver!" dedi. "Arkadaşıma da ver!"
Şerbetçi öne doğru eğilerek, tası doldururken, o, parlayan pirincin üzerinde korkarak elini dolaştırdı. Şerbetçi ikisine de birer tas şerbet doldurdu uzattı. Şerbet soğuk, buz gibi köpük-leniyordu. Her ikisi de şerbeti ancak yarısına kadar içebildiler. Hoşlarına gitmedi.
Bir köşe başında, yüksekçe bir kütüğün üstüne oturmuş biri nal dövüyordu. Nal şakırtısına türküler döktürüyordu. Bu kasabanın meşhur Kör Hacısıydı. Memed, güğüme, dövülen nallara hayran kaldı.
Burnuna hoş bir koku geldi sonra. Bu, kebap kokuşuydu. Arkalarına dönünce, bir yıkık dükkanın içinden yağlı dumanla-nn çıktığını gördüler. Dumandan keskin bir et kokusu, yağ kokusu fışkırıyordu. Koku başlarını döndürdü. Kebapçıdan içeri, kendiliğinden giriverdiler.
Kebapçı çırağı "Buyurun buyurun," diye iltifatlar etti. Bu daha çok şaşırttı onları. Oturdular, kebap beklediler. Dünkü Çarşı, dünkü kasaba, dünkü dünya, bugün Memedin gözünde bambaşkaydı. Bugün ayaklarmdaki, yüreğindeki bağ çözül-
81
müştü. Kendisini hür, geniş hissediyordu, uçacak gibi hafiflemişti.
Kebabı utana utana yediler. Sanki dükkandaki insanların hepsi durmuş, onlara bakıyordu. Kebapçı dükkanından çıktıkları zaman serseme dönmüşlerdi.
Çarşıyı bir uçtan bir uca iki üç sefer kat ettiler.
Memed Mustafaya döndü:
"Buranın ağası yoğumuş," dedi.
Mustafa:
"Sahiden."
Memed:
"Ağasız köy!"
Krepler asılı bir dükkana girdiler. Memed, bir ipek krep seçti. Sarı ipektendi. İpeği avucunda sıktı, sonra da açtı. Krep avucundan yere kaydı. Has ipek! Aldılar, dışarı çıktılar.
Mustafa Memede göz kırptı:
"Hatçeye değil mi?"
Memed:
"İyi bildin Mustafa. Akıllı oğlansın!" diye alay etti.
Dün akşamki helva yedikleri dükkandan helva aldılar. Sonra fırından da sıcak ekmek aldılar. Ekmeğin üstünden sıcak sıcak buğu çıkıyordu. Helvayla ekmeği bir mendile koydular, bağladılar.
Pazaryerindeki beyaz taşın üstüne oturmuşlar, manavlar-daki öbek öbek sarı portakallara gözlerini dikmişlerdi. Kalktılar, birer tane portakal aldılar, soydular.
Köye doğru yola düştüklerinde vakit öğleye geliyordu. Dikine inen güneş, gölgelerini tam ayaklarının üstüne düşürüyordu. Küçücük, kara birer daire gölgeleri.
Kasabanın dışına çıktıklarından itibaren kasaba gözden kayboluncaya kadar, dönüp dönüp baktılar. Kasabanın üstünde ak bulutlar dönüyordu. Evlerin bacalarından süzülen gümüşi dumanlar, havada asılıp kalmışlardı. Kırmızı kiremitler durgun mavinin üstüne yapışmıştı.
Gece yarıyı geçerken köye girdiler. Şafağın yerindeki parlak, kocaman yıldız doğmuş, etrafa kıvılcım kıvılcım ışık saçıyordu.
Mustafa Memedlerin evi önünde ondan ayrıldı. Çok yorgundu. Kasabaya gittiğine de gideceğine de pişman olmuştu. Halbuki Memed onun tam aksi, sevinç içinde. Memed de kapılarına doğru yürüdü. Yürüdü ya, ayakları geri geri gidiyordu. Evin duvarına sırtını dayadı, durdu. Girse mi girmese mi? Girmemeye karar verdi. Döndü, çitlerin karanlığına sine sine yürüyordu. Bir evin önünde soluk soluğa durdu. Evin önünde dalları şemsiye gibi açılmış bir dut ağacı vardı. Durduğu yer dut ağacının altıydı. Sonra, soldaki çitin karanlığına gitti yere yattı. Yorgunluğu yavaş yavaş çıktı.
Bacakları çok uzun, ince yapılı, rengi yeşile çalan, duman gibi, hani duman arkasından görünen ağaç yeşili var ya, onun gibi, boynu, gagası gövdesinden ayrı dedirtecek kadar uzun bir kuş vardır. Hep su kıyılarında bulunur. Adına De-ğirmenoluk köylüleri divlik kuşu derler. Sesinden kinayedir. Bu kuş, bir tuhaf, ıslık gibi öter. Uzun ıslığının sonu kesik kesik biter. Başlar biter, başlar biter. Bütün ötüşün tadı, örülüsü bu kesik kesik sondadır. Memed bu ötüşü tıpkı tıpkısına taklit ederdi. Birkaç kere yattığı yerden divlik kuşu gibi öttü. Gözü kapıdaydı. Kapının da ne açıldığı vardı, ne açılacağı... Sinirlendi. Üst üste birkaç kere daha öttü. Neden sonradır ki, kapı usulcana açıldı. Memedin yüreği göğsüne sığmayacak-mış gibi atıyordu. Kapıdan çıkan karartı sessiz sessiz, yavaştan ona kadar geldi, yanına uzandı. Çitin dibine doğru iyicene kaydılar.
Memed elini uzattı, usulcana:
"Hatçe," dedi.
Hatçe:
"Can," dedi. "Yolunu, yolunu çok gözledim. Gözlerim yollarda kaldı."
Sıcaklıkları biribirlerine geçiyordu. Nefesleri bir yalım rüzgarı gibi. Biribirlerine biraz daha sokuldular. Başı dönüyordu.
Buz gibi, yumuşacık ipekli, bir su gibi, karanlıkta Memedin elinden Hatçenin ellerine aktı.
Bir zaman öylecene sarılmış kaldılar. Konuşmadılar. Tir tir titriyorlardı. Bacakları geriliyordu. Taze çimen kokusu... Başı dönüyordu.
82
83
"Sen olmasan ben ölürüm. Yaşamam. İki gün gittin de... Dünya başıma dar geldi."
Memed:
"Ben de duramadım."
Hatçe:
"Kasaba?"
Memed:
"Dur," dedi. "Sana söyleyeceğim var. İşler başka... Bir Hasan Onbaşı tanıdım. Bir Hasan Onbaşı ki, İstanbulu bile görmüş... bir Hasan Onbaşı ki... Hasan Onbaşı Maraşlı... Maraşın içinden olurmuş. Bana her bir şeyi söyledi... Bir Hasan Onbaşı ki, bana dedi ki al nişanlını gel Çukurovaya... Hasan Onbaşı dedi ki, Çukurovanın ağası yok. Öyle dedi. Hasan Onbaşı bana tarla bulacak, öküz bulacak, ev bulacak... Hasan Onbaşı var Çukurovada. Nişanlını kaçır gel dedi.
Hatçe:
"Hasan Onbaşı..."
Memed:
"Bir iyi adam ki canıyın içine koy. Bize her bir şeyi yapacak... Kaçarsak."
Hatçe:
"Kaçarsak..."
Memed:
"Hasan Onbaşı... Bir sakalı var, uzun. Sütbeyaz. O Çukurovada varken, bize yok, yok gayri. Yaa, Hasan Onbaşı... Ulan delikanlı, dedi, al nişanlını, kaçır gel. Peki dedim ben de, on gün sonra alır gelirim."
Hatçe:
"On gün sonra..."
"Babadan da eyi... Bir ak sakalı var, akarsu gibi, parıl parıl."
Hatçe:
"Hemen gitsek," dedi.
Memed:
"On gün sonra..."
Hatçe: "Korkuyorum."
84
Memed:
"Hasan Onbaşı Çukurovada varken. Amma benim derdim anam. Anama zulmeder Abdi."
"O da gelir. Mademki Hasan Onbaşı var."
Memed:
"Yalvarırım. Söylerim. Onbaşı var derim. Belki gelir."
Hatçe:
"Ben korkuyorum. Abdiden korkuyorum. Yeğeni hep bizde. Anamla hep fiskos... Bir gün önce..."
"On gün. On birinci deyince... Sen, ben, anam... Bir gece... Yollara... Ver elini Çukurova... Hasan Onbaşı biz geldik deriz. Şaşar kalır. Bir de sevinir ki..."
"Sevinir. Ben korkuyorum."
Uzun uzun sustular. Soluklarından başka ses yoktu. Gece böcekleri ötüşüyorlardı.
"Ben korkuyorum." , ^
Memed:
"Onbaşı çok sevinir..."
"Anamdan korkuyorum."
Memedin başı dönüyor. San çağıltı... Ha bire dönüyor. Alabildiğine akan, dönen, şimşeklenen sarı güneş çağıltısı...
"On gün deyince, on birinci gün... Yallah..."
Hatçe Osmanın kızıdır. Osman yumuşak, kimseyle ilgilenmeyen, kendi halinde bir adamdır. Hatçenin anasıysa Allanın bir belasıdır. Köyde ne kadar kavga, ne kadar gürültü varsa içindedir. Uzun boylu, güçlüdür. Evin bütün işini o görür. Çifti bile o sürer.
Memedle Hatçenin çocuklukları birlikte geçmişti. Erkek çocuklar içinde, en güzel evciği Memed yapardı. Onu, en güzel de Hatçe süslerdi. Beraber oynadıkları çocukları oyunlarına bırakır, kendileri başka bir yere gider oyunlar icat ederlerdi. Türlü türlü...
On beşine değince Hatçe, Memedin anasından çorap örmesini öğrenmek için, her gün Memedlerin evine gelirdi. Memedin anası ona en güzel örnekleri verir, en güzel nakışları öğretirdi.
İkide birde de saçlarını okşayarak:
85
"Sen benim gelinim olursun inşallah, sürmelim," derdi.
Hatçenin anasına, herkese, Hatçeden konuşurken "gelinim," derdi.
Bunun üstüne, on altı yaşlarında olan oldu. Memed yorgundu. Çift sürmeden geliyordu. Hatçe de dağdan, mantar toplamadan. Belki bir aydır biribirlerini görmüyorlardı. Biribirleri-ne Alacagedikte rastlayınca, ikisini de bir sevinç, bir gülme aldı. Bir taşın üstüne oturdular. Karanlık basıyordu. Hatçe kalkmak istedi. Memed, elinden tuttu geri oturttu:
"Dur hele!" dedi.
Tir tir titriyordu. Her bir yanı ateşe kesmişti. Bedeninde çımgışmalar oluyordu:
"Sen benim nişanlım değil misin?" dedi.
Hatçenin ellerini ellerinin içine aldı:
"Sen benim..." dedi.
Hatçe gülmeye başladı.
Memed:
"De kız," dedi, "sen benim nişanlım değil misin?"
Hatçe Memedden çekiniyordu. Memed tutmuş göndermi-yordu. Bir ter basmıştı ki...
"Kız," diyordu. "Sen..."
En sonunda öpmeyi akıl etti.
Hatçe kıpkırmızı kesilerek Memedi hızla itti. Kaçtı. Memed arkasından yetişti tuttu. Kız durgunlaşmış, kuzu gibi olmuştu. Memedin de eski heyecanı azıcık geçmişti.
"Bu gece yarısı gelirim," dedi. "Büyük dutun gölgesine sığınırım. Divliİc kuşu gibi öterim... Herkes divlik kuşu ötüyor sanır."
Sonra da birkaç kere divlik kuşu gibi öttü: "İşte böyle," dedi.
Hatçeyi bir gülme aldı: "Divlik kuşu gibi... Kimse fark etmez." Memed:
"Biz biribirimizin nişanlısı değil miyiz? Kimse fark etmesin."
Hatçenin birden rengi attı:
"Ya bizi gördülerse," dedi, kaçtı.
İşte bundan sonradır ki, gün geçtikçe sevdaları büyüdü, kara sevda oldu. Sevdaları dillere destan oldu.
Her gece ne yapar yapar buluşurlardı. Buluşmazlarsa ne onun gözüne uyku girerdi, ne onun... Hatçenin anası tarafından yakalandıkları da oldu. Hatçeye işkence yaptı anası. Çaresiz. Geceleri elini ayağını bağladı. Kapıya kilit üstüne kilit vurdu. Çaresiz. Hatçe her engele bir çare buldu. Hatçe Memede muhabbet çorapları dokuyor, mendilleri işliyordu. Üstüne türküler çıkarmıştı. Aşkını, hasretini, kıskançlığını renk renk nakışlara, ses ses türkülere dökmüştü. Bu türküler hala Toroslar-da söylenir. Çorapları gören ürperirdi. Türküleri duyan, söyleyen hala ürperir, içinden bir şey başlar yeşil yeşil, taze yeşermeye...
Memed, evlerine ne zaman, nasıl geldiğinin farkına varmadı. Şafağın yerindeki, o kıvılcımlanan yıldız, ışığını yitirmiş, ağarmıştı. Şafağın yeri de usuldan ağanyordu.
"Ana! Ana!" diye kapıdan çağırdı.
Ana uyumuyor, oğlunu düşünüyordu.
"Yavrum!" dedi kalktı. Kapıyı açtı, boynuna sarıldı.
"Demek gece yürüdünüz?"
Memed:
"Yürüdük."
İçeri girer girmez, Memed kendisini yatağın üstüne attı. Müthiş uykusu geliyordu. Kafasında sarı bir pırıltı şavkıyordu. Şavkıyan pırıltılar dönüyorlardı.
Belki umuttur. Belki de bir özlemdir. Özlem sıcacıktır. Özlem bir dost, bir sevgilidir. Sarıverir insanı sıcaklığı. Memedin kafasında, gönlünde ta iliklerine işlemiş, san pirinç pırıltıları vardı. Pırıltıların ötesinde kırmızı kiremitleri maviliğe yapışmış kasaba...
Sarı pirinç pırıltıları, koyu, mor, savrulan kebap dumanlarına karıştı. Kör Hacmin nal şıkırtısı... Kaldırımı beyaz, sıykal, yani cilalı çay taşlarından yapmışlar. Beyaz beyaz parlıyor.
Ana oğlunun başucuna oturmuş soruyor:
"Kasaba nasıldı yavrum?"
"Hı?" diyor, başı düşüyor.
Kör Hacının nal döverken, nasıl türkü söylettiğini düşünü-
86
87
yor. Naldan düşüncesi kırmızı kiremitli evlere geçiyor. Yarı uykulu, yarı uyanık gülümsüyor. Düşünüyor ki, yarın öbür gün kaçacaklar. Hasan Onbaşı köylerden on gün sonra dönecek. Üzülüyor bu işe. Sonra dönüyor üzüntüsünden. On güne kadar ancak düzenlerler işlerini. Hasan Onbaşının çocuksu, şakacı güleç yüzü... Ak sakalları. Ak sakalları yüzünde takma gibi duruyor. Hasan Onbaşı bir yer bulur. Bir de çift, yani iş bulur. Nedense Hasan Onbaşıya çok güveniyor. "Bütün dünyayı karış karış gezmiş, biliyor," diyor içinden. Kasabanın ağası da yok. Hatçe, anası, üçü üç yerden çalışırlar. Çalıştıkları kendilerinin olur. Hasan Onbaşı bu işi yapar mı yapar. Düşünüyor ki, nereden duymuştur, onu bilmiyor. Çukurova toprağı verimlidir. Düşünüyor, yüreği daralacak şekilde seviniyor. Çukurova toprağında çakırdikeni bitmez. Kendi Çukurovaya yerleşince, ev bark sahibi olunca, bir gün köye gelecek, Çukurova böyle böyle diyecek... Bütün bir köy arkasında inecekler Çukurovaya. Abdi, tek başına kalacak köyde. Ne ekin ekmesini bilir, ne biçmesini... Acından ölecek.
Ana tekrar ediyor:
"Kasaba nasıldı oğlum?" diyor.
O, anasına cevap verdiğini sanıyor, düşünüyor. Beyaz bir fötür şapkalı görmüştü manavların önünde. Tertemiz... Panto-lonlu bir adam... Adam, portakal alıyordu. Parmaklarına dikkat etmişti. Uzun, beyaz parmakları çabuk çabuk para sayıyordu. Paralar parmaklarının arasından akıyordu. Gümüş parıltısı...
Ana:
"Yavrum," dedi, "uyuyor musun?"
Uyuyor muydu? Pirinç pırıltısı yeniden kafasını allak bullak etti. Çukurova güneşinin altında, güneş çarpınca fışkıran milyonlarca pırıltı.
Uyandığı zaman gün kuşluktu. Anası, başında oturmuş ona bakıyordu. Birden, nedense anasından utandı. Yorganı başına çekti. Çocukluğunda sevinçli olduğu zamanlar hep böyle yapardı. Anası gülerek, yorganı başından çekti:
"De kalk koca delikanlı. Gün kuşluk oldu. Kalk da kasabayı anlat."
Gözlerini kirpiştire kirpiştire açtı. Dışarda, göz kamaştırıcı
88
1
bir güneş vardı. Güneşe şöyle bir göz attı. Birden kamaşan gözlerini içeri çevirdi. Güneş her şeyini altüst etmişti.
Yataktan çok yorgun bitkin kalktı. Bütün yorgunluğuna içindeki bütün karanlığa karşın, yüreğine bir yerlerden bir ışık, bir aydınlık sızıyordu. Yüreğindeki kasveti dağıtan şeyin kendi de farkında değildi. Bu sevinç, bu sıcak ışıktan ileri geliyordu. Bu ışık nedendi?
Anasının dizinin dibine oturdu. Kasabayı bir bir anlattı. Kadın, birkaç kere kocasından, birkaç kere de başkalanndan dinlemişti kasabayı, ama bu kadar güzel kimse söylememişti. San şavka gelince coşmuştu Memed... Su gibi akıyordu ağzından sözler...
Memed ateş içinde kasabayı anlattı bitirdi. Fakat anasına söyleyeceğine gelince yutkundu kaldı. Anası, onun bu halini bilirdi. Bu sefer de meseleyi çaktı. Oğlunun saçlarını okşadı. Gözlerinin içine baktı. Oğlu bir şey, ama önemli bir şey söyleyecekti ama, söyleyemiyordu. Oğlan, anasının gözlerinden gözlerini kaçırdı. Ana içinden, 'Tamam," dedi. "Bir şey var. Mutlak bir şey var." Memede baktı. Memed, hareket edecek, kıpırdayacak halde değildi sanki. "Söyleyemeyecek," dedi, "kolay kolay."
Dayanamadı:
"Çıkarsana şu diliyin altındakini Memedim!"
Memed bunu duyunca irkildi. Yüzü kül oldu.
Ana:
"De çıkar," diye tekrar etti.
Memed başını yere dikti:
"Ben," dedi, "bu gece Hatçeyle konuştum. Kaçmaya karar verdik."
Ana:
"Sen aklını mı yitirdin Memed?"
Memed:
"Düşündük ki, sen köyde kalırsan, Abdi Ağa, sana zulmeder. Sen de bizimle gel Çukurovaya. Kasabada yerleşiriz."
Ana aynı şiddetle:
"Sen delirdin mi?" dedi. "Ben yurdumu yuvamı, evimi barkımı bırakır nereye giderim? Hem sen elin kızını alır nereye götürürsün?"
Memed:
89
"Öyleyse ne yapalım? Sen bir akıl ver."
Ana:
"Ben sana yüz kere söyledim. Vazgeç bu Hatçeden. Yüz kere, bin kere söyledim. Vazgeç! Onu Abdi Ağanın yiğenine ni-şanlıyorlarmış. Olmaz. Böyle kafalardan vazgeç!"
Memed:
"Vazgeçemem. Abdi Ağa olmazsa, kim olursa olsun. Vaz-geçemem. Abdi Ağa herkesin gönlünün ağası mı? Alır kaçarım. Benim bir tek korkum var, o da sana zulmederler. Benim korktuğum bu! Yoksa... evelallah..."
Ana:
"Evimi barkımı yurdumu yuvamı bırakıp da hiçbir yerlere gidemem. Sen, al git Hatçeyi. Gene de sana derim ki oğlum sen yalnızsın. Bundan iyilik çıkmaz. Karşında beş köyün kocaman ağası var. Kızı onun yiğeni istiyor. Bunun sonu iyi çıkmaz. Vazgeç bu işten. Kız mı yok sana!"
Memed kızdı. Anasına karşı pek az kızmıştı:
"Kız yok," dedi. "Dünyada Hatçeden gayri kız yok."
Memed bir daha ağzını açmadı.
İki gün sonra duyuldu ki, Abdi Ağanın öteki köydeki yiğeni Hatçe için dünür göndermiş. Dünürleri arasında Abdi Ağa da var. Çığırıp bağırmasına, çağırmasına bakmadan, kızı ilk gelişte Abdi Ağanın yiğenine veriyorlar. Abdi Ağanın yiğeni bulunmaz kısmet. Kızı kendi gönlüne bıraksan, ya çingeneye varır, ya davulcuya. Hatçeyse ağlar ağlar avunur.
İki gün sonra da nişan takıldı. Abdi Ağa da gelinine bir beşi biryerde taktı.
Nişandan sonra köyün içine bir dedikodudur yayıldı. Kadınlar konuşuyor, çocuklar konuşuyor, yaşlılar, gençler, erkekler konuşuyordu:
"Memed, kaçırır onu. Yedirmez Hatçeyi Abdi Ağanın kel yiğenine."
"Korkar Memed."
"Hiç de korkmaz." " *
"Memedin gözünde kimse korkuyu göremez." "Göremez." ,
"Memed bu!"
"Memed olsun. Memed kaç para eder. Abdi onu parça parça ettirir de leşini itlere attırır."
"Bir kere kızmasın... Attırır mı attırır."
"Memed kızı alır da gider."
"Nereye gider?"
"Nereye gider? O gidecek yeri bilir."
"Nereye gitse, yılanın deliğine bile girse, Abdi Ağa onu bulur çıkarır."
"Abdi Ağanın eli kolu uzun. Hükümet var arkasında..."
"Hükümet de var, Kaymakam da, Müdür de var. Karakol Onbaşısı da var."
"Her gün Müdür iner evine."
"Vallahi yüreğim parçalanıyor şu Memede."
"Geldi yabanın köylüsü de elinden aldı."
"Dün gördüm Memedi..."
"Vayfıkara!"
"Evlerinin arkasında gördüm. Yüzü sapsarı. Zehir sarısına kesmiş. Yeşil san."
"Ben de gözlerinden korktum. Bir hoş ışıklı gözleri var."
"Fıkara, nişan yapıldı yapılalı evden çıkmıyormuş..."
"Karanlık bir köşede..."
"Akşamadek... Düşünürmüş..."
"Kara sevda... Zor!"
"Kara sevda deli eder insanı."
"Memed yarı deli zaten..."
"Kızı her gece bağlarmış anası. Elini ayağını kendirle bağ-larmış."
"Kilit üstüne kilit!"
"Dönenin de hali kötü."
"O da oğlundan korkuyor."
"Abdi Ağa da duymuş meseleyi..."
"Vay fıkara Memed!"
"Duymuş da gülmüş..."
"Kızın iki gözü iki çeşme..."
"Vay fıkara Memed!"
"Abdi Ağanın kel yiğeni, gelmiş fiyaka satıyor. Dolanıyor köyün içinde."
I-
90
91
"Boynuzlu..." "Geyik boynuzları..." "Geyik..." "Zulüm."
"Vay fıkara Memed!" "Zulüm."
"Kahrından ölmezse Memed..." "Asıl kız ölecek kahrından..." "Ayıran kör olsun..." "Yavaş yavaş söylen." "Onmasın inşallah..." "Sürüm sürüm sürünsün." "Kurt işlesin tenine inşallah." "Yılancıklar çıkarsın da yılın yılın yatsın." "Yavaş yavaş..." "Gözlerinde çakırdikeni bitesi." "Beş köy kendinin, şu dağlar da kendinin." "Dünya parayla alınır. Yürek alınmaz." "Vay fıkara Memed!"
"Görsün Abdi. Görsün ne işler getirecek Memed onun başına. Siz hele durun." "Öldürse..." "Öldürse eli nurlanır." "Memed daha çocuk." "Vay fıkara Memed!" "Çocuk ama..."
"Yılda kaç tane dağ keçisi vurur Memed?" "Say!"
"iğnenin deliğinden kurşun geçirir." "Abdinin gözlerinin bebeğinden inşallah." "Yavaş söyle yavaş!"
"Bir silah geçse eline Memedin, koymaz Abdiye." "Koca Ahmet dağda olaydı bu sıralar..." "Gelirdi köye, bozardı nişanı, verirdi kızı Memede."^ *" "Bir silah geçirse eline..."
"Memed hakkından gelir onun." \
"Keşkiii!"
92
"Köylü o günleri görse... Kırk gün kırk gece şenlik eder."
"Kara sevdalıları ayıran iflah olmaz."
"Olmaz inşallah."
"Memedden bulmazsa, Allahtan bulur."
"Bulur inşallah."
"Yavaş yavaş!"
"Neredesin Koca Ahmet. Kendini göstereceğin gün bugündür."
"Koca Ahmet Dağıstanda çift sürüyormuş. Avrattan korkak olmuş."
"Memed kasabaya gitmiş."
"Yer yapıyor kendine."
"Şu kel yiğenine bir şey olsa..." ¦
"Bir yıldırım düşse tepesine."
"Durup dururken canı çıkıverse."
"Çıkıverse..."
"Memed alsa kızı. Alsa götürse..."
"Memed alsa kızı..."
"Alsa götürse kızı..."
"Ben Hatçeyi bilirim. Öldürür kendisini."
"O ölürse Memed de yaşamaz."
"Vay fıkara Memed!"
"Vay fıkara Döne! Kocasız kaldı genç yaşında. Oğulsuz kalmasın."
"Oğulsuz kalmasın."
Bir köy insanı tekmil konuşuyordu. İçlerine dert olmuştu Memedin işi. Ama ellerinden bir gelir yoktu. Bu konuşmalar Abdi Ağanın kulağına dakikası dakikasına gidiyordu. Köyde "çıt" dese, o duyardı. Olup biteni, köylünün neler konuştuğunu bir bir biliyordu.
Adamını gönderdi. Memedi evine çağırdı bir gece. Memed, süklüm püklüm gelip karşısına el pençe dikildiğinde, bas bas bağırarak:
"Ula namussuz nankör! Köpek gibi kapımda büyüdün. Adam oldun. Ulan namus düşmanı! Duydum ki yiğenimin nişanlısına göz dikmişsin..."
Memed taş kesilmiş kıpırdamıyordu. Yüzü duvar gibi
93
bembeyaz olmuştu. En ufak bir hareket yoktu. Yalnız, o iğne ucu kadar küçücük pırıltı gelip gözbebeklerine oturmuştu.
Abdi Ağa:
"Bana bak Memed!" dedi. "Bu köyde yaşamak, ekmek yemek istiyorsan benim dediğimden ayrılma. Sen çocuksun. Sen bilmezsin. Sen beni bilmezsin. Ben adamın ocağına incir dikerim. Duydun mu ekmeksiz, nankör? Ben adamın ocağına incir dikerim."
Geldi Memedin kolundan sertçe tuttu:
"Bana Abdi derler," dedi. "Ben adamın ocağına incir dike-
rim.
Memed susuyordu. O sustukça öteki kızıyor, bağırıyordu.
"Ulan ekmeksiz oğlu ekmeksiz..." diyordu. "Kimse benim yiğenimin nişanlısına göz dikemez. Ben adamı parça parça eder de leşini köpeklere atarım. Bana bak! O kapıdan bir daha geçmeyeceksin. Anladın mı? Geçmeyeceksin. Anladın mı?"
Memedi birkaç kere sert sert sarstı. Taştan ses çıkıyordu da ondan ses çıkmıyordu. İşte bu sessizlik kudurtuyordu Abdi Ağayı. Birden kendini kaybedip Memedi tekmelemeye başladı. Memed onu öldürmemek için kendini zor tutuyordu. Dişi dişini yiyordu. Avurt etleri dişlerinin arasındaydı. Isırıyor, yiyordu avurt etlerini hırsından. Ağzı kan içinde kalmıştı. Kafasında sapsarı bir ışık şavkıdı.
"Defol buradan! Sizlere iyilik yapmak, sizleri büyütüp adam etmek haram zaten. Besle kargayı gözünü oysun. Defol, itin oğlu."
Dışarı yarı baygın, yarı sersem çıktığında, yere kocaman bir tükrük attı. Tükrük bir avuç kandı.
94
8
Evler, ağaçlar, kayalar, yıldızlar, ay, toprak ne varsa dünyada, hepsi karanlığın içinde kaybolmuşlar, erimişlerdi. Usuldan usuldan karanlığın üstüne yağmur çiseliyordu. Yağmurla birlikte, hafif de bir yel esiyordu. Yel, soğuk bir yeldi. Arada bir, durup durup köpekler karanlığa havlıyorlardı. Sonra, yalnız bir horoz uzun uzun öttü. Vaktinden önce öten bu horozu sahibi sabahleyin erkenden mutlak kesecektir.
Uzaktan, dağın ötesindeki yoldan bir çıngırak sesi geliyordu. Bir ara çıngırak sesi kesiliyor, sonra tekrar başlıyordu. Bu, gelen yolcuların yorgunluğuna alamettir.
Memed, hayli zamandır, kocaman dalları şemsiye gibi açılmış dutun yanındaki çitin altına sinmiş bekliyordu. Memed düşünüyordu ki... Hayır, bu durumda Memed, hiçbir şey düşünemez. Memed, yalnız üşüyordu. Memed, bir şeyler duyuyordu düşünmeden. Karanlığa yağmur çiseliyordu usuldan. Karanlık bastığından beridir ki Memed, bu yağmuru yiyordu. İçine geçmişti. Bazı bazı bir titreme alıyor, sonra geçiyordu. Çitin ötesinde bir patırtı duydu, kulak kabarttı. Bu, çitten atlayan bir kediydi. Öyle sandı. Anası düştü aklına bir ara. Etini kesmişler gibi bir yerleri ağrıdı. Yüreğinde bir zehir acılığı duydu. Bir sızlama. İşkence edeceklerdi anasına... Çok uzakta bir şimşek çaktı. Karanlıkta erimiş dutun gövdesini, dallarını yaldızladı. Memedin de içinin karanlığından bir ışık yolu geçti. Uzun bir ışık yolu.
Bu anda bütün köy, atıyla, eşeğiyle, sığırı, keçisi, koyunu,
95
böcekleri, tavukları, kedileri, köpekleriyle uyuyordu. Düşmanlıkların, kinlerin, sevgilerin, korkuların, kaygıların, yiğitliklerin üstünü kalın bir uyku örtmüştü. Düşler çarpışıyordu. Düşler yaşıyordu şu anda.
Görüş sahası ne kadar dar olursa olsun, insan muhayyilesi geniştir. Değirmenoluk köyünden başka hiçbir yere çıkmamış bir insanın bile geniş bir hayal dünyası mevcuttur. Yıldızların ötelerine kadar uzanabilir. Hiçbir yer bulamazsa Kafdağmın arkasına kadar gider. O da olmazsa, düşlerinde yaşadığı yer baş-kalaşır. Cennetleşir. Şimdi, şu anda düşler veryansın ediyordur, uykuların altında. Şu fıkara, şu kahırlı Değirmenoluk köyünde, değişmiş dünyalar yaşanıyordun
Memed de düş görüyordu. Hem korkuyor, hem düş görüyordu. Kafasında birden, bir şimşek çaktı. Çukurovanm bol güneşi kafasında parçalandı, büyüdü, genişledi, aydınlandı. İçindeki ışık seli durunca Memed endişelendi. Korktu. "Ya gelmezse," diye düşündü. "Ya gelmezse ne yaparım?" Kafasından türlü ihtimaller geçti. "Gelmezse, ben bilirim yapacağımı," dedi. Eli tabancasının kabzasına gitti. Tabancası aklına gelince bütün korkuları siliniyor, çaresizliğini unutuveriyordu.
Tabancasını düşünüyordu ki çok hafif bir ayak sesi duydu. Az önce düşündüklerinden utandı. Gelip başında duran Hat-çeydi. Gündüz olsaydı da Hatçe, Memedin yüzüne baksaydı. Önce yüzünün sapsarı kesildiğini, sonra yavaş yavaş kızardığını görür şaşardı. Başka şeylere, belki korkuya yorardı bunu.
"Çok beklettim," diye özür diledi. "Anam bir türlü uyumuyordu."
El ele tutuşup korka, sine uzaklaştılar. Toprağa öyle usturuplu basıyorlardı ki, en küçük bir çıtırtı bile çıkartmıyorlardı. Toprağa basmıyorlardı sanki.
Köyü çıkıncaya kadar, nefes bile almadılar dersek, doğrudur. Köyü çıktıktan sonradır ki, korkuları biraz azaldı, kendilerini azıcık serbest hissettiler.
Hatçenin bohçasını Memed taşıyordu. Hatçe bohçasını, Memed yoruldu diye istedi, öteki vermedi.
Tam sırasıymış gibi, çiselemekte olan yağmur delicesine bastırdı. Yanlarında, arkalarında, önlerinde şimşekler çakıyor-
96
du. Kayalığı geçtikten sonra bir ormana düştüler. Çakan şimşeklerden arada bir orman işiyor, ortalık gündüz gibi oluyordu. Ağaç gövdelerinden oluk oluk suların aktığı görülüyordu ışıkta- Hatçe hıçkırarak ağlamaya başladı. Memed kızdı:
"Tam da ağlayacak sırayı buldun," dedi. Ortalık ışıymcaya kadar, ormanda bir minval üzere yürüdüler. Nerede olduklarının farkında değildiler. Yağmursa, hala yağıyordu.
Hatçe, her adımda yağmura:
"Allanın kahrı gazabına uğra!" diye beddua ediyordu. Ortalık iyiden iyiye ışıyınca, bir kaya kovuğu buldular sığındılar. Ayakta durmuşlar, ikisi iki yerden tir tir titriyorlardı. Elbiseleri vücutlarına yapışmıştı. Hatçenin saçlarının ucundan hala yağmur altında yürüyormuş gibi sular sızıyordu. Memed, dişleri biribirini döverek:,
"Kav ıslanmamışsa, bir ateş yakar ısınırız, kurunuruz," dedi.
Hatçe kıvançla gülümsedi. Memed:
"Gülme," dedi. "Öyle bir yağmur yedik ki, değil deri kesenin içine, derimizin altına bile geçti."
Bel kayışına bağlı keseyi elleri titreyerek açmaya uğraşıyordu. Bütün umut, kurtuluş buradaydı. Gözleri kesenin içine dikilmişti. Sonra göz göze geldiler gülümsediler. Kesenin içine su işlememişti. Memed:
"Bu keseyi kim yapmıştır biliyor musun?" Hatçe: "Yok," dedi.
"O, evine kaçtığım Süleyman Emmi var ya, o yaptı. O zamandan beri onun yadigarını saklarım." Telaşlı telaşlı etrafına bakındı.
"Hiçbir kuru şey yok ki ellerimi kurulayım. Elim değince ıslanacak." Hatçe: "Aman tutma kavı yaş ellerinle," dedi.
97
Memed:
"Bak nasıl kurularım!" diye övündü. Kovuğun arka tarafına doğru gitti. Oraya yağmur işlememişti. Toprak, kupkuru tozlanıyordu. Ellerini toprağa soktu, toza beledi. Tozlu ellerini havaya kaldırıp, Hatçeye: "Oldu mu?" dedi. Hatçe gülümsedi. Memed:
"Git Hatçe," dedi. "Git de çalı çırpı topla!" Hatçe kovuktan dışarı, yağmura fırladı. Biraz sonra, kocaman bir kucak çalıyla geri döndü. Çalılar ıslaktı ya aslında kurumuşlardı. İnce ince kırdılar, kovuğun orta yerine yığdılar. Memed, kavı çaktı. Çaktı ama, kav yansa bile, tutuşturmaz ki çalıyı. Çalının tutuşması için küçücük de olsa yalım gerek. Ne yapsalar? Memed:
"Dur sen burada," dedi. "Ben gideyim çıra bulayım." Az sonra elinde yağlı bir çırayla döndü. Kocaman, iki ağızlı hançerini çıkardı, çırayı yardı. Kav çırayı da ateşlemez. Ona da yalım gerek. Küçücük bir yalım olsa çıra ahşıverir. Bir kibrit olsaydı şimdi... her şey kolaydı ama... kibrit de almıştı Memed. Ama kibrit ıslanmış, çorba gibi olmuştu. Memed:
"Hatçe," dedi, "azıcık kuru bez bulamaz mıyız?" Hatçenin dişleri sakırdıyordu.
"Bohçayı bir açayım bakayım. Belki ortasına su geçmemiştir."
Dışarda, yağmur veriştiriyordu. Aynen gök delinmiş gibi. Hatçe bohçayı açtı. Aradı taradı. Entarilerinin içinde sıkışıp kalmış bir mendil buldu. Bu, Memedin ona ilk hediyesiydi. Kırmızı benekli bir mendildi. Kadınlar köyde böyle mendilleri başlarına bağlarlardı.
"Bu var kuru," diye Memede gösterdi.
Memed mendili tanıdı.
"O mu var?" dedi. Bir hoş olmuştu mendili görünce.
Hatçe: v
"O," dedi.
98
Memed, birazıcık kızgın:
"Burada donup öleceğimi bilsem, onu gene yakmam."
Hatçe:
"Belki entarilerde kuru bir parça bulunur."
Memed:
'"Getir hele," dedi.
Hatçe, bohçayı getirdi.
Memed, karıştırdı karıştırdı bohçayı:
"Ohhooo," dedi, "bunlarda bir kuru parça değil, yüz parça bile bulunur."
Hatçe:
"Bulunur," dedi. "Hepsini yak da çıplak gezelim."
Memed:
"Bu gidişle öyle olacak."
Kuruca bir entarinin iç astarını söktü. Çakmağı çaktı. Kavı, bez parçasının içine koydu. Üflemeye başladı. Üfledi babam üfledi. Yorulunca bezi Hatçeye verdi. Bu sırada tam yanlarına bir yıldırım düştü. Yer hafiften sarsıldı. Ağaçlar çatırdadı. Hatçe, elindekini yere düşürdü. Memed, eğildi yerden aldı. Avurdunu şişirerek yeniden üflemeye başladı. Avurdu acımıştı. Bezin üstünü küçücük bir alev yalayınca sevindi. Hemen öbür elindeki çırayı tuttu. Çıra cızırdayarak ateş aldı. Birkaç tane çırayı birleştirdi. Ortadaki çalı yığınına soktu, etrafını besledi. Yağmur gittikçe şiddetleniyordu. Gökyüzü bir kara dumandı. Boyuna da şimşek çakıyor, yıldırım düşüyordu. Şimşekler bir an için de olsa, dünyayı yaldızlıyorlardı. Her şimşekten sonra, Memedin içi, bir sarı pirinç pırıltısına boğuluyordu.
Ateş büyüdü. Memed, boyuna üstüne odunlar yığıyordu. Odunların suları çekilince ateş alıyorlardı. Kocaman kocaman yalımlar parlayıp oynaşıyorlardı. Üzerlerindekini çıkardılar, oradaki bir dalın üstüne serdiler. Dalı da ateşin yanına çektiler. Hatçe utanıyordu. Bu sebepten bir türlü iç gömleğini, donunu Çikaramıyordu. Memed:
"Çıkar onları," dedi. "Çıkar da titremen geçsin." Hatçe yalvarırcasına baktı: "Bunlar da üstümde kurusun," dedi.
99
Memed:
"Üstünde kurumaz," diye kızgınlıkla söylendi. "Üstünde kuruyuncaya kadar, sen soğuktan ölürsün."
Hatçe, Memedin kızdığını anlayınca, gömleğini çıkarmaya başladı. Omuzları yuvarlak, esmerdi. Gömleğini çıkarır çıkarmaz çalıya attı, memelerini avuçlarına aldı kapadı. Omuzlan titriyordu. Boynu, bir kuğu boynu gibi uzun, hoştu. Küçücük birer saç parçası kulaklarının arkasına doğru kıvrılıyordu. Örgülü kara saçları, arkasına dökülmüş, kuluncunu baştan başa örtmüştü. Memeleri ellerinden, parmaklarının arasından taşıyordu. Sarı, ayva tüylerin yerleri soğuktan kabarcıklanmıştı. Isınınca kabarcıklar kayboldu. Ten dümdüz oldu. Pembeleşti
hafiften.
Memed, gözlerini Hatçeye dikmişti. İçinde, dayanılmaz bir
arzu duydu. "Hatçe!" Hatçe, bu sesten, bu biçimde söylenişten ürperdi. Ses, her
şeyi söylüyordu. Anladı.
"Memed," dedi, "şimdi köyde kıyamet kopuyordur. Şimdi bizi fellik fellik arıyorlardır. Bulurlarsa diye korkuyorum."
Memedin içinde de aynı korku vardı. Belli etmedi:
"Nasıl bulacaklar bu ormanın içinde bizi? Sen de!.."
Hatçe:
"Bilmem," dedi. "Bilmem ama, ben korkuyorum."
Uzun zaman sustular. Yağmur da azıcık yavaşladı gibi. Ateş gittikçe büyüdü. Yandaki kayalar bile ısındı. Taban toprağı da kurudu. Hatçe kuruyan gömleğini giydikten sonra donunu çıkardı. Memed, onun taze, dolgun bacaklarını gördü. Çoktan beri, içindeki arzu, dayanılmaz bir hale gelmişti.
Tekrar, aynı şekilde:
"Hatçe!" dedi.
Hatçe:
"Korkuyorum Memed," dedi.
Memed, yanına doğru yanaştı, sıkı sıkıya, acıtacak kadar bileğini tuttu. Hatçe öteye öteye gitti. Memed, Hatçeyi bütün gücüyle sardı. Öptü. Hatçe kendini birden bırakıverdi. Memed, onu kayanın dibine doğru sürükledi. Hatçenin kalın dudakları
100
aralık kalmış, gözleri kapanmıştı. Hatçenin eli ayağı tutmuyordu. Usuldan usuldan, "Korkuyorum etme Memed," diyordu.
Büyük ateşin yalımları üzerlerine doğru uzanıyordu. Yalımlar, kayaları yalıyordu.
Neden sonradır ki kendilerine gelebildiler. Memed, Hatçeyi elinden tuttu. Yattığı yerden kaldırmak istedi. Hatçe azıcık doğruldu. Sonra, arkası üstü gene yattı. Korkusu tamamen gitmişti. İçinde bir eziklik, vücudunda yorgunluk kalmıştı. Sonra, kendi kendine kalktı. Bacakları, sırtı, kalçası toprağa belenmişti.
Hatçe, kadın olmuştu.
101
*l HAİKJCÖT0PKAME5İ
Ana, şafaktan önce kalktı. Hatçenin yatağına baktı. Yatağın içi doluydu. Hiç şüphelenmedi. Sabah olup da Hatçe her zamanki vaktinde yataktan kalmayınca yüreğine tıp etti. Korkusu doğruydu. Yorganı açınca yıldırımla vurulmuşa döndü. Hatçe, bir yastığı yorganın altına uzunlamasına koymuş, onun yerine yastık yatıyordu yorganın altında. Bu, Hatçenin geceden kaçtığını gösteriyordu. Bu yastık oyununu da çabuk haberlenmesin-ler diye yapmıştı.
Yorgan kadının elinde kalakalmıştı. Ancak, kocası kendisine seslenincedir ki kendine geldi. Yorganı elinden bıraktı.
Toros köylerinde töre yerine geçmiştir. Kızı kaçan, atı, öküzü, horozu çalınan evinin kapısına çıkar, bütün köye, çekemeyenlere, gözleri kaldırmayanlara basar küfürü. Saatlarca durur durur küfreder. Köylü hiçbir cevap vermez ona, aldırmaz, küfredenin bir zaman sonra hırsı iner, ondan sonradır ki, ciddi ciddi olayın üstüne konuşulur.
Kocasına:
"Kız gitmiş," dedi. "Şimdi nişliyelim?"
Koca aşikar bir sevinç çığlığı attı:
"Çok şükür Allahıma," dedi. "Çok şükür. Hiç gönlüm yoktu, Abdi Ağanın kel yiğenine vermeye kızı. Çaresizlik belimi büküyordu. Çok şükür..."
Kadın:
"Sus," dedi. "Sus! Bir duyan olmasın, Abdi Ağa, kızı biz kaçırttık sanır da derimizi yüzer."
102
Sonra ana, töre olduğu üzere, evin kapısına çıktı usul usul dövünmeye baktı. Dövünmek hiç de gelmiyordu içinden. Kimseye küfredemiyordu. Bağıramıyordu da. Sallanıyordu boyuna.
Yalancıktan:
"Vay benim başıma gelenler!.. Kızım! Kızım! Sürüm sürüm sürünesin inşallah. Namusumu iki paralık ettin kızım! Kahrol! Kızım! İki gözün önüne aksın kızım!"
Kocası, çok sert:
"Gel içeri," dedi. "İyi yaptı kız. Gönlünün istediği ile kaçtı ya. Nolursa olsun. Hiç sesini çıkarma avrat! Bağırma. Git, Abdi Ağaya söyle durumu. Kıza da beddua etme! Gel içeri."
Kadın, kocasının dediğini tuttu. Başına, kara bir yazma bağladı. Doğru, Abdi Ağaya gitti.
Abdi Ağa, kadını görünce:
"Oooo, nerelerdesin bacım? Hiç uğramaz oldun Ağayın evine. Otur şöyle yanımdan."
Kadın, oturdu ağlamaya başladı. Kadını böyle ağlar, başında kara yazma görünce, Abdi Ağanın da yüreğine tıp etti.
Telaşla:
"Ne var bacı?" diye sordu.
Kadın, başını yere eğmiş boyuna ağlıyordu. Cevap vermedi.
Abdi Ağa:
"Söyle!" diye bağırdı. "Allanın belası söyle!"
Durdu düşündü:
"Söyle gelinime bir şey mi oldu?"
Kadın:
"Ağam..." dedi.
Ağa:
"Söyle," dedi.
Kadın yeniden:
"Ağam! Ağam!" dedi sustu. Hıçkırıklar sözünü kesiyordu.
Ağa:
"Kadın," dedi, "Allah senin belanı versin. Çatlatma adamı.
Kadın, gözlerini kuruladı:
"Kaçmış," dedi. "Yatağına yastık yatırmış, ilk akşamdan kaçmış."
Abdi Ağa gürledi:
103
"Vay!" dedi, "vay! Bu da mı gelecekti başıma? Abdinin gelini bir yanaşmayla kaçacaktı, öyle mi?"
Sonra, kadına döndü şiddetli bir tekme attı.
"Bu köyü tepeden tırnağa yakarım. Ateşe vurur yakarım."
Durdu, bir an düşündü. Kadının kolundan tuttu kulağına eğildi:
"Dönenin öksüzü mü kaçırmış?" diye sordu.
Kadın, gözyaşlarını yazmasıyla silerken, başıyla "evet" işareti yaptı.
Abdi Ağa yerinde duramıyordu. Adamlarını çağırdı. Bütün köylüleri çağırdı. Bu onun köydeki itibarı için büyük bir darbe olmuştu. Bunun altından kalkmalıydı.
"Görsün," diyordu. "Görsün o ekmeksiz, ipsiz. Ben, ona ne yapacağım görsün! Parça bölük ederim. Parça da bölük."
Meseleyi az zamanda bütün köy duydu. Bütün köy, düğün bayram yapıyordu. Karısı, genci, çocuğu, kızı hep bir ağızdan sevinç çığlıkları atıyorlardı. Ama, Abdi Ağadan gizli. Abdi Ağanın, onun adamlarının yanında köylü, onlardan daha üzgün görünüyordu. Fısıltıyla konuşuyorlardı.
Yağmur durmadan yağıyordu. Köylüler yağmurun altına dökülmüşler, biribirlerine sokulmuşlar konuşuyorlardı. Öbek öbek toplanmışlar. Yağmur altında evden eve gidip gelmeler, yağmur altında büzülerek, ağız ağıza konuşanlar... Suya batmış gibi sırılsıklam her biri...
Derken alay-ı vala ile öteki köyün insanları, başta nişanlı olmak üzere sökün ettiler. Her birinin elinde bir av tüfeği vardı. Nişanlı ateş saçıyordu. Avuru zavuru köyü tutmuştu. Yakarım da yıkarım... Doğru Memedlerin evine gitti. Döne, bu sırada, evinin içinde oturmuş, dünyadan habersizmiş gibi duruyordu. Nişanlı aynı hızla kapıda attan indi, içeri girdi. Kadını saçlarından yakaladı. Sürüye sürüye Abdi Ağanın kapısına kadar getirdi. Kadını Abdi Ağa da gördü. Kendini tutamadı. Geldi çizmelerinin ökçeleriyle çiğnemeye başladı. Dönenin ağzından çıt çıkmıyordu. Her bir yanı çamura batmıştı. Gözleri bile çamurdan görünmüyordu. Abdi Ağa, kadını bıraktıktan sonra, bu sefer de nişanlı çiğnemeye başladı. Bırakıyor, avluda bıyıklarını geveleyerek dolaşıyor, tekrar kadına gelip çiğnemeye başlıyor-
104
du. Kadının ağzından sızan kanlar, çamura karışıyor, aşağılara kadar, kırmızı bir şerit olaraktan uzayıp gidiyordu.
Abdi Ağa, tepeden tırnağa sinir kesilmişti. Konuşmadan avluda dolanıp duruyordu. Kimseyi de gördüğü yoktu. Yöre-dekiler dolanıp duran Abdi Ağaya dikmişler gözlerini, ne söyleyecek diye bakmıp duruyorlardı. Önemli bir karar vereceği zaman, sakalının bir parçasını şahadet parmağına dolar çekerdi. Şimdi de çek babam çek ediyordu. Gelip ortada durunca, ses soluk kesildi, herkes ona bakmaya başladı. Parmağına doladığı sakalını bıraktı, sıvazlamaya başladı:
"Beni dinleyin," dedi. "Şimdi onlar bu yakınlardadır. Ya kayalıkta, ya ormanlıktadır. Arayacağız. Yalnız bu kadar kalabalıkla olmaz. On kişi kadar. Bulunca öldürmeyecek, eğer ben yoksam orada, bana getireceksiniz. Onun hesabını ben göreceğim. Abdi Ağanın gelini nasıl kaçırılırmış, ona ben öğreteceğim."
Abdi Ağa, lafını bitirince, öteki köylü Rüstem atıldı. Kel kafalı, çiçek bozuğu yüzlü, koca burunlu biriydi:
"Ben söyleyim de, beni dinle ağam," dedi. "Dün akşamdan beri yağmur çiseliyordu değil mi?"
Birkaçı birden:
"Öyle," dedi.
Rüstem sordu:
"Çamurda iz kalır değil mi?"
"Kalır," dediler. "Kalmasa bile... İsterse kalmasın. Belki de kayalıklardan gitmişlerdir. İz izlemeliyiz. Yakındadırlar. Mutlaka bulacağız. İz..."
Abdi Ağa:
"Uç kişi de kasaba yoluna gitsin. Duydum ki, kasabaya kaçmış..."
Sonra döndü, Rüsteme sordu: "Kim izleyecek izi?" "Topal Ali var." Birkaç ses:
"Topal Ali, eğer gönlü isterse, yağmur olmasın isterse, kuru toprağı, kayayı, kuşu bile izler," dedi. Rüstem:
105
"Kuşu bile izler. Yeter ki kanadının bir yanı azıcık toprağa değsin. Uçan kuşu bile izler."
Abdi Ağa:
"Hemen getirin neredeyse, Topal Ali," diye emir verdi.
"Topal Ali burada," dediler.
Topal, bir ayağını ta arkadan sürüyerek, sektire sektire Ağanın karşısına geldi dikildi:
"Ağam," dedi, "korkma onun için. Hiç kalbine keder getirme. Eğer İnce Memed toprağa bastıysa, ben onu bulurum. Kuş olup uçmadıysa ben onu bulurum. Yüreğine hiç gam, keder getirme..."
Topal Alinin köylüleri de boyuna Aliyi, öteki köylülere, Ağaya övüp duruyorlar.
"Bu Topal Ali bizim köyde ne kadar hırsızlık olduysa buldu."
"On beş yıldır bizim köyden iğne bile çalınmadı."
"Topal Alinin yüzünden..."
"Topal Aliynen geyik avına gitmeli..."
"Taşların, kayaların üstünde hiç iz görünür mü? Topal Ali kayalardan iz süre süre geyiğin otladığı yere kadar götürür."
"Topal Ali demişler buna Ağam!"
"Bu yanlarda sansar kalmadı."
"Topal Alinin yüzünden."
"İnce Memed çocuğu göğe çekilmişse de bulur."
Hiçbir kalabalığa girmeyen, köyün içine bile binde bir çıkan Hösük de gelmişti Ağanın evinin önüne. Hani Pancar Hö-sük var ya, işte o. Hösük Topal Aliyi eskiden beri tanırdı. Topal Aliyle, yıllardan beri bir tarlada, yan yana çift sürerlerdi. Topalın ne yaman bir izci olduğunu bilirdi. Zaten bu yanlarda bilmeyen yoktu. Abdi Ağa da duymuştu ününü Topalın. Köylülerin onu bu kadar övmeleri tanıtmak için değil, övünmek içindi.
Hösük baktı ki Topal, Memedin izini sürmeyi üstüne aldı. Topal, Memed neredeyse, hangi yolda beldeyse, mağarada ko-vuktaysa eliyle koymuş gibi bulacaktı. Nasıl etse de şöyle çaktırmadan Topalla bir konuşabilse. Topal onu kırmazdı. Bunca yıl birlikte tuz ekmek yemişlerdi. Topal hayran, köylülerin Ağaya kendisini övmelerini dinliyordu.
Onlar Topalı övdükçe, Topal da: "Evelallah sayende Ağam.-" diye kabarıyordu.
Yiğit adam desinler, iyi adam desinler, Topal gibi adam yok şu köyler içinde desinler. Topal Alinin umurunda değildir. Oralı bile olmaz. Yalnız, "Topal gibi izci bulunmaz," dediler miydi kıvancına sınır olmazdı.
Topala işi düşenler, bir iki gün önce, Topalın kulağının duyacağı yerlerde, "Topal gibi izci var mı bu dünyada! Böyle izci!.. Adana toprağını bir bir gez bulunmaz. Analar bir tek izci doğurmuş, o da Topal Ali," diye konuşurlar, konuşmalarını Alinin duyduğunu anlayınca, ona başvururlardı. Bundan sonra Topal Aliden istedikleri neyse alırlardı. Böyle bir adamın işini Ali, ölür gene yapardı.
Topal, kalabalıktan ayrılıp izin başını bulmak üzere Hatçe-lerin evine giderken Hösük arkasından yetişti:
"Dur hele Ali," dedi. "Sana bir çift sözüm var."
Ali:
"Oooo Hösük kardaş!" diye boynuna sarıldı. "Hösük kar-daş seni bir göresim geldi ki sorma gitsin. Bugünlerde ziyaretine gelecektim. Yaa Hösük kardaş. Ne var, ne yok Hösük kardaş? Hösük kardaş? Şu işi bitireyim de bu gece sende kalırım. Hösük kardaş. Buluyum şu oğlanı... Şimdicik bulurum. Ne var insan bulmada?.."
Hösük:
"Şöyle arkamdan gel! Kimse görmesin konuştuğumuzu. Ağa, benden şüphe eder."
Topal Ali merakla Hösüğün arkasına düştü. Demin azıcık durmuş olan yağmur iri tanelerle tekrar düşmeye başladı.
Ağanın evinin önünde Topal Aliye at hazırlıyorlardı. Atla iz sürülür mü? Topal Ali gözü kapalı bile sürer böyle izi.
Hösük, bir damın karartısına vardı sindi. Yanına gelen Aliye kırgın:
"Bre kardaşım, gel otur yanıma şöyle. Bre Ali, nasıl edip de teslim edicen fıkarayı Abdiye. Sen bunu nasıl yaparsın?" dedi. "Kıyma İnce Memede! Kıyma öksüze! Kıyma İbrahimin bir oğluna! İbrahim gibi iyi adam var mıydı? Seni de çok severdi. Mezarında kemikleri sızlar sonra. Bilirim. Hemen şimdi elinle koy-
106
107
muş gibi bulursun. Abdi ona çok kötülük eder. Kötülüğü sen etmiş olursun ona. Sana bir şey söyleyim mi Ali? Sen bunların yolunu şaşırt bugün. Memed, bugünü de geçirirse kurtulur. Çocukluğunda Memed, Kesme köyündeki Süleymanm evine kaçmıştı. Herkes öldü sandıydı onu. Altı ay mı, bir yıl mı sonra ne, ben gördüm de anasına ben haber verdim sağlığını. Yaa öyle olduydu o zaman. Herkes öldü biliyordu oğlanı. Başını sokar bir yere. Gel kardaş şaşırt bunları. Kim bilir fıkaracıklar şimdi bu yağmurda yaşta nereye sokuldular? Bu kıyamette neredeler acep şimdi? Titreşiyorlardır şimdi. Ha Ali! Bana bir şey söyle Ali. Vazgeç bu işten."
Hösük konuştukça Topal renkten renge giriyordu. Halbuki az önce iz sürecek, kocaman bir köyün önünde iz sürecek, kaçanları bulacak diye ne kadar seviniyordu. Hösük konuştukça, o ağzını açmıyor, toprağa bakıyordu.
O sustukça, Hösük acı acı söylüyordu:
"Ya kardaşım Ali, fıkaracıklar şimdi sokulmuşlardır biribir-lerine, titriyorlardır bir ağacın altında. Üstlerinden, yağmur değil bu, bir ırmak akıyordur şimdi. Bir ırmak durmadan akıyor. Ali kardaş! Korkuyorlar şimdi fıkaracıklar. Adamın yüreği parçalanır hallerine! Şu yağmurun da ettiğine bak! Durmuyor etmiyor. Şunların haline acısa da dursa, dursa Ali kardaş! Bir kuş parlasa korkuyorlar... Bir sıçan kaçsa, bir kertenkele tırmansa ağaca... Yürekleri göğüslerine sığmıyor şimdi. Ha geldiler, ha gelecekler diye. Bunlar sevdalılar Ali! Karasevdalılara kötülük eden onmaz. Eli kurur. Kupkuru bir ağaç gibi suyu çekiliverir. Eli kurur. Şaşırt yollarını Ali. Kurtar karasevdalıları. Cennetten sana bir köşk hazırdır. Hemencecik hazırlarlar köşkü. De Ali! De bana söz ver!"
Hösük, Alinin gözlerinin içine, gözlerini dikti baktı. Bunu yapmazsan olmaz mı, der gibi baktı. Öteki ağzını açıp tek mi çift mi demedi. Hösük, Alinin elini tutup tekrar başladı:
"Bak sana deyim ki Ali! Bunlar daha çocukluktan sevişirler. Kız, Memedi bir gün görmese yemek yiyemez, gözlerine uyku girmez, hüngür hüngür ağlar. Onları Allah nişanlamış/ haberin var mı Ali? Allah! Bu Memed, Kesme köyüne kaçtı da, hani ben haber verdiydim anasına, kız o gelinceye kadar hasta
108
vattı. Deliye döndü. Bu böyle kardaşım Ali. Bu, böyle işte! Gerisini sen düşün Alim. Sonra, tuttular kızı, verdiler Abdinin kel yiğenine. Onlar da kaçtılar. Gerisini sen düşün. Bir kuş, bir çalıya sığınır. O çalı da, o kuşu saklar. Memed sana sığındı Ali. Sebep olma. Sen bu işi yaparsan Abdi sana dost olur ama, bir koca köy sana düşman kesilir. Abdi dost olsun da diyeceksin. Öyle değil Alim! İş öyle değil. Sen bilirsin Alim. Benim sana diyeceğim bu kadar."
Omuzlan düşmüş, yorgun yüzü kederden değişmiş olarak Ali, Hösüğe hiçbir şey demeden ayağa kalktı. Hösük arkasından:
"Bir köy sana düşman kesilir," dedi.
Sonra, arkasından yetişip, kulağına:
"Karasevdalıları ayıranın onduğunu duydun mu hiç? Aralarına kara çalı olma sevdalıların. Yuva bozanın yuvası bozulur Ali! Bir köy bayram etti Ali, sevdahlar kavuştu diye. Çürük bir ağaca dönersin. Bir köy sana düşman kesilir. Bak, oğlanın anasını ne hale getirdiler çamurların içinde yatıyor daha! Belki de... Düşün Ali!"
Bu sırada, at hazırlanmıştı. Aliyi çağırdılar. Bir delikanlı hürmetlice atı tutmuş onu bekliyordu. Atın terkisinde de uzun tüylü, kara bir yamçı bağlıydı.
Yağmur siyim siyim yağıyordu.
Bütün köylü, çoluk çocuk dışarda. Bütün gözler Topalın üstünde. Topal, yüzlerce çift gözün ağırlığını, deliciliğini üstünde duyuyordu. Topal bacağına o ezeli ağrısı gene girdi. Ağrı dayanılır gibi değil. Ne zaman bir müşkül içinde kalmışsa o ağrı gelmiş, her zaman topal bacağına yapışmıştır. Dayanılır gibi değil.
Cümle köy, taşı toprağı, insanı, hayvanıyla Topala içinden beddualar ediyordu.
Hatçelerin evinin önündeki dut ağacının altında iki iz yan yanaydı. İzi sürdü. Önce Hatçelerin evini dört beş sefer dolandı. Köyün bütün çocukları arkasmdaydı. Sonra gelişigüzel köyün içine daldı. Bir zaman köyün içinde dolandı durdu.
Hösüğün yanında, iki üç köylü duruyor:
"Topala ne söyledin?" diye soruyorlardı.
109
I
O övünerek:
"Söyledim söyleyeceğimi. Topal beni kırmaz sanırsam."
Köyün içinde başıboş dolandığını görünce sevindi. Topal, köyün içinde dolaşır da iz mi arardı? Başından aldı mıydı, sonuna kadar götürürdü izi. Çorap söküğü... Topalın böyle dolaşmasında hayırlı bir iş vardı.
Laf ağızdan ağıza dolaştı:
"Topalın böyle dolaşmasında hayırlı bir iş var."
"Kim söyledi?"
"Hösük söyledi."
"Kim?"
"Pancar."
Hösük:
"Topal köyün içinde dolanıp duruyor. Allah bilir ya, yüreği acıdı sevdalılara. Onların yollarını şaşırtacak. De görüyüm seni Topal!"
Kel Ali:
"Ben o Topalı bilirim," diyordu. "Topal babasının izini bile sürer. Bulunca asacaklarını bile bile babasını, gene sürer izini. Yeter ki ona sürecek iz olsun. Dayanamaz. Topal, iyi adam, hoş adam, sevdalılara da yüreği parçalanıyor ya, iz sürmemek elinden gelmez. İz sürmeye gelince hiçbir şey geçemez önüne onun. Kendisini öldüreceklerini bilse bile, ötesinde ölümünü görecek bile olsa, bir iz ver önüne, sürer götürür."
Hösük:
"Peki Kel Ali," dedi, "belki on kere evi dolaştı. Çoktan beri de köyün içinde dolanıp duruyor, iz sürüyor, diyelim. Memed kızı aldı da kapı kapı dolaşmadı ya. Kız kaçıran adam, arkasına bile bakmaz. Topal Aliyse iz şaşıracak adam değil. Hele bu yağmurda... Ben ona dedim ki... Ali! dedim... Bir daha bakma yüzüme..."
Kel Ali bu laflan düşündü. Yüzünde bir umut, bir sevinç belli oldu:
"Allah vere de huyu değişmiş ola Topalın. Dönüp durduğuna bakılınca köyün içinde, huyu değişmiş... De, Topal Ali/ göreyim seni!"
Topal Ali gitti geldi, gitti geldi. Kapıların önünde attan
110
p/ toprağı iyice araştırdı. Taşlara baktı. Bir iz bulabilmek için ne yapılmak gerekiyorsa, hepsini yapıyordu. Yalnız asıl izin bulunduğu yere bir türlü yaklaşamıyordu. Korkuyordu. Biliyordu ki izi bir daha görürse dayanamayacak alıp götürecekti. İz izler gibi yaparak köyün dışına çıktı. İçinden, dolduruvermek atı, başım alıp kaçmak geliyordu. Doludizgin!.. Ormanlığa gözünü dikti uzun uzun baktı. İzin yönü doğru ormanın içine gidiyordu. Sevişen iki insanı görür gibi oldu. Kafasında her şey altüst oldu.
Yağmur usul usul çiseliyordu.
Atının başını tekrar Hatçelerin evine doğru çevirdi. Geldi, Hatçelerin evinin önündeki dut ağacının yanındaki çitin üstünde durdu. Yerde upuzun bir çarık izi yatıyordu. Kendi kendine: "Çarık daha yeni dikilmiş," dedi. "Tüyleri uzun. Bu, olsa olsa kışın ölmüş bir tosun derisi olabilir." Gözünün önüne yeniden ormanda sevişenler geldi. Usul usjıl çiseleyen yağmurun altında. Her bir yerini bir merak ateşi sardı. Yakıyordu.
Dalmış gitmişken, köylülerden biri yaklaştı:
"Ne o Ali?" dedi. "Burada uyuyup kalacaksın. Abdi Ağa sabırsızlanıyor. Ne dolanıp duruyor köyün içinde, diyor. Diyor ki, bu kadar övdüğünüz Topal Alinin sürdüğü iz bu mu?"
Bunlar böyle konuşurlarken, Abdi Ağa doludizgin sürdüğü atının başını tam yanlarında çekti:
"Ne o?" dedi. "İzci başı ne o? Maşallah izci başı, sen ne iz sürermişsin! Sabahtan beri tapusunu çıkaracakmışsın gibi köyün içini dolandın durdun. Şimdi de bu çitin dibinde uyuyacaksın."
Topal Alinin gözleri karardı. Abdi Ağaya hızla atının başını çevirdi:
"Ağa," dedi, "sor köylülere bakalım, yeni çarık giymiş mi? Bu çarık kışın ölen bir tosunun derisi mi?"
Ağa, köylülere döndü:
"Doğru mu?" diye sordu.
Bir köylü:
"Doğru," dedi. "Kışın İsmailin tosunu öldüydü. Değirmenci İsmail var ya, işte onun, bir giyimlik de Memed aidiydi ondan."
111
Ağa, Topal Aliye:
"Doğruymuş... De göster hünerini Ali!" dedi.
Ali, boynunu içine çekti. Altındaki atı kırbaçladı. Abdi Ağayla yedi sekiz atlı da onun arkasından köyün dışına çıktılar. Kayalara gelince Ali atın başını çekti. Ötekiler de çektiler. İz kayalara gidiyordu. Ali, gerçekten şaşırdı bu işe. İzlerin yönü ormandaydı oysaki... Kayadaki izleri araştırdı.
"Kayadan gitmişler. İnin atlardan da kayadan sürelim izleri," dedi.
Atları birisine teslim ettiler. Alinin ardına takıldılar. Kayaların arasında azıcık bir toprak parçası gördüler. Toprak parçasında üç tane sarı çiçek açmıştı. Toprak parçası kapkara, ışıl ısıldı. Sarı çiçekler parlıyorlardı. Sarı çiçeğin birisi yan yatmıştı. Ali, onu arkadakilere gösterdi:
"Biliyor musunuz, bu neden yatmış da ötekiler dimdik duruyor? Dün akşam, yahut gece yarısı üstüne birisi basmış. Çarığın yan tarafı, bakın şuraya bir iz bırakmış."
Sonra Ali kayalıkta döndü dolaştı. Abdi Ağa, arkasını hiç bırakmıyordu. Sivri bir kayanın dibine gelince:
"İşte buradan dönmüşler," dedi.
Yeniden atların yanına geldiler.
Artık, ormana doğru izler apaşikardı. Ötekiler bile izleri gözleyebiliyorlardı. Ormanın kıyısına gelince Ali durdu. Yüzü sapsarı, kül gibi oldu, sonra da morardı. İzler ormanlıktaki kayalığa doğru yön değiştirmişti. Bu, bir kör yürüyüşüydü... İz bir zaman doğru gidiyor, gidiyor, dönüp başka yöne vuruyor, yeniden dönüyordu. Ali, izin böyle döne döne, böyle birkaç kere aynı yere geldiğini gördü, acıdı. İçinden: "Şu Abdiyi alıp, ormanın aşağısına götüreyim, kurtulsun fıkaracıklar," geçti.
Bir ağacın kökünün dibinde yeşil bir ot bitmişti. Ot, terüta-ze, köke doğru yaslanmıştı. Otun yarısı ezilmişti. Onun arkasında da bir ağaç kıymığı toprağa gömülmüştü.
Yağmur yeniden şiddetlenmeye başladı. Topal Ali terkideki yamçıyı sırtına aldı. Ötekiler susuyorlardı.
Abdi Ağa:
"Vakit geçiyor Ali," dedi. "Gene izi mi yitirdin?" \
"Yok," dedi. "Yürüyün." Atı ormana sürdü.
112
Bu sefer izi, gerçekten yitirdi. Abdiye döndü:
"İzin ucunu kaçırdım," dedi.
Abdi Ağa:
"Senin hünerin bu muydu? Bu muydu Topal Ali?" diye söylendi.
Nişanlı en arkada. Elinde çıplak bir tabanca... Kabzayı sıkıyor.
Ali, Abdi Ağanın sözüne içerledi:
"Şimdi çıkarırım izi," dedi. "Bunlar yakınlarda olmalıdırlar. Burada fırtınaya tutulmuşlar. Çok dönmüşler buralarda. Onun için izi şaşırdım."
Epeyce aradıktan sonra izi gene doğrulttu. Orman üst üste, sıktı. Atlar gidemeyecek bir hal aldı. Atlan bıraktılar, yollarına yaya devam ettiler.
Ali:
"İşte buradan bir dal kırmışlar," ^ledi.
Sonra heyecanlandı:
"Yaklaştık... Buradan da bir kucak çalı almışlar. Kuru çalı. İz, kayalığa doğru gidiyor."
Topal Aliyle Abdi Ağadan başka hepsi sırılsıklam olmuşlardı.
Abdi, nişanlıya döndü:
"Sen neden yamçını almadın?" diye sordu.
Öteki cevap verecek halde değildi. Elindeki tabancası dü-şecekmiş gibi titriyordu.
Topal Ali kayalığa doğru koşmaya başladı. Heyecandan tıkanıyordu. Arkasından ötekiler de koştular.
Ali:
"Buldum," dedi. "Şu koca kayalığın altındalar. Yavaş olun."
Abdi Ağa gerilerden bağırıyordu:
"Oradalar mı? Bir şey söylesene Ali!"
Aliden ses şada çıkmıyordu. Soluk soluğa Abdi de geldi. Alinin durduğu yerde durup bakmaya başladı. Geriye kalanlar da geldiler, sıralandılar.
Ali söze başladı:
"Burada," dedi, "ateş yakmışlar. Şu çalının üstünde, elbiselerini serip kurutmuşlar. Ateşi kibritle değil, kavla yakmışlar..."
113
Kovuğun arka tarafına, kuru topraklı yere gitti. Toprağa eğildi. Uzun zaman araştırdı. Toprakta, kızın geniş, sert kalçalarının izini seçebildi. Kalçaların biraz üstünde omuz küreklerinin yeri belli oluyordu.
"Gelin, gelin!" diye arkadakileri çağırdı. "Gelin de bakın."
Hepsi hep birden eğildiler, toprağa baktılar. Abdi Ağa ne var gibisine Topal Alinin yüzüne baktı.
Ali:
"Olacak olmuş," dedi.
Abdi Ağa, anladı ama gene sordu:
"Yani ne olmuş?" dedi.
Ali:
"Bak Ağa, şurası kızın kalçalarının yeri. Şurası da kürek kemiklerinin... Şurası da başının geldiği yer. Şu çizgilere bak. Buraya saçları yayılmıştır... Yani Ağam, atı alan..."
Abdi Ağanın yüzü değişti. Bir zaman öyle sustu kaldı. Sonra yavaş yavaş canlandı:
"Nereye gittiler onlar şimdi sana göre?"
Ali:
"Çok yakındalar. Şimdi buluruz."
Günse battı batacak.
Abdi Ağa:
"Karanlığa kalmayalım Ali."
Ali:
"Onlar buradan ayrılalı olsa olsa iki saat olmuştur. İki saatte bu ormanda ne kadar yol yürünür? Üstelik bunların karnı da aç! Isındıkları yerde hiç ekmek kırıntısı yok. Yiyecekleri olsa yerlerdi."
Nişanlı büzülmüş. Her bir yanından sular sızıyor. Dişleri de biribirini dövüyor.
"Bir ateş yakıp da ısınalım," dedi. "Üşümekten öldük."
Ötekiler de:
"Üşümekten öldük," dediler.
Abdi Ağa kızdı:
"Biz onları arayacağız. Siz kaim da ısının," dedi. "Avrat yürekli adamlar."
Aliyle birlikte ormana daldılar. Abdi Ağa, tabancasını çekti-
114
Nişanlı, Abdi Ağanın kızdığını görünce, ateş yakmaktan aZgeçerek arkasına düştü.
Yavaş yavaş karanlık basıyordu. Ali, tam izin üstündeydi. jz öylesine belliydi ki, karanlıkta bile sürebilirdi. Artık kapandaydılar. Neredeyse ele geçeceklerdi. İzler, gittikçe tazeleşiyor-du. Bir çalının ardında, bir çıtırtı duydular. Kulak kabarttılar. Karanlık yavaş yavaş basıyordu.
Abdi:
"Çalıyı çevirin," diye emir verdi.
Ali:
"Burdalar," dedi.
Birden bir kadın çığlığı duydular.
Abdi bağırdı:
"Memedi öldürmeyeceksiniz. Tutup bana getireceksiniz. Onu, ben elimle... Ona ne yapılacaksa, ben elimle yapacağım. Tüyüne dokunmayacaksınız Memedin."
Memed çalının arkasına sinmişti. Eli, tabancasının kabza-sındaydı. Tabanca şalvarın sağ cebindeydi. Hiçbir şeyden, hiç kimseden korkmuyordu.
Hatçeye:
"Korkma!" dedi. "Seni onlara vermem."
Çalının içinden ayağa kalktı. Korka korka kendisine doğru ilerleyenlere:
"Teslim," dedi. "Teslim oldum."
Abdi:
"Durun," dedi. "Şu itin yanma ben varayım."
Ötekiler geri geri çekildiler. Abdiyle nişanlı öne düştü. Memed yalnız bir karartı olarak gözüküyordu.
Topal, biraz önce izi sürüp getirdiğinde bir sevinmişti ki... Şimdi bu durumu görünce müthiş bir kedere gömüldü. Her zaman böyle olurdu zaten. Oraya, bir kütüğün üstüne oturdu kaldı. Başını elleri arasına aldı. Kendi kendine söyleniyordu, "Ben, bu işi yapmayacağım. Bir daha yapmayacağım. Vay Memed!"
Abdi Ağa:
"Ulan nankör," dedi. "Ulan ekmeksiz. Bunu mu yapacak-hn bana? Seni," dedi, "alıp götüreceğim köye... Gerisini sen dü-Şün..."
115
Tam bu an, "çıt," diye bir tetiğin düşmesi duyuldu. Ama patlamadı. Abdi arkasını dönüp hışımlı:
"Ulan," dedi, "size demedim mi, ona hiçbir şey yapılmayacak..."
Memed hiç kımıldamıyordu. Heyecanlanmıyor, korkmuyordu. Taş gibi, öylecene durmuş bekliyordu. Bu sırada şalvarının sağ cebindeki eli biraz oynadı. Tabancayı yavaş yavaş tabaka çıkarır gibi heyecansız, dışarı çıkardı. Abdi Ağaya doğrulttu. Sanki hiçbir şey olmuyordu. Öyle dingindi. İki el ateş etti.
Abdi Ağa: "Yandım anam," diyerek yere düşerken, tabancayı nişanlıya çevirdi. Üç el de ona sıktı. O da "yandım," diyerek yere düştü.
Tabancasını cebine soktu. Aynı soğukkanlılıkla:
"Hatçe burada. Kılına dokunursanız, size yapacağımı bilirim."
Hatçeye de:
"Sen şimdilik eve dön. Ben seni sonra, gelir alırım. Başımızı alır, bilinmeyen bir yere gideriz. Sen doğru eve git. Bunlar sana dokunamazlar."
Memede ateş etmeye başladılar. Buna, Memed de şaşırdı. Oysaki Memed, oradan çoktan uzaklaşmıştı. Karanlığa sıkıyorlardı kurşunu.
Gece yarısına doğru ormandan çıktı.
Usul usul yağmur çiseliyordu daha.
116
10
Kapı usul usul vuruluyordu. Korka korka... Bir zaman duruyor, yeniden başlıyordu.
Kadın, kocasını uyandırdı:
"Kalk hele," dedi. "Kalk. Kapı vuruluyor."
Uykulu erkek birkaç kere kalkmaya davrandıktan sonra, başını yastığa geri koydu. Kapı, bu sefer biraz daha hızlı vuruldu.
Kadın yineledi:
"Kalk hele bre," dedi, "biri kapıyı dövüyor."
Erkek, homurdanarak kalktı. Sallana sallana kapıya vardı:
"Kim o?" diye seslendi.
Dışardaki:
"Benim," dedi. Sesi karıncalanıyordu. Boğazını temizledi.
"Sen kimsin?"
"Aç hele kapıyı. Tanırsın beni."
içerdeki, kapıyı açtı:
"Gel içeri," dedi. "Öyleyse..."
İçeri, sendeleyerek girdi. Karanlıktı içerisi...
Adam, karısına:
"Karı, şu ışığı yakıver," dedi. "Misafir geldi."
Az sonra ışık yandı. Işığı yaktıktan sonra, kadın yanları-na geldi. Misafirin üstünden sular sızıyordu. Giyitleri bedenine yapışmıştı. Bu misafire hayretle baktılar. Su içinde misafir.
Kadın, nedense, misafirden gözünü bir türlü alamıyordu.
117
Durdu, baktı. Boyuna baktı. Gözlerine, saçlarına baktı, bulamadı:
"Bu misafiri gözüm ısırıyor ya," dedi sonunda... "Çıkaramıyorum."
Adam, gülümseyerek, her zaman gülümserdi:
"Benim de," dedi. "Benim de gözlerim artık almıyor ya, gene de gözüm ısırıyor misafiri. Kestiremiyorum."
Konuğun omuzuna elini bastırdı, baktı:
"Bilemeyeceğim. Tanıdığım bir surat ama, bilemeyeceğim."
Karısına:
"Karı," dedi, "öyle görüyorum ki misafir üşümüş. Islak. Bir ateş yakıver."
Misafire:
"De bakalım misafir sen kimsin? Gözüm ısırdı ya, bilemedim."
Misafir:
"Emmi," dedi, "ben İnce Memedim."
Süleyman, öteki gözden odun getirmekte olan karısına seslendi:
"Avrat," dedi, "bak hele gelen kimmiş! Bak hele!"
Kadın:
"Kimmiş?" diye heyecanla sordu.
"Bizim İnce Memed. Maşallah tosun gibi olmuş. Babayiğit. Ben de bugünlerde duruyor duruyor senin lafını ediyordum. Noldu bu çocuğa? diyordum. Demek yüreğime doğuyormuş."
Kadın:
"Yaaa yavrum," dedi, "bugünlerde hep Süleyman Emmin durup durup seni anıyordu."
Süleyman çok yaşlanmıştı. Kaşları uzamış, püskül püskül, apak olmuş, gözlerinin üstüne düşmüştü. Sakalı da çok uzundu. Bir pamuk yığmı gibi. Bu hal, Süleymana heybet veriyordu.
Kadın, bir kat erkek çamaşırı getirdi Memedin önüne attı: "Soyun da yavrum, bunları giy," dedi. "Sonra satlıcan olursun."
Memed, evin karanlık bir köşesine gitti, orada soyundu-Geldi, don gömlekle ocağın başına oturdu. Süleyman:
118
"Eeee?" dedi.
Memed:
"Sizi çok göresim geliyordu ama, nidersin! Köycülük."
Süleyman, Memede takıldı:
"O köye daha gidemedin mi Memed?" dedi.
Memed, acı acı gülerek:
"Gidemedik," derken kafasının karanlığında bir top sarı ışık şavkıdı.
Süleyman:
"Sormak acep olmasın. Bu gece bu ne hal Memed?"
Memed:
"Anlatırım," dedi. "Derdime bir çare bulursun diye sana geldim. Dünyada senden başka tanıdığım kimse yok. Bana yardım edecek hiç kimsem yok senden başka."
Kadın:
"Üşümüşsün yavru," dedi. "Bir çorba koyayım da iç. Üşümüşsün."
Memed, sıcak çorba tasını eline alınca, yıllar önce aynı ocağın, aynı köşesinde gene böyle üşürken çorba içişini anımsadı. O zaman yalnızdı. O zaman korkuyordu. Her şeyden korkuyordu. Orman üstüne üstüne geliyordu. Korkuyordu. Şimdi cesur. Karar vermiş. Dünyası yırtılmış, geniş. Hür olmanın tadını tadıyor. Yaptığından hiç de pişman değil.
Kadın:
"Siz oturun konuşun. Ben gidip yatacağım."
Kadın gittikten sonra:
"De anlat bakalım Memedim," dedi, Süleyman.
Memed:
"Abdiyi de öldürdüm, yiğenini de," diye başlayınca, Süleyman:
"Ne zaman?" diye hayretle sordu.
Memed:
"Bugün karanlık kavuşurken."
Süleyman:
"Doğru musun Memed?" diye inanmaz inanmaz sordu. "Hiç adam öldürmüş hali yok sende."
Memed:
119
II
"Oldu bir kere. Ne yapalım, kader böyle imiş."
Olanı biteni inceden inceye Süleymana anlattı. Şafağın horozları ötüşüyorlardı. Bitirdikten sonra Süleyman:
"Ellerine sağlık yavrum," dedi. "İyi yapmışsın. Eee şimdi ne yapmak niyetindesin bakalım yavrum?"
Memed:
"Gidip hükümete teslim olmayacağım herhalde. Dağa çıkacağım."
Süleyman:
"Sen bugün yat hele, gerisini yarın düşünürüz."
Memed:
"Burada kıstırmasınlar beni?"
Süleyman:
"Kimsenin aklına gelmez. Adam vurup da gidip burnunun dibindeki köyde saklanacağın kimsenin aklına gelmez."
Memed:
"Öyle," dedi.
Süleyman:
"Onlar seni ararlarsa eğer, uzak köylerde, dağlarda ararlar..."
Duvara dizi dizi nakışlı çuvallar dayalıydı. Süleyman, Me-medi çağırdı:
"Gel de Memed," dedi, "şu çuvalları beri alalım. Ne olur ne olmaz, gene biz tedbirimizi alalım. Çuvalların arkasına sana yatak yapacağım."
Bir zaman uğraşa terleye ikisi, çuvalları duvardan bir insan sığacak kadar ayırdılar. Arkasına Süleyman, bir yatak yaptıktan sonra:
"De, gir yat," dedi. "İstersen bir ay yat. Kimse şüphe etmez buradan. Şimdi üstüne bir de çul çektim miydi... Ha yat, de yat."
Memed, ona hiçbir şey söylemeden yatağa girdi.
Süleyman kapıyı iyice sürmeledikten sonra, yatağına geldi-Karısı uyumuştu. Uyandırdı:
"Bana bak," dedi, "Memedin yatağını çuvalların arkasına yaptım. Geline, oğlana, hiç kimseye Memedin bize geldiğini söylemeyeceksin."
120
Kadın:
"Olur," dedi, başı yastığa düştü.
Memed, yatakta bir zaman Hatçeyi düşündü. Abdinin kıvranıp düşmesini getirdi gözlerinin önüne. Abdi, hiç beklemiyordu bunu. Nişanlının bağırmasını, elleriyle toprağı yırtışını, dişlerini ağaçlara, toprağa kıvranarak geçirişini ve sonra birdenbire çözülüp yere, kanlar içinde serilişini... Bir adam görmüştü o sırada. Herkes, ona kurşun sıkarken, bu adam başını elleri arasına almış, bir kütüğün üstüne oturmuş, efkarlı efkarlı sallanıyordu. Büyük bir keder içinde kıvrandığı belli oluyordu. Buna bir türlü akıl erdiremedi. Kimdi bu?
Sonra her şeyi unuttu. Yeniden doğmuş gibi kafasının içi tertemizdi. Işıklıydı. Hiçbir şey olmamış gibi uyudu.
Çok neşeli uyandı. Olacak olmuştu. Dün geceyi düşünürken, o, iki iğne ucu gibi ışık geldi gözlerine yine çakıldı.
Süleyman:
"Bana bak!" dedi. "Ben sabahleyin kalktım köyü kolaçan ettim. Abdinin vurulma haberi gelmiş bile. Belki burayı da ararlar. Bu gece seninle dağa çıkıp eşkıyaları arayacağız."
Memedin, buna sevindiği yüzünden belliydi.
Süleyman:
"Deli Durdu bize akraba gelir. Benim çok iyiliğimi gördü. Seni korur. Onun yanında üç aydan fazla eğleşme. İtin biri. Onu çok yaşatmazlar dağda. Bir gün nasıl olsa vurulacak. Onun gibi bir eşkıyanın bir yıldan fazla dağda kaldığı görülmemiş ama, bunda bir şey var. Gene de benim bildiğime göre çok yaşamaz. Yerini yap, onun yanından ayrılmaya bak. Zaten, seninki bir iki aylık bir deneme, alışma. Ondan sonra kendine bir çete kurarsın. Bak! Sana tekrar söylüyorum o itlen dolaşma uzun boylu. Eşkıya değil soyguncu, hırsız... Sen olmasan yüzüne bakmazdım o itin. Bir taraftan da Deli Durdu iyi çocuk. Onu köylüleri bozdu. Köyüne misafir gitmiş bir gün, kendi köylüsü ona delice yedirip candarmalarm tuzağına düşürmüşler. Zor bela kurtulmuş. İşte ondan sonra azdı. Her neyse... Bir iki ay idare et sen."
Memed:
"Deli Durdunun çetesi büyük mü?" diye sordu.
121
Süleyman:
"Ne kadar it varsa buralarda onun başında. İpten kazıktan kurtulmuşun hepsi onun başında. Bak, daha çok gençsin. Ama, pişeceksin. Uzun zaman dağda kalır mısın, kalmaz mısın onun orasını Allah bilir. Dediklerimi iyi dinle. İşine yarar sanırsam. Eşkıyalarla çok düştüm kalktım. Bilirim. Çoğunun akıbetini gördüm. Varır varmaz çeteye öyle hemen herkesle can ciğer olma. Onlar, hemencecik seninle arkadaş olmak isterler, sana karşı hoş, yumuşak görünürler, arkadaş görünürler, seninle çok ilgilenirler, derdi olan derdini açar sana, insanlar böyledir. Sen kendini hiçbir zaman açmayacaksın. Kapıp koyuvermeyeceksin. Tesirin o zaman iyi olur üzerlerinde. Ağırbaşlı davranacaksın. Eşkıyalıkta yanındakilere tesir şarttır. Ha ne diyordum, hemencecik hepsiyle tanışıp, ahbap olayım deme. Bir zayıf damarını keşfederlerse ömrünün sonuna kadar rahat edemezsin. Onların yanlarında on paralık onurun kalmaz. Gün geçtikçe hepsini iyice tanırsın. İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç! Ondan sonra da arkadaş olabileceğin insanı seç. İpin ucunu bir verirsen ellerine yandığın günün resmidir. Hapisaneyle dağın biribirlerinden zerrece farkı yoktur. İki yerde de reisler var, geriye kalanlar reislerin kullarıdır. Hem de ne aşağılık kullar... Reisler insan gibi yaşarlar, ötekiler köpek gibi... Sen reis olacaksın. Ama ötekileri köle gibi kullanma. Senin yaşamayın sırrı bu olsun. Varır varmaz şimdi, Deli Durdu sana bir mavzer verir. Öteki silahları, sen gün geçtikçe temin edersin. Ben, şimdi gideyim de Deli Durdu nerelerde geziyor, onu Öğreneyim."
Köylülerden biri Deli Durdunun yataklığını yapardı. Süleyman onun evine gitti. Ondan, Deli Durdunun yerini yurdunu öğrendi.
Durdu, karşıdaki Aksöğüt köyündendi. Süleyman onu çocukluğundan beri tanırdı. Babası, harbe gitmiş, bir daha da dönmemişti. Azıcık akraba oldukları için Süleyman ona, anasına yardım etmişti. Daha doğrusu açlıktan ölmemelerine sebep olmuştu. Çocukluğunda da ele avuca sığmaz it oğlu itin biriydi.
Beş yıldır da dağdaydı. Yakmadığı ev, yıkmadığı yuva kalmamıştı. Bu taraf köylüler, elinden zar ağlıyorlardı. Yollardan
122
kimse geçemez olmuştu. Yakaladığını, nesi var, nesi yok, çırılçıplak soyuyor bırakıyordu. Her şeyini, ama her şeyini, donunu bile alıyordu. Dostluk, ahbaplık bilmezdi Deli Durdu. Kardeşini, anasını, babasını dinlemezdi. Doğrusu bu ya, Süleyman Me-oıedi ona götürmeye korkuyordu. Aklına bir eserse, çocuğu vu-ruverirdi.
Süleyman Memede:
"O deli itin yerini öğrendim," dedi. "Duman tepesinde imiş- Biz, Duman tepesine çıkıp üç el ateş edeceğiz, Deli Durdunun adamları gelip bizi alacaklar. Ben bu deliye çok çok da güvenemiyorum ya... Neyse... Benim hatırımı çok sayar. Bu yanlarda başka çete olsa... Yok."
Gün battıktan sonra, Süleyman önde, Memed arkada yola çıktılar. Köyü çıkınca Süleyman arkasına döndü:
"Bre Memed," dedi, "sen şimdi eşkıya oluyorsun gayri, gelip de bizim evi basma e mi?"
"Önce sizin evi soyarım. Eşkıyalığın şanındandır. Ben, Deli Durdu çetesinden değil miyim?"
Süleyman, kahkahayla gülerek:
"Hele! Hele!" dedi.
Memed:
"Doğru söylemiyor muyum?" diye sordu.
Süleymanın yüzü değişti:
"Memedim," dedi, "kötü bir şey yapsaydın, başka herhangi bir adamı öldürseydin, seni götürür elimle hükümete teslim ederdim."
Memed:
"Ben de başka insana kıyamazdım zaten," dedi.
Süleyman, olduğu yerde zınk diye durdu. Memedin yakasından tuttu. Gözlerini gözlerine dikti:
"Bana bak! Oğlum İnce Memed," dedi. "Suçsuz adamı, az suçu olan adamı, parası için adam öldürürsen iki elim yakanda olsun."
Memed, dingin:
"Bundan sonra insan öldürmeyeceğim."
Süleyman, yakasını bırakmadan:
"Eğer bir Abdi Ağaya daha rastlarsan, onu da öldürmezsen
123
gene iki elim yakanda olsun. Yüz tane Abdi Ağa görürsen, yüzünü de öldür..."
Memed, gülerek:
"Söz," dedi. "Yüz tane bulursam, yüzünü de..."
Yağmur, sabahleyin kesilmişti. Ova çamurdu. Ama şimdi dağa tırmanıyorlardı. Bastıkları yer küçücük taşlıydı. Taşlar, ayaklarının altında kayıyordu. Hava çürük ağaç, acı çiçek, ot kokuyordu. Gökteki yıldızlar iri iri... Her birinin yöresini aydınlık bir halka çevirmiş... Bir kuş vardır oğlak gibi meler, işte arada bir de o meliyordu. Biraz daha yukarılara çıkınca bir yusufçuk kuşu öttü. "Yuusuuufçuuuuuuuuk!"
Dumantepenin sivrisinin altına gelince Süleyman:
"İnce Memed," dedi, "çıkar da tabancanı üç el ateş et!"
Soluk soluğa toprağa çöktü. Soluğu taşıyordu:
"Oooof!" dedi, "ooof kocalık... Vay gençlik vay!"
Memed, bu sırada havaya üç el boşalttı.
Ta uzaktan, kayalıkları yankılandıran bir el silah karşılık verdi.
Süleyman:
"Vay vay dizlerim," diye inleyerek kalktı. "Haydi yavrum oraya doğru yürüyelim."
Memed, Süleymanm koluna girdi.
Tam yanlarında, bir el daha ateş edilince durdular.
Süleyman:
"Ne o, it dölleri beni mi vuracaksınız?" diye bağırdı.
Genç bir ses gürledi:
"Kim o?"
Süleyman:
"Gel ulan, gel de beni Deliye götür."
Sağlarındaki kayanın arkasından bir adam çıktı:
"Siz miydiniz ateş eden?" diye sordu.
Süleyman, tok bir sesle:
"Bizdik," dedi. "Deli nerede? Deliyi göster bana."
Adamın sesi şaşkındı:
"Durdu Ağaya kim gelmiş diyelim?"
Süleyman: '
"Kesme köyünden Süleyman Emmi de."
124
Adam, birden:
"Kusura kalma Süleyman Emmi, sesinden tanıyamadım."
Süleyman:
"Kocalık yavrum," dedi. "Sesi de değiştiriyor. Sen kimsin yavrum? Seni de tanıyamadım."
"Ben," dedi, "Karacaörenden Mustuğun oğlu Cabbarım. Hani size semer yaptırmaya gelirdik babamla. Bize hem semer yapar, hem türkü söylerdin."
Süleyman:
"Acayip," dedi. "Sen de mi eşkıya olduydun? Hiç duyma-dımdı."
"Oldu, bir kere," dedi. Durduya bağırdı:
"Kesme köyünden Süleyman Emmi imiş..."
Ses kayalara çarpa çarpa dağıldı.
Mağaraya benzer büyük bir kaya kovuğunun önünde bir ateş yanıyordu. Yedi sekiz kişi ateşin yöresine sıralanmış, tüfeklerini temizliyorlardı. Üstlerindeki kaya bir kavak gibi uzanıp gidiyordu. Yanan kocaman ateş kayanın üstüne türlü, korkunç biçimler çiziyordu. Memed kayayı, adamları, silahları, ateşi böyle çırılçıplak görünce içine bir garipseme çöktü.
Karanlıktaki ayak seslerini duyunca, ateş başındaki adamlardan biri ayağa kalktı. Uzun boyluydu. Gölgesi, upuzun biçimlerle oynaşan kayanın üstüne düşüp sallanmaya başladı. Adam, onlara doğru geldi.
Süleyman:
"Sanırım ki bu gelen bizim Deli," dedi.
Cabbar:
"Öyle," dedi. "Durdu Ağam..."
Durdu bağırdı. Sesi zil gibi ötüyordu:
"Hoş geldin Süleyman Emmi! Ne o bu gece vakti? Bize karışmaya mı geldin Süleyman Emmi?"
Süleymanın eline sarıldı öptü.
"Duydum ki ulan Deli," dedi, "duydum ki bu dağların padişahı olmuşsun. Astığın astık, kestiğin kestik..."
Durdu:
"Olduk Süleyman Emmi," dedi. "Vallahi şu aşağı yollardan insan geçirmiyorum. Bu yakınlardan adam geçmesini ya-
125
sak edeceğim. İnsan ayağı değmeyecek bundan sonra bu topraklara. Buradan Maraşa kadar da ne kadar yol varsa, haracını ben alacağım. Tanısın beni Aksöğüt köyü. Tanısın kimmiş Deli Durdu."
Süleyman:
"Gene deli deli söylenmeye başladın," dedi. Durdu:
"Eğer daha çok canımı sıkarlarsa, o Aksöğüt köyünü yakar yıkarım, yerle bir eylerim. Yerine de eşek inciri dikerim." Süleyman:
"Kes böyle lafları deli!" diye çıkıştı. Durdu:
"Senin haberin yok öyleyse benden," diye söylendi. "Senin haberin yok!" Süleyman:
"Var," dedi. "Var deli bok. Eşkıyalığı da beş paralık ettiniz."
Durdu:
"Birkaç yıl daha geçsin. Ben yükümü tutayım. Sen eşkıyalık nasıl yapılır görürsün."
"O zamana kadar ben ölürüm. Göremem senin eşkıyalığını. Şimdilik hırsızlığıym ünü dünyayı tuttu." Deli Durdu:
"Görürsün görürsün," dedi. Süleyman kızdı:
"Böyle giderse, bu ağızlan gidersen seni vururlar deli!" dedi. "Ancak senin ölünü görürüm. Gençliğine yazık. Seni bilirsin ki çok severim deli!" Durdu:
"Bilmem mi beni sevdiğini, bilmem mi sanıyorsun. Sor arkadaşlara, her gün söylerim, kemiğim Allahtansa, etim Süleyman Emmimindir," derim.
Arkadaşlarına döndü sordu: ^ ^
"Öyle değil mi arkadaşlar?"
"Öyle," dediler.
Süleyman: '
"Ben senin hiç yoktan eşkıya çıkmam istemedim. Peki, söy-
126
lesene sen niye dağa çıktın? Fiyaka için. Olmaz Durdu. Bu, delilik işte."
Durdu:
"Otur hele Süleyman Emmi," dedi, "otur da bir çay iç."
Süleyman, ellerini dizlerine dayayarak oturdu:
"Bu gençlik geçer mi ele," dedi, "it südükleri, siz dağlarda çürütün gençliği." Sonra, Durduya baktı gülümsedi: "Canıyın kıymetini de bilirsin deli," dedi, "bu peryavşanları da nereden buldun?"
Bütün ateşin yöresi, bir harman yeri büyüklüğünde fırdolayı peryavşanlarla çevrilmişti. Kaim döşekler gibi yumuşacık sermişlerdi peryavşanları. Geceye, tatlı bir peryavşan kokusu yayılıyordu. Otu gibi, kokusu da yumuşacık, bayıltıcıydı per-yavşanm.
Durdu kabardı:
"Sayende buluruz Emmi," dedi. "Bu dağlar bizim."
Süleyman, bir kahkaha attı:
"Hay, deli hay!" dedi. "Demek peryavşan tarlasının da tapusunu çıkardın?"
Memed dikkat ediyordu. Eşkıyaların hepsi de kırmızı fes giymişti. Kırmızı fes dağlarda adetti. Kırmızı fes eşkıyalığın alametidir. Kasketli, şapkalı eşkıya görülmüş değildir. Olmaz. Fesi kim icat etti bu dağlarda belli değil. Kim kullandı şapka devriminden sonra, o da belli değil. Belki, şapka devrimi olduğunda dağda eşkıyalar vardı, onlar fesi çıkarmak gerekliğini duymadılar. Ondan sonra da her dağa çıkan fes giydi başına.
Süleyman oturunca, bütün eşkıyalar geldiler, "hoş geldin," dedikten sonra teker teker elini öptüler. Memede de tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Memed, Süleymanm arkacığma oturmuş, başını omuzları arasına gömmüş, küçücük kalmıştı.
"Bu çocuğu sorarsanız, adı İnce Memed. Elinden bir katil çıkmış. Size getirdim," diye Memedi takdim etti. Memed bu sırada, başını yere dikmiş, biraz da küçülmüş gibiydi.
Durdu, bir çocuğa, bir Süleymana baktı. Hayretle sordu:
"Bizimle beraber mi gezecek?"
Süleyman:
"Eğer kabul ederseniz... Etmezseniz de tek başına gezecek."
127
Durdu:
"Süleyman Emmi!" dedi, "başımızın üstünde yeri var. Sen getirdikten sonra..."
Arka çantasından bir fes çıkardı, Memede attı. Dalgın gibi duran Memed, fesi havada kaptı.
"Al bakalım yiğidim giy şunu! Benim eski festir bu ya, başkası yok şimdi. Sonra iyisini buluruz."
Süleymana döndü, bıyık altından güldü: "Çok da genç maşallah." Süleyman, buna alındı:
"Çok genç ama, kırk yıllık Abdi Ağayı yedi. Eşek hırsızlığından dolayı çıkmıyor dağa." Durdu:
"Abdi Ağayı mı?" diye dehşetle sordu. "Abdi Ağayı ha? Vay anasını!" Süleyman:
"Ne belledin ya," dedi.
Durdu, Memede inanmaz, hayret dolu gözlerle bakarak: "Tüfeğin yok herhalde kardaş," dedi. "Abdi Ağayı hakladığına iyi yapmışsın. Eline sağlık. Beş köyün kanını emiyormuş. Aynen sülük gibi..."
Sonra Cabbara döndü:
"Cabbar," dedi, "şu son baskından aldığımız tüfek vardı ya, onu gömdüğün yerden çıkar da getir. Bir iki fişeklik de getir. Mermi de getir."
Bir lokma, incecik çocuğun Abdi Ağayı vurduğuna bir türlü inanamıyordu. Bu sebepten de ona şüpheli bakıyordu. Bunu sezen Süleyman:
"Yalnız Abdi Ağayı değil, yiğenini de beraber öldürdü. Anladın mı Durdu?"
Durdunun şaşkınlığı bir kat daha arttı: "Demek yiğenini de beraber ha!"
Memed, bu sefer iyice büzülmüş, ocağın başında küçücük kalmıştı. Üşür gibi bir hali vardı.
Sıcak çayı, ince belli bardaklara doldurup Süleymanla Memede verdiler.
Süleyman, bir baba şefkatiyle Memedin üstüne eğildi:
128
"Eşkıyalık başlıyor İnce Memed, sıkı dur!" Ateşe boyuna odun üstüne odun atıyorlardı. Ateş gittikçe büyüyordu. Sıcak çoğaldıkça peryavşanlar daha hoş, daha kesicin kokuyordu. Ateşin ışığından gökteki yıldızlar küçücük küçücük, iğne ucu gibi görünüyorlardı.
Durdu: "Sen korkma Süleyman Emmi," dedi. "Ben varken onun kılına hile gelmez."
Süleyman, Durduyu tepeden tırnağa acıyarak süzdü: "Sen," dedi, "Durdu, dosdoğru ölüme gidiyorsun." Durdu:
"Neden Emmi?" diye güldü. Süleyman:
"Eşkıya olan eşkıya dağın tepesine böyle ateş yakmaz. Düşmanın karıncaysa da hor bakma. Bu, açık açık ölüme gitmek demektir."
Durdu, Süleymanın bu lafına da kahkahayla güldü: "Bre Emmi," dedi, "kim var bu dağın başında? Kim görür?"
"Bir gün görmez, iki gün görmez... Çekirge gibi..." Durdu:
"Hiç görmez. Görse de Deli Durdunun üstüne candarma mı gelebilir? Vay Emmi vay! Sen daha bilmiyorsun Deli Durduyu. Deli Durdu, bu dağların kartalı gayri. Kim uğrayabilir Deli Durdunun semtine?" Süleyman: "Görüşürüz," dedi.
Durdu, lafı değiştirmek için Memede sordu: "Abdi Ağaya kurşun sıkarken elin titremedi mi hiç?" Memed:
"Yoooo," dedi. "Hiç titremedi." Durdu:
"Neresine nişan aldın?" Memed:
"Göğsüne... Tam yüreğinin olduğu yere..." Bunu söyledikten sonra, tarif edilmez bir yalnızlık duydu içinden. Yöresindeki her şey silindi gitti. Bu Deli Durduyu hiç sevemedi. İçindeki gariplik bundan mı geliyordu ola? Karşıda-
129
ki ateş karardı. Silah temizleyenlerin yüzleri karanlığa karıştı gitti. Kayadaki gölgeler devleştiler, sonra da ortadan yok oldular. Esen yel, yalımları günbatıya doğru yatırıyordu. Birden Sü-leymana gözü takıldı. O, neşeliydi. Ak sakallı yüzü ateşin yalımında türlü türlü oluyor, değişip duruyordu. Memed düşündü ki, Süleyman kendisine çok güveniyor. Garipsemesi azıcık azaldı. Sonra da dayanılmaz bir uyku bastırdı onu. Olduğu yerde kıvrılakaldı.
Süleyman:
"Çocuklar," dedi. "Şuraya ben de kıvrılayım. Bizim oğlan
uyudu." Durdu: "Emmi," dedi, "benim sağlam bir asker kaputum var, onu
örtün üstüne." Süleyman: "Getir," dedi. Kaputun bir köşesini Memedin üstüne örten Süleyman,
onun yanma kıvrıldı.
Sonra, öteki eşkıyalar da yattılar. Bir tanesi nöbetçi kalmış, kayanın sivrisinde bekliyordu.
Memed taş gibi uyandı. Donmuş kalmıştı sanki. Daha gün doğmamıştı. Şimdilik doğacağı da yoktu. Alacakaranlıkta, ocağın kıyısına sıralanıp uyumuş, hala horlayan eşkıyaları gördü. Gözü nöbetçiyi aradı yörede, hiç kimseyi göremedi. Ortalıkta horultudan geçilmiyordu. İçleri rahat uyumayanlar horlar. Doğrudur. Memedin içine, birkaç günden beri ilk defa korku girdi. Şimdi, ikicik, iki tek kişi gelse, bu horul horul uyuyanların hepsini bir çırpıda vurur, bıyığını da bura bura giderdi. Tüfeğinin ağzma kurşun verdikten sonra, nöbete durdu.
İlkin Durdu, arkasından da ötekiler uyandılar. Süleyman da uyandı onlarla birlikte.
Durdu, gözlerini ovuşturarak:
"Nöbetçi," diye seslendi:
Memed:
"Buyur Ağam," diyerek kayadan indi. "Hiçbir şey yok. Kimseyi de görmedim," diye tekmil haberini verdi.
Durdu:
130
"Sen misin İnce Memed?" diye sordu. "Nöbetçi sen misin?"
"Benim."
Durdu:
"Daha şimdi geldin. Dur hele, daha vakit var nöbete. Dur hele..."
Memed:
"Uykum gelmiyordu da, gittim arkadaştan aldım nöbeti."
Durdu:
"Öyle olur," dedi. "İlkin adamın dağda, bir hafta uykusu gelmez. Yüreğine bir gariplik, bir çaresizlik çöker. Dünyada yalnız kalmış gibi olur."
Süleyman uykulu uykulu:
"Bak hele şu bizim deliye, bakındı hele, neler de biliyor!" diye alay etti.
Durdu:
"Bre Süleyman Emmi," dedi, "şen de bana hiçbir şeyi ya-kıştıramıyorsun. Nolacak bu benim halim?"
Ortalık yavaş yavaş aydınlanıyordu. Daha güneş görünmemişti. Ama, karşı dağın doruğuna gün vurmuştu. Doruk ışık içinde, dağın geriye kalan yerleriyse karanlıktı. Doruktan, gün yavaş yavaş aşağılara indi. Biraz sonra da karşıki sırtın arkasından güneş çıktı.
Süleyman, hiç cevap vermedi Durduya:
"Sağlıcakla kaim," dedi, Memedi alnından öpüp yürüdü.
Durdu:
"Süleyman Emmi, bir çayımızı iç de öyle git," diye arkasından koştu. "Bir çayımızı... Vallahi içmeden bir yere salmam seni."
Süleyman:
"Sağ ol yavrum. Ziyade olsun."
Ceketinin kolundan yakalamıştı:
"Bir çayımızı içmeden seni göndermem," diyordu. "Bin yılın bir başı dağıma gelesin de... Bir çay içmeden ha!.. Salar mıyım seni?"
Süleyman, kendi kendine:
"Bu deliden kurtuluş yok," dedi. "Döneyim bari," dedi. Boynunu büktü.
Durdu:
131
"Ateşi iyice yakın!" diye emir verdi. Süleyman:
"Şimdi de dumanı görünür." Durdu:
"Ne yapayım? Ateş yakmayayım da ne yapayım? Onu da sen göstersene bana." Süleyman:
"Ben sana hiçbir şey öğretemem oğlum," dedi. "Bütün çarelerini kendin yaratacaksın."
Deli Durdu düşündü. Başını bir iki kere salladı, fesin altından kara kakülleri çıkmış, kıvrışarak alnına dökülmüştü. Süleyman sözünü sürdürdü:
"Fakir fıkaraya zulmetmeyeceksin. Haksızlara, kötülere istediğini yap. Cesaretine hiç güvenmeyeceksin. Kafanı işleteceksin. Yoksa yaşayamazsın. Burası dağdır. Demir kafese benzer."
Çay çabuk pişti. İnce belli bardağın ilkini gene Süleymana verdiler. Çay buğulanıyordu sabah soğuğunda... Süleyman ayrılırken:
"Memedin size yardımı dokunabilir. İlk günler hoşça görün Memedimi. İncitmeyin. Kendi haline bırakın. Birkaç günde alışır."
Ayrıldı. Elindeki değneğe çöke çöke inmeye başladı. Beli bükülmüştü ama, gene de çabuk çabuk, bir delikanlı gibi dağdan iniyordu.
Memedin gözleri yaşardı o giderken. İçinden, "kim bilir ne zaman görürüm bir daha onu," dedi. "Belki de hiç göremem." Gözleri dolu dolu oldu. "Dünyada," diyordu, kendi kendine, "şu dünyada ne iyi insanlar var."
Güneş iyice yekinmiş, ortalığı ısıtıyordu. Durdu, bir taşın dibinde oturup kalmış İnce Memedi çağırdı: "Gel bakalım İnce Memed, şu yeni tüfeğini bir tecrübe et! Sen, hiç böyle bir tüfekle ateş ettin mi?" Memed: "Birkaç kere." Durdu:
"Bak şu kayada bir leke var..." *
Memed: